Sureler

Göster

Bakara Sûresi 17. Ayet

مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا فَلَمَّا اَضَاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فٖي ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ

17- Onların durumu ateş yakmış bir kimsenin durumuna benzer: Ateş çevresindekileri aydınlatınca, Allah (cc) gözlerinin nurunu alır, karanlıklar içinde bırakır onları, artık hiçbir şey görmezler.

 

Yüce Allah münafıkların durumunu bir de misalle anlatıyor. Ta ki kalpleri mutmain olsun. Vahye karşı çıkan, Allah’ın delillerini görmeyen, akıllarını kutsayan, nakli reddeden zavallılar, güneşin aydınlığını bırakıp kapkara bir yerde, elinde yaktığı bir odun parçasıyla aydınlanmaya çalışan kimselere benzetilmiş.

Biraz etrafını aydınlatacak olsa Allah nurlarını büsbütün yok edip onları karanlıklar içinde terk eder ve artık görmez olurlar.

Daha açık bir ifade ile; İslam’ın getirdiği güneş gibi açık, parlak delillere sönük akılları, mahdut bilgileriyle karşı koymak isterler. Güya akıllarıyla delil getirirler. Cenâb-ı Hakk akıl nurlarını, ferasetlerini de alarak onları akıllarının karanlık vadilerine bir daha dönmemek üzere yuvarladı.
 

        ❁   ❁   ❁

 

18. yy.’da Batı’da başlayan aydınlanma düşüncesi işte bu âyetin muhatabıdır. Aklı kutsallaştırıp, Hristiyanlığın yanlışlarından yola çıkarak vahyi tümden dışlayan bu dönem, aklı sınırlayarak herşeyi deneyden ibaret sandı. Aydınlanma dediği bu yolla Batı bir çok teknik buluş ortaya koydu.

Yaratılanı yaratıcısız izaha kalkışan bu akıl, kendi keşif ve icatlarıyla şimdi insanı, dünyayı, insani değerleri yok ediyor. Avrupa, Amerika, onların Asya’daki uzantıları ve İsrail; barışı, insanlığı, nesli, ekini, havayı, suyu, atmosferi ifsad ederek tüm dünyayı felâketin eşiğine getirdi. (ABD’nin 2001- Afganistan, 2003-Irak işgali, İsrail’in Gazze soykırımı bunun son örnekleridir.)

Çare yanlış yollarla arandığı için, çaresizlik derinleşmektedir.

İşte bunların misali, âyette belirtilen ‘Yaktıkları ateşin (aydınlanma) ardından karanlıkta kalanların’ aynısıdır.

Ülkemizde aydın kesim diye dillerde dolaşan kimseler de 18. yüzyılın dinsiz, imansız, akıl perestlerinin uzantısı değil mi?

Kendini aydın sanan karanlık düşünceli, kara kalpli, insanlığın yüzkarası kimseler, Allah’a kulluğu züll sayan, namaz, oruç, hac gibi ibâdet yapan insanlara suçlu muamelesi yaparlar. Kah namaz kıldığı için askeriyeden atar, kah örtülü olduğu için okuldan atar, kah muhasebede hile yapmadığı için işten atar. Sonra da fikir özgürlüğü, din özgürlüğü, insan hakları diye safsatalarla kendilerini aklamak isterler.

Bu karanlık aydınlar ne karanlık işler yaptı, ne rezaletlere sahne oldular. Dinsiz, imansız, ahlâksız toplumdan neler yetişti neler!...

Banka soyan aydınlar

Böbrek satan aydınlar

Metres tutarak yuva yıkan aydınlar

Mazlumların sırtından hava atan aydınlar

Geceleri melânette, gündüzleri yatan aydınlar

Askerlere sövüp sayıp dayak atan aydınlar

Kadın resimleriyle reklam yapan aydınlar

Fuhşun teşvikçisi olup namus satan aydınlar

İçkiyle kafa bulup nara atan aydınlar

Ana rahminde masum bebekleri parçalayan aydınlar

Binlerle işgücünü ekranda uyutan aydınlar

Mal elde etmek için siyasete batan aydınlar

Kumar, rüşvet, krediyle rızkına haram katan aydınlar

Çocukları katledip, köpek bakan aydınlar

Saygı, sevgi, edepten emekli olmuşaydınlar

Namusunu kıskanmayan, hımarvari aydınlar

Evlenmeyip çapkınlığı meşru sayan aydınlar

Fakiri küçümseyip azarlayan aydınlar

Kadını çalıştırıp kendi yiyen aydınlar

Çocuk diye evinde terörist yetiştiren aydınlar

Diplomayı alınca ana-babayı hiçe sayan aydınlar.

Eline para geçince nemrutlaşan aydınlar

Secdeyi terk eyleyip iblisleşen aydınlar.’


 

مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا

‘Onların misali ateş tutuşturan kimse gibidir ki...’

 

Önceki âyetlerde münafıkların halleri tahkik yoluyla tesbit edilmişken, şimdi temsilî yönüne geçiliyor.

Bu âyette temsil karinesi lafzidir. Ve ‘mesel’i, ‘mesel’e teşbihtir. Burada ‘mesel’, şaşılacak hal, garib olay mânâsınadır. Yani bunların;

Kuran dinlemeleri,.................ateş tutuşturmaya,

Kuran’ın insanı hayra irşadı............ateşe.

Küfre dönüşleri...............nurun nara dönmesine,

Küfürleri.......zulmete, gözlerini kaybeden kavme benzetildi.

‘  اسْتَوْقَدَ نَارًا / Ateşi tutuşturmuştur-’   ‘ ا ’ ve ‘ س ’ tekit için gelmiştir.

‘İstîkad’ ateşi tutuşturmak istemek, onu elde etmek için çalışmaktır.

‘Nar’ latif, aydınlatıcı, yakıcı ve sıcak bir maddedir. Lugatte yeryüzünde seyretmek anlamına gelir. Ateşe ‘nar’ denmesi, onda hareket ve ızdırap olmasındandır.

Ateş yakmak, ışıklandırmak maksadıyla olduğu gibi, yangın çıkarmak şeklinde suikastla da olabilir. O zaman da ateş yakmak, fitne ve fesat çıkarmak mânâsına gelir. Burada ikisine de ihtimali vardır.

Bu ihtimallere göre mana:

a) Onların durumu, ıssız bir çölde, karanlık bir gecede, yırtıcı hayvan ve diğer tehlikelerin korkusundan etrafı görmek için büyük bir ateş yakan kişinin durumu gibidir.

Onlar imana zahiren girmiş gözükerek kendilerini geçici bir müddet aydınlattılar. Muhammedî davetin ateş yakma ile misallendirilmesi şunu anlatır: Bu davet, bir taraftan müjdeleme, diğer taraftan korkutmayı, cennetin karşısında bir de cehennemi gösteriyor. ‘Bu ateşten kaçın, şu cennete koşun’ diyor.

b) Veya bu nardan maksat, Yüce Allah’ın râzı olmadığı mecazi ateş, fitne ve fesad ateşidir. Nitekim Maide Suresi 64. âyette; ‘Ne zaman savaş için bir ateş tutuştursalar Allah onu söndürmüştür’ buyrulur.

Buna göre âyetteki ateşin çevresini aydınlatmak ile vasıflanışı terşih kabilindendir. (Müşebbehi bihin vasfını, müşebbehe maletmek.)

Ya da âyetteki ateş, gerçek manasında kullanılmış olup, bundan maksat azgın insanların bazı günahlara ulaşmak için yaktıkları ve onunla fesat yolunu buldukları ateştir. (İstiare- i vefakiye)


 

ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ

‘Allah nurlarını giderdi.’

 

Bu gidermenin Allahu Teâlâ’ya isnadının üç sebebi vardır:

1- Bütün fiillerin yaratıcısı Allahu Teâla olduğu için.

2- ‘Sönmek’ fiili, rüzgar, yağmur gibi semavi birşeyle ya da gizli bir sebeple hasıl olduğu için.

3- Mübalağa için. Bunun için fiil ‘ بِ ’ ile müteaddi olur. (Lazımı müteaddi yapma şekillerinden biri de harf-i cerle müteaddi yapmaktır.) Bu ‘giderme, yok etme’ manası ‘ بِ ’ nin istishab ve istimsak manasından dolayıdır. Yani ‘onu evvelki hale dönmekten tuttu, engelledi’ demektir.

Mana; bu nurun onlara dönme ihtimalinin hiç kalmadığını ifade eder. Çünkü birşeyi Allah aldıktan sonra, onu hiçbir kuvvet geri döndüremez.

‘Nur’deyip ziya dememesi nurun tamamının gitmesini beyan içindir ve daha beliğdir. Nur ziyanın kaynağıdır. Kaynak bütünüyle gidince aydınlanmak mümkün olur mu? ‘Ziya’ kelimesi çok aydınlığı ifade eder. ‘Ziyalarını giderdi’ dese, akıl, nur denen az bir şığın kaldığını düşünebilirdi.

‘Nur’parlayan herşeyin ışığıdır, aslı nar’dır. ‘Narlarını ateşlerini’ demeyip ‘nur’ kelimesinin seçilmesi, onun faydasının daha büyük olmasından, sibakın makamına daha münasib olmasındandır. Çünkü onların ateş yakmaktaki maksatları ısınmak değil aydınlanmaktı. ‘Etraflarını aydınlatınca’ cümlesi de bu maksatlarını açıklamaktadır.

Bu ateş, yangın çıkarmak ve kötülüğe davet için yakılan ateşse, o zaman nurlarının giderilmesi, ateşin söndürülmesi demektir. Ve bu durumda ateş yakanın kendisi de karanlıkta kalır.

Ancak ateş sönmeden, aydınlık devam ederken Allah'ın, onların göz nurlarını almış olması da muhtemeldir. Yanan ateşin birden bire sönmesi garip ise de, şiddetli rüzgar gibi bir sebeple az çok yine rastlanan birşeydir. Fakat ışık dururken şuurun, görme kabiliyetinin kayboluvermesi ilâhî bir harikadır. Ve meselin en güzel noktasını teşkil eder.

Teşbîhten ilk hatıra gelen husus, münafıklara önce bir nûr verildiği ve sonra nankörlükleri yüzünden o nurun kendilerinden alınmasıdır. Halbuki münafıklar için bir nûr olabilir mî? Ayrıca ateş yakıp da etrafı aydınlatan kimse az da olsa o ateşten ve aydınlığından yararlanmış sayılır. Bu, onun hakkında bir hayır olarak düşünülmez mi? Münafıkların böyle bir hayır elde etmesi mümkün mü?

Süddî'ye göre: Cenâb-ı Peygamber (sav) Medîne'yi teşriflerinde halkın bir kısmı İslâm dinine girmiş vaziyetteydi. Sonra kiminin kalbinde bir şüphe ve akabinde inkâr başladı ve bir kısmı münafık oldu. Buna göre, önce nûr'a kavuştular, sonra da ondan uzaklaştılar.

Hasan Basrî'ye (ra) göre: Medîne'deki münafıklar hiç bir zaman nûr'a kavuşmamışlardır; onlar daima münafık olarak bulunmuş, kendi canlarını ve mallarını korumak için harplere iştirak etmişler ve bu sayede bâzı ganimetlere nail olmuşlardır.İşte bu azıcık ve ehemmiyetsiz dünyalık onların haline uygun bir nûr olarak vasıflandırılabilir.
 

Ey Allahım! Kalbime nur ver.
Gözüme nur ver. Kulağıma nur ver.
Sağıma nur ver, soluma nur ver.
Altıma nur ver, üstüme nur ver.
Önüme nur ver, arkama nur ver.
Beni nur eyle. (Amin)   
Hadîs-i Şerîf (Buhari, Müslim)

 

 وَتَرَكَهُمْ فٖي ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ

‘Ve onları karanlıklar içerisinde bıraktı.’

 

Zulümat, daha çok kalbi bir karanlığın ifadesidir. Kuran’da geçen ‘karanlık’ tabiri çoğunlukla kalple ilgili kullanılır. Bu karanlık, münafıkları kaplayan kabir, nifak, isyan, cehennem karanlığı ve Allah’ın gadabının karanlığıdır.

Misalin Açılımı

Yüce Allah bu âyet-i kerimelerde münafıkların durumlarını açıklamak, onların kötülüklerini beyan etmek, onları ibretli bir şekilde cezalandırmak, gizlediklerini açığa çıkartıp rüsvay etmek üzere durumlarına dair misal vermektedir. Çünkü münafıklar insanlık için bir fitnedir, ümmet içerisinde bir hastalıktır. Bu misal onların huzursuz, tutarsız durumlarını, içyüzlerinin çabucak açığa çıkışını tablolaştırır:

Münafıkların sadece kısa bir süre için müslüman olduklarını söylemeleri, kendilerinin ve çocuklarının güvenliklerini sağlama halleri, tıpkı kendisinden faydalanmak için ateş yakan kimselerin haline benzer. Bu kişi ateş yaktı. Ateş onun etrafındaki çerçöpleri gösterdi. O da etrafı gördü, hangi taraftan sakınacağını anladı. Sonra Yüce Allah bu ateşi kuvvetli yağan bir yağmur yahut şiddetli bir rüzgar ile söndürüverdi. Böylece hangi taraftan korunacağını bilmez bir hale geldi.

İşte münafıklar da şirk karanlığında iken, İslama gelip iman ateşini tutuşturdular. İman kelimesini dilleriyle söyleyerek, onun nuruyla nurlandılar. Helâli haramdan, hayrı şerden ayırdettiler. İmanın izzetiyle izzet buldular. Malları ve canları güvende oldu. Müslümanlarla evlendiler, onlara varis oldular. Ganimetten pay aldılar.

Bu durumda iken doksan derecelik bir dönüşle küfre daldılar. Helâli haramdan, şerri hayırdan ayıramaz hale geldiler.

Dünyevi olarak az bişey faydalanacakları sıra onlara ölüm hücum edince bu nurdan faydalanma yok oldu. Onlar gam, kabir zulümatı, fesat, küfür zulümatı, nifak, masiyyet zulmetinde kaldılar. Çöl yolcularının gece zulmeti, bulut zulmeti, yağmur zulmeti, nurdan sonra hasıl olan zulmette kalmaları gibi bir çok karanlıklar içinde kaldılar.
 

Diğer bir tefsire göre:

Münafıkların mü'minlere rastladıklarında ‘inandık’ demeleri, etrafı aydınlatan bir ışığa, şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ‘biz sizinle beraberiz’ demeleri o ateşin ve aydınlığının kararıp sönmesine benzetilmiştir.

Işık, insana kendisini tanıtır ve yolunu aydınlatır. Aklın ışığı, vahşi hayvanı andıran nefsin arzularına, şeytana ve yanlış düşüncelere karşı insanı korur. Yanan akıl ışığı, donan insan zihnini ve gönlünü ölümden kurtarır. Aklın ışığı, insanın hamlığını pişirir.

Münafıkların ikili oynamaları, iman etmedikleri halde ‘iman ettik’ demeleri, Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya teşebbüsleri, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaları, iman edenleri beyinsizlikle itham etmeleri, inananlarla alay etmeleri ve tercihlerini kötüden yana kullanmaları nedeniyle Allah, onların akıl ışıklarını söndürmektedir. Onları, artık göremeyecekleri karanlıkların içine terketmektedir.

Kişi vahiyden ne kadar haberdarsa, o kadar nûru vardır. Bir âyetten haberdar olanın bir âyetlik nûru, on âyet bilenin on âyetlik nûru, yirmi sûre bilenin yirmi sûrelik nûru vardır. Kitaptan hiç haberi olmayanlar da nûrsuzlardır.


     Geleceği karanlık görerek azmi bırakmak

     Alçak bir ölüm varsa eminim budur ancak. M. Akif


Sebeb-i Nüzul

Bu âyetlerin sebeb-i nüzulünde iki rivâyet vardır:

1-) Münafıklar hakkında nâzil olmuştur.

2-) Yahudiler hakkında nâzil olmuştur.

Tâbiînden Saîd bin Cübeyr diyor ki: Efendimiz (sav) henüz peygamber olarak gönderilmeden önce Yahudiler son peygamberi, ateş üzerinde durur gibi sabırsızlıkla bekliyorlardı. Fakat Hazret-i Peygamber (sav) risâlet göreviyle davete başlayıp da Yahudiler onun kendilerinden olmadığını görünce, birdenbire küfre döndüler; sapıklığı tercih ettiler. Bu bakımdan onların ilk durum ve tutumları nura, son tavırları ise karanlığa benzetilmiştir.


Belâğat 

 

❊ ‘ مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي ’ âyetinde teşbih-i temsili var. Teşbih-i temsilinin hakikatı, vech-i şebenin müteaddid şeyler arasında tenazuudur.

Yani, münafıkların nifak ve gizledikleri küfrün hilafını izhar etme hali. Aydınlanmak için ateş tutuşturup sonra sönerek birşey görememe haline benzetilmiş.

❊ ‘  كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا ’ ve ‘ اَوْ كَصَيِّبٍ ’ cümlesinde teşbih-i temsili vardır. Yüce Allah (cc) birinci misalde münafığı ateş yakan birisine, onun dışardan mü'min görünmesini aydınlığa, o aydınlıktan gördüğü faydanın kesilmesini de ateşin sönmesine benzetmiştir. İkinci misalde ise, toprağın yağmurla hayat bulduğu gibi kalplerinde İslam ile hayat bulmasından dolayı İslamı yağmura, kafirlerin şüphe ve tereddütlerini karanlıklara, Kuran’daki vaad ve vaidleri de gök gürültüsü ve şimşeğe benzetmiştir.

❊ Teşbih-i temsili tabi olanlarda sihir tesiri yapar, vehimlerde manaları temasül ederek şahıslara benzetir. Dilsizi konuşturur. Acemden lisan getirir. Cemadattan hayat gösterir, yakın şeyi uzak yapar.

❊ İki zamir arasında muhâlefet: ‘ اسْتَوْقَدَ ’ ‘ حَوْلَهُ ’ zamir müfret lafız yönünden müfret gelmiş, çünkü münafıklar sözde ve fiilde birdirler. Ama mana yönüne riâyet için ‘  بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ ’, makamın hallerini takbih (kötülemek), zatlarını ve dalaletlerini beyan makamı olduğu için cemi geldi. Hükmü her bir fertte isbat için baki oldu.

❊ Murat-ı nazır: Benzerine riâyet, belağat indinde tenasub ve itilaf (uygunluk-ülfet) diye bilinir. Tezat zikrini ibtal ederek mütekellimin münasip olan hükümleri cem etmesidir ki, mutabakat meydana çıksın. Burada ‘nur’ ve ‘ziya’nın zikrinde murat-ı nazır vardır. Buradaki ‘edâet’ fiiline uygun olanı‘ziya’ olmasına rağmen ‘nur’ gelmesindeki sır, ziyadeliğe delâlet etmesidir. Eğer ‘edâet’e mukâbil ‘ziya’ gelseydi, ışığın bir kısmı gitmiş, yine nur baki kalır.

Oysa maksat nurun aslının giderilmesi ve sönmesidir. Bu durumu ‘ezhebe’ demeyip ‘zehebe’ demesi de teyid eder. Çünkü ‘ezhebe’ izale etmek ‘zehebehu’ ise sahiplenmek, beraberinde götürmek anlamına gelir. Artık nurun gelme ümidi yoktur demektir.