Bu misalde Allah’ın gökten indirdiği vahiy, yağmura benzetilmiş. Müminler bu rahmetten bol bol nasibini alıp gönüllerini bahara çevirirken, inanmayan şüpheci güruh için bu yağmur tam manası ile felâket olmuş. Tıpkı gül dibine gelen yağmurun gülü, diken dibine gelen yağmurun da dikeni büyüttüğü gibi.
Âyet-i kerimede benzetilen yağmur, azab yağmuru. Nifak ateşinin iman nuru karşısında sönmesi ve kapkara dünyalarında kara kalpli karamsar kalmaları bir de şiddetli yağmura tutulanlara benzetilmiş. Yağmur bulutları semayı kaplayıp kapkara eylemiş, korkudan gözleri kararmış, gökgürültüsü, şimşek, ölüm korkusu, korkularına korku katmış. Ne yapacaklarını şaşırıp korkunç sesleri duymamak için parmaklarını kulaklarına tıkamışlar. Sanki duymamakla o korku gidecek, o şiddet dinecek. Oysa bu, ham hayalden başka bir şey değildir.
İç dengesi bozulmuş insanın yaşadığı manevî fırtınalar ile tabiattaki fırtınalar birbirine oldukça benzemektedir. Onun için tebliğciler manevî konuları, dış alemden örnekler vererek anlatmalıdır.
Bu âyetle çizilen tablo, gözlerimizin önünde hareket ve kargaşa ile dolu çöl yolunu, şaşkınlık, dehşet, panik, korku içeren, ışıklı ve gürültülü müthiş bir manzarayı canlandırır. ‘Çevrelerini aydınlatınca şimşeğin ışığı altında yürürler, fakat üzerlerine karanlık çökünce oldukları yerde kalakalırlar’.
Yani oldukları yerde şaşkın şaşkın çakılıp kalırlar, nereye gideceklerini bilemezler. Bunun yanında, korkudan donakalmışlardır, bu yüzden; ‘Ölüm korkusu içinde parmakları ile kulaklarını tıkarlar.’ Bu misal, münafıkların, iman ile dalalet arasında geçen zikzaklı hayatlarının kargaşasını, endişesini canlı bir biçimde (tecessüm sanatı ile) göz önüne sermektedir. Bu tasvir, onların psikolojisini yansıtan bir manzaradır.
‘ اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَاءِ ’ cümlesi, önceki temsile atıftır. Onların kuvve-i cazibe ve kuvve-i dafialarının arasına karışmış küfürle iman arasındaki halleri; yağmurla şimşeğin, su ile ışığın karışmış haline benzetildi. Zarar ve faydanın karışmış şekli bedi bir temsil ile ifade edildi.
‘ اَوْ ’ İki şeyden birine veya bir şeyden doğan şeyler arasında tesviye anlamında kullanılır. Sanki şöyle soruluyor: Bu teşbihi mi seçersin, şu teşbihi mi? Teşbihler birbirine ya ‘ و ’ ile ya ‘ اَوْ ’ ile atfolur. Ya da atıfsız bağlanırlar. Bu bağlar beliğ kelamda güzeldir. Bu iki teşbihte atıf harfiyle beraber teşbih edatı da tekrarlandı. Bu iki teşbihin hallerinin farklılığını, birbirinden bağımsız ve eşit olduklarını gösterir. Bu temsil, onların hallerinin değiştiğini gösteren bir temsildir.
Misalin açılımına gelince;
1- ‘ كَمَثَلِ صَيِّبٍ ’ ‘ اَوْ كَصَيِّبٍ ’ takdirindedir. Münafıklar kıssası, toptan yağmur kıssasına benzetilmiş, kıssaların ayrıntılarında benzerlik gözetilmediği için ‘mürekkeb teşbih’tir. Müfredatında benzerlik aranmaz. Heyeti mecmuası münafıkların hayretini, şaşkınlığını tahayyül ettirir. Ansızın sağanak yağan yağmura tutulup korkan, ürperen, şaşıran kimselerin hali ne ise, aklına güvenip vahyi reddeden münafıklar da vahyin saikaları karşısında öyle güçsüz, hayrette kalmışlardır.
2- Yahut ‘ كَمَثَلِ ذٖي صَيِّبٍ ’ takdirindedir. Atıf delâlet ettiği için ‘ مَثَلُ ’ hazfoldu. Bu teşbih, müşebbehlerin zikredilmediği çok şeyleri çok şeye teşbihtir, teşbih-i temsili mefruk’tur. Temsilin en üstünüdür, hayretin ve işin şiddetinin taşkınlığına delâlet eder. Hafiften ağıra doğru tedrici tedrici şiddetini gösterir.
Teşbih-i temsili mefruk’un müfredatında tek tek benzerlik aranır. Şöyle ki;
Yağmur.......Din-Kuran-Hidâyet-İmana benzetildi. Zira arzın suyla ihya olması gibi, kalpler de dinle ihya olur.
Sema......................................Ruhlar ve akıllar alemine
Karanlık..........................Küfrün şüpheleri ve câhiliyete
Gökgürültüsü, şimşek......İslam’ın müjde ve inzarına benzetildi.
Veya; Ra’d....................Kuran’a konulan engellere
Berk....................Engeller arasından hidâyet zuhuruna
Yıldırım..............Kafirlerin uğrayacağı azap ve musibete
Ölüm korkusu.....Kuran’dan korkmalarına benzetildi.
Bu temsil hidâyete teşviktir. Nebinin (sav) davetini kabule teşvik, küfürde ısrarı ve günahları terk etmeye irşat maksatlıdır. Afetler şeklindeki tabiat olayları, insanı ölümle burun buruna getirir ve ölüm psikolojisi doğurur. Bu durumda insanın yapacağı ilk iş onu kabullenmemek veya âyetteki tabiri ile ona karşı ‘kulaklarını tıkamak’tır.
İşte Yüce Allah, münafıkların Kur'an'ın gerçeklerinden nasıl kaçtıklarını böyle bir benzetme ile ortaya koymaktadır. Semanın her tarafından ‘bardaktan dökülür gibi’ boşanmış kuvvetli bir yağmur, onda türlü türlü karanlıklar var. Gece karanlığı, kara yağmur bulutu dünyayı kaplamış, yağmurun yoğunluğu da bunlara eklenmiş, insanın içini sıkıyor mu sıkıyor; göz, gönül iyice kararıyor.
Karanlıklar katmerlenmiş, iç dış zifiri karanlık, bundan başka dehşetli bir gök gürültüsü, titretici bir patlayışı var ki, beyinlerde çatlıyor, ufuklarda gürlüyor. Bir de şimşek şimşek çakıp şakıdıkça, parladıkça karanlıkları yarıyor, yürekleri ağıza getiren bir halecan (yürek çarpıntısı) veriyor. Yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar, bunu da ölüm korkusuyla, ölümden sakınmak için yapıyorlar. Fakat kulak tıkamak neye yarar, korkunun ecele faydası ne?
Allah bütün kâfirleri her taraflarından, içlerinden, dışlarından, dünyalarından, âhiretlerinden kuşatmıştır. İlâhî kudretin kuşatmasından dışarı çıkmak mümkün mü? Kur'an karşısında münafıklar, kulaklarını tıkayarak kendi karanlık dünyalarında Kur'an'ın sesini ölüm olarak algılarlar. Çünkü onlar cehâlet içinde yaşıyorlardı.
Kur'an’ın meydana getirdiği o fırtına, cehâletin tüm putlarını yıkar. Bu da münafığın ve münafıklığın yok olması demektir. İşte bu kapkaranlık atmosfer içerisinde bir kurtuluş yolu araştırır, ufukta gördükleri tek aydınlığa umut bağlarlar; yani âyetlerin getirdiği hakka uymayı kararlaştırırlar.
Kur'an'ın ışığı, münafıkların iç alemi için yıldırımları andırır, münafıklar ancak şimşeğin aydınlatma süresi oranında, Kur'an ışığından istifade ederler. Nefsin kararttığı kalpte, sadece anlık aydınlanmalar meydana gelebilir. Bir anlık ışıkta gerçeklerle karşı karşıya kalan münafık, ‘iman ettim’ der. Fakat fazla geçmeden karanlıklara düşer, yine huzursuzluğa, çalkantıya yuvarlanır. Ve bu anlık imanının bir aldanma olduğu sonucuna varır.
Böylece karanlık dünyalarında yaşamaya devam ederler. Nifak kısa bir süre için münafığın yolunu aydınlatabilir. Ancak ateşin sönmesi gibi bu da çabucak sönüverir, nifak devam etmez. Münafık herhangi bir amacını gerçekleştirmek ve maddî kazanç elde etmek amacıyla nifakına umut bağlasa da; kısa bir müddet içinde bu umutlar darmadağın olur.
Allah (cc), müminlere münâfıkların maddi gücü ile kuvvet verir; müminlerin duâsı ile münâfıklar zafer kazanır. S. Fârisi
Adamın biri, Huzeyfe b. Yeman’ın yanında münâfıklara bedduâ eder:
– Allah’ım! münâfıkları helâk eyle! der. Bunun üzerine Huzeyfe (ra) şöyle der;
– Eğer Allah onları helâk etseydi, siz düşmanlardan kurtulamazdınız. Onlar riyâ için de olsa gazaya çıkar; düşmanlarla savaşırlar.
‘ صَيِّبٍ ’ Birinci manayla, Nibüs bulutlarına işarettir. Nibüs, bütün bulutlardan daha karanlık bir görünüştedir. Sürekli yağmur getirir. Rüzgârlı havalarda daha az yükseklikteki bulutlarla birlikte görünürler.
İkinci manayla ‘ صَيِّبٍ ’, şiddetli, iri damlalı yağmur demektir. ‘İsabet’ kelimesinin ‘Fe’îl’ kalıbından sıfat-ı müşebbehedir. Yağmurun sıfatı olduğu da söylenir. Gecelerin karanlığından, bulutların kesafetinden hasıl olur. Şiddetli karanlığa ‘Sayyib’ denir.
‘Es-sema’, üzerimize yükseltilmiş mavi kubbeye verilen isimdir. Yükselen havaya, buluta, yağmura, bütün gök boşluğuna da sema denir. Esas mânâsı yüksek demektir, insanın üst tarafına gelen her yüksek şeye de sema denir. Burada yağmur denildikten sonra, gökten geldiği belli iken ‘minessemai’ denilmesi, bütün bir ufku kaplayan bilinen semayı açıklayarak, bu yağmurun yalnız bir taraftan değil, semanın her tarafından geldiğini anlatmak içindir. Çünkü her ufuk kendi başına bir semadır. Bu sağanak, tüm ufukları kaplayan bir buluttan inmektedir.
Yağmurun tüm karanlıkların kaynağı olarak gösterilmesi, yağmurun şiddet ve korkunçluğundan dolayı diğer karanlıkların bu karanlığa bağlı kılındığını ve gecenin, bulutun karanlıklarını bastırdığını belirtmek içindir. ‘Karanlık’ gök gürültüsü, şimşek ve yıldırımın aslında yoktur, bu olayların zarfıdır. Ama âyet; ‘İçinde sağnak yağmur, gök gürültüsü, şimşek bulunan karanlıklar’ şeklinde olsaydı o yağmurun diğer karanlıkları bastıran özel bir zulmeti olduğu ifade edilmiş olmazdı.
Duâ
Ulu Allah’ım, şu karanlık yolları
Bizi Sana ulaştıran yollar et!
İhtirasla kilitlenmiş kolları
Birbirini kucaklayan kollar et!
Muhabbetin gönlümüzde hız olsun
Güttüğümüz Hakk’a varan iz olsun
Önümüzde uçurumlar düz olsun
Yolumuzda dikenleri güller et!
Dalâlette bırakıp da insanı
Yapma arzın en korkulu hayvanı
Unutturma, doğruluğu, vicdanı
Bizi, Sana lâyık olan kullar et! O. Seyfi Orhon
Karanlık beş türlüdür. Onun beş türlü çırası vardır.
• Dünyayı sevmek karanlıktır; takvâ onun çırasıdır.
• Günah işlemek zulmettir; tevbe onun çırasıdır.
• Kabir karanlıktır; ‘La ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah’ onun çırasıdır.
• Âhiret karanlıktır; iyi amel onun çırasıdır.
• Sırat karanlıktır, yakîn onun çırasıdır. Hz. Ebû Bekir
‘ رَعْدٌ ’ (gök gürültüsü), buluttan çıkan sesin ismidir, önce ani bir patlayış, ardından devam eden bir gürültü olur. Bu kelime aslında titremek veya titretmek, mânâlarıyla ilgilidir. Gök gürültüsü, yıldırımı çıkaran sarsıntıdadır. Bulutlara bu darbeyi vuran, onu idare eden bir melek vardır ki, ‘Ra’d’ ismi ona dayanır. Bu melek buluttan buluta, buluttan havaya darbeyi indirdiği zaman sarsıntıdan gürültü ile bir kıvılcım çıkar, şimşek bu kıvılcımdır, yıldırım bundadır. Ses daha sonra gelir.
Zannedildiği gibi önce şimşek, sonra gök gürültüsü ve yıldırım değil, Allah katında gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım şeklindedir. Bize de şimşek, yıldırım ve gök gürültüsü şeklinde görünür ve işitilir. Bunun için Allah Teâlâ ‘ رَعْدٌ وَبَرْقٌ ’ buyurmuş. Gök gürültüsünü öne almakla beraber, aralarını mutlak cem için olan ‘ وَ ’ ile bağlamış, ‘şimşek, sonra gök gürültüsü’ buyurmamıştır.
‘ بَرْقٌ ’ buluttan ani olarak çıkıp, şakıyarak sönüveren parıltıdır, dilimizde şimşek denir. Bunun çakmasına da ‘yıldırım’ denir.
‘ يَجْعَلُونَ ’ müşebbehin heyetinden kastedileni izah için haldir. Fiilde devamlılık olduğundan, münafıkların bu kulak tıkama işini her zaman yaptıkları anlaşılır. Ayrıca bu fiilin irabtan mahalli yoktur. Çünkü müste'nef yani yeni bir cümledir. (İstinafen fasıl) Çünkü gök gürlemesinden ve şimşek çakmasından söz edilince sanki akla şöyle bir soru gelir: ‘Bu kadar şiddetli gök gürlemesi karşısında onların durumu nasıldır?’ İşte buna verilen cevap şu oluyor: ‘Onlar parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar.’ Hemen bunun peşinden de yeni bir soru akla gelir; ‘Böylesine şiddetli bir şimşek çakması karşısında ne yapıyorlar?’ Buna da bir sonraki âyette şöyle cevap veriliyor: ‘İşte tam o sırada şimşek gözlerinin aydınlığını yok edecekmiş gibi çakar.’
Kulak tıkamada kullanılan işaret parmağını söz konusu etmemiştir. Çünkü, işaret parmağı genel olarak sövgüde ve yanlış şeylerde kullanılan bir parmaktır. Kur'an âdabı gereği bundan sakınmak daha yerinde bir durumdur. Burada makam, onların hayret ve dehşet hallerini anlatma makamıdır. Ayrıca müsebbibe parmağı (işaret parmağı) diye de söylemedi. Çünkü bu, pek yaygın olarak kullanılan bir tabir değildir, sonradan ortaya çıkmıştır.
‘Saika’ gâyet şiddetli, çok çabuk bir çarpıştır, bir ateş parçasıyla çarptığını yok eder, insanı ve hayvanı bir anda mahveder, madenleri eritir, demiri mıknatıslar, mıknatısların kutuplarını alt üst eder. Bu münasebetle ölüm, şiddetli azab, işitilen ve görülen her korkunç fiil için de ‘Saika’ kelimesi kullanılır.
Yıldırım fiziki olarak şöyle tarif edilir: ‘Elektrik taşıyan iki bulutun elektriklerinin, yahut bir bulut ile yer küresi elektriklerinin gerilişleri havanın karşı koymasına üstün geldiği anda iki elektriğin birbirleriyle birleşmeleri sonucu vaki olan bir elektrik tahliyesidir. Gök gürültüsü bunun sadmesi, şimşek bunun kıvılcımıdır.’ Yıldırım ilâhî bir beladır. Bundan korunmak, önceden, maddî ve manevî bir yıldırım siperi bulmak gerektir. O da Allah'ı, emirlerini ve kanunlarını tanımakla olur.
Râğıb der ki, gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım aslında bir şeyin üç çeşit tesirleridir. Parlayarak geldiği için yıldırım, çarptığını mahvettiği için sâika (ve çoğulunda savâık) denilir, gözlere şimşek, kulaklara gök gürültüsü halinde gözükür.
‘Mevt’ canlının bünyesinde fesad, hislerin, hayat şartlarının kaybolmasıdır.
Gökler parça parça arza dökülse
Yüce dağlar köklerinden sökülse
Yer yarılsa, okyanuslar çekilse
Kalbimde ne korku, ne gam, ne keder
Bilirim ki bana Allah’ım yeter
Yıldızlar kayıp güneşler sönse
İsrafil sur ile kubbeden inse
Kabirler boşanıp tersine dönse
Kalbimde ne korku, ne gam, ne keder
Bilirim ki bana Allah’ım yeter
وَاللّٰهُ مُحٖيطٌ بِالْكَافِرٖينَ
‘Allah kafirleri kuşatıcıdır.’
‘İhata’ kudret-i kamile için istiare-i temsiliye veya tebaiyedir. Onların kötü fiillerinin cezasını anlatır.
‘Allah onları kuşatır’ demeyip, ‘Kafirleri kuşatır’ demesi, başlarına gelen felâketlerin kendi küfürleri sebebiyle olduğunu bildirir.
‘Allah onları kuşatır’ yani onları bilicidir ve cehennemde toplayıcıdır.
Sebeb-i Nüzul
İbn Abbas, İbn Mes'ûd ve bâzı sahabelerden: Asr-ı saadette Medîneli münafıklardan iki kişi Hazret-i Peygamber'den (sav) kaçıp müşriklere katılmak istediler. Yolda şiddetli bir yağmura tutuldular.
Gök gürültüsü ve yıldırımların arka arkaya düşmesi onları bir hayli sarstı, ölüm korkusu içinde parmaklarıyla kulaklarını tıkadılar. Şimşek çakınca önlerini görüp yürüyebiliyorlardı; çakmayınca yerlerinde çivilenip kalıyorlardı.
O kadar perişan oldular ki, yaptıkları işe nedamet duydular, bu korku ve endişe içinde, ‘Ah! Bir sabahlasak da şu tehlikeden kurtulup Hazret-i Muhammed'e (sav) dönsek ve O'nun ellerini tutup öpsek..’ dediler. Nihâyet sabaha kavuştular.
Niyetlerini değiştirmeden Hazret-i Peygamber'e (sav) gelerek dosdoğru Müslüman oldular. Allahu Teâlâ bu iki munâfığın durumunu diğer münafıklara yol gösterici bir örnek olarak bildirmek üzere bu âyetleri indirdi.
Çünkü o sıralarda Hazret-i Peygamber’in (sav) meclisinde bulunan münafıklar, Peygamberin (sav) kendileri hakkında bir şey (vahiy) nâzil olduğunu söylemesinden veya herhangi bir şeyle adlarının anılmasından ve öldürülmelerinden korkarak, Medine'den çıkan o iki münafığın parmaklarıyla kulaklarını tıkadıkları gibi, parmaklarıyla kulaklarını tıkıyorlardı.
Şimşek önlerini aydınlattığında yani malları, çocukları çoğalıp bir ganimet elde ettiklerinde veya bir fetih ele geçirdiklerinde o iki münafık nasıl şimşek çaktığında onun aydınlığında yürüdüyseler, bunlar da o aydınlıkta yürüyorlar; ‘Muhammed'in dini gerçekten doğru bir dinmiş’ diyor ve o dinde devam ediyorlar; önleri karardığında da dikilip kalıyorlar.
Yani malları ve çocukları helâk olup başlarına bir belâ geldiğinde ise ‘Bu, Muhammed'in dini yüzünden’ diyor şimşek çakmayınca dikilip karanlıkta kalan iki münafık gibi, bunlar da dinden dönüp kâfir oluyorlardı.
Belâğat
Teşbih-i temsil mükerreren zikredildi. Münafıkları ve onların iman izharlarını, küfrü gizlemelerini, ateş tutuşturup sonra söndüren kimseye benzetti. Bu da üç vecihtir:
1- Ateş yakan ateşi kuvvetlendirmediği için ziyası gitti. Münafık da imana devam etmediği için imanı gitti.
2- Ateşle aydınlandı, nefsinden karanlığı giderdi. Ateş gidince iki karanlıkta kaldı; gecenin karanlığı, nefsinin karanlığı.
3- ‘ رَعْدٌ ’ ve ‘ بَرْقٌ ’ müfret geldiği kelamın zahirine ve siyakına uygun olan ‘zulümât’ gibi cemi gelmesi gerekirdi. Zira cemi, müfretten daha beliğdir. (muktezayı halin hilafına kelâm). Lafızlar arası bu durum şundan kaynaklanır: Bazen bir kelimenin müfredi tatlı olur, kulağa hoş gelir, cemisi çirkin olur, ses uyumunu bozar, bazen de aksi olabilir.
‘ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ ’ âyetinde mecazı mürsel vardır. Bu mecazı mürsel, bir bütünü söyleyip de onun cüzünü murad etme kabilindendir. Yani, parmak uçlarını kulaklarına sokarlar demektir. Çünkü parmağın tamamının kulağa girmesi mümkün olmaz. Burada mecaz hakikattan daha beliğ ve daha mübalağalıdır. Çünkü dehşet ve hayret hali canlandırılıyor. Âyet sonlarındaki uygunluğu sağlamak için fasıla harfleri aynı gelmiştir. Bu kulağa hoş gelir ve ruha tesir bırakır. Bu uygunluk da edebi güzelliklerdendir.