282- Ey iman edenler, birbirinizden belirli bir vakte kadar borç aldığınızda onu yazınız; aranızda yazı bilen biri dosdoğru yazsın ve yazıcı Allah’ın kendisine yazıyı öğretmiş olduğu gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın. Borçlu da söyleyip yazdırsın, Rabbinden korksun, borcundan bir şey eksiltmesin. Borçlu kafası iyi çalışmayan, aciz veya yazdıramayacak kimse ise velisi doğru olarak yazdırsın. Ve erkeklerden iki şahit gösterin. İki erkek bulunmazsa râzı olacağınız bir erkekle iki kadın şahit olsun ki, kadınlardan biri unutursa, öteki hatırlasın. Şahitler çağrıldıklarında şahitlik etmekten kaçınmasın az olsun çok olsun vadesiyle birlikte onu yazmaktan üşenmeyin; bu Allah nezdinde en doğru, şahitler için en sağlam, şüpheye düşmenizden en uzak olanıdır. Ancak aranızdaki alış veriş peşin olursa yazmamanızda bir sorumluluk yoktur. Alış veriş yaptığınızda da şahit tutun; yazana da şahide de asla zarar verilmesin; bunu yaparsanız bu sizin için bir günahtır. Allah’tan korkun; Allah size öğretiyor ve Allah (c.c.) her şeyi bilir.
Borç vermeyi zorlaştıran engel, güvensizlik olduğundan, Cenâb-ı Hakk kitabında en büyük yeri borçlanmadaki yazışmaya ayırmış, konu döne döne anlatılmış, tekitlerle pekiştirmiş. Bu ayet, bütün senet, sepet, muhasebe, noter sisteminin temelini atmaktadır. İki tarafın yazması, bir de iki şahidin olması, işi sağlama almanın en güzel yolu. Kötü niyet olmasa da insan unutabilir, şaşırabilir. Söz uçar, yazı kalır.
Âyetin öncesi ile münasebeti;
Allah’u Teâlâ, infâk etmek suretiyle, diğeri de ribâyı terketmek sebebiyle malın eksilmesine yol açan iki tür hükmü zikredip, sonra bu iki hükmü büyük bir tehdit ile bitirmiştir: "öyle bir günden sakınınız ki o gün Allah'a döndürüleceksiniz. Sonra (o günde) herkese kazandığı tastamam verilecektir..." (Bakara, 281). Takva; kazanç ve menfaat yollarının çoğundan insanı alıkor. Cenâb-ı Hak, bunun peşinden, insanı helâl malın korunma biçimine, onu zayi olmaktan muhafaza yollarına teşvik ederek, bu yazma hükmünü getirmiştir. Çünkü, Allah yolunda infâka, ribâ'yı terke ve takvaya muktedir olabilmek, ancak mal bulunmasıyla hasıl olabilir.
Bu incelikten ötürü, helâl malın muhtelif telef ve zayi olma sebeplerinden korunması için, önemli ve dikkat çekici tavsiyelerde bulunmuş, emirler vermiştir. Bunun bir benzeri de Nisa sûresindeki "Allah'ın dünya geçimi için vesile kıldığı tasarrufunuzdaki malları, akılsızlara vermeyin" (Nisa, 5) âyetidir. Bu âyette Cenâb-ı Hak, hem dünya hem de âhiret faydalarının teminine vesile olmasından dolayı, mal hususunda insanları ihtiyatlı olmaya teşvik etmiştir.
Âyet-i kerîmede ifade edilen "deyn" kelimesi hem selem akd ini, hem karz-ı haseni yâni karşılıksız borç vermeyi hem de vadeli satışlardan doğacak borçlanmaları içine almaktadır. Ancak dil alimlerine göre karz ile deyn farklıdır. Bu nedenle âyette yazılması istenen borçların karzdan doğan borçlar değil, sadece alışverişten (yâni selem alışv erişinden) doğan borçların yazılmasıdır.
Allah’u Teâlâ, ribâyı yasaklayınca, her ne kadar ribâdan elde edilmek istenen bütün faydalar "selem" akdinde de sözkonusu ise de, bu âyetin tamamında selem akdine izin vermiştir. Cenâb-ı Allah, haram bir yolla ulaşılan her lezzet ve faydayı elde etmek için, mutlaka helâl ve meşru olan başka bir yol koymuştur. 'Helal keyfe kafidir.'
اَلْقَرْضُ kelimesinin ifâde ettiği mâna, اَلدَّيْنُ kelimesinden farklıdır.
اَلْقَرْضُ insanın para, hububat, hurma veyahut da buna benzer bir şeyi başkasına borç olarak vermesidir. Bunda bir süre ve bir mühlet tanımak caiz değildir. اَلدَّيْنُ’de ise, mühlet caizdir.
تدَايَنَْتمُْ kelimesi zaten borca delalet etmektedir. Peşinden بِدَيْنٍ 'Borç ile' kelimesinin gelme sebebi:
- "Tedayün" kelimesinin iki mânası vardır: Mal ile borçlanma, diğeri de "karşılığını vermek" anlamında borçlanma. Bu, Arapların "Nasıl muamele edersen, o şekilde muamele olunursun" sözünden alınmıştır. بِدَيْنٍ ceza mânasına gelir. Allah’u Teala, bu iki mânadan birisini tahsis etmek için, بِدَيْنٍ kelimesini zikretmiştir." -Tekmil ve ihtiras itnabı-
فَاكْتُبُوهُ "Onu yazınız..." lafzındaki zamirin, "deyn" kelimesine râci olması için بِدَيْنٍ zikredilmiştir. Bu kelime zikredilmeseydi فَاكْتُبُو الدَّيْنَ "Borcu yazınız " denilmesi gerekirdi. Ayetin nazmı güzel olmazdı. -İtnabtan iygal-
- Allahu Teâlâ bu ifâdeyi, te'kîd için zikretmiştir.
- فَإذا تَدايَنْتُمْ أيَّ دَيْنٍ كانَ صَغِيرًا أوْ كَبِيرًا، عَلى أيِّ وجْهٍ كانَ، مِن قَرْضٍ أوْ سَلَمٍ أوْ بَيْعِ عَيْنٍ إلى أجَلٍ "Belirli bir müddete kadar, ister büyük olsun ister küçük olsun; ister karz olsun, ister selem olsun; veya aynî bir malı satma olsun, her ne şekilde olursa olsun, bir borçla boçlandığınızda" demektir. Mefulu mutlak tekit, nev, adet bildirmiş, faideyi çoğaltmak için zikredilmiştir.
اَجَلٌ kelimesinin manası:
Müddetin sona erdiğini belirtmek için tayin edilmiş olan zaman dilimi demektir. İnsanın eceli, ömrünün sona ermesi için belirlenmiş vakittir. Borcun eceli ise, ilerde ödeneceği muayyen bir vakit demektir. Bu kelimenin aslı ise, "geciktirmek"tir.
مُسَمًّى kelimesinin zikrindeki fayda; o zamanın, malûm bir zaman olduğu hükmünü belirtmektir. Meselâ bunu yıl, ay, günler... diye vakitlendirmek ve belirlemek gibi... Cenâb-ı Hak, "Hasad zamanına kadar"; "harman zamanına kadar" veyahut da, "Hacılar, haccdan dönünceye kadar..." şeklinde söyleseydi, muayyen bir zaman ortaya konulmamış olurdu.
Bir alım satım sonucunda doğacak borçların zamanı tayin edilmelidir. Ama bir alış veriş sonucu değil de karz olarak, yâni toplumda el ödüncü dediğimiz borçlanmalarda belgelemek olsa da zaman tayini yoktur. Çünkü bu tür el borçlarında alacaklı her ân onu alabilmelidir. Zira burada ticaret borçlanmalarında old uğu gibi herhangi bir menfaatlenme söz konusu değildir. Bu borçlarda alacaklının ona ihtiyacı olduğu andan itibaren borçlunun vermeyip bekletmesi caiz değildir.
Borç Akdinin Nevileri
1- Ayeti kerime "Selem akdi” hakkında nazil olmuştur. Hz. Peygamber (sav) Medine'ye geldiğinde, Medineliler iki veya üç sene süreyle olmak üzere, hurmada "selem" alışverişi yapıyorlardı.
Selem akdi: Parayı peşin yatırıp malı sonra almak suretinde yapılan alışveriş muamelesidir.
Peygamber (sav): "Selem akdi ile hurma almak isteyen belli ağırlık, belli miktar ve belli zaman tayin ederek alabilir" buyurdu.
Bütün âlimlere göre böyle bir alışveriş caizdir. İbni Abbas; "Allah’ın belirlenmiş bir zamana kadar yapılan sel em akdini helâl kıldığına ben şehâdet ediyorum" demiş ve bu âyeti okumuştur.
2- Alışverişler dört şekilde olur:
a) Mal karşılığında mal vermek. Bu, "müdâyene" değildir.
b) Borcu, borç ile değiştirmek. Bu muamele bâtıldır, âyetin hükmü altına girmez. Geriye iki şekil kalır.
c) Borçlanarak mal almak. Bu, parasını daha sonra vermek üzere birşey satın almaktır.
d) Parayı peşin verip, malı sonra almaktır. Buna, "selem" denilir. Bu son iki alışveriş şekli, "müdâyene" âyetinin hükmüne dahildir.
Yazma ve şahid tutmanın faydası şudur: Zamanla ilgili bir şey, gecikebilir, araya unutkanlık girebilir ve bazen de inkâr edilebilir. Borcu yazmak, her iki taraf için de, malı muhafaza vesilesidir. Çünkü alacaklı, alacağı miktarı yazdırarak ve şahid tutarak kayıt altına aldığını bildiğinde, fazlasını ve zamanı gelmeden önce borcunu istemekten sakınır. Borçlu olan kimse de, bunu bildiği zaman malı inkâr etmekten sakınır, borcunu vaktinde ödeyebilmek için, vaktinden önce tedbirini alır.
Bazı alimler “فَاكْتُبُوهُ” emrinin vücub ifade ettiğini, ancak "Eğer bir seferde bulunuyorsanız, bir yazıcı da bulamazsanız, o vakit, birtakım rehinler alırsınız. Eğer birbirinizden emin olmuşsanız, kendisine inanılan adam, Rabbi olan Allah'tan korksun" (Bakara, 283) âyetiyle mensûh olduğunu söylemişlerdir.
Emrin zahiri “nedb” (mendup) ifade eder. Vâcib olması müslümanlara büyük bir külfet yüklemek demektir. Halbuki Peygamber (sav), "Ben, kolay ve müsamahalı olan Hanîflik (tevhid) inancıyla peygamber olarak gönderildim" buyurmuştur.
Borcu yazacak kişinin adil olması gerekir. فَاكْتُبُوهُ emrinin zahiri, yazmanın herkese vacib olmasını gerektirir. Bu imkansızdır. Bazen muameleyi yapan kimseler, yazmayı bilmeyebilir. Buna göre emrin manası, yazmanın mutlaka bulunmasıdır. Bu Allah’u Teâlâ'nın tıpkı, "Erkek hırsızla kadın hırsızın ellerini kesin" (Maide, 38) âyetinde olduğu gibidir. Ayetin zahiri, bu işi herkesin yapması gerektiğini ifâde ediyorsa da, maksat el kesmenin, imâm (devlet başkanı), onun naibi, yahut da müsade ettiği bir görevli yani tek bir kişi tarafından ifa edilmesidir. Bu ayette de böyledir.
Allahu Teala buyurur ki; işte böyle bir selem alışverişi yaparak borç lan dığınız zaman, o borcunuzu gün, ay gibi belirlilik ifade eden ve bilinm ezliği ortadan kaldıracak şekilde yazınız. Falan kişiye filan ayın fi lan gününde ödenmek üzere şu kadar borcum vardır, diyerek yazın. Yâni Allah sizin için fâizi haram kıldı diye borç ile veresiye muameles ini de haram kıldı sanmayın. Allah buna izin vermiştir, birbirinize borç alıp verebilirsiniz, parasını sonr adan ödemek üzere alışveriş yap abilirsiniz ama bu borçları vadesi belli olarak yazmanız ve belg elemeniz gerekmektedir. Hattâ günlük alışverişleri bile belgelemek, yazmak her zaman yazmamaktan bizim için daha iyidir.
"Borçlu ve alacaklı her biriniz birbirinizin yokluğunda onu kendi kendi nize kendi defterlerinize yazdığınız gibi bununla yetinmeyip bir de ayrıca ikinizin birlikte kabul edip adâletine güvendiğiniz bir katibe de yazdırın."
Yazma işinin, anlaşmaya taraf olanların dışında üçüncü bir kişi gerektirmesi ihtiyat ve mutlak tarafsızlık içindir.
Adil katip
Bu tür yazışmaları yapacak kişilerin müslüman, âdil, dinine bağlı ve fıkıh bilgisine sahip, yazması düzg ün olan kişilerden olması gerekmektedir.
Kâtip, borcu ne fazla ne de noksan göstermeyecek ve ihtiyaç anında delil olabilecek bir biçimde yazmalıdır.
Kâtip, fakîh olursa, borcu, her iki tarafın da lehine olabilecek bir biçimde yazması gerekir. Hatta, taraflardan birinin, diğerinin kendi hakkını iptal edemeyeceği hususunda emin olabileceği biçimde yazması lâzımdır.
Kâtip borcu, ehli ilim arasında "müttefekun aleyh" olacak ve hiçbir hâkimin, müçtehid imamlardan bazısının mezhebine göre iptal etme imkânı bulamayacağı bir tarzda yazmalıdır.
Yazılan şeyin ne olduğu hususunda çekişmeye sevkedecek mücmel ve mübhem lafızlardan kaçınmalı, açıkça yazmalıdır.
♦ Bu, farz kılma manasında değil de, evlâ olana sevketme mana-sında emirdir ve manası şöyledir: "Allahu Teâlâ, o kimseye yazmayı ve belgeleri tanz im edebilmeyi öğretip, bu âyetlerin şer'î hükümlerini bilme şerefini nâsib ettiği için, ona yakışan, bu nimetin şükrünü edâ etmek; müslümanların kendiler ine ihtiyacı olduğu zaman yardımı esirgem emek, kardeşinin mühim işini yazarak yerine getirmektir. Allah’u Teâlâ, o kimseye bunları öğreterek faydalandırdığı gibi, o da yazısı ile insanları faydalandırır.
Allah (cc)’ın öğretmesindeki mana, akdedildiği gibi yazıp haksızlık, hile ve aldatmanın olmamasıdır. Allah’ın öğrettiği ancak, insanın fıtratında yerleştirilmiş olan haktır. Bu cümle, Resulullah'ın (sav) ‘İnsanlar fetva verse de sen nefsine danış’ hadisine işaret eder.
Borçları yazmak; herhangi bir yazıyla yazmas ını bilen kişiye farz-ı kifayedir. Fakat böyle bir işle görevlendirildiği andan itibaren bu iş onun üzerine farz-ı ayın olm aktadır
♦ Eğer başka yazacak kimse bulunamazsa, bu şahsın onu yazması farzı ayn olur. Eğer yazabilecek başka kimseler bulunursa, yazmak sadece içlerinden birine vâcib olur.
'Hak kendi üzerinde olan' ifadesinde kastedilen; borcu alandır. Borçlu kişi bu şekilde yazdır arak zimmetindekini ikrar ve tespit etmiş olacaktır. O halde yazıya geçecek ifade ikrar sahibinin yâni borçlunun ifadesi olacaktır.
Bundan anlaşılan şudur: Böyle bir borçlanmada bu borc un senede geçirilip tesbit edilmesini borçlunun teklif etm esi gerekmektedir. "İmla ettirsin, yazdırsın" hitabı borçluyadır. Böylelikle borçlu kendi diliyle borcunu kabul etmiş, bu konuda şek ve şüph eyi kaldırmış olacaktır.
Borç alanın yazması; borç verenin dikte ettirmesi halinde borcun miktarını arttırmak, süreyi kısaltmak veya kendi yararına belli şartlar koyarak borçluyu aldatma ihtimalini bertaraf eder. Borcu alan zayıf bir konumdadır. İhtiyacını gidermeye şiddetle muhtaç olduğundan itiraz etmeyebilir, dolayısıyla aldanabilir. Borçlu yazdırırsa, kendisinden istenen borcu güzel bir duyguyla yazdırır.
Aynı zamanda bu emir; borcunu yazdıran borçlunun vicdanını harekete geçirip kararlaştırılan borcu ve diğer şartları eksik yazdırma hususunda Allah'tan korkmasını temin içindir.
Yazma işi ancak borçlunun yazdırması ile tamamlanr. Borcunun ne kadar olduğunu, ne olduğunu, nasıl ve ne zamana kadar olduğunu ve benzeri şeyleri itiraf etmelidir.
✽ ✽ ✽
Bir bedevinin Resulullah’tan alacağı vardı. Onu istemek üzere Resulullah’ın huzuruna geldi. Alacağını isterken bedevi sert sözler sarfetti. Hatta: ‘Borcumu ödeyinceye kadar seni rahatsız edeceğim’ dedi. Ashab-ı Kiram araya girerek:
‘Yazık sana! Sen kiminle konuştuğunun farkında mısın?’ diye bedeviyi azarlamaya kalktılar. Adam:
‘Ben hakkımı istiyorum’ dedi. Resulullah:
‘Siz neden hak sahibinden yana değilsiniz?’ buyurdu ve hemen Havle binti Kays’a adam göndererek:
‘Varsa kuru hurmadan borcumu ödeyiver, bizimki gelince sana öderiz’ dedi. Havle binti Kays:
‘Hay hay, babam sana kurban olsun’ dedi ve Resulullah’a istediği kadarını verdi, o da borcunu kapadı. Ayrıca bedeviye ikramda bulundu. Bundan memnun kalan bedevi:
‘Borcunu güzelce ödedin, Allah da sana mükafatını tam versin’ dedi. Efendimiz şöyle buyurdu:
‘İşte borcunu güzel ödeyenler insanların hayırlılarıdır. Zayıfların eziyet edilmeden hakkını alamadıkları bir topluluk iflah olmaz.’
✽ ✽ ✽
Borçlu, borcun ne kadar olduğunu eksiksiz söylesin ve noksansız versin. Hem onu yazdırmaktan çekinmesin hem de tarafların üzerinde anlaşt ıkları bir konuda herhangi bir şey eksiltmek, fazlalaştırmak gibi bir yanlışlık yapmasın. İfadede değişiklik, ilerde iht ilâflara ve yanlış anlamalara sebebiyet verecek bozuk bir cümle yazd ırarak gelecekte borcun hukukî şeklini bozac ak, tahsilini zorlaştıracak bir usulsüzlüğe tevessül etmesin. Bu konuda muttaki davransın.
Rabbimiz bur ada, borçlanmayı yazacak kişileri kendi ismi ve sıfatlarıyla kork utmaktadır. Çünkü borçlunun nehyolunduğu şeye meyli vardır. İnsan fıtrat ve karakterinin gereği olarak mümkün mertebe zararı kendinden uzaklaştırmaya ve zimmetindeki yükleri hafifletmeye çalışır.
Borçlu sefihse yâni parasını çarçur edecek, aklı kıt, savurgan biriyse, ya da zayıf, çocuk, deli, cahil, bunaklık derecesinde yaşlı ise, yahut da yazdırm aya gücü yetmeyen dilsiz, kekeme veya yazılacak dili bilmeyen bir yabancı, yazdıracak kimsesi olmayan birisiyse o zaman velisinin onun aldığı borcu adâletle yazdırması gerekmektedir. Borçlu kimsenin ikrarı muteber olmadığı zaman, velîsinin ikrarı geçerlidir.
Sefîh; buluğa ermiş, aklı noksan ve görüşü zayıf kimsedir.
Zaif; küçük, deli ve bunak manasına gelir. Bunlar tamamen akıldan yoksun kimselerdir.
Bizzat yazdırmaya gücü yetmeyen kimse; dilsiz olduğu için yazdıramayan ya da lehine ve aleyhine olan şeyleri bilemeyen kimse demektir. Bu kimselerin, ne yazdırmaları ne de ikrarları sahih olur. Mutlaka onların yerine, bunu yapacak velinin bulunması gerekir. Malında tasarruf etmekten şer'an alıkonan sefîh'in velîsi ile, çocuğun velîsi, diğer işleri ikrar ettikleri gibi, borcu da ikrar ederler.
Borç kendine ait olmadığından veli olan kişinin az da olsa gevşek davranması mümkündür. Anlaşmanın sağlıklı yürümesi için burada 'dürüstlük' zikredilerek, bu konuda ihtiyatlı davranmaya dikkat çekilmiştir.
"مِنْ رِجَالِكُمْ - Sizin dindaşlarınızdan" Müslümanlardan, hür, akil bâliğ erkeklerinizden, adaletleri sebebi ile şâhidliğe uygun gördüğünüz kimselerden, demektir. -Tecrid vardır.-
Rabbimiz burada "Erkeklerden iki kişi" dememiş de "Erkeklerinizden" yâni sizden olan müslüman erkeklerden, buyurmuştur. Bu nedenle gayri müslimlerin müslümanlar üzerine şehâdetleri geçerli değ ildir. Ama kendi aralarında şehâdetleri kab ul edilmiştir.
Ahmed İbn Hanbel ve Kadı Şureyh’e göre, kölenin şehadeti caizdir. Şüreyh'e göre; "Erkeklerinizden iki de şâhid tutun" emri köleye de, köle olmayana da şamil umûmi bir ifâdedir. Akıl, din ve adalet, hürriyet ve kölelik sebebi ile değişmez. Kölenin de şâhidliğinin makbul sayılması gerekir.
İmâm Şafiî ve İmam Ebû Hanife'ye göre ise caiz değildir. "Şâhidler çağırıldıkları zaman kaçınmasın" ifadesi, şâhid olan herkesin, şâhidliği yapacağı yere gitmesinin vâcib olduğunu, gitmemesinin ise haram olduğunu gösterir. İcmâ da kölenin gitmesinin vâcib olmadığına delâlet ettiğine göre, köle şahit olamaz.
Şahit bir olaya tanık olan ve onu ilgili yerlerde anlatan kişidir. Şahidin olaya tanık olmasına tahammül, ilgili yerde anlatmasına da eda denilir.
Ayet, herkesin şâhid olmaya elverişli olmadığını gösterir. Davayı ispat için getirilen her şahidin ifadesi dinlenilmez. Şahitlik şartları; Hür, baliğ, akıl sahibi, müslüman, âdil olmak, neye şehadet ettiğini bilmek, bu şehadet ile bir menfaat elde etmemek veya bir zararı gidermemek, fazla yanılma özelliği ile tanınmamak, kişilik, mürüvvet sahibi olmak ve töhmet altında olmamaktır.
Şahitlik şartları
• Müslüman olmak. Bir gayri müslimin müslüman aleyhine şa-hitlikte bulunması caiz değildir. Ancak zimmîlerin birbirlerine karşı şahitlikleri dinlerine bağlı olmaları kaydıyla kabul edilir.
• Âkıl, bâliğ ve mükellef olmak. Çocuğun, delinin ve sarhoşun şahitliği kabul edilmez.
• Adil olmak. Şahitlerin adil olması, fasık olmaması demektir. İçki, kumar ve hırsızlık gibi büyük günahlardan sakınmak ve küçük günahlara müdavim olmamak, hasenesi çok, masiyeti az olmaktır.
Fâsık, fıskından vazgeçer ve tevbe ederse, şahitliği kabul edilir. Ancak kazif (iffetli bir müslümana zina isnad edip dört şahit getiremeyen ve bu yüzden kazf cezası uygulanan kişi) tevbe etmiş bile olsa, onun şahitliği kabul edilmez.
İçki içmeye devam edenlerin, insanları eğlendirmek için şarkı söyleyenlerin, ölülerin peşinden ücret karşılığı ağıt okuyup ağlayanların, faiz yiyenlerin, kumar oynayanların şahitlikleri kabul edilmez.
Şahit, küçük günahlarda -az da olsa- ısrar etmemelidir. Haram bir bakış, bir müslümanla üç günden fazla küs kalmak gibi.
Tavla, iskambil gibi şeyler kumara vesile olduğu için, karşılıksız da olsa oynanması haramdır. Bu oyunlara dalarak boşuna zaman öldürenlerin şahitlikleri de makbul değildir.
• Mürüvvet sahibi olmak. Hüsn-ü heyet, güzel ahlak, iyi ge-çim, bir sanatı olmak, haya sahibi olmaktır. Şahid zamanındaki ve muhîtindeki insanların beğenmediği, düşüklük saydığı bayağı hareketlerden kaçınmalıdır. Böyle olmayan kişi gayri ciddi sayılır, meselelere önem vermez. Bu yüzden damlarda kuş uçuran, yolda yürürken bir şeyler yiyip içen, hamama peştemalsiz giren, rast gelen yerlere abdest bozanların şahitlikleri kabul edilmez.
• Hür olmak, görür ve konuşabilir olmak.
• Töhmet altında olmamak; aleyhine şahadet ettiği kimse ile bir düşmanlığı bulunmamak. Düşmanın başkasına şehadeti kabul edilse bile, düşmanına şehadeti kabul edilmez.
• Uyanık olmak. Gafil bir kimsenin şahitliği kabul edilmez. Çün-kü bunda hata ve yanlışlık söz konusudur.
• Şahidin kalbi selim, akidesi düzgün olmalı, Meselâ sahabe’ye küf-retmenin caiz olduğu görüşünde olan kişinin şahitliği kabul edilmez.
• Şahit öfkeli anında emin (güvenilir) olmalıdır.
Bunlar şahidin taşıması gereken özelliklerdir. Bunlar dışında dava, şahit ve şehadet edilen kişiler bakımından dikkat edilmesi gereken şeyler de vardır.
· Şahid, şehadetini Allah rızası için yapmalıdır. Nefsi için bir karşılık alan kimsenin şehadeti makbul değildir. Bir kimsenin, borcundan kurtulmak için şahitlik yapması da makbul değildir.
· Müddeî (iddia sahibi) veya onun vekili tarafından açılan, kul hakkı ile ilgili davalarda, şahit şehadetten vaz geçmemelidir. Bu gibi durumlarda, şahitlik yapmak istememek vebaldir.
· Dava muvafık ve nisâb-ı şehadet tam olmalıdır.
· Şahitlerin görüş birliğinde olmaları gerekir.
· Hadler hususunda yapılan şehadetlerde, zamanın geçmemesi gerekir. Bütün hadlerde böyledir. Ancak, kazf haddinde bu şart yoktur, üzerinden, uzun bir süre geçmiş olsa bile bu hususta şehadette bulunabilir.
· Meşhûdün bih’in (üzerine şahidlik yapılan şeyin) malum (belli, bilinen) bir şey olması da şarttır. Meşhudun bih meçhul olursa yapılan şahitlik kabul edilmez. Çünkü, hakimin verdiği hükmün sıhhatli olabilmesi için, neyin üzerine şahitlik yapıldığını bilmesi şarttır. Şayet hakim bunu bilmiyorsa, hüküm vermesi mümkün olmaz.
'Razı olmak' iki anlama gelir: Birincisi; şahitlerin toplum içinde adil ve sevilen kişilerden olması, ikincisi; sözleşmeye taraf olanların şahitliklerini onaylamasıdır. Ancak her zaman bu şartlarda iki şahidin bulunması pek kolay olmaz. Bu noktada şeriat, kolaylaştırma yönüne gitmekte ve kadınları da şahitlik yapmaya çağırmaktadır.
Allahu Teala şu hükümlerde kadına erkeğin yarısını takdir etti:
· Borçlananlara şehadet etmekte
· Mirasta
· Diyette
· Akikada
· İtakta (Köle azadı)
Had ve kısas şehadetlerinde kadının şahitliği geçerli değildir. Zaten kadının had ve kısas cezalarının infazını bizzat görmeleri yasaktır. Çünkü kadınlar çok duyarlı olduklarından bundan etkilenirler. Emzikli kadının sütü kesilebilir, hamile kadın telaşlanıp çocuğunu düşürebilir.
Kadınların yapılarında, burûdet ve rutubetin çok olmasından ötürü, unutmak genel karakterleridir. İki kadının birden unutması, birinin unutmasından daha uzak bir ihtimaldir. Bundan dolayı, biri unuttuğunda, diğeri kendisine hatırlatsın diye iki kadın bir erkeğe bedel sayılmıştır.
ضَلَالٌ kaybolmak, yitmek, unutmak, kişinin yolu şaşırması anlamlarına gelir.
Burada iki kadının şehâdetinin bir erkeğin şehâdetine eşit tutulması kadınlara hakaret ya da onları küçük düşürmek için değil hakların kaybolmamasını sağlamak içindir. Dengeli müslüman toplumda geleneksel olarak bu tür işleri erkekler yaptıklarından, esas olarak şahitlik onların vazifesidir. Çünkü müslüman toplumda kadınlar geçimlerini sağlamak için çalışmak zorunda değildir. Böylece İslâm, kadının anneliğini, kadınlığını ve çalışmakla elde edeceği birkaç lokma, birkaç kuruşa karşılık insanlığın en değerli hazinesi olan çocuk yetiştirme görevini korumaktadır.
Kadının fıtratında duygusallık ağır basmaktadır. Annelik görevi kadında zorunlu olarak ruhsal tepki meydana getirmiştir. Kadın, çocuğunun isteklerine düşünmeden, gecikmeden, çabucak ve canlılıkla karşılık verebilsin diye, duygusal ve aceleci tabiattadır. Bu, Allah'ın kadına ve çocuğa olan bir lütfudur. Anlaşmalara şahitlik yapmak, bütünüyle heyecandan arınmayı ve olaylar üzerinde etkilenmeden, duygulanmadan düşünmeyi gerektirir. Aşırı heyecan ve etkilenme ise hafızayı zay ıflatıp unutkanlığı arttırır. Nitekim pek çok erkeğin de aşırı heyecan ve etkilenmelerind en ötürü hafızalarına güvenilmemektedir. Zaten ayette her erkek değil, 'Güvenebileceğiniz âdil erkek' denmiştir.
✽ ✽ ✽
Kanada’da bir üniversitenin psikoloji profesörü, yaşları 17-18 arasında değişen 100 bin kadın ve erkek gönüllüye zekâ testleri uyguladı. Testlerin sonuçlarında erkeklerin kadınlara göre ortalama 3,63 puan daha yüksek not aldığı tespit edildi. Bilim adamı kadınların iş hayatında yükselememesinin nedenini de buna bağlayarak “Bunun nedeni sosyal adaletsizlik değil. Kadınların erkeklerden daha az akıllı olmasıdır. Satranç şampiyonlarının da erkeklerden çıkması bunu gösteriyor” dedi.
“Kadınlar eş seçerken kendilerinden daha zeki erkekleri tercih ediyor. Bu nedenle de nesiller ilerledikçe erkekler daha zeki oluyor."
Erkeklerin ortalama 23 milyar beyin hücresi, kadınların ise 19 milyar beyin hücresi vardır. Erkek beynindeki sinir liflerinin etrafı daha kalın bir şekilde myelinle kaplıdır. Bu, mesajların iletilmesini kolaylaştıran bir madde olup, yapı olarak yüzde 20 protein içerir. Erkeklerde myelin'in daha kalın olmasından mütevellit erkekler kadınlara oranla yüzde 4 daha pratik düşünebilirler. Ayrıca erkek beyninin 1 kilo 200 gram, kadınların beyninin ise 900 gram ağırlığı olduğunu belirten bilim adamı, “Bu da erkek beyninde daha fazla nöron var demektir. Nöronlar da bilgi akışını hızlandırarak daha zeki olmayı sağlar” diye konuştu.
Ancak tüm uzmanlar bu görüşte değil. Psikiyatri uzmanlarına göre akıl, zeka nöron sayısının fazlalığına göre değil, nasıl kullanıldığına göre değişkenlik gösteriyor.
✽ ✽ ✽
Dışarıda olup bitecek ticaret, alışveriş, borçlanma gibi konularla kadınlar meşgul edilmemelidir. Bu gibi işler esasında erkekle rin işidir. Müslüman bir kadının öyle olup bitenlere şahit olac ak biçimde ulu orta yanında hiç kimse olmadan dolaşması mümk ün değildir. Kadının dışarıda olup biten olaylara karşı hafızasını kapalı tutm ası kadınlığının gereği mükemmelliktir. Bu yüzden kad ın şahit olduğu bir konuyu unutabilir.
İşte tek kadın unuttuğu zam an ona unuttuğunu hatırlatacak ikinci bir kadının olması daha iyidir. Şahitlik için kadının oraya buraya götürülmesi, olur olmaz insanlarla konuşmaya zorlanması veya unuttuğu konuyu başka erk eklerin ona hatırlatmaya çalışması hoş şeyler değildir. Ama en azından yanında o kon uya şehâdet eden bir kadın daha olursa birinin unuttuğunu öbürü hatırlatır ve böylece bir hakkın yenmesine fırsat verilmemiş olur.
Kadınlar; sorumluluğu üzerlerine yüklenmemiş olan ticaret konusunu kendilerine dert edinmemelerinden ötürü önemsememiş ola bilirler. Anlaşmalar konusundaki bilgileri eksik olabilir, bütün inceliklerini ve şartlarını kavramadığı için unutabilir. Dikkatli bir şahitlikte bulunabilmesi için zihninde bu farkındalığa dair açıklık olmaz. Bu konu onların ilgi alanlarının genellikle dışındadır.
Bu yüzden onl arın bu konuda yanılmaları daha çok mümkündür. Ama eğer iki kadın olursa konunun şartlarını diğeriyle birlikte hatırlamaya çalışırlar. Biri unutmuş olsa bile ötek isinin hatırlatması sonucunda biriler inin hakkının yenmesinin önüne geçilmiş olacaktır.
Bu aynı zamanda bir iman konusudur, çünkü Allah böyle de-miş tir, aksini düşünmek ve iddia etmek âyetin hükmünü reddetmek olacağından küfürdür.
• Allah’u Teâlâ, şahidi, hak sahibi onun şehadetine ihtiyaç duyduğunda şehadette bulunmamaktan nehyetmiştir.
• Bundan maksat, mutlak anlamda şehadeti üstlenmektir. Allahu Teala kâtibe, yazmaktan kaçınmamasını emrettiği gibi, şahide de, şehadeti üstlenmekten kaçınmamasını emretmiştir. Çünkü şehâdet ve kitabet, birbirleriyle ilgilidir. Aynı anda bulunmazlarsa, haklar zayi olabilir.
• Bundan murad, başkası bulunmadığında şehadeti üstlenmektir.
• Bundan maksat, öncelikle şehadeti üstlenmek, sonra da onu ye-rine getirmektir.
Şâhid ya belli bir kimsedir, ya da buna şâhid olan birçok insan vardır. Eğer şâhid belli birisi ise, bu kimsenin şahadeti ifâ etmesi farz olur. Eğer birçok insan buna şâhid olabilecek ise, o zaman farzı kifaye olur.
İmamı Şafi’ye göre, bir şahid ve yemin ile hüküm vermek caizdir. Hz. Peygamber'in bir şâhid ve yemin ile hükmetmiş olmasını delil alır.
Ebu Hanife (ra) ise bu ayeti delil alarak caiz olmadığını söyler.
Allahu Teâlâ, borçla alış veriş yaparken önce yazmayı, sonra da şâhid tutmayı emretti. Bunu ikinci defa te'kid yollu tekrar ederek, yazmayı yeniden emretti.
Âyetten maksad, borç ister az ister çok olsun yazmaya teşviktir. Mal az da olsa çok sayılır. Zira az mal sebebi ile meydana gelen münakaşalar, çoğu kez büyük fesatlara, tehlikeli olaylara götürür.
Kimi arkadaşlar, akrabalar bir ihmal ve gevşeklik sonucu alacak vere ceklerini resmi yazı hal ine getirmezler. Sanki bunların açık açık yazılması onların birb irlerine güvensizliği gibi gelir. Halbuki Rab- bimiz her şeyin açık açık yazılm asını emretmektedir. Yazılmayıp, gevşeklik gösterildiği için unutmalar, ya da hainlikler sebebiyle kötü şeyler meydana gelir. İhtilâfların çoğu buradan kaynaklanır.
Allah Rasûlü bir hadislerinde bu hususu açıklayar ak üç tür kimsenin Allah’a dua ettiğini fakat bunların dualarına icâbet edilmediğini bildirir: Bunlardan birincisi; karısı yoldan çıkmış old uğu halde onu boşamayan, ikincisi kendisine yetim malı emanet edilen fakat bu yetim olgunlaşmadan malını kendisine teslim eden, üçüncüsü de hiçbir yazılı belge ve delil olmaks ızın borç veren kimsedir.
Bu emre göre, çok az şeylerin borç alınmasına da yazma dahil değildir. Bu örfe bırakılmıştır. Örfen önemsiz şeyler yazılmaz.
Tembellik ve gayret
Allahu Teala 'Yazmaktan üşenmeyin' buyurarak, tabiatımızda yerleşmiş olan erteleme, ihmal etme, önemsememe huylarımıza dikkat çekmektedir. Hata ve yanlışlarımızın, başarısızlıklarımızın arkasında çoğu zaman kendi gafletimiz yatar.
Zaman zaman rehavet hissine kapıldığımız olur. Bu normaldir. Ama aynı halin sık sık tekrarlanması ve neticede daimi bir tembelliğin yerleşip kalması zararlıdır. Çünkü bu hale düşen bir insan zamanla tekamül gayretini kaybeder. Yaratılış maksadından yavaş yavaş uzaklaştığı gibi, gerek kendisine, gerek çevresine ve gerekse cemiyete karşı olan vazifelerini yapamaz hale gelir. Huzur ve saadeti mahvolur. Mücadele azmini kaybettiği için kolay kolay bu halden kurtulamaz. Efendimiz'in dualarında sık sık tembellikten Allah’a sığınması, tembelliğin ne kadar tehlikeli bir hastalık olduğunu göstermeye kâfidir.
1) Yazmanız adalete daha uygundur. Borç yazılınca hakka ve doğruya yakın, cehalet ve yalandan da o nisbette uzak olur.
2) Yazmak; hatırlama ve hıfzın bir sebebi olduğundan şahidlik için daha sağlamdır. Birinci fayda Allah'ın rızasını elde etme, ikincisi ise dünyevî menfaat ile ilgilidir. Dinin, dünyaya tercih edilmesi gerektiğini ihsas ettirmek için, birinci fayda önce zikredilmiştir.
3) Şüpheye düşmemenizi daha çok temin edicidir. Bu, tarafların kalblerinde şek ve şüphenin zail olmasına daha uygundur, demektir. İlk iki fayda, menfaat elde edilmesiyle ilgilidir. Üçüncüsü ise, insanın hem kendisinden, hem de başkasından zararı def etmesine işarettir.
Yazışma, fesadı ve nizanın çoğalmasını önler. Levh ve kalemin yaratılışı, kiramen katibinin yazması bu hükme binaendir.
Yazmanın Önemi
Eski çağlarda insanlar yasalarını, inançlarını, efsanelerini, anılarını, kitaplarda değil, hafızalarında saklamak zorundaydı. Anlaşmak için her toplum, birbirinden farklı sistemler geliştirmek durumunda kalıyordu. Kültürel değerler ağızdan ağza, kulaktan kulağa geçerken eklemeler yapılıyor, unutulanlar oluyordu. Yazının bulunuşu insanoğlunun unutma zayıflığına karşı en kesin çare oldu. Yazının en büyük görevi; düşünceyi kalıcı kılması, taşıması ve yaymasıdır.
Güzel bir yazı yazma alışkanlığı kazanan kişiler, düzeni ve disiplini alışkanlık hâline getirir, hayatın her döneminde başarılı olur.
Kalemin tarihi, yazının tarihinden eskidir. Kalem yaratılınca, yazı ondan doğdu. İlk kalemi Âdem Âleyhisselâm tuttu; ilk yazıyı o yazdı. Efendimiz'in Miraç esnasında duyduğu “Kalemlerin cızırtısını”, Allah’ın buyruklarını yazıya geçiren meleklerin kamış kalemlerinin sesiydi.
Haberiniz olsun ki, Allah’ın ilk yarattığı kalemdir, sonra da Nun’dur ki, o divittir. Ona ‘yaz’ dedi, kalem de: ‘Ey Rabbim, ne yazayım’ dedi. Allah: ‘Kaderi, gelmiş geçmiş ve gelecek her şeyi yaz’ diye emretti. İşte o ânda kalem olmuş ve kıyamete kadar olacakları yazmıştır. Hadis-i Şerif
Hz. Âdem’in ilim öğrenmesinde, yazı yazmasında kullandığı alet olduğundan, şeytan kaleme de düşmandır. Bu yüzden İblis bizzat yazı yazmaz; şerlilere yazdırır. Şeytan, ilme, öğrenmeye düşmandır. Cahillerin çoğalmasını ister. Öğrenmenin önüne geçmek için birçok yönteme başvurmaktadır.
Kalem aklın dilidir. 1985 yılında yayınlanan bir röportajda, Avrupalı bir yazar “Yazılarının çoğunu daktilo ile mi yazıyorsun” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Evet, ta ki tasvirinde zorlandığım ya da takıldığım noktalara kadar. Bu durumlarda hemen kalemle yazmaya başlıyorum. Daktilo ya da klavye ile yazarken, acele etmemeniz gereken bir yerde acele edebiliyorsunuz. Böyle yapınca da yazıda nüansı, zenginliği, berraklığı kaybedebiliyorsunuz. Kalem, berraklığa zorlar.”
Yazı işi bütün ilimlerin, dünya ve ahiret işlerinin direğidir. Çünkü kalem, dilin kardeşidir ve Allah tarafından verilen bir nimettir. İbni Abbas
✽ ✽ ✽
İmam Rabbani Hazretlerinin talebelerinin meşhurlarından olan Muhammed Haşimi Keşmi şöyle anlatmıştır:
‘Bir gün Hz. İmam’ın huzurunda oturuyordum. Onlar marifetleri yazıyordu. Aniden kalkıp helaya gitti. Fakat hemen süratle dışarı çıktı. Böyle aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. ‘Bunun sebebi nedir?’ dedim. Heladan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkayıp ovaladı. Sonra tekrar helaya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: ‘Abdest için aceleyle helaya girdim, gözüm tırnağıma ilişti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu, diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Halbuki o nokta, Kuran harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmayı doğru görmedim ve edep dışı buldum. Sıkışmadan dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı bir edebi terk etme sıkıntısının yanında çok hafifti. Dışarı çıktım, o noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim.’
✽ ✽ ✽
♦ اِلَّا istisnayı muttasıldır.
1- Bu istisna, "Belirlenmiş bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın" cümlesinden yapılmıştır. Çünkü borç ile alışveriş, bazen yakın bazen uzak bir müddet için olur. Cenâb-ı Hakk, borçla alış-veriş ederken yazmayı emredince, bu hükümden, yakın zamanlı olanı istisna etmiştir. Buna göre âyetin takdiri:
"Belirlenmiş bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın, ancak mühlet yakın ise bu müstesna" şeklindedir. Bu da peşin yapılan ticarettir.
2- Bu istisna, âyetteki, "Az olsun, çok olsun o borcu vâdesi ile yazmaktan üşenmeyin" kısmından yapılmıştır.
♦ Ya da اِلَّا istisna-i munkatıdır. Ayetin takdiri: "Fakat o, aranızda devredeceğiniz ve peşin yaptığınız bir ticaret olursa, onu yazmamanızda size bir vebal yoktur" şeklindedir. Buna göre, istisna cümlesi müste'nef (yeni) bir cümle olmuş olur.
Yâni, ister peşin isterse veresiye olsun bütün alışverişlerin izde şahit tutun. Çünkü böylesi daha ihtiyatlı ve aranızda çıkabilecek anlaşmazlıkları daha çok önleyicidir.
Peşin ticarette yazma işi kaldırılmış ise de, şâhid tutma kaldırılmamıştır. Çünkü yazmaksızın şâhid tutma daha kolaydır. Şahitliğe ihtiyaç duyulduğunda "unutma"dan endişe edilmez. Bu emir, insanları ihtiyatlı olana sevketmek içindir.
'يُضَٓارَّ Zarar verilmesin' fiilindeki idgamla alakalı, iki farklı anlam ortaya çıkmaktadır.
♦ Eğer fiil لَا يُضَارِرْ şeklinde ise; katip ve şahid zararın faili olurlar. Ayet; kâtip ve şahidi, alacaklı olana zarar vermekten nehiy manasındadır.
Kâtibin zarar vermesi, borcu fazla veya noksan yazması veyahut da yazarken ihtiyatı terketmesi sebebiyle olur. Şahidin zarar vermesi ise, hiç şahitlik yapmaması veya işe yaramaz bir şekilde yapmasıdır.
Veya katibin de şahitlik etmesi istenenin de kendilerind en isteneni kabul etmemeleri konusunda bir nehiydir.
♦ Ama fiil لَا يُضَارَرْ şeklinde meçhul ise; katip ve şahid zararın mefulü (naibi faili) olurlar.
O zaman ayet, hak sahibini kâtibe ve şahide, onları zarara sokmak ya da mühim işlerinden alıkoymak suretiyle, zarar vermekten nehyi ifâde eder.
Ya da yazma işi eğer bir ücretle yapılıyorsa o zaman yazma ücretini vermemekle veya eğer bir beldeden bir beldeye şahitl ik için gidip gelme söz konusu ise şahit ve katibin masraflarının ödenmemesi biçiminde onlara zarar verilmemesi emredilmiştir.
✽ ✽ ✽
Ebu Hanife'yi gıyaben vasi tayin eden bir adam ölür. Olay zamanın kadısı İbn-i Şübrume'ye intikal eder. Ebu Hanife, falan adamın öldüğüne ve kendisini vasi tayin ettiğine dair delilini ortaya koyar. İbn-i Şübrume ona;
'Şahidlerinin olayı gerçekten gördüklerine dair yemin eder misin?' der. Ebu Hanife; 'Bana yemin düşmez, çünkü olay yerinde bulunmuyordum' diye cevap verir.
İbn-i Şübrume kabul etmez, 'Senin kıyasın burada yanıldı' der. Bunun üzerine Ebu Hanife ona şöyle bir soru yöneltir:
'İki gözü âmâ bir insanın yanında birinin başını yarsalar, buna iki kişi şahitlik etse, gözleri hiç görmeyen böyle birine yemin teklif edilebilir mi? Ne dersiniz?'
Bu soru karşısında İbn-i Şübrume büyük imamın savunmasını kabul eder ve onun lehine hüküm verir.
✽ ✽ ✽
1- Bu ifâde, sadece borçlanma ile ilgilidir. Buna göre, "Eğer nehyettiğimiz bu zararı verirseniz..." manasındadır.
2- Bu ifâde, bütün mükellefiyetler hakkında umûmîdir. "Eğer yasakladıklarımızdan birini yapar veya emrettiklerimizden birini terkederseniz, bu sizin için bir fısktır."
· Sizi sakındırdığı zarar verme hususunda Allah’tan korkunuz.
· Ya da, Allah’ın bütün emir ve yasakları hususunda korkunuz.
Kur'an'ın her zaman sorumluluk yüklemek istediğinde vicdanları uyandırmak ve duyguları harekete geçirmek için yaptığı gibi; bu ayette de, sorumluluğun yalnızca baskı olmaktan çıkıp ruhların derinliklerinden gelmesi için müminleri Allah'tan korkmaya davet etmiştir.
Allah size, dini hususlarda güzel ve hoş olan şeyleri öğrettiği gibi, dünyevi hususlarda güzel ve ihtiyatlı olan şeyleri de öğretiyor.
"Ey müslümanlar! Allah’tan korkun. Onun emirlerini yerine getirme ve yasaklarından kaç ınma konusunda muttaki davranın. Yolunuzu Allah’la bulun, Allah’ın gösterdiği biçimde hareket edin. O zaman Allah size bilmediğiniz şer'i hükümleri öğretecek, size yol göstere cek, size basîret ve anlayış lütfedecektir.
Bu âyetten şunu anlamamalıyız: "İnsan Allah’tan korktu mu bu yeterlidir. Hiç uğraşmadan, çaba göstermeden, ilim yoluna girmeden Allah onu âlim yapar (!)" Bu anlayış pek çoklarının okumadan âlim oldu ğunu iddia ederek ortaya çıkmalarına sebep olmuş ve okumadan âlim olmuş bu insanların Kuran, hadis ve fıkıh konularında söyledikleri, cahilleri kandırıp türlü türlü yollara sevk etmiştir. Ledün ilmi bunun dışındadır. Fakat o da kolay ulaşılan basit bir şey değildir. Ona ulaşmak için Hz. Hızır'ın seviyesine yaklaşmak gerekir.
Çaba göstermeden, uğraşmadan, okuyup öğrenm eye çalışmadan âlim olmak fıtrata aykırıdır.
Ayet-i kerîmede 'Allah’tan korkun' buyurulduktan sonra "Vav" harfi kullanılmıştır. Ama böyle değil de eğer "fe" ols aydı veya hiç edat kullanılmas aydı o zaman 'Allah’tan korkarsanız Allah size öğretir' demek olurdu. Halbuki ifade böyle değild ir. İlim takvayı doğurur. İlimsiz takvadan söz edilemez. İlim asıl takva ise fer'dir. Allah Rasûlü bunu anlatırken şöyle buy urur: "İlim öğrenmekle olur."
Efendimiz ilim, akıl, takva arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamıştır: En akıllınız, Allah'tan en çok korkanınızdır. Ancak bu hadisi şu ayet-i kerime tamamlamaktadır: "Allah'tan kulları içinde ancak alimler olanlar hakkıyla korkar." (Fatır, 28)
Şeytan kolluyor fırsat, adımını düzgün at,
Uzak değildir Bağdat, alimlere tabi ol!
Kayığın su almadan, sayılı gün dolmadan,
Bir gün pişman olmadan alimlere tabi ol!
İlim, kesbî ve vehbî olmak üzere iki kısımdır. Kesbî; çalışmak, de vam ve müzakere ile elde edilir, vehbî ilmi elde etme yolu ise takva ve iyi ameldir. Bu; ilm-i ledündür. Bu ilim, Allah'ın müttakî kullarından dilediğine hibe ettiği ilimdir.
İmam Şafiî şöyle der: Hafızamın zayıflığından Veki'ye şikâyet ettim. Bana günahları terk etmeyi tavsiye etti ve şöyle dedi: İlim bir nurdur. Allah'ın nuru asilere verilmez.
Tüm alem Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarına mazhar olmuş; O’nu yansıtır. İnsan kalbi de; Yüce Allah’ın sıfatlarını yansıtan küçük bir alemdir. Kalp, Allah’ın nazargahıdır. Ruhlar alemini içine alır. Kainatın yaratılışında arş ne ise bedendeki kalp de odur. Arş, mana ile madde alemi arasında köprüdür. Emir aleminden gelen ilahi tecelliler önce arşa iner. Sonra madde alemine yansır.
Beden dünyasına gelen tecelliler de önce kalpte yer bulur. Sonra ruh, manevi zevk alır ve gelen tecellileri bedenin bütün azalarına ulaştırır. O zaman saç teline varıncaya kadar bütün azalar bu manevi hissi elde eder. Bunun için yine kalbi arındırıp, saflaştıracak kadar ilme ihtiyaç vardır.
Mesela harama bakan gözün manevi kiri önce kalbe gider, her azanın günahından kazanılan manevi kirler de böyledir. Bu nedenle kalbin günahlardan arındırılması gerekir. Bu da zikirle olur. Kalp zikretmezse günahların kirini atamaz, ilahi feyizleri de anlamaz. Bu yüzden büyüklerimiz, kalbin Allah’tan gafil kalmaması için çok gayret etmiş, kalbin temizliğine önem vermişlerdir.
✽ ✽ ✽
Hz. Abdullah İbni Mesud anlatıyor:
İblisin avanesi her akşam iblise dönüp teker teker önüne çıkar ve yaptığı işi anlatır:
Biri ‘Falan zahidi aldattım.’ Diğeri; ‘Falan abidi ibadetinden alıkoydum diye tekmil verir.’
Sıra en küçüğüne gelir. O da, o gün yaptığı işi anlatır. ‘Ben ilim tahsili eden bir talebeyi, ilim okumaktan, Allah (cc)’ın kelamını öğrenmekten men ettim.’ der. İblis, onun yaptığı bu işe çok sevinir ondan çok memnun olduğunu belirtmek ve mükâfatlandırmak üzere kendi yanına oturtur.’
✽ ✽ ✽
Dünya ve âhiretin bütün faydalarını bilir. Sizin haliniz O'na gizli değildir. O, amellerinizin karşılığını mutlaka verecektir. O'nun emirlerine itaat, nehiylerinden ictinab, vaadine itimat, zatına tazim ile hareketlerinizi, aranızdaki hakları düzenleyin.
Allah (cc) olmuş ve olacak, gizli ve açık her şeyi hatta kalplerimizin en derinindeki manaları dahi bilir. Çünkü Allah'ın (cc) ilmi, yüksekten bakan bir ayna gibidir. Geçmiş gelecek, olmuş ya da olacak O’nun için an hükmündedir ki, bu ezeli olmasının bir gereğidir.
Bir ayna ne kadar yüksekten tutulursa o kadar çok şeyi içine aldığı gibi, Allah'ın (cc) ilmi de, bir mahlûk olan zamanın dışından kâinata bakıp her şeyi bir anda kuşatır ve bilir. Yani yaratılan mahlukat için var olan zaman kavramı, yaratıcı için geçerli değildir.
Kâinattaki mükemmel düzen ve programlı işleyiş, her şeyin Allah'ın ilminde olduğuna ve O'nun (cc) ilminin muhteşemliğine delildir. Çünkü hiç şaşırmadan düzenli ve güzel bir şekilde iş yapmak ve ortaya harika sanatlar koymak, kuvvetli bir ilim ister.
Küçük büyük her şeyi yaratıp programlayan zatın, elbette her şeyi kuşatan geniş bir ilmi olmalıdır. Nasıl güneşin varlığı gibi ışığının da olmaması düşünülemezse, Allah'ın da her şeyi kuşatan bir ilminin olmaması mümkün değildir.
Mesela güneşin, ışıklarıyla yeryüzünde adeta bir hâkimiyeti vardır. Yeryüzüne bir anda temas eder ve temas ettiği her yeri aydınlatır. Allah'ın (cc) yarattığı bir mahlûk olan güneşin, her şeyi aniden ışıklarıyla kuşatabilmesi mümkün oluyorsa, Allah'ın (cc) kendi zatına ait bir sıfatı olan ilminden bir şeyin gizlenmesi mümkün olabilir mi?
✽ Bu ayet-i kerimede, manaları yakın cümleler tekrar edilmiştir, tekrir sanatı vardır. Tekrar edilen cümleler tazim ve tahkir içinse güzel olur, aksi halde tekrarlar kelama çirkinlik verir. Bu ayette de tekrarlar, borcun yazılması konusuna çok önem verilmesi gerektiğini bildirir.
✽ "وَلْيَكْتُبْ بَيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ" cümlesinde 'Onu yazsın' yerine sadece 'Yazsın' buyrulup mefulün hazfedilmesi; icazı hazıftır. Fazla sözden kaçınmak, muhatapça malum olduğu içindir.
✽ "بَيْنَكُمْ Aranızda" zarfının özellikle zikredilmesi, iki taraf arasındaki eşitlik anlamında istiaredir. Camisi; eşitliktir. İki şeyin arası denenmesafe, her iki taraftan da ölçüldüğünde aynı uzaklıktadır. Katibin iki tarafın da sözlerini yazıp, tek tarafın beyanı ile yetinmemesi gerektiğini bildirir.
✽ "وَلَا يَأْبَ كَاتِبٌ اَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللّٰهُ فَلْيَكْتُبْ" teşbihinde, Allah'ın öğretmesi müşebbeh-i bih, katibin yazması müşebbehtir. Vech-i şebesi; karşılıksız olması, beklentiye girmeden dürüstçe yapılmasıdır.
✽ "Yazsın, yazdırsın" emri-i gaibleri, talep-inşa cümlesidir. Bu emirler irşad, teşvik ve nasihat içindir.
✽ "وَلْيَتَّقِ اللّٰهَ رَبَّهُ " Rabbi olan Allah'tan korksun' cümlesinde, 'Allah' ism-i celalinin 'Rab' sıfatıyla zikredilmesi ziyade sakındırmak içindir.
✽ فَاِنْ كَانَ الَّذٖي عَلَيْهِ الْحَقُّ 'Eğer üzerinde hak olan' tabiri, borçludan bahsetmektedir. Daha önce geçtiği için zamirle gelmesi mümkünken ism-i mevsulle gelmesi konuya ziyade izah getirmek içindir. Buradaki emir ve nehyin borçla ilgili olduğuna iyice açıklık getirmek içindir.
✽ "سَفِيهًا ve ضَعِيفاً" kelimeleri arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ " وَلَا يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْـٔاً Ondan hiçbir şeyi eksik bırakmasın" cümlesinde sebeb-müsebbep alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır. Yani o borcu yazmayı eksik yapmasın, demektir. İnce bir tarizle, borcu yazmadığı zaman bizzat borcun kendisinde eksiklik yapmış olacağına işarettir.
✽ "فَاِنْ لَمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ - Eğer iki erkek şahit bulunmazsa" ifadesindeki nefy, nefyin şumulü değil, şumulün nefyi kabilindendir. Yani iki erkek şahidden hiçbiri bulunmazsa, manasında değil, iki erkek şahid bir arada bulunmazsa, demektir.
✽ "فَرَجُلٌ وَامْرَاَتَانِ - Bir erkek ve iki kadın" kelimeleri arasında و atıf harfiyle vasıl, tezat vardır.
✽ امْرَاَتَانِ مِمَّنْ تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَداَءَ - Güveneceğiniz iki kadın" şeklinde مِمَّنْ تَرْضَوْنَ sıfatının getirilmesi, keşif, izah ve tekit bildirir. Güvenme vasfı bütün şahitler için arandığı halde burada özellikle zikredildi. Çünkü kadınlar bu gibi işlerden uzak olduklarından şahitlik için fazla güven vermezler.
✽ "اَنْ تَضِلَّ اِحْدٰيهُمَا فَتُذَكِّرَ اِحْدٰيهُمَا الْاُخْرٰى - Biri yanılırsa diğeri ona hatırlatır." cümlesinde, müsebbep olan 'Hata' söylenmiş, sebep olan 'Unutma' kastedilmiştir.
✽ 'Yanılma' ve 'hatırlatma' kelimeleri arasında tibak-ı icab vardır.
✽ "وَلَا يَأْبَ الشُّهَدَٓاءُ اِذَا مَا دُعُوا - Şahitler çağrıldıkları zaman kaçınmasınlar" cümlesinde kevn-i lahık vardır. Çağrılan kişiler henüz şahit olmadıkları halde onlara 'şahit' denmiştir.
✽ ‘ دُعُوا’ fiilinin müteallıkı umum ifadesi için hazfedilmiştir.
✽ 'Ondan hiçbir şeyi eksik bırakmasın' cümlesindeki ‘مِنْهُ’ zamiri, borçlananların her ikisine de ait olan hakka racidir. Ondan bir şey eksildiğinde zararı mutlaka ikisinden birine döner. Bu bedi bir icazdır.
✽ وَلَا تَسْـَٔمُٓوا اَنْ تَكْتُبُوهُ صَغٖيراً اَوْ كَبٖيراً 'Büyük olsun, küçük olsun yazmaktan usanmayın' cümlesinde 'küçük büyük' kelimeleri önemsiz ve önemli manalarında mecazdır. Önemsiz muameleler önemlilerinden daha fazla olduğundan üşenmekten nehyedilmiştir. Hitap asılda borç muamelesi yapanlara aittir, katip de yazması için çağrıldığında yazması vacip olduğundan bu hitaba tabidir.
✽ " اِلَّٓا اَنْ تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُدٖيرُونَهَا - Ancak hemen devredeceğiniz hazır ticaret olması müstesna" ifadesinde kevn-i lahık vardır. Henüz yapılmamış bir alışverişe 'Hazır ticaret' buyrulmuş.
✽ اَنْ يَكْتُبَ ile اَلَّا تَكْتُبُو arasında tibak-ı selb vardır.
✽ 'وَلَا يَأْبَ - Kaçınmasın' fiili ile 'وَلَا تَسْـَٔمُٓوا - Usanmayın' fiili arasında,
الْعَدْلُ - أَقْسَطُ - أَقْوَمُ kelimeleri arasında,
'جُناَحٌ - Günah' ve 'فُسُوقٌ - Fısk' kelimesi arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ تَدَايَنْتُمْ kelimesi ile تَبَايَعْتُمْ kelimesi arasında muvazene vardır. (Kalıpları aynı, harflerde ihtilaf var)
✽ وَاتَّقُوا اللّٰهَ - وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ - وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلٖيمٌ " cümlelerinde, ruhlara korku ve heybet salmak için, Allah lafzı üç defa tekrar edilmiştir. Muktezay-ı zahirin hilafına kelamdan, zamir yerine açık isim zikredilmiştir.
✽ "وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ" cümlesinde mefülün takdimi, tehirde mana bozulması olacağı için, fasılaya riayet içindir.
✽ 'Allah'tan korkun' cümlesi ile 'Allah size öğretiyor' cümlesi arasında vasıl, tezayuf vardır. Takva, Allah'ın öğretmesi ile elde edilir. Allah'ın öğretmesine takva ile ulaşılır.
✽ تَدَايَنْتُمْ kelimesi ile بِدَيْنٍ arasında,
أَجَلِهِ ile أَجَلٍ arasında,
فاكْتبُوهُ - وَلْيَكْتُبْ - كَاتِبٌ - اَنْ يَكْتُبَ - اَلَّا تَكْتُبُو arasında,
وَاتَّقُوا ile وَلْيَتَّقِ arasında,
أَنْ يُمِلَّ ile وَلْيُمْلِلْ arasında,
اَنْ يَكْتُبَ - اَلَّا تَكْتُبُو - يُعَلِّمُ - عَلِيمٌ - عَلَّمَهُ arasında,
وَاسْتَشْهِدُوا - شَهٖيدَيْنِ - الشُّهَدَٓاءِ - لِلشَّهَادَةِ - وَاَشْهِدُٓوا - شَهِيدٌ arasında,
رِجَالٌ - رَجُلَيْنِ - رَجُلٌ arasında, reddül aciz alessadri ve iştikak cinası vardır.
283- Yolculukta olur da yazıcı bulamazsanız alınan bir rehin kafidir. Birbirinize itimadınız varsa, itimad edilen borçlu borcunu ödesin ve Rabbi olan Allah’tan korksun. Bir de şahitliği gizlemeyin; kim onu gizlerse muhakkak onun kalbi günahkardır. Allah yaptıklarınızı bilendir.
Dini eğitimde, günlük iş ve muamelelerimizde öğrenmemiz ve uygulamamız gereken ilme, muamelat ilmi denir. Hangi işle meşgulse, o işin mahiyetini, o konudaki dini ölçüleri, fıkhi bilgileri bilmemiz farz-ı ayn olur. Mutlaka öğrenmemiz gerekir. İster ticaret, ister nikah, ister ziraat, neyi nasıl yapmamız gerekiyorsa Kitap-Sünnetİcma-ı ümmet - Kıyas-ı fukaha’dan ibaret olan dört delilimize müracaat etmeliyiz ki, işlerimiz İslam'a uygun, helal tayyip olsun, aramıza soğukluk-kırgınlık girmesin.
"Eğer yolcuysanız ve borcu yazdıracak bir katip bulamıyorsanız, o zaman güvence olarak borçludan alınacak rehin yeterlidir." سَفَرٍ ortaya çıkma manasına gelir. Bu anlamda kitaba “Sifr” denir. Çünkü kitap birşeyi ortaya koyar, izah eder. Yolculuğa da "sefer" denmiştir. Yolculuk insanların huyunu ortaya çıkarır.
Allahu Teâlâ, alış-verişleri üç kısma ayırmıştır; yazı ve şâhid tutarak, alınan bir rehin mukabili olarak, bir de karşılıklı güvenle yapılan alış-veriş. Rehin alma, yazma ve şahid tutma ile olandan daha ihtiyatlı bir yoldur.
Ayet-i kerime yolculuk sırasında katip bulunamazsa ne yapılacağını zikretmiş, şahidin bulunmamasından söz etmemiştir. Çünkü o da aynı hükümdedir.
Alacağın teminatı olarak rehin almak meşrudur. Daha sonra alınan bu rehin malın tamamen iadesi vaciptir. Rehin alan o malın sahibi sayılmaz. Malın sahibi izin vermeden, malı işletemez, kullanamaz.
Müşa (taksim edilmemiş ortak şey ve arazi)’nin rehin verilmesi caiz değildir. Çünkü rehin almaktan maksat, alacaklının, verdiği şeyin inkâr edilmeyeceğine dair güven içinde olması, teminat almasıdır. Bu ise ancak, "kabz" (ele almak) ile mümkün olur. "Müşâ"'nın ise ele geçmesi mümkün değildir.
Bu; zikredilen alış-veriş şekillerinin üçüncüsüdür. Bu da, güvene dayanarak yapılan alış-veriştir (bey'u'l-emâne). Yani, kendisinde yazı, şâhid ve rehin olmayan alış-veriş şekli.
Burada borca 'emanet' denmesi borç verenin borç verdiği kişiye güvenmesi sebebiyle ondan rehin almamasını anlatır. Rabbimiz karşılıklı birbirlerine güvenleri old uğu zaman bunlara izin vermekte, borçluya da borcunu tastamam ödemesini ve onun bu samimiyetini istismar etmemesini tavsiye etmektedir.
Bu ifade hem borçluyu, hem de malı rehin alan kimseyi kapsar. -Tevcihtir- Her ikisi de Rableri olan Allah'tan korkmaya davet edilmektedir.
♦ Borçlunun borcunu asla inkâr etmemesi gerekir. Çünkü borç veren, ona güvenip, herhangi bir yazı istemeden, şâhid tutmadan ve rehin almadan ona güzel bir şekilde davrandı. Borçlu da Allah'tan korkmalı, borcunu inkâr etmemeli, zamanı geldiğinde ödemeli ve alacaklıya aynı şekilde güzel muamelede bulunmalıdır.
♦ Rehin alan da, alacağını eksiksiz olarak tahsil ettiğinde, almış olduğu rehini geriye tam olarak vermelidir.
Takva
Hz. Âişe (r.anha) anlatır: Resulullah gökyüzünde bulut veya rüzgar görünce, ona doğru bakar, sonra döner, kâh odasına girer, kâh çıkar, çehresinin rengi değişirdi. 'Yâ Resulallah! İnsanlar bulut görünce onda yağmur var umudu ile sevinirler. Sizin ise hoşlanmadığınız yüzünüzden belli oluyor' dedim.
“Ya Âişe! Onda bir azap bulunmadığından emin değilim. Çünkü bir kavim rüzgar ile azaba uğratılmış, bir kavim de gelen azabı görmüş ama “Bu bize yağmur yağdıracak buluttur demiştir” buyurdu. (Buhari-Müslim)
Yine Hz. Âişe (r.anha) buyururlar ki: Resulullah ufukta bir bulut parçası görünce işini bırakır ve “Allah’ım! Bundaki şerden, kötülükten sana sığınırım.” diye dua ederdi. Bulut açılıp dağılınca da “Allah'ım! Bunu yararlı bir yağmur eyle!’ diye dua ederdi.” (Ahmed bin Hanbel)
Müttakinin (takva sahibinin ) belirtileri:
Daima takvada ne kadar ilerlediğimizi gözlemeliyiz. Bunun ölçüsü Kur'an-ı Kerim’dir.
Muttakinin belirtisi, bizzat Allah’ın (cc) onun işlerine kefil olup, dünyadaki mekruh işlerden onu uzaklaştırmasıdır. Gerçek takva sahibi olan, bir bela veya sıkıntıyla karşılaştığında Allah (cc) onu o sıkıntıdan kurtarır. Nitekim Kuran-ı Kerim “Allah’tan sakınan kimseye Allah mutlaka bir yol açar. Kendisine, onun hiç ummadığı bir yerden rızk verir” (Talak, 3) buyurmaktadır.
Takva her hikmetin başıdır. Vera amellerin efendisidir. Hadis-i Şerif
Allah’a kulların en hayırlısı, en sevimlisi, takva ehli olup da kendini gizleyendir. Hadis-i Şerif
Allah korkusu olmayanı Allah (cc) her şeyden korkutur. F. Attar
Eğer kabirdekilere konuşma izni verselerdi ‘Azığın hayırlısı takvadır’ derlerdi. Hz. Ali
Kişi gadabını yenmedikçe takva sahibi olamaz. Bişr-i Hafi
Takva; kendine sığınanı bağrına basan bir ana, ilim; insanı en iyi fenalıklardan koruyan babadır. Zemahşeri
Allah’ı hakkıyla tanımayan, O’ndan hakkıyla korkmaz. Hz. Ömer
Korku sevginin ta merkezine yerleştirilmiştir. Dağın tepesini seven, uçurumundan nasıl korkmaz. N. Fazıl
Allah’tan korkan kimse nefsinin her istediğini yapmaz. Hz. Ömer
Allah korkusu olmayan gönülde Allah sevgisi yaşamaz. İmam-ı Rabbani
Allah’tan korkan kimsenin kalbi erir. Allah (cc)’a olan sevgisi artar ve aklı selim sahibi olur. Zünnun-u Mısri
Sevaptan kaçan, paraya tapan insanlarla arkadaş olma, sonra zararlı çıkarsın. Hz. Ömer
Şahitliği gizlemek, kişinin bildiği vakayı 'bilmiyorum' diyerek örtmesidir. Şehadet yapılması gerektiğinde şahitlikten kaçınmak da şahitliği gizlemektir.
Allah bütün insanları, hak sahibinin hakkını ikrar etme hususunda gayret göstermeye teşvik etmiş, hak sahibi onun şehadetini ister bilsin, isterse bilmesin şehâdeti gizlemekten men etmiştir. "Şahidlerin en hayırlısı, kendisinden şehâdette bulunması istenmeden önce şahidlik eden kimsedir." Hadisi Şerif
Büyük günahların en büyüğü, Allah'a ortak koşmaktır. Bundan sonra en büyük günah yalancı şahitlik ve doğru şehadeti gizlemektir. İbn-i Abbas
Şehadeti gizleme günahı zahiri bir uzvun günahı değil, bizzat imanın mahalli olan kalbin günahıdır. Büyük günahlardandır, küfre, imansızlığa yakındır.
Kalb, hem fail, hem arif, hem memur (emrolunan), hem de menhî (yasaklanan)dir. Fiili, bedenin sadece bir cüzüne nisbet etmek, o fiilin meydana gelmesinde büyük etkisi olduğundandır. (Tağlib)
Uzuvlara ait olan fiiller, kalbin fiillerine tabidir. Kalbte meydana gelen sebeplerin neticesi olarak ortaya çıkar. -Alete isnad, tecrid-
✽ ✽ ✽
Kûfe ve Basra valisi Ömer İbn Hübeyre, Muhammed İbn Sîrîn'in ziyaretine gelmesini bild irdi. Yeğeniyle birlikte onun yanına gitti. Vali onu buyur etti, onlara ikramda bulundu. İbn Sîrîn'e dînî ve dünyevî birçok konuda soru sorduktan sonra şöyle dedi:
- Memleketinin halkını ne halde bıraktın?
- Onları, aralarında zulüm yayılmış, sen de onları unutmuş bir halde bıraktım.
Yeğeni buna omuz silkti. Ona dönüp şöyle dedi:
- Onlardan sorumlu olan sen değilsin ama ben onlardan sorumluyum. O da şahitliktir. «Şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, şüphesiz kalbi günah iş lemiş olur».
Toplantı sona erince Ömer İbn Hübeyre onu saygıyla uğurladı. Ardından, içinde üçbin dînar bulunan bir kese gönderdi. Ama İbn Sîrîn onu almadı. Yeğeni ona 'Seni valinin bağışını almaktan alıkoyan nedir?' deyince, şöyle cevap verdi:
- Bana hakkımdaki iyi zannından dolayı bağışt a bulundu. Eğer ben, onun zannettiği gibi iyi kimselerdensem bana kabul etm emek yaraşır. Eğer zannettiği gibi değilsem, bunu kabul etmemem daha uygundur.
✽ ✽ ✽
Kalplerin derinliğinde gizlenmiş günahları ve gizli sevapları bilir. Cezasını ve mükafatını ona göre verir.
Bu cümle, şehâdeti gizlemekten sakındırma ifadesidir. İnsan, kalbindekilerin Allah’tan gizli kalmayacağını bilince, Allah'ın emirlerine muhalefet etmekten korkar. Allahu Teâlâ'nın, kendisini, yapmış olduğu bütün fiillerden hesaba çekeceğini ve karşılık vereceğini bilir. Eğer yaptığı şeyler hayır ise, karşılığı hayır; şer ise, elde edeceği karşılık şer olur.
Ehl-i din iki taifedir: Duranlar, yürüyenler.
Duranlar: Kendilerine mana kapısı açılmayanlardır, yuvada mahbus yumurta gibidirler.
Bunların meşrebi bedenî muameleler alemidir. Kalp alemine ve muamelelerine yolları yoktur. Bunlar cesed zindanında mahbustur. Bunlara kiramen katibin müvekkeldir. Amellerinin en küçüğüne kadar yazarlar. (Kehf, 18)
Yürüyenler: Bunlar suret aleminden mana alemine, cesedin darlığından ruhun genişliğine yürüyenlerdir.
Bunlar da iki sınıftır, yürüyenler, uçanlar.
1- Yürüyenler: Tarikat caddesinde akıl ve şeriata uygun olarak yürüyenler.
2- Uçanlar: Hürlük ve himmet kanatları ile hakikat hükümlerinde, ayaklarında şeriat ve tarikat halhalı olduğu halde uçarlar. Bunlar ayette geçen rehinsiz, katipsiz seyyarlardır ki; ceset zindanından, hislerin bağından halas olmuş tevekkül rahmetiyle yol alırlar. Kiramen katipleri onlar için birşey yazmazlar. Bazı büyükler, ‘Yirmi yıldır sol taraftaki meleğim bir şey yazmaz’ demişlerdir.
Onlar Hak aşıklarıdır. Kalplerini, akıllarını bu uğurda kaybetmişlerdir. Seyirde meczupturlar. Kendilerinden rehin talep edilmez, zira onlar şedit bir yakalanmakla yakalanmışlardır.
✽ ' الَّذِي اؤْتُمِنَ اَمَانَتَهُ Kendisine güvenilen kimse' sıfatlı kinayedir, borç verilen kişi kastedilmiştir.
✽ Bu cümle borçluyu, borcunu ödemesi için teşvik ifade eden bir tarizdir.
✽ Borca 'emanet' denmesi masdarın mefulüne ıtlakı cinsindendir. (İsnad-ı mecazidir.) İzafeti de masdarın mefulüne izafetine benzemiştir.
✽ 'Emanet' lafzı bu ayette iki manada kullanılmıştır:
1-Emin kişinin vasıflandığı sıfat
2-Kendisine emniyet edilen şey
✽ " اٰثِمٌ قَلْبُهُ " Kalbi günahkardır, ifadesi mecaz-ı mürselden alete, azaya isnaddır. Günah kalbe isnad edildi, çünkü günahı gizlemekte kalbin büyük dahli vardır.
✽ Bu isnad mübalağa bildirir. Çünkü kalp beden ülkesinin sultanıdır ve onun fiilleri fiillerin en büyüğüdür. Yani; 'Kim şehadeti gizlerse günah onun nefsine yerleşmiş olur, onun en şerefli yerine, kalbine sahip olur ve diğer günahlarından daha vahim bir hal alır.
✽ وَلْيَتَّقِ اللّٰهَ رَبَّهُ 'Rabbi olan Allah'tan korksun' cümlesinde, sakındırmada mübalağa ifade etmek için Allahu Teâlâ'nın ismi ile sıfatı bir arada gelmiştir. İtnabtan mübalağa nüktesi için iygaldir.
✽ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَلٖيمٌ 'Allah yaptıklarınızı bilir' lazım, size onun karşılığını verir, dikkat edin, melzum.
✽ تَعْمَلُونَ ile عَلٖيمٌ arasında cinas-ı nakıstan iştikak-ı kebir vardır.
✽ اؤْتُمِنَ - اَمَانَتَهُ - اَمِنَ kelimeleri arasında, لَا تَكْتُمُوا ile يَكْتُمْهَا arasında reddül aciz alessadri ve iştikak cinası vardır.
✽ كُنْتُمْ - كَاتِباً - يَكْتُمْ kelimeleri arasında, مَقْبُوضَةٌ ile بَعْضاً arasında cinas-ı müzariye lahık vardır. Harf ihtilafı bir tane ve mahreçleri yakın değil.
✽ آثِمٌ ile كَاتِباً arasında muvazene vardır. (Vezinleri uygun, harfleri farklı)
284- Yerde ve gökte ne varsa hepsi Allah’ındır. İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah (cc) sizi o yüzden hesaba çeker ve dilediğini bağışlar dilediğine de azap eder. Allah; her şeye gücü yetendir.
Nerede olursak olalım, Malike’l Mülk bizi görüyor, biliyor, işitiyor, içimizden geçeni, kalbimizin en derin yerinden; ‘Zatissudur’ diye tabir edilen her şeyden haberdar. Gizli-aşikar her şey O’nun için aynıdır. İstediğini istediği zaman hesaba çeker, cezalandırır ya da ödüllendirir. Hem dünyada hem ahirette hesaba çekebilir. Zerre kadar bir şey O’ndan gizlenemez. Koca bir ömrün hesabını bir göz açıp kapayıncaya kadar ortaya koyar. O, Seriu’l Hisab’dır.
Bize düşen, gündüzü dünya hayatı, yatağı kabir, geceyi ölüm gibi bilmektir. Her gece yatağa girdiğimizde, günlük amel defterimizi kendimiz açıp, vicdan mahkemesinde kurduğumuz mizanda kendimizi yargılayıp hesaba çekilmeden kendimizi hesaba çekmemizdir. Bilmeliyiz ki ömür sermayesinde iyi amel kâr, kötülük zarar. Boş geçen saatler iflas, sermayeden heder olmuş ziyandır. Daima bizi gören biri var olduğuna göre, az konuşup çok tefekkür edip, hırsı bırakıp daima nasihat dinleyerek sırat-ı müstakimden ayrılmamalıyız.
Yer ve gök, hiç şüphesiz Allah'ın yaratması ile ortaya çıkmışlardır. Şu muhkem, sağlam, akıllara hayranlık verici ve şaşırtıcı fiillerin faili olan Zâtın, mutlaka bu fiilleri en mükemmel biçimde bilmesi gerekir. Çünkü, bir şeyin detayını bilmeyen kimseden, son derece muhkem, güzel, yerli yerinde olan fiiller sâdır olamaz. Bundan dolayı Allahu Teâlâ, kendilerinde sağlamlık ve güzellik bulunmasını; gökleri ve yeri yaratmasına, gökleri, yeri ve içinde bulunanları bildiğine, onları en mükemmel biçimde ihata ettiğine delil getirmiştir.
Başımızı gökyüzüne çevirip baktığımız zaman ne görüyoruz? Sonsuz bir kâinat, sonsuz bir güzellik, sonsuz bir nizam... O kadar büyük bir kâinat ki, içerisinde bir yıldızın ışığı diğer bir yıldıza 100 milyon senede bile gidemiyor. Işığın bir sâniyede 300 bin km. yol kat ettiğini düşünecek olursak, bu ne büyük azâmettir yâ Rabbi!
Yerde ve gökte ne varsa Allah'ındır. Gerçek mülkiyetin Allah’a mahsus olduğu anlaşılınca, insanların hiçbir şeyin hakiki sâhibi olmadıkları ortaya çıkar. Hiç kimsenin Allah üzerinde (hâşâ) bir hükümranlığı yoktur. Öyle ise başkasına kulluk yapılması asla câiz olmaz. Kulluk ve ibâdet yalnız O’na yapılır.
'Ben yaptım!' yanılgısı
وَمَا تَوْفِيقِي إلَّا بِاللّٰهِ 'Gayret bizden, muvaffakiyet ve tevfik ancak Allah’tan.'
Her hayırlı işin başında bu mübârek cümleyi söyleriz, başarının Allah’dan olduğuna inanırız. Ne var ki bu inancını eyleme geçirenimiz pek az. Bu nedenle başarılarımızda şımarır, kibirlenir; başarısızlığımızda hüzünlenir, öfkeleniriz. Ya da başarısızlığımızın fark edilmesinden rahatsız oluruz da, başarılı olmak için bir gayretimiz olmaz, iç âlemimizde 'başarılı olayım' diye bir endişe taşımayız.
Gafletlerimizin, nisyanlarımızın, uyuşukluk ve tembelliklerimizin bir hazine gibi gizli kalmasını isteriz. Bu menfi duyguları yıllar yılı bir antika gibi saklarız, ya da saklamaya çalışırız. Oysa bu duyguları gizlemek için sarfettiğimiz gayretleri bunlardan kurtulmak için sarf etsek, köklü çözüm arasak, netice çok daha lehimize olur.
Kalitesizliğimizi, beceriksizliğimizi, tembelliğimizi gizlemek için, kibir ve ve riyâyı bir palto gibi giyeriz üzerimize; soğuk-sıcak demeden bir ömür onları taşırız. Sevilmek, sayılmak, güvenilmek için gösterdiğimiz gayretler, süslenmek için sarf ettiğimiz paralar, hele hele en korkunç olanı da, telâfisi, geri gelmesi mümkün olmayan zamanlar hebâ olur gider. Ama biz hâlâ sevgi ve güvene ulaşamayız. Muhâtaplarımız yüzümüze güler, sahte bir saygı gösterirler, hepsi o kadar... Çok geçmeden riyâya harcayacak maddi imkânlarımız, övündüğümüz gençliğimiz, güzelliğimiz gider, sahte dostlarımız, şakşakçılarımız da kaybolur. Bu gerçeği bilen Halilullah, ‘Ben kaybolanları sevmem’ (En'am, 76) diyor.
Mükemmel gözükmek mârifet değil, mükemmel olmak mârifet. Mükemmelliği sergilemek, ya da mükemmel gözükmek ise avârelik.
‘Evrenin muhteşem âhengi içinde, insanın gururu ne kadar küçük, ne kadar değersiz ve ne kadar anlamsız kalır.’
‘Kişinin makâmı, kendi meziyetinin üzerinde ise kibirlenmeye başlar; ondan aşağı ise tevâzuunu artırır.’
Bu hakikatleri göz önünde bulundurarak, başarısızlıklarımızı, kibir, riyâ, hevâ gibi sahte ve kirli perdelerle örtmek yerine, gerçek kemâli, hakiki olgunluğu elde etmeye çalışmalıyız. İdeâlimizde başarılı olduğumuzda da çok dikkatli olup, muvaffakiyetin ancak Allah’dan olduğunu hatırımızdan çıkarmamamız gerekir. Aksi halde bir cehennem yılanı olan kibir sinsice içimize süzülür, mânevi terakkimizi alt üst eder.
Kibir, riyâ ve hevâ, kendi mutluluğu için başkasına acı çektirmektir, bu yolla hedefe ulaşılmaz; tam başarının zirvesine çıkacak yerde, alaşağı edilmeye mecbur eder.
Mümin için en yerinde düşünce, başkalarından üstün olma veya görünme yerine, bütün gayretini, dünden daha iyi olmaya harcamak olmalıdır. Önderimiz, rehberimiz, göz nûrumuz, gönül sultanımız, Bedir savaşında her türlü hazırlıkları yapıp ashâbını harekete geçirip, saflarını düzelttikten sonra, muvaffakiyeti Rabbinden bekleyerek, çadırda secdeye varıp, Âyete’l-Kürsî’nin en mümtaz esmâ-i ilâhisinden ‘Hayyu’l-Kayyum’ isimleriyle Rabbine yalvarıp, bu zikre devam ediyordu, tâ ki zafer müyesser olana kadar. Bu yalvarış, bu tevekkül, bu aşk ve bu eşsiz isimler sâyesinde, ordusunun üç katı olan düşman ordusunu yenmiş, en azılı din düşmanlarının canını cehenneme göndermişti. Fiili duâ ile kavli duâ birleşmiş, ilk büyük zafer hâsıl olmuştur.
Yüce Rehberimizi örnek alarak, başarılarımızın öncesinde ve sonrasında Rabbimize bağlılığımızı, O’na olan güvenimizi ve her güzel işe ancak O’nun izni, kudreti, onayı sonucu muvaffak olduğumuzu unutmayarak, kibir, riyâ, hevâ vâdilerini aşıp, tevâzunun müjdeli diyârında mûkim olalım. ‘Mütevâzileri müjdele.’ (Hac, 34) Hamd-ü senâ ile Rabbimize şükredip, sonra da ‘şükrü nasip etti’ diye şükür edelim.
Bu âyet-i kerime nazil olunca, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Abdurrahman İbn Avf, Muâz (ra) ve bazı insanlar Hz. Peygamber (sav)'e gelerek, "Ya Resûlallah! Biz, güç yetiremiyeceğimiz amellerle mükellef tutulduk. Çünkü, hiç şüphe yok ki içimizden birisi, kalbinde yer almasını istemediği şeyleri hatırından geçirebilir" derler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), "Belki de sizler İsrâiloğullarının, “İşittik, ama isyan ettik " (Nisa, 46) dedikleri gibi demek istiyorsunuz.. Sizler, "İşittik ve itaat ettik" (Bakara, 285) deyiniz..." dedi.
Bu cevabı alan sahâbe-i kirâm Rasûl-i Ekrem’in öğrettiği bu ifadeleri hep birlikte okudular. Okudukça dilleri ve kalpleri bununla yatıştı, sakinleştiler. Onların bu teslimiyetleri bir yıl kadar sürdü, sonra da Allahu Teâlâ: "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" (Bakara, 286) âyetini indirmiş, bu âyet nesholunmuştur.
Hz. Peygamber ; "Allahu Teâlâ, yapmadıkları veya onu söylemedikleri müddetçe ümmetimin, nefislerine söylemiş oldukları şeyi bağışlamıştır" buyurmuştur.
Bu ayetin hükmünden, Mekke'de akıldan geçen günahlardan dahi sorumlu olma hükmü baki kalmıştır.
Bu 'içindekiler'den murad; insanın kendi kendine bir şeyler fısıldaması ve kalbten çıkarılması mümkün olmayan bozuk düşünceleridir. Bunlardan sorumlu tutulmak, "teklif-i mâla yutak" (takat getirilemeyecek teklif) olur.
Kalbe gelen düşünceler iki kısımdır. Bunların bir kısmını insan kalbine iyice yerleştirir ve gerçekleştirmeye azmeder. Bir kısmı ise, insanın hoşlanmadığı, fakat içinden de bir türlü atamadığı şeylerdir. İnsan birinci kısımdakilerden sorumludur. İkinci kısımdakilerden ise, mes'ûl değildir.
Bir görüşe göre de; Allahu Teâlâ, o kimseyi kalbinden geçirdiği bu hususlarla sorumlu tutar. Bunların cezası, dünyada çekilen gam ve kederlerdir. Âhiret günü geldiğinde, Allah insanları bunlardan mesul tutmaz ve bunlardan dolayı ceza vermez. Hz. Âişe (rh), Hz. Peygamber (sav)'den bu âyetin mânâsını sorduğunu, O'nun da bu şekilde cevap verdiğini rivayet etmiştir.
Kalpten geçenler, ilk önce hemm'dir. Sadece bir duygu halindedir. Ardından o içinden geçeni yapmayı düşünmeye meyleder. İşte bu tasarı niyet'tir. Ardından bu niyetini planlamaya, tasarlamaya başlar. Buna 'Kast' denir. Sonra niyeti kesinleştiren son merhale, 'Azim' gelir. Azim; o mevzuda kararlı olmak, karar verdiği şeyde artık alternatiflere kapalı bulunmak, arkasına düştüğü hususlarda sebat etmek ve ciddî bir şekilde yerine getirme kararlılığıdır. İşte Allahu Teâlâ insanı bu kesin karar verdiği şeyden sorumlu tutar.
Bunu günümüzden şu örnekle açıklayabiliriz: Bir dergi, gazete veya televizyonun haber merkezinde, haber ajanslarının devamlı bir şekilde yayınları aktarılır. O yayın kuruluşu da kendi ideolojisi, dünya görüşüne göre o haber akışından uygun gördüklerini seçerek yayınlar.
İşte kalbin de sorumlu olduğu niyetler, böyledir. Vesvese türünden geçen herşeyden değil, sadece kesin karar verip azmettiklerinden insan hesap verecektir.
'Allahu Teâlâ, kalblerde saklı ve gizli olan her şeyi bilir.'
Allahu Teâlâ, kıyamet günü, bütün mahlûkâtı bir araya toplar ve onlara kalblerinden geçirdiklerini haber verir.
Herkese ne nimet verilmişse, onun hesabı sorulur. Âmaya göz nimetinden, dilsize dilden sorulmaz. Herkes gücüne göre imtihana tâbi tutulur. İlkokul imtihanı ile üniversite imtihanı aynı olmadığı gibi, her fakültenin imtihanı da farklıdır. Temizlik hizmeti imtihanında fizikten, cebirden sorulmaz. Kuyumculardaki küçük terazilerde küçük ağırlıklar tartılır. Niçin 3-5 kiloyu tartmıyor diye sorulmaz. 40-50 tonluk büyük basküller, kantarlar da niye 3-5 gramı tartmıyor denemez. Genel Müdürün mesuliyeti ile odacınınki farklıdır. Âlim ile cahilinki farklıdır.
Âdem oğlu kıyamette getirilir ve mizanın kefeleri önünde durdurulur. Ona bir melek tayin edilir. Eğer mizanı ağır gelirse, vazifeli melek, "Filan kimse bundan sonra ebedi olarak kurtulmuştur” der. Mizanı hafif gelirse, melek "Falan kimse de kaybetmiştir" der. Hadis-i Şerif
Hesaba çekilen azap görmüş olur. Hadis-i Şerif
Her hakkın bir şartı, edebi ve ilmi vardır. Yaptığını ilme uyarak mı, yoksa cahilliği kolay görerek mi yaptın? Şartlarına uygun yapıp bu sualden de kurtulursa, kim için'e sıra gelir. Bunu ihlasla, yalnız Allah rızası için yaptıysan mükafatını görürsün. Başkası için yaptıysan karşılığını ondan iste. Dünya için yaptıysan zaten nasibin yok. Başkası için yaptıysan sıkıntıya ve cezaya maruz kalırsın, denir. Hadis-i Şerif
Kulun isteyerek yaptığı her iş için önüne üç defter konur: Niçin yaptın, nasıl yaptın, kim için yaptın? Birinci niçinin manası, bunu Allah için mi, nefsine veya şeytana uyduğun için mi yaptın? Bundan kurtulursa 'Nasıl'a sıra gelir.
Kıyamette herkes, dört suale cevap vermedikçe kurtulamaz:
1- Ömrünü nasıl geçirdi?
2- İlmi ile nasıl amel etti?
3- Malını nereden, nasıl kazandı, nereye harcetti?4- Bedenini nerede yordu? Hadis-i Şerif
Ey Ebûzer! Kıyamette hesaba çekilmeden bu dünyada nefsini hesaba çek; çünkü dünyada nefsini hesaba çekmen yarın kıyamet gününün hesabından daha kolaydır. Kıyamet günü tartılmadan nefsini tart ve böylece kendini kıyamet için hazırla. O gün öyle bir gündür ki amellerin Allah'a arz edilir ve en küçük şey O'ndan gizli kalmaz.
Ey Ebûzer! İnsan, iki ortağın birbirlerini hesaba çekmelerinden daha sıkı bir şekilde nefsini hesaba çekmedikçe muttaki olmaz. İnsan yiyecekleri, içecekleri ve giyecekleri hangi yoldan elde ettiğini, onların haramdan mı yoksa helalden mi olduğunu iyice bilmelidir. Ey Ebûzer! Her kim malını hangi yoldan kazanacağını düşünmez, dikkat etmezse Allahu Teala da onu hangi yoldan cehennem ateşine sokacağını düşünmez, önemsemez.
Kulun Kıyamette ilk hesaba çekileceği ameli namazdır. Eğer o düzgün çıkarsa, diğer amelleri de düzgün olur. Eğer o bozuk çıkarsa diğer amelleri de bozuk olur. Hadis-i Şerif
Ey insanoğlu! Nefsinde devamlı sana bir öğüt veren oldukça, nefsini muhasebe ettikçe, Allah korkusunu şiar, hüznü kendine elbise edindiğin müddetçe devamlı hayır üzeresin. Ey insanoğlu! Doğrusu sen öleceksin, sonra kıyamet günü dirilecek ve hesaba çekilmek için Allah'ın adalet terazisi karşısında yer alacaksın; o halde kıyamette hesaba çekilirken cevap vermeye hazır ol. İmam Seccad
Her gün nefsini hesaba çekip eğer iyi amel yapmışsa, Allah'tan daha fazla muvaffakiyet istemeyen ve eğer kötü bir amel işlemişse istiğfar ve tövbe etmeyen bizden değildir. Ali Naki
Allah rızası için ve isteyerek namazını kılan, orucunu tutan, haccını yapan, zekatını veren, hesapsız ve azapsız Cennete girer. Hadis-i Şerif
Günahlarını hatırlayıp ağlayan, hesap görmeden Cennete girer. Hadis-i Şerif
Her kim bu dünyada nefsini hesaba çekerse kâr eder. Hz. Ali
Bu bağışlama, böyle düşüncelerin kalbine gelmesinden hoşlanmayan kimselerin payı; azab da, böyle düşüncelerde ısrar edip, onları hoş karşılayan kimselerin payıdır.
Allahu Teâlâ "Göklerde ve yerde bulunan bütün şeyler Allah’ındır" buyruğu ile mülk ve melekûtun; "Siz, içinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çeker" sözü ile de ilminin ve ihatasının mükemmel olduğunu bildirdi. "Allah herşeye hakkıyla kadirdir" diyerek, kudretinin mükemmel olduğunu ve kendisinin, kahretmesi, kadir olması, yaratması ve yok etmesi ile de her türlü mümkinâta hükümran olduğunu bildirmiştir.
Bu sıfatlardaki kemâlden, daha büyük ve mükemmel başka bir kemâl yoktur. Bu kemâlat ile mevsuf olan Allah'a, aklı olan her insanın kul olması, boyun eğmesi, emirleri ile yasaklarına itaat etmesi, O'nun gazabından ve nehyettiği şeylerden sakınması gerekir.
✽ ✽ ✽
Vaktiyle halifenin biri bir adamı zindana attırıp, üzerine demir kapıları kapatıp zincire vurdurmuştu. Bir süre sonra baktılar ki adam Bağdat sokaklarında geziyor. Tekrar yakalayıp yine zincire vurdular. Adam zindandan yine çıktı. Sonra halifenin karşısına götürdüler, halife sordu:
‘Bu ne iş adam? Biz seni zincire vurduruyoruz, sen hemen kendini dışarı atıyorsun. Seni kim salıyor?’
O veli zat tatlı bir tebessümle cevap verdi:
- Beni, senin güç yetiremeyeceğin biri dışarı çıkarıyor.
Halife öfkeyle bağırdı: 'Kimdir o!' Adam cevap verdi:
- Sana da, tüm kainata da gücü yeten Allah'tır!
✽ ✽ ✽
Allah (cc); kainatın meydana gelmesinde, devamında ve kemale ermesinde tek yaratıcı olduğu gibi 'Allah' ismi de ilim ve irfan dilimizde öyle güzel ve yüce bir başlangıçtır.
Yüce Allah'ın varlığı ve birliği kabul edilmeden kainattaki düzeni hissetmek ve anlamak bir hayalden ibaret kalacağı gibi, 'Allah' ismi üzerinde birleştirilmeyen ve düzene konmayan ilimler, sanatlar, bütün bilgi ve eğitimler de dağınık fikirlerden, manasız toz dumandan ibaret kalır.
'Allah' ismi bir parıltı halinde, hiçbir engel olmaksızın doğrudan doğruya Allah (cc)’ın zatına delalet eden, yalnızca O’na ait olan has bir isimdir.
'Allah' ismini, özel isim olarak düşünebilmek için, Allah (cc)’ın selbi ve subuti bütün zat sıfatları ile fiili sıfatlarını bir arada tasavvur etmek, sonra da hepsini bir bütün olarak topluca ele almak ve öyle ifade etmek gerekir:
O, Zatı Vacibu’l Vücut’tur ki, bütün kemal sıfatlarını kendinde toplamıştır. Mabudun bil hakk'tır; hakkıyla mabud, hakiki ilahtır. ‘Halık-ı alem: Kainatın yaratıcısı’ veya ‘Halık-ı külli şey; her şeyin yaratıcısı'dır.
'Allah' isminin ifade ettiği bir mana, bu manaların hepsinden daha açık ve daha mükemmeldir. Bundan dolayı bu has isim, kalbe daha yakındır.
Kudret, irade ve ilmin takdiri ile bir şey icat etmek kabiliyetidir.
Allah’ın kudretine nihayet yoktur. O, emsalsiz kudretine bir ayna olmak üzere cihanı yaratmıştır. Fezalar dolusu yıldız, dünyalar dolusu insan ve bahçeler dolusu çiçek, O’nun kudret nişaneleridir.
Hiçbir şey Allah (cc)’ı aciz bırakamaz. O, dilediğini yapar. Hiç kimse O’na mani olamaz. O’nun fiilleri apaçık ortadadır. Bu fiiller canlı ve bilen biri olmadan gerçekleşmeyeceği gibi güçlü ve aczden münezzeh biri olmadan da gerçekleşemez.
'Kadir' isterse yapar, isterse yapmaz, demektir. Allah (cc) şu anda kıyameti ikamet etmeye kadirdir, isterse bunu yapar. Eğer kıyameti şu anda koparmıyorsa, onu henüz dilememiş demektir. Ezelde onun ne zaman kopacağı takdir ve tayin edilmiştir ancak henüz zamanı gelmemiştir.
Bu ismi bilen kul, daima Allah (cc)’ı yüceltir ve O’na saygı duyar, yararlı zararlı, iyi kötü bütün her şeye gücü yeten, mutlak kadir olan, kudreti her şeyi kuşatan O’dur. Bu yüzden kul, böylesine güçlü olanın kendisinden intikam almasından da korkar. Amellerine dikkat eder. Kimseye zulmetmez.
'Kadir' ismi şerifini 205 defa, 'Muktedir' ismi şerifini de 744 defa okumaya devam edene kimsenin kötülüğü dokunmaz. Allah (cc)’ın yardımı ile düşman şerrini ve belayı def etmeye kadir olur.
Şek ve şüpheden arın, düşün bak neye kadir,
Allah (cc) alemlerin Rabbi, Allah (cc) her şeye kadir!
✽ " لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ " cümlesinde, kasır yollarından tehir olunması gereken bir unsurun takdim edilmesiyle kasır vardır. Bu durumda her zaman takdim edilen kelime maksurun aleyh, sonra zikredilen lafız maksurdur. السَّمٰوَاتِ ve الْاَرْضِ arasında tibaka mülhak ihamı tezat vardır. Cüz; yerde-gökte olanlar, kül; bütün kainatta olanlar Allah'ındır.
✽ Lazım; gökte-yerde olan herşey Allah'ındır, melzum; hepsini O yaratmıştır. Rızkı veren O'dur. Emri tutulması gereken, önemsenmesi, buyruğuna göre hareket edilmesi gereken O'dur.
✽ Mefhum-u muhalifi; sizin hiç bir şeyiniz yoktur. Kendinizi malik zannetmeyin. Sizin de, elinizdeki herşeyin de sahibi Allah'tır.
✽ "مَا فٖٓي اَنْفُسِكُمْ - İçinizdekiler" sıfatlı kinayedir.
✽ Nefiste olan iyi şeyleri de, kötü şeyleri de bilir, tevcihtir. فِي harf-i ceri, mekan için kullanılırken, burada mecazen 'Nefs' kelimesine dahil oldu. İstiare-i tebaiyedir. Nefs, karanlık, dibi görünmeyen bir kuyuya benzetildi. Camisi; belirsizlik, derinlik, sessizlik, son noktasının mesafesinin bilinememesi.
✽ اَوْ تُخْفُوهُ eli وَاِنْ تُبْدُوا arasında tibak-ı icab ve muvazene vardır.
✽ Açıklasanız da, gizleseniz de, vasıtalı kinayedir. Yani; onu açıklamaktan utanmayacağınız iyi bir şey de olsa, utanacağınız ve açıklamayacağınız kötü birşey de olsa...
✽ 'يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللّٰهُ Allah sizi onunla hesaba çeker' bedeli baz veya bedeli iştimaldir.
✽ Mefulün takdimi; tahsis ve önemine binaendir. Yani; sadece sizi hesaba çeker. O içinizdekinin hesabını sizden başkasına sormaz.
✽ " اللّٰهُ " lafzı daha önce geçmişti. Muktezay-ı zahirin hilafına kelamdan, zamir yerine açık isim geldi. Kalbe korku bırakmak, korkuyu kuvvetlendirmek içindir.
✽ " فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُ " cümlesinde 'Affeder' ve 'Azab eder' fiilleri arasında tibak-ı icab vardır.
✽ مَنْ ism-i mevsulünün zikri; haberin şanına tazim, azamet ve dehşet içindir.
✽ مَنْ يَشَٓاءُ kelimesinin iki defa tekrarı, itnabtan terdittir. يَشَٓاءُ fiili iki meful alan kalp fiilidir. Burada mefulleri mahzuftur, fazla sözden sakınmak için, cümlenin öncesinden mefulün ne olduğu anlaşıldığı içindir.
✽ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ 'Allah her şeye kadirdir ' cümlesi itnabtan mesel tarikı cari tezyil cümlesidir.
285- Peygamber Rabbinden kendisine indirilene iman etti, müminler de iman ettiler. Hepsi de Allah (cc)’a, meleklerine, kitaplarına, ve O’nun peygamberine, ‘Peygamberleri arasında hiçbir ayrım yapmayız’ diye inandılar ve ‘İşittik, itaat ettik, bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz, dönüş de sanadır ancak!’ dediler.
Resûlullah önceden kitap nedir, iman nedir bilmezdi. O da kendisine inen Kuran'a, diğer semavi kitaplara, Resullere iman etti. Bu ayet, Kuran'ın bizzat Allah (cc) tarafından indirildiğine Resulün de bir kul olup inandığını bildiren -haşa- Kuran'ın peygamber tarafından uydurulduğunu söyleyen imansız güruha bir cevap niteliğindedir.
Bu ayet Mirac'da Efendimize vasıtasız geldiğinden 'Peygamber Allah'a inanır' kısmı hazfedilmiştir. Yani Allah'a inanmak şöyle dursun, o Allah'ı bizzat görmüş, ve doksan bin kelam etmiş, imanın zirvesi olan iman-ı hakikiye ulaşmış. Kendisinde vahiy gelmesiyle ilmel yakin, Miracda cemalullahı görmesiyle aynel yakin, öğrendiklerinin, gördüklerinin hakikatına vasıl olmasıyla da hakkal yakin hasıl olmuştur.
O, makam-ı kab-ı kavseyn sahibi olarak, ezeli ve ebedi olan her şeyi görüp, ümmetine haber vermiştir. Kıyamete kadar olacak şeyler ve önceden gelip geçen her şey, O'na gösterilmiştir. Bu nedenle ayetler gibi O'nun mübarek hadis-i şerifleri, olmuş olacak bütün meseleleri kapsamaktadır.
O Rabbinin izni keremi ile, ulum-u evvelin ve ahirin sahibidir. Kıyamete kadar olacak şeyleri bildiğinden mübarek sözleri geçerli ve "solmaz, pörsümez, yeni"dir.
‘Bu zamanda, o zamanda’ diye hadisleri, ayetleri inkar etmeye çalışan mülhidler halt etmişlerdir. Nefis ve şeytanın avukatlığını yapmaktadırlar. Olmuş olacak her şey kader planında mevcuttur, hükümler ona göredir.
Âyetin önceki âyetlerle münasebeti:
· Önceki âyette Allah'ın mülk, ilim ve kudretinin kemâli zikredildi. Bu ayet de, mü'minlerin Allah'a son derece bağlı olduğunu, kulluğun kemâlinde olduklarını beyan etti. Rubûbiyyetin kemali müminlere tecellî edince, müminlerden de kulluğun kemali zuhur etti.
· Allahu Teâlâ, "Siz, içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çeker" (Bakara, 294) buyurarak, bizim ne zahir ne de batınımızdan hiçbir şeyin O'na asla gizli kalamayacağını beyan etti. Sonra bizim için bir medh ve övgü olmak üzere; "O Peygamber de kendisine indirilene imân etti, mü'minler de" (Bakara, 285) buyurdu.
Cenâb-ı Hakk sanki, lütfu ve keremiyle şöyle demektedir: "Kulum, her ne kadar Ben senin bütün hallerine muttali isem de, bunlardan ancak, senin için bir medh ü sena olacak olanları zikrederim... Sen böylece Benim, mülk, ilim ve kudret hususunda kemâl sahibi olduğum gibi, aynı şekilde cömertlik ve merhamette, iyilikleri izhar ve hataları örtmede de kemâl sahibi olduğumu bilir, anlarsın!"
· Cenâb-ı Hak Bakara sûresine, gayba iman eden, namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiklerinden infâk eden muttakîleri medhederek başlamış; sûrenin sonunda da, başında medhü sena ettiği kimselerin, Muhammed'in ümmeti olduğunu beyân ederek, "Mü'minler de her biri, Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı. "O'nun peygamberlerinden hiçbirini, diğerlerinden ayırmayız", (hepsine inanırız derler)" (Bakara, 285) buyurmuştur. Böylece sûrenin başındaki, "ki onlar gayba imân ederler" (Bakara, 3) âyetinin manası beyan edilmiştir.
"Dinledik, itaat ettik" cümlesi "namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden de infak ederler" (Bakara, 3) âyetinden kastedilen manadır.
"Affını dileriz ya Rabbi. Varış ancak Sanadır" cümlesi, "Âhirete ise yakîni ve kati olarak inanırlar" (Bakara, 4) âyetinden murad edilen manadır.
"Ya Rabb, unutur yahut yanılırsak, bizi tutup sorguya çekme" (Bakara, 286) cümlesi ile kastedilen, "İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidâyet üzerindedirler. İşte onlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridirler" (Bakara, 5) âyetinden kastedilendir.
Bu, bir kitabın iki kapağı gibi, surenin başıyla tam uyan bir sondur. Muraat-ı nazırdan teşabuhel etraftır.
"O peygamber imân etti.." yani, muazzam deliller ve apaçık mucizeler ile Kur'ân'ın ve onda bulunan bütün hükümlerin Allah katından indiğini, bunların ne şeytanların ilkâsı, ne de bir sihir, kehânet ve göz boyacılığı olmadığını bilip, tasdik etmiştir.
Vahiy meleği Allah katından peygambere gelip de O'na, "Muhakkak ki, Allah seni, bütün varlıklara peygamber olarak yolladı" deyince, peygamberin, meleğin sadık olup olmadığını bilmesi, ancak, bu meleğin doğru söylediğini izhar edeceği bir mucize ile mümkün olabilir. Eğer böyle bir mucize olmazsa, peygamber, haber veren bu varlığın bir şeytan olduğunu düşünebilir.
Surenin başında Peygamberimiz'e muhatab sigasıyla hitab edilmişti. Burada ise gıyaben zikredilmiştir. Çünkü asırlar boyu baki olan bir şehadete uygun üslub, kendisi için şehadet edilenin muhatab alınmamasıdır.
Hz. Peygamber'in bilhassa Rabbinden indirilene imân ettiği ifâde edilmiştir. Çünkü Rabbinden kendisine indirilen, bazen vahyi metlüv olur, bazen de, peygamberden başkasının bilemeyeceği bir vahiy olur. O hususa sadece Hz. Peygamber imân etmiş olur, başkasının imân etmesi mümkün olmaz.
Bu ayet, Resulün azametine tazimdir. Resulullah'ın imanı müşahede ve iyana mebnidir. Müminlerin imanı burhan ve hüccetten neşet eder. İkisi arasında büyük fark vardır.
Peygamber insanlık için seçilmiş bir örnektir. Onun kişiliği, sıfatları ve pratik uygulamalar ı insan lara örnek olarak takdim edilmiştir. İşte burada da peygamberin Allah’tan kendisine gelenlerin tümüne iman ettiği bildirilerek O'na uymaları istendi. Resulullah; indirilene iman hükmünde asıl, müminler tabidir.
Peygamberin getirdiğine iman ettiği zaten bilinen bir husus olduğu halde özellikle altının çizilmesi; şu inceliği bildirir: Peygamberin dâveti kendisine herhangi bir yükümlülük getirmeyen, sırf başkalarına so rumluluk yükleyen bir çağr ı değildir.
Pek çok dâvetçi çağırdığı dâvâsını sadece bir görev bilir. Kendisi çağırdığı dâvâya inanmamıştır. İnsanları düşünce ve sloganlarla harekete geçird ikleri halde, kendi çağırdığına inanmaz ve dâvâsını yaşamaz. Başkalarına yol gösterirken kendisi karanlıkta bocalar. Böylece insanları sömürmeyi hedeflemiştir. İnsanlar bu tür dâvetçilere hiçbir zam an inanmayacak, onların arkasından gitmeyecektir.
Ama peygamberler böyle değildir. Peygamberler, kendi peygamberlik misyonuna, çağırdığı dâvâya herkesten önce inanır. Bu ayet bize de diyor ki: Dâvetçi başkalarını çağırmadan önce kendi mesajına köklü bir biçimde iman etmelidir. Yoksa o mesaj muallakta kalır, dâvâsı icâbet görmez. Nitekim Zümer Sûresi'nde şöyle buyrulur:
"O ki gerçeği getirdi ve onu bizzat kendisi tasdik etti." (Zümer, 33)
Efendimiz'in isimlerinden biri de Resul'dür. Allahu Teâlâ'nın ona verdiği hususiyetlerden biri de bu isimdir. Kuran'da ona 'Ey Resul, Ey Nebi' diye hitab etmiş, diğer peygamberlere ise isimleriyle hitab etmiştir.
Resul, bazı özellikleriyle Nebi'den ayrılır. Resul kendisine vahyedileni tebliğ etmeye memurdur. Yeni bir şeriat getirir, önceki şeriatın hükümlerini kaldırır, hususi bir kitaba sahiptir. Nebi ise kendinden önce risalet verilen resulün şeriatını tekit için gönderilmiştir.
Kuran'da ve hadislerde 'Nebi, Resul' mutlak olarak zikredilince, Efendimiz kastedilir. O, evvelîn ve âhirînin her ferdine gönderilmiştir. Dâvet-i tâmme sahibidir. Risaleti umumadır. O, mutlak resuldür, habercidir ve bütün kapalı müşkilleri açıcıdır.
Onu kabul eden, 'Ya Resulallah' diyenler, onun ardından dünyayı idare etmiş kimselerdi. O kendini üç-beş saf insana kabul ettirmiş değildir. Onun yetiştirdikleri arasında bir Ebu bekir, bir Ömer, Osman, Ali (radıyallahü anhüm) vardır ki, her biri cihanı yönetecek çapta insanlardır. Onların hiçbiri, önlerine gelen sıradan birine teslim olacak kişiler değildi. Bu da, O'nun kıymetinin delillerindendir.
✽ ✽ ✽
Bağdat’lı Ebu Cafer Seyelani anlatır: Bu yola girdiğim ilk zamanlar Allah’ın sevgilisini rüyamda gördüm. Büyük bir mecliste oturmuşlar; etrafında silsile büyüklerinden birçok zat… Göğün kapısını açtılar. Bir melek aşağıya indi; elinde bir leğen ve bir ibrik… Leğeni şeyhlerin her birinin önünden geçirdi. Herkes elini yıkadı. Sıra bana gelince biri seslendi:
- Leğeni çekin, o bunlardan değildir. İbriği tutan;
- Ya demek o bunlardan değilmiş! dedi ve leğeni götürdüler.
Varlığın nuruna yalvardım:
‘Ey Allah’ın Resulü, ben onlardan değilim ama bilirsiniz ki onları sevenlerdenim!’
Emir buyurdular: 'Bunları sevenler de bunlardandır!'
Leğeni tekrar önüme getirdiler, ellerimi yıkadım. Kainatın Efendisi gülümsedi:
- Madem ki bizi seviyorsun, bizimle berabersin.
✽ ✽ ✽
a) Cümle, bu kelime ile tamamlanmaktadır. "Peygamber ve mü'minler, ona Rabb'inden indirilene imân ettiler" manasındadır.
كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ ifâdesi ile yeni cümle başlamıştır. O da, "Peygamber ile müminlerin hepsi, Allah'a imân etti" anlamındadır.
b) وَالْمُؤْمِنُونَ ile yeni bir cümleye başlamıştır, كُلٌّ اٰمَنَ onun devamıdır. Buna göre mânâ, "Peygamber, Rabb'inden kendisine indirilen herşeye imân etti. Mü'minlerin hepsi de, muhakkak ki Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine imân ettiler" şeklinde olur.
Bedi'den teşri kuralı vardır. Durulan yere göre mana farklılaşmaktadır.
Allahu Teâlâ müslümanları iman şerefiyle şerefyâb edip, Resulullah ile birlikte zikrederek, onlara yüksek bir mevki vermiştir.
İman
İman hazinesi, insanın en şerefli ve en sağlam hazinesidir. Bu hazine; hidayet, nur, bağlılık, güven, hoşnutluk, bilgi ve yakin'den ibarettir. İnsan kalbi bu hazineden boş olduğu oranda, sıkıntı ve karanlığa gömülür, vesvese ve kuşkulara gark olur, üzüntü ve bedbahtlığın istilasına uğrar. Bu tehlikeli bataklıkta ayaklarını nereye koyacağını bilmeden, zifiri bir karanlıkta yol almaya çalışır.
İmanın halaveti, tatlılığı ancak bu hadiste belirtilen özelliklerle elde edilebilir. "İnandım" deyip inandıklarına karşı güvensizlik anlamına gelecek davranışlarda bulunmak zevksizliğin asıl sebebidir. Ağzının tadı bozulmuş olan insana en usta aşçı bile tatlı bir yemek sunamaz. Zira bozukluk içtedir. İnanç esaslarına karşı rıza seviyesinde bir güven duygusuna sahip olmayan kişi de imanından, ibadetlerinden zevk alamaz. Bu zevksizliğin sebebini dışta arar ve hayali suçlular icad eder. Oysa asıl sebep içindeki rızasızlık, güvensizlik, bir başka deyimle "kalitesizlik"tir.
Üç haslet vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını tadar:
Allah ve Resulünü, Allah ve Resülünden başka her şeyden fazla sevmek, sevdiğini Allah için sevmek, Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra, tekrar küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek, asla istememek. Hadis-i Şerif
Sahabe efendilerimiz, Resulullah'a
- En üstün amel nedir? diye sordular. Efendimiz :
- Allah'a ve Resulüne inanmaktır, buyurdu.
Efendimiz yine sordu:
- İman nedir bilir misiniz?
- Allah ve Rasûlü en iyi bilir, dediler.
Hz. Peygamber şu cevabı verdi:
- Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve aldığınız ganimetlerin beşte birini vermektir.
Tac marifet tacıdır, sanma gayrı tac ola
Taklid ile tok olan hakikatte aç ola.... Sunullah Gaybi
Bu cümle üslubunun, öncesinden farklı oluşu, Peygamberin müşahedeye ve görgüye dayanan imanı ile müminlerin hüccet ve delile dayanan imanı arasındaki farkı tekidle bildirmek içindir. Peygamberin imanı ile müminlerin imanı her yönden birbirinden farklıdır. Hatta bunu ifade eden terkip biçimleri de birbirinden farklıdır.
Bu cümle; iman şartlarından, dört mertebeyi bildirir.
♦ Allahu Teâlâya imân etmek.
Alemin, herşeye kadir olan, her şeyi bilen, her türlü ihtiyaçtan âzâde bir yaratıcısı olmadıkça, peygamberlerin doğru söylediklerine inanmak imkânsız olur. Bu sebeple Allah'a imân edip, O'nu tanımak, imânın temelidir.
Allah’a iman; O'nun Rab, Melik ve İlah oluşuna iman demektir. Allah’a iman Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde bir hayat yaşamak, Al lah’ın belirlediği hayat programına inanmaktır.
Esmai Hüsna’yı, peygamberlerin lisanı üzerine indirilen ilahi kitaplardaki Allah’ın isimlerini bilmek de imanın bir kısmıdır.
"En güzel isimler Allah'ındır" (Araf, 180), "Hangi ismiyle çağırırsanız çağırın, en güzel isimler O'nundur" (İsra, 110), "En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olan her şey O’nu tesbih eder.” (Haşr, 24)
♦ Meleklere iman etmek.
Melekler, Allah ile insanlar arasında bir vasıtadır. Bundan dolayı, meleklere imân âyette ikinci mertebede zikredilmiştir.
Gayba iman duygusu, insanı hayvanlara mahsus hissiyatın hudutlarından çıkarır. Ayrıca gayba iman, insanın fıtratında derc edilmiştir. İnsan, hisleri ile anlayamadığı fakat fıtraten kabul ettiği bir takım gaybi hususlara inanmaya meyillidir. Eğer bu fıtrî eğilim iman hakikatleri ile karşılanmazsa, insan bu açlığı hurafe ve efsane peşine düşerek giderir. Meleklere iman, aynı zamanda gayba imandır.
Meleklere iman, onların masum ve temiz olduklarını bilmektir. "Kendilerine her suretle kahir ve hâkim olan Rab'lerinden korkarak, kendilerine emredilen şeyleri yaparlar" (Nahl, 50) ve "Onlar ibâdet etmekten asla kibirlenmezler, yorulmazlar da" (Enbiya, 19).
Onlar, ancak Allah'ın zikrinden tad alır ve ibâdete ünsiyet duyar, bununla sevinir. Nasıl bizim hayatımız, havayı teneffüsten ibaret ise, meleklerin hayatı da Allah’ın zikri, O'nun tâati ve marifeti iledir.
Meleklere iman, Allah’ın melekleri vasıtasıyla sürekli bizimle di yalog halinde olduğuna iman demektir. Allah'ın her ân mel ekleri vasıtasıyla bizi kontrol altında tuttuğuna, melekler tarafından sürekli amellerimizin tespit edild iğine iman demektir. Meleklere iman hesap ve kitaba inanmak, âhiret hesabına göre bir hayat yaşamak gerektiğine iman etmektir.
Meleklere iman, müminin ufkunu genişletir, insanı kainat sahasının darlığından kurtarıp çevresinde inanmış, Allah'a muti kullarıyla birlikte olduğunu hissettirir, ünsiyet kazandırır.
Melâike kelimesi “melek”in çoğuludur. Esası «melek»tir. 'Risale, mektub' mânâsına olan «el-ülüke» kökünden gelir. Melek kelimesi Kuran-ı Kerim’de seksen sekiz defa tekrarlanır.
Melekler Allah ile insanlar arasındaki vasıtalardır. Onlar Allah'ın elçileridirler. Melekler lâtif cisimlerdir. Değişik şekillere girebilirler. Allah'ın Peygamberleri melekleri o şekilde görmüşlerdir. Melekler üç büyük gruptur.
İlliyyün, mukarrebun: Bunlar daima Allahu Teala’yı tehlil, tenzih, ibadet ve taatle meşgullerdir. Hakk Teâlâ (cc)' nın ma'rifetinde gark olmuşlardır. Muhabbetullah ile istiğrak halindedirler.
Müdebbirat: Kainatın nizam ve intizamını temin ederler. İlâhî Kalem'in cereyan ettiği hükmü yerine getirirler. Bu meleklerin bir gurubu yerde, başka bir gurubu da gökte vazife görürler.
Mürselat: Peygamberlere vahy-i ilahiyi ulaştırmakla görevlidirler. Bunlar genellikle bütün insanların ruhi halleri ve tekamülleri ile meşguldür.
♦ İmanın üçüncü mertebesi; Kitaplara imân etmektir.
Kitap, meleğin Allah'tan alıp, insanlara ulaştırdığı vahiydir.
Bunu, ayın yüzünün güneşin ışığından alarak aydınlanmasına benzetebiliriz. Buna göre melek, ay gibi; vahiy ise ayın nurlanması gibi olmuştur. Ayın bizzat kendisinin, derece bakımından nurlanmasından önce oluşu gibi, meleğin kendisi de "kitaplar" diye ifâde olunan vahiyden öncedir. Bu sebeple, âyette "kitaplar" sözü, meleklerden sonra zikredilmiştir.
Kitaplara iman, kitapların Allah'ın peygamberlerine gönderdiği bir vahiy mahsulü olduğunu, kehânet, sihir, şeytan ve kötü ruhların ilkâsı olmadığını bilmektir. Bu imanla kişi, meleğin indirdiği vahye hiçbir şeytanın bir şey katamayacağını bilir. Kur'ân'ın değiştirilmediğine ve tahrif edilmediğine inanır.
Kitaplara iman Allah’ın vahiy gönderdiğ ine iman demektir. Allah’ın kullarını kanuns uz, yolsuz, yordamsız, plansız, programsız bırakmadığına, kulların kitaptan sorumlu olduğun a, içindekilere göre bir hayat yaşamaya ve onlardan hes aba çekileceğine inanmaktır.
♦ Dördüncü mertebe; Peygamberlere iman etmek.
Peygamberler, vahyin nurunu meleklerden alan insanlardır. Bundan dolayı peygamberler, mertebe bakımından kitaplardan sonradır.
Peygamberlere iman, insanın, peygamberlerin günahsız, mâsûm olduklarını, peygamberin peygamber olmayanlardan daha üstün olduğunu bilmesi, onları takip etm eye, hayatta en büyük örnek olduk- larına ve adım adım tak ip edilmesi gerektiğine inanmasıdır.
"Biz, O'nun peygamberlerinden hiçbirini, diğerlerinden ayırmayız" ifadesinden maksat; Hz. Musa ve Hz. İsa'nın peygamberliğini kabul edip, Hz. Muhammed'i yalanlayan yahudî ve hristiyanların hatasını ve tutarsızlığını ortaya koymaktır.
Peygamberlerin vahiy aldıkları kaynak aynı kaynaktır. Bu nedenle müslümanın kalbinde peygamberler arasında bir tefrika yoktur. Bütün peygamberler gönderildikleri devirde, içinde bulunduklarıcemiyetin şartlarına uygun olarak İslam esası üzerine gönderilmişlerdir. En sonunda da peygamberlerin hatemi Muhammed Mustafa teşrif etmiştir.
Müslümanlar, bütün peygamberlerin taşıdığı risalet emanetinin hakkını teslim eder, yeryüzünde böylece Allah'ın dinini hakim kılarlar. Yeryüzünde Allah'ın sancağını taşıyacak olanlar Müslümanlardır.
"Ey Rabbimiz! Senin mesajın Peygamberlerin tarafından bize gelince biz onları işittik ve itaat ettik. Senden gelene iyice kulak ver dik, dikkatlice dinledik, anlamaya çalıştık ve itaat ettik. Kerhen değil tav'an, seve seve itaat ettik."
Allahu Teâlâ müminlerin sözünü hikaye vechiyle methetmektedir. İmanın en güzel tezahürü; Allah katından gelen herşeyi kayıtsız şartsız kabul etmek ve eksiksiz yerine getirmektir. İman, kalbe yerleşip, amellere hakim olan ruhtur.
"Dinledik" sözündeki 'dinleme', zahirî işitme değildir. Çünkü zahiren dinlemede övgüye lâyık bir durum yoktur. Bu ifâdeden murad, "Biz onu akıl kulaklarımızla dinledik, Onu anladık ve doğru olduğunu bildik; meleklerin ve peygamberlerin lisanı üzere gelmiş olan bütün mükellefiyetlerin hak olduğunu, kabul edilmesinin vâcib olduğunu bildik" mânâsıdır.
“İtaat ettik" cümlesi, inançlarının sahîh olduğuna, mükellefiyetlerden hiç birisini ihlâl etmediklerine delâlet eder.
“İşittik, itaat ettik”, “sözünü işittik, emrine itaat ettik” manasındadır. Fazla sözden sakınmak için, muhatapça anlaşıldığı için mefuller hazfedilmiştir.
✽ ✽ ✽
Abdülkadir Geylani Hazretleri’ne birisi bir köle hediye eder; ‘Bu köleyi alın, zatınıza hizmetçi olsun!’ der.
Geylani Hazretleri köleyi alır, evine götürür. ‘Evladım, bak’ der, ‘Şu odalar yatma yeridir, şu elbiseler de giyilebilir. Yemek istiyorsan işte şu yemekler var.’ Sonra sorar: ‘Şimdi gördün bunları, nerde yatmak istersin?’ Köle cevaplar:
- Nereyi münasip görürseniz.
- Peki, hangi elbiseyi giymek istersin?
- Hangisini uygun görürseniz.
- Hangi yemeği seversin?
- Hangisini verirseniz.
Kölenin cevapları karşısında Geylani Hazretleri gözyaşı dökmeye başlar. Köle yaklaşır, ‘Efendim, özür dilerim, hata mı ettim acaba?’ der.
- Yok, evladım hata etmedin, isabet ettin. Keşke senin yaptığın bu itaat gibi ben de Rabbime böyle kullukta bulunsam da ‘Ya Rabbi, Senden hiçbir şey istemiyorum. Nereyi uygun bulursan o evde yatarım, hangi elbiseyi münasip görürsen giyerim, hangi rızkı verirsen yerim. Başka talebim yok’ diyebilsem! Onun için ağlıyorum.
✽ ✽ ✽
Onlar, mükellefiyetlerini yerine getirme hususunda, her ne kadar bütün gayretlerini sarfettilerse de, kendilerinden bir kusurun sâdır olmasından korkmaktadırlar. Bunun için, "Ya Rabbena, mağfiretini isteriz" demişlerdir.
İşit mek indirileni bilmeyi, tanımayı gerektirir. Bilmek ve tanımak da okumayı ve ondan haberdar olmayı gerektirir. Allah’ın kitabını önce işitmek, okumak, tanımak, sonra itaat etmek gerekir. Samimiyetle onları uygulamaya çalışmalı, sonrasında bunu yaparken işlenen kusurların affı dilenmelidir.
Peygamber “Benim kalbim de bulutlanır ve ben hergün ve gece Allah'a yetmiş defa istiğfar ederim” buyurmuştur.
Hz. Peygamber kulluk derecelerinde terakki ediyordu. Daha üstteki bir makama çıktığında, önceki makamı değersiz görüyor ve bundan dolayı Allah'tan mağfiret taleb ediyordu.
Bütün tâatlar, Allah'ın ilâhlık hakları karşısında, birer kusurdur. Allah'ın kibriya nurları karşılığında, mahlûkatın elde ettiği her bilgi eksiktir, kusurludur ve cehalettir. Cenâb-ı Hak: "(Onlar) Allah'ı hakkıyla takdir edemediler" (Zümer, 67) buyurmuştur.
Kul, kulluk mertebelerinin hangisinde olursa olsun, bu, Allah'ın kibriyasının celâl-i ile mukayese edildiğinde, istiğfar edilmesi gereken kusur olur. Allahu Teâlâ'nın “Bil ki, Allah 'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve günahın için istiğfar et” (Muhammed, 19) buyurmasındaki sır budur. Çünkü Hz. Muhammed'in kulluk makamları ne kadar yüce olsa da, her yükseldiği derece, Hz. Allah'a nisbetle noksandır. O da bundan dolayı Allahu Teâlâ'dan bağışlanmasını istiyordu. اِغْفِرْ غُفْرَانَكَ" ,غُفْرَانَكَ mağfiretini bize ver" demektir. Duâ cümlelerinde masdar, fiilin yerini tutar. Mesela سَقْياً "sulamak" (yani bizi sula) ve رَعْياً "gözetmek" (yani, bizi gözet) masdarında olduğu gibi.
غُفْرَانَكَ : "Senden mağfiretini isterim. Sen, bu sıfatta kâmil bir zatsın" demektir. Bir sıfatta kâmil olan zattan, kâmil bir şekilde bağışta bulunması beklenir. Bu ise, Allah'ın fazlı ve rahmeti ile bütün günahı bağışlaması ve onları hasenata tebdil etmesi ile olur.
"Allah'ın yüz parça rahmeti vardır. Onlardan birini meleklere, cinlere, insanlara ve bütün hayvanlara paylaştırmıştır ki onlar bu rahmet ile birbirlerine merhamet ederler. Doksandokuz parça rahmetini ise, kıyamet gününe saklamıştır.” Hadisi Şerif غُفْرَانَكَ "Mağfiretini dileriz" duasında istenen mağfiret, Allah'ın kıyametteki büyük bağışlaması da olabilir. Sanki kul şöyle demektedir: "Günahlarım çok da olsa, mağfiretin benim günahlarımdan daha büyüktür. Senin celâl ve ulûhiyet sıfatlarından herbiri, ayrı bir yerde tecelli eder. Meselâ; kainattaki hayran bırakan tertip ve düzen olmasaydı, ilminin eserleri görünmezdi. Bunun gibi, kullarının günahı ve kusuru, aczi ve ihtiyacı olmasaydı, senin mağfiretinin eserleri de görülmezdi. Gufranın eseri de, ancak benim ve benim gibi suçluların üzerinde kendini gösterecektir, işte ben bu mağfiretini istiyorum."
Ey Rabbim! Ben seni henüz tevhidin ile anmadığım sırada beni terbiye edip büyüttün. O halde ömrümü senin tevhidin yolunda tükettiğim bu esnada, beni terbiye edip büyütmeni kereminden isterim.
Ben, henüz yok iken beni yaratıp terbiye ettin. Eğer sen, beni o zaman eğitip büyütmeseydin, zarara uğramaz, günaha düşmezdim. Çünkü o zaman, bir hiç olarak, yok olarak kalırdım. Fakat şu anda Sen beni terbiye etmezsen, çok daha büyük zarara uğrayacağım.
Beni ihmal etmemeni taleb ediyorum.
Beni, mazide terbiye edip büyüttün. İyi bir işi tamamlamak, başlatmaktan daha hayırlıdır. Mazide beni terbiye edişini, istikbalde terbiye etmen hususunda, yanında şefaatçi kıl, fazlın ve rahmetinle, bu terbiyeyi tamamla.
'Sonunda varılacak merci sensin, senden geldiğimiz gibi yine dönüp Sana geleceğiz. Sen de dilediğine mağfiret, dilediğine azab edeceksin. İşte biz şimdi Sana iltica ediyoruz, ve mağfiretini istiyoruz.'
Bu cümle, onların, mebde'i (başlangıcı) kabul edip ikrar ettikleri gibi, meâdi (âhireti) de ikrar ettiklerini açıklamaktadır. Mebde'ye iman, meâda imânın temelidir.
Kul, Allah'ın varılacak yegâne zât olduğunu, O'nun hükmünden başka hükme başvurulamayacağını ve izni olmaksızın, hiç kimsenin şefaat edemeyeceğini bildiği zaman, tam ihlâsa erer, günahlardan kaçınması da mükemmel olur.
Duanız olmasa...
Hz. Peygamber "Duâ ibâdetin özüdür" buyurmuştur. Çünkü duâ eden kimse, kendisinin fakirlik, ihtiyaç, zillet ve yoksulluk makamında olduğunu; Allah'ın da celâl sıfatlarını, keremini, izzetini, azametini müşahede eder. Bütün tâat ve ibâdetlerden maksat ise budur. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk, büyük ilimler ihtiva eden bu yüce sûreyi, duâ ve yakarışla bitirmiştir.
Duanın en güzel şekli, tevazu ve acziyet içinde yapılmasıdır. En güzel dua vakti, kişinin uykusunu terk ettiği ve Allah (cc)’a korku ve ümitle yalvardığı gece vaktidir.
✦ Duâ müminin silahı, dinin direği, yerin ve göğün nurudur. Hadis-i Şerif
✦ Allah (cc)’tan yüksek dereceleri isteyin, çünkü siz kerim olandan istiyorsunuz. Hadis-i Şerif
✦ Senden başkası için sıhhat ve selamet iste ki, sen de ondan nasibini alasın. Hadis-i Şerif
✦ Kulun kalbine dua etme arzusu geldiğinde Rabbine dua etsin. Hadis-i Şerif
✦ Çünkü Allah (cc) onu kabul edecektir. Hadis-i Şerif
✧ Dua ubudiyetin ruhudur ve halis bir îmânın neticesidir. Said Nursi
✧ Dua yapmaktan mahrum olmam, benim için duama icabet edilmemesinden çok daha zordur. Ebû Hazım Mekki
✧ Duada mübalağa etmek rızanın şartı değildir. Davud Kassar
✧ Allah (cc) bize yardım etmek isterse bize yalvarma ve münacatta bulunma meyli verir. Mevlana
✧ Allah (cc), kalbi temiz olmayan kimsenin duasını kabul etmez.
✧ Duadan hazzın, dileğinin yerine gelmesi olmasın. Sadece sevdiğine yalvarmaktan haz almalısın. Dua bir ricadır, bir şeyler dikte etmek değildir.
✧ Dua, seni gulyabani nefsin elinden kurtarır. Mevlana
"Amene'r rasûlü" diye başlayan bu son iki âyet Allah Resûlü’ne Cibril vasıtasıyla nazil olmamış, Efendimiz Miraç gecesi vasıtasız olarak bu âyetleri Rabbinden almıştır. Bakara sûresi Medeni bir sûredir. Mirâc ise Mekke’de vaki olmuştu. Dolayısıyla bu iki âyet önceden nazil olduğu halde, Medine’de nazil olan sûrenin bu son bölümüne yerleştirilmiştir.
"Rasûlullah’ın yanında Cebrâil’in olduğu bir sırada gökten bir ses işitildi. Cebrâil başını gökyüzüne doğru kaldırdı ve; "Şu anda gökte açılan bu kapı şu ana kadar hiç açılmamıştır" dedi. O kapıdan iki melek indi ve Hz. Peygamber'in yan ına gelerek şöyle dediler:
"Ey Muhammed! Senden önce hiç bir peygambere verilmeyen, sadece sana verilmiş olan iki nûr dolayısıyla Sana müjdeler olsun! Bu iki nûrun birisi Fâtiha sûresi, diğeri de Bakara Sûresi'nin son iki âyetidir. Bunlarda okuyup da sana karşılığı verilmeyecek hiçbir harf yoktur."
"Bakara sûresinin son iki âyetini bir gecede okuyan kişiye bu iki âyet yeterli gelir. Veya kötülüklere karşı onu korumaya yeterlidir." Hadis-i Şerif
"Âyet el Kürsîyi ve Bakara sûresinin sonlar ını okumadan yatan kişinin İslâm’ı gereği gibi kavradığı gör ü şünde değilim. Çünkü bunlar öyle bir hazinedirler ki sizin peyg ambe rinize arşın altından verilmiştir." Hz. Ali
Kulluğundan, rızândan hâriç
Umur verme bana!
Uğur değilse düşür sâfiline kevkebimi
Ve nur verme bana!
Yolumda haz duyacaksam elin bükâsından
Sürûr verme, İlâhi, sürûr verme bana!
Ufuk ufuk açılan lâyezâl fecrini ver,
Fücûr verme bana! Ârif Nihat Asya
✽ "اٰمَنَ الرَّسُولُ Peygamber iman etti" cümlesinde müsnedin ileyhin ال ile marife gelmesi, ahd-i harici içindir.
✽ Aynı zamanda Efendimiz'e bu ismin verilmesi tağliptir, bütün resullerin özelliklerini en mükemmel şekilde kendinde cem ettiğini bildiren bir isimdir.
✽ "بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ - Kendisine indirilen" ifadesi sıfatlı kinayedir, Efendimiz'e nazil olan ayet-i kerimeler, hadis-i kudsiler, sadık rüyalar hepsi buna dahildir.
✽ "مِنْ رَبِّهٖ" izafetinde 'Rabb' isminin Efendimiz'e ait zamire muzaf olması, Efendimiz için büyük bir teşrif, aynı zamanda Kuran'ın kendisine vahyedilmesinin onun için ilahi bir terbiye ve kemale erdirme olduğuna dikkat çekmek içindir. Cümle Efendimize lazım-ı faide-i haberdir.
✽ وَالْمُؤْمِنُونَ 'Müminler de' atıf; vasıl tezayuf bildirir. Yani Resulullah'ın imanı nasılsa, müminler de aynı şekilde kabul etmiş, ikrar etmişlerdir. Yoksa tam bir iman sözkonusu olamaz.
✽ آمَنَ ile الْمُؤْمِنُونَ kelimesi arasında reddül aciz alessadri, iştikak cinası vardır.
✽ كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِهٖ وَكُتُبِهٖ وَرُسُلِهٖ cümlesi, ibhamdan sonra izah ile itnabtır. آمَنَ fiili bütün müminlere raci olduğu halde müfred geldi. Çünkü burada maksat cemi manasına itibar edilmeksizin müminlerin her ferdinin iman etmiş olmasıdır.
✽ "لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِهٖ" cümlesinde, muktezay-ı zahirin hilafına; zamir yerine açık isim gelmiştir. Gayrılardan ayırmak ve zihne yerleştirmek içindir.
✽ Ayrıca مِنْهُمْ şeklinde zamirle gelmeyip مِنْ رُسُلِهٖ şeklinde isim gelmesi, yanlış anlamayı önlemek için gelen, tekmil ve ihtiras itnabıdır. Çünkü 'Onlar' denince daha önce zikredilen melekler de anlaşılabilirdi. Bir de 'ayrım yapılmaması'nın sebebinin, onların risaleti olduğuna tekrar dikkat çekmek içindir.
✽ Bu ifade, zımnen aralarında bazı derece farklılıkları olduğuna kinayedir. Yani; 'Bazıları bazılarından derece bakımından farklı olsalar da; asli risalette hepsi eşittir, o hususta aralarında ayrım yapmayız.' الرَّسُولُ ile رُسُلِهٖ arasında iştikak cinası ve reddülaciz alessadri vardır.
✽ "وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا " fiilleri cemidir, atfedildiği آمَنَ fiili ise müfreddir. Burada mana ciheti gözetildiği için fiiller cemi gelmiştir. Çünkü آمَنَ fiilinin de, وَقَالُوا fiilinin de faili كُلٌّ 'Hepsi' kelimesidir. Birincide كُلٌّ 'nün lafzı itibara alınıp müsnedi müfred, burada ise كُلٌّ 'nün manası itibara alınıp müsned cemi getirilmiştir. ( كُلٌّ müfred munsarıf bir lafız olsa da manasında cemilik vardır.)
✽ سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا 'işittik ve itaat ettik' arasında muraat-ı nazır vardır, atıf vasıldan tezayuf ifade eder. Aralarında cami akli vardır; işitmek ve itaat birbirine bağlıdır. Dinlemek anlamaya, özümsemeye ve itaate götürür. İtaat etmek dinlemekle bağlantılıdır.
İşittik ve itaat ettik, cümlesi 'Affını isteriz' cümlesinden önce zikredildi. Çünkü vesileyi, talep edilenden önce zikretmek, duanın icabetine daha uygundur.
✽ Burada işitmek rıza ve kabulden kinayedir. Mazi olarak gelmesi, bunun kökleştiğine delalet içindir.
✽ "غُفْرَانَكَ رَبَّنَا - Affını isteriz Rabbimiz" cümlesinde رَبَّنَا hitabıyla rububiyet ünvanının zikredilmesi ve müminlere ait zamire izafe edilmesi, yalvarıp yakarmada mübalağa ifade etmek içindir.
✽ غُفْرَانَ masdarı ile لَا نُفَرِّقُ arasında cinas-ı müzari vardır. Farklı olan tek harf غile ق 'tır. Mahreçleri birbirine yakındır.
✽ "وَاِلَيْكَ الْمَصٖيرُ - Dönüş sanadır" tezyil ve öncesini takrirdir.
1-الْمَصٖيرُ’nun hakikat olması muhtemeldir. Bununla öldükten sonra diriliş itiraf edilmiştir.
2-الْمَصٖيرُ’nun iman ve emre imtisalden mecaz olması da muhtemeldir. Sanki onlar İslam öncesinde kaçan kölelerdi, sonra Allah (cc)’a döndüler. ‘Allah'a kaçın’ (Zariyat, 50) ayetinde olduğu gibi.
✽ Allah (cc)’a dönüş, O’nun emir ve yasaklarına dönüş anlamında istiareyi temsiliyedir.
✽ Mecrurun takdimi, ‘Dönüş ancak Sana’dır, başkasına değil’ manasında hasır ifadesi içindir. Bu, lazımı faide-i haber maksadıyla kasr-ı hakikidir.
✽ Müminlerin dua cümlelerinde 'İşittik, itaat ettik, dönüş Sanadır' demeleri Allahu Teâlâ bildiği için, lazım-ı faide-i haberdir.
286- 'Allah (cc) kimseye gücünün üstünde bir teklifte bulunmaz; herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, yaptığı fenalık da kendi zararınadır.' Rabbimiz, unutursak veya yanılırsak bizi sorguya çekme! Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize ağır yük yükleme. Rabbimiz gücümüzün yetmeyeceği şeyleri de bize taşıtma! Bağışla bizi, kusurlarımızı yok say, acı bize! Sen bizim Mevlamızsın; kafirler güruhuna karşı bize yardım et!’
Allah'ın kullarına verdiği görev ve mesuliyet ancak güçleri yetecek boyuttadır. O; kullarının ilmini, kuvvetini, aklını, kapasitesini bilir. ‘Hiç yaratan bilmez mi?’ (Mülk, 14) Emir ve yasakları ona göre tanzim etmiştir. Yapamayacağı şeyi emretmez. O; kullarına, rauf, rahimdir. Üstelik O ‘Kullarına kolaylık diler zorluk dilemez’ (Bakara, 185) Zorla yaptırılan günahları yazmazken zorla da olsa yaptırılan sevapları lehine yazar. Kullarına dualar öğretir, yol yöntem gösterir.
Bu cümle, ' سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا ' diyen müminlerin ilticasına karşı bir iltifattır. Allahu Teâlâ mükellefiyetlerini hafiflettiğini bildirerek onların heyecanlarını teskin etti. Bu ifade, kelamullahın sadece Hz. Peygamber ile değil, ona iman eden ümmeti ile bir mükaleme olduğunu göstermektedir. Bu üslub, Kuran okuyan müminin ara sıra kendini Cenab-ı Allah ile bizzat mükaleme halinde bulmasını sağlayan büyük bir nimettir.
Teklif; kişiye yükümlülük, mükellefiyet yüklemek, içinde külfet ve meşakkat bulunan bir işi ilzam etmek, yapmaya zorlamaktır.
Vüs'at, bolluk, gına, servet, güç, kuvet, takat, kudret demektir. İnsanın vüs'unda olan, ona sıkıntı ve darlık vermeyen, genişlik içinde yapılabilen işlerdir.
♦ “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" cümlesi, Allahu Teâlâ'nın yeni haber verdiği bir cümle olabilir.
♦ Hz. Peygamber ile mü'minlerden nakledilen bir söz olması da mümkündür.
Allah kimseye gücünün yetmediği bir mükellefiyet yüklemez.
Bunun sebebi Allah'ın kudretinin yetmediğinden değil, sırf fazl-ı inayetindendir.
Allah'ın sünneti, değişmez kanunudur: Bu ümmete kendi katından bir lütuf ve rahmet olarak güçlerini ve imkanlarını sonuna kadar kullanmadan, genişlik içinde kolaylıkla yapabildikleri işlerle onları mükellef kılmıştır.
Allah'ın kullarına verdiği kudret, onlara yüklediği mükellefiyetlerden daha geniştir. Bir kulun, Allah'ın emrettiği vacipleri yerine getirdikten sonra, dinleneceği veya başka nafileler yapabileceği fazla zamanı hep olacaktır.
Allahu Teâlâ, kullarına hep güçlerince teklifler sunar. Zengin olmayandan zekat vermesini, hac yapmasını istemez. Su bulamayandan illa suyla abdest almasını istemez. Hasta olana oturduğu yerden, hatta kalkamayana yattığı yerden ima ile secde etme ruhsatı verir.
Müslüman, yeryüzünde Allah'ın halifesidir. Allah'ın emirlerini yerine getirirken, karşılaştığı imtihanları böyle değerlendirir. Allah'ın rahmetine güvendiği için, mükellefiyetlerden kaçmaz. İçinde en ufak bir sıkıntı duymaz.
Bu inanç, gönüllere huzur ve rahatlık verir. Müminin ihtiyaç duyduğu enerjiyi ve azmi harekete geçirir. Artık o, Allah'ın her emrinin kendi gücü dahilinde olduğunun farkında olarak amel eder. Eğer gücünün bittiğini hissederse bunun kendi zaafından kaynaklandığını bilir. Azmini biler, üzerinden zaafı atar, himmeti artar.
الْإِكْتِسَابُ kelimesi الْكَسْبُ ’den daha umumidir. "Kesb" kişinin hem kendisi hem de başkaları için bir şey kazanmasıdır.
"İktisâb" ise, insanın sadece kendisi için bir şey kazanmaya çalışmak, onu elde etmeye çaba harcamaktır, illa elde edilmesi şart değildir. Bu nedenle her kesb, iktisab değildir. Fakat her iktisab, kesbdir. İktisab şehvet ile, kesb hikmet ile alakalıdır.
Hayrı işlemek "kesb" ile, şerri yapmak ise "iktisâb" ile ifâde edilir. "İktisâb", bir işte tasarrufta bulunma, çalışıp çabalamaktır, mübalağa için bu vezinde getirildi. Çünkü nefis şerre can atıp, onu kazanmak için gayret eder. Günah işleyen Allah'ın nehiy hicabını yırtmış olur. Bundan dolayı, nefis, şer konusunda "müktesib" (çalışıp çabalayan) olarak isimlendirilmiştir. Hayır konusunda ise isteksizdir, o yüzden çalışıp çabalamaya delalet etmeyen 'Kesb' ile vasfedilmiştir.
Bu cümle, mükellefleri, sorumlu oldukları vacipleri ihlal etmekten sakınmaya teşviktir. Çünkü Allah kimseye gücünün üstünde teklifte bulunmamış, kolaylık göstermişse de, bu mükellefiyetlerin asıl faydası kişinin bizzat şahsına yarar sağlamasıdır. Yapılmaması da yine bizzat o insana zararlıdır. Bir fiilin faydasının yapana ait olması, o fiili yapmaya en büyük teşvik, zararının da kendine ait olması yapılmasına en büyük engeldir.
♦ Her nefsin istediği, yaptığı iyilik kendine, yaptığı kötülük de kendi aleyhinedir. Allah'ın teklifleri de iki kısımdır. Birisi yapılmasını istediği emirler, diğeri yapılmasını yasakladığı nehiylerdir. Bunların yapılmasındaki ve terkindeki menfaat, Allah'a değil, kuladır. Allah'ın teklifleri, zorlamak için değil, kulu zararlardan korumak içindir. Bu hikmet nedeniyle, kullara verdiği kudretten fazlasını teklif etmez. Etseydi, onlara azab etmiş sayılırdı.
Bu teklifleri kabul etmemek, İlahi adaletin rahmeti gereği cezalandırılır. Bunu ifade için 'Aleyha mektesebet-Kazandığı günah kendi aleyhinedir' buyurdu. İlahi tekliflere canı gönülden ' سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا ' demeyenler, Hakk'ın kanunları dairesinde kesbetmeyenler, sonunda azaba düçar olurlar.
♦ Her nefsin çalışıp kazandığı kendi menfaatine, körü körüne çalıştığı zararınadır. Teklif olmasa insan atıl kalır. Allah insanın gücüne göre mükellefiyetler yüklemese, hayra ulaşma yollarını tayin etmeseydi, insanlar boş durmak istemez, kendi kendilerine bir şeyler yapmaya çalışır, bu çalışmalar da boşa giderdi.
♦ Her nefsin hem kendi, hem de başkaları için kazandığı sırf kendi lehinedir. Bunun aksine şehvetine uyarak sırf 'Ben, ben' diye yalnızkendisi için kazandığı zararınadır. Çünkü insan kendi kendine yaşayamaz. İlahi teklifler bu menfaati sağlar.
♦ Her insanın kazandığı, kazandırdığı sırf kendi lehinedir. Ama başkasının kazancıyla yaşaması aleyhinedir. Veren el, alan elden hayırlıdır. İlahi teklifler, mükellefi 'alan el' olmaktan korur. Bu nedenle infak emredilmiş, gasb, riba haram kılınmıştır. İnsanın mesuliyeti ferdidir. Herkes sadece kazandığını elde eder.
İhlasla huzur-u ilahiye iltica edenler, yalnız hitab edilme şerefiyle kalmaz, o yüce huzurda konuşma ruhsatına sahip olup bizzat dilek dileyebilme şerefine de mazhar olurlar.
Bu ayette Allahu Teâlâ bir dua manzarasını gözler önüne seriyor. Sanki müminler saf saf dizilmiş, huşu içerisinde aynı duayı tekrarlıyorlar. Bu dua, müminlerin Rablerine karşı acizliklerini idrak edip, Allah'ın affına, merhametine iltica edişlerini, Allah'ın inayetine dayanıp O'ndan başka herşeyden feragat edişlerini anlatıyor.
Allahu Teâlâ, müminlerin cemi sıgasıyla toplu biçimde dua yaptıklarını nakletmiştir. Bundan maksat, duanın kabulünün topluca yapılınca daha mükemmel olacağını beyandır. Her insanın himmet ve gayretinin ayrı ayrı tesiri vardır.
Bu cümlenin nahiv açısından üç farklı açıklaması vardır:
• Bu cümlenin başında ' قُولُوا Şöyle deyiniz' anlamında bir emir mahzuftur.
• Bu cümle, 285. ayetteki 'İşittik, itaat ettik' cümlesinin devamıdır. 'Allah kimseyi gücünün yetmediği ile sorumlu tutmaz. Herkesin kazandığı lehine, günahı aleyhinedir' cümlesi araya girmiş itiraz cümlesidir.
• Arada itiraz cümlesi yoktur, bu ayet önceki ayetin devamı olarak mekulü'l kavldir.
“لَا تُؤَاخِذْنَا Bizi tutup azarlama” sözünün manası “Bizi cezalandırma” demektir. Burada müşareket mânası olmadığı halde, Cenâb-ı Hakk bu lafzı "mufâale" kalıbında getirmiştir. Çünkü unuttuğu için pişman olup af dileyen, nefsine hakim olmuş ve yaptığı şeyden dolayı onu azarlamış, cezalandırmıştır. Böylece o, nefsine sıkıntı verme konusunda ona yardım eden bir kimse gibi olmuş olur.
Ya da bumüşareketin manası şöyledir: Allah, günahkâr kimseyi azâb ile muâhaze eder. Günahkâr kimse de birinin yakasına yapışan kimse gibi âdeta O'ndan ısrarla af ve ihsan diler, anlar ki O'ndan başka kendisini azabdan kurtaracak kimse yoktur. İşte bu sebepten dolayı kul, günahından ötürü Allah'tan korktuğunda yine O'na sarılır.. İki taraftan herbiri böylece diğerini yakaladığı için, bu lafızla beyan edilmiştir.
"Yükümlülüklerimizi yerine getirirken unutma veya hata sonucu doğan kusur ve ihmalden, bu unutkanlık ve yanılmamızdan ötürü bizi muaheze etme."
Çünkü Allah isterse unutma veya yanılmadan dolayı da sorumlu tutabilir. Zira günahlar zehir gibidir. Unutarak da olsa, hata ile de olsa mutlaka işleyene zararı vardır. Eskiden İsrailoğulları unutarak birgünah işledikleri zaman, onlara acilen bir azab geliyordu.
• Bundan murad, hatırlamanın zıddı olan unutmadır.
♦ Unutma bazen, sahibinin mazur görüleceği şeylerde, bazen de mazur görülemeyeceği şeyler hakkında olur. Bir kimse elbisesinde kan görse, onu temizlemeyi sonraya bıraksa ve unutsa, elbisesinde kan olduğu halde namaz kılsa, kusurlu sayılır. Çünkü onun, kanı hemen temizlemesi gerekirdi. Fakat o, elbisesindeki kanı hiç görmeksizin namaz kılsa, mazur sayılır.
Yine bir kimse, bir yerde bulunan av hayvanına öldürmek için bir şey atsa ve bu bir insana isabet etse, o avcı attığı şeyin o av hayvanına mı, yoksa başka birisine mi isabet edeceğini bilemeyeceği bir durumda olduğu halde, ihtiyatlı davranmazsa, suçlu görülür. Fakat hata edeceğine açık işaretler bulunmaz ve bu durumda okunu veya taşını atar da, bir insanı vurursa, o zaman bu kişi mazur sayılır. Yine bunun gibi, insan mütalaadan ve tekrar etmekten gafil olur da Kur'ân-ı Kerim'i unutursa, kınanır. Fakat devamlı Kur'ân okuduğu halde, Kur'ân'ı unutmuşsa, bu kimse mazur sayılır. Hz. Peygamber (sav), yerine getirmesi gereken bir şeyi hatırlamak istediği zaman, parmağına iplik bağlardı.
Şüphesiz Allah, ümmetimden, hatâ, unutma ve yapmaya zorlandıkları şeyin hükmünü kaldırmıştır. Hadis-i Şerif
Allah, kimseyi, elinde olmadan kalbine gelen çirkin şeylerden dolayı -onları yapmadığı veya konuşmadığı sürece- hesâba çekmeyecektir. Hadis-i Şerif
♦ Bu, farz takdirinde bir duadır. Çünkü bu duayı yapan mü'minler,Allah'tan nasıl korkulması gerekiyor ise öylece ittikâ etmektedirler. Onlardan yakışıksız birşey, ancak unutma ve hatadan dolayı sâdır olur. Bu duâ, muaheze olunacakları şeylerden tamamen uzak olduklarını göstermek içindir. Sanki şöyle denilmektedir: "Eğer unutma sebebi ile muaheze etme mümkün ise, Ey Rabb'imiz Sen, bizi ondan dolayı muaheze etme." (Mübalağa, tebliğ)
♦ Allahu Teala'nın kullardan sadır olacak unutmaları affedeceği bilindiği halde, neden 'unutma'nın affı istendi? Çünkü duadan maksad, Allah'a olan tazarrû ve yakarışı göstermektir, birşey elde etmek değildir. Bundan dolayı, duâ eden kimse çoğunlukla, Allah'ın yapacağını kesin olarak bildiği bir şekilde duâ eder. Bu âyette de, unutmanın affedileceği bilindiği halde, duada mağfiret taleb etmeye manî değildir. Bu lütfun devamı için bir niyaz ve bu nimete büyük önem verdiklerini gösterir.
♦ Unutan kimsenin muaheze edilmesi, aklen imkânsız değildir. Çünkü insan unuttuğunda muaheze edileceğini bilirse, hesaba çekilme korkusundan dolayı hafızasını hep diri tutar, herhangi bir unutma sadır olmaz. Fakat hatırlamayı sürdürmek ve hafızayı diri tutmak nefse zor gelir. Bu hususta duâ edip Allah'tan mağfiret talebinde bulunmak güzel olur.
• "Nisyân" (unutma) kelimesi, terketme manasındadır.
"Fakat o unuttu, yani âmeli terketti. Biz onda bir azim bulamadık" (Tâhâ, 115) ve "Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu" (Tevbe, 67) yani "Onlar Allah için âmel etmeyi terkettiler, Allah da onları terketti" ayetlerinde de 'unutma' fiili terketme anlamında kullanılmıştır. Buna göre ayetin manası şöyledir: Rabbimiz terk ettiğimiz amellerden dolayı bizi muaheze etme!
Unutmayı engellemek için...
Hz. Ali (ra) Resûlûllah’a gelerek:
- Anam babam sana feda olsun! Şu Kur’an göğsümde durmayıp gidiyor. Kendimi onu ezberleyecek güçte göremiyorum, dedi.
Resûlûllah da :
- Ey Ebû’l Hüseyin! Bu meselede Allah’ın sana faydalı kılacağı, öğrettiğin takdirde öğrenen kimsenin de istifade edeceği, öğrendiklerini de göğsünde sabit kılacak kelimeleri öğreteyim mi?
Hz. Ali:
- Evet, ey Allah’ın Resûlü, öğret bana! dedi.
Bunun üzerine Resûlûllah şu tavsiyede bulundu:
- Cumâ gecesi olunca, gecenin son üçte birinde kalkabilirsen kalk. Çünkü o an meleklerin de hazır bulunduğu meşhud bir andır. O anda yapılan duâ müstecabtır. Kardeşim Yâkub da evlatlarına şöyle söyledi:
‘Sizin için Rabbime istiğfar edeceğim. Hele Cumâ gecesi bir gelsin.’ Eğer o vakitte kalkamazsan, gecenin ortasında kalk. Bunda da muvaffak olamazsan, gecenin evvelinde kalk. Dört rekât namaz kıl.
- Birinci rekâtta, Fâtiha ile Yâsin sûresini,
- İkinci rekâtta Fâtiha ile Duhan sûresini,
- Üçüncü rekâtta Fâtiha ile Secde sûresini,
- Dördüncü rekâtta Fâtiha ile Mülk sûresini oku.
Teşehhüdü bitirdiğin zaman Allah’a hamdet, Allah’a senâyı da güzel yap, bana ve diğer Peygamberlere salât oku. Mümin erkek ve kadınlar ve senden önce gelip geçen mümin kardeşlerin için istiğfar et. Sonra bütün bu okuduğun duâların sonunda şu duâyı oku:
"Allah’ım, bana günahları, beni hayata bâki kıldığın müddetçe ebediyyen terk ettirerek merhamet eyle. Ey semâvat ve arzın yaratıcısı olan Celâl, İkram ve dil uzatılamayan izzetin sâhibi olan Allah’ım. Ey Allah! Ey Rahman! Celâl’in hakkı için, yüzün nûru hakkı için kitabını bana öğrettiğin gibi hıfzına da kalbimi icbar et. Seni benden râzı edecek şekilde okumamı nasip et. Ey semâvât ve arzın yaratıcısı, celâlin ve yüzün nûru hakkı için Kitabınla gözlerimi nurlandırmanı, onunla dilimi açmanı, onunla kalbimi yarmanı, göğsümü ferahlatmanı, bedenimi yıkamanı istiyorum. Çünkü, hakkı bulmakta bana ancak sen yardım edersin, onu bana ancak sen nasip edersin. Her şeye ulaşmada güç ve kuvvet ancak büyük ve yüce olan Allah’tandır."
Ya Ali, bu söylediğimi üç veya yedi Cumâ yapacaksın. Allah’ın izniyle duâna icâbet edilecektir. Beni hak üzere gönderen Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun bu duâyı yapan hiçbir mümin icâbetten mahrum kalmadı.
İbn-i Abbas (ra) der ki: Allah’a yemin olsun, Ali beş veya yedi Cumâ geçti ki Resûlûllah’a aynı önceki mecliste tekrar gelerek:
- Ey Allah’ın Resûlü! dedi, geçmişte dört beş âyet ancak öğrenebiliyordum. Kendi kendime okuyunca onlar da aklımda durmayıp gidiyorlardı. Bugün ise, artık kırk kadar âyet öğrenebiliyorum ve onları kendi kendime okuyunca Kitabullah sanki gözümün önünde duruyor gibi oluyor. Eskiden hadisi dinliyordum da senin arkandan tekrar etmek istediğimde aklımdan çıkıp gidiyordu. Bugün hadis dinleyip sonra onu bir başkasına aktarmak istediğimde ondan tek bir harfi kaçırmadan anlatabiliyorum.
Resûlûllah bu söz üzerine Hz. Ali’ye:
- Ya Ali! Kâbe’nin rabbine yemin olsun sen müminsin, dedi. (Tirmizi)
"Bizi diğer milletlere yaptığın gibi, yerinden kımıldatmayan, zor tahammül edilir ağır boyunduruklar, şiddetli misaklar, şiddetli muamelat altında bulundurma, sonunda mükelleflerini meshederek maymuna, hınzıra çevirecek sıkıntılara koşma ki; bizim hayatımızda ve hükümlerimizde tazyikler, şiddetler olmasın." الْإِصْرُ ağırlık ve şiddet demektir. Ahidler ağır olduğu için الْإِصْرُ diye isimlendirilmiştir. Tevbesi, keffareti olmayan günaha, ağır, zor işlere إِصْرُ denir.
Temayül ve şefkat de الْإِصْرُ isimlendirilmiştir. Çünkü bir kimseye duyulan temayül ve şefkat, ona dokunan her kötülüğü, kişinin kalbine ağırlaştırır.
• Isr, tevbesi olmayan günah anlamındaysa mana şöyledir:
'Bizi bu gunahı işlemekten koru ya Rabbi!'
• Isr, 'asar' olarak okunur, çoğul olarak 'yükler' anlamındır.'Bizi bu günahları işlemekten koru ya Rabbi!' demektir.
Allahu Teâlâ, yahudilere elli vakit namazı farz kılmış, mallarının dörtte birini zekat olarak vermelerini ve elbiselerine pislik bulaştığında, o kısmı kesmelerini emretmiştir. Geceleyin bir günah işlediklerinde, sabaha kapılarında yazılı bulmuşlar, alınlarında o günaha dair bir izle uyanmışlardır. Bir şeyi unutup yapmadıklarında, daha dünyada iken hemen cezalandırılmışlardır. Bir hata işlediklerinde, daha önce kendilerine helâl olan yiyeceklerin bir kısmı onlara haram kılınmıştır.
Yine, Tâlût'un kavminden yolcu olanlara, nehirden su içmeleri haram kılınmış ve onların azabı, bu dünyada hemen cezalandırılmaları olmuştur. "Biz birtakım yüzleri silip ve belirsiz edip de enselerine çevirmezden, yahut cumartesi ashabına ettiğimiz lanet gibi kendilerini de lanetlemeden önce..." (Nisa, 47) ayetinde anlatılan kişiler onlardır. Hınzırlara ve maymunlara çevrilmişlerdir.
Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ben, kolay ve müsamahakâr olan Haniflik (tevhid inancı) ile gönderildim”, "Ümmetimden "mesh" (maymuna çevrilme), "hasf” (yere batırılma) ve boğulma gibi ilahî cezalar kaldırılmıştır."
Mü'minler, Cenâb-ı Hakk'ın tekliflerini hafifletmesini istemişlerdir. Çünkü ağır mükellefiyetlerde kusur işleme ihtimali fazladır. Kusur ise, cezayı gerektirir. Halbuki, onların ilâhî azaba dayanacak takatleri yoktur.
"Rabbimiz! Bize hiç takat getirilmez, teklif olursa yapılamayan, isyan ve ihtilale sevk eden belalar verip altında inletme! Çünkü Sen herşeye kadirsin, bunu rahmetinden dolayı teklif olarak yapmazsan da imtihan olarak veya asilere ceza için yapabilirsin. Bize ne teklifen, ne taziben kaldırılmaz yükler yükleme."
" تَحْمِلْ " ile " تُحَمِّلْنَا "nın farkı şudur: Güç olan birşeyin zor olsa da taşınması mümkündür. Takat getirilemeyen şeyi taşımak ise mümkün değildir. Takat getirilemeyen şey, sadece "yüklenilir" (tahmîl). Zor ve meşakkatli olan şey ise, hem taşınır (haml), hem de başkasına yüklenilir (tahmîl). Bundan dolayı Cenâb-ı Hakk son âyet-i kerimede "tahmil" (yüklemek) kelimesini zikretmiştir.
Kul daima iki makamdan birindedir:
a) Şeriatın zahirini yerine getirmesidir. Bu makamda, Cenâb-ı Hakk'ın, güç gelen mükellefiyetler yüklememesi taleb edilir.
b) Mükâşefeye yönelmek; marifetullâh ile, Allah'a hizmet, taât ve nimetlere şükürle meşgul olmasıdır. Bu makamda insan şöyle der: "Ya Rabbi, benden, Senin celâline lâyık bir hamd ve övgü; nimet ve lütuflarına lâyık bir şükür; kudsiyyet ve azametine lâyık bir marifet isteme!.. Çünkü, benim zikrim, fikrim ve şükrüm buna uygun değildir. Buna gücüm de yetmez."
Şeriat "hakikât'ten önce olduğu için, "Üstümüze ağır bir yük yükleme" sözü, "Takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme" ifâdesinden önce zikredilmiştir.
'Takat getiremeyeceğimiz şey' aşk olarak da tefsir edilmiştir. Aşk, sahibini maşuka karşı küçük düşürür. Bu durumda insanların en zelili olur. Onun rızasını kendi zilletine tercih eder. Ona karşı daima mahcuptur.
Allah kuluna güç yetiremeyeceği şeyleri yüklemez. Ancak bunu kabul etmeyen, hakka tabi olmayan, bu defa kafirce, zalimce hareket edip, kendi kendine insanlara ağır mükellefiyetler yükleyecek. Kendisi de pek çok haksız teklifle karşılaşacak. Dolayısıyla bu da Allah'ın kullarına bir tahmil'i olmuş olacak. Bu nedenle 'Bize ağır yük yükleme' demek, şu manadadır:
"Sen zaten merhametlisin yüklemezsin. Bizi bize bırakıp da birbirimizin yüküyle imtihan etme. Kalpler senin elindedir, bizi İslam'ın kolay hükümlerinden, doğru yolundan ayırma. Biz senin rahmetinden ayrı kalmaya güç yetiremeyiz. Bizi böyle dayanılmaz dertlere maruz bırakma."
'Cezalandırmayarak suçumuzun eserini sil. Fiillerimizi affet. Sekerâtı mevtte bizi bağışla. Şahitlerin huzurunda bizi rezil, rüsva etme!'
Duanın başında رَبَّنَا “Rabbimiz” lafzı zikredilmedi. Çünkü nida etmeye ancak, uzaklık söz konusu olduğu zaman ihtiyaç duyulur. Yakın olan mesafede, nidaya ihtiyaç duyulmaz. Kul yalvarıp yakarmaya devam ettiğinde Allah'a kurbiyyete nail olacağını bildirmek için, رَبَّنَا nidası bu duada hazf edilmiştir.
'Kötülüklerimizi örtüp, güzellikleri izhar et. Sözlerimizi affet.
Kabir zulmetini gider.'
Afv, kuldan cezanın düşmesidir; mağfiret, kulu utandırma ve rezil-rüsvay etmekten koruyarak, suçunu örtmektir.
Kul sanki şöyle demektedir: "Senden afv diliyorum. Beni affettiğin zaman, günahımı ört! Çünkü, kabir azabından halâs olmak, ancak onun peşinden utanç azabından da halâs olunduğunda, hoş olur."
Müminin esas düşüncesi, bütün takatı ile çalışmaktır. Bununla beraber yine de acizliğini ve taksiratını kabul eder. Ve Allah'tan ümit kesmez. Daima O'nun af ve mağfiretine nail olmayı bekler.
'Ziyadenin icap ettiği şekilde ihsan eyle. İsraflarımızdan dolayı merhamet eyle. İflasımıza rağmen, mizanımızı ağır eyle. Mesihten (suretlerin değişmesinden) hasiften (yere batırılmaktan), garktan (boğulma azabından) bizi muhafaza eyle. Diriliş gününün dehşetinden bizi kurtar.'
Zikredilen bu af talebi, öncesindeki 'mağfiret' ile aynı gibi gözükse de, aslında burada tekrar yoktur, Af, günah-ı kebaire, mağfiret küçük günahlara racidir.
Birincisi cismanî, ikincisi ise ruhanî bir azâbtır. Kul her ikisinden de kurtulunca, mükâfaat istemeye yönelir.
Af ve mağfiret talebi, merhamet talebinden önce zikredildi. Çünkü tahliye (temizlik), tehliyeden (süslemeden) önce gelir.
Af, mağfiret, merhamet...
Bir kul günah işler ve: ‘Allah'ım! Benim günahımı bağışla!’ der. Allahu Teâlâ da: ‘Kulum günah işledi, kendisini hem affedecek hem de sorumlu tutacak bir Rabbinin bulunduğunu bildi.’ buyurur. Kul dönüp tekrar günah işler ve: ‘Allah'ım! Beni bağışla!’ der. Allahu Teâlâ’da: ‘Kulum günah işledi, hem affedecek hem de sorumlu tutacak bir Rabbinin bulunduğunu bildi.’ der. Kul tekrar dönüp günah işler ve: ‘Rabbim! Günahımı bağışla!’ der. Allahu Teâlâ da: ‘Kulum günah işledi, affedecek ya da sorumlu tutacak bir Rabbinin bulunduğunu bildi. Haydi, istediğini yap! Ben seni bağışladım.’ buyurur." Hadis-i Şerif, Buhari
Ashabdan biri bir çocukluk hatırasını anlatırken demişti ki:
- Çalılıkta dolaşırken bulduğum bir kuş yuvasından yavruları alıp koynuma koymuştum. Tam bu sırada yavrunun anası başımda dolaşmaya başladı, acıdım, yavruları bırakmak için ihramımı açmaya çalıştığım sırada kuş hemen koynumdaki yavrusunun yanına daldı, kanatlarını yavruları üzerine gerip kollamaya başladı.
Efendimiz sordu:
- Bu annenin yavrusuna bu kadar acıması sizi hayrete mi düşürdü? Hiç şüpheniz olmasın Allah'ın kullarına acıması, bu annenin acımasından fazladır.
Merhametli kişilere Allah merhamet eder. Yerdekilere merhamet ediniz ki gökte olan da size rahmet etsin. Hadis-i Şerif
Muaz b. Cebel (ra) anlatır: Allah Resulü bir sohbeti sırasında şöyle buyurdu:
- Eğer isterseniz, Kıyamet Günü'nde Allah'ın mü'minlere soracağı ilk soruyu ve mü'minlerin vereceği ilk cevabı size açıklarım.
- Evet, isteriz ya Resulallah! dedik. Şöyle buyurdu:
- Allah mü'minlere soracak: Bana kavuşmayı sevdiniz, istediniz mi? Onlar da "Evet istedik Ey Rabbimiz!" diyecekler.
- Bana kavuşmayı niçin sevdiniz?
- Affını, bağışlamanı ümid ettik.
- Siz bağışlamamı ümid ettiniz, öyleyse artık sizi bağışlamam gerekli oldu.
✽ ✽ ✽
Birisi bir hayvanın ayağına batmış olan dikeni çıkarmıştı. Vefatından sonra Allah dostlarından bir zat, o kimseyi rüyada gördü. Baktı ki cennet bahçelerinde geziniyor ve şöyle diyordu:
‘O hayvanın ayağından çıkardığım bir diken yüzünden, benim için ne güller bitti.’
✽ ✽ ✽
'Sen bizim seyyidimizsin, işlerimizi idare edensin, sahibimiz, malikimizsin. Biz senin kulcağızınız.'
'Mevla' kelimesi sözlükte; veli, azat eden, azat edilen, idareci, amcaoğlu, evlilikten dolayı olan akrabalar, komşu, halife demektir.
Bu kelime, kulun son derece huşu ve inkiyâd içinde bulunduğunu; kendisine ulaşan her nimetin sahibinin Allah olduğunu ve elde ettiği her türlü ikramı ve ihsanı O'nun lütfettiğini itiraf ettiğini gösterir.
Allahu Teâlâ'dan istenen mükafatlar iki kısımdır. İlki; cismânî mükâfaat; cennet nimetleri, lezzetleri ve oradaki güzel şeylerdir. Diğeri ise, ruhanî mükaafattır ki bunun da zirvesi, Allah'ın celâl nurlarının tecellisi ve Allah'ın kibriyâsının, yüceliğinin o kimseye inkişâf etmesidir. Bu da, kişinin Allah'ın dışında herşeyden sıyrılarak, tamamiyle O'nun celâl nuruna, istiğrakıyla mümkün olur.
Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın وَارْحَمْناَ "Bize merhamet et!" buyruğu cismanî mükâfatı; اَنْتَ مَوْلٰينَا demesi de ruhanî mükâfatı ve kulun bütün benliğiyle Allah'a yönelmek istediğini gösterir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın اَنْتَ مَوْلٰينَا "Sen Mevlâmızsın " buyruğu, o anda bulunan kimselerin (hâzirûn) yaptığı bir hitâbtır.
Biz bu cihandan geçelim, ol dost iline uçalım
Arzu hevadan geçelim, gel dosta gidelim gönül
'Bize yardım et, işlerimizi idare et.'
Bu duadan maksad, mâsivâya (Allah'tan başkasına) çağıran cismanî güçleri ruhanî-melekî kuvvetlerle kahretmede Allah'tan yardım istemektir. Mevla'nın hakkı kuluna yardım etmektir.
Yine bu dua, müminlerin nihai taleplerinin i'lây-ı kelimetullah (Allah'ın kelamını yüceltmek) olduğunu gösterir.
Allah’ın yardımına erişmenin müsbet ve menfî iki şartı vardır:
1- Müsbet şartı: Allah’a inanmak, emirlerini yerine getirmektir.
2- Menfî şartı: Her türlü zulümden, haksızlıktan çekinmektir. Çünkü Allah (cc), zâlimleri doğru yola çıkarmaz. İnsanı Allah’ın yardımından mahrum eden en kuvvetli sebep, zulümdür.
Peygamber Miraca çıktığında, ona Bakara sûresinin son âyetleri verilmiştir. Bunun üzerine melekler, "Hiç şüphesiz Allahu Teâlâ "Peygamber imân etti" diyerek, sana güzel bir övgüyle ikramda bulundu. Sen O'ndan iste, O'na yalvar yakar.." dediler. Bunun üzerine Cebrail (as), Hz. Peygamber'e nasıl duâ edeceğini öğretti.
Hz. Peygamber de "Ey Rabb'imiz, bağışlamanı dileriz.. Dönüş ancak Sanadır" deyince, Allahu Teâlâ, "Sizi bağışladım!" dedi. Hz. Peygamber, "Bizi muâhaze etme! "deyince, Allah (cc), "Ben sizi muâhaze etmeyeceğim!" buyurdu. Hz. Peygamber "Üstümüze ağır bir yük yükleme" deyince Cenâb-ı Hak, "Ben size katı davranmayacağım" buyurdu. Hz. Peygamber , "Takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme" deyince, Cenâb-ı Hak, "Bunu size yüklemiyeceğim" buyurdu. Hz. Muhammed: "Bizi affet bizi bağışla ve bize merhamet et" deyince, Allahu Teâlâ da, "Muhakkak ki sizi affettim, sizi bağışladım, size merhamet ettim ve kâfir toplumlara karşı da size yardım ettim" buyurdu.
Hz. Muhammed bu şekilde duâ ederken, melekler de "Amîn" diyorlardı.
✽ ✽ ✽
Babası; Ebu İshak Şehriyar Kazenuri (ks)’ye:
‘Sen fakir bir kişisin, gelen her misafiri ağırlama gücüne sahip değilsin, sonra bu işte acziyet göstermiş olmayasın’ demiş, ama şeyh hiçbir şey söylememişti. Derken Ramazan ayında misafir bir cemaat geldi, evinde de hiçbir şey yoktu, akşam yaklaşmıştı, aniden bir kişi içeri girdi, bir yük ekmek, muz ve incir getirdi ve:
‘Bunu dervişlere ve misafirlere harca’ dedi. Şeyhin babası bunu görünce bir daha onu kınamadı, gönlü rahatladı ve dedi ki:
‘Gücün yettiğince halka hizmet et, çünkü Hakk Teâlâ seni yalnız bırakmayacaktır.’
✽ ✽ ✽✽ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ ifadelerindeki لَهَا ve عَلَيْهَا harfleri arasında tıbak sanatı vardır. Ayrıca 'kesb' ve 'iktisab' fiilleri arasında da tibak vardır. Çünkü kesb hayırda, iktisab şerde kullanılır.
✽ Bu ifade ikili bir mukabele cümlesidir. Mukabele sanatı, iki veya daha fazla kelimenin sırasıyla zikredilip, sonrasında mukabillerinin zikredilmesidir. Mukabele en az iki kelimeden başlayıp, altılıya kadar çıkabilir. Biz bu mukabele sanatını iliklerle düğmelerin karşılaşmasına benzetebiliriz.
✽ Bu ayette de لَهَا ile عَلَيْهَا karşılaşmış, مَا كَسَبَتْ ile de مَا اكْتَسَبَتْ kelimesi karşılaşarak ikili mukabele olmuştur.
✽ Kesb ve iktisab arasında muraat-ı nazır da vardır. İkisi de insanın çalışıp kazanmasını ifade eder.
✽ كَسَبَتْ ile اكْتَسَبَتْ arasında reddül aciz alessadri ve iştikak cinası vardır. Ayrıca cinas-ı nakıstır, başta bir harf ziyade olmuştur.
✽ "اِنْ نَسٖينَا اَوْ اَخْطَأْنَا - Unutur veya hata edersek" cümlesinde şartın mazi gelmesi, kesin olacağına işaret içindir.
✽ نَسٖينَا ile اَخْطَأْنَا arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ " رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَا اِصْراً كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِنَا " Bu cümle, önce geçen dua cümlesi üzerine atıftır. Arada 'Rabbena' nidasının tekrarı, yakarışı daha fazla tebarüz ettirmek içindir. İtnabtan, mübalağa nüktesi için iygal ve terdittir.
✽ إِصْر Kaldırması zor mükellefiyetler, anlamında istiaredir. 'Mükellef kılma' yerine de لَا تَحْمِلْ عَلَيْنَا 'Üzerimize yükleme' kelimesi kullanılmış, istiare-i temsiliye olmuştur. Sanki kul bir köle, Allahu Teâlâ kölenin efendisi, Allah'ın kuluna emrettikleri, efendisinin, taşıması için kölenin sırtına yük yüklemesine benzetilmiştir. Kul ile kölenin camisi; mecbur olması, taşımamaya hakkının olmaması, emredilen neyse yapmak zorunda olmasıdır. Yük ile mükellefiyetlerin camisi; zorlaması, nefsin ağırına gitmesidir.
✽ لَا تَحْمِلْ ile حَمَلْتَ arasında tibak-ı icab vardır.
✽ 'Bizden öncekiler' sıfatlı kinayedir. İsrailoğulları ve diğer kavimler kastedilmiştir.
✽ 'Bizden öncekilere yüklediğin' ayrıca sıfatlı kinayedir. Onlara verilen mükellefiyetler kastedilmiştir.
✽ " رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِهٖ " cümlesi, önceki duanın tekrarıdır. Ancak burada 'Isr' mübalağalı olarak 'Güç yetmeyen' şeklinde tasvir edilmiştir. İstiare-i muraşşaha ve teşbih-i tenasidir.
✽ لَا تُحَمِّلْ ile لَا تَحْمِلْ arasında cinas-ı muharref vardır. Yazılışları aynı, harekeleri farklıdır.
✽ لَا تُؤَاخِذْنَا ile لَا تُحَمِّلْنَا arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ وُسْعَهَا ile طَاقَةَ َ kelimesi arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ 'Bizi affet, bizi bağışla, bize yardım et' fiilleri arasında muraat-ı nazır ve vasıldan tezayuf vardır. İtnabtan tefridir.
✽ اَنْتَ مَوْلٰينَا lazım-ı faide-i haberdir.
✽ Lazım; Sen bizim Mevlamızsın, melzum; biz senin dostunuz. Dost dosta yardım eder, yardımını istiyoruz.
✽ Cümlenin başında atıf harfi gelmedi, kemal-i ittisal ile fasıl oldu.
✽ " فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرٖينَ " cümlesinde الْقَوْمِ الْكَافِرٖينَ kelimelerinin ال ile gelmesi ahd-i harici, cins ve istiğrak ifade eder. Her kafire karşı, her zaman bize yardım et.
1- Elif Lâm Mîm
Surenin ilk sebeb-i nuzulü, Medine’ye gelen Necran Hristiyanlarının mücadelesi olduğundan, heca harfleriyle başlangıç yaptı, kitabı yalanlayanlara bu harflerle meydan okudu.
Kuran’ı en çok yalanlayan müşrikler ve Arap Hıristiyanlardır. Arap beldelerinde yaşayan ve Arapça konuşan Yahudiler lisan ehlinden sayılmaz, onların içinde Arapçadaki belagati anlayan nadir bulunur.
Baştan itibaren ‘Allah (cc) Adem’i ve Âl-i İmrân’ı alemlere üstün kıldı’ (Âli İmrân, 33) ayetine kadar olan ayetler, surenin nüzul sebebini açıklayıcıdır, bu sebeple de beraati istihlaldir.
«Enellâhu Allâhu», yani Allahu Teâlâ benim. Benden başka ilâh yoktur, demektir.
Üç harftir, üç mânaya delâlet eder.
Elif ene´ye -ki ben demektir-, lam Allah´a, mim, âlem kelimesine işaret etmektedir. "Ben alemlerin ilahıyım" demektir. İbn Abbas
Kur´ân-ı Kerim Arap lisanı üzere indiğinden Araplar bazen bir harf söylerler, bundan bir kelime kast ederlerdi. Kur´ân-ı Kerim´in özelliklerinden biri de budur. Söylenen bir harfin çok mânası vardır. Sûrelerin başındaki bu gibi harflere "Huruf-u mukattaa" denilir. Bu harflerle neyin kast edildiğini ancak Yüce Allah bilir.
• "Elif, lam, mim" yemindir. İmam Kelbi.
• Elif Allah´a, lam Cebrail´e, mim Muhammed´e işarettir.
• Bu üç harfin her biri Allah´ın adlarından birinin anahtarıdır.
Elif, Allah adının, lam, Lâtif adının, mim, Mecid adının anahtarıdır.
• Allahu Teâlâ indirdiği surenin içinde ne kadar ahkâm kıssası varsa başındaki harfleri ona işaret olarak koymuştur. Bütün harflerden mâna çıkar. Fakat bunu peygamberler ve velilerden başkası bilmez, Peygamberler nübüvvet nuruyla, velîler de velayet nuruyla bilirler.
• Bu harfler dünyanın sonunu veya başka bazı önemli olayları gösteren belli tarihlere işaret eden sembollerdir. Ebced hesabında her harfe belli bir rakam verilmiştir. Bu harflerin karşılığı olan rakamlar, tarihi belirlenen olayı gösterir.
• Bu harfler, insanların dikkatini, ayetlere çekmek içindir. Çünkü müşrikler, Resulullah Kur'an okuduğunda gürültü, patırtı çıkarıyor ve başkalarının onu dinlemesini engellemeye çalışıyorlardı. Bu sözler onların alışmadığı bir üslup olduğundan dikkatlerini çekiyordu. Çünkü bu harfler onların kullandığı kelimelerden değildi. Belli bir anlamları yoktu. Açık bir kapsamları da bulunmuyordu. Bu nedenle onlar için de merak konusu oluyor, ardından gelen sözlere de kulak veriyorlardı.
• Allahu Teâlâ Kuran'ın bir beşer kelamı olmadığını bildirdi. 'Eğer buna inanmayan varsa bir surenin benzerini getirsin' teklifi ile insanlara meydan okudu. Bir tek suresini yapmaktan aciz kaldıkları bu Kuran'ın bilinmeyen harflerden değil, bildikleri harflerden oluştuğunu, Kur'an'ın hammaddesinin ellerinin altında olduğunu hatırlattı. 'Eğer siz onunla boy ölçüşmek istiyorsanız işte harfler önünüzde, dilediğiniz gibi, bir tek sure de olsa bir benzerini yapınız.'
Bu; en etkili meydan okumadır. Bir mühendisin kendisine kafa tutan birini, tamamen geometrik şekilde yaptığı güzel bir binanın önüne getirip 'Sen bunun bir benzerini yapabilir misin?' der gibi yüzyüze bir karşılaştırmadır. Sen bu sanatı çokça yapsan da bu büyük eser karşısında acizliğini itiraf edecek ve bu sanatın metodunu bilmediğini itiraf etmek zorunda kalacaksın, demektir.
Bu harfler, inkarcıya karşı 'İşte malzeme yirmi sekiz harf, sen ustalığını göster. Bir ayetin mislini getir bakalım!' demektir.
2- Allah (cc), O’ndan başka ilâh olmayan, ölümsüz hayata sahip, bütün varlıkları ayakta tutan ve onları gözetip durandır.
Tevhidin kemali, her işi Allahtan bilmektir. Bunun alameti hiçbir surette kimseye kızmamaktır. Hakiki tevhid ehli vasıtaları görmezler.
Tevhidi yüreğine yerleştirmiş bir müminin bazı alametleri vardır:
- Bütün Müslümanlara şefkat besler.
- Müminlerin problemini kendi problemi gibi görür.
- Onların iyiliği için gayret gösterir.
Tevhidden uzak nifak dolu bir kalbin sahibi ise, hem gizliden hem açıktan Müslümanlara karşı hınç doludur.
Bu neticeden tevhidin ne kadar yüce olduğunu anlıyoruz. ‘İmansız paslı yürek sinede yüktür’ sözünü ne kadar güzel söylemişler. Bütün faziletler, meziyetler imanda, bütün rezillikler, sahtelikler inkardadır.
Allah ezeli ve ebedi olarak diridir. Üzerinden yokluk geçmemiştir. Onun için bir yaratıcıya muhtaç değildir. Zamandan, mekandan önce diri olduğu için zamana, mekana, imkana muhtaç olmayan vahid-i ehaddir.
Yine ezeli ve ebedi olarak Kayyum’dur. O; ‘kıyam bi nefsihi’ sıfatıyla muttasıftır. O'nun hayatı, yemeye, içmeye, havaya, suya, bakıma, idareye ve hiçbir şeye muhtaç değildir. O; Zatıyla kaim, bütün noksanlıklardan münezzeh Kadir-i mutlak’tır.
Her şeyi O yaratmış, düzene koymuş, miktarlarını, hayat ölçülerini tanzim etmiş, hayatlarını, varlıklarını idame için gereken her şeyi vermiştir. Kayyum sıfatıyla bütün alemlerin direksiyonu O’nun elindedir. Her şeyi idare eden, yaşatan, öldüren, hatta ağlatan, güldüren O’dur. O; kara taşın üzerinde kara karıncayı görüp, ayak sesini duyan, rızkını temin eden Zat-ı Zülcelaldir.
Bir masayı yapan usta yaptığı masaya benzemediği gibi, O da yarattığı hiçbir şeye benzemez. Çünkü O cisim değildir.
'Allah' dediğimizde, bütün alemlerin Rabbi, mülkünde ortağı olmayan, eşi ve benzeri bulunmayan Zat-ı Kibriya'yı hatırlarız. Bizim hayata mazhar oluşumuz O’nun rahmetinin eseridir. Zamanı, mekanı vücuda getiren, bütün eşyayı icat eden Allah’tır. Bir lahza alemi kendi haline bırakacak olsa gökler, yerler birbirine geçer, yıldızlar kar taneleri gibi dökülür ve geride hiçbir şey kalmaz.
Güneş binlerce senedir kainata ışık tutmakta, dünya onun etrafında dönmekte ve fakat onun sıcaklığı hiç eksilmemektedir. Ya şu ırmakların suyu nereden gelmektedir? Binlerce senedir Nil nehri aynı heybetle akıp gidiyor. O su devamlı yaratılmasaydı Nil’in akması mümkün olur muydu?
Bir lahza, bir nefes yoktur ki, insanlar ve diğer mahluklar Allah (cc)’ın nimetlerine, keremine mazhar olmasın. Allah toprakta taneler yarattığı gibi, o taneleri kırıp öğütecek dişler de vermiştir. Ya midedeki o harika fabrika? Yediğin bir lokma, hangi makinelerden geçip kan haline gelmektedir?
Bir damla suyun insan olarak varlık bulması ve o insanın hayat bulunca kendisini yarata sonsuz kudretini tanımaması, tanımak da istememesi ne büyük bir felaket...Gerek özel ismi, gerek şahıs ismi olan ‘Allah’ yüce ismi ile yine Allah’tan başka hiçbir ilah anılmamıştır. ‘O’nun adını taşıyacak bir başkasını bilir misin?’ (Meryem, 65) Onun adaşı yoktur. Bundan dolayı Allah (cc) isminin ikili ve çoğulu da yoktur. Ancak Zatının isimlerinin birden fazla olması caizdir.
Allah (cc), yoklara varlık, fânilere hayat vererek, mahlukatı nimetleriyle kuşatan fazl-ı kerem sâhibidir. Mahlûkat üzerine akıp taşan sayıya gelmez, tenâhi kabul etmez nimetler, ancak O’nun ihsânı, ikrâmıdır. O nimetlerin bir zerresinde Allah'tan başka kimsenin hakkı yoktur. Allah (cc) insanları, ihtiyaç denilen görülmez, tutulmaz iple birbirine bağlamıştır. Her insan, başka insanlara muhtaçtır, tek başına yaşayamaz. Onun için her nimetin ele geçmesinde, insanlar birbirine yardımcı, vâsıta, bir sebep, bir mecrâ olabilirler. Fakat hiçbir zaman, hiçbir nimetin hâlıkı ve sâikı olamazlar. Nimeti yaratan da Allah’dır, sevk eden de... Allah’ın sayısız nimetlerinden daha büyük nimeti şudur ki, insanlara bu fâni nimetleri, bâki nimetlerle değiştirme yollarını bildirmiştir.
Gâfil insan! Allah’ın senden başka nice kulları var. Öyleyken O, seni görüp gözetme işini, sanki senden başka kulu yokmuş gibi yerine getirmektedir. Sen ise, O’ndan başka tutanın ve gözetenin yok iken, seni bırakıverdiği sûrette, güyâ elinden tutacak, hayatını kurtaracak başka hâmilerin varmış gibi, O’nun kulluğunda tembellik edip gevşeklik gösteriyorsun...
Özde, sözde, dilde, seste Allah bir!
Yer ettikçe can kafeste Allah bir!
Böyle geldik böyle gitmez dileriz
İlk nefeste, son nefeste Allah bir!
‘El-Hayyü’l-Kayyum’ ifâdesi, Allah'ın ‘illiyet’ yoluyla müessir olduğu vehmini ortadan kaldırmıştır. Çünkü ‘Hayy’ en üstün derece, aktif ve faal demektir.
Allah (cc) ‘El-Hayyu’ ismiyle kendisinin âlim, kâdir olduğuna; ‘El-Kayyum’ tavsifiyle de, bizâtihi kâim ve kendisinin dışındaki varlıkların da mukavvimi olduğuna delâlet etmiştir. Allah (cc), bütün mevcudâta nisbetle Kayyum ve Hayy’dır.
"Hayy" çok faal, en üstün derecede idrâk sahibi, ölümsüz, diri olan' dır. O, asla ölmez; dâima hazır ve nâzırdır. Mahlûkâtının hayatını veren O’dur. O olmasaydı, hayattan zerre kadar eser görülmezdi.
Hayy, hiçbir başlangıçtan başlamayan ve hiçbir nihâyet ile son bulmayan ezelî ve ebedî hayatın ta kendisidir. İnsana hayatını kazandıran O old uğu gibi insanın hayatını sürdüren de O’dur. Yâni hayatı boyunca Allah onunla beraberdir. Hayat veren, hay atını sürdüren ve sonunda onun hayatına son verecek olan da yine Allah’tır. En sonunda öldürdüğü bu insanı yeniden diriltecek olan da O’dur.
Hakiki hayat, Allah’a (cc) mahsustur. Allah’ın hayatı, ilim ve irâdeye mebde olan ezeli bir sıfattır. Kayıtsız şartsız herşeyi bilen ve her şeye gücü yeten, ekmel bir hayattır. Her şeyi görür, işitir, bilir, istediği gibi yapar.
Allah’ın 'hayy' oluşu, mahlukatın hayatta oluşundan farklıdır. O hayat, her canlının hayatına eşlik eder, zaman mefhumundan tamâmen uzaktır. O (cc) kâmil anlamda ‘hayy’ dır. Ne zâtında, ne sıfatlarında yokluğu kabul etmez. Allah mutlak olarak Hayy’dır, mahlukatın hayatı ise mukayyettir.
Eşya başlıca ikiye ayrılır:
1-Araz ve vasıflar gibi mekana muhtaç olup kendi nefisleri ile kaim olmayanlar.
2-Mekana muhtaç olmayan ve kendi nefsi ile kaim olanlar: Cevher gibi… Ancak cevher her ne kadar kendi varlığı ile kaim ise de, mahalle (mekana) muhtaç değilse de, kendinde bulunması şart olan bazı şeylerden hali değildir. Bu itibarla ona ‘kendi nefsi ile kaimdir’ diyemeyiz. Çünkü o, mahalle muhtaç değilse de kıyamında başkasına muhtaç olmak durumundadır.
Kendi zatıyla kaim olmasında hiçbir yere, hiçbir şeye muhtaç olmayana ‘kaimun binefsihi mutlaken’ denir. Kendi nefsi ile kaim olmasında hiçbir şeye muhtaç olmayan, bununla beraber her mevcut kendi sayesinde ayakta durabilen, O’nsuz eşya için varlık tasavvur edilemeyene de ‘Kayyum’ denir. Çünkü O’nun kıyamı kendi zatı ile olduğu gibi her şeyin kıyamı da O’nunla olmuştur. İşte bu vasıf ancak Allah (cc)’a layıktır. Kulun da bu vasıftan hazzı, Allah (cc)’tan başkasından müstağni olduğu kadardır.
"Kayyûm" O'nun kendi zatıyla kaîm olması; mahlukâtın, yaşantılarında muhtaç olacakları gece ile gündüzü, sıcak ile soğuğu, rüzgâr ile yağmuru ve kendisinden başka hiç kimsenin kadir olamayacağı ve sayamayacağı nimetleri veren, bütün mahlûkatın işlerini, ecellerini ve rızıklarını tedbir eden, yöneten demektir.
Allah (cc), yaratmak ve rızıklandırmak sûretiyle mahlûkâtının yönetimini üstlenmiştir.
Allah’ın bir mekânda ve bir cihetle olmadığı sâbit olunca, O’nun uzuvlara sâhip olması, hareket ve sükûn hâlinde bulunması da imkânsız olur. Bir mahalle hulûl etmiş olan, o mahalle muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan ise, zâtıyla kayyum olamaz. Meselâ çocuğun koruyup gözeticisi, bir an çocuktan gâfil bulunsa, çocuğun bakımı, güvenliği aksar. Allah (cc) ise, sonradan meydana gelmiş, yaratılmış bütün varlıkların kayyimi, bütün mümkünâtın kayyumudur.
Allah (cc) lizâtihi nefsiyle kayyum olduğundan Zâtıyla âlimdir., O’ndan başka herşey muhdestir (sonradan meydana gelmiştir.) Her şey Hakk ile kâimdir.
İnsanın rûhunda ve rûhun cesetle olan alâkasında pek çok sırlı incelik vardır. Rûh, cesedin bütün zerrelerine, hücrelerine, en ince elyafına kadar hayat ve intizam serper; bu sâyede vücuddan çekici bir güzellik, zindelik ve sıhhat fışkırır. Ceset, her an rûhun bu feyz ve inâyetine muhtaçtır. Bu kesilirse, çirkin ve müstekreh bir hâle gelir.
İşte her zerreyi ayakta tutan ilâhi irâde de bir kesilse, her şey kökleri kesilmiş ağaçlar gibi devrilir gider.
Allah (cc); vâliler, hükümdarlar yaratan ve bütün varlığı idâre eden biricik ve en büyük vâlidir. Allah (cc) öyle bir vâlî-i âzâmdır ki, bütün kâinat daha yaratılmadan önce O’nun kudret ve tasarrufu altında idi ki, tek bir emirle yokluktan varlığa çıkardı. Vakti gelince her şey ancak O’nun kudret ve tasarrufunun tesiriyle belirir ve ancak O’nun terbiye ve irâdesiyle gelişir. Yine vakti gelince ancak O’nun irâdesiyle ölür ve herşey öldükten sonra da O’nun kudret ve tasarrufu altındadır ki, onları yeniden diriltir.
İnsan, Allah'ın kayyûmiyet tecellisinin bir an kainattan çekiliverdiğini düşünse, tasavvur edebildiği miktarı –ki bu çok cüzîdir- o kadar korkunçtur ki, başları döndürmeye, akılları hayrete düşürmeye kâfidir. Bu muammâlar karşısında, Allah’ın Kayyum sıfatı sâyesinde kalpler huzur bulur.
Âyinedir şu alem, her şey Hakk ile kâim
Mir'at-ı Muhammed'den Allah görünür daim
Rasûlüllah bu isimlerle duâ etmiştir. Hz. Ali şöyle anlatır: Bedir Günü Efendimizin yanına gittim. Secde halindeydi, şöyle dua ediyordu: ‘Ya Hayyu! Ya Kayyûm!’
Defalarca gidip geldim. Her defasında Efendimiz'i bu şekilde dua ederken gördüm. Bu isimlere başka bir kelime eklemiyordu. Allahu Teâlâ fethi müyesser kılıncaya kadar hep bu şekilde dua etti.
Resûlûllah’a bir üzüntü ve keder geldiğinde; ‘Yâ Hayy yâ Kayyum olan Allah’ım! Senin rahmetinle Senden yardım istiyorum’ derdi.
Bir hadiste de, şu duâyı yatağa girerken üç defa okuyan kimsenin günahlarının, denizin köpüğü kadar çok olsa bile, af edilebileceğini bildirmiştir: “Ben kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, “Hayy”, ezelî ve ebedî diri “Kayyum”, herşeyin mutlak hakimi olan Allah’tan bağışlanmamı diliyor ve O’na tevbe ediyorum.”
Hz. Peygamber bazen duâlarında “Kayyum” ismini kullanmıştır. “Allah'ım hamd, sana mahsustur. Sen yerleri ve gökleri idare edip, ayakta tutan (Kayyûmsun).”
Zeyd b. Sabit (ra) uykusuzluğa tutulmuş ve bu hastalığından Efendimiz'e bahsetmişti. Rasulullah kendisine şu duayı okumasını tavsiye buyurdu: اللَّهُمَّ غارَتِ النُّجومُ، وهَدَأَتِ العُيُونُ، وَأَنْتَ حَيٌّ قَيُّومٌ لَا تَأْخُذُكَ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ، يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ، أَهْدِئْ لَيْلِي، وَأَنِمْ عَيْنِي
"Ey Allahım! Yıldızlar battı, gözler sakinledi, (ve yumuldu) Sen hayy ve kayyûmsun. Seni ne bir uyuklama tutabilir ne de uyku. Ey Hayyu Kayyum, gecemi sakin kıl, gözlerimi uyutuver."
Zeyd b. Sabit (ra) duayı okuyunca Allahu Teâlâ kendisinden o hali giderip şifa verdi.
Hz. İsa ölüleri diriltme mucizesini gösterirken bu isimlerle dua eder, ‘Ya Hayyu, ya Kayyum’ derdi.
Deniz yolculuğu yapan kişi, batma tehlikesinden korktuğu zaman ‘Ya Hayyu Ya Kayyum’ diye dua etmelidir.
324 kere ‘Hayy’ ismini okumaya devam edenin, kalbinde tevhid nûru parlar, rızkı artar, sıhhati devam eder.
Kulun bu isimden nasibi, Allahu Teâlâ dışındaki masivadan müstağni olması miktarıncadır.
Her gün kırk kere hulusi niyetle 'Yâ Hayyu, Yâ Kayyum, Lâ ilâhe illâ ente es'elüke entuhyiye kalbî bi nûri mârifetike ebeden' diyenin kalbindeki heva kaybolur.
✽ Kelam, haberin önemine binaen hükmü takviye için haberi fiil cümlesi olan müsnedin ileyhle başlamıştır.
✽ Cümlenin özel isimle başlaması, kalplere korku bırakmak içindir.
✽ ‘لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ’ cümlesi müşriklere ve hassaten Hıristiyanlara reddiye için hal veya itiraz cümlesidir.
✽ Kasrı sıfat alel mevsuftur. Allah'tan başka tüm ilahları reddeden kasrı kalp ve kasrı hakikidir.
✽ ‘Hayy ve Kayyum’ sıfatları uluhiyette tek olduğunu, O’ndan başkasının buna ehil olmadığını bildirir. (Müsnedin mevsuf oluşu tahsis ve tekit içindir.)
✽ " الْحَيُّ الْقَيُّومُ " arasında و atıf harfi getirilmedi, birleştirmeye gerek olmayacak kadar yakın oldukları için, kemali ittisal ile fasıl oldu. Yani diri olanın muhakkak kaim, ayakta olması gerektiğine işarettir.
3- Sana kitabı hak ile indirdi, öncekileri tasdik edici olarak Tevrat’ı ve İncil’i de indirdi.
‘Önceki kitapları tasdik eden kitabı sana indirdi. İncil’i, Tevrat’ı da indirdi’ buyuran Rabbimiz idmaç sanatıyla gönderdiği semavi kitapları umumi olarak, Kuran, Tevrat ve İncil’i hususi olarak zikredip, hepsini de ‘Hak’ olmakta cem etti.
Ayrıca, ‘sana gelen Kuran önce gelen kitapları, Yahudilerin Tevrat’ını Hıristiyanların İncil’ini tasdik ederken neden ehli kitap sana inen Kuran’ı tasdik etmiyorlar?’ zımnında bir tarizdir.
‘Bütün semavi kitapların kaynağı bir. Semanın ve arzın Rabbine inananın, Onun gönderdiği Tevrat’ı, İncil’i kabul edenin yine O’nun gönderdiği Kuran’a inanması gerekmez mi?’ şeklinde mantık yollu bir kelam. Akıl sahiplerini insafa davet ediyor: ‘Siz neyin peşindesiniz? Kitaba inanıp da, kitabı gönderene mi inanmıyorsunuz? Yoksa kitabı gönderenin gönderdiği elçiye mi inanmıyorsunuz? Yoksa imanınıza haset, kin, kibir, taassup gibi zulüm mü karıştırıyorsunuz? Bu tavrınız niye?’
Dilediği zamanda, dilediği mevkiye, lüzumuna, ihtiyacına göre yağmur indiren Mevla, ruhların gıdası olan vahyi de takdir ettiği zamanda, takdir ettiği mekana indirmiştir. Nasıl ki yağmuru sorgulamaya gücünüz ve hakkınız yok; O'nun kitaplarını da sorgulamaya hakkınız yok. O istediği zamanda, istediği Resulüne, istediği vahyi indirir. Bunu sorgulamak kimsenin hakkı değildir. Bu cahilce cüret ancak sahibinin ahmaklığını, kibrini, inat ve küfrünü ortaya koymaktan başka bir işe yaramaz. O’nun tulû ettirdiği güneşe, aya müdahaleye kimin gücü yetiyor ki, indirdiği vahye, getirdiği hükme güçleri yetsin? Kim güneşi üfleyerek söndürebilir?
Burada geçen Kitap’dan maksat Kuran’dır. Kur'an-ı Kerim cins isimle 'el kitab' kelimesiyle ifade edildi. Bu, Kur'an-ı Kerim’in kemaliyle diğer bütün kitapların hepsinden üstün olduğunu ilan eder. Sanki 'Şimdi sadece Kur'an kendisine kitab adı verilmeye layık bir kitaptır' demektir.
'Tenzil' indirilme, Kur'an-ı Kerim’in dünya semasından yeryüzüne indirilmesidir.
Kur'an ı Kerim’in iki türlü indirilmesi vardır:
1- İnzal: Kur'an-ı Kerim’in Levh i Mahfuz’dan Ramazan-ı Şerif ayında kadir gecesi dünya semasına hepsinin birden indirilmesi.
2- Tenzil: Kur'an-ı Kerim’in dünya semasından parça parça yirmi üç yıl kadar bir süreyle Efendimiz’e indirilmesidir.
“Hak ile” haberlerinde sıdk ile, açık delille, adaletle indirdi. Allah indinde hüccet-i katıa, kati hüccet, demektir.
Kuran haktır;
• Geçmiş ümmetlere dair ihtiva ettiği haberler konusunda sadık ve doğrudur.
• Onda bulunan va'ad ve vaîdler, mükellefi hak yola sevkedip, bâtıl yollara sülük etmekten men eder.
• O, hezl (şaka) değil, hak ile bâtılı birbirinden ayıran gerçektir.
• Allahu Teâlâ'nın mahlukatı üzerindeki hakları ile insanların bir-birleri ile olan münasebetlerindeki hakları bildirir.
• Kur'ân'da, birbiriyle çelişen bozuk mânâlar yoktur.
✽ ✽ ✽
25 yaşında iken dünyanın en genç profesörü olan ve Moskova Beyin Araştırmaları Enstitüsü tarafından dünyanın en zeki insanı ilan edilen Prof. Dr. Nadia Camukova, “Zevk alarak tekrar tekrar okuduğum tek kitap Kur'an'dır” dedi.
Camukova, konuşmasının sonunda sorulan “Dindar mısınız?” sorusuna, “İnanacak kadar zekiyim. Yaratılışa inanıyorum. İnanmıyorum diyen insanlar kısa vadeli inançlarla yaşarlar aslında” şeklinde cevap verdi. Prof. Camukova şunları söyledi:
“Her gün bir kitap okumaya çalışıyorum. Marks'ın Das Kapital'ini 4 yaşında okudum. Kur'ân'ı da aynı yaşta okuyup ezberledim. Okuduğum bir kitabı ikinci kez okumam ama zevk alarak tekrar tekrar okuduğum tek kitap Kur'ân'dır. Her 20 günde bir okurum."
✽ ✽ ✽
“Kur'ân-ı Kerim, peygamberlerin (as) kitaplarıyla, Allah (cc)'dan haber verdikleri şeyi tasdik eder" demektir.
Kur'ân Allah'tan başkası tarafından olsaydı, diğer kitaplara muvafık olmazdı. Zira Hz. Peygamber , hiçbir âlimle bir araya gelip görüşmemiş, hiç kimseye talebelik yapmamış ve hiç kimseden birşey okumamış bir "ümmî" idi. Bu da Kur'an-ı Kerim'in sahih olduğuna ayrı bir işarettir.
Allahu Teâlâ bütün peygamberleri, zâtını bir tanımaya, imâna, O'nu kendisine yakışmayan şeylerden tenzih etmeye; adalet, ihsan ve dinî hükümlerle emretmeye davet etmek için göndermiştir. Kur'ân-ı Kerim, bütün bu hususlarda o kitapları (tahrif edilmemiş şekliyle) tasdik etmektedir. Kur'an ve öncesindeki kitaplar bir mişkattan çıkmıştır, birbirini tasdik ederler.
Kuran’dan önce indirilen kitaplar son derece aşikar olduğu için “onun önündekileri” diye vasfedilmiştir. (Tecessüm sanatı)
Kur'ân’ı Kerim, kendisinden önceki hükümlerin birçoğunu neshetmesinin yanında, aynı zamanda kendinden önceki kitapları tasdik de eder. Önceki kitaplar, Kur'ân ve O'nun peygamberi olan Hz. Muhammed'i müjdelemiş, hükümlerinin Hz. Muhammed gönderilinceye kadar geçerli olup, Kur'ân inince nesholacağını bildirmişlerdir. Böylece Kur'ân, onları bu hususta tasdik etmiş olur.
Kur'an hakkında akılsızların öne sürdükleri iddiaların en yaygınlarından birisi de, Hz. Muhammed'in, Kuran'ı Tevrat ve İncil'den esinlenerek yazdığı yalanıdır. Bu, hayali iddianın temeli ise Kuran ile Kitab-ı Mukaddes arasındaki bazı benzerliklerdir.
Benzerliklerin bulunması son derece doğal bir durumdur. Çünkü hepsi tahrif edilmemiş halleriyle Allah'ın sözüdür, hepsinin mesajı aynıdır. Allah'ın varlığı, birliği, sıfatları, ahiret inancı, iman edenlerin, inkar edenlerin, münafıkların özellikleri, geçmiş ümmetlerin durumu, emredilen ve nehyedilen hususlar, ahlaki ölçüler hiçbir devirde köklü olarak değişmeyen gerçeklerdir. Kendinden önceki kitapları doğrulama özelliği sadece Kuran'a değil, diğer hak kitaplara da verilmiştir. Hz. İsa'ya gönderilen İncil de, kendisinden önce Hz. Musa'ya indirilen Tevrat'ı doğrulamaktadır.
Kuran'la önceki kitaplar arasında birtakım konu ve içerik benzerliklerinin bulunması Kuran'ı Peygamberimizin yazdığını değil, tam tersine önceki bütün semavi kitapların aynı kaynaktan geldiğini, yani Allah'ın sözü olduğunu kanıtlar. Hz. Muhammed, hayatında Tevrat'ı veya İncil hakkında bilgi sahibi olmuş değildi. Daha önce bu kitapları okumaması, yazmaması, bir inceleme, hazırlık ya da çalışma yapmaması, kavminin de yakından şahit olduğu bir gerçekti. Bu konuda hiç kimsenin bir şüphesi yoktu. Öyle ki Kuran'da, inkarcılar için de çok açık ve bilinen bir gerçek olan Peygamberimizin bu özelliği, onlara karşı bir kanıt olarak belirtilmiş, ilahi kitaplar hakkında bilgisi olmayan ve bu dinlere mensup olmayanlar için kullanılan "ümmi" ismi kullanılmıştır. (Araf Suresi, 157)
Kur'an-ı Kerim öyle bir kitaptır ki; bütün üsluplarıyla Rabbimizin biz kullarına sevgi, şefkat, muhabbet ve mürebbiliğini daima hissettirir. Yarattığı kulların ilim seviyesi, yaşadıkları çağ birbirinden farklı olmasına rağmen bütün insanlığa aynı anda hitap eden, mucize bir kitap, sırlar hazinesi bir hitaptır.
Öyle muazzam, öyle güçlü, öyle kapsamlı bir kitaptır ki, akıl ve duygulara aynı anda hitap eder. Muhatabın durumlarını asla göz ardı etmez. Öyle eşsiz bir kitaptır ki, kelime ve ayetlerinde lafız-mana birliğine, kendine has ses uyumuna, zevki okşayan terennüme sahiptir.
Şiir ölçülerine girmediği halde kelimeler manaya en uygun tarzda ve sayıda seçilmiştir. Şiir değildir ama şiirden çok üstündür. Onun kendine has solmaz, pörsümez, benzersiz, bedii bir üslubu vardır.
Ayetlerin nüzulünde zaman uzamasına rağmen, ayetler ve sureler arasında mükemmel bir mana birliği vardır. Aralarında asla ihtilaf, zıtlık söz konusu değildir.
Lafızları, manaları, üslupları eşsiz benzersiz, dibi görünmeyen derya olmakla beraber, kolaymış gibi görülebilen sehl-i mümtenidir.
Alimlerin benzetmesiyle; tepeden tırnağa hikmet meyveleriyle bezenmiş mükemmel bir ağaç. Herkes boyuna göre yetişebildiği yerlerden alıp istifade eder. Üst dallara ulaşamayan alt dallardan, ona da gücü yetmeyen dibinden toplar, rızkını temin eder. "Siz rızkınızı mı yalanlıyorsunuz?" (Vakıa, 82)
Allah’ın (cc) kitabında, yüce âdetlerinden biri de:
♦ Tevhid: Birliğini isbat.
♦ Ahkâm: Emir ve nehiyleri bildirmek.
♦ Kısas: Kıssalar ilimlerini iç içe zikretmesidir.
Bu şekilde mevzûları birbiriyle iç içe anmak en güzel yoldur. Çünkü bir mevzûda devamlı meşgul olmak, yorgunluk meydana getirir. Bir ilimden diğerine geçmek ise, gönlü açar ve kalbi ferahlandırır. Sanki kişi, bir memleketten diğer memlekete; bir bostandan diğer bir bostana; veya lezzetli bir yemekten diğer leziz bir yemeğe geçmiş gibi olur. Bunun daha lezzetli ve iştah açıcı olduğunda hiç şüphe yoktur.
Bir kitap ki; nûrunda, karanlıkları boğan,
Bin dört yüz yıldan beri, hergün yeniden doğan.
Bir kitap ki; barışın, kurtuluşun rehberi,
İdrâkin temel taşı, akılların cevheri.
Tevrat; aydınlık, nur demektir. Tevrat'ın aslı İbranice yazılmıştır ve bu dildeki karşılığı Tora'dır. Beş kitaptan oluşur.
İbadet için havra veya sinagoğa giden her yahudi, öncelikle Tevrat tomarının korunduğu sandık veya dolabı temaşa eder, mümkünse ona elini sürer ve öper. Bu hareketler sembolik bir anlam taşır ve belli belirsiz bir şekilde yapılır. Havra veya sinagogta Tevrat yere düşerse haham hemen onu alır. Bundan dolayı haham ve oradaki cemaat 30 gün oruç tutmak zorundadır; buna cumhur orucu denir.
Yahudi inancına göre nerede olursa olsun Tevrat okunurken başın mutlaka örtülmesi şarttır. Açık başla mabede girilmez, Tevrat okunmaz. Usulüne göre abdest almak ve temiz bulunmak lâzımdır. Tevrat askeri geçitlerde askerlerin koruması altında geçirilir. Tevrat'ın tamamı okunduktan sonra, tomar halinde bir tahta konularak sokağa çıkarılır, törenle dolaştırılır. Buna Tevrat Bayramı denir. Bu merasim bütün dünyada aynı şekilde yapılır. Omuzlarda ve kucakta Tevrat taşımak sevap sayılır. Gerek sivil, gerek askerlikte yemin Tevrat üzerine yapılır. Din bilgisi, tarih ve okuma kitaplarına Tevrat'tan seçilmiş metinler konulur. Tevrat hakkında tartışma ve eleştiriye kesinlikle izin verilmez. Okul çağındaki her öğrencinin bir Tevrat'ı vardır ve sınıflarda da ancak baş örtülü olmak şartıyla Tevrat okunabilir.
✽ ✽ ✽
Bir Yahudi’nin Resulullah’tan bir kaç dinar alacağı vardı, Hazret’ten o parayı istedi. Resulullah ; “Şimdi yanımda sana verecek bir param yoktur” buyurdu.
Yahudi: “Ey Muhammed! Paramı vermedikçe senden ayrılmayacağım!” dedi. Resulullah cevaben: “Bu durumda ben de seninle birlikte otururum!” buyurdu ve onunla birlikte oturdu; öyle ki öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarını da orada kıldı. Ashab-ı kiram o Yahudi’yi tehdit etmeye başladılar. Resulullah onlara: “Onunla ne işiniz vardır?” diye sordu. Ashab: “Ya Resulallah! Bu Yahudi seni hapsetmiştir!” Resulullah : “Allahu Teala beni, bir zimmi veya başka birisine zulüm yapmak için göndermedi” buyurdu.
Gün yükseldiğinde Yahudi şöyle dedi:
“Allah’tan başka bir ilah olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ediyorum; malımın yarısı Allah yolu içindir. Allah’a andolsun ki, sana karşı böyle davranmam, sırf senin Tevrat’taki vasfını sende görmem içindi. Ben senin Tevrat’taki vasfını okumuştum. Onda şöyle yazılmıştı: “Abdullah oğlu Muhammed Mekke’de dünyaya gelecektir, Taybe’ye (Medine’ye) hicret edecektir, sert ve katı kalpli değildir, sövmez ve çirkin söz ağzına almaz.” Ben Allah’tan başka bir ilahın olmadığına, senin de O’nun elçisi olduğuna şehadet ediyorum. Bu benim malımdır, Allah nerede emretmişse, onu orada harca.”
✽ ✽ ✽
İncil kelime olarak “müjde, âlim ve öğretici” anlamına gelir. İncil’e, Allah’tan Hz. İsa’ya indirildiği şekliyle inanmak imanın gereklerindendir. Fakat bugün İncil’in orijinal metni elde yoktur. Bozulmuş ve insanlar tarafından müdahaleye maruz kalmış şekli vardır. İncil, Ahd-i Cedîd (Yeni Ahit) denilen Hristiyan kutsal kitabının ilk bölümünü teşkil eder.
Tevrat Hz. Musa’ya yazılı levhalar halinde indirilmişti, İncil ise yazılı metin halinde nazil olmayıp, Kur’an-ı Kerim gibi Hz. İsa’ya şifahen vahyedilmiştir. Hz. İsa'nın sağlığında İncil, yazılı kitap hâline getirilmemişti. Çünkü İsa (as)'ın tebliğ süresinin 3 yıl gibi kısa bir zaman oluşu ve yaşadığı devrin şartları buna elvermiyordu. Hz. İsa’nın semaya yükseltilmesinden evvel kendisine iman eden havarîlerin sayısı on iki kadardı; çoğu da okuma-yazma bilmiyordu. Ayrıca ilk Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın yakında geri döneceğini bekledikleri için İncil’i yazıya geçirme gereği duymamışlardı.
Hz. İsa’nın semaya yükseltilmesinden sonra hıristiyanlar sürekli onun geri döneceğini beklemişler, dönüşü gecikince hiç olmazsa akıllarında kalan İncil âyetlerini yazıya geçirme gayreti içine girmişlerdir. Ne var ki Hz. İsa’yı gören ve mesajını dinleyenlerin sayısı oldukça azalmıştı. Hz. İsa’nın semaya yükseltilmesinden 30-40 sene sonra İnciller yazılmaya başlanabildi.
Bu süre zarfında Hz. İsa’ya inananların sayısı artmış, Hıristiyanlık az da olsa başka milletlere yayılmıştı. Hz. İsa’nın tebliği kendisine ulaşanlar, hem kendi ihtiyaçlarını gidermek, hem de Hz. İsa’yı görmemiş olanlara onun mesajını ulaştırmak istiyorlardı. Bu nedenle, akıllarında kaldığı kadarıyla İnciller yazmaya koyulmuşlardır.
İncillerin sayısı çok fazlaydı. İncillerin sınırlandırılması, diğerlerinin sahte sayılması dördüncü asrı buldu. İznik Konsili'nde İnciller incelendi ve dört tanesi sahih, diğerleri sahte sayıldı. 400 İncil’den 396’sının okunması yasaklandı. Piyasadan İnciller toplatılarak imha edildi. Barnaba ve Ebionitler İncili sahte sayılan İnciller arasına dahil edildi. Halbuki bu İncillerde Hz. İsa’nın tanrı olmadığı, çarmıha gerilmediği, onun ancak Allah’ın kulu ve resûlü olduğu, ondan sonra bir peygamber geleceği ve Allah’ın bir olduğu bildirilmektedir.Kilisece kabul edilmiş dört resmi İncil; Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleridir. İlk üçü birbirlerine yakındır. Bunlara, "aynı bakış açısıyla yazılmış" anlamında "Sinoptik İnciller" denilir.
✽ 'Sana kitabı hak ile indirdi' cümlesi اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ الْحَيُّ الْقَيُّومُؕ cümlesinin haberidir. Haberin önemine binaen hükmü takviye için müsned fiil cümlesi olarak نَزَّلَ عَلَيْكَ şeklinde getirilmiştir.
✽ Ayrıca müsned tahsis ifade eder.
✽ Mefhumu lakabı: Yani 'kitabı Allah (cc) indirdi, başkası değil.' Kuran’ın şeytanın sözü olduğunu, kahinlik yoluyla geldiğini veya onu bir beşerin öğrettiğini söyleyen müşriklerin sözü batıldır.
✽ "Kitabı sana indirdi" cümlesinde عَلَى harf-i ceri istila manasıyla şunu ifade eder: 'Kitabı sana indirdi, sen adeta onunla iç içe bürünmüş bir haldesin.' İstiare-i tebaiyedir, çünkü عَلَى, müşahhas cisimlerin baştan aşağı kaplandığını, örtüldüğünü ifade için kullanılır. Kitabın Efendimizi tamamen hükmü içine aldığını, Efendimizin her an kitabın hududu içinde, ihatalanmış vaziyette olup, ona koşulsuz tabi olduğunu bildirir.
✽ Kitab'ın ال takısı ile gelmesi onun türünü gösterir, her yönü ile tam ve mükemmel kitap demektir. Sanki türün tamamı onda canlandırılmış, diğer fertlerdeki en mükemmel özellikler onda bir araya gelmiştir. O, taşıdığı özelliklerle 'Kitap' nevinin hepsini temsil edecek niteliğe sahiptir. Yani; mükemmel, yol gösteren, her asırda insana yol gösterecek tüm özellikleri üzerinde taşıyan kitap.
✽ Hak ile indirdi, derken harf-i cer مُلْتَبِساً بِالْحَقِّ şeklinde mahzuf hale müteallıktır. Hakka mülabesetinin manası, kapsadığı bütün manaların hakka şümullü olmasıdır.
✽ Daha önce geleni ‘بَيْنَ يَدَيْهِ / önündeki’ kelimesiyle ifade etmesi, onun kendinden önce gelmesi sebebiyledir. Sanki o önünde yürümektedir. (Tecessüm sanatı)
✽ ‘بَيْنَ يَدَيْهِ / önündeki’ kelimesi aslında iki el arası, demektir. Önce gelmiş kitaplar için, bu mecazi tabirin kullanılması şunu ifade eder: Kur'an, kendinden önce geçen kitaplara indirildiği şekilde tahrif edilmeden, önceki haliyle sıdk-ı bütün ile tasdik eden, adeta kucak açan, onların özetini içinde barındıran bir kitaptır.
✽ 'Önündekiler' ifadesi sıfatlı kinayedir. Kuran'dan önce geçen kitapları ifade eder.
✽ مُصَدِّقاً 'Tasdik edici'lik kitaba isnad edildi, isnad-ı mecaziden sebebe isnaddır. Çünkü Kur'an ayetleri, önceki kitaplarda geçen İlahi hakikatleri bildirir, ayetleri okuyan Nebi ve diğer insanlar da, önceden bildirilen hakikatlerin Kuran'da tekrar geçtiğini görür ve tasdik ederler. Kur'an, tasdik ediciliğin kaynağı, sebebidir. نَزَّلَ fiilinin tefil babından gelmesi tedricilik içindir. Kuran-ı Kerim yirmi üç yılda tedricen inmiştir.
✽ Kitap, Tevrat ve İncil'in zikredilmesi, itnabdan ıttıraddır.
✽ نَزَّلَ ile اَنْزَلَ arasında iştikak cinası, reddülaciz alessadri vardır.
4- Daha önce insanlara doğru yolu gösterici olarak ve doğruyu yanlıştan ayıran hükümleri de indirdi. Allah’ın ayetlerini inkar edenlere şiddetli azap vardır. Allah güçlüdür, intikam sahibidir.
Tevrat ve İncil, önce insanlara hidayet menşeiydi. Daha sonra peygamberleri kah inkar edip, kah öldürdüler. Kitapları tahrif edip, asliyetini yok ettiler. Kendilerince yüzlerce Tevrat, yüzlerce İncil oluşturdular. Gökten inen şifalı tertemiz nisan yağmuruna çamurlu ellerini batırarak bozdular, bulandırdılar. Kitaplarından birbirine zıd, asılsız, hakla batılı karıştırılmış hükümler çıkardılar, çelişkiler, ihtilaflar, menfaat çatışmaları, dini dünyaya alet etme, az bir paraya mukaddesatı satma yoluna girdiler.
Sonra Cenab-ı Hakk hakla batılı ayırd edecek furkanı, Kuran’ı indirdi. Kuran’ın ineceği peygamberin geleceği kitaplarında haber verilmişti. Onlar bu gerçeği de inkar edip, ört bas etmeye çalıştılar. Hatta bunun için dünyaperest din adamlarına yüksek paralar ödeyerek seferber ettiler. Taassuba, kibre kapıldılar. Peygamberin kendi ırklarından olmadığını bahane ederek inkar yolunu tuttular.
Oysa kendi soylarından gelen nice peygamberi inkar edip, nicelerini öldürdüler. Getirdikleri delillere deliler bile inanmaz. O gün dedeleri ayetleri inkar edip tahrif etmişlerdi. Bu yüzden suretleri, siretleri değişti. Maymuna, hınzıra dönüşüp helak oldular. Bugün de torunları inkar ederek kötü akıbeti beklemekteler.
Bu inatla inkara karşı Allah (cc) intikam sahibi olduğunu hatırlatıyor. Geçmişteki inkarcıların akıbeti, başlarına gelen korkunç azapları hatırda canlandırılırsa inkara mecal kalmaz. Ne var ki inkar çoğu kez delilsizlikten değil, gönülsüzlükten olur. Hevay-ı nefs ağır basar. Fani dünya cazip gözükür. Hırs gözleri bürür de gerçeği göremez oluruz. Rabbim muhafaza eylesin.
Bu hidayetten maksat, Tevrat ve İncil'dir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı "Hak" diye; Tevrat ve İncil'i ise, "Hidâyet rehberi" diye vasfetmiştir.
Allahu Teâlâ, Bakara sûresinin başında, Kurân'ı müttakiler için bir hidâyet rehberi olarak vasfetmişti. Ama burada, hıristiyanlarla yapılan bir münazara söz konusu olup, onlar da Kur'ân sayesinde hidâyete ermeyince, Cenâb-ı Hakk burada Kur'ân hakkında, "O bir hidâyettir" demeyip, "Onlar ister kabul etsinler isterse etmesinler, bu Kur'ân bizatihî bir haktır" demiştir. Onlar Tevrat ve İncil'in sıhhatine inanıyor, müslümanların Tevrat ve İncil hakkında iftirada bulunduğunu iddia ediyorlardı. Bu sebeble Cenâb-ı Hakk, Tevrat ve İncil'i "hidâyet" diye vasfetmiştir. Veya bu hidayet vasfı, üç kitap için de geçerlidir.
'Furkan'; şükran ve küfran gibi mastardır. Sonra kendisiyle hak ve batılın arası ayrılan şeye isim olmuştur. Kur'an'da yedi defa geçer.
'Furkan' kelimesi; Kur'an, hak ile bâtılı birbirinden ayırt eden diğer ilâhî bildirimler, mucizeleri, hayırla şerri birbirinden ayırt etme anlayış, güç ve kabiliyeti, karşıt değerleri birbirinden ayırma ölçüsü ve Bedir zaferini ifade etmek üzere kullanılmıştır.
Âyette, kitap için "tenzil", Tevrat, İncil ve furkan için "inzal" fiilinin kullanılması Kur'ân-ı Kerîm'in değişik zamanlarda parça parça, diğer iki kitabın ise bir defada indirildiğine işaret içindir.
Bu âyette furkan ile ne kastedildiği hususunda çeşitli açıklamalar vardır:
♦ "Furkân"dan maksat, Zebur'dur.
♦ Bundan maksat, Kur'ân-ı Kerim'dir. Bununla vasıflanması Tev-rat ve İncil’in hidayetine üstün kılındığı içindir. Hak ve batılın arasını ayırmak, burhanla olduğundan ve şüpheyi izale ettiğinden hidayetin en yücesidir. Cenâb-ı Hak, Kurân'ın şanını yüceltmek, hak ile bâtılın arasını ayırması sebebiyle onu medhetmek, yahudî ve hıristiyanlar arasında Hz. İsa'nın durumu hakkında çıkan ihtilâfların arasını ayırsın diye Tevrat ve İncil'den sonra indirdiğini beyan için, yeniden zikretmiştir.
♦ Bu vasıf her üç kitap için de geçerlidir. Allahu Teâlâ bu üç ki-tabı bir hidâyet rehberi, bir delil ve kılavuz kıldığı gibi, aynı şekilde helâli, haramı ve diğer şer'î hükümleri ayırdeden furkân kılmıştır.
♦ 'Furkan' semavi kitapların cinsi demektir. Çünkü semavi kitap-ların hepsi Furkan’dır, hak ile batılın arasını ayırt eder.
♦ 'Furkân' Allahu Teâlâ'nın bu kitapları inzal buyururken, onlarla beraber indirdiği mucizeleridir.
Kur'an Mucizesi
Kurân-ı Kerim'in mucize olduğunu gösteren pek çok yönü vardır.
♦ Üslub yönünden: Kuran'daki belagat ve fesahat, pek çok kimselerin hidayetine vesile olmuştur. Onun okunuşundaki âhenk en haşin ve katı kalpleri yumuşatmıştır. O yalnız Müslümanların faydası için değil, bütün insanlığın istifadesine sunulmuş eşsiz bir kitaptır. Aynı zamanda Arap nesir edebiyatının ilk ve edebi bir şaheserdir, Sitil ve üslup yönünden taklit edilmesi asla mümkün değildir. İnsanoğlu kelime ifadesi bakımından çok cılız ve kısırdır. En büyük edipler filozoflar ona nazire yapmaktan aciz kalmışlardır.
Cenâb-ı Mevla Kur'an muarızlarının hepsine, hatiplere belagatçılara meydan okumuş, onlar şaşırıp kalmışlar, en kısa suresini bile benzer olarak getirememişlerdir. Kur’anın bu meydan okuması kıyamete kadar baki kalacaktır. ‘De ki andolsun ins-ü cin şu Kuran'ın benzerini (meydana) getirmeleri için bir araya toplansa, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini getiremezler.’ (İsra, 88)
♦ Telif yönünden: Kur’an ilahi bir teliftir. İçindeki âyet ve sureler arasında tenasüp ve insicam vardır. 23 sene gibi uzun bir zamanda nazil olan ayetlerin Peygamber tarafından Allah’ın emrettiği şekilde tertip edilmesi ve peygamberin bunu Kuran'ın tamamı nazil olmadan yapması ve yaptığı bu düzenlemenin senelerdir değişmemesi de büyük bir mucizedir.
♦ Tabiat ilimleri yönünden: Tabiatın kendini konu değil, insanın saadetini konu edinmiştir. Tabiat bilimlerini insana bırakmış, sadece ona bir atf-ı nazar eylemiştir.
Asırlar boyu insanlık bilimler sahasında engin çalışmalar yapmış ve pek çok nazariyeler ortaya atmıştır. Bir teori diğer teoriyi yıkmış ve değiştirmiştir. Kainatta değişmeyen ve her asırda daha iyi anlaşılan bir görüş vardır: Şüphesiz o da Kur’andır.
♦ Gayb haberlerini ihtiva yönünden:Gaybı haber vermesi yönün-den Kuran'da 3 çeşit bilgi yer alır.
Maziye ait haberler: O devirde hiç kimsenin bilmediği geçmişe ait bilgileri Kur’an bildirmiştir. Ashab- Kehf, Zülkarneyn kıssaları Ad ve Semud kavmi ve benzeri kıssalar…
Hale ait haberler: Münafıkların kimler olduğundan, Efendimiz’e kuracakları tuzaklardan ve Tevbe suresinin 108. ayetinde geçen; Mescid-i Dırar komplosu vb. hadiselerden haber vermesi gibi.
İstikbale ait haberler: İran-Rum savaşı ve neticesinden bahsetmesi gibi.
Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Kur'an-ı Kerim, maziye, hale, istikbale ait ne haber vermişse aynen vuku bulmuş, verilen haberler tasdik edilmiştir. ‘Kur’anı biz indirdik, onu biz koruyacağız’ buyuran yüce Rabbimiz vaadinde sadık olmuştur. Kıyamette insanları huzuruna diriltip ayrı ayrı hesap soracağını, iyilerin cennete, kötülerin cehenneme gideceklerini bildirmesi de istikbalde gerçekleşecek ilahi bir va’addir, hazırlıklı olunması gerekir.
♦ İhtiva ettiği ilimler yönünden: Kur'an bütün ilimlere işaret etmiştir. Şüphesiz yakın bir gelecekte insanlık Kur’anı bugünkünden daha iyi anlayacak ve ona teslim olacaktır.
Bir kitap ki; mübîndir... apaçıktır görene,
Son nefeste korku yok, ona gönül verene.
Adı; Kur’ân-ı Kerîm... mekânı; kalb-i selîm,
O’ndadır gerçek irşâd, ondadır gerçek ilim.
İntikâm, nimetin zıddıdır. “Nikmet” kökünden olup, güç göstermek ve bir cinâyetin cezâsını vermek, asi ve günahkârlar üzerine belâ indirmek, onlara azap etmek, öcalmak, acısını çıkarmak, görülen kötü bir muameleye karşılık ve gönül rahatlığına hizmet üzere karşı bir muamelede bulunmak demektir.
Müntakım “نقم” fiilinden ism-i faildir. Hz. Aişe şöyle söyler: “Hz. Peygamber kendi nefsi için hiç intikam almadı. Ancak Allah’ın yasakları çiğnend iğinde Allah için intikam alırdı.”
Müntakım ism-i failinin türediği “nakame” fiili sözlükte; azmak, haddi aşmak, yakalamak, kötü fiilleri yermek ve kınamak, cezalandırmak anlamlarına gelir.
İntikam almak, öç almak; önceden kendisine yapılan bir yanlıştan dolayı içindeki kini biriktirip biriktirip sonradan şiddetli bir ceza vermek manasına gelir. İntikam alacak kişi öfkesini içinde biriktirir ki böyle bir manayı Cenab-ı Hakk’a atfetmek caiz değildir.
Bazı kelimeler Arapça'dan Türkçe'ye aktarılırken yanlış manalar çağrıştırmasına sebeb olur. Buna Arap dilinde Galat denir. Yani bir kelimenin yanlış mana da kullanılması ve bu yanlış kullanımın yaygınlaşması demektir.
Mesela Türkçe'de bulunan Eşkıya kelimesi aslında Arapça “şaki” kelimesinin çoğuludur. Yani bir tek insandan bahsederken ona, Eşkıya denmez “şaki” denir. Fakat kullanıla kullanıla artık kelimenin çoğul hali tekile dönüşmüştür. Bazen de Arapça bir kelimenin Türkçeye çevrilirken tam manasının verilememesinden kaynaklanan yanlış anlaşılmalar olabilir. Çünkü her dilin kendi içinde karekteristik özellikleri vardır.
'Zü' ve 'Zi' Arapça bir kelimenin sahiplik ön ekidir. 'Ziakıl' akıl sahibi, 'Zülcelal' Celal sahibi, 'Züntikam' intikam sahibi demektir.
Türkçe'de intikam fiili yardımcı fiille birlikte kullanılır, “intikam almak” denilir. Arapça'da “intikam” yalnız başına kullanılır. Mesela Türkçe'de namazı ifade ederken, Namazın yanına “kılmak” yardımcı fiili getirilir. Ama Arapça “salat” kelimesi yeterlidir. 'İntikam' fiili de bu şekilde değerlendirilir.
Cenab-ı Hakk'ın 'intikam sahibi' olması, 'Sizin yaptıklarınıza şu anda mühlet veriyorum, ama unutmayın ki zerre kadar günah işlerseniz onun cezasını vereceğim. Öfkeyle sizin cezanızı vermeyeceğim (haşa) cezanız neyse onu çekeceksiniz' demektir.
Yüce Allah zatını 'Müntakım-intikam alan' olarak bildirmiş, ancak Kur’an-ı Kerîm’in birçok yerinde fiil olarak tekrarlanmasına rağmen öfkelenen anlamında “Gâzib” sözcüğüyle nitelememiştir. Allahu Teâlâ, öfke anlamına gelen gazab sözcüğünü, intikam sözcüğü yerine kullanmış olab ilir. Müntakım sözcüğü 'gâzib' sözcüğünün yerini almıştır. Buna göre gadap, Allah’ın fiilî sıfatlarından sayılır.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu isim hep Aziz “عزيز” ismiyle gelmiştir. İzzet, kudret ve mutlak galibiyet belirten bu isimle gelişi intikama güç ve kudretinin yeteceğini, bir mağlubiyetinin olamayacağını, onun için de kendisi için intikam almayacağını ifade eder. Bu da intikamının, hükmünü yürüten, iradesine karşı gelenleri hiç beklemedikleri bir yerden perişan eden, lâyık oldukları cezayı veren manasına geldiğini bildirir.
Bu cezalandırma da defalarca mazur gördükten sonra, onları uyarıp onlara fırsatlar verdikten sonradır. Bu intikam, peşin alınandan daha çetindir. Zira masiyet fazlalaşmış, intikam alınacak suç katlanmıştır.
Allahu Teala her toplumu, içinde bulunduğu şirk ve bozulmuşluktan kurtulabilmesi için, elçileri ile uyarır. Onların uyarıları dinlememesi, ayrıca taşkınlıklarını artırarak devam ettirmelerinin ardından intikam alır. Allah’ın intikamı ise insanların intikamına benzemez.
Allah (cc), asilerin belini kırar, canileri tepeler, azgın tağutları şiddetle cezalandırır. Yalnız bu cezalar, birçok kere onların mazeretlerini kabul ettikten, azabla korkuttuktan, tevbe etmelerine fırsat ve mühlet verdikten sonradır.
Hiç şüphesiz, insanın yaratıcısını inkâr etmesi, O’na isyanda bulunması, nankörlük etmesi ve bu tutumunda ısrarlı davranması, işlenebilecek en büyük suçtur. Dolayısıyla, Allah’ın adaleti, buna uygun bir cezayı gerektirir. Vaktiyle dünyada yaşamış şöhretli güçlü kavimler, ellerindeki kuvvete güvenip, Allah’ın ayetlerini inkâr edip hiçe saymışlardır. Sonunda her biri türlü felaketle, bu âlemden yok olup gitti, ellerindeki kuvvet kendilerini kurtaramadı.
Allah’a inanmış ve O’nun buyruklarına göre yaşamakta iken azıp da yoldan çıkan milleti ise Allah, dinsiz imansız ve merhametsiz kâfirlerle terbiye eder, onları başlarına musallat kılar. Salih ellerde ıslahı kabul etmeyen milletleri bekleyen akıbet budur ve adaletin ta kendisidir.
Allah’tan korkun. Bir mümin, bir mümine zulmederse, kıyamette Allahu Teâlâ mutlaka mazlumun intikamını zalimden alır. Hadis-i Şerif
Ana-babaya asi olan ve zalimle beraber gezen mücrimdir (suçludur). Allahu Teâlâ buyurur ki, mücrimlerden mutlaka intikam alırız. Hadis-i Şerif
Allahu Teâlâ buyurur ki: İzzetim ve celalim hakkı için zalimden intikam aldığım gibi, gücü yettiği halde, mazluma yardım etmeyenden de intikam alırım. Hadis-i Şerif
Hiçbir günahı küçük görmemeli; çünkü Allahu Teâlâ, intikam alıcıdır. İstediğini yapmakta hiç kimseden çekinmez. Gazabını günahlar içinde gizlemiştir. Küçük sanılan bir günah, intikamına, gazabına sebep olabilir. Yüz bin yıl ibadet eden bir kulunu, bir günah için, sonsuz olarak reddedebilir ve hiçbir şeyden çekinmez.
Şeytan, kibirlenip secde etmediği için, ebedi melun oldu. Hazret-i Âdem’in oğlu, kardeşini öldürdüğü için, ebedi tard edildi.
Hazret-i Musa zamanında, Belam bin Baura isimli bir zat, İsm-i A'zamı biliyordu. Her duası kabul olurdu. İlmi o derecede idi ki, sözlerini yazmak için, ikibin kişi yanında bulunurdu. Belam, Allahu Teâlâ'nın bir haramına meylettiği için, imansız gitti. 'Onun gibiler köpek gibidir' diye dillerde kaldı.
Karun, Hazret-i Musa’nın akrabası idi. Hazret-i Musa ona dua etti, kimya ilmini öğretti. O kadar zengin olmuştu ki, yalnız hazinelerinin anahtarlarını kırk katır taşırdı. Zekât vermediği için, bütün malı ile birlikte, yere batırıldı.
Allahu Teâlâ daha nice kimselerden, bir günah sebebi ile, böyle intikam almıştır. Mümin günah işlemekten çok korkmalı, ufak bir günah işlediğinde tevbe istiğfar etmelidir.
Allahu Teâlâ intikâm sahibidir. Ve iyi ki, intikâm sahibi olan bir Allah’ımız var. Eğer Allah (hâşâ) müntakim olmasaydı, İslâm’ın ilk yıllarında “Rabbim Allah”tır dediği için akıl almaz işkencelere maruz bırakılan Ammâr bin Yâsirler, Sümeyyeler ve Bilâl-i Habeşîler gibi sahâbelere yapılan zulümlerin hesâbını kim soracaktı? Dünyada müstez’af konumuna düşürülen, suyunu içip, havasını teneffüs ettiği ülkesinde her türlü yaşama, barınma ve çalışma hakları ellerinden alınan, mülteci konumuna düşürülenlerin hesabını kim soracaktı?
Henüz çocukluğunu yaşayamadan bombalara kurban giden mâsûmların, nâmusları kirletilen kadınların ve savunmasız ihtiyar ve hastaların hukûkunu kim savunacaktı? Eğer Allah intikâm sahibi olmasaydı, sırf inandıkları için mü’minlerden oluşan “ashâb-ı uhdud”u ateş dolu hendeklerde yakan zorbaların cezâsını kim verecekti?
Mümin el-Müntakim ismi sâyesinde yalnız olmadığını bilir. Hakkının yenmeyeceğini, şâyet yenirse, zâlimlerden zerrenin hesâbının sorulacağına inanır. Mücâdele dolu hayat serüveninde O’nun elMüntakim ismi mümine özgüven kazandırır. Belki de bu hikmete binaen Esmaü'l Hüsnâ hadisinde 'Müntakim' ismi Tevvab, Afüvv ve Rauf isimleri arasında gelmiştir.
Peygamberimizde bu ismin tecellîsi :
♦ Şahsı için asla intikama teşebbüs etmezdi,
♦ Allah hakkı sözkonusu olduğunda intikama teşebbüs ederdi,
♦ Allah’ın intikamına uğramaktan korkar, insanları Allah’ın inti-kamına karşı uyarırdı,
♦ İntikam alacağı şahıs veya kabileye mühlet verirdi, O’nun tarzı cezalandırmak değil af yolunu tutmaktı.
Kula gereken
Eğer nefs, “Bugün namaz kılma” diye fısıldıyorsa, hem günlük namazları tam kılmalı, hem de gece ibadetlerine kalkarak ondan intikam almalıdır.
Eğer nefs, zekât ve infâkı engellemeye kalkıyorsa, Allah’ın farz kıldığı mâlî yükümlülükleri yerine getirmekle birlikte, daha fazla infâkta bulunarak intikâm almalıdır.
Eğer nefs, kibir, kendini beğenmişlik gibi kötü hasletleri fısıldıyorsa, mütevâzı olmak suretiyle ondan intikâm almalıdır.
Mümin, kendi için intikama teşebbüs etmemeli, cezalandırmak değil affetme, mühlet verme, sabretme yolunu tutmalıdır. Allah’ın (cc) intikamına uğramaktan, kendinden dolayı Allah’ın umumî intikamını umumîleştirmesinden korkmalıdır. Allah’ın razı olmadığı şeyleri yapmaktan, yapılmasından sakınmalıdır.
Mümin; başkalarının başına gelenleri intikam-ı ilâhî olarak değil derecelerini yükseltmek maksadıyla gelen şeyler kabul etmeli, ancak kendi başına gelenleri belki intikam-ı ilâhî olarak değerlendirmeli ve ikaz olduğuna hükmetmelidir.
✽ ✽ ✽
At üstünde giden bir zâlim, yaya giden bir garîbin başına bir kamçı vurur. Bir kaç adım sonra at ürker, o zâlimi yere çalar. Yerden kalkan zâlim, kamçı vurduğu garîbe hitâben:
- Sana haksız yere vurdum, Allah cezâmı âcilen verdi, attan düştüm bak! Dediğinde o garîp yolcu şöyle der:
- Allah-u Teâlâ, bu kadar acele olarak kimsenin cezâsını vermez. Senin bu yere düşmen, bana vurduğun kamçı için değildir. Benden önce, geçmiş bir zamanda başka bir kimseye de vurmuşsundur. O zaman vurduğunun cezası şimdi çıktı. Bana vurduğunun cezasını sonra göreceksin.
✽ ✽ ✽
3. ayette Tevrat ve İncil’i inzal ettiğini bildirdikten sonra, 4. ayette ‘Furkan’ı indirdi’ buyurması, Efendimiz'in hidayetinin hususileştirilip, O'na verilen hidayetin diğer nebilere verilenden farklı olduğunu bildirir. ‘Furkan’ kelimesi de bu manayı tekit eder. 'Sana indirilen Furkan';
• Onlara kitapların talimi ile sana indirilen Kur’an’ın taliminin arasını ayırır. Onlar ders yaparak öğrenirler, sen ise Kuran’ın bizzat kendisi ile ahlaklanırsın. Sana cevamiu’l kelim (Az kelime ile çok mana ifade edebilme yeteneği) verilmiştir.
• Onlara indirilen kitabın tasarrufu ile, sana indirilen kitabın ta-sarrufu arasındaki farkı ayırır. Onlar, kendilerine verilen kitabın nuru ile kavimlerine gönderildiler, Sen ise Allah (cc)’tan gelen nurun kendisisin, Kur’an senin yanında kavmine gönderildi. Kendisi bizzat nur olup kavmine kitapla gönderilen nebi ile kitabın yanında gönderilen nebi, birbirinden ne kadar farklıdır.
• Hakk’ın ikramıyla ümmeti şereflenen ile, kendine şeref verile-nin arasını ayırdı. Ümmetinin kalbine iman yazılan ile, (İşte onlar ki Allah kalplerine imanı yazmıştır, Mücadele 22) levhalarına iman yazılan birbirinden ne kadar uzaktır. (Onun için levhalara her şeyi,öğüt ve her şeyin tafsilatını yazdık, Araf, 145)
Allah’ın ayetlerini inkar edenlere; şehvetlere tabi olup, fazlalıklara dalma perdeleriyle kalplerini bu açık ayetlerden kapatanlar, açık burhanlara, nurlara kör kesilenlere şiddetli azap vardır. Allah (cc) Azizün zü'ntikamdır.
Keramet ehlini muradlarına nail etmekle aziz eder, setr ehlini de şiddetli bir intikamla zelil eder. Ki O’nun intikamı, izzet perdesiyle Zat’ını onlardan örtmesi, cemalini göstermemesidir.
✽ ‘مِنْ قَبْلُ’ nun muzafın ileyhi, mana kastedilerek hazfolmuştur. Takdir şöyledir: Kuran’ın nuzülü olan bu zamandan önce.
✽ ‘مِنْ قَبْلُ’nun ‘هُدًى لِلنَّاسِ’ye takdim edilmesi ihtimam içindir. مِنْ قَبْلُ kaydının zikredilmesi, Kuran’dan sonra Tevrat ve İncil’in hidayetinin devam ettiğinin vehmedilmemesi içindir.
✽ ‘لِلنَّاسِ ’deki elif lam ahd içindir, Tevrat ve İncil'e muhatap olan insanlar kastedilmiştir. Yahut da istiğrakı urfidir. Çünkü Tevrat ve İncil'in muhatabı insanlar belli bir grup olsa da, o devirde hidayete ermek isteyen herkes o ikisinin içeriğiyle hidayete erebilir. Nitekim Hz. Musa ve Hz. İsa'dan sonra, birçok insan Yahudi ve Hıristiyan olmuştur. (Efendimiz'den (sav) davet ettiği insanlar bu umuma dahil değildir. Çünkü Kur'an iki kitabın da hükmünü iptal etmiştir.)
✽ "هُدًى لِلنَّاسِ" inzalin illet ve sebebidir. Yani Tevrat ve İncil’in indirilme sebebi, insanlara hidayet olmasıdır. Bunda neşr olmaksızın leff vardır. Bu da karışıklık olmaması içindir. Tevrat’ın, nazil olduğu insanlar için hidayet olması ve İsa (as)’ın da kendi devri için bir hidayet olduğu malumdur.
Leffi neşir; belagatın bedi ilminde, manevi sanatlardandır. Çeşitli şeyleri detaylı ve mücmel olarak zikrettikten sonra dinleyicinin her kelimeyi yerli yerine koyacağına güvenerek, o kelimelere ait olan şeyleri tayin etmeden zikretmektir.
✽ ‘نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ’ kavlinden sonra ‘وَاَنْزَلَ الْفُرْقَانَ ’ı tekrar etmesi ihtimam içindir, itnabtan iygaldir. Aynı zamanda tecrit bildirir.
✽ Furkan, Kur'an-ı Kerim'in ismidir, nisbetli kinayedir. Veya bütün semavi kitapları kapsamına alır, sıfatlı kinayedir. Bütün ilahi kitaplar hakla batılın arasını ayırır, ihtilafları kaldırır, şüpheleri izale eder.
✽ ‘Allah (cc)’ın ayetlerini inkar edenler’ kavlinde ayetlerden maksat Kur'an ayetleridir. (Nisbetli kinaye)
✽ اِنَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدٖيدٌ وَاللّٰهُ عَزٖيزٌ ذُو انْتِقَامٍ - Allah’ın ayetlerini inkar edenlere şiddetli azap vardır. Allah güçlüdür, intikam sahibidirَ, cümlesi, ‘Sana kitabı gerçeğin kendisi olarak indirdi’ cümlesine istinafi beyanidir. Çünkü dinleyen, kitabın indirilmesini inkar edenlerin akıbetini öğrenmek ister. Bu kavliyle müşrikleri, Yahudileri, Hıristiyanları aynı mertebede toplamıştır. Çünkü hepsi Kuran’ı inkar etmiştir.
✽ Onları (müşrikler, Yahudiler ve Hıristiyanları) الَّذٖينَ كَفَرُوا diye ismi mevsulle tabir etmesi, ismi mevsulün hepsini icmalen ifade etmesi ve ‘لَهُمْ عَذَابٌ شَدٖيدٌ’ haberinin bina sebebine ima içindir. (Müsnedin ileyhin ismi mevsulle gelmesi, haberin zem üzere mebni olduğunu bildirmek içindir.)
✽ Ayrıca isim cümlesi zaman bildirmediği için, hangi zaman olursa olsun ayetleri inkar edenlere daima şiddetli azap olacağını bildirir.
✽ ‘لَهُمْ عَذَابٌ شَدٖيدٌ’ buyrulmuş, ل harf-i ceri على yerinde istiare-i tebaiye olarak gelmiştir. Kafirlere azap lehlerine değil, aslında aleyhlerinedir. Tahakküm için, müşakale yoluyla onların alaylarına cevap olmak üzere 'lehüm' buyruldu.
✽ ‘وَاللّٰهُ عَزٖيزٌ ذُو انْتِقَامٍ’ kavli لَهُمْ عَذَابٌ شَدٖيدٌ kavline atfedilmiştir. Çünkü bu cümle, azabın şiddetini açıklamak için gelmiştir ve istinaf cümlesinin tekmilesidir (tamamlayıcısı). (Vasıl, tezayuf, camii akli)
✽ ‘ذُو انْتِقَامٍ’ vasfında, sahiplik ifadesi olan ‘ذُو’ kelimesiyle gelmesi, bu intikamla kulların maslahatını ikameyi dilediğine, tabiattan veya kinden kaynaklanan bir intikam olmadığına işaret içindir. (Müsnedin izafetle gelmesi, muzafın şanı, gayrının tahkiri içindir.)
✽ İntikam, hınç almak, fırsatını bulup düşmanı alt etmek olduğu için, acizlik manası taşır, Cenâb-ı Hakk ise noksanlardan münezzehtir. İnsanların aldığı intikam gibi, -haşa- kullarından hıncını almaz. Bu vasfın melzumu kastedilmiştir. Lazım; intikam almak, melzum yapılan suçun cezasını vermektir.
5- Muhakkak yerde ve gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.
Allah (cc) kendine hiçbir şeyin gizli kalmadığını hatırlatarak zımnen bize yüce sıfatlarına işaret ediyor. Her şeyden haberdar olan O Zât-ı Zül Celal, her şeyi gören basirdir. Her şeyi işiten Semi, her şeyi bilen Alim, her şeye gücü yeten Kadir gibi uluhiyetin bütün sıfatlarıyla Zât-ı mütealini tanıtıp müminlerin imanını artırmak, inanmayanları imana, insafa davet etmektedir. O’ndan hiçbir şey gizlenemez. O’na karşı hiçbir hile, hiçbir desisenin geçerliliği yoktur.
O, iyilerin iyiliğini de kötülerin kötülüğünü de en ince noktalarıyla bilir, değerlendirir, karşılığını verir. Kimse fark etmese de, sezmese de O, kalplerin künhüne muttalidir. Bütün azaların idarecisi olan kalbin emrine uyan azaların yaptıklarını bilir. Kalbi, niyeti ön plana alarak kulun amelini değerlendirir. Cezâ ve mükafatını uygun zamanda verir.
Cenâb-ı Hakk, 'Hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz' buyurup, kayıtlamasa, daha açık ve genel bir ifade olurdu. Ancak 'Yerde ve gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz' buyurdu. Bundan maksat, ilminin mükemmelliğini anlatmaktır. Kulların bu mânayı ve inceliği anlamaları, gökler ve yerler zikredildiği zaman daha güçlü olur.
Çünkü hissiyat, göklerin ve yerin azametini görünce, aklın Allah'ın ilminin azametini tanımasına yardımcı olur. Hissiyat, matlûbu elde etmede akla yardımcı olduğunda, daha iyi anlaşılıp kavranır, daha mükemmel bir idrâk gerçekleşir. Bu sebepten dolayı, ince nüktelerin izah edilmesi istendiğinde, birer örnek zikredilir. Misâl getirmek, anlamaya yardımcı olur.
"Kayyûm", mahlûkatın maslahatlarını ve işlerini ıslâh edendir. Bütün kemmiyet ve keyfiyetlere göre onların ihtiyaçlarını bilip, gidermeye muktedirdir.
Cenâb-ı Hakk, ihtiyâçların mikdarlarını, zaruretlerin derecelerini bilir, hiçbir taleb O’nu meşgul etmez. İsteyenlerin isteklerinin çokluğundan dolayı, hiçbir isteği birbirine karıştırmaz.
Allah en ince şeyleri bütün tafsilatıyla bilir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey O'ndan gizli kalmaz. Zerreden daha küçük ve daha büyük olan da gizli kalmaz. İnsanların bilgisi Allah'ın bilgisine nispetle bir hiç mesabesindedir. Bunlar hiçbir şekilde birbirine kıyas bile edilemez. İnsanlara bilmedikleri şeyleri öğreten de O'dur. O'nun ilmi hem bütün cismânî âlemi, hem rûhânî âlemi, hem de onlardaki yaratıkların zâtlarını, sıfatlarını, fiillerini ve bütün işlerini kuşatır. O, olan şeyleri de, sonsuz gelecekte vuku bulacak şeyleri de bilir. Ayrıca olmayan bir şeyin şayet olsaydı nasıl olacağını da bilir.
Mükelleflerin büluğ çağlarından itibaren her tür halini, öldükten ve tekrar dirildikten sonraki durumlarını bilir. O'nun ilmi, hayır ve şer onların bütün amellerini, bu amellerin ahiretteki karşılıklarını ve bunların ayrıntılarını kapsar.
Allahu Teâlâ'nın ilmi, gizli olan şeyleri de, açık olan şeyleri de, zorunlu olan şeyleri de, imkânsız ve mümkün olan şeyleri de, geçmiş zamanı da şimdiki ve gelecek zamanı da kuşatır. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz.
✽ ✽ ✽
Bir eczahanede gayet muhtelif maddelerle dolu yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O ilaçlardan canlı bir macun yapılması istenildi. Hem de hayatlı, harika bir ilaç ondan yapılmak icap etti. Geldik, o eczahanede, o zihayat macunun ve hayattar tiryakın çoklukla efradını gördük. O macunlardan her birisini tetkik ettik. Görüyoruz ki, o kavanoz şişelerden her birisinden, belirli miktarlarla bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından vs. muhtelif miktarlarda ilaçlar alınmış. Eğer birinden bir dirhem noksan veya eksik alınsa o macun, canlı olamaz, özelliğini gösteremez. Hem o hayattar tiryakı da tetkik ettik. Her bir kavanozdan belirli miktarlara ve çok hassas ölçülerle bir madde alınmış ki, zerre miktarı noksan veya ziyade olsa tiryak özelliğini kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken her birisiden ayrı bir mizan ile alınmış gibi ayrı ayrı miktarda eczaları alınmış. Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çapmasıyla devrilmesinden, her birisinden alınan miktar kadar yalnız o miktar aksın beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler. Acaba bundan daha hurafe ve imkânsız, batıl bir şey var mı?
İşte bu misal gibi, her bir canlı, elbette zihayat bir macundur; her bir bitki, hayattar bir tiryak gibidir ki, çok müteaddit eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçü ile alınan maddelerden terkip edilmiştir. Eğer sebeplere, unsurlara isnad edilse ve “sebepler icat etti” denilse aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden vücut bulması gibi yüz derece akıldan uzak, imkânsız ve batıldır.”
✽ ✽ ✽
Allahu Teâla her şeyi bilir. Olmuşları bildiği gibi, olacakları da, olmuşlar kadar açık bilir. Zamanın başladığı tarihten sonuna kadar olmuş-olacak her şey Allah'ın ilminde her lâhza hazırdır. Hiç bir hâdise Allah'ın ilminden bir lâhza dışarıda kalamaz. Hiç bir şey O'na karşı kendini gizleyemez. Mahlûkat, O'nun yaratmasıyla var olduğu gibi, O'nun tayin ett iği kadar yaşar, yer, içer. O'nun müsaade ettiği kadar bilir, ilerisini bilemez. Bütün insanların, meleklerin, cinlerin ilmi bir araya gelse, Allahu Teâlâ'nın ilminin yanında denizdeki bir dam la mesabesindedir.
İlmi olmayan bir zât, bunca mahlûkatı nasıl yaratıp idare edebilir ki? Bütün âlem O'nun yaratmasıyla var olduğu gibi, O’nun tayin ettiği güne kadar devam edebilir. Ondan ne bir fazla, ne bir eksik olur. Yine dünyanın ne kadar günü vardır, ne kadarı geçip gitmiştir hepsi Cenab-ı Hakk’ın ilmindedir.
Dünyamıza şu ana kadar milyarlarca insan geldi-gitti. Belki daha milyarlarca insan gelecek. İşte O; kimin, ne zaman, nerede dünyaya geleceğini, kaç sene yaşayacağını, nerede öleceğini, kabirde neler göreceğini, nasıl bir akıbete uğrayacağını kemâliyle bilir.
✽ Bu ayet, önceki ayetin mecaz olduğuna delildir. İntikam alan, gafil avlanan, aldanan bir kimsedir. Oysa Allah'a yerde gökte hiçbir şey gizli kalmaz.
✽ Müzari kipiyle gelmesi de, her zaman, her yerde, bütün şartlarda her şeyden haberdar olduğunu gösterir. Onun için çekime, gizli kameraya, dinleme, görüntüleme cihazlarına ihtiyaç yoktur.
✽ Müsnedin fiil gelişi, hükmü takviye eder.
✽ Allahu Teâlâ'nın zatından ism-i şerifiyle bahsetmesi tecriddir.
✽ Cümlenin tekitle başlaması, inkari kelamdır.
✽ Mefhum-u lakabı; 'Size pek çok şey gizli kalır.'
✽ الْاَرْضِ ve السَّمَٓاءِ kelimelerinin ال 'ı istiğrak-ı hakiki ve cins bildirir.
✽ 'Yerde gökte' cüz-kül alakasıyla tüm kainatta, demektir.
✽ 'Yer' ile 'gök' arasında îhamı tezat vardır.
6- O’dur ana rahminde sizi dilediği gibi şekillendiren. O’ndan başka ilah yoktur. O güçlü, işlerinde hikmet sahibi olandır.
Surenin isminden de anlaşılacağı üzere konu Hz. İsa ve hanedanı üzeredir. Hz. İmran, Meryem’in babası, Hz. Meryem Hz. İsa’nın annesi. Hz. İsa, bir taraftan öldürülmeye teşebbüs edilen, diğer taraftan ilahlaştırılan, babasız doğmasından dolayı ehli küfür ve nifakın iftiralarına maruz kalmış bir peygamber. Altı asır tartışmalara mevzu olan bu husus, Resûlullah’a da ulaşıp çeşitli sorularla konu açılmış, Cenâb-ı Zü’l Celal ayetler indirerek meseleyi aydınlığa çıkarmıştır. Bu ayet de onlardan biri.
Rahimlerde suretleri tasvir eden, istediği gibi yaratma kudretine sahip olan, kimini erkek-kimini kız, kimini siyah-kimini beyaz, her birini ayrı ayrı tarzda yaratan Yüce Allah, Hz. Âdem’i anasız babasız yarattığı gibi, Hz. İsa’yı da babasız yaratmıştır.
"Dilediği gibi şekillendirir" ifadesi; güzellik, çirkinlik, siyahlık, beyazlık, uzunluk, kısalık, azaların sağlıklı yahut herhangi bir noksanlıkta olması, saidlik ve bedbahtlık gibi hususları bildirir.
O, rahmin karanlıkları içerisinde hayranlık verici bünyeyi ve bu ilginç terkibi şekillendiren; onu gerek şekil, gerek tabiat ve gerekse nitelikleri bakımından çeşitli uzuvlardan meydana getiren Zât’tır.
Bu ifade, O'nun bütün mümkinâta muktedir olduğuna, ilmine işarettir. Cenâb-ı Hakk mahlûkatın hepsinin yararına olan şeyleri yaratmaya kadirdir.
Bu ayeti kerime 'İsa ilahtır' veya 'İsa Allah’ın oğludur' diyen Hıristiyanlara bir reddiyedir. Anne karnında tasvir olunan bir kişinin bu hali onun ilah olmasına manidir. Kendisi mürekkeb olup, halen mürekkeblikte devam ettiği ve kendisine fena (yokluk) arız olduğundan bu kişi -haşa- ilah ve ilahın oğlu olamaz.
Yine bu âyet-i kerime tabiatçıların görüşlerine de reddiyedir. Çünkü tabiatçılar tabiatı mutlak kahhâr (herşeyi yapan güç) olarak kabul ederler.
Tasvir, planlamak, şekil vermek demektir. Allahu Teâlâ birbirleriyle tanışmaları için varlıkları değişik surette yaratan, eşyanın görünümlerini dilediği şekil ve biçimde düzenleyendir.
Bünyenin bir kısmı kemik, bir kısmı kıkırdak, bir kısmı atar ve toplar damarlar ve bir kısmı da kaslardan oluşur. Allahu Teâlâ, bunları birbirine, en güzel ve en mükemmel bir biçimde ekleyerek, tenâsüb içinde telif etmiştir. Bu da, O'nun kudretine delâlet eder.
'Erham' rahim kelimesinin çoğuludur. Kökü de, "rahmet" kelimesinden gelir. Aynı anneden doğmak, kardeşlerin birbirine merhamet edip şefkatli davranmalarının sebebidir. Bu sebepten dolayı bu uzuv, "rahim" diye adlandırılmıştır.
Bu azaya 'rahim' denmesi, bebeğin her ihtiyacının onu rahat ettirecek şekilde yaratıldığını, ona çok merhamet edildiğini beyan eder.
"Suret (şekil)" kelimesi ise birşeyi meylettirmek anlamındaki 'صار' fiilindendir. "Suret" belli bir şekle ve belli bir konuma benzemeye meyleden şeyin adıdır.
Cenin anne karnında önce bir et parçası halindedir. Sonra ona bir şekil ve biçim verilir. İşte tasvir bu aşamada ortaya çıkar. Bu evrede insanın tanınıp, başkalarından ayrılacağı sureti kendisine verilir.
✽ ✽ ✽
Kur'ân okuyucuları İbrahim b. Edhem'in bildiği hadislerin bir kısmını dinlemek üzere bir araya geldiler. İbrahim b. Edhem onlara şöyle dedi:
- Beni meşgul eden dört şey vardır. Bunlarla uğraştığım için hadis rivayet edecek vaktim olmuyor.
- Seni meşgul eden şeyler nelerdir? dediler; şu cevabı verdi:
- Birincisi: Yüce Allah'ın "Bunlar cennetliktir, bunlar da cehennemliktir aldırış etmiyorum" buyurduğu Mîsâk Günü… İşte bu ayrımın yapıldığı vakit, ben bu iki kesimden hangisinde idim, bilemiyorum.
İkincisi: Rahimde bana şekil verildiği zamanda rahimler üzerinde görevli olan melek: "Rabbim, bu bedbaht mıdır yoksa said midir?" diye sorduğu an… O an cevabın ne olduğunu bilemiyorum.
Üçüncüsü: Ölüm meleği ruhumu kabzedeceğinde: "Rabbim, küfür ile birlikte mi iman ile birlikte mi ruhunu kabzedeyim?" dediği an.. Ona cevap verileceğini bilemiyorum.
Dördüncüsü: "Ey günahkârlar, siz bugün ayrılın!" (Yâsîn, 59) buyrulacağı an… O an ben iki kesimden hangisi arasında olacağımı bilemiyorum. İşte beni meşgul eden dört husus budur.
✽ ✽ ✽
Tasvirin yasaklanması
Bu ayeti kerime mefhum-u muhalifiyle, Tasvir eden sadece O'dur, O'ndan başka kimse tasvir edip suret veremez, manasındadır.
Dinimizde resim ve heykel yapmak yasaklanmıştır. Hz. Ayşe bir defasında üzerinde suretler bulunan bir çarşaf kullandığını, Efendimizin bunu görünce kızarak yırttığını söylemiştir. Efendimiz Hz. Aişe'ye şöyle demiştir:
✦ "İnsanlar arasında kıyamet günü azabı en şiddetli olan, Allah'ın yarattıklarına benzer şeyler yapanlardır." Hz. Aişe o perdeyi kesti, ondan bir-iki tane yastık yaptılar.
✦ Allah'ın yanında azabı en şiddetli olan insanlar tasvircilerdir. Hadis-i Şerif -Müslim-
✦ Şu suretleri yapanlar kıyamet gününde azap görürler ve kendilerine 'yaptığınız suretlere can verin' denilir. Hadis-i Şerif -Müslim-
✦ Her musavvir cehennemdedir. Musavvirin, tasvir ettiği her surete kıyamet gününde Allah hayat verir de o canlı suret cehennemde kendini yapana azap eder. Eğer sanatına devam etmek zorunda isen ağaç resmi ve canlı olmayan vucut kısımlarının resmini yap. Hadis-i Şerif -Müslim-
✦ Hz. Aişe naklediyor: Resulullah evinde üzerinde haç bulunan bir şey bırakmazdı, onu bozar veya keserdi. Hadis-i Şerif -Buhari-
✦ Aziz ve celil olan Allah şöyle buyurmuştur: Benim yarattığım gibi yaratmaya çalışan kişiden daha zalim kim vardır? Haydi onlar yoktan bir zerre yaratsınlar yahut bir habbe meydana getirsinler veya bir arpa tanesi yaratsınlar. Hadis-i Şerif -Müslim-
✦ Melekler, köpek ve tasvirlerin bulunduğu eve girmez. Hadis-i Şerif -Müslim-
✦ Cebrail (as) Resul-ü Ekrem'in yanına girmek için izin istedi. O da 'girin' buyurdu. Cebrail 'Nasıl gireyim, evinde birtakım at ve insan şekillerinin üzerinde bulunduğu bir perde asılıdır. Ya bu resimlerin başlarını koparmalısınız yahut bu perdeyi indirip yere sermelisiniz' dedi. Hadis-i Şerif -Buhari-
Ana rahminde yaratılış
✦ Muhakkak birinizin hilkati (yaratılışı) annesinin batnında kırk gün içinde toplanır. Sonra şunun misali alaka (yapışkan bir kan pıhtısı) olur. Sonra şunun misali bir mudğa (bir çiğdemlik et) olur. Sonra Allah (cc) kendisine dört kelime ile bir melek gönderir ve yazılır:
1. Rızkı yazılır.
2. Eceli yazılır.
3. Ameli yazılır yani şaki mi olduğu yazılır.
4. Said mi olduğu yazılır. Hadis-i Şerif
✦ Muhakkak Yüce Allah ceninin kemiğiyle kıkırdaklarını erkeğin menisinden, onun yağ ve etlerini de kadının menisinden yaratır. Hadis-i Şerif
Günümüzde tıbbın ilerlemesiyle anne karnında iken bebeğin hastalıkları tesbit edilebilmekte, ameliyat dahi yapılabilmektedir. Bu gelişmeler hayranlıkla izlenir, insan aklının ve ilmin ilerlemesi olarak düşünülür. Oysa, asıl düşünülüp, hayran olunacak zat, o rahme hayat sahibi, can taşıyan küçük bebeği yerleştirip, her azasını mükemmel şekilde tasvir eden Allahu Teâlâ'dır.
İnsan doğmak insana ilahi bir ihsandır
İnsan doğan kaç kişi, ölürken de insandır? C. Numanoğlu
Rahimlerdeki tasvir
Bir insanın anne karnında yaratılışı, sayıya gelmeyen binlerce faktörün rol aldığı ve binlerce sürecin arka arkaya hatasız işlediği açık bir mucizedir.
Her meyvenin olgunu makbul olduğu gibi, insanın yaratılmasına vesile olacak yumurta hücresinin de olgun olması gerekmektedir. Yumurta hücreleri, kız çocuklarının vücudunda -onlar henüz doğmadan- bol miktarda depolanır, fakat depolanan yumurta hücreleri zaman içinde çok azalarak, ancak 400–500 tanesinin kalır. Yeni bir insana temel olabilmek için beklemeye alınan yumurta hücresi daha baştan seçilip hazırlanmaktadır. Bu 400–500 yumurta hücresi, büluğ çağından itibaren olgunlaşır ve sperm hücresini beklemeye başlar.
Genç kızlarda ilk yumurtanın bir yavruya vesile olabilecek özelliği kazanması 12–15'li yaşlarda olur. Sıcak ve güneşli coğrafyalarda bu durum daha erken yaşlarda olurken, az güneş gören soğuk bölgelerde daha ileri yaşlarda gerçekleşir.
Son 20 yılda, hormonlu etlerin yaygınlaşması ve Tv'lerde seyredilen müstehcen sahneler, kız çocuklarının daha erken yaşlarda (8– 9) ergenliğe ulaşmasına ve olgun yumurtalar üretmesine yol açmaktadır. Yumurtalıktaki yumurtaların bitmesi ve yaşlılığın başlaması, 45–50'li yaşlarda gerçekleşmektedir.
Bir yumurtanın olgunlaşmaya başlamasından -sperm tarafından aşılanmadığı takdirde- ölmesine ve yeni bir yumurtanın devreye girmesine kadar geçen süre 28 gündür.
Birbirine zıt özellikler taşıyan yumurta ve sperme farklı vazifeler yüklenmiştir. Sperm hücreleri, uzun kuyruğu olan şişman ok görünümündedir. Yumurta hücreleri ise tekdüze değil, farklı şekil ve büyüklüktedir. Olgunlaşmış yumurta hücresine bir kerede 200–400 milyon sperm hücresi gönderilir; ancak bunun milyonda biri (% 0,00001) yumurtaya ulaşabilir. Spermler yumurtaya ulaşmak için dakikada 2–3 mm. hızla koşuya başlar. Yaklaşık 40–60 dakikada yumurtaya ulaşırlar. Yumurta henüz yumurta borusuna girmemişse, spermler burada 1–3 gün kadar aşılama kabiliyetlerini koruyarak kalabilirler. Spermin yumurta hücresine girip iki hücrenin kaynaşması 24 saat kadar bir süreyi kapsar.
İnsan yumurtası jelimsi bir kılıfın içinde saklanır. Bunun altında yumurtayı dıştan çepeçevre kuşatan sağlam ve koruyucu bir dış zar bulunur. Bu koruyucu zarın üzerinde ise anahtar ve kilit mantığıyla fonksiyon gören glikoproteinler bulunur. Yarışa katılan milyonlarca spermden sadece birkaçı bu zara ulaşabilir. Yumurtayla buluşamamada sperm sayısının azlığı kadar, spermin bu zarı delememesinin de payı vardır. Bu zar üzerindeki proteinlere ve lipidlere tutunan özel bir şeker molekülü yer alır. Yumurtayı yapışkanımsı kılar ve spermin yumurtaya tutunmasına yardım eder.
Adeta limana giriş kapısı gibi çalışan glikoproteini, spermin yumurtanın içine girmesinde yardımcı rol oynar. Bu proteine bağlanamayan bir spermin zardan içeri geçebilme şansı yoktur. Bu proteine bağlandığında spermin içinde meydana gelen kimyevî değişiklik enzim salınımını tetikler. Enzimlerin serbest kalmasıyla zar parçalanır ve sperm içeri girer.
Yumurtanın dış zarı üzerinde kilit gibi çalışan bağlanma proteini, döllenmenin hemen arkasından, yumurtanın salgıladığı bir enzimle parçalanır. Böylece yumurta yeni bir sperm kabul etme fonksiyonunu kaybeder. Bu enzim olmasaydı, spermler yumurtaya tutunmaya devam edeceğinden, yumurta birden fazla spermi kabul edecek ve neticede embriyo ölecekti.
Üreme; sadece bir spermin bir yumurtayla buluşabildiği bir yarıştır. Spermler bu süreci hızlandırmaya, yumurta ise yavaşlatmaya çalışmaktadır. Yumurtanın kapıya kadar ulaşabilmiş spermler içinden uygun olanı seçmek için zamana ihtiyacı vardır. Bu seçimden sonra da, içeriye sadece onun girmesini sağlayıp diğerlerinin girişini bloke etmesi gerekmektedir. İşte bunun başarılı şekilde tamamlanmasının bir yolu, yumurtanın zarı üzerinde bulunan spermi tanıyıcı reseptör proteinlerinin yapısında meydana gelen küçük ama seçici rol oynayan yüzey değişikliklerine yol açan mutasyonlardır.
Bu dönemde rahimde gerekli hazırlıklar yapılır. Rahime kan hücum ederek dinç tutulması sağlanır, hamileliğin başladığından haberdar edilir. Bu arada rahme doğru yüzer şekilde ilerleyen bir hücre yığını konumundaki yumurta da, adeta varlığını ilan edercesine mesaj sinyali göndermeye başlar. Bu mesajlar, cenin için gerekli olan tuzları, demir, kan ve vitaminleri temin etmesi için annenin vücudunu hazırlar. Annenin yumurtalığına ulaşarak burada bir başka hormonun daha salgılanması işlemini başlatır.
✽ ✽ ✽
Kürtajın yapılma safhaları hassas aletler ve ultrasonla filme çekildi. Kürtajı yapan, evli olmayan, genç bir doktordu. İki ayrı kürtaj kliniğinde çalışıyordu ve 10.000’e yakın kürtaj yapmıştı. Filmi seyretti, editörlüğünü de yaptı. Ama odadan çıktıktan sonra bir daha kürtaj yapmadı. Kamerayla çekim yapacak kadın da kürtajı kuvvetle savunan bir feministti. Ancak kendi eliyle görüntülediği filmi seyrettikten sonra kürtajla ilgili konularda hiçbir tartışmaya katılmadı.
Filmde, önce bebek ana rahminde rahatça hareket ederken görüntüleniyor. Kürtajı yapan kişi rahme müdahale ettiği zaman çocuk bir an dona kalıyor. Müdahalenin aksi istikametine, rahmin diğer tarafına doğru kaçmaya çalışıyor. Kalp atışları 140’tan 200’e çıkıyor. Kürtaj yapan kişi çocuğu ararken çocuğun dehşetle ağzını açtığını görüyorsunuz. Sonra kürtaj yapan el ona doğru uzanıyor, çocuğun ağzı öylesine açılıyor ki; çığlık atışını filmde görebiliyorsunuz. Kürtaj yapan kişi onu başından tutuyor ve başını vücudundan ayırıyor. 12 haftalık bebekten geriye birkaç doku artığı kalıyor.
Bu; kürtaj çeşitlerinden sadece biridir. Kürtaj yapanla anestezi uzmanı arasında gizli bir dil vardır. Baş bir numara olmak üzere çocuğun vücudu numaralandırılıyor. Anestezi uzmanı kürtaj yapana soruyor: Bir numara çıktı mı? Bitirdik mi?”
✽ ✽ ✽
Kendisi için hazırlanan bu güvenli yere doğru ilerleyen yumurta, (zigot) bölünerek çoğalmaya devam eder. Her 30 saatte bir bölünme gerçekleşir. 2, 4, 8, 16 olarak bölünen hücreler bir süre sonra küçük bir küme oluşturarak, fallop tüpünden rahme doğru yavaşça yol alır.
Fallop tüpündeki hücreler yüzeylerinde silya isimli tüycükler taşırlar. Embriyonun fallop tüpünden rahme doğru yol alması için yüz binlerce hücrenin senkronize olarak silialarını aynı yöne hareket ettirmeleri gerekmektedir. Çok kıymetli bir yükü taşır gibi, yumurta hücresini gitmesi gereken yöne doğru taşırlar. Spermi yumurtaya doğru iterek döllenmenin gerçekleşmesini sağlayan dalgalanma hareketi, bu kez ters istikamette yumurtayı rahme taşır.
İkinci evre, toplam 5.5 hafta sürer. Bu evrede hücre tabakalarından bedenin temel organ ve sistemleri ortaya çıkar.
Embriyonun gelişiminin sekizinci gününde hücreler farklılaşmaya başlayarak iç ve dış olmak üzere iki tabaka haline gelirler. İç hücreler embriyonun tüm yaşamı boyunca sahip olacağı hücreleri oluşturur. Dış hücreler ise insanın sadece doğumuna kadar, yani 9 ay boyunca, anne karnındaki yaşamına yardımcı olacak hücrelerdir.
Nasıl olmaktadır da milyarlarca farklı hücre, DNA'daki dev bilgi bankasının içinden kendisini ilgilendiren kısmı bulmakta ve ona uygun olarak yapısı değişmektedir? Gözü göz yapan hücreler, nereye kadar gözbebeği yapıp retinayı, göz kaslarını, veya göz merceğini hangi büyüklükte ve hangi yapıda üretip sonra da bu üretimi hangi aşamada durdurmaları gerektiğini nasıl anlamaktadırlar?
Bir hücre beyin hücresi olmak üzere değişirken sinir sistemini, beynin beslenmesini, oksijen alıp vermesini, tüm vücuda sinirlerle bağlantı kurması gerektiğini, beynin bir kısmının görme, bir kısmının duyma, bir kısmının hissetme gibi türlü özelliklere göre ayrılması gerektiğini nasıl ve neden hesaba katmaktadır?
Belli hücreler beynin zarar görme ihtimalini göz önünde bulundurup onu çevrelemekte, doğum sırasında oluşabilecek olumsuz şartları değerlendirip ona göre bir yapı oluşturmaktadırlar. Peki ama hücreler nasıl böyle "ileri görüşlü" davranışlarda bulunmaktadırlar?
Ardı arkası kesilmeyecek bu ve benzeri sorular belki de yeryüzünün ve hatta kâinatın her bir zerresi için sorulabilir ve sorulmalıdır.
Rahimdeki bu yeni yaratılışla ilgili bir diğer ilginç nokta da; annenin bağışıklık sisteminin embriyoya zarar vermemesidir. Normalde farklı genetik yapıda embriyoya karşı mutlaka bir savunma reaksiyonun gelişmesi gerekirdi.
Daha embriyo rahim duvarına tutunmadan önce, rahmin civarında oluşmaya başlayan trofoblast hücreleri, bir tür filtre oluştururlar. Savunma hücreleri bu filtreyi geçemezler ve embriyo da savunma hücrelerinin saldırısından korunmuş olur. Bu hücrelerin bazıları da, oksijen ve besin maddelerinin embriyoya ulaşmasına yardımcı olur. Rahim duvarındaki kılcal kan damarlarının çeperlerini parçalayacak enzimler üretirler. Bu şekilde annenin kanının embriyoya yapacağı basınç da azaltılmış olur.
Üçüncü dönem sekizinci haftadan itibaren başlar ve doğuma kadar sürer. Bir önceki dönemden ayırt edici özelliği ceninin yüzü, elleri ve ayaklarıyla artık insan görünümüne sahip bir canlı olmasıdır. Başlangıçta 3 cm. boyunda olan ceninin tüm organları ortaya çıkmıştır. Sonuçta tek bir hücreden başlayıp yüz trilyon hücre sayısına ulaşan mükemmel ve o kadar da kusursuz bir canlı yaratılmaktadır.
✽ ✽ ✽
İnsanoğlu vahşetini kürtajdan arta kalan ceninlerin kullanımıyla da sergiliyor. Kozmetik firmalarının ürünlerinde kürtajla alınmış bebeklerin ceninleri kullanılıyor. Başta Fransa’da kullanılmak üzere, birçok üçüncü dünya ülkesinden getirilen kürtajla alınmış bebekler, kozmetik firmalarına satılıyor.
Kozmetik sanayiinin imparatoriçesi kabul edilen Yahudi asıllı Helena Rubinstein’in ürünlerinin reklâmlarında ‘cildin genç ve yaşayan hücrelerle’ güzelleştiği belirtiliyor. Fakat bu ürünlerin yapımında kullanılan collagen adlı maddenin ceninden elde edildiği ya bilinmiyor ya da bilmezlikten geliniyor. Zavallı güzellik düşkünü insanlar da ciltlerinin güzelliği için kullandıkları kozmetik ürünlerinin mayasında, katledilen bir hayatın var olduğunun farkında bile değiller.
Araştırmalar, Türkiye’nin gizli cenin cenneti olduğunu ortaya koyuyor. Türkiye’nin en büyük doğum hastanesi olan Ankara Dr. Zekai Tahir Burak Kadın Hastanesi’nde çalışan üst düzey bir yetkili, kürtajla alınan ceninlerin kozmetik firmalarınca satın alındığını söyledi. Adının açıklanmasını istemeyen yetkili, kozmetik firmalarının kürtaj yapılan tüm hastahanelere eleman gönderdiğine dikkat çekerek, bu elemanların ceninleri satın alma işlemini son derece gizli yürüttüklerini ve bu ticaretten hastanelerin oldukça yüklü bir gelir elde ettiğini kaydetti.
✽ ✽ ✽
Allah (cc), zâtında birdir; O’nun yarattığı ve ayakta tuttuğu bir mahlûk, O’na denk olamaz.
Sıfatlarında birdir; hiçbir sıfatının benzeri başkasında yoktur. Mahlûkatta, bilhassa insanlarda O’nun sıfatlarının benzeri değil, izleri ve nişâneleri vardır.
İşlerinde birdir; her şeyi yaratmakta, tedbir ve idârede hiçbir yardımcıya ihtiyacı yoktur.
İsimlerinde birdir; Esmâ-i Hüsnâ’sından hiçbir isminde hakiki mânâsıyla benzeri yoktur.
Hükümlerinde birdir; hâkimiyet münhasıran O’nun şânıdır. Sevabı, ikâbı, helâli, haramı tâyin etmek, ancak O’na mahsustur. ‘Şu haramdır, şu helâldir’ demeye O'ndan başka kimsenin selâhiyeti yoktur. Bu hususlarda Allah’a denk bulunabileceğini kabul etmek, şirktir.
Allah Kıyamet gününde insanları bir araya topladığında bir münadi şöyle seslenecektir:
"Her kim Allah için işlediği bir amelde herhangi birisini ortak koştu ise gitsin onun sevabını Allah'tan başkasının yanında alsın. Şüphesiz Yüce Allah ortaklar arasında ortaklığa en muhtaç olmayandır." Hadis-i Şerif
Her şeyin sebebi sadece Allah'tır. Her şey doğrudan doğruya O'nun sonsuz ilim ve kudretinin eseridir. Sebepler sadece görünen bir perdedir, onların hakiki bir tesiri veya gücü yoktur.
İmtihan sırrı gereği, sebepler bir perde olarak yaratılmıştır. Gerçekte her işi gören, her şeyi yaratıp, tertip eden kudret, hikmet ve rahmet-i ilâhiye'dir.
Sebep-netice münasebeti, elektrik düğmesi ile lâmbadaki ışığa benzer. Düğme çevrilince lâmbanın ışık vermesi, ışığın düğmeden geldiği mânâsına gelmez. Sadece, elektrik tertibatını kuranın sistemini gösterir. Işık düğmeden değil, elektrik santralinden geldiği gibi, varlıklar da maddî sebeplerden değil, sonsuz kudretten gelir. Işığı açmak için düğmeye basmak gerektiği gibi, İlâhî nimetlere mazhar olmak için de, sebepler düğmesine basmak gerekir. Ancak, ışığı düğmeden bilmek ne kadar saçmaysa, nimetleri de onları getiren maddî sebeplerden bilmek ve asıl değeri onlara vermek o kadar saçmadır.
Nimetin kaynağı Mün'im (cc), rızkın kaynağı olarak Rezzak (cc), şifanın kaynağı Şâfi-i Hakiki'dir.
'Aziz' kuvvet ve galebe sahibidir. Kavi ve daima galiptir, hiçbir şekilde ve hiçbir kuvvet tarafından yenilmesi mümkün değildir. Fakat hikmeti icabı çok defa zalimleri cezalandırmakta acele etmez, bazılarını da ahirete bırakır.
“Aziz” mağlub edilemeyen, yenik düşürülemeyen gâlib demektir. Cezalandırma hususunda tam ve mükemmel bir kuvvetin bulunduğuna işaret eder.
Bu mübarek isim, kuvvet, izzet, onur ve şan ifade eder. O, her işinde, her emrinde daima galiptir. Eşi, benzeri, saltanatının bir misli yoktur. Zat-ı Akdesi her şeyin fevkindedir.
O dilerse bir lahzada dünyanın başına binlerce külah geçirir. Bir anda bulutlardan yağmur yerine ateşler akıtır. Toprakta güller bitirir. İbrahim’e ateşi gülistan eder. O’nun muradına karşı kimse duramaz.
Bir zalimi kahretmek istese elinden kurtarmak imkansızdır. Bir garibi aziz etmek dilediğinde ona da hiçbir mani olamaz.
Bir şeyi takdir ve murad edince, artık O’nun önüne duracak hiçbir güç yoktur. Saniyenin binde biri kadar kısa bir zamanda dahi muazzam varlıkları meydana getirir. Yahut var olanları yok edebilir. İnsanların orduları, güçleri ne kadar çok olursa olsun, zamanla elden gider, mağlup olur. Fakat Allah (cc) asla değişikliğe uğramaz. Kuvvetinden, saltanatından bir şey eksilmez.
Cihan tarlasından başak toplayan hiçbir insan yoktur ki, gün gelsin de mağlup olmasın. En kudretli hükümarlar bile acze düşer, tahtı, saltanatı elden gider. Aziz ve Celil olan Allah (cc) ise, her zaman galip, her zaman kudretlidir.
Kula gerekenler:
• Bütün heveslerine galip olmak
• Kazancını helal yoldan temin etmek
• Hududu aşmamaya çalışmaktır.
Allah azizdir, zelil olan, himmeti deni (alçak), nazarı noksan kişi O'na yol bulamaz.
Günde doksan dört ‘ya Aziz’ çekilince düşmanlara galip gelinir. Hak katında aziz olur, hiçbir vakit zillete düçar olmaz.
Esmaül Hüsna ile duanın adabı:
1- İtikadı tam olarak Cenab-ı Hakk’a yönelmek
2- Bedende, elbisede ve mekanda temizlik
3- Sabah namazından evvel veya sonra müteakiben okumak
4- Kıraat esnasında adap üzere oturmak
5- Esmaül hüsnada ismin hesabı sağir ile kendine mahsus olan miktarına riayet etmek suretiyle okuyarak dua etmek.
6- Okunan ismin evveline ‘ya’ nida harfini ilave ederek ‘ya Allah' ‘ya Rahman’ şeklinde okumak.
'Hakim' hüküm ve hikmet sahibi demektir. Allah'ın yarattığı herşey, ilminden ve hikmetinden meydana gelmiştir. İlmi ve hikmeti bütün kemal sıfatlarını içermektedir.
'Hakim' hükmünde ve yönetiminde yanılmayan, peygamber göndermek dahil bütün fiillerinde uygun olanı yapan, hiçbir hatası olmayıp daima isabet edendir. Allah, bilmeden, gafletle veya isabetsiz bir şekilde hükmetmez. O insanlarda görülen bu vasıflardan münezzehtir.
Allah’ın buyrukları ve yasakları hep hikmettir, kullar için hayır ve menfaat kaynağıdır. Bu buyruklar, kitap ve sünnetin tarifine göre ifa edilirse, hayır ve menfaat husule gelir. İnsanlık her an terakki eder. İfa edilmezse hayır ve menfaat kesilir, terakki de durur.
Allah’ın yasak ettiği şeylerin her biri insanlar için birer afettir. Bu afetleri haram kılan ve helali yaratan Allah’tır. Onları yapabilecek kuvvet ve kudreti veren de O’dur. Bunun hikmeti imtihandır. Bu imtihanla herkes kendi kıymetini ve insanlar birbirlerinin sadakat derecelerini öğrenir. Yoksa Allah yasaklara riayet edenle etmeyeni daha onları yaratmadan önce bilmektedir.
Hikmetin içinde adalet, rahmet, ihsan, kerem ve musavvir sıfatları da mevcuttur. 'Hakim' kanun koyan, hükmeden anlamına da gelir. Hukuki hükümlerin yaratıcı kaynağı anlamında tek hakim Allah'tır. İslam hukukunda hüküm vermek ancak Allah’ındır.
Hikmet, bir şeyi yapanın onu niçin yaptığıyla alakalıdır. Yani hikmet, yapanın yapma amacıyla ilgilidir. Bir amaç için yapmayan kimse hikmet sahibi değildir. Hikmeti kabul etmeyen, Allah’a tam anlamıyla hamd edemez. O’nu eksikliklerden münezzeh tutamaz.
Vücudumuza ibretle bakarsak görürüz ki, her azanın bir hizmeti vardır ve her şey yapacağı hizmete uygun yaratılmıştır. Hiçbir şey hizmetinde aksaklık göstermez, sui istimal yapmaz. Azaların birbirine uygunluğu sayesinde menfaat-i müştereke meydana gelir.
Menfaat-i müştereke, eceli tamamlayıncaya kadar ferdin yaşaması için vücutta ayrı ayrı hizmet gören unsurların birleştiği müşterek hedeftir. Bunu sağlayan, vücuda gıdanın alınması, zararlı maddelerin dışarı atılmasıdır. Bu tertip ve nizam bütün kainatta da böyledir. Kainatın her cüzü sadakatle yapmakta olduğu vazifeyle, mensup olduğu kül’ün selametini temin eder. Bu kanunlar ve hikmetler ihata edilemeyecek kadar derin ve çoktur.
'Hakim' kelimesi Kuran’da doksan yedi yerde geçmektedir. Bunlardan beşi Kuran’a nispet edilmiştir, ‘Lehinize veya aleyhinize hükmeden, hiç tutarsızlığı ve çelişkisi bulunmayan’ manasındadır.
'Hakim' kelimesi Allah’ın ismi olarak hiçbir ayette tek başına zikredilmemiş, bir çok yerde ‘yenilmeyen, yegane galip' manasındaki 'Aziz' ismiyle, yine bir çok ayette ‘hakkıyla bilen' anlamındaki ‘Habir’ ve ‘Vasi’ ile, ayrıca izzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce anlamındaki ‘Aliy’, ‘övülmeye layık olan’ Hamid; 'kulların tevbelerini kabul eden' manasında Tevvab’la birlikte kullanılmıştır.
5.6. ayetler arasında şöyle bir irtibat vardır:
Allahu Teâlâ Mahlukatı ezelde dilediği şekilde takdir edip, işlerini dilediği şekilde tedbir etmiştir. Yerleri gökleri yaratmış, orada mahlukatı dilediği şekilde yaratıp yaymıştır. Ne yerde ne gökte O’na hiçbir şey gizli kalmaz. Yine O, anne karnında üç karanlık içinde çocuğu şekillendirendir. Anne karnının üç karanlığı içinde o çocuğu şekillendiren Allah (cc)’a hariçte hangi şey gizli kalabilir?
Nasıl ki bir cenin, anne karnında olgunlaşıp tamamlanıncaya kadar üzerinden kırk günlük dönemler geçer, Evliyanın erbeîn denen kırk günlük çile dönemlerinde müridi terbiyesi de böyledir. Ana rahminde dokuz ay boyunca merhale merhale tam bir çocuğa dönüşen cenin gibi, müridin kemale gelmesi de, uzlet ve halvete çekilip, makamdan makama geçmesiyle mümkündür.
Bu ayeti kerimede şu işaretler vardır:
Allahu Teâlâ hazretleri ana rahmine düşen bir nutfeyi erbain (çile ve kırklar) ile insan suretinde tasvir ettiği gibi ricaullah (ehlullah) dan birinin velayet sulbünden sadık müridin kalp rahmine düşen irade nutfesinin de gelişmesi ve manevi tekamülü böyledir.
Mürid şeyhin velayet tasarruflarına teslim olur. Şeyh rahimlere müvekkel olan melek mesabesindedir. Şeyhin emrine muvafık olarak müridin zahiri ve batıni hallerini zapt eder. Şeyh müridi için halvet ve uzleti seçer ki kendisinden sert kaba ve hoşgörüsüz bir hareket meydana gelmesin. Veya henüz cenin halindeki müridden garip bir koku duyar. Bu da nutfenin sukutunu (düşmesini) ve fesadı gerektirir. Bütün bunlar şeyhin emri ve tedbiriyle olur.
Allahu Teâlâ, Hakk'ın teyidiyle kuvvetlenen (mürşidi kamil olan) şeyhlerin velayet tasarrufuyla şartlarına uygun olarak, her bir erbain geçtiğinde onları halden hale çevirir, bir makamdan diğer bir makama nakleder. Ta ki hazairul kudus (cennetin temiz bahçelerine) ve ünsiyet bahçelerine dönünceye kadar bu tasarruf devam eder.
Erbain (çile ve kırklar) kademinin ilkiyle birinci makama ulaştığında kalp rahminde ceninin yaratılışı gibi, kırklar makam ve ayağına vasıl olur. Bu onu yeryüzünde Allah’ın halifesi kılar. Evliya evladına üflenen ruhun üfürülmesine hak kazanır. İşte bu ruhul kudüstür.
Kendisine ruh üflendiği zaman vaktinin Âdem'i olur. Hilafeti sebebiyle bütün melekler kendisine secde ederler.
'O’ndan başka ilah yoktur.' Ki o başka ilah bir şey yaratsın da (haşa) o Allah (cc)’a gizli kalsın. O’nun takdiratında, tedbiratında bir noksanlık yapabilecek, her hangi bir şeyde bir ihmale, eksikliğe yol açabilecek O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.
O Aziz’dir; hükümlerinde eksiklik yapılamaz. Hakim’dir, ezelden ebede olan biten her şeyde bir hikmeti vardır.
✽ Müsnedin ileyh هُوَ, müsned de الَّذٖي şeklinde ism-i mevsul geldi. Haberin şanını bildirir.
✽ ‘كَيْفَ’ istifham manasında değildir, keyfiyetin şanına delalet eder, lügatteki aslında, mâvuzıa lehinde kullanılmıştır.
✽ ‘كَيْفَ يَشَٓاءُ‘, ’يُصَوِّرُكُمْ -Nasıl dilerse, sözü için mefulu mutlaktır. Takdiri; ‘حالُ تَصْوِيرٍ يَشاؤُها’/ tasvirini dilediği halde, şeklindedir.
✽ ‘O’ndan başka ilâh yok. O güçlü (hükmünde galip olan) işlerinde hikmet sahibi olandır’ cümlesi, geçen hükümleri takrir için itnabtan tezyildir.
✽ ‘يُصَوِّرُكُمْ kelimesi, tefil babından, teksir ifade eder. Mefulde çokluk anlamıyla her ananın rahminde, her insanda ayrı ayrı pek çok tasvirde bulunur. Yüz, el, eyak vb. pek çok azayı, binlerce hücreyi, damarı, sinirleri şekillendirir. Tefil babının diğer manalarından, oluş zamanıyla düşünürsek, bu tasvirin her biri, kendine mahsus zamanda olur. Ceninin saçının çıkması, kalbinin atması hep ayrı ayrı zamanlardadır.
Tefilin izale manasıyla, isterse tam tasvir tamamlanmadan ana karnında ceninin hayatını sonlandırır.
Erişme, bir yere varma manasıyla, cenin tam olarak yaşama şartlarına erinceye kadar ana karnında muhafaza edilir.
✽ 'Rahimlerde' في harf-i ceriyle, istiare-i tebaiyedir. Anne rahmi, derin bir mekana benzetilmiş. Bebek orada canlanır, beslenir, barınır, korunur, hem de cennet evi gibi; yer, içer ama dışarı çıkma ihtiyacı duymaz. Orada yüzer. Bu azaya 'Rahim' ismi, Allahu Teâlâ'nın 'Rahim' ismiyle aynı kalıptandır, iştikakları aynıdır. Bu da rahime yaban ellerin değip bebeği ordan almanın yasak olmasına, bebeğin alınmasının esma-i ilahi'ye yapılmış bir tecavüz kadar menfur olduğuna işarettir.
✽ 'O Aziz'dir' lazım, melzumu;
1- Rabbinin gücünü bilip, onu hatırından çıkarmayan, O'nu müşahede imkanı bulur. Bu durumda kul günahlardan uzaklaşır, yararlı şeylerle meşgul olur. Nefsiyle değil Rabbiyle olur.
2- O Aziz'dir, sevk ve idare O'nun elindedir. Onun himaye ve koruması olmadan korunamayacağını, O'nun yardımı olmadan başarılı olamayacağını unutmamalıdır. Takdire razı olmalıdır.
3- Aziz O'dur, her türlü kemal, izzet O'nundur. Kul kendi muhtaçlığını, zelilliğini, ayıbını fark etmeli, O'nun izzetini müşahede etmeli, izzeti O'na vermelidir.
4- O'nun izzetini düşünüp, tevbekar olmalı, kendisini küçük düşüren günahlardan sakınmalıdır.
✽ 'O Hakîm'dir' lazım; melzumu;
1- Sizler O'nun hikmetini anlayın, anlamadığınız yerde kendi eksiğiniz olduğunu, O'nun her işinde hikmet bulunduğunu bilin.
2- Anne karnındaki bebeğin her hali bir hikmettir. Siz anlamadan müdahalede bulunmayın.
3- Eğer bebekte bir noksanlık, farklılık varsa bu da O'nun hikmetindedir, itiraz etmeyin.
7- Sana kitabı indiren O’dur. Kimi ayetler muhkemdir; bunlar kitabın temelini oluştururlar; diğerleri de müteşabih olanlardır. Kalplerinde eğrilik olanlar; saptırmak ve arzularına göre yorumlamak gayesiyle anlamları müteşabih olanlara uyarlar, oysa onların gerçek anlamını sadece Allah (cc) bilir. Ve ilimde derinleşmiş olanlar: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır’ derler ve bunları ancak gerçeği kavrama özelliği olanlar düşünür ve anlarlar.
Yüce Rabbimizin indirdiği Kur’an-ı Kerim’de muhkem-müteşabih diye iki nevi ayet vardır. Muhkem, anayasa, kitabın anası, itikat-ibadet-muamelat yani mükellefiyetlerimizi gerektiren hükümleri bildiren ayetler.
Müteşabihat: Hikmet-i ilahi gereği manası açık olmayan, Allah (cc) ve Resulü arasında şifre olan gizemli ayetlerdir. Biz bunları anlamakla mesul değiliz. Belki bunların anlamlarını zaman tefsir edecektir.
Bize düşen, muhkem ayetleri öğrenip amel etmek ve amelimizde sadık, halis olmaya çalışmak, kulluğumuzu bilip ona göre davranmaktır. Ne yazık ki asıl vazifeyi bırakıp başka şeylerle meşgul olmayı, üstümüze vazife olmayan şeyleri merak ediyor, merak duyduğumuzu da ziyan ediyoruz. Ayetlere yorum yapabilmek için 'Rasih' denilen köklü derin ilim sahibi, on iki ilmi elif cüzü gibi bilen mütehassıs alim olmak gerekir ki, onlar da bu konuda çok hassastırlar.
Ehli ilim olmadığı halde bir iki meale bakıp ayetleri anlar anlamaz aklına, fikrine, keyfine göre yorum yapanlara Cenâb-ı Hakk ‘eğri kalpli fitneci’ damgasını vuruyor. Bu tipler, helali haram, haramı helal gösterip hem kendi sapar, hem de başkalarını saptırır. Gün gelip tevbe edecek olsalar, kendi sapmaları affa uğrasa bile gayrılarını saptırmaları affa uğrayacak bir suç değil, ağır bir mesuliyet ve vebaldir.
Muhkem; ihtimallerden muhafaza edilmiş, manası açık, zahir olan ayetlerdir. Neshe, gizli müteşabihe haml edilmez. Farzları, vaad ve vaidleri bildiren, sabitleşmiş hükümlerdir. Muhkem olanlar te'vili bilinebilen, manası ve tefsiri anlaşılabilen buyruklardır.
"Muhkem" kelimesi إحكام kelimesinden ism-i mef'uldur. "إحكام" maksada zıt bir şey kendisine ulaşmasın diye, bir işi en güzel surette ve sağlamca yapmak demektir. Hikmet de buradan alınmıştır.
Manası belli, anlaşılmasında karışıklık ve tereddüt olmayan buyruklara muhkem denmiştir. Çünkü kelimeleri gayet açık, dizilişleri sapasağlamdır. Bu iki husustan birisinde gereken açıklık ve sağlamlık bulunmazsa müteşâbih olur.
اُمُّ, çoğu kendisinde toplanan, dalları ayrılan bir şeyin aslıdır. Bu sebeple, dimağı içinde taşıdığı için kafatasına ‘اُمُّ الرّأْسِ’ denir. Yine askerlerin kendisinde toplanması sebebiyle bayrak اُمُّ, büyük şehirler de ‘أُمُّ الْقُرٰى’ olarak isimlendirilmiştir. Anne de doğumun hakikati, dünyaya gelen neslin aslı ve bütün çocukları kucakta topladığı için, اُمُّ ismini almıştır. Teşbihi beliğle اُمُّ bu kelimelere ıtlak olmuş, sonra yaygınlaşarak hakikat olmuştur.
‘اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ’ kelimesi cemi olduğu halde, müfret ‘اُمُّ ’ kelimesi müsned kılındı. Çünkü muhkem ayetler Kuran’ın aslı, kitabın özü, kaynağı, kitabı ve maksatlarını anlamada mercidir. Her muhkem ayet, tazammun ettiği manalarda kitabın esasıdır.
'Kitabın anası' ifadesi, "ana yasa" manasına da gelir. Kur'an "ana yasa" kavramını, dünya hukukuna sokan ilk kutsal kitaptır. O devir için "ana yasa" kavramı, hukukta yapılan en büyük devrimdir.
"Âyetleri muhkem kılınmış bir kitaptır" Yani bu âyetlerin sıralanışı, dizilişi böyledir ve bu kitap Allah'tan gelmiş bir haktır.
Muhkemât, helal ve haram hükümlerinin dayanağını oluşturan, yoruma ihtiyaç göstermeyen, birbirinden farklı anlamlara ihtimal vermeyen açık ayetlerdir. Emir, yasak, müjde ve tehdit ihtiva ederler.
Muhkem ayetler, İslam davetinin hedeflerini, temel esaslarını ve asıl amaçtan uzaklaştırılmaya yEer bırakmayan sağlam prensipleri ifade eder. Allah'ın birliğini, rububiyetini, kemal sıfatlarını hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde anlatan ayetlerdir. Ayrıca muhkem ayetler, ahlakın en güzelini anlatarak bunlara sıkıca sarılmayı, kötü ahlaktan uzak kalmayı ve şeriata uymayı emretmektedir.
'Muhkem' kelimesi geri çevirmek, mani olmak manalarına da gelir. Haksızlığı önlediği ve zalimi zulmünden menettiği için hakime "hakim" denilmiştir. Anne de çocuğunu kötülüklerden koruduğu için 'Ümm-anne' ismini almıştır. Bazı ayetlere de ummu'l-kitab (kitabın anası) denmesi, koruyucu, engelleyici ve menedici olmasındandır. Muhkemlik, dış etkilere karşı ayakta kalabilecek sağlamlığı ifade eder. Kur'an; dış müdahalelere açık olmayacak kadar sağlamdır.
Dış etkilere açık olmayacak kadar sağlam; insanları yanlış davranıştan alıkoyacak kadar etkin; ana yasa kavramını getirecek kadar çağdaş; anlaşılmasında pürüz olmayacak kadar açık; bütün hükümlere kaynaklık edecek kadar evrensel bir kitabı ancak Allah indirebilir.
Müteşabihat, her biri murad edilen manaya benzeyen birçok anlama delalet eden, birbirine tercih edilemeyen manasındadır. "Müteşâbih bir kitap olarak" bir kısmı diğer bir kısmına benzer ve bir grubu ötekini tasdik eder, demektir. "Muhkem" ile kastedilen de bunun zıddıdır ki, o da herhangi bir karışıklığı bulunmayan ve tek bir anlamdan başkasına gelme ihtimali olmayan buyruklardır. Müteşabih, tevile muhtaçtır, tam olarak manasını tesbit etmek mümkün değildir.
Müteşâbih, yüce Allah'ın ilmini yalnızca kendisine sakladığı, yarattıklarına vermediği, herhangi bir kimsenin bilme imkânı bulunmayan buyruklardır.
Bir kitap ki, Allah'ın beşere son kelamı
En büyük mucizesi ve en büyük selamı
Bir kitap ki ne dengi, ne benzeri, ne eşi,
İnsanlık aleminin batmayan tek güneşi
Kuran’da müteşabih ayetlerin gelmesinin sebebi; Kuran'ın bir davet, nasihat, talim kitabı olması, mucize olması, baki kalacak şeri hükümler koyması, daha önce talim ve şeraitin geçmediği bir topluluğa hitap etmesi sebebiyle, bütün bunlara uygun bir üslup taşımasıdır. Müteşabih ayetlerin inmesi, ulemanın fazlını ortaya koyup, ictihada hırslarının artmasını sağlar.
Allahu Teâlâ Kur'an ı Kerim’in hepsini muhkem yapmadı. Çünkü müteşabih ayetlerde imtihan ve hak üzere sabit olanla, bocalayanların arasını temyiz hikmeti vardır. İsrailoğullarının nehri geçerken peygamberlerine tabi olup olmamakla denendikleri gibi, bu ümmet de anlamı bilinmeksizin müteşabih ayetlere iman edip kabul etmekle imtihan olunmuştur.
Müteşabih ayetlere nazar etmek, bu konularda çalışmak, kafa yormak, hakkın ortaya çıkması için onlardan istidlal etmek büyük bir sevaba ve Allah katında yüksek derecelere nail olmaya vesiledir.
Nasihat ve davette kullanılan üslub, hitab üslubuna yakındır. Bu sebeple Kuran ilim için telif edilmiş, şeri hükümlerin konulduğu kanun kitapları üslubunda gelmez. Ondaki ilimler ve şeri hükümler, nasihat ve davetlerin arasına derc edilmiştir. Alışveriş gibi muamele hükümleri bile birbirine muttasıl değildir. Dinleyenlerin sıkılmaması için, nasihat ve davet ifadeleri dağıtılmıştır. Sonra bu hükümlerin bildirilmesi, yirmi yıldan fazla uzun bir zamanda, ihtiyaçları miktarında, tahammülleri kadar olmuştur. Bazı şeri hükümler değişmeyen usuller, bazısı da durumlarına göre değişen füru olarak bildirilmiştir.
Kuran’ın iki maksadı vardır:
1- Daimi şeriat olması. Bu; ibare kapılarının açılmasını gerektirir. Böylece bu hükümlerden, öncekilerin ve sonrakilerin hükümleri alınıp, çıkarılır.
2- Bu şeriatı taşıyanları ve ümmetin alimlerini, iyice araştırmaya, işin hakikatini bilmeye ve manası zor anlaşılan delillerden maksatların çıkarılmasına alıştırmaktır. Ta ki ümmetin alimleri, her zamanda, şeri hükümlerdeki maksadı anlayıp, yeni hükümleri çıkarmaya muktedir olsunlar.
Müteşabih; kıssalar ve misallerdir. Müteşabihe iman edilir, amel edilmez. Muhkemde manalar makuldür, müteşabihte değildir.
Müteşabih ayetler hangileridir?
♦ Lafzen birbirine benzemekle birlikte olağandışı anlamlar taşıyan ayetlerdir.
♦ Bunlar mensuh (kaldırılmış) ayetlerdir.
♦ Helal, haram ve diğer hükümleri açıklayan ayetlerin dışında kalan tüm ayetlerdir.
♦ Allah'ın gerçek mânâsını kendisine ayırdığı ayetlerdir.
♦ Kıyamet zamanını ve şartlarını belirleyen ayetlerdir.
♦ Kıssalar ve misallerdir.
♦ Mecaz ve benzetmelerdir.
♦ Birden fazla mânâyı ifade eden ayetlerdir.
♦ Sûrelerin başlarında bulunan mukattaa harfleridir.
Bırak o çağdaşlar ne derse desin,
Hayat bir sınavdır bu hüküm kesin
Secde et ki varsın Allah'a sesin
Sanma ki önünde seçenekler çok
Ya Kur'an, ya hüsran; üçüncüsü yok!
Teşabehet mertebeleri ondur:
1- Beşerin, künhünü anlama kabiliyeti olmaması veya bazılarının bir asırda, bir cihetten anlayamaması sebebiyle manası mücmel bırakılmıştır. Kıyamet halleri, bulutlardan bir gölge içinde gelme, görme, konuşma vb. rububiyete ait olan şeyler bu kısma girer.
2- Teville, bilinen manaya hamletme imkanı olmasıyla birlikte Müslümanlara manalarını bildirme kastedilerek icmali açıklanmıştır. Surelerin başındaki huruf-u mukattaa, ‘Rahman arşa istiva etti’ (Taha, 5) ‘Sonra semaya istiva etti’ (Bakara, 29) gibi.
3- Nihai manalarını ancak ehlinin bildiği, lügat manasının künhünü karşılayamadığı yüksek manalar. Fehmin anlayabileceği en son manalarla ifade edilen; Rahman, Rauf, Mütekebbir, göklerin ve yerin nuru gibi Allah (cc)’ın sıfatlarının çoğu bu kısma girer.
4- Bazı dönemlerde fehimlerin anlamaktan aciz kaldığı, ilim ehline Kurani mucize olması için getirilen, belli bir süre için müteşabih kalanlar. ‘Güneş kendi yörüngesinde akıp gider’ (Yasin, 38), ‘Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik’ (Hicr, 22), ‘Geceyi gündüze dolar’ (Zümer, 5), ‘Dağları sabit sanırsın, halbuki o bulutların yürümesi gibi yürür’ (Neml, 88), ‘Yağı bitirir’ (Muminun, 20), ‘Zeytin ağacı ki ne şarkta, ne de garptadır’ (Nur, 35), ‘Arşı su üzerindedir’ (Hud, 7), ‘Sonra duman halinde olan semaya istiva etti’ (Fussilet, 11) ve Ye’cuc ve Me’cuc seddinin (Enbiya, 96) zikredilmesi gibi.
5- Arapça'da kullanılan, ancak zahirde, uluhiyetin kemaline muhalif sıfatları hissettirmesi sebebiyle, Allah (cc)’a layık olmayan manaya hamledilme vehmi taşıyan mecaz ve kinayeler. ‘Sen Bizim gözetimimizdesin’ (Tur, 48), ‘Gökyüzünü kuvvetle bina ettik’ (Zariyat, 48), ‘Rabbinin zatı baki kalır’ (Rahman, 28) gibi.
6- Kuran'ın kendilerine nazil olduğu Muhacir ve Ensarın bilmediği yeni kelimeler. ‘Meyve ve çayır فَاكِهَةً وَأَبًّا’ (Abese, 31), ‘Muhakkak İbrahim çok ah çeken ve çok halimdi أَوَّاهٌ حَلِيم’ (Tevbe, 114), ‘İrinden başka yemek yok غِسْلِينٍ’ (Hakka, 36) ayetlerinde olduğu gibi.
7- Arapların hususiyetini bilmediği, sonradan hakikati urfi olmuş şeri ıstılahlar: Teyemmüm, zekat gibi.
8- Arapça konuşmayan kavimlere kapalı olup, müteşabih zannedilen Arapça üsluplar. ‘Hiçbir şey O’nun benzeri gibi değildir’ (Şura, 11) ayetindeki ziyade kaf gibi, ‘Allah (cc)’ı aldatmaya çalışırlar, halbuki Allah (cc) onların aldatmalarına karşılık verir’ (Nisa, 142) kavlindeki müşakale gibi. Arapça üsluplarına vakıf olan, ayetteki aldatmanın ismi celal zamirine isnad edilmesinde müşakale sanatının gerektirdiği mecazi bir isnad olduğunu bilir.
9- Arap adetlerine göre gelen ayetler. Muhataplar onu anlamış fakat onlardan sonra gelenler anlayamamış ve müteşabihat zannedilmiştir. ‘Kim beyti hacceder veya umre yaparsa o ikisini tavaf etmesinde kendisine günah yoktur’ (Bakara, 158) ayetinde olduğu gibi.
İbni Zübeyr Hz. Aişe’ye bunun sebebini sormuş, Hz. Aişe de 'Cahiliye döneminde putperest Araplar da Merve ve Safa tepeleri arasında gidip gelirler (sa'y) ve adı geçen putların yanında kurban keserlerdi. İşte bu putperest geleneğinden dolayı müslümanlar bu iki tepe arasında sa'y etmekten çekinince, bunda bir günah ve sakınca bulunmadığını bildiren bu âyet nazil oldu' demiştir..
10- Batıniye ve Müşebbihe’nin anladıkları gibi müteşabih olmayıp, müteşabih kabul edilen zayıf anlayışlardır.
Bilmek ister isen eğer sen aded-i âyâtı,
Cümlesi altıbin ü altıyüz altmışaltı.
Bini vaad beyanında anın, bini vaîd,
Binidir emr-i ibâdet, bini nehy-ü tehdid.
Bini emsâl-ü iberdir, bin, ahbâr-u kasas.
Beşyüz âyâtı helâl ile harama muhtas,
Buldu yüz âyeti tesbih-i duâda çü rüsuh.
Altmış altısı dâhi nasih-ü mensûh, İbn-i Kemal
Müteşabihat kelimesi birbirine benzeyen ve bu özellikleri nedeniyle karıştırılma ihtimalleri olan ayetlerin sıfatıdır. Muhkem ayetler insanın sosyal, ahlâkî, ekonomik ve hukukî davranış ve ilişkilerini, müteşabih ayetler imanî, gaybî konuları, tabiat kanunlarını, fizik ötesini kapsar.
Müteşabih ayetlerin işaret ettikleri konular araştırıldıkça netleşecek ve anlaşılır hale gelecektir. Neticede müteşabih olan ayetler, kitabın anası olan muhkem ayetlere yaklaşacaktır. Onlar ana değildir ama, ananın çocukları gibi, anaya benzemektedirler.
İçerikleri itibariyle müteşabih ayetler, ana ayetlerden farklıdır. İlim adamları bu ayetleri anlaşılır hale getirmek için araştırır ve beyinlerini yorarlarsa, çocuk durumunda olan müteşabih ayetleri annelerine yaklaştırıp anlaşılmalarına yardım edebilirler.
Mesela Kur'an'da ele alınan insan psikolojisiyle ilgili konular başlangıçta müteşabih görünürler; konu deşifre edilince müteşabihlikten çıkar. Ama bilinir hale getirilen o kısım, başka bir bilinmeyene intikal eder. Ruh meselesi müteşabih bir konudur; onun içinde bulunduğu ayet de müteşabih ayettir:
Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: "Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir." (İsrâ, 85)
İnsan aklının ruhun yapısını anlaması, onu bütün ayrıntılarıyla anlatması mümkün değildir. Psikoloji bilimi, sadece ruhun davranışlara yansıyan etkilerini inceler. Ayetin ifadesine göre, bu da ruh hakkında çok az bir bilgi demektir. Çünkü ruh, madde ötesi özelliğe sahip olduğu için, müteşabih konular içine girmektedir.
Peygamberlerin mucizelerini anlatan ayetler, yapı itibariyle müteşabih değillerdir, ama konu itibariyle müteşabih alana girmektedirler:
'Kitaptan bir bilgisi olan kimse ise, "Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm" dedi.' (Neml, 40)
Ayetin manası müteşabih değildir, ama Belkıs'ın tahtının göz açıp-kapayıncaya kadar kısa bir sürede, uzun bir mesafeden getirilmesi mahiyet itibariyle müteşabihtir. Günümüzde ses ve resim nakledilmektedir; gelecekte maddenin ışınlanma yoluyla nakli gerçekleşirse, bu ayet müteşabihlikten muhkeme yaklaşır.
Kur'an'da yer alan bazı tabiat kanunlarının bir kısmı geçmişte olduğu kadar müteşabih olmayıp, artık muhkem seviyesine yaklaşmıştır. Mesela, 'İnsan neden yaratıldığına bir baksın' (Tarık, 5) ayeti, hangi maddeden yaratıldığını araştırsın anlamına gelmektedir.
Günümüzde sperm ve yumurta, onların döllenme durumu, anne karnında geçirdiği safhalar bilimsel olarak açıklanmıştır. İnsan DNA'sı bulunmuş, çocuğun kimden olduğunu tesbit etmek de artık mümkün hale gelmiştir. Allah'ın insanları rahimlerde şekillendirmesi (Âl-i İmran, 6), geçmişte tamamen müteşabih bir konuydu. Şimdi bu şekillenmenin bazı yönleri bilimsel olarak açıklanmakta, bazı yönleri de hâlâ müteşabihliğini korumaktadır.
Kainatın sırları çözüldükçe, ondaki kanunların müteşabihliği ortadan kalktıkça, yeni sırlar ve yeni müteşabihler çıkacak, kıyamete kadar insan beyni durmadan araştıracaktır.
زَيْغٌ ; lugatta istikametten, haktan sapmak, dönmek, ayrılmak, doğru yoldan çıkmak, şaşmak, mevzudan ayrılmak, abuk-sabuk söylemek, yanlış yola girmek, avare dolaşmak, haktan meyl etmek, eğrilmek, maksattan çıkmaktır. زَيْغٌ, meyl'den daha hususidir. Çünkü meyl maksattan ve doğrudan ayrılmadır.
زَيْغٌ : Hidayetten, haktan, sünnetten dönüp şer ve fesada ısrar etmek, muhkemi batılla örtmek, yanlış, bozuk yorumlar yapmak, şüpheye düşürmek, müminleri fitnelendirmektir.
O dönemde bu ifade ile Necrân hıristiyanlarına işaret olunmuşsa da, 'Kalbinde eğrilik olanlar' dirilişi inkar eden, münafık, zındık, cahil, bidat sahibi, halkı eğrilten bütün kesimleri genel olarak kapsamaktadır. Kalpleri şüpheci, mütemekkin olmayan herkesin kalbi eğridir.
"Kalplerinde eğrilik olanlar" ifadesi, yanlışlığın kalpten kaynaklandığına işarettir. Müteşabih ayetlere, ilim ile yaklaşılmasını isteyen Yüce Allah, kalpteki eğriliğin fitneye ve tevile götüreceğine dikkat çekmektedir.
Kur'an'da "زَيْغٌ" kelimesi, gözle ve (Necm, 17), kalple (Saf, 5) Allah'ın emrinden sapmayı ifade eder. İnsan sapmadan Allah onun kalbini saptırmaz, insan sapınca Allah da onun kalbini saptırır.
'Sapma' önce kalpte başlamaktadır. Bu ayette, gönüldeki sapmanın, fesat ve tevil sonucu olduğunu ifade etmektedir. Kalpteki sapma, psikolojik bir oluşumdur. Bu oluşum kalpte kendi halinde durmaz, başkalarına bulaşmak için sosyal olguya dönüşür. Kalpteki sapma, fitne çıkarma, insanların kafalarını karıştırma isteği uyandırır ve bilgisizce müteşabih ayetlerin peşine düşer.
Kalpteki sapma kafaları karıştırma isteğiyle yetinmez, keyfî manalar üretme arzusu uyandırır, müteşabih ayeti, başka bir ayete ters düşecek şekilde yorumlar. Kalbinde eğrilik olan kişi, kendi düşüncesini Kuran'a kabul ettirmeye kalkışarak bu fesat ve tevile girmiş olur.
Bütün ilmî araştırmalar, Kuran'ın anlaşılması için vasıta olmalı; şahsî görüşünü yaymak için Kur'an vasıta yapılmamalıdır. Bu durum, çocuğu annesinden koparmak kadar suç ve Allah indinde günahtır. Kitabın anası/özü olan muhkem ayetlerden müteşabih ayetleri uzaklaştırmak manevî kalp hastalığının neticesidir.
Tabi olma (ittiba) burada ayrılmama ve adeti üzerine gitme manasında kullanılmıştır. Yani müteşabihe dalmaya devam ederler. Bu devamlılıkları, tabi olanın peşinden gittiği şeyden ayrılmamasına benzetilmiştir.
Hz. Âişe anlatır: Rasûlullah bu ayeti okudu ve şöyle buyurdu: "Onun müteşâbih olanına uyanları gördüğünüz vakit, işte onlar yüce Allah'ın bu ayette kasdettiği kimselerdir, onlardan sakınınız."
Müteşâbihe tabi olanlar dört gruptur:
1- Kâfir olduklarından şüphe olmayan ve Allahu Teala'nın haklarında tevbe etmeleri dahi istenmeksizin öldürülmeleri hükmünü verdiği kimseler.
2- Kâfir olduklarına hükmedilenler. Bunların tevbe etmeleri istenir. Tevbe ederlerse mesele kalmaz. Aksi takdirde irtidat edene yapıldığı gibi bunlar da öldürülürler.
3- Tevil edip etmeme konusunda ayrılanlar. Müteşâbihlerin te'vil edilmelerinin caiz olup olmadığı ihtilâflıdır. Selef şu görüştedir: Müteşâbihin zahiren anlaşılması imkânsızdır, te'viline kalkışmamalıdır. Müteşabih ayetler, muhkem ayetlerin desteklenmesi amacına yönelik vesilelerdir. Hakkında yorumlama hileleriyle çözüm aramaksızın, herhangi bir artırma yapılmaksızın ve gelişi güzel tahminlerde bulunulmaksızın, "bunların hepsi Rabbimin katındandır, biz hepsine iman ettik" denilmelidir.
Bazıları ise bu ayetlerin te'vilini yapmış ve mücmel anlamlarından herhangi birini kesin olarak tayin etmeden, dilde açıklanması mümkün olan izah yolunu izlemişlerdir.
4- Hz. Ömer'in Sabîğ'a uyguladığı gibi, ileri derecede te'dib hükmü verilen haller.
Hz. Ömer zamanında Sabiğ b. Şerik adında bir adam Basra’dan Medine’ye geldi ve insanlara Kuran’daki müteşabih ayetleri sormaya başladı. Ömer (ra) durumdan haberdar olunca ona birisini gönderip huzuruna çağırttı.
Önceden de bir deste kuru hurma dallarından hazırlamıştı. Huzuruna gelince Hz. Ömer ona; 'Sen kimsin?' dedi. Sabiğ; 'Ben Allah'ın kulu Sabîğ'im' dedi. Hz. Ömer de; 'Ben de Allah'ın kulu Ömer'im' dedi, kuru hurma dallarını alıp üzerine yürüdü, kafasını yaraladı. Kanı yüzüne akıncaya kadar şiddetle vurmaya devam etti. Sonunda Sabîğ, 'Bu kadarı yeter ey mü'minlerin emiri, Allah'a yemin ederim, kafamdaki rahatsızlıkların hepsi gitti, sorularımın cevabını buldum' dedi. Hz. Ömer onu Basra’ya geri gönderdi ve Ebu Musa el-Eşari’ye Sabiğ'in insanlara karışmasını engellemesini yazdı.
Kalplerinde eğrilik olanlar, insanları din hakkında şüpheye düşürmek, dine bir şeyler karıştırarak insanları fitneye sokmak isterler. Mü'minlerin, işin içerisinden çıkamayarak aralarının bozulması, herkesin kendi sapık görüşlerine dönmesi için, o ayetlerle kendi hevalarını, kuruntularını delillendirmeye çalışır, insanları Kur'an'ın hedefinden, asıl cevherinden saptırmak için, muhkem ayetlerin hükümlerini müteşabih ayetlerle bozmak isterler.
Selefin ileri gelenleri, Kur'ân-ı Kerîm'deki müşkil manaların tefsiri hakkında soru soranları cezalandırırlardı. Çünkü soru soran, eğer bu soruyla bir bid'ati yerleştirmeyi, fitneyi körüklemeyi arzu ediyorsa, tepki görmeyi ve büyük bir şekilde tazir edilmeyi hak etmiştir.
Şayet maksadı bu değil ise, işlediği bu günah dolayısıyla kınanmayı hak etmiştir. Çünkü bu sorular, o dönemde Kur'ân-ı Kerîm'in hakikatlerinin tahrif edilmesi yolunda zayıf müslümanları şüpheye düşürür, münafıklara nifak sokabilecekleri bir yol vermiş olur.
Ey insan! Yaşıyorken hem de Kur'an çağında
Çırpınıp duruyosun cehalet batağında
Kalbin katı, gözün kör, başın kibir dağında
Kur'an sana 'gel' diyor, bak bendedir adresin
Ey eşref-i mahlukat! Daha Kur'an ne desin?
Te'vil, lafzın dışında kalan bir delile dayanarak lafızda kastedilen ihtimali açığa çıkarmaktır, anlamın beyan edilmesidir. Tefsir ise lafzın beyan edilmesidir.
Teviline yol ararlar, yani arzuları doğrultusunda bozuk ve eğri fikirlerle Kur'an-ı Kerim’i tevil etmeyi isterler. Onlar müteşabih ayetleri tevil edecek bir bilgiye sahip olmadıkları halde kötü niyetle Kur'an-ı Kerim’i tevil ederler.
Ayetin sebeb-i nüzulünde zikredildiği üzere, müteşabihi kendilerince yorumlayanların bir kısmı da, Hıristiyanlardı. Onlar, Hz. İsa için Kuran'da geçen 'Kelimetullah' ve 'Ruhullah' ifadelerini, kendi batıl itikatlarına göre anlamak istiyorlardı.
Kur'an, Hz. İsa'nın Allah'ın ruhundan bir nefha ve Allah'ın bir kelimesi olduğunu söylemişse de bu, onun Allah'ın oğlu, O'ndan bir parça ya da Allah'ın insan şeklinde olduğu anlamına gelmez. Böyle bir yorum; kendi batıl fikirlerini temize çıkarmak için birbirine benzeyen ve tahmini anlamlar ifade eden müteşabih ayetleri saptırmak demektir. Oysa bu ifadelerin tümü, ayetin kendi üslubuyla, İsa (as)'ın yaratılışı konusunda Allah'ın mucizelerinin bir ifadesidir.
Lafız, hakikî ve mecazî mânalara gelebilir. Lafzın zahiri aklî delile ters düşecek biçimde varid olursa, müteşâbihat olur. O halde bu lafzı tevil etmek gerekir. Ancak onlar, kitabın aslı ve anası olan; Allah'ın bir olduğunu, eşi, ortağı ve çocuğunun olmadığını açıkça beyan eden; İsa'yı, Allah'ın oğlu, ilah ya da üç ilahın biri olarak niteleyenlerin kafir olduğunu ilan eden muhkem ayetlere aykırı düşmektedir.
Allahu Teâlâ, mü'minleri, müteşâbih âyetlerin peşine düşmeyip, onlara olduğu gibi toptan îman ettikleri ve onlara dalmadıkları için medhetmiştir.
Önce insan kimliğini alırdın, sonra irfan adresini bulurdun,
Ve Allah'ın halifesi olurdun, kendini; Kuran'a sorsaydın eğer
Hak dine hurafeler katmazdın, zanlarla hükmetmez, küfre batmazdın
Dünya için ahireti satmazdın, İslam'ı Kuran'a sorsaydın eğer.
Kur'an-ı Kerim ve Tevil
İnsan, art niyetli ve tek taraflı olarak Kuran'a yaklaştığında onu anlaması mümkün değildir. Bu, Allah'ın bir kanunudur. Bir kişi ne kadar zeki, kültürlü olursa olsun, samimiyetsiz ve art niyetli bir bakış açısıyla Kuran'ı değerlendirdiğinde onu gereği gibi anlayamaz, doğru yorumlayamaz ve çelişkilere düşer. Bu yüzden, Kuran'a ön yargılı, peşin fikirli, içten pazarlıklı yaklaşan bir kişinin bu art niyetli tutumu, kendisiyle Kuran arasında "görünmez bir perde" oluşturacaktır. (İsra Suresi, 45-46) Bu da kişinin İlahi kitabı anlamasını ve kavramasını engelleyecektir.
Kuran tüm insanlığı doğruya çağıran bir davettir, ancak müminlerin Kuran'ı anlamalarındaki en önemli etken, vicdan ve samimiyetleridir. Müminlerden farklı bir ruh haline ve karaktere sahip dinden uzak kimselerin Kuran'ı anlayamamaları da gayet doğaldır.
Kur'an, son derece açık, sade ve anlaşılır bir dile sahiptir, ama samimi ve vicdanlı kimselerin anlayabilecekleri özellikte bir kitaptır. Henüz iman etmemiş herhangi bir insan, açık bir kalple, ön yargısız ve samimi olarak yaklaştığında, Kuran'ın Allah sözü olduğunu vicdanıyla fark eder. Kuran'ın üslubundaki heybet, mükemmellik ve sadelik, içerdiği üstün ilim ve hikmetle bir insan sözü olmadığını, ilahi bir Kitap olduğunu her vicdan sahibi kabul eder. Bu kişi iman edip saygı ve samimiyetle yaklaştığı takdirde, Kuran'ın hikmetli manaları kendisine açılır.
Kur'an kendisine samimi bir kalple yaklaşan için bir hidayet rehberi olduğu gibi, art niyetle, düşmanca yaklaşanlar için de bir sapma vesilesidir. Etraftan duyduğu yanlış bilgiler, çarpık yorumlar, yalanlar ve ön yargılar ile birlikte kendi dünya görüşünü ve yaşam felsefesini de ölçü alarak Kuran'ı taraflı bir biçimde değerlendirmek isteyen, Kuran'ı ne anlayabilir ne de ondan istifade edebilir.
Tam aksine, Kur'an bu kimsenin sapkınlığının artmasına vesile olabilir. Kuran'ı anlayamadığı gibi, Kur'an hakkında akılsız ve mantıksız itirazlar getirip, çarpık ve saçma yorumlar yapabilir. "Oysa o (Kur'an), zalimlere hüsrandan başkasını artırmaz" (İsra Suresi, 82) ayetiyle haber verdiği gibi Kuran'dan ve imandan uzaklaşır.
✦ Kur’anı kendi görüşüyle açıklayan, verdiği mânâ doğru olsa bile, muhakkak hata etmiştir. Hadis-i Şerif, Nesai
✦ Kur’ana ehliyeti olmadan mânâ veren, Cehennemde azap görecektir. Hadis-i Şerif, Tirmizi
✦ Ümmetim için şu iki şeyden korkarım: Helal malın onlara çoğalması, hasetleşip savaşmaları. Kitabın kendilerine açılıp, müminin ondan tevil arayıp sapıtması. Hadis-i Şerif
✧ Allah’ın kitabında bilmediğimi söylersem hangi arz beni taşır ve hangi sema beni gölgelendirir? Hz. Ebu Bekir
Kur'an insanlar için gereken her bilgiyi barındıran mucizevi bir kitaptır. Ayetlere üstün bir hikmetle sınırsız bir ilim yerleştirilmiştir. Ayetler kendi içlerinde zahiri, batıni, içiçe geçmiş ve katlanmış pek çok anlam içerdikleri gibi, ayetler arasındaki bağlantılardan da sayısız anlamlar çıkar. Kimi zaman tek bir ayetin açıklaması bile müstakil bir kitap konusudur. Bu sebeple, Kuran'ı yorumlamak, asıl kastedilen manayı anlayabilmek için herşeyden önce Kuran'ın geneline hakim olmak şarttır. Bunun yanı sıra, çeşitli teknikleri de bilmek gereklidir.
Bu tekniklerin en önemlilerinden biri, ayeti Kuran'da bulunduğu yere göre değerlendirmektir. Çoğu zaman bir ayetin anlamı o ayetin içinde geçtiği konu bütünlüğünden anlaşılır. Ayetin gelişi ve devamındaki ayetler o ayetteki anlamın net olarak anlaşılmasını sağlar. Buna, ayetin "siyak ve sibakı" yani "öncesi ve sonrasında devamı" denir. Bu nedenle, ayeti bulunduğu yerden ayırarak, başını sonunu dikkate almadan, yalnızca içinde geçen kelimelere göre yorumlamaya kalkmak çok yanlış anlamlar çıkmasına sebep olabilir.
Bir diğer önemli teknik de ayetlerde geçen kelimelerin anlamlarını yine ayetleri esas alarak tespit etmektir. Pek çok kelime Kuran'da özel anlamlarda kullanılır. Kuran'ın belli bir yerinde kullanılan bir tabirin anlamı, çoğu zaman o tabirin Kuran'ın başka bir yerinde kullanılma şeklinden anlaşılır. Kuran'da gördüğü her kelimeyi sözlükteki ilk manasıyla ele almak çok yanlış, hatta bazen tam tersi anlaşılıp yorumlanmasına sebep olabilir. Kuran kendi kendini açıklayan bir kitaptır. Bir ayetin tefsiri, bazen bir başka ayetin anlamında saklıdır.
Ayetleri doğru yorumlamanın önemli şartlarından biri de Kuran'ın ruhunu kavramaktır. Kuran'ın ruhunu kavrayabilmek için de Kuran'ın geneline hakim olmak gereklidir. Allah'ın sonsuz merhamet, şefkat ve adaletinin Kuran'daki tecellisi görülüp anlaşılmalı ve ayetler bu bakış açısına göre değerlendirilmelidir.
Kur'an ilahi bir kitaptır, diğer kitaplara benzemez, onlarla kıyaslanamaz. Kuran'ın kendine has özel bir üslubu vardır. Ayetleri gereği gibi anlamak için Kuran'ın genel üslubunu, temel ruhunu hakkıyla kavramak, Kuran'a uygun bakış açısına sahip olmak gerekir.
Yani, tevili benzerleri gibi olmadığından onun teviline kabiliyetli değillerdir. Bu sebeple selef, şeriata raci olmayan müteşabih ayetlerin tevilini yapmamışlardır.
Te'vil, tefsir anlamına gelir. Bu kelimenin te'vili şudur, gibi. Ve yine bu fiil, işin sonunda tevl edeceği akıbeti anlamına gelir. 'İş sonunda şuna vardı' gibi. 'Te'vil ettim' onu bu hale getirdim, demektir.
Burada zikredilen tevil'in 'öldükten sonra dirilişin vaktini Allah'tan başka kimse bilemez' manasında olduğu da söylenmiştir.
'Rüsuh' sabit ve sağlam olmak, derinlere kök salmak, yakından bilmek, baştan aşağı her şeyi bilmek, mükemmel bir hünere sahip olmak, içine sızmak, nüfuz etmek, dikmek, zihnine sokmak manalarına gelmektedir.
'Rasihûn' kitabın ilminde, haml edilen manalarını bilmede temekkün eden, Allah’ın murad ettiği manaya irşad eden delillerin şüphe karışmayacak kadar kendilerinde kaim olduğu kimselerdir.
Bazı insanlar, suyun yerin derinliklerine işlemesi, ağacın toprağa kök salması gibi ilmî meselelerde kök salmış, konuların derinliklerine inmiş ve onları yakînen tanıma imkanına sahip olmuşlardır. Köklü ve derin bilgiye sahip olan bu insanlar, müşetabih konuları anlama imkanına sahiptirler.
İlimde kökleşenler, inceliklerini bilenler, onda sabit olanlar ve tevilini güzel yapanlardır. Onların özellikleri; kendisiyle Rabbi arasında takva, kendisiyle halk arasında tevazu, dünya ile kendi arasında zühd, kendisi ile nefsi arasında mücahede bulmasıdır.
Bunun için ‘وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ’ kelimesi ism-i celale atfedilmiştir. Bu atıfta ‘Allah (cc) kendinden başka ilah olmadığına şahitlik etti, melekler ve ilim sahipleri de’ (Âli İmrân, 18) ayetinde olduğu gibi büyük bir şereflendirmedir.
Kuran’da Allah (cc)’ın ilmini kendi katında sakladığı bunun üzerinde bir ayet yoktur. Allah’ın ilimde kökleşenlerin faziletini ispat etmesi, onları rusuhla vasıflaması, müteşabih ayetleri anlamada onların meziyeti olduğunu bildirmesi bunu teyid eder. İbni Abbas (ra) bu ayet hakkında ‘Ben onun tevilini bilenlerdenim’ demiştir.
Müfessirler günümüze kadar müteşabih ayetleri daima tefsir etmiş, tevillerde bulunmuşlardır. Müfessirlerin Kur'an-ı Kerim’den bir şey üzerinde durdukları ve ‘bu müteşabihtir bunun manasını Allah’tan başkası bilemez’ dedikleri vaki değildir. Hatta alimler heca harflerini ve diğer benzeri ayetleri de tefsir etmişlerdir.
Bilgide derinleşmek, bilgiyi yığın olarak bilmek, zihinde tutmak değil; tam tersine düşünmek, bilgiden yeni bilgiler üretmektir.
Bu cümlenin, öncesine atfedilmeyen, yeni bir cümle başı olup, ifadenin 'Onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir' buyruğunda tamamlandığı da söylenmiştir.
İlimde derinlik sahibi olanların bilgilerinin vardığı son nokta, bir sonraki ayette onların: "Biz O'na iman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır" demeleridir.
Gerçek alim
Ey ilim iddiâsında bulunan, hani ağlaman? Allah korkusundan göz yaşın akıyor mu? Hani çekinmen? Korkun ve günahları itirâfın nerede kaldı? Nefsinle cenk etmek ve onu terbiye etmek yok mu? Onu Hak tarafına çağırmak nerede kaldı? Bunlar sende yok. Kalbinde Allah korkusu çok az olan, dünyâ sevgisi bulunan, haramlardan sakınmayan, âlim olduğunu söylerse şaşılır.
Her âlim denilen kimse ile oturup sohbet edilmez. Ancak kendisinde şu vasıflar varsa, o âlimin sohbetlerinden istifade edilir:
1- Hakk’a davet edecek, hakikate celbedecek. Zühd ve takvaya, âhirete hazırlanmaya teşvik edecek.
2- Kibirden uzaklaştırıp tevazu haline büründürmeye çalışacak.
3- İhlâsı tarif ve tavsiye edecek, ruhu besleyici nefsi zayıflatıcı bilgiler ve öğütler verecek.
✽ ✽ ✽
Nevevî, hadis alimlerinin efendisiydi. Şafii fıkhında ise, devrinin en büyük alimiydi. Şafii mezhebinin esaslarını, bir meseleye dair sahabi ve tabiin alimlerinin neler söylediklerini, hangi noktada birleşip hangi noktada birbirlerinden ayrıldıklarını ezbere bilirdi.
Bir gün İmam Gazali'nin el-Vasit adlı eserinden yapılan bir nakil hakkında onunla münakaşa ettiler. Halbuki Nevevî münakaşayı da sevmez, münakaşa edenleri de sevmezdi. Dayanamadı, yanındakilere dönüp şöyle dedi:
"Benimle el-Vasit hakkında münakaşa ediyorlar. Halbuki ben o eseri dört yüz defa okudum..."
✽ ✽ ✽
Bu haller bulunmayan âlimin ilmi kendisine fayda vermez ki başkası istifade etsin. Hâl, kâl, fiil ahkâma uymuyorsa işin ehli değildir.
Âlimler, zâhirî ve bâtınî âlimler olarak ikiye ayrılır. Zâhirî âlim; ilmi arttıkça ortaya çıkması, tanınması artan kimsedir. Fakat bâtınî âlim gizlidir. Mânâlar âleminde ilerledikçe, kendisi, kendisini ve ilmini anlamaktan, idrâk etmekten âciz kalır. İlmi de kendisi ile birlikte gizlidir. Görünüşte onun ilminin ve kendi hâlinin bir belirtisi olmaz. Ancak ehli olanlar tarafından tanınabilirler.
Hakiki âlimin vasıfları:
1- Dünya ziynetlerine kıymet vermemek.
2- Sultanlarla düşüp kalkmaktan sakınmak.
3- Fetvâdan kaçınmak.
4- Yakini kuvvetlendirmeye ehemmiyet vermek. Bu da, yakin sâhipleriyle buluşup, onlara uymakla olur.
5- Halkın ittifâkıyla da olsa ihdas edilen şeylere kıymet vermemek. Sahabenin hâli, ahlâkı ve ilmi üzere olmak.
6- Tevekkül sâhibi olmak ve Resûlûllah (sav) ve sahabeden başkasını taklit etmemek.
7- Ameli bozan, kalbin huzûrunu kaçıran şeyleri iyice araştırıp öğrenmek.
8- Dâima mahzun, başı öne eğik vaziyette sükût etmek.
9- İlm-i bâtın (Allah bilgisi), kalp murâkabesi ve âhiret yolculuğu için gerekli bilgileri elde etmek için ciddi çalışmalar yapmak.
10- İlmiyle dünyalık istememek.
11- İşi sözüne uymak.
12- Faydası az ilimlerden sakınmak.
✧ Hakiki alim, suali cevaplandırırken kıyamette, "Bu cevabı nereden buldun?" diye sorulacağından korkan kimsedir. Ebu Hafs-ı Haddad
✧ İlim sâhibi, mâlûmâtı ve nakilleri çok olan değildir. Âlim, bilgisi az olsa da öğrendiklerini uygulayan, uygulattıran ve sünnetlerden ayrılmayanlardır. İbrâhim el-Havvâs
✧ Bulunduğu muhitte kendisinden daha bilgili kimselerin bulunabileceğini kabul eden kimse, gerçek âlimdir. Ama kendisini herkesten üstün gören, her âlimden daha bilgili sayan, kendini âlim sanan bir câhildir. Abdullah b. Mübârek
Kur'an-ı Kerim'i anlamak
Yalnızca birtakım ilimlere sahip olmak Kuran'ı gereği gibi anlamada yeterli değildir. Tarih, görünürde pek çok ilmi vasfa sahip oldukları halde Kuran'ı yanlış yorumlayıp sapanların örnekleriyle doludur. Pek çok batıl mezhebin kurucuları bu tür alimlerdir. Bunlar hem kendilerinin hem de kendilerine tabi olan kitlelerin İslam'dan uzaklaşmalarına sebep olmuşlardır.
Peygamberimiz zamanında, Mekke müşrikleri Kuran'ı anlamayıp inkar etmişlerdi. Ancak onlar Arapçayı da çok iyi biliyorlardı.
Kuran'ı Kerim'i tam anlayabilmek için, Allahu Teâlâ'nın kuluna bir fehim vermesi gereklidir. Allah bu anlayışı müttaki ve ihlaslı olana verir. Heva ve hevese tabi olmak, bunu engeller. Kuran'a olumsuz bir ruh haliyle, Allah'ın beğenmediği bir niyet ve bakış açısıyla yaklaşmak, Kuran'ı yanlış anlamaya yol açar. Heva ve heves kişinin aklını kapatır, Kuran'ın sırlarını, inceliklerini, derinliklerini kavrayamaz. Ayetleri kaba ve yüzeysel bir bakışla yorumlar, ilahi hikmetleri göremez.
Hevasına uyan kişi Kuran'ı nefsî isteklerine, çıkarlarına uygun biçimde yorumlamak ister, ayetlerden Allah'ın kastettiğini anlayamaz. Böyle kişiler normal insanların kolaylıkla kavrayabilecekleri konuları dahi anlamakta güçlük çekerler. Ayetler arasında, ayetlerle olaylar arasında bağlantı kuramazlar. Sonuçta da; kavrayamadıkları ayetleri çelişkili sanırlar.
Kibir Kuran'ı anlamada çok büyük bir engeldir. Kibirli insan kendini herkesten üstün gördüğü için, Kuran'a gereken tevazu ve kulluk bilinci içinde yaklaşamaz. Kibir kendi aklını, kültürünü, bilgisini herkesten üstün görmeye sebep olur. Akademik kariyeri, kültürü, bilgisi, onu Kuran'dan iyice uzaklaştırır. Bilim adamı veya aydın görünürken, Kuran hakkında akılsızca iddialar ortaya atar.
Kuran'ı, kibir ve gurur üzerine kurulu şahsiyeti için bir tehdit olarak görür. Onu yalanlayabilmek için var gücüyle mücadele eder, ayetler hakkında alabildiğine tartışır durur. 'Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden engelleyeceğim...' (Araf, 146)
Kuran'ı doğru anlayabilmek için büyüklenmemek, mütevazi, olmak Allah'a tam teslim olmak, boyun eğmek, Allah'ın sonsuz kudreti karşısında bir hiç olduğunun bilincine varmak gerekir.
Bazı insanlar da, yaşadıkları zaman ve toplumun şartlarını ölçü alır, çoğunluğun uyguladığı kuralları mutlak doğru sanarak Kuran'ı değerlendirir. Kuran'a itiraza kalkışanların en ahmak ve en kalabalık grubu bu insanlardır. Her meslek grubunda ve sosyal çevrede rastlanan bu insanlar fazla düşünmez, herhangi bir dünya görüşleri yoktur. Gününü gün etmeye, hayatını kazanmaya çalışır, küçük hesaplar, basit çıkarlar peşinde koşarlar. Kuran'ı çıkar ve zevklerini engelleyecek, keyiflerini kaçıracak, özgürlüklerini kısıtlayacak, alışılmış kurulu düzenlerini bozacak bir tehlike olarak algılar ve ayetlere karşı çıkarlar.
Genellikle kendileri düşünüp bulmadıkları, sağdan soldan duyup benimsedikleri klasik kalıpları kullanırlar: "21. yüzyılda…", "bu devirde…", "uzay çağında…", "batıda…" gibi kalıplaşmış cümlelerle Kuran hakkında yorumlar yaparlar. Hikmetlerini anlamadıkları hükümler, anlamlarını kavramadıkları ayetler hakkında akılsızca tartışmalar açar ve hiçbir tutarlı mantık içermeyen iddialarını ateşli biçimde savunurlar. Mantıklı, tutarlı olmaktan değil çoğunluktan cesaret ve güç alırlar.
"Hayatın gerçekleri" adını koydukları dünya görüşünü ölçü alarak Kuran'da hata veya eksik aramaya kalkışırlar. Asrın gerekleri zannettikleri kavramlar, topluluk psikolojisiyle birbirlerini avuttukları, kendi kendilerini kandırdıkları içi boş kuruntulardır.
✽ ✽ ✽
Mi’sar anlatıyor; İmam Ebû Hanife’yi izledim. Sabah namazından sonra ilim meclisine oturur, ikindiye kadar bu hal üzere devam ederdi. İkindiden sonra akşama, akşamdan da yatsıya kadar bu vaktin namazını kıldıktan sonra hemen ilim dağıttığı yere geliyor, ders vermeye devam ediyordu. Kendi kendime; ‘Bu adam ne zaman ibâdet edecek?’ diyordum. Onu geceleyin de takip etmeye karar verdim. Yatsıyı kıldıktan sonra evine girdi. İnsanlar uykuya daldığı, ortalığın iyice sâkinleştiği bir sırada mescide geldi, namaza durdu. Gece boyunca hep namaz kılıyordu. İnsanların kıpırdanmaya, yavaş yavaş kalkmaya başladığı saatlerde evine döndü. Sonra yine her zaman ki vakitte evinden çıktı. Üstü başı düzgün, sakalı temizdi. Cemaatle berâber sabah namazını kıldı. Yine ilim halkasına geldi, bütün günü ilimle geçirdi. Ben bu sefer kendime; ‘Herhalde sadece bugüne has bir ibâdetti bu!’ dedim. Sonra ki günlerde de onu takip ettim. Onun gecesinin de gündüzünün de dolu olduğunu gördüm. Sadece öğleden önce biraz kestiriyordu.
✽ ✽ ✽
Kur'an ilimleri
Kur’an ayetlerini tefsir etmek, herkesin yapacağı bir iş değildir. Tefsir için ihtisas yapılması gereken 15 ilim dalı:
1-Lügat İlmi: Kur’an’daki her kelimenin asıl manasını bilmeye yarayan ilimdir. “Allah’a ve kıyamet gününe iman eden kimsenin Arapça kelimelerin bütün manalarını iyice bilmeden Kur’an-ı Kerim hakkında ağzını açması caiz değildir.” (Mücahid)
2-Nahv (gramer ilmi): İrabın, yani harekelerin değişmesi ve başka şekle girmesiyle mana tamamen değişir. İrabı bilmek nahv ilmine bağlıdır.
3-Sarf İlmi: Kelimenin şekil ve binalarının değişmesi ile manaları tamamen değişir. O yüzden sarf ilmini bilmek gereklidir. “Sarf ilmini kaybeden çok şeyi kaybetmiştir.” (İbni Faris)
4- İştikak (kelime türetme) İlmi: Bir kelime iki ayrı kökten meydana gelmiş ise onların manası da değişik olur. “Mesih” kelimesinin dokunmak manasına gelen “mesh” ve ölçek manasına gelen “mesahet” kökünden geldiği gibi.
5- Meani İlmi: Bu ilimle sözün manaya göre dizilişi bilinir.
6- Beyan İlmi: Bu ilimle sözün açık ve kapalı manaları, benzetme ve kinayeler bilinir.
7- Bedi İlmi: Söz güzelliklerini bildirir. Bu üç ilme “İlmi belagat” denir ki, Kur’an tefsir edenin bilmesi gereken önemli ilim dallarındandır.
8- Kıraat İlmi: Çeşitli okuyuşlar yüzünden farklı manalar anlaşılır. Böylece bir mananın diğeri üzerine tercihi bilinmiş olur.
9- Akaid İlmi: Kuran’ı Kerim’de bazı ayetler vardır ki, onlarda tevile ihtiyaç doğar. Mesela Fetih Suresi 10. ayette geçen “Allah’ın eli” ifadesi gibi. Bu teviller ancak akaid ilmi bilinirse anlaşılabilir.
10- Usul-ü Fıkıh İlmi: Bununla delile dayanarak ve kaynağına inerek hüküm çıkarma yolları bilinir.
11- Sebeb-i Nuzül: Ayetlerin iniş sebebini bilmekle mana daha açığa çıkar. Bazen de manayı anlamak iniş sebebine bağlı olur.
12- Nasih ve Mensuh İlmi: Kur’an’da lafzı ve manası sonradan başka bir ayet ile kaldırılan ayetler bulunmaktadır. Bu ilim bilinmezse o ayetleri anlamak imkansızdır.
13- Fıkıh İlmi:
14- Hadis İlmi
15- Vehbi İlim: Bunların hepsinden sonra “Vehbi İlim” gerekir ki, Cenab-ı hakk’ın özel ihsanıdır. Onu hususi kullarına lutfeder.
Bu ilimler Kur’anı tefsir edecek biri için vasıta yerindedirler. Eğer bir kişi bu ilimleri bilmeden Kur’an’ı tefsir ederse, o kendi görüşüne göre tefsir yapmış olur ki, bu yasaktır.
✦ Kim, Kur’an’ın hükümleri ve anlamı hakkında bilgisiz olarak konuşursa, Cehennemdeki yerine hazırlansın. Hadis-i Şerif
✧ Kur’an-ı kerimin tefsiri, Resulullah'tan işitildiği gibi yapılabilir. İ. Rabbâni
✧ Kur’an-ı Kerimi, kendi görüşüyle açıklayan, doğru olsa dahi, mutlaka hata etmiştir. Nesai
Kur’ân-ı Kerim ve Hadislerden doğru hükümleri çıkarmak için “Usul” ilmine ihtiyaç vardır. Fakih, fer’î bir olayın hükmünü tesbit etmek için, usul kurallarını alır, o fer’î olayla ilgili delile uygular. Böylece o delilin hangi şer’i hükme delalet ettiğini ortaya koyar.
‘وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ’ kavli, ilimde kökleşenlerin müteşabih ayetlerin tevilini bildiğini hissettirir.
Yani 'yoldan saparak heva ve heveslerine meyletmekten kurtulmuş aklı selim sahipleri anlar. Bu makam, uyarı ve nasihatlerden öğüt alıp, hakka gereken itinayı gösteren akıl sahiplerinin ulaşabilecekleri makamdır.'
Bu vasıf rüsuh sahibi olanlara iyi bir zihin, keskin bir zeka ve güzel nazarları (bakış ve düşünceleri) sebebiyle bir medihtir.
Yine burada, rüsuh alimlerin müteşabih ayetlerin tevillerini kavramalarını sağlayan istidadın, hissi örtülerden arınmış bir akıl olduğuna işaret vardır.
'İlimde kökleşenler' cümlesinin öncesine atıf olmadığı görüşüne göre de mana şöyle olur: 'Rabbimiz kalplerimizi kaydırma' diyen, iman eden, bilgisinin ulaştığı noktada duran ve müteşâbihin arkasından gitmeyi terkeden, ancak akıl sahibi olan bir kimsedir.
Renkleri ince ince ne anlatırsın köre?
‘Konuşun insanlara akıllarına göre.’ Necip Fâzıl
Akıl sahipleri; akılları hidayet nuruyla sıfatlanmış, adet ve heva kabuğundan sıyrılmış olanlardır.
En yüksek akıl, Efendimiz'in aklıdır. Onun mübarek zekası ve aklı, her düşüncenin üzerindedir. En büyük dahilerin ve en parlak fikirli adamların akıl ve dehaları, onun yüksek zekası yanında sönük kalır. Bu gerçeğe onun mükemmel hayatı şahittir. Arab Yarımadasının; nübüvvetten önceki hali ile sonraki durumunu düşünmek zaten yeterli bir delil olacaktır. Onun kadar insanların ruh hallerini anlamış, insanları güzel bir siyasetle idare etmiş, onları doğru yola getirip ıslah etmeyi başarmış, bunun için gereken esasları hazırlamış bir akıl ve hikmet sahibi gösterilemez.
Dolayısıyla ayeti kerimede geçen 'Bunu ancak akıl sahipleri anlar' cümlesi zımnen Efendimiz'e ve fetanet sahibi peygamberlere işaret eder, tecriddir.
✦ Allah katında kulların en sevimlisi, gizli takva sahipleridir. Bunlara kimse itibar etmez. Şöhretleri yoktur. İşte asıl hidayet mumları, ilim çıraları böyle kimselerdir. Hadis-i Şerif
Akıl
Akıl: Men etmek ve tutmak anlamındadır. Hayvan yularına da ikal denir. Akıl ile ikal aynı köktendir ve 'güzel şeyleri tutup kötüyü men etmek' anlamına gelir.
İmansız akıl, bedende yılan görevi yapar. Bizler de akıl sahibi nasıl olur, sorusunun cevabını Efendimiz'in hayatını, sünnetini, okuyup öğrenerek, yaşantımıza geçirerek bulabiliriz. Hz. Mevlana bu gerçeği şöyle dile getirmiştir: Aklını Hz. Muhammed'in aklına kurban et!
✦ Allah (cc) yeryüzünde akıldan daha az hiçbir şey yaratmamıştır. Hadis-i Şerif
✦ Ey Ademoğlu! Rabbine itaat ettiğin gün kamil manada akıllı denilmeye layık olursun. O’na asi olma, cahil denilmeye müstehak olursun. Hadis-i Şerif
✦ Akıllı nefsini hesaba çeken, ölümden sonrası için hazırlanandır. Hadis-i Şerif
Enes b. Mâlik anlatıyor:
- Yâ Resûlâllah! Ameli az, günahı çok olan kişi için ne buyurursunuz?
- Her Âdemoğlu, çok hatâ eder. Kimin yaratılışta bir aklı ve gerçeği öğrenme güdüsü varsa, günahları ona hiçbir zarar vermez.
- Nasıl olur bu yâ Resûlallah?
- Çünkü o ne zaman hata yapsa, hiç beklemeden tevbe eder. Onun günahları silinir ve ona geride sevap artığı kalır ve onunla cennete girer. Akıl, Allah’a itaat edenin lehine, Allah’a isyan edenlerin aleyhine bir hüccetdir.
Akıl bakımından en tamamınız, Allah’dan korku bakımından en ileride olanınız ve ibret bakışı bakımından da Allah’ın emrini yerine getirmek ve yasakladığını terk etmek hususunda en iyi hareket edeninizdir.
✦ Aklın, Allah (cc)’a imandan sonra gösterdiği en şerefli şey, insanlarla iyi geçinmektir. Hadis-i Şerif
Allah aklı yarattığında, ‘Bana dön’ dedi, döndü. ‘Geri dön’ dedi, yine döndü. Sonra şöyle buyurdu: ‘Senden daha sevimli bir şey yaratmadım. Zîrâ seninle isteyeceklerimi alır, seninle de veririm.’
Akıl iki çeşittir:
1- Matbû: İnsanın kendinden kaynaklanan.
2- Mesmû: Duyu organları ile elde ettiği.
Matbû akıl, mesmû yoksa bir fayda sağlamaz. Tıpkı insanın gözünün nûru yoksa, güneşin bir anlam ifâde etmediği gibi.
Hiç aklı olmayana deli denir; bir şeyle mükellef değillerdir. Aklını terbiye edip, ondan faydalanamayana ahmak-sefih denir. Aklın terbiyesi ilme bağlıdır. Onun için ilim, her müslümana farzdır.
Akıl ilimle kuvvetlenince, sâhibine dâima olan biten işlerin hangi yollardan çıkıp geldiğini dikkate aldırır. Her hâdisede Allah’ın irâdesini, kudretini sezdirir. O’nun rızâsı için çalışmayı sevdirir.
İtaat, akıldan üstündür.
Fâtihlik nimetinden yüzü bir nurlu mühür,
Biz akıl tutsağıyız, çocuktur ki, asıl hür. N.Fâzıl
Tezekkür
Kuran’da yer alan tezekkür (geçmişe yönelik düşünme), tedebbür (geleceğe dönük düşünme), taakkul (geçmiş ile gelecek arasında bağlantı kurma), tefakkuh (bağlantılardan sonuç çıkarma) ve tefehhüm (anlama, farkına varma) aşamalarının bütünü olan tefekkür, akıl melekemizin bir meziyetidir, malzemesi de faal aklın sınırlarıdır.
Aklın sınırları aynı zamanda göklerin ve yerin sınırlarıdır.
Tefekkür kesafetten nurâni olana, vehimden rikkât ve vahdete kaçıştır. Kendisine bir dağ gibi kesif, câmid, cismanî bir vaziyet veren aklımıza uyup koca gövdemizle tembel ve faaliyetsiz olarak hayata kuruluvermek de var; güneş misali herşeyle münasebet kurabilen kalp ile sancılı bir tefekküre girişmek de.
İman ve teslimiyetsiz tefekkür ve akletmenin sonucunda muğalata başlar. Hakikât de şüphe ve gafletin gölgesinde kalır; bir azaba dönüşür.
Tefekkür etmek, Kur’ân-ı Kerim’in bir emridir. Kalbin bu faaliyetiyle mümin, hem Allah’ın nimetlerini düşünerek ibâdet eder, hem bir takım konularda bilgiye ulaşır, hem kalbini lüzumsuz işlerden uzaklaştırır, hem de kişinin kendisine kendisini hatırlatır.
Tefekkür; kalbin, ahlakın iyi yöne doğru değişerek nurlanmasının anahtarı ve basiret sâhibi olmanın başlangıcıdır. Tefekkür, kalbin; itaat organların işidir. Kalp şerefli olduğu için, işi de şereflidir. İlim, mârifet ve anlayışlar, tefekkür sayesinde elde edilir.
✽ ✽ ✽
Hicrî ikinci asır sonlarındaki Abbasî halifelerinden Me`mun, Müslüman-Hıristiyan bütün ilim adamlarına itibar eden ileri görüşlü biriydi. Onun devrinde yabancı dildeki ilim kitabları Arapçaya tercüme edilerek bilgi alış verişinde bulunulmuştu. Yerin yuvarlak olduğu resmen tesbit edilmiş, kurulmuş olan "Nısfünnehar" usûlüyle arzın kuturunu ölçmek gibi bâzı ilim mes`elelerinde kesin hükme varılmıştı.
Me`mun, meclisinde zekiliği ile dikkatini çeken bir Yahudi ilim adamına bir gün sordu:
-Mâdem hâdiseleri bu kadar inceleyebiliyorsun; neden Müslüman olmuyorsun? Kuran`la, İncil ve Tevrat arasındaki farkı bilmiyor musun?
Yahudi şöyle cevap verdi:
- Bu mevzuda çalışma yapıyorum. Çalışmam bitince vardığım kararı size bildiririm.
Yahudiyi kendi hâline terkeden Me`mun, ona bir daha bu mevzuyu sormadı. Aradan bir sene geçmiş ve Yahudi yine Me`mun`un meclisindeki ilim adamlarıyla sohbete başlamıştı. Ancak Yahudi bu defa İslâm`ı bütünüyle benimsemiş, Kuran ahkâmını tamamıyla kabullenmişti. Me`mun buna şaşırdı:
- Bir sene önceki Kur`an`la bir sene sonraki Kur`an arasında, ne fark var ki o zaman îman etmediniz de bu sene İslâm`a girdiniz?
Yahudi şöyle îzah etti:
- Efendim, şüphesiz bir sene önceki Kur`an`la bir sene sonraki Kur`an arasında hiç bir fark yoktur. Beni İslâm`a yaklaştırıp, îmana girmeme sebeb olan da budur zaten. Bir sene önce evime çekildim. Günlerce İncil yazmaya koyuldum. Üç tane İncil nüshası yazdım. Birincide birkaç satırı eksik bıraktım. Ötekinde hiç bir eksik yoktu. Üçüncüsünde ise birkaç satır fazlaydı, ilave yapmıştım. Bu üç İncil`i de alıp kiliseye gittim. Papaza gösterdim. Papaz efendi üçünü de inceledi, tahkik etti. Sonunda satın aldı ve yaptığım hizmetten dolayı da beni tebrik etti.
Dönüp geldim, aynı şekilde üç Tevrat nüshası yazdım. Bunun da birincisinde bazı âyetleri yazmadım. İkincisi noksansızdı. Üçüncüsünde de birkaç satır ilâve ettim. Bunu da Haham`a gösterdim. Haham inceledi, üçünü de beğendi, parasını vererek satın aldı, ayrıca da teşekkür etti.
Bu defa sıra Kuran`daydı. Kur`an büyüktü. Tamamını yazamazdım. Sadece üç cüz yazabildim. Birinci cüzünde birkaç satırını eksik bıraktım. İkinci cüzü tam yazdım. Üçüncü cüzünü de birkaç satır ilâve ile yazdım. Büyük bir ihtimamla bütün din adamlarını gezdim. Hepsine de yazdığım Kuran`ı gösterdim, almalarını söyledim. Hepsi de önceden memnuniyetle alacaklarını söylediler. Ama şöyle bir bakıp inceleyince hepsi de aynı yerleri yakaladılar;
- Bu cüzde şu, şu satırlar eksik, bu cüz ise tamam. Şu cüzde ise şu şu satırlar ilâve edilmiş, fazla yazılmış. Kuran`ın aslında böyle bir kelime yoktur, dediler.
Hepsi de benim yazdığım Kurân`ı ezberlerinden eksiksiz okudular, tashih ettiler. Ben anladım ki, Kur`an nasıl nazil olmuşsa aynen zabtedilmiş, aynı tazelik ve sağlamlığını da muhafaza etmektedir. Kuran`da ilâve-noksan söz konusu değildir. Bundan sonra Müslüman oldum.
Bu hâdiseyi duyan Süfyan bin Uyeyne şöyle demiştir:
- Bu hâdise, Kuran`ın, bir âyetinin de fiilî tasdikidir. Rabbimiz 'Tevrat ve İncil`i ben muhafaza edeceğim' diye te`minat vermemiştir. Ama Kur`ân-ı Kerîm için böyle bir te`minat-ı İlâhiyye vardır. Hicr sûresinin dokuzuncu âyetinde şöyle buyurur: 'Kurân`ı biz indirdik, onu biz muhafaza edeceğiz!'
✽ ✽ ✽
‘يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِهٖ’ kavli ‘وَالرَّاسِخُونَ ’dan haldir. Selef alimlere göre ‘يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِهٖ’ haberdir. ‘اٰمَنَّا بِهٖ’ "manasını anlamasak da Allah (cc) katından olduğuna iman ettik" demektir.
Köklü, sağlam ve derin bilgiye sahip olan insan, neye inanacağını, neyi nasıl bileceğini, neyi nasıl anlayacağını ve aklını nasıl kullanacağını bilen adamdır. Aklını kullanıp düşünemeyen, neye inanacağını bilmeyen insanın derin bilgi sahibi olduğu söylenemez.
♦ Bir yahudi, Hz. Peygamber Bakara Sûresinin ilk âyetlerini "Elif lâm Mîm, Bu kitab, işte bu kitabda hiç şüphe yoktur..." diye okurken duyar. Daha sonra bu duyduklarını yahudi Ebu Yâsir bin Ahtab'a söyler. Yâsir de yahudilerden bir toplulukla kardeşi Huyey bin Ahtab'ın yanına gelir:
"Biliyor musun? Kendisine indirilenler içinde Muhammed'in "Elif lâm Mîm, Bu kitab, işte bu Kitabda hiç şüphe yoktur..." diye okuduğunu duydum."
Huyey, "Gerçekten böyle okuduğunu işittin mi?" sorusuna evet, cevabı alınca kalkar ve yanındaki yahudilerle birlikte Hz. Peygamber'in yanına gelir. "Sana indirilenler içinde "Elif lâm Mîm, Bu Kitab, işte bu kitabda hiç şüphe yoktur..." şeklinde bir şeyler okuduğun bize söylendi, gerçekten öyle mi?" diye sorarlar. Hz. Peygamber: "Evet, doğru duymuşsunuz." buyurur.
"Peygamberlerin bununla gönderildiği kesindir ama senin dışında hiçbir peygamberin hükümranlığının süresi nedir, ümmetinin ömrü ne kadardır bilemiyoruz. Elif bir'dir, lâm otuzdur, mîm de kırktır; toplam 71 sene eder" derler.
Sonra Huyey Efendimiz'e dönüp sorar: "Ey Muhammed, yanında bu Elif Lâm Mîm'den başkası var mı?" - Evet, Elif Lâm Mîm Sâd var.
- Bu daha uzun ve ağır; Elif bir, Lâm otuz, Mîm kırk, Sâd doksan, toplam 161 eder. Peki yanında bundan başkası var mı?
- Evet, Elif Lâm Râ var.
- Bu daha uzun ve ağır; Elif bir, Lâm otuz, Râ ikiyüz'dür, toplam 231 sene eder. Bunun yanında başkası da var mı?
- Evet, Elif Lâm Mîm Râ var.
- Bu daha uzun ve ağır, 271 sene eder. Senin durumun bize karışık göründü; bilemedik ki sana az mı yoksa çok mu ömür verildi?
Huyey arkadaşlarına "Kalkın bu adamın yanından" der. Yâsir de "Nereden bileceksiniz ki, belki Muhammed'e bunların hepsi de verilmiştir; 71, 161, 231, 271; toplam 734 sene eder" deyince "Bu adamın durumu doğrusu bize karışık geldi" derler.
Âyet-i kerime bu olay hakkında nazil olmuştur.
♦ Necran heyeti Hz. Peygamber'e "İsa'nın Allah'ın kelimesi ve O'ndan bir ruh olduğu fikrinde değil misin?" diye sordular. Peygamber "Elbette ki öyledir" dedi.
Bunun üzerine heyet, "Bu açıklama bize yeter" dediler. Efendimizin 'Hz. İsa'nın Allah'ın kelimesi olması' tabirini tasdik edişinden, kendi fasid inançlarına delil çıkardılar. Bunun üzerine "Ama kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve kendilerince yorumlar yapmak üzere onun müteşabih olanlarına tabi olurlar" ayeti nazil oldu.
Bu ayette Allahu Teâlâ muhkem ve müteşabih olmak üzere ayetleri iki kısımda açıklamıştır.
Muhkem ayetler açıktır, zahirdir. Avam ve havas, şeriatlerinin ve hidayetlerinin genişliği miktarınca onları anlayabilir.
Müteşabihat; kapalıdır, anlaması müşkildir. Onları has ve havassü’l has olanlar anlayabilir. Bundaki hikmet, Allah (cc)’ın esrarı ağyardan (inceliklere vakıf olamayan yabancılardan) gizlemesidir.
Kalplerinde eğrilik olanlar, insanları saptırmak için onun müteşabih olan kısmının peşine takılırlar. Onların kalpleri şüphe perdeleriyle kapalıdır, gayb nurlarından mahrumdurlar.
Onun tevilini ancak ilimde kökleşenler bilir. Onlar cehalet abasından sıyrılmış, ihsan nurlarıyla Allah (cc)’ın destek verdiği insanlardır. Onlar fehimlerine doğan hak nurunun marifet lemalarına huzur-u nefs ile kulak verirler.
‘Bunu ancak akıl sahipleri tezekkür eder, anlar’ cümlesindeki tezekkür fiilinde şu işaret vardır: Kuran ilimlerinin tevilinde ve diğer ilimlerde kökleşenlerin bu ilmi, Allah’ın onlara misaktaki ahidleri esnasında, rububiyet sıfatlarıyla tecelli ettiği zaman, ilahi talim ile hasıl olmuştur.
‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ buyurdu, onlar da, ‘Bela’ diyerek şahit oldular. Böylece fıtratlarına ilm-i tevhid yerleşti. Bütün ilimler ilm-i tevhidin içine derç edilmiştir.
Allahu Teâlâ zerreleri babaların sulbüne geri iade etti. Sonra onlara ruhları nakletti, dokuz ay boyunca o ruhları ana rahminde hapsetti. O ruhun üzerinden geçen her kırk günlük zaman diliminde, bir halden başka bir hale, bir makamdan başka bir makama nakledildi.
Hakk’ın huzurundan uzaklaştıkça uzaklaştı.
Nihayet yedi etvar tamamlanıp tam bir çocuk haline gelince, nefsi ona ekledi, kalıb esfel-i safilinine indirdi. O artık beşeriyetin ve yedi etvarın (Zahiri yedi azanın) hicabıyla örtülüdür, kendisine ezelde söylenmiş ilimleri unutmuştur.
Sonra ana babası ona bu ilimleri tedricen hatırlatırlar. O bunları sanki perdelerin, sislerin arkasından hatırlar gibi olur. Ancak öğrenmeye başladığı bu ilimleri ana babasının lisanıyla söylemeye başlar. Söylediği bu dil, Rabbine cevap verip ‘Bela’ dediği o dil değildir.
Çünkü bu dil, o asıl dilin kabuğudur. İnsanın bütün vücudu da, misak günü Rabbe cevap veren o öz vücudun kabuğudur. İnsanın bu zahiri kulağı, misakı işiten kulağının kabuğudur.
Bu göz, Hakk’ın cemalini gören asıl gözün kabuğudur.
Kalp, Hakk’ın hitabını takip eden asıl kalbin kabuğudur.
Aklı, Hakk’ın hitabını anlayan asıl aklının kabuğudur.
Nefsi, Hakk’ın hitabını idrak eden, cevabın ve ilimlerin temekkün ettiği asıl nefsin kabuğudur.
Ana babası, insana küçükken bu kılıfların, kabukların arkasından ilimleri hatırlatırlar. Ancak Nebi (sav) bu ilimlerin hakikatini hatırlatmak için gönderilmiştir. Nitekim ayette ‘Hatırlat! Sen ancak bir hatırlatıcısın’ buyruldu. (Gaşiye, 21)
Rad, 19. Ayette ‘Ancak akıl sahipleri düşünür’ buyruldu. Onlar Nebi’ye tabi olarak, vücutlarının nefsani karanlıklarından çıkanlardır. Onlar, dini ilimlerin özlerindeki hakikatlere vasıl olan, aynı zamanda ilimlerin kabuğu denen zahiri ilimlerde de kökleşenlerdir. O ilimler ancak Habir (cc)’den vasıtasız öğrenilen ilimlerdir.
✽ هُوَ الَّـذٖٓي اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ ‘O ki sana kitabı indirdi’ kavli, hem tekid, hem de Kuran’ı indirme sıfatını Allah’a hasreden kasr-ı mevsuf alessıfattır.
Kasır sigası olmaksızın, Allah’a mahsus olan inzal fiilini zikretmesi belagatin güzelliklerindendir. İnzal, vahyin eş anlamlısıdır, ve ancak Allah tarafından olur (Menkul-ü şer'i). ‘O ki sana kitabı verdi’ buyursaydı bunun hilafına olurdu, çünkü 'verme' fiili başkası tarafından da olabilir.
✽ Yine bu cümle mefhumu mutabakatıyla müşriklerin ‘Ona ancak beşer öğretmiştir’ sözlerini iptal eder.
✽ 'Ümmül kitap' Kitabın anası istiaredir, müstearun leh 'Kitabın aslı'dır. Kuran'ın hüküm ayetleri, açık ayetleri, tüm ilimlerin menşei, asıl kaynağıdır. Bu kitaba uymayan kitaplar gayr-ı meşrudur. Okunmaz, mütalaa edilmez, insanı dinden imandan eder.
Kuran bir anne gibi okuyanı kuşatır, korur, bağımlılık yapar. Lezzet verir, ömür boyu ayrılması caiz ve mümkün olmayan bir kitaptır.
✽ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ 'onun bir kısmı muhkemdir' cümlesi ile وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ 'Diğer kısmı müteşabihattır' cümlesi arasında ikili mukabele vardır.
✽ الَّذٖينَ فٖي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ-Kalplerinde eğrilik olanlar ile وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ -İlimde kökleşenler arasında mukabele vardır.
✽ Kalplerinde eğrilik olanlar, hasedçi, fesadçı ve nifakçılar için istiare-i asliyedir. Eğri bir eşyanın üzerine konan her şey düşer, eğri zeminde ayaklar sabit duramaz, kayar. Kalbinde küfür ve nifak olan da, Kur'an'a karşı düz bir bakışla bakamaz, doğru bir açıdan yaklaşamaz. Dengeden uzaktır, sürekli tereddütler, sarsıntılar içindedir.
✽ Müteşabihe uymalarının sebebi; teviline yol aramak ve fitne çıkarmak için, şeklinde iki sebeple açıklandı. Cem mea taksim ve tevşi sanatıdır.
Teşabeh, manadaki farklı ihtimallerden biri tayin edilemediği için, anlamdaki gizlilik anlamında, istiaredir. Bu, birbirinden ayrılamayan şahısların benzerliği gibidir. (Müstearun minh; benzerlik-teşabeh, müstearun leh; anlamı ihtimalli ayetler, camisi; anlamada netliğin olmayışı, mefhumdaki kapalılık)
Teşabüh; müteşabih olmak, birbirine benzemek aslında manaların vasfıdır. Ayeti kerimelerin müteşabih ile vasıflanması dalilin (delalet edenin) medlulün vasfıyla vasıflanması kabilindendir.
✽ Müteşabih ile muhkem arasında tibak-ı icab vardır.
✽ 'Müteşabihe uymak' ifadesinde يَتَّبِعُونَ fiili istiare-i tebaiyedir. Araştırmak, incelemek anlamında 'tabi olmak, peşine takılıp takip etmek' fiili istiare edildi. Kalpleri küfür ve nifakla eğrilmiş insanlar, düz bir şey görmek istemezler, onlara göre her şeyde bir eğrilik vardır. O yüzden Kur'an-ı Kerim'de müteşabih olanları araştırıp hiç kaçırmadan, ardından hiç ayrılmadan daima fitne peşine düşerler.
✽ 'O'nun tevilini ancak Allah bilir' cümlesinde kasrı sıfat alel mevsuf vardır. Kasrı kalp ve kasrı hakikidir.
✽ اِلَّا اللّٰهُ kelimesi ile وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ kelimesi üzerinde durak olduğu için, bediden teşridir. İki durakta iki ayrı mana elde edilir:
1- Yorumunu ancak Allah bilir, ilimde kökleşenler 'Biz Rabbimiz katından gelene iman ettik' derler.
2- Yorumunu ancak Allah bilir, bir de ilimde kökleşenlere yorum izni verilir.
✽ ‘وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ ilimde kökleşenler' tabirinde 'Rusuh' kelimesiyle şüphenin kendisini saptıramadığı, hataların kendisine yol bulamadığı akıl ve ilimdeki kemal istiare yapılmıştır. Bu istiare yaygınlaştığı için artık hakikat gibi kabul edilmektedir.
✽ "رسخ" lugatta temekkün, ağır bir şeyin arza gömülmesi, yerinde sabit ve sağlam olmak, gölün suyu çekilip yere batmak, yağmurun yaşlığı yerde nemli tabakaya ulaşıp tesir etmek manalarındadır.
İstiareyi biraz açacak olursak; İstiare tasvir sanatlarından biridir. Tasvir, fikirlerde teşhis; müşahhaslaştırma, manalarda tecsid, cesetlendirme, manevi şeyleri mahsus, gözle görülür şekle getirmektir. Kuran'da çok kullanılan bir üsluptur.
İstiare teşbihten kısa ve kapalı olmasına rağmen daha mübalağalıdır. Çünkü ism-i müstearı zikrederek müşebbeh ile müşebbeh-i bih'in aynı olduğu iddiasındadır. Ya da teşbih-i tenasiye yöneliktir.
Bir istiareyi anlamak için önce onu teşbih formuna sokmak gerekir ki müstearun minh ve müstearun leh tesbit edilebilsin, cümlede kullanılan ism-i müstearın hangi tarafa meyilli olduğu anlaşılsın. Bu sayede istiarenin türü anlaşılır ve ortak yanı bulup, manayı anlamak kolaylaşır.
Teşbihin öğeleriyle istiarenin öğeleri şu şekilde birbirlerinin yerini tutarlar: Teşbihteki müşebbeh-i bih; istiaredeki müstearun minhtir, müşebbeh müstearun lehtir. Vech-i şebe, ortak yön de camidir.
Müstearun minh (müşebbeh-i bih); kökleşmek, yere gömülmek, müstearun leh (Müşebbeh); alanında uzmanlaşmak, ustalaşmaktır. Camisi (vech-i şebe); sarsılmamak, sabitleşmek, kaymamaktır.
Nasıl ki sabit bir şey zarardan korunur, sarsılmadığı için devamlı kaimdir. Uzun yıllar boyu yıkılmadan insanlar ondan istifade eder.
İlimde kökleşenler de, Allah'ın ayetlerini, kitabını, hadisleri, sünneti uzun yıllar boyu birbirlerine aktararak, sağlam kitaplarla, ilim metodlarıyla korur, ümmetin faydasına sunarlar. Kendileri sarsılmadan sabit durdukları gibi, onlara tutunup dayananları da sarsıntılardan, her türlü zarardan korurlar.
Köksüz bir ağaç, temeli derin kazılmamış bir bina çabuk yıkılır. Geleceği olmaz. Harcanan zaman, emek boşa gider. İlimde kökleşilmediğinde de, bu uğurda harcanan zaman, emek zayi olur. Sadece dışardan bakana görüntü verilmiş olur, faydası çok kısa sürer.
✽ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ 'Ancak akıl sahipleri düşünür' cümlesi kasrı sıfat alel mevsuftur. Kasr-ı tayindir. Düşünenler vardır ama ilim ve imandan yoksun bir akıldan çıkan düşüncelerin faydası olmadığından yok sayılır.
✽ Ayet, öncesi ile beraber cem mea tefriktir.
8-Ey Rabbimiz bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma, bize katından rahmet ihsan et; şüphesiz ki Sen çok çok bağışta bulunansın.
Önceki ayette kalplerinde eğrilik olanlar zemmedilmişti. Bu ayette, kalp eğriliğinden Allah (cc)’a sığınılması telkin ediliyor. Eğrilik nereye girerse orayı ifsad eder, düzenini bozar. Kalp eğrilince de manevi hayatın düzeni bozulur. Yakînin yerini şek, ihlasın yerini şirk, ihsanın yerini riya, îsarın yerini hasislik alır. Sağlam itikadı bozar, tarumar eder. Temelleri sarsılan iman binası çöker, bütün faziletler enkaz altında kalır.
Hak yoldan sapan, sadece kendinin sapıklığıyla kalmaz, başkalarını da saptırır. Tıpkı şeytan ve avaneleri gibi. Bu çok büyük düşüş, çok derin bir helaktır. Bizi bu sonuçtan Allah (cc)’dan gayrı kimse koruyup kurtaramaz. Bizim hidayette olmamız, hidayette kalmamız ancak ve ancak Vehhab olan Allah (cc)’ın hibesi, rahmeti ve ihsanıdır. Bizi insan olarak yaratan, Hz. Muhammed’e ümmet yapan, bize Kur’an-ı Kerimi indiren ve O’na inanmayı nasip eden Allah’ımıza binlerce hamd-ü senalar olsun.
Bu dua, Nebi ’e ümmetine öğretmesi için talim edilmiş duadır. "Rabbimiz... kalplerimizi çevirme" cümlesinin başında ".... derler" takdirinde hazfedilmiş bir söz vardır. Çünkü bu mahki irab mevki, kalplerinde eğrilik olanların kötü haline düşmekten korku uyandırmak için ibret mevkiidir. Zira kalbinde eğrilik olan bu insanlar beşerin akıllılarıdır. İnsan olma bakımından, akıl ve şuur selametinde kökleşenle onlar arasında bir fark yoktur. Onların dalaleti, tevfikten, lütuftan ve hidayet vesilelerinden mahrum olmaları sebebiyledir.
İlimde rasuh sahibi olanların bu dualarındaki maksatları Allah’ın rahmetine tam muhtaç olmalarıdır. Alimlerin yanında en değerli şey, Allah (cc)’ın rahmetini istemektir.
‘هُوَ الَّـذٖٓي اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ’ ayetini ‘رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا’ duasının takip etmesi, ümmete ikazdır. Müslümanları, kitaplarında çokça bulunan müteşabih ayetler sebebiyle kayan önceki ümmetler gibi dalalete düşmekten ve Nebi’nin vefatından sonra bazı kavimlerin dinden dönüp isyan ettiği gibi sapmaktan sakındırmaktadır.
Kalb, hem îmana hem de küfre yönelmeye elverişlidir. Bu iki taraftan birisine, ancak Cenâb-ı Hakk'ın yaratacağı bir irâde ile meyleder. Eğer bu irâde, küfre götürürse hızlan (yardımın kesilmesi), izâgâ (saptırma), sadd (engellemek), hatm (mühürleme), tab' (damgalamak), reyn (paslanma), kasve (katılaşma), vakr (ağırlık), kinân (örtü) ve Kur'ân'da geçen benzeri lafızlarla ifâde edilir.
Eğer bu irâde, îmana götürürse bu da tevfîk (muvaffak kılma), reşâd (doğruyu gösterme), hidayet, tesdîd (doğrultup düzeltme), tesbit (yerinde sağlamlaştırma), ismet (muhafaza etme) ve benzeri lafızlarla ifâde edilir.
Şehr b. Havşeb anlatır: Ben Ümmü Seleme'ye şöyle sordum: Ey mü'minlerin annesi, senin yanında bulunduğu sıralarda Rasûlullah'ın en çok yaptığı dua ne idi? Şu cevabı verdi: En çok yaptığı dua şuydu: "Ey kalpleri evirip çeviren, kalbime dinin üzere sebat ver." Ben: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. "Bu duayı ne kadar da çok yapıyorsun? Şöyle buyurdu: "Ey Ümmü Seleme, kalbi Allah'ın parmaklarından iki parmak arasında bulunmayan hiçbir Âdemoğlu yoktur. O dilediğini doğru bırakır, dilediğini de çevirir (hidâyetten uzaklaştırır)."
Hadiste geçen bu iki parmaktan murad, bahsedilen bu iki durumdur. İnsan, iki parmağı arasındaki bir şeyi, o iki parmağı ile evirip çevirdiği gibi, kalb de Hakk'ın bu iki vasıtası arasında evrilir çevrilir.
Aynı hadis bir başka rivayette 'Rahman’ın parmaklarından iki parmağın arasındadır' şeklinde geçer. 'Allah’ın parmakları' buyrulmayıp 'Rahman'ın parmakları' buyrulmasının hikmeti şu inceliği ifade etmek içindir:
Rahman kullarının kalbinde taht kurup orada dilediği gibi bizzat kendisi tasarrufta bulunmaktadır. Kullarının esrarına kendinden başkasının vakıf olmaması için Allahu Teâlâ kalpleri meleklerin ellerine bırakmadı.
Mizan Rahman’ın elindedir. Kıyamete kadar bir kavmi yükseltir ve bir kavmi düşürür.
Her kim dininin kurtulmasını, bedeninin ve kalbinin rahata ermesini isterse uzlet edip insanlardan uzak dursun. Çünkü bu zaman kimseye karışmama zamanıdır. Akıllı kişi yalnızlığı seçen kişidir. Cüneyd-i Bağdadi
Efendimiz ashabına sordu:
- Tohum nerede biter?’Onlar:
- Toprakta, dediler. Efendimiz buyurdular:
- Hikmet de böyledir. Hikmet ancak toprak misali olan kalpte yeşerir.
Kalp ve varlık tohumunu verimli topraklara gömmek ve insanların nazarından gizlemek, neticede mahsulün tamam ve iyi olma sebebidir. Tohumu gömmeyen netice elde edemez. Her ne kadar nuru zahir olsa bile… Onun neticesi dere kenarında biten şeyler gibi olur.
Nefsini tezkiye ve vücudunu ıslah et ki müşahede nurunu idrak edesin ve dalaletin sapıtmalarından halas bulup kurtulasın.
Nice kişiler vardır ki kalbi eğridir ama o kişi suret ve dış bakımından doğru görünür. Nice kişiler de vardır ki kalpleri dosdoğrudur. Fakat zahirde bozuk görünür.
Efendimiz şöyle buyurdu: ‘Muhakkak ki Allahu Teâlâ suretlerinize bakmaz. Bilakis sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.’
İmansız gitmeye sebep olan şeyler:
1- Allahu Teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğrenmemek.
2- Îmânını ehl-i sünnet i’tikâdına göre düzeltmemek.
3- Dünyâ malına, rütbesine, şöhretine düşkün olmak.
4- İnsanlara, hayvanlara, kendine zulüm, eziyyet etmek.
5- Allahu Teâlâ'ya şükretmemek, iyilik gördüğü insanlara teşekkür etmemek.
6- Îmânsız olmaktan korkmamak.
7- Beş vakit namazı vaktinde kılmamak.
8- Fâiz alıp-vermek.
9- Dînine bağlı, samimi müslümanları aşağı görmek.
10- Fuhuş sözleri, yazıları ve resimleri; söylemek, yazmak ve yapmak.
Tevazu ver, haşyet doldur kalbime
Sen'den gayrı giremesin gönlüme
Doğrult yolum, döndür beni kendine
Eğriltme kalbimi yüce Allah'ım... M. Balcı
Kalp
Arşı Ala’da, kalpleri mühürleyen, bir daha hayır yapamayacak duruma getiren görevli melekler vardır. İnsan bir günah işlediği zaman, kalbe siyah bir nokta konur. Tevbe ederse Allah onu hemen affedecek ve o kimsenin kalbi de tertemiz olacaktır. Eğer günah işler, tevbe etmezse o kul bir günah, bir günah daha derken günahlar birikerek kalbi kararıp mühürlenir. O kişiye artık vaaz, nasihat, hiçbir şey fayda vermez. Onun ise kalbinin mühürlendiğinden haberi olmaz. ‘Kalplerine mühür vuruldu. Bundan dolayı onlar anlayışsızlardır.’ (Tevbe, 87)
Kalp, Allah’ın nazargâhıdır. Kişi insanların nazargâhı olan yüzünün temizliğine bakar da kalbinin temizliğine bakmaz. Oysa Allah (cc) yirmi dört saat içerisinde her bir dakikada dört yüz kere tecelli eder ve insanın kalbini kontrol eder. Eğer kalpte masiva, Allah’tan başka sevgililer varsa Allah gayretlenir, gayrı kabul etmez. Kalpte O’ndan başkası olmamalıdır. Öyleyse yüzü temizlemekten daha fazla ruhumuzu, aklımızı ve kalbimizi temizlemeliyiz. Allah’ın görmediği bir yer, nazarının girmediği hiçbir nokta yoktur.
Yediklerinizi namaz ve zikirle eritin. Yemek yedikten sonra yatmayın. Yoksa kalpleriniz katılaşır. Hadis-i Şerif
'Nurunla sırat-ı müstakime ulaştırdıktan, vücut mertebelerini müşahededen sonra bizim kalbimizi eğriltme.'
"Bizi doğru yola ilettikten sonra..." ifadesinde, hidayetin Allah'tan geldiğinin itirafı vardır. İnsan doğru yola Allah'ın ilettiğini itiraf ederek şirkten korunmaktadır. "Bizi doğru yola ilettikten sonra..." yerine "Ben doğru yolu bulduktan sonra" dense, kendi iradesini öne çıkarmış olacak ve bu da gizli şirke sebep olacaktı. Bilinçli bir imana sahip olan bir müslüman, hidayetin Allah'tan geldiğini, doğru yola O'nun ilettiğini, doğru yolda kalmayı ve sapmamayı da O'nun temin ettiğini bilir ve o şekilde dua eder.
هَدَيْتَنَا diyerek, hidayet Allah’a isnad edildi. Kerim olan atiyyesinden geri dönmez. Nebi verdikten sonra geri almaktan sakınmıştır.
Allahu Teâlâ kerimler kerimidir, verdiği hidayeti almaması umulur.
'Bizim sıfatımızı senin sıfatınla, karanlığımızı nurunla silecek bir haslet ver.'
Kalbi, uygun olmayan şeylerden temizlemek, onu nûrlandırmaktan önce gelir. Bu sebeple mü'minler, Rab'lerinden, önce kalblerini bâtıl ve bozuk inançlara meylettirmemesini; daha sonra da kalblerini marifetullah ile nurlandırmasını, azalarını da itaatle süslemesini istemişlerdir.
"لَدُنْ" kelimesinin dört türlü söylenişi vardır.
1. "ل" harfi üstün, "د" harfi ötreli, "ن" harfi sakin ""لَدُنْ" şeklinde. En fasih söyleyiş budur.
2. "ل" harfi üstün, "د" ötreli ve "ن" hazf edilerek لَدُ şeklinde,
3. "ل" ötreli, "د" sakin, "ن" üstün olmak üzere ""لُدْنَ" şeklinde,
4. "ل" üstün, "د" sakin, "ن" harfi de üstün ""لَدْنَ" şeklinde.
'Senin katından rahmet bağışla' yani, 'Bize rahmetinden sadır olan bir nimet bağışla' demektir. Çünkü rahmet, zati sıfata racidir. Rahmetin kendisinin hibe edilmesi düşünülemez.
Bütün rahmet çeşitlerini içine alsın diye, رَحْمَةً kelimesi nekre gelmiştir. Rahmet çeşitlerinin ilki, kalbteki imân, tevhîd ve marifetullah nuru; ikincisi, azalardaki tâat, kulluk ve hizmet nuru; üçüncüsü, dünyadaki emniyet, sıhhat ve kendine yetecek miktarda geçim vasıtaları; dördüncüsü, ölümünün kolay olması; beşincisi, kabir sorularının ve kabir karanlığının kolay olması; altıncısı, kıyamette ceza ve hitabın kolay olması, günahların affedilip sevapların üstün gelmesidir. “Katından bir rahmet” buyruğu rahmetin bütün bu kısımlarını içine alır.
Yine, رَحْمَةً kelimesinin nekre gelmesi, bu rahmetin akıl ermeyecek kadar özel, esrarlı olduğuna işarettir. Kul sanki şöyle demek istemiştir: "Ya Rabbi! Senin rahmetinin en mükemmelini, Senin katından olan, zatına layık bir rahmet istiyorum." Bu ifâde, rahmetin son derece yüce ve ulu olduğunu gösterir.
Allah (cc)'ın zatından başka rahim, kerim olmadığına, rahmetin tek gerçek sahibinin ancak kendisi olduğuna aklın, ruhun ve kalbin dikkatini çekmek için, bu hususu مِنْ لَدُنْكَ sözüyle te'kîd etmiştir. İtnabtan iygaldir. "Katından bize bir rahmet ver" yani bizden herhangi bir sebep veya herhangi bir amelimiz dolayısıyla değil, Senin nezdinden, Senin tarafından lütfederek bize rahmet bağışla, demektir.
Bu ifade Allah'a bir teslimiyet ve O'na karşı bir acizliğin ifadesidir.
Kul, sanki şöyle söylemiştir:
"Allah'ım, bu duamla senden istediğim şey, bana nisbetle çok büyük bir şeydir. Ancak senin kereminin kemâline, cömertliğinin ve rahmetinin zirvesine nisbetle, önemsiz bir şeydir. Herşey, senin cömertliğinden, ihsan ve kereminden meyandır. Sen kabiliyet sahiplerine kabiliyetleri miktarınca verensin.
Ey lütfu ve iyiliği devamlı olan; ezelden beri ihsan sahibi olan Rab! Bu miskinin ümitlerini boşa çıkarıp, dualarını reddetme.. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi, ikramda bulunanların en cömerdi, onu fazlınla rahmetine lâyık kıl!"
Bu ilimde rüsuh sahibi olan alimlerin dualarıdır. Onlar sûi hâtimeden emin olmamış, akıbetleri için daima korkmuşlardır. Korku ve haşyet onları reca ve duaya itmektedir.
Gündüzleri sararsın gecelerle, mehtap halk edersin yıldız ile,
Sekine sunarsın saf gönüllere, rahmetin yağdır, suçum affeyle. M. Balcı
Mevhib, mevhibe ve Vehhab kelimeleri, bahşetmek, hediye etmek, karşılıksız vermek ve ihsanda bulunmak anlamlarına gelen ‘وهب’ kökünden türemiştir. Aynı kökten türeyen ihab, hibe edileni kabul etmek, istishab ise hediye etmesini istemek demektir.
Allah (cc) kapsamlı ve geniş bağışta bulunan, hiçbir karşılık beklemeksizin ve hiçbir amaç gütmeksizin zorlanmadan daima veren Vehhâb'dır. Oysa O’nun dışında bağışta bulunan herkesin dünyevi veya uhrevî, er veya geç bir amacı ve bir çıkarı vardır. Bu yüzden mutlak hibe yalnız Allah için geçerlidir. Zira hibeler dünyada ve ahirette hiçbir kesintiye uğramadan ve tükenmeden daima Allah (cc)’tan kullarına doğru akar, sonsuza kadar artarak devam eder. Vehhab ismi, Allah’ın bütün fazlını, ihsanını, keremini, geniş mülkünü ve adaletini kapsar.
‘Hibe ettiği şeyler çok çeşitli olmayan, daima fazla fazla vermeyen ve bağışı devam etmeyen Vehhab olamaz. İnsanlar ancak sahip olabildikleri mal ve erzakı hibe olarak verebilirler, hibe etme güçleri sınırlıdır. Hastaya şifa, kısır olana çocuk, dalalette olana hidayet, sıkıntı ve belada olana esenlik, afiyet veremezler.
Oysa Allah (cc) bütün bunları vermeye ve hibe etmeye kadirdir. O’nun cömertlik ve merhameti bütün varlıkları kuşatmıştır, bağış ve ihsanları asla kesintiye uğramaz. İyilik ve ihsanı süreklidir.
Allah’ın atâ ve hibesi herhangi bir iyilik ve nimete bağlı olmaksızın gelendir. Onun hibe ve vergisinde hiçbir acı ve zarar bulunmaz. İçinde acı, zarar veya yokluk bulunan nimet, ihsanın nasıl isteneceğini, inkarcıların sapıklığını arttırmak için Allah’ın kendilerine üst üste verdiği iyiliklerden (istidrac) nasıl korunmak gerektiğini öğretmektedir. İnkarcıların istidracı, görünürde bir iyilik ve ihsan olmasına karşın gerçekte kendileri için bir zarar ve helaktır. Oysa Allah’tan içinde hiçbir zarar ve acı bulunmayan, kesintiye uğramayan, eksilmeyen ve değişmeyen hibe ve bağışı istenmelidir.’
Kula düşen;
Kula ulaşan herşey Allah’ın bir hibesi ve vergisidir. O dilerse hibe ettiği bütün şeyleri çekip alır, dilerse bırakır. Her müslüman, bu üstün niteliği kazanmaya çalışmalı, insanlara ve diğer varlıklara dünyevi veya uhrevi bir karşılık beklemeksizin hibe ve bağışlarda bulunmalıdır.
Müslüman’ın bir vacibi yerine getirmek için yaptığı iyilik ve yardımlar hibe sayılmaz. Vacip olmadan yaptığı hayırlar ve iyilikler hibe sayılır. Allah’ın geçici olarak emanet ettiği şeylerde asla cimrilik etmemelidir. Allah, kulu verdikçe ona daha fazla vereceğini, cimrilik edip vermeyenin malını da yıkıma uğratacağını bildirmiştir.
Allah’ın Vehhab olduğuna içtenlikle inanan ve bunu kendi nefislerinde gerçekleştirenler, her türlü ihtiyaçlarını yalnız Allah’a iletir, O’ndan başkasına güvenmezler. Bu imanla, zillet ve acz ile O’nun hibe ve ihsanlarına kavuşurlar.
Bu büyük isme bağlı kalmaya ve onu daima okumaya özen göstermek, bol miktarda mülk sahibi olmaya vesiledir.
'Vehhab' ismi celilini dünya izzeti ve ahiret şerefini arzu eden kimse 14 defa okursa şeref ve izzeti artar, rütbesi yükselir. Resulullah ‘Dua etmekte acizlik göstermeyiniz, çünkü kimse dua etmekle helak olmaz’ buyurmuştur.
✽ ✽ ✽
Şibli, Ebu Ali Sakafi’nin dostlarına ‘Ebu Ali’nin dilinde Allah’ın en çok hangi ismi vardır?’ diye sordu. Ebu Ali’nin dostları; 'Vehhab ismi' dediler. Bunun üzerine Şibli ‘Demek onun için Ebu Ali’nin çok malı var’ dedi.
✽ ✽ ✽
Allahu Teâlâ ilimde kökleşenleri zikrettikten sonra, onların üzerine düşen vazifeyi zikretti: Nimeti muhafaza için Münim’e şükür.
Onlara olan nimetin artması için ‘Rabbimiz bizi hidayet ettikten sonra kalplerimizi kaydırma’ duasını kendilerine ilham etti.
“Rabbimiz, ey yaradanımız, hidayet edenimiz, mürebbimiz, hevalarımızın istilası, şehvetlerimizin galebesi, tabiatlarımızın karanlığıyla kalplerimizi sırat-ı müstakiminden kaydırma.
Bize katından rahmet ihsan eyle, bizi bizden al, cezbelerinle zatına yaklaştır. Bizi kendi sıfatlarımızdan, senin evsafına, kendi benliğimizden senin zatına yaklaştır.”
Bu dua, ilimde kökleşenlerin daimi vazifesidir. İçlerinde bulundukları halde kalmamalı, daima ilerlemelidirler. Allah’ın hibelerinin, O’ndan talep edileceklerin sonunun olmadığını bilen, O’nun daimi talibi olur. Nitekim Allahu Teâlâ ezeli ve ebedidir.
✽ Duaya Rabbena-Rabbimiz, nidası ile başlandı, ياَ hazfedildi. Çünkü nida, uzakta olana yapılır. Burada hazfedilmesi yakınlık ifade etmesi için.
✽ 'Kalplerimizi kaydırma' ifadesi, mahal-hal alakasıyla mecaz-ı mürseldir. Kalp söylenmiş, içindeki fikirler, inançlar, niyetler kastedilmiştir.
✽ Yine aynı ifade 'Kaydırma' fiilinden dolayı istiare-i tebaiyedir. İmandan küfre çevrilen, düz zeminden kayıp düşen gibi, dengesini, sağlığını kaybeder. Zarar görür.
✽ Bu dua, Efendimizin 'Kalpler Rahman'ın iki parmağı arasındadır' hadis-i şerifine de bir telmihtir.
✽ İhsan et - هَبْ, fiili ile, الْوَهَّابُ kelimeleri aynı masdardandır. Cinas-ı nakıstan, iştikak-ı sağirdir, reddül aciz alessadri olmuştur.
✽ Katından - لَدُنْكَ izafeti ledünni ilimlere işarettir.
✽ ‘اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ’ kavlinde, sıfatın kemalinin Cenab-ı Hakk’ta olması sebebiyle mübalağa ifade eden kasır vardır. Cenab-ı Hakk’ın verdikleri yanında insanların ihsanları önemsizdir.
✽ Bu ayette, إنَّ , isim cümlesi ve kasır ile üç tekit vardır.9- Ey Rabbimiz muhakkak ki geleceğinde hiç şüphe olmayan bir günde, bütün insanları toplayacak Sensin. Gerçekten Allah vadinden caymaz.
Kitaplara imanın mahiyeti anlatıldıktan sonra ahirete imanı pekiştirmek, bu hususta Rabbimize dua etmemiz ve dua şeklimiz öğretilmektedir. Ayette hitaptan gaibe iltifat sanatı var. Dua yakınlık gerektirir. Onun için cümle, ‘Rabbimiz’ diye hitaptan başlamış.
Cenâb-ı Hakk ‘Câmi’ ismiyle, dünyada dirileri üstte ölüleri altta kabirde topladığı gibi, koca bir incir ağacını bir incir çekirdeğinde, kıyamet gününde de bütün insanları Arasat meydanında toplayacak. O gün güneş bir mızrak boyu inecek, melekler insanların etrafını kuşatacak, cehennem ortaya getirilecek, lavlarını saçacak. İnsanlar, günahı miktarı kan ter içinde kalacak, herkes ‘Nefsi! Nefsi!’ diye inlediğinde feryatlarına imdat olmayacak.
Bütün bu hakikatleri bu ayetin içine derç etmiş olan Rabbimizden yardım istiyor, o günün dehşetinden Allah (cc)’a sığınıyoruz.
Ayetin öncesiyle münasebeti
Hidayetten sonra kalplerin sapması veya sapmaması, sadece dünyevî bir mevzu olarak kalmaz, şüphe edilmesi mümkün olmayan toplanma gününe de intikal eder. Kalpte oluşan inançlar geçici değildir, ahirete kadar devam eder ve orada değerlendirilir. Kalp sadece bu dünyayı değil, öteki dünyayı da ihya eder. Sadece bu dünyayı yıkmaz, öteki dünyayı da yok eder.
'Onları mertebelerine, değişik rütbelerine göre cem edeceksin.'
Cümle "İnsanları hakkında şüphe olmayan bir günde, cezalandırmak için toplayacak olansın" takdirindedir. Bu maksat açık olduğu için لِلْجَزَاءِ kelimesi hazfedilmiştir.
Bu duâ, 7. ayette adı geçen, ilimde kökleşen rasih alimlerin sözüdür. Onlar, sapmaktan korumasını, hidâyet ve rahmetini Allah'dan istedikten sonra sanki şöyle demişlerdir: "Bu talepten maksadımız, dünya ile ilgili değildir. Bunlar, fani şeylerdir. En büyük gayemiz âhirettir.. Çünkü biz, senin, hesaba çekmek için kıyamette insanları bir araya getireceğini, sözünden dönmeyeceğini biliyoruz."
Derin bilgiye sahip olmak, Allah'tan gelen her şeye inanmak, aklını kullanıp düşünmek, Allah'a dua edecek kadar benliğinden uzaklaşmak şüphe edilmesi imkansız olan toplanma gününe giden en önemli sermayedir.
Rahmet talebinin yanında en çok ihtiyaç duydukları şeyi, rahmetin ebedi kurtuluş sebebi olacağı günü hatırlattılar. Bu günü zikrederek dualarını icaz yoluyla tekrar ettiler. İbrahim (as)’ın ‘Rabbimiz, hesabın kaim olduğu gün beni, anne babamı ve müminleri bağışla’ dediği gibi sanki şöyle söylediler: ‘Bize katından bir rahmet ver, özellikle insanları topladığın günde.’
‘لَا رَيْبَ فٖيهِ ’nin manası vuku bulması uygun olan, vuku bulmasında şüphe olmayan demektir. Nefiy cins لَا 'sı ile gelmesi, şüphe edenlerin şüphesinin sayısı olmadığı içindir.
İnsanların inanmakta zorlandıkları ve bu yüzden Kuran'ın üzerinde ısrarla durduğu konuların en önemlisi; ahirete iman meselesidir.
'İnsanların toplanacağı kıyamet günü' yedinci ayette konusu geçen müteşabih ayetlere konu bakımından dahildir. İki ayet arasında latif bir bağlantı vardır. O ayette, rasih alimlerin müteşabih olanları anladıkları bildirilmişti. Bu ayette de rasih alimlerin duasından bir örnekle, inanç dünyalarına bir pencere açılmış oldu. Yani onlar rasihtir, kıyamet günü gibi aklen müteşabih sayılabilecek konuları dahi anlamış, yakinen iman etmişlerdir.
'Makam-ı vahdet'e vusül için cem gününde, iyan güneşinin doğma anında toplayacaksın.'
Ey kardeşlerim, sizi tehlike bekliyor. Oranın bir günü elli bin yıldır.
• O gün, bir ürperme ve bir heyecan günüdür.
• O gün, insanın sonunun geldiği gündür.
• O gün, Kıyâmet günüdür.
• O gün, hasret ve nedamet günüdür.
• O gün, büyük bir gündür.
• O gün, alemlerin Rabbinin huzuruna divan durulacak gündür.
• O gün, münâkaşa günüdür.
• O gün, muhasebe günüdür.
• O gün, soruşturma günüdür.
• O gün, zelzele günüdür.
• O gün, bağırıp çağırma günüdür.
• O gün, hak günüdür.
• O gün, saçın sakalın dökülme günüdür.
• O gün, kabirden çıkma günüdür.
• O gün, insanın önden gönderdiğini görme günüdür.
• O gün, insanın kandırıldığını anlama günüdür.
• O gün, amellerinin karşılığını görmek için, insanların bölük bö-lük meydana çıkarıldığı gündür.
• O gün, bir kısım yüzler bembeyaz, bir kısmı ise simsiyahtır.
• O gün, bir dost diğer dosta faydalı olamaz.
• O gün, hiç kimsenin hilesi kendisine fayda getirmez.
• O gün, baba oğluna faydalı olamaz. Keza, oğul da babasına bir fayda temin edemez.
• O günün şerri her yana yaygındır.
• O gün, zâlimlerin uydurdukları yalan fayda vermez. Onlara lânet vardır. Onlara kötülük evi vardır.
• O gün, her nefis, kendisiyle mücâdele eder.
✦ O gün mümin, nezleye yakalanmış hasta gibi olur. Kâfir ise, ölüm döşeğinde ölümle pençeleşen kimse gibi olacaktır. Hadis-i Şerif
"Celal ve cemal sıfatlarını izhar etme vaadinden caymaz ki; zaten mahlukatı da bunun için yaratmıştır."
Bu cümle Allahu Teâlâ’nın sözü veya müminlerin duasının devamıdır. Ayet, heybet ve tazim makamındadır. Ulûhiyyet, mazlumun hakkını zâlimden almak için haşir ve neşrin bulunmasını gerektirir.
Ayetin öncesi; Allah'ın 'geleceğinde şüphe olmayan o günde insanları bir araya getireceği'ne dair söz verdiğini ifade etmişti. Ayetin sonu da, Allah'ın asla sözünden dönmeyeceğini bildirdi.(Muraat-ı nazır, teşabuhel etraf)
Va'ad, Allah üzerinde bir haktır. Vaîd ise, O'nun hakkıdır. Kendi hakkından vazgeçen kimse, cömertliğini ve kerem sahibi olduğunu göstermiş olur. Başkasının hakkını düşüren ise kınanır.
Bu iki ayette Allahu Teâlâ kendisine nasıl yalvarılacağını, duanın içeriğinde neler bulunacağını ve kelimelerin, isteklerin sıralanışını öğretmektedir. Önce kalple ilgili istek, sonra rahmet, sonra da Allah'ın bağışlayıcılığı, ardından toplanma günü ve o günün özelliği olan şüphe edilmezliği zikredilmiştir.
Kıyamet günü
İnsanların ve diğer canlıların öldükten sonra tekrar dirilmesine ve hesap için mahşer yerinde toplanmasına haşr denir. Haşra, yani öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmak lazım ve farzdır.
İsrafil (as)’ın birinci defa sura üfürmesiyle kıyamet kopar. Ölüm tatmayan canlı kalmaz ve bütün canlılar ölür. Allah’ın dilediği kadar bir zaman sessizlik olur. O zaman arşı aladan makamı ehadiyete kadar düşünen ve görünen hiçbir canlı kalmaz. Zira Allah, huri ve gılmanların ruhlarını da cennette kabzetmiştir.
Kıyamette herkes öldükten, etleri çürüyüp toprak ve gaz olduktan sonra hepsi yine bir araya gelecek, öldüğü zamanki şekil, boyu ve organları ile mezardan kalkacaktır. Herkesin acnü'zzeneb kemiği değişmeyecek, başka uzuv ve organlar bu kemik üzerine tekrar yaratılacak.
✦ İnsan kuyruk sokumu kemiğinden yaratılmış, sonra yine ona iade edilecektir. Sonra yine ondan iade olunacaktır. Hadis-i Şerif
✦ Kişinin her yeri mahvolup çürür. Lakin kuyruk sokumu kemiği çürümez. İnsan ondan yaratılmıştır, yine ona iade olunur. Hadis-i Şerif
Kuyruk sokumu kemiği omurganın son kemiği olup içinde iliği bulunmayan nohut büyüklüğündeki kemiktir.
Sonra Allah, İsrafil (as)’ı diriltir. İkinci defa sûra üfler. Sûrun üflenişiyle birlikte Allah’ın yarattığı ruhlar yeni bedenlerini bulup girerler.
Allah toprak madenlerini, azotu, fosforu, tuzları bitki fabrikasında, proteinlere (yumurta akı maddelerine) döndürmekte, bu nebati proteinleri de hayvan vücudunda ele, kemiğe ve aza şekline çevirmektedir. Bugün katalizör adı verilen maddeler yardımı ile binlerce sene sürecek olan kimya reaksiyonları bir saniyede pek çabuk yapılabilmektedir. Allah’ın toprak maddelerini birkaç senede et, kemik maddelerine çevirdiği ve bir anda da çevirebileceği bugünkü fen yolu ile kolayca anlaşılmaktadır. Allah toprak maddelerini bir anda organik hale çevirip ruhu bir bedene bağlayarak Adem (as)’ı yarattığı gibi kıyamette de elementleri bir anda bir araya toplayıp insan vücudunu yapacak ve zaten mevcut olan önceki ruhları bu vücutlara verecektir. İnsanın ölmesi ruhun bedenden ayrılması demektir.
Kıyamette her şeyle beraber ruhlar da yok olup yeniden yaratılacaklardır. Bugün fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi ilimlerde Allah’ın kudretini anlayan zeki kimseler, Adem (as)’ın ve kıyamette bütün insan ve hayvanların topraktan çıkarılacaklarını bir fen olayı olarak kolayca anlayabilirler. Böyle dirileceğimizi Kuran ve Efendimiz haber vermiştir.
Bir insanın çeşitli yaşlarındaki bedenleri başka başka olduğu gibi aynı boy ve şekilde fakat başka zerrelerden yapılmış bir bedenle kabirden kalkacaktır. Uzuvların aynısı değil, başkaları yaratılacaktır.
İnsanlar kabirlerinden çürüyüp toprak oldukları yerden kalktıkları zaman dağların pamuk gibi dağıldığını, denizlerin susuz kalıp yeryüzünün dümdüz olduğunu görürler. Oturdukları yerden etrafa şaşkınlık ve hayret içinde bakarlar.
✦ İnsanlar kıyamet günü çıplak haşrolunurlar. Hadis-i Şerif
Hz. Aişe bunu işitince: ‘Ya Resulallah, insanlar birbirlerine bakmazlar mı?’ diye sordu. Efendimiz ‘Kıyamet gününde herkesin hali kendini diğerinin halinden ve durumundan uzaklaştırır’ (Abese, 37) ayetini okudu. Efendimiz bu şekilde buyurmakla kıyamet gününün şiddet ve dehşetinden insanların kendi dertlerine düşerek birbirlerine bakamayacağını anlatmayı murad etmiştir.
Herkes kabri üzerine çıkıp oturur. Her biri şaşkın bir şekilde bin sene dururlar. Sonra batıdan zuhur eden bir ateşin gürültüsüyle mahşer yerine yürürler. Bu zaman her mahlukat dehşete düşer. İnsanların, cinlerin her birini kendi ameli alıp ‘Kalk, mahşere git’ der.
Ameli güzel olan kimsenin ameli bazısına merkep, bazısına katır suretinde görünür. Amel sahibini üzerine alıp mahşere getirir. Bazı amel sahiplerini ise üzerine almaz, bırakır. Her müminin önünde ve sağ yanında o karanlıkta her tarafı aydınlatan bir nur bulunur. Sol tarafında bu nur yoktur. Bazısının nuru iki ayağı üzerinde ve parmakları ucunda görünür. Bazısınınki parlak bazısınınki sönüktür. Nurları imanları kadardır.
Etrafı karanlık basmış, kafirler bu karanlık içinde şaşkın ve hayrettedir. İmanlarında şüphe ve bidat sahibi olanlar da şaşkındırlar. Doğru itikat sahibi olan ehl-i sünnet müminler ise onların zulmet ve şaşkınlıklarına bakıp hidayet nurunu ihsan ettiği için Allaha (cc) hamd ederler. Allahu Teâlâ müminler için azap gören şakilerin hallerini ortaya koyar. Cennet ve cehennem ehlinin yaptıkları her şey belli olur. Müminler bu durumu görünce ‘Ey Rabbimiz bizi zalim kavimlerle beraber kılma’ derler (Araf, 47).
Resulullah şöyle buyurdular: "İnsanlar kabirlerinden kalktıklarında kırk yıl bir şey yemeden içmeden oturmadan ve konuşmadan yerlerinde dururlar." Ashabı kiram, "Ya Resulallah ehli iman kıyamet günü nasıl bilinirler?" diye sordular, şöyle buyurdu:
‘Ümmetim abdest uzuvlarının parlaması nişanıyla bilinirler. Kıyamet günü Allahu Teâlâ bütün mahlukatı kabirlerinden dirilttiğinde melekler müminlerin başuçlarına gelirler ve başlarını mesh ederler. Biraz toprak serperler. Bu toprak onların secde yerlerine gelir. Melekler bu yerleri mesh ederler. Oradan mesh izleri hiç gitmez. Bir ses gelir: "Bu toprak kabirlerinin toprağı değildir. Onların köşk ve saraylarından getirilmiş topraklardır." Oraya çağrılırlar. Sıratı geçip cennete girerler. Kendi yerlerini bilirler.”
Yeniden dirilen insanlar, cin ve şeytan, yırtıcı hayvanlar ve kuşlar bir yerde toplanırlar. Dünyada iken yaptıklarının hesabını verecekleri vakti beklerler. O zaman yeryüzü beyaz tepsi gibi düz olur.
✽ Şüphesiz sen insanları toplayacaksın, haber cümlesi, dua anlamındadır, inşa yerinde vaki olmuştur. Yani, Sen insanları toplayacaksın, bizi de insanlarla haşret. Sen bize cenneti vaad ettin bizi o vaade layık et.
✽ "Şüphesiz ki sen toplayacaksın - اِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ" cümlesinde mütekellim açısından tekit yapılmıştır. Mütekellim bir şeyden etkilendiği için o şeyle dolup taştığı zaman sözünü haline uygun olarak tekitli getirmek ister.
✽ جَامِعُ النَّاسِ ifadesi, muktezayı zahirin hilafına kelamdır, müzari yerine ism-i fail kullanılmıştır.
✽ 'İnsanları toplayacaksın' izafetinde tecrid vardır. Çünkü bu duayı edenler de insan, 'Bizi' değil de 'insanları' diyerek ifade edilmiş.
✽ 'Hakkında şüphe olmayan gün' kıyamet günü hakkında nisbetli kinayedir. İcazı hazıf vardır, geleceğinde, vukuu bulacağında şüphe olmayan, demektir.
✽ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فٖيهِ derken ل harf-i cerinin gelmesi, hüsnü talildir. O gün için değil, hesap sormak için toplayacak. Vasıtalı kinayedir. İnsanları öldürecek, kabirde bekletecek, sura üflendikten onra kıyameti koparacak ve insanları diriltip, haşir meydanında toplayacaksın.
✽ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُخْلِفُ الْمٖيعَادَ cümlesinde, muhatabtan gaibe iltifat vardır. الْمٖيعَادَ nisbetli kinayedir. Kıyamet, şefaat, cennet, cemal ve diğer tüm vaadleri içine alır.
10-Muhakkak küfredenlere malları da, çocukları da Allah’a karşı zerre kadar kendilerine fayda sağlamayacaktır. Bunlar ateşin yakıtı olanlardır.
Malları, evlatlarıyla övünüp ahirette de bunların kendilerini kurtaracağını iddia eden kafir hodgamlara sille gibi bir cevap: Asla onların malları, evlatları fayda vermeyecek. Kafirce kazanılmış mal, evlat, haramdan-hıyanetten beri olmayacağından faydası umulmaz. Bilhassa zararından kurtulmak için o gün evladından, eşinden, aşiretinden kaçar.
Sıralamada mal, evlattan önce gelmiş. Çünkü evlat maldan kıymetli. Gelmeseydi, malı, mülkü, şöhreti, konumu uğrunda kendiyle beraber evladını ateşe sürüklemez, kendi şanı için inanan evladına eziyet etmezlerdi. Ayrıca dünyada din, iman terbiyesinden geçmeyen bir evlat, ahirette kafir babasına nasıl fayda sağlasın? Kafir bir ebeveyn, evlat için cehenneme köprülük yapan kötü bir örnek. İmansız, bilgisiz, heva peşine sürüklenen bir zavallı, hatta zilletinden bile haberi olmayan bir bîçare...
Onlar ateşin tutuşturucusu, yani öncüsü; canlarını cehenneme sürükledikleri gibi arkalarından gelen neslin de yanması için tutuşturucu görevi yaparlar. Peşpeşe Mecusilerin ateşi gibi cehennem tutuşturulur, odun atılır, herkes birbirinin ateşine yanar. Bunun için Mehmet Akif:
‘Çalış çalış azmi bırakma
Kendin yanacaksan bile evladını yakma’ demiştir.
Bir anne babanın çocuğunu eliyle ateşe atması ne hazindir.
Cenab-ı Hak, Rasihun'un imanını anlattıktan sonra, bu ayette de küfredenlerin durumunu anlattı. Savaşlarını ve savaş nedeni olan dünya sevgisini, şehvetlerin nasıl süslü gösterildiğini bahis konusu etti. Şehvetin aşağılığını bildirdi.
Bu cümle Kuran’da müjde ve uyarının peş peşe gelme adetine göre istinaf cümlesidir. Müminlerin duasının peşinden, müşriklerin halinin zikredilmesi, müminlerin duasının kabul edildiğine imadır.
Küfredenler'den murat müşriklerdir. Çünkü müşrikler, Kur'an ıstılahında çoğunlukla bu vasıfla gelir.
Veya 'Küfredenler' Nebi (sav)’in nübüvvetini inkar eden Kureyza, Nadir ve Necran ehlidir. Araplar’ın Ad ve Semud haberleriyle bağlantıları olduğu gibi, Yahudi ve Hıristiyan’ların Fravun’un haberleriyle bağlantıları vardır. Onlara Ad ve Semud’un değil, Firavun’un durumu hatırlatılır ki bu ayetin sonrasında da Fravun ve hanedanının durumu misal verilmiştir. Ayrıca bu surenin nazil olmasında en önemli gaye Hıristiyan’lara reddiye olduğu için, bu görüş daha doğrudur.
Sözkonusu Necran heyetinden Ebu Harise İbni Alkame kardeşine şöyle demişti: "Ben O'nun gerçekten, Allah'ın Resulü olduğunu kesinlikle bilmekteyim. Ama ne var ki bunu açıklarsam, Rûm kralları bana vermiş olduğu mal ve makamı geri alırlar." İşte bunun üzerine Allahu Teâlâ, onların mallarının, çocuklarının dünya ve âhirette, onlardan azabı kesinlikle def edemeyeceğini beyân buyurmuştur.
Ancak lafız umûmilik bildirir. Sebebin hususi olması, hükmün umûmî olmasına mâni değildir. Günümüzde de makamını, arkadaş grubunu ve sosyal çevresini terketmemek için müslüman olamayan, İslam'ı yaşayamayan nice insan vardır. Hatta bazıları, inançlarını gizli tutmaktadır.
Kişi bulunduğu sosyal grubun fikir, inanç ve davranışlarından muhakkak etkilenir. Ama mal, makam, çocuk ve sosyal grup insan için bir tanrı haline gelmemelidir. Bu ve benzer ayetler, benlik şuuru ve şahsiyet sağlamlığı kazandırır.
En büyük azâb, istifâde ettiği herşeyin kişinin elinden gidip, bunun yerini elem ve acı verici sebeplerin almasıdır.
Kişi dünyevî tehlikeler ve belâlar sırasında malına ve çocuklarına sığınır. Bunlar, tehlikeleri kendisinden savuşturmada başvuracağı en yakın iki sığınaktır.
Kıyamette baba evlâdına varır, der ki: “Oğulcağızım! Senin sevaplarından bir (buğday) tanesi ağırlığında sevaba ihtiyacım var. Eğer bana o kadarını verirsen bu sıkıntıdan kurtulacağım.” Oğul, “Senin korktuğun şeylerden ben de korkuyorum. Sana sevabımdan hiçbir şey veremem” der.
Sonra hanımına gider, “Ben senin dünyada zevcin idim” deyip onu medh-ü sena ettikten sonra: “Senden bir sevap istiyorum. Onu bana bağışlarsan, bu gördüğün sıkıntılardan kurtulacağım.” der. Hanımı da oğlunun dediği gibi cevap verir.
Ancak dünyada iken birbirlerini Allah için sevenler böyle davranmazlar. Onların bir kısmının diğer bir kısmına faydası dokunur ve bazıları bazılarına şefaatçi olurlar.
“O gün, dost olanlar birbirlerine düşman kesilirler, müttakiler müstesna.” (Zuhruf, 67)
Dünya hayatında masiyet ve kötülüklerde birbirlerine dost olanlar, kıyamette birbirlerine düşman olacaklardır. Ancak Allah için birbirlerini sevenler, itaatte birbirlerine yardımcı olanların dostlukları devam edecektir.
♦ "Ne malları, ne evladları onları Allah'ın azabından kurtaramaz" manasındadır. Muzaf takdir edilir, ‘مِنْ غَضَبِ اللهِ أَوْ مِنْ عَذَابِهِ ’şeklinde bir muzaf hazfedilmiştir.
Veya hazfedilen muzaf ‘Allah’ın rahmetinden, Allah’ın taatinden’ şeklindedir.
♦ مِنْ harf-i ceri (Kat, nezd, yan..) manasında da olabilir. "Ne malları, ne evlatları Allah katında onlara hiçbir fayda veremeyecek" anlamındadır.
‘شَيْـٔاً’ mefulu mutlak veya faydalanılamayan şeyden (Mefulden) niyabeten mensubtur. Nekre gelmesi tahkir veya zayıf bir müstağniliği ifade içindir.
Dünya zevki
✧ Cihanın zevkleri uyuz bir elin kaşınması gibidir. Önce kaşınma hoş olur. Lakin son kaşımada ele ateş düşer. Nizami
✧ Zevke esir olan değil, hakim olan mesuttur.
✧ Elemli, karanlıklı, tehassürlü bir dirhem zevki aynı yerde yüz derece ziyade daimi elemsiz bir zevke sefahatle tercih edenler aksi maksutlarıyla aynı zevkte elemleri alır. Said Nursi
✧ Herkesin keyfi rüzgara veya midesine göre değişir. Biri kapıya bir tekme vurur, öteki tekmeden daha manalı olmayan sözlerle havayı döver.
✧ Lüks zengini yıkar ve fakirlerin şerefini bir kat daha arttırır.
✧ Sefalet ve sefahat ana kızdır. Birinin açlıktan, öbürünün sefahattan ağzı kokar. Peyami Safa
✧ Zevkin döşeği iyi vasıfların mezarıdır.
✧ Küçük şeylerden zevk alabilmek, lüks yerine zerafet aramak, saygı istemek yerine değerli olmak, zenginlik yerine kimseye muhtaç olmamak; asil insanın lüksüdür.
✧ Bana yazıklar olsun! Benden gâfil olunmazken ben nasıl gâfil olurum! Ağır gün arkamdayken, geçimim beni nasıl mutlu eder! Karar kılacağım yer başka iken, bu dünyadan nasıl hoşlanırım. Avn b. Abdullah
✽ ✽ ✽
Şeytan dünya çığırtkanlığı yapar ve ateşe çağırır. Onun işi, cehennem simsarlığı yapmak, insanların arasını ayırmaktır.
Şeytanın sermayesi dünyadır. Dünyayı kafirlere arzettiğinde sorarlar:
- Bunun ücret ve karşılığı nedir? Şeytan:
- Dünyaya sahib olmanın karşılığı, dini terk etmektir, der. Kafirler, din karşılığında dünyayı satın alırlar.
Zahidler şeytanın kendilerine arzettiği dünyadan yüz çevirirler. Ona rağbet edenler ise, dini de terk etmezler, dünyayı da bırakmazlar. Şeytana;
- Dünyadan bize bir tadımlık ver de bakalım dünyanın tadı nasıl bir şeymiş? derler. Şeytan;
- Tamam ama, bana bir rehin vermeniz lazım, der.
Onlar da bir tadımlık dünya karşılığında, işitme ve görme duyularını verirler. Bundan dolayı dünya erbabı, dünyalık haberleri işitmeyi ve dünya ziynetlerini, süslerini müşahede edip görmeyi çok severler. Çünkü hakikatte onların işitme ve görmeleri, şeytanın yanında rehindir. Şeytan onlardan işitme ve görmelerini rehin aldıktan sonra dünyalıktan bir tadımlık vermiştir.
Bundan dolayı dünya ehli, zahidlerin dünyanın ayıbı hakkındaki konuşmalarını işitmezler, duymazdan gelirler, dünyayı asla çirkin görmezler. Dünyanın süs ve metaını hep hoş görürler.
✽ ✽ ✽
Bu cümle azabı açıklamada zirvede bulunan çok manidar bir ifâdedir. Cehennemin kuru odunlarla yanarcasına, kâfirlerle tutuşup yanmasından daha şiddetli bir azâb olamaz.
‘واُولٰٓئِكَ’ muşarun ileyhi zihinde canlandırmak ve gelecek habere onların layık olduklarına tenbih içindir.
Atıfla gelmesi, ‘سَتُغْلَبُونَ وَتُحْشَرُونَ ’ ayetinin karinesiyle bundan önceki ayette dünya azabı, bu ayette ahiret azabı murad edildiği içindir.
✦ Akıllı o kimsedir ki nefsini azaplandırır. Ölüm sonrası için amel eder. Âhiret azığı ile meşgul olur. Mezarı Cennet bahçelerinden bir bahçe olur. Ölümü unutan ise bütün gayretini dünyaya çevirir. Böylece mezarı Cehennem çukurlarından bir çukur olur. Hadîs-i Şerîf
İsyan edenler, cehennem azabını hakikatiyle bilmiş olsalardı, günah ve isyanları asla irtikab etmezlerdi. Bir delikte zehirli bir yılanın olduğunu bilen bir kişinin, elini o deliğe sokması nasıl imkansız ise, cehennem azabına inancı tam olan kişinin de ateşten ve azaptan dolayı asla isyan irtikab etmez.
Ruhaniyetlerinin nurunu, nefsani sıfatlarının karanlığıyla, şehvetlerine tabi olmakla örtüp kapatan kafirler, hakiki azık olan takvayı azık olarak almadıkları için, kadınlar, oğullar, hayvanlar, mallar ve ekinler onlara fayda vermedi. Bunlar tağuttur, çünkü Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: Kafirlerin dostları tağutlardır.
‘İşte onlar ateşin tutuşturuculardır.’ Nefsani sıfatları, şehvani lezzetlerden istifadeleri, cismani fiilleri ayrılık ateşini tutuşturmuştur.
Ateş iki kısımdır: Allah’ın ateşi, cehennem ateşi.
Allah’ın ateşi, Allah’tan ayrılık ateşidir. O ateşte Allah’tan perdeli olanlara azab edilir. ‘Allah’ın ateşi ki, yüreklerin üzerine yüklenir.’ (Hümeze, 6-7)
Cehennem ateşi; şehvetleri ve gaflet üzere işledikleri muhalefetleridir, dıştaki derileri yakar. ‘Derileri yandıkça değiştirir, yeni deriler veririz.’ (Nisa, 56)
Bu ateş kalplerin en derinine kadar ulaşır. Kalplerin ayrılıktan çektiği azaba nisbetle, derilerin yanma azabı, hayat nesimine nisbetle ölüm rüzgarı gibidir. Kalpteki ayrılık ateşi, cehennem ateşinden çok daha sıcaktır.
✽ اِنَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا Cümlesi tekitle başladı. لَنْ تُغْنِيَ fiili de tekid-i nefyi istikballe tekitlendi. Atıftan sonra da tekit ifade eden ‘لَا’ ziyade edildi. ‘Bize malımız, evladımız fayda verir, bizi kurtarır’ diyen münkire inkarî kelam olarak çok tekitli bir ifade getirildi. Bu, sahip olunan hiçbir şeyin âhirette kafire fayda vermeyeceğini kesin olarak bildirir.
✽ Mal ve evlat, aslında tüm insanların en çok meyl ettiği metalardır. Bunların kafirlere fayda vermeyeceği zikredilirken, aslında uyarı anlamında tüm insanlara tariz olmuştur. O gün fayda veren selim kalptir.
✽Mal, evlattan önce zikredilerek insanın mal kazanmaya evlat kazanmaktan daha değer verdiği takdim sanatıyla bildirildi.
✽Malların ve evlatların ‘هُمْ’ zamirine izafe edilmesi müslümanlar tarafından bilindiğine delalet eder. Müslümanlara, küfredenlerin haline aldanıp dünya zineti hoşlarına gitmemesi ve onları ahretteki kurtuluşa ihtimamdan alıkoymaması için nasihat kastedilmiştir.
✽ "وَاُولٰٓئِكَ هُمْ وَقُودُ النَّارِ - İşte onlar ateşin tutuşturucusudurlar." Kafirler, mallar yani meyl ettikleri altın, para ve kendi gibi yetiştirdikleri evlatlar, ateşin tutuşturucusu olmakta cem olunmuştur.
Ateşin tutuşturucusu olmak, ateşe önce girmiş olmak, diğerlerini alevlendirmek anlamıyla bu kimselerin başkalarını etkileyip cehenneme girmelerine vesile olduğunu tazammun etmektedir.
11- Firavun ile taraflarının ve onlardan öncekilerin gidişi gibi ki bunların hepsi ayetlerimizi yalanladılar. Allah da onları günahları yüzünden yakaladı. Allah’ın azabı çok şiddetlidir.
Yüce Allah küfredenlerin halini genel olarak zikrettikten sonra Firavun ve öncekilerle misallendirdi. Geçmişe göz atıp ibret alalım diye telmih buyurdu.
Mısır emirlerine firavun denilir. Bunların en şerirleri İbrahim’in ve Musa’nın fravunudur. İkisi de ilahlık davasında bulunup payitahtları ellerinden gitmesin diye nice erkek çocukları öldürüp kız çocuklarını köleleştirmişler. Halka yapmadıkları eziyet kalmamış, sonunda biri denizde boğulmuş, biri sineklerin istilası ile helak olmuş. Kendileriyle beraber kayıtsız şartsız bağlıları, âvâneleri de helaka sürüklenmiştir. Ayetleri, mucizeleri, peygamberleri inkar eden bu zalimler belalarını bulmuş, dünyada rüsvay olup ahirette ebedi cehennemi boylamışlardır.
Cenâb-ı Hakk bizi bunlardan ibret almaya çağırıp kendimize gelmeye davet ediyor.
Bu ayet, kafirlerin sonlarının zeval olduğunu bildiren, İslam’ın emrine karşı dağların dümdüz olacağını bildiren, uyarıdan tehdide intikal için gelmiş istinafi ibtidai cümlesidir.
Makam, mev’ızenin ziyade olması için itnabı gerektirdiğinden bu tehdit en uzun ve beliğ ibareyle gelmiştir.
دَأْبٌ lugatta; ciddiyet, gayret, aralık vermeksizin ısrar etmek, inat etmek, sebat etmek, devam etmek, yorulmamak, bıkmamak, usanmamak, bir işe girişmek, iştirak etmek, uygulamak, vakfetmek, feda etmek, büyük şevkle tatbikata koymak manalarına gelmektedir. Daha sonra durum, iş, örf, adet manasına kullanılmıştır.
Kişi çalışıp çabaladığı takdirde onun bu durumunu ifade etmek üzere bu kökten gelen kelimeler kullanılır. Deve binicisi tarafından yorulacak olursa yine bu kelime kullanılır. Gece ve gündüze de "eddâibân" adı verilir. (Çünkü sürekli devam edip, giderler).
Kafirlerin Hz. Muhammed'i inkar etme tarzı, Firavun hanedanının tuttuğu yola benzer. Resulullah'ın getirdiği mesaja gösterdikleri tepki, Firavun hanedanının o dönemdeki peygamberlere gösterdikleri tepkiye aynen benzemektedir. Yani inkar, her dönemde, her peygamberin mesajına ve Allah'ın gösterdiği mucizelere karşı aynı tarzda olmuştur.
Küfür psikolojisi ve bu psikolojinin doğurduğu olumsuz davranışlarla; birbirine benzeyen bir adet, daima kir akan olumsuz bir kültür nehri oluşturmuşlardır.
Teşbih Hakkında:
1- دَأْبٌ gayret ve çaba sarfetme, bir işte çalışmak ve çalışmanın kendisine yorgunluk galebe çaldığı zamandır. "Kâfirlerin, Hz. Muhammed'i ve dinini inkâr hususundaki çabaları, Firavun ve hanedanının, Hz. Musa'ya karşı olan gayret ve çabaları gibidir.
Siyasiler toplumda değişimi gerçekleştiremediklerinde, Allahu Teâlâ değişim için peygamberler gönderdi. Tevrat'ın, İncil ve Kur'an'ın amacı, toplumu değiştirmekti. Fakat Firavun ve ondan önceki dönemlerde siyasî idareyi elinde bulunduranlar, peygambere karşı koydular. peygamberler, toplumun ileri gelenlerinden, özellikle siyaseti elinde bulunduranlardan ve çevresindekilerden şiddetli tepki gördüler. Çünkü kurumlar, kibir ve taassuplarından ani değişmelere müsait değillerdir.
2- دَأْبٌ iş ve durum anlamındadır.
♦ "Bunların durumu ve Hz. Muhammed'i yalanlama hususunda yaptıkları, Hz. Musa'yı yalanlama konusunda Firavun hanedanının durumu gibidir.. Firavun hanedanı peygamberlere zorluk çıkarmayı adet haline getirdikleri gibi; bunlar da inkârı ve Peygamber (sav)'a zorluk çıkarmayı adet haline getirmişlerdir."
Farklı inanca mensup olanların birbirlerine karşı olumsuz tavırları, kesintiye uğramadan devam etmiş, bir gelenek halini almıştır. 'De'b' kavramı bu geleneğe işarettir.
♦ "İnkâr edenler yok mu? Onların ne malları, ne evlâdları, Allah katında onlara hiçbir fayda sağlamayacak. Allah, daha önce Firavun hanedanına yaptığı gibi, onları ateşin yakıtı yapacaktır.”
Bu takdirlere göre ayetten murad, kâfirlerin eziyetine karşı Hz. Muhammed (sav)'i desteklemek ve Allah'ın onlardan intikam alacağını müjdelemektir.
3- دَأْبٌ birşeyde oyalanmak ve uzun süre kalmak manasındadır. Ayetin takdiri; "Onların ateşte kalışları, Firavun hanedanının ateşte kalışları gibi olacaktır."
4- Çaba ve gayret sarfetmek anlamındadır. "Onların azabtaki karşılaşacakları meşakkat ve yorgunlukları, Firavun hanedanının azab sebebi ile gördüğü meşakkat ve yorgunluk gibidir."
5- Müşebbehi bih (benzetilen), mal ve evlatlarının, azablarını giderme hususunda hiçbir fayda vermeyecek olmasıdır. "Muhakkak ki siz Firavun hanedanının ve onlardan önce geçip peygamberlerini yalanlayan milletlerin başına gelen, ne mallarının ne de çocuklarının kendilerine fayda vermediği o azabı biliyorsunuz. O milletlerin başına gelen azab gibi bir azabın er ya da geç sizin başınıza da geleceği ve ne mallarınızın ne de çocuklarınızın size hiç fayda veremeyeceği konusunda siz de onlar gibisiniz."
6- Ayetteki vechi şebe (benzetme yönü) şöyle de olabilir: "Ey kafirler, sizden öncekilere nasıl köklerini kurutan bir azab gelmişse, sizin başınıza da böyle bir azab çökecek, öldürülecek, esir edilecek siniz ve mallarınız ganimet olarak alınacaktır.''
Firavun ismi Kuran’da 74 kez geçer. Toplam 32 tane Firavun Mısır hükümdarlığı yapmıştır.
Mısır’da Firavunlara tanrı gözüyle bakılıyordu. Bütün insanların efendisi, yeryüzündeki bütün maddelerin sahibi olarak görülüyordu. Elinde asası, kafasında tacı ve sakallarıyla, firavunlar kendilerini -haşa- tanrılar kralı saydıkları amon ra’dan geldiklerini ilan ettiler.
Eski insanların inanmalarına göre güya firavunlar evrensel düzeni, güneşin doğmasını ve Nil nehrinin taşmasını kontrol edebilirdi. Siyaseti, adaleti, ülkenin güvenliği ve ordu konusunda tek yetkiliydi.
Hz. Musa'nın Firavunu'nun soyu Sam b. Nuh'a dayanır. Dört yüz sene melik olarak kaldı. Tuğyan, küfür, sertlik, şiddetli inatla birlikte yaşadığı bu uzun hayat onun mağrur olmasına yol açtı.
Rüyasını tabir eden kâhinler, bir çocuğun saltanatını yıkacağını söylediler. Bunun üzerine zuhûr edecek olan Hz. Mûsâ’yı ortadan kaldırabilmek için 980.000 mâsum bebeği katletti.
Bu olaydan sonra Mısır'da köle sayısı azaldı. Bundan sonra yeni doğan çocukların 2 yılda bir öldürülmesini emretti. Hz. Musa ve Harun bu emir ile ölümden kurtuldu. Hz. Musa seneler sonra Firavun'u hak dinine davet etti.
Hz. Mûsâ; Firavun iman etsin diye ona şu teklifleri getirmişti:
"Gençliğini geri verecek, hiç ihtiyarlamayacak, cinsel gücü geri verilecek, cennete girecek, hükümdarlığı devam edecek, hayvanlara binme gücü verilecek."
Firavun bu daveti kabul etmedi. Hz. Musa’nın inandığı İlaha ulaşabilmek için büyük kuleler yaptırttı. Ancak yapılan bu kuleler yıkıldı. Firavun daha sonra ordusunu toplayarak Hz. Musa ve İsrailoğullarının peşine düştü. Kızıldeniz'i geçme esnasında ordusuyla boğularak öldü. Öleceği esnada kelime-i şahadet getirmek istedi. Fakat Allah bu şehadeti kabul etmedi ve ibret olması için Firavunu Kızıldeniz'in kıyısına attı.
Ayetler’den murad mucizelerdir. Onlar bu mucizeleri yalanladıklarında, peygamberleri de yalanlamış oldular.
Ayetler; Allah'ın vahdaniyetine delalet eden kainat âyetleri de olabilir.
Ayetleri ve ahiret hayatını inkâr etmek küfür olduğu gibi yalanlamak, yalan saymak, yalan olduğunu söylemek de küfürdür. Kur’an-ı Kerim’de 6000'den fazla ayet vardır. Her bir ayet ayrı bir iman konusudur. Dolayısıyla bir tek ayeti bile inkâr etmek ve yalanlamak insanı küfre götürür. Ayetleri yalanlamak; Allah sözü olduğunu kabul etmemektir.
اَخَذَ çarptı, yakaladı demektir. İnsanın başına bir ceza gelince, kurtulamayan esir ve yakalanmış biri gibi olur.
ذَنْبٌ Zenb, aslında ardına takılmak ve tabi olmak demektir. Suça zenb adı verildi. Çünkü suçlardan sonra cezalandırmak gelmektedir. Günah işlendikten sonra işleyeni cezalandırma takip etmesinden dolayı günahlara zenb adı verildi.
Bu cümle, toplumsal değişimi, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde anlatmaktadır. İnkar toplumsal değişime, toplumun değişimi de helake götürmüştür.
Allahu Teâlâ bu örnekle, kafirlere tarihten bir pencere açmış, inkârdan vazgeçmeleri için farklı bir delil sunmuştur. Tarihi olaylar sebep-sonuç ilişkileri içinde ele alınıp hayata ve hakikate ışık tutmak, problemleri çözmenin vazgeçilmez metodlarındandır.
Tarihte yaşananların sebeplerini tahlil etmemek, tarihi kuru ve ruhsuz şekilde okuyup geçmektir. Böyle bir tarih eğitimi dedikodudan ileri gidemez. Böylece Allahu Teâlâ, sosyal değişime, siyasete ve tarihe nasıl yaklaşılacağını ve yaşanan hayatta tarihten nasıl ibret alınacağını kullarına öğretmektedir.
Tarihte inanç özgürlüğüne karşı yapılan baskılar, kendi gibi inanmayanlara hayat hakkı tanınmaması, sosyal hayatı kirletmiş; haklar sistemini alt-üst etmiştir. Bu kirlilik toplumların boğulmasına sebep olmuştur.
✦ Allah, zalime mühlet verir. Bir de onu yakaladı mı, artık iflah etmez. Hadis-i Şerif
Tarihte birçok zalim gelip geçmiştir. Bazısının cezası insanlara ibret olması için dünyada verilmiştir. Bazısının cezası da mahşere bırakılmıştır. Firavunlar bu dünyada belli bir süre Mısır’a hâkim olmuştur. Ebû Cehil de bir süreliğine Mekke’de hüküm sürmüştür. Hatta Allah Rasûlü’nü oradan hicrete mecbur etmiştir. Ancak Mekke’den çıkmaya mecbur kalan Yüce Nebi on sene sonra fetih için yurduna geri dönmüştür.
Halife Abdülmelik Bin Mervan’ın kumandanı olan Haccac Bin Yusuf da zalim sıfatını kazanmış ve Haccac-ı Zalim olarak anılagelmiştir. Küçük yaşlarda Kur’anı ezberlemiş, Her gece Kur’an okuduğu söylenen Haccac, Kur’ana ve Kur’an ehline çok hürmetkârmış. Kur’anın harekelenmesi, noktalanması için gayret sarf etmiştir. Lakin yaptığı zulümler onun iyi taraflarını tamamen gölgelemiştir.
Haccac-ı zalim, muhaliflerine çok sert davranmış, içlerinde alim, fakih, zahid, masum olan binlerce kişiyi öldürmüştür. Şehit ettikleri içinde muhterem bir sahabi olan Abdullah Bin Zübeyr de vardır.
Haccac, Abdullah Bin Zübeyr’in ikamet ettiği Mekke’yi muhasara etti. Hac ayları geldiği için İslam ülkesinin her tarafından Mekke’ye hacı adayları gelmeye başladı. Haccac Müslümanları Mekke’ye sokmadığı için, o sene Müslümanlar hac yapamadı.(629)
Haccac, kurdurduğu mancılıklarla Mekke’yi ateş ve taş yağmuruna tuttu. Atılan ateşlerden biri Kâbe’ye isabet etti ve Kâbe yanmaya başladı. Bu sırada Cenab-ı Hak tarafından yağan yağmur ateşi söndürdü. Bu olayı gören Haccacın askerleri Kur’anın “Fil Suresini” hatırlayıp muhasaradan vazgeçmek istediler idiyse de Haccac buna müsaade etmedi. Abdullah Bin Zübeyr başı gövdesinden ayrılarak feci şekilde şehit edildi.
Haccac-ı Zalim'in en son kanını döktüğü isim Said Bin Cubeyr oldu. Said Bin Cubeyr, birçok sahabe ile görüşmüş, onlardan ders almış, İslam ilimlerinde otorite kabul edilmiş, tabiinin büyüklerindendir. O da zalim Haccac'ın gazabına uğradı. Zincire vuruldu.
İdamına karar veren Haccac'a karşı “Benden sonra artık sen de huzur bulamayacaksın” dedi ve “Ya Rabbi kanımı Haccac'a helal kılma ve onu benden sonra yaşatma” diye dua etti. Said Cubeyrin başı gövdesinden kesildiği esnada, üç defa Kelime-i Şahadet getirdi.
Buna şahit olan Haccac Bin Yusuf hayatında ilk defa pişmanlık duydu. Büyük bir korkuya ve endişeye kapıldı. Mazlum şehidin duasını Allah kabul buyurdu; Haccac'ta huzur kalmadı. Said Bin Cubeyr her gece Haccacın rüyasına giriyor, iki yakasını tutuyor ve “Ey Allah’ın düşmanı, beni niçin katlettin” diyordu. Haccac kan ter içinde uyanarak “Benim Said ile halim ne olacak” derdi. Kendi ölümünü isteyecek kadar büyük ruhi sıkıntılara maruz kaldı.Sonunda dayanılmaz ağrılar ve elem içinde öldü.
Ölüm haberi duyulunca ona kimse rahmet dilemedi. İbrahim En Nehai gibi büyük alimler sevinçlerinden ağladılar. Ömer bin Abdülaziz şükür secdesine gitti.
Mezarının tahrip edilmesinden korkulduğu için, sapa bir yere gömüldü. Ve üzerinden akarsu geçirildi. Geride Haccac-ı zalim diye anılan zulümle ünlenmiş adı kaldı.
Yakın geçmişimizde de çevremizdeki bazı zalimlerin akıbetlerini müşahede ettik. Irak halkını zalimane yöneten, binlercesini katleden Saddam’ın akıbeti çok kötü oldu. Bir çukurda ele geçirildi, aşağılamak için kendisini yakalayan Amerikan askerleri, bitlenmiş salarını teşhir ediyorlardı. Sonunda idam edildi. 20. ve 21. yüzyılın zalim devleti, kendi zulmüyle birlikte bir zalimi de tarihe kaydetti.
Libya'nın diktatör lideri Kadafi de birçok zulme imza attı ve aynı kötü akıbete maruz kaldı. Kendi halkı tarafından linç edilerek feci şekilde öldürüldü.
Dünyayı boğarken zulmün tekeli
Teraziyi tutan eller lekeli
Çatıları basmış cehalet seli;
Olmuşuz bir kara vicdana tabi
Ne kadar da sabırlısın Ya Rabbi! C. Numanoğlu
✽ 'كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا Âyetlerimizi yalanladılar' cümlesi onların durumlarını beyan ve tefsirdir. Mukadder bir sualin cevabı olmak üzere istinaf cümlesidir. Sanki ‘onların halleri nasıldı?’ diye sorulmuş, cevaben ‘Onlar ayetlerimizi tekzib ettiler yani kitaplarımızı ve peygamberlerimizi yalanladılar’demektir.
✽ كَدَأْبِ اٰلِ فِرْعَوْنَ cümlesi, önceki ayeti örneklemektedir. Önceki ayet müşebbeh, bu ayet müşebbehi bihtir. İki taraf da mukayyettir. Veçhi şebe, küfürde lider olmanın cezası olarak cehennemde öncü olup ateşin çırası olmak. ‘Günahları sebebiyle şiddetli azaba yakalanmak’ cümlesi, veçhi şebeyi belirttiği için teşbih mufassal olmuştur.
✽ 'Ve onlardan öncekiler' umum, husus olarak,önceden yaşamış ve inkar eden kafirler kastedilmiştir.
✽ 'Ayetlerimizi yalanladılar' buyurduktan sonra 'Allah onları yakaladı' cümlesinde açık isim gelerek, mütekellimden gaibe iltifat olmuştur. Gaybubet saygıyı gerektirir. Bu iltifat aynı zamanda okuyucuyu rahatlatır, çünkü gaib sigası dinleyen için daha rahatlatıcıdır. Burada Biz yakaladık, denseydi muhatablar çok daha fazla dehşete kapılırdı.
✽ 'Allah onları günahları ile yakaladı' buyruğu, istiare-i muraşşahadır. Allah'ın ceza vermesi, kaçan bir hayvanı yakalamaya benzetilmiştir. Camisi; hız, beklenmeden gelmesi ve kaçmanın mümkün olmamasıdır. 'Zenb' kelimesinin lugat anlamlarından biri de 'Kuyruk' demek olduğu için de istiare-i muraşşaha ve tecessüm olmuştur.
✽ وَاللّٰهُ شَدٖيدُ الْعِقَابِ cümlesi mesel tarikı cari olan tezyildir.
✽ 'Allah azabı şiddetli olandır' cümlesinde zamir yerine açık ismin gelmesi, kalbe korku bırakmak, zihne yerleştirmek ve tazim içindir.
12- İnkar edenlere de ki ‘Yenilgiye uğrayacaksınız ve toplanıp cehenneme sürükleneceksiniz; orası ne kötü bir yerdir.’
Firavun ve âvânesi gibi her kafir mağlup olur. Küfr-i inâdı, onu iki cihanda yere serer. Şöhreti, kimliği silinir, rütbeden, gözden düşer, çevresinde ne dost ne yardımcı kalır. Ya yaşlanarak erzel-i umurun rezilliğini yaşar, ya da daha yaşlanmadan ihtirasları peşinde söner gider. Sonrası daha berbat; topluca cehenneme düşüş, yılanlar, akrepler, zakkumlar, kaynar sular, demir, kapısız, içi ateş dolu sandıklardan yataklar… ne kötü yatak!
Mağlup olacaksınız buyruğu, istikbalden haber vermektedir. Haber verdiği şey, aynen vuku bulmuştur. Bu gaybtan haber verme mu'cizesidir, nübüvvetin en açık delillerindendir.
Allahu Teâlâ bu vaadini Kurayza oğullarının öldürülmesi, Nadir oğullarının sürgünü, Hayber’in fethi ve kafirlerden cizye alınmasıyla yerine getirildi.
Kafirler ezelden mağluptur. Küfür ile müptela olan, şekaveti sebebiyle mağluptur.
Sonra heva, nefis, şeytan ve dünya lezzetlerinin mağlubu gelir.
Heva ve nefsin galebesi insanı tabii olarak esfel i safiline indirir. Orada yaşar sonra da orada yaşadığı hal üzere vefat eder. Kıyamet gününde öldüğü hal üzere dirilir.
♦ İnkar, insandaki cesareti öldürüp, mücadelede zayıflığa neden olduğundan mağlubiyeti getirir. Hakikati inkar edenler, cesaret duygusunu yitirir, bir amaçları olmadığı için, savaşta boşuna öleceklerini düşünürler. Ahirete inanan kimse ise öldüğünde şehit olacağına, ebedî hayat ve mükafaata kavuşacağına inandığından savaştaki motivasyonları farklıdır.
İnkarcılar, bir yandan da Allah'ın desteğini kaybettikleri için, mağlubiyet, kaçınılmaz sonlarıdır.
♦ İnkar psikolojisi ferdin diğer ahlaklarına hakim olunca büyü-yüp serpilmeyi, gelişimi engeller, hakikatten alacakları gıda yollarını tıkayıp zayıflatır. İnkar psikolojisi, vücudun bağışıklık sistemini ortadan kaldıran aids hastalığı gibi, kişinin manevî bağışıklık sistemini felç ederek mağlup düşmesine sebep olur.
İnkar toplumun genelini kapsayınca, toplum da zayıflamaya başlar. Küfür, toplumun diğer manevî değerlerine zehrini akıtarak zayıflamalarına, yok olmalarına sebep olur. Kültürü, maddî ve manevî değerleri kemirir. Toplum giderek zayıflar ve insanlık arenasında mağlup düşer.
♦ Bu ayet, imansızlığın mağlubiyete götüreceğini ifade ederken; zımnen imanın galibiyete götüreceğine de işaret etmektedir. Buradaki sebep-sonuç ilişkisini anlamak, ayakta kalabilmenin ve başarının sırrının nerede olduğunu anlamaktır.
♦ Savaşta önemli olanın askerin kemiyeti değil; keyfiyetidir. Gerçek iman, fert ve toplumun gücünü artırdığı gibi, Allah'ın yardımının da ulaşmasına sebeptir.
♦ Ayetteki mağlubiyetten kasıt, şeytana ve nefse karşı yapılan büyük cihattaki mağlubiyet de olabilir. İnkar, nefse ve şeytana karşı manevî direnci kırar ve insanı mağlup eder.
İnkar eden toplum iki olgu ile karşılaşacaktır: Mağlubiyet ve cehennem. Mağlubiyet bu dünyadaki sonuç; cehennem de ahiretteki sonuçtur. Hakikati inkar etmek, cehennemi oluşturur.
Haşr; toplayıp sevketmek, birini vatanından uzaklaştırmak, kurak ve kıtlığın hayvanları telef etmesi, bir şeyi diğer bir şeye şiddetle sokmak, birini sıkıştırıp zahmet vermek manalarındadır. 'Haşr' kıyamette toplanma günü; 'haşera' haşerat, çıyan, fare, akrep, böcek gibi hayvanlar; hububatın iç kabuğu manalarına gelir.
'Haşr' Kelimesinin Kuran'daki Manaları:
1. Toplamak.
2. Kabirden kalkmak
3. Bir araya getirip önüne koymak. Bir meseleyi isbat etmek için getirilen delilin kişinin önüne konması.
4. Sürüklemek. Bu ayet-i kerimede sürüklemek manasındadır.
İnkar, sadece dünyadaki zararlarıyla kalmaz, kıyamet gününe uzanarak insanları cehenneme sürükleyen bir güce dönüşür. İnsanı cehenneme sürükleyen Allahu Teâlâ değil, inkarıdır.
İnsanlar kabirlerinden kalktıktan sonra dünyada yaptıkları iyi ve kötü işlere göre bölük bölük mahşer yerine getirilirler. Resulullah "Sura üfürüleceği o gün (mezarlarından kalkıp mahşere) bölük bölük gelirsiniz" mealindeki Nebe suresi 18. ayeti kerimesi hakkında kendisine sual edildiğinde ağladılar, mübarek gözlerinden akan gözyaşları toprağa damladı. Buyurdular ki:
“Ey bu suali soran kişi! Çok büyük bir işten sordun. Kıyamet günü ümmetim on iki sınıf olarak haşrolunur ve mahşer yerine gelirler.
Birinci sınıf insanlar maymun suretindedir. Bunlar insanlar arasında çok fitne çıkarırlar. Karışıklık ve huzursuzluğa sebep olurlar. Allahu Teâlâ’nın "Onların şirk fitneleri adam öldürmekten daha kötüdür" (Bakara, 191) buyurduğu kimselerdir.
İkinci sınıf insanlar hınzır suretinde haşrolurlar. Onlar haram yiyenlerdir. Allahu Teâlâ’nın “Onlar hep yalancılık için dinlerler ve hep haram yerler" (Maide, 42) buyurduğu kimseler bunlardır.
Üçüncü sınıf insanlar, kör olarak haşrolurlar. Onlar hüküm vermekte haddi aşan, doğru hüküm vermeyenlerdir.
Dördüncü sınıf insanlar; sağır ve dilsiz olarak haşrolurlar. Onlar dünyada iken kendi amellerini beğenen kimselerdir. Allahu Teâlâ’nın “Allah gururlu ve böbürlenen kimseleri sevmez” (Nisa, 36) buyurduğu kimselerdir.
Beşinci sınıf insanlar; ağızlarında irin olarak haşrolurlar. Dillerini çiğnerler. Onlar, sözleri işlerine ve hareketlerine uymayan âlimlerdir. Allah Teâlâ’nın “ İnsanlara iyiliği emreder de, kendinizi unutur musunuz?” (Bakara, 44) buyurduğu kimselerdir.
Altıncı sınıf insanlar vücutları ateşten yanmış yara içinde haşrolanlardır. Onlar yalan yere şahitlik yapanlardır.
Yedinci sınıf insanlar; ayakları üzerine bağlanmış olarak haşrolurlar. Son derece pis bir kokuları olur. Onlar şehvetlerine tabi olanlar ve haram peşinde koşanlardır. Allahü Teala’nın “Bunlar ahireti dünya hayatına satmış kimselerdir” (Bakara, 86) buyurduklarıdır.
Sekizinci sınıf insanlar; sarhoş gibi haşrolup sağa sola düşerler. Onlar dünyada iken Allahu Teâlâ’nın hakkını yerine getiremeyenler dir. Bunlar hakkında “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin en helal ve iyisinden Allah yolunda harcayın (zekat, uşr ve sadaka)” (Bakara, 267) buyrulmuştur.
Dokuzuncu sınıf insanlar, katrandan elbiseler içinde haşrolurlar. Onlar gıybetten sakınmayanlardır. Müminlerin arkalarından hoşlanmayacakları şekilde konuşmuşlardır. Allah bunlar hakkında “Müslümanların ayıp ve kusurlarını araştırmayın. Bir kısmınız bir kısmınızı arkasından hoşlanmayacağı sözle çekiştirmesin” (Hucurat, 12) buyurdu.
Onuncu sınıf olarak haşrolunacaklar ise; dilleri kafasından sarkmış olanlardır. Bunlar dünyada iken söz taşıyıp ara bozanlardır.
On birinci sınıf insanlar ise: sarhoş olarak haşrolunurlar. Onlar dünyada iken mescidlerde fuhuş ve kötü sözler konuşurlardı.
On ikinci sınıf insanlar ise hınzır suretinde haşrolunurlar. Onlar dünyada iken faiz yiyenlerdir.”
Rabbim nurlu kıldı beşer rengini
Cihana vermedi akıl dengini
Mahluklar içinde şeref zengini
İnsan doğduk ama... Olabildik mi? C. Numanoğlu
مَهَدَ yayıp döşemek, yatağı sermek, kazanmak, hazırlamak, özrünü kabul etmek, kolaylaştırmak; tefeul babından; birine bir işi kolaylaştırmak demektir.
“Mihad” yatak gibi üzerinde uyunan ve rahat edilen yer manasındadır. Yatak, döşek, beşik nehir yatağı, düz ve basık arazi manalarındadır.
Ateş ikidir:
1. Allah (cc)’ın ateşi
2. Cehennemin ateşi
Allah’ın ateşi Allah’tan kopmanın kesilmenin ve uzaklaşmanın vermiş olduğu hasret ateşidir. Kalpleri Allah’tan mahcub (örtülü) olanlar orada azap görürler.
Cehennem ateşi ise şehvetlerin ve Allah’ın emirlerine muhalefetten gaflet üzere yapılan amellerin ateşidir. Bu ateş onların derilerinin kabuklarını yakar. Bu ateşten ancak temiz kalbe sahip olanlar kurtulurlar.
Derileri yakan ateşler, gönülleri yakan ateşlerin yanında hayatın meltemi ve ölümün fırtınası gibidir. Ayrılık azabından kurtulmanın sebebi, nefsi tezkiye etmektir.
Cehennem
Cehennem, bu dünyada şer ve günah üzere yaşayanların ahirette kalacakları yerdir. Cehennem için aynı zamanda sık sık 'nar' ismi de kullanılır. Diğer isimler şunlardır: Harik (yangın), Hutame (ezip yok eden), Sair (alevler) ve Haviye (çukur) Leza, Sakar.
Kur'an, cehennemde neler olacağına dair canlı tasvirlere yer verir. Cehennemin, her biri bir taife için olan yedi kapısı vardır. Onun ateşi ebediyen kalacak ve dinmeye yüz tuttuğunda yeniden canlandırılacaktır. Oraya bir topluluk atıldığında homurdanacak, kaynayacak ve öfkesinden çatlayacaktır.
Cehennemin yakıtı cehennem ehli olacaktır. Uzun direklere bağlanacak, her taraftan azapla karşılaşacaklardır. Üstlerinden, ayaklarının altından azap onları örtecek, ateş yüzlerini yalayacak ve kalplerine işleyecektir. Ateş derilerini yakınca onlara yeni deriler verilecektir. Ölmek isteyecekler fakat bu istekleri kabul edilmeyecektir.
Yiyecekleri ancak irin, kuru diken, zakkum ağacının meyveleri olacak ve irin suyundan başka içecek su bulamayacaklardır. Altın ve gümüş yığıp onları Allah yolunda harcamayı kabul etmeyenlerin alınları, yanları ve sırtları o altın ve gümüşlerle dağlanacaktır. Cehennemin tabakaları vardır, münafıklar en alt tabakada olacaklardır.
Cehennem ehli devamlı tartışacak ve çekişeceklerdir. Dünyadayken şerli önderlerinin sözünü dinleyenler onları kendilerini saptırmakla suçlayacaklar, önderleri ise kendilerini bütün suçlamalardan temize çıkarmaya çalışacaklardır.
✧ Hayret ederim o kişiye ki, hastalık korkusuyla yemekten perhiz eder de, cehennem korkusuyla günahtan perhiz etmez. Yahya bin Muaz
✧ Cehennemin en pis kokan yeri zinakarların bulunduğu kısımdır.
✦ Altı sınıf kimse, altı şeyden hesaba çekilir, suçlu görüldükleri takdirde mahşer yerinde azap gördükten sonra, Cehenneme atılır:
1- Hükümdarlar zulümden,
2- Araplar ırkçılık gayretinden,
3- Köy muhtarları kibirden,
4- Tüccarlar hıyanetten,
5- Köylüler cehaletten,
6- Âlimler hasetten. Hadis-i Şerif
♦ Hz. Peygamber Bedir'de Kureyş'i mağlup edip, Medine'ye döndüğünde, yahudileri, Benî Kaynuka'nın pazar yerinde toplayarak onlara şöyle seslendi: "Ey yahudiler, Bedir günü Kureyş'in başına gelen, sizin de başınıza gelmeden önce müslüman olun. Biliyorsunuz ki ben, Allah tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Beni peygamber olarak göndereceğini Allah'ın size va'detmiş olduğunu kitabınızda buluyorsunuz" "
Onlar da: "Ey Muhammed, Kureyş'ten, savaştan anlamayan, tecrübesiz bir grubu öldürüp yenmen seni aldatmasın. Allah'a yemin olsun, bizimle karşılaşıp savaşsaydın bizim nasıl insanlar olduğumuzu anlardın. Sen henüz bizim gibisiyle karşılaşmadın" dediler. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
♦ Medine Yahudileri, Efendimiz hazretlerinin Bedir gününde müşrikleri yendiğini görünce kendi aralarında şöyle dediler: ‘Vallahi bu ümmi Nebi, Musa (as)’ın bize müjdelediği, kitabımızda niteliklerini bulmakta olduğumuz, sancağı asla yere düşmeyecek olan ahir zaman peygamberidir. Tevrat’ta da onun na’t ve medhiyyeleri vardır.’
Yahudiler Efendimiz’e tabi olmaya ve iman etmeye niyetlendiler. Onlar bu arzu üzere iken içlerinden bazıları: ‘Hele durun bakalım, iman etmekte acele etmeyelim! Başka ikinci bir savaşını daha görelim’ dediler.
Uhud Savaşı olup da, sahabelerin sancağı yere düşünce, tereddüt ettiler; 'Hayır, bu o peygamber değilmiş' dediler. Müslüman olmadılar. Hz. Peygamber ile yapmış oldukları ve henüz süresi dolmamış antlaşmayı da bozdular.
Ka'b ibn Eşref altmış atlı ile Mekke müşriklerine, Ebu Süfyan ve ashabına varıp onları tebrik ettiler, güçlerini birleştirmeyi teklif ettiler, "Sözümüz bir olsun." dediler. Yahudilerle müşrikler Efendimiz hazretlerinin aleyhinde savaş kararı aldılar. Sonra Yahudiler Medine'ye döndüler. Yahudi lobisinin bu çalışmaları üzerine bu ayeti kerime indi.
♦ Bir diğer görüşe göre; âyet-i kerime, yahudilerin, müslümanların Uhud'da mağlûp olmasına sevinmeleri üzerine nazil olmuştur.
Küfürle ibtila olan, zaten hükm-ü ezelide şekavetle mağluptur. Sonra onlara heva, nefs, şeytan, dünya lezzetleri galip geldi, tabiatlarının esfel-i safilinine atıldılar ve orada yaşadılar. Sonra da bu yaşadıkları hal üzere öldüler, öldükleri bu hal üzere de haşrolup cehennem kuyusunun dibine atıldılar.
✽ قُلْ لِلَّذٖينَ كَفَرُوا De ki; 'Ey kafirler' buyruğunda hitap yine kafirlere. Üslup değişti; isim cümlesinden inşâi cümleye, emir sigasına döndü.
✽ 'De ki' Emir Peygambere söylenip, tebliğ etttiği 'mağlub olacaksınız' cümlesi, onlara haber olarak intikal ediyor.
✽ 'Toplanacaksınız' muzari fiil (سَ) harfi ile tekit edildi, onların inkarından ötürü, inkari kelam olarak getirildi.
✽ (لِ) harf-i ceri tahsis için geldi, dünyada mağlubiyet, ukbada cehennemde haşaratlar gibi haşrolmak kafirlere mahsus kılındı.
✽ اِلٰى harf-i ceri intihâi gaye bildirir; cehenneme varmaları dönüşü olmayan müebbet bir cezadır.
✽ وَبِئْسَ الْمِهَادُ 'Ne kötü döşek' Zem fiili mahsusuyla tekit ifade eder. ‘Yatak’ lafzı, istiare-i tahakkümüyedir. Dünyada rahatı, zevki, sefayı tercih edip Allah (cc)’ın ayetlerini alaya alanlar, aynı alay üslubuyla cezalanıyor.
✽ Bu cümle cem; mağlubiyet ve cehennemde toplanmak, cehennem yatağına girmekte cem edildi.
13- Sizinle karşılaşan iki topluluğun durumunda ne büyük ibret vardır. Bunlardan biri Allah yolunda savaşıyor, öteki kafirdir. Gözleriyle onların iki misli olduğunu görüyordu bu kafir topluluk. Allah dilediğini yardımıyla kuvvetlendirir. Bunda gören göze sahip olmak için iyi ibret var.
Savaşlar bir nevi Arasat meydanıdır. Kafir-mümin ya da cennetlik-cehennemlik iki fırka. Bir kısmı Allah (cc) yoluna canını, malını, her şeyini feda ederek rıza-i ilahiyi kazanmak isterken, diğerleri dünyayı elde etmek, tağutları memnun etmek yolunda savaşıyor. Allah (cc)’ın yardımı tabiî ki kendi rızası için çarpışanlarla. Onları birbirlerine çok göstermekle müminlere gayret, kafirlere korku veriyor.
Cenâb-ı Hakk’ın teyid metodları çoktur. Müminler taviz vermeyip canla başla mücadele ettikleri müddetçe, Allah (cc)’ın yardımından mahrum olmayacaklardır. Allah (cc)’a karşı cephe alan, Resulüne, Kitabına, ahirete iman etmeyen güruhu da hızlanıyla, yardımsız bırakmakla cezalandıracaktır. Tarihe baktığımız zaman bunu ibretle seyredebiliriz. Meleklerin, şehitlerin, tabiat şartlarının biiznillah yardıma koşmalarını hatıralarımızda canlandırabiliriz.
"فِئَةٌ" fırka, topluluk demektir. Başın gövdeden ayrıldığını ifade etmek üzere "kılıçla başını fe'vetti" tabirinden alınmıştır.
Bir insan topluluğuna "fie" denilmesi, ona fey' edilmesi yani sıkıntılı zamanlarda ona dönülmesi dolayısıyladır.
İki topluluk, Bedir'de karşılaşan Hz. Peygamber ve ashâbıyla, Mekke müşrikleridir. Bedir günü'nde müşrikler dokuzyüz elli kişiydiler. İçlerinde Ebû Süfyan ve Ebu Cehil de bulunuyordu. Savaş meydanına yüz atlı savaşçı sürmüşlerdi. Yanlarında, yediyüz tane de deve bulunuyordu. Süvariler yüz kadardılar, hepsi zırhlı idiler. Piyade savaşçılar arasında da zırhlı olanlar bulunmaktaydı. Müslümanlar ise üç yüz on üç kişiydiler. Her dört kişiye bir deve düşmekteydi.
İçlerinde altı kişi zırhlıydı. İki de süvari bulunmaktaydı.
Çokluk ve teçhizat bolluğu kâfirler; azlık ve techizat kıtlığı da Müslümanlar tarafındaydı. Cenâb-ı Hak kâfirleri kahr ü perişan etmiş, müslümanları da muzaffer ve yardımına mazhar kılmıştır. Bu da, galibiyetin Allahu Teâlâ'nın te'yidi ve yardımı ile olduğuna delâlet etmektedir.
‘قَدْ كَانَ لَكُمْ اٰيَةٌ’ cümlesinden ‘يَرَوْنَهُمْ مِثْلَيْهِمْ رَأْيَ الْعَيْنِ’ kavline kadar ayet karinesiyle özellikle müşrikler kastedildiğinden ismi zahirle değil zamirle gelmiştir.
Bu "iki topluluk" ile Bedir günü karşılaşan topluluklara işaret edildiği kesindir. Ancak 'Bunda sizin için ibret vardır' cimlesindeki 'Siz' zamirinin muhatabı, müminler de yahudiler de, müşrikler de olabilir. Bununla mü'minlere hitap edilmesinin faydası, ruhlarına sebat vermek, kahramanlık duygularını uyandırarak; kendilerinin iki misli hatta kat kat fazlası olan düşman üzerine atılacak hale gelmeleridir.
• Müslümanların mukavemet etmelerine mâni olacak birçok se-bep bulunmaktaydı: Sayıları azdı; savaş maksadıyla çıkmadıkları için yanlarına techizat almamışlardı; silâh ve atları çok azdı. Ayrıca bu, yapacakları ilk savaştı. Hz. Peygamber'in ilk gazvesiydi.
Müşriklerin durumu ise, tam tersineydi. Sayıları fazlaydı; savaş için hazırlıkları vardı. Önceden birçok kez savaşmışlardı; bu bakımdan savaşa alışkındılar. Sayıca az, silâh bakımından zayıf ve savaşmayı da pek bilmeyen bir topluluğun, silâhı bol, savaş için de techizatlanmış kalabalık bir topluluğu mağlub etmesi âdeten mümkün değildir. Ama, durum âdetin hilâfına olarak tahakkuk edince bu, bir mu'cize olmuştur.
• Hz. Peygamber kavmine, "Hani Allah size, iki taifeden birinin muhakkak ki sizin olacağını vaad ediyordu." (Enfâl, 7) âyet-i kerimesiyle Cenâb-ı Hakk'ın kendisine yardım edeceğini haber vermiştir. Âyetteki iki taifeden birisinden murad, ya Kureyş topluluğu veya Ebû Süfyan'ın kervanıdır. Hz. Peygamber Bedir savaşından önce tek tek, "şurası, falancanın öldürülüp düşeceği yer; şurası, falancanın öldürülüp yıkılacağı yer..." diye haber vermişti. Geleceğe dair verdiği haber, aynen haber verdiği gibi gerçekleşince bu, gaybden bir haber ve mucize olmuştur.
• "Müşrikler mü'minleri, kendi sayılarının iki misli olarak iki bine yakın sayıda veya müslümanların sayısının iki misli olan altı yüz kişi olarak görmüşlerdi. Bu, bir mu'cize'dir.
Buradaki ruyet; ya zannetme, tahmin etme anlamındadır.
Ya da, Allah (cc) melekleri de indirdiği için Müslüman askerlerin sayısı çoğalmıştır. Bu sebeble fazla görmüşlerdir.
Allahu Teâlâ, bu savaşta peygamberini beş bin melekle te'yîd etmiştir. Cenâb-ı Hak: "Evet, siz sabreder, sakınırsanız, bu (düşmanlar) da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa, Rabb'iniz size alâmetli beş bin melekle imdâd edecektir" (Âli İmrân, 125) buyurmuştur. Bu meleklerin işaretleri, atlarının kuyruk ve perçemlerinde bulunan beyaz yün idi.
Meleklerin alametli olması müsüman topluluklarının her zaman heybetli vakarlı ihtişamlı olması gerektiğine işaret. Hervelede omuz sallamanın sünnet olması gibi.
Allah yolunda savaşan topluluktan murad, müslümanlardır.
✦ Bir kimse, içinden samimi olarak şehitlik ister, sonra ölür veya öldürülürse, onun için şehit sevabı vardır. Bir kimse Allah yolunda yaralanırsa ya da bir zahmet görürse, Kıyâmet günü safir renkli ve misk kokulu bir şekilde getirilir. Hadîs-i Şerîf
✦ Bir kimse, Allah yolunda cihatta, tekbir alırsa, onun tekbiri bir kaya olur ki, göktekilerden daha ağır gelir. Bir kimse, Allah yolunda cihat sırasında ‘Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür’ cümlesini sesini yükselterek söylerse, Allah, en büyük rızâsını onun için yazar. Bir kimse için, Allah’ın en büyük rızâsı yazılırsa, Allah onunla Muhammed , İbrahim (as) ve diğer Peygamberleri buluşturur. Hadîs-i Şerîf
✦ Atların perçemlerinde Kıyamet gününe kadar hayır düğümlüdür: Ya ecir, ya da ganimet. Hadîs-i Şerîf
✧ Gâziler üç çeşittir:
1- Mücâhitlerin hayvanlarını güden.
2- Mücâhitlerin çeşitli hizmetlerini gören.
3- Düşmanla çarpışmaya devâm eden.
✧ Resulullah , bazı gazvelere çıktığında, yanında Medineli hanımlar bulunurdu. Bunlar yaralıları tedâvi eder ve su taşırlardı.
✧ Bir kimse, Allah yolunda bir gece nöbet tutarsa, Allah (cc) onu Kıyâmet gününün dehşetinden emin kılar. İbni Abbas
✧ Allah yolunda cihada çıkan olursan, ordunun arkasında bulun. Zayıflarını yola koyarsın, korkanlarına güven telkin edersin. Böyle yaparsan, onlar gibi sevap alırsın. Onların mükâfatlarından bir şey eksilmez. İbni Abbas
✧ Resûlûllah , Abdullah b. Revâha’yı, bir ordu ile yola çıkardı. O gün de Cumâya rastlamıştı. Abdullah b. Revâha: ‘Cumâyı Resûlûllah ile kılar, sonra arkadaşlarıma yetişirim’ diye düşündü. Arkadaşları sabahtan yola çıkmışlardı. Resûlûllah (sav) onu görünce sordu: Neyin vardı ki, sabahtan arkadaşlarınla yola çıkmadın?
‘Ya Resûlallah! Cumâyı seninle kılmayı istedim. Sonra arkadaşlarıma kavuşurum.’
Bunun üzerine, Resûlûllah şöyle buyurdu: ‘Yeryüzündekilerin tümünü sadaka olarak dağıtsan onların sabahleyin çıkışlarındaki sevabı bulamazsın.’
✧ Resulullah’a 'Cihadın hangisi faziletlidir?' diye sorulunca, ‘Zâlim Padişahın yanında adâlet kelimesini söylemek’ buyurdu.
✧ Gazada, kanlı elbiseleri boynunda, ölüp gayyaya yuvarlananlar az olmadığı gibi, dupduru niyeti sayesinde, yumuşak döşeklerde ölüp cennetlere gidenler de az değildir. Şerirlerle yaka-paça boğuşup yarınları aydınlatmak isteyen mertlerin, saf niyetlerinin yanıbaşında; bu kavgayı şahsi çıkarları ve hasis menfaatleri için verenler de küçümsenmeyecek bir yeküne sahiptirler. Birinciler, arşiyeler çizerek yukarılara doğru yükselirken; ikinciler de baş aşağı yıkılıp ‘Tamu’ya gideceklerdir.
✧ Allah (cc) mücahitlere üç özellik verir:
1- Cihat edip şehit olan diri olur, Allah katında derece alır.
2- Mağlup olana, Allah (cc) büyük ecir ihsan eder.
3- Yaşarsa, Allah, ona temiz, güzel rızıklar ihsan eder. Katade
Kahraman ecdadımızdan sizde bir kan yok mudur?
Yoksa istikbalinizden korkulur pek korkulur. M. Akif
"Diğeri ise kâfir..." tavsifi ile kastedilen, Kureyş kâfirleridir.
♦ Yaklaşık bin kişilik olan kafir ordusu müminleri kendilerinin iki katı, yani iki bine yakın bir sayıda görüyorlardı.
Kafirler 950 kadar savaşçıydı. Reisleri Utbe b. Rebia bin Abduşşems idi. İçlerinde Ebu Sufyan ve Ebu Cehil de bulunuyordu. Yüz at ve yedi yüz develeri vardı. Değişik değişik sayılamayacak kadar silahları mevcuttu. Ashabı Bedr'in sayısı 313 kişiydiler. 77 kişi muhacirlerden, 236 kişi de ensardandı.
Efendimiz hazretlerinin sancaktarı muhacirlerden Hz. Ali idi.
Ensarın sancaktarı Sad b. Ubade el Hazreci idi.
Orduda 90 deve, iki at vardı. Atların biri Mikdad bin Amr’ın (ra), biri de Mersed bin Mersed’in (ra) atı idi.
Müslümanların altı da zırhı vardı. Kılıçların sayısı da sekiz idi.
Bedir’de şehit olan Müslümanların sayısı on dört idi. Bu mübarek insanların altısı muhacirlerden sekizi de ensardan idi.
Sa’d bin Evs (ra) anlatır: Müşrikler bir müslümanı esir ettiler.
‘Ordunuz kaç kişi?’ diye sordular. Müslüman:
‘Üç yüz on küsur’ dedi. Müşrikler de;
‘Biz sizi bizim iki katımız kadar görüyoruz!’ dediler.
♦ Kâfir grubun, müslümanları, müslümanların sayısının iki katı, yani altı yüz yirmi küsur kadar görmeleridir.
Bundaki hikmet, kâfirler korkup da savaşamasınlar diye, Allahu Teâlâ'nın, müslümanları azlıklarına rağmen, müşriklerin gözünde çok kalabalık göstermesidir.
Bu, Allahu Teâlâ'nın, "ve sizi de onların gözünde azaltıyordu" (Enfal, 44) âyetiyle tezâd teşkil etmez. Bu azaltma ve çoğaltma işi, iki ayrı durumda cereyan etmiştir. Cenâb-ı Hak, ilk önce müslümanları onların gözüne az gösterdi. Böylece onlar, müslümanlara hücum ettiler. Bizzat karşı karşıya geldiklerinde ise, Allah müminleri müşriklere çok gösterdi; mağlup oldular. Cenâb-ı Hakk'ın, müslümanları, onlara önce az gösterip, sonra çok göstermesi, O’nun kudretini daha çok gösterir ve mu'cizeyi de, daha belirgin olarak ortaya koyar.
Burada, gönüldeki duyguların, gözleri ve idraki etkilediğine işaret vardır. Zafer gönülde başlar; gönülde kaybedilir. Savaş teknolojisinin en büyüğü sabır ve cesarettir. Savaşta kullanılan maddî silahlar, bu manevî silahın yardımcısıdır.
Görenler müslümanlar, görülenler ise müşriklerdir. Buna göre müslümanlar, müşrikleri kendilerinin iki katı, yani altıyüz küsur kadar görmüşlerdir. Gerçekte ise onlar mü'minlerin üç katı idiler.
Bundaki hikmet, Allahu Teâlâ'nın tek bir müslümana iki kâfire mukavemet göstermesini emretmiş olmasıdır. "Eğer sizden sabr u sebat eden yirmi kişi bulunursa, onlar ikiyüz (kişiyi) yenerler" (Enfâl, 65)
Allahu Teâlâ, müslümanlara mağlup edeceklerini bildikleri kadar müşriği göstermiştir. Allahu Teâlâ onları cesaretlendirmek ve kalblerinden korkuyu gidermek için, müşriklerin sayısını onlara bu kadar göstermiştir.
♦ Buradaki "kendilerinin iki katı - مِثْلَيْهِمْ" kelimesindeki "هِمْ" zamiri müslümanlara aittir. Yani 'Ey müslümanlar, siz; kendinizi sahip olduğunuz gerçek sayının iki katı gibi görüyordunuz.'
Allah'ın müslümanlara kendilerini iki kat göstermesi, müşriklerle karşılaşmaya karşı maneviyatlarını güçlendirmek içindir.
♦ Hitab yahudileredir. "Ey yahudiler, sizler, kuvvet ve ihtişam bakımından müşrikleri, mü'minlerin iki katı olarak görüyordunuz" manasındadır. Bu durumda "sizin için bir ibret vardır" buyruğundaki 'Size' hitabı yahudileredir.
✽ ✽ ✽
Ashâbtan biri, bir yayladan geçerken tatlı suyu olan bir pınarcığa rastladı ve ‘İnsanlardan ayrılsam da bu yaylada otursam’ dedi. Bunu Resûlullah’a (sav) açıkladı. Resûlullah (sav) şöyle buyurdu:
– Bunu yapma! Çünkü herhangi birinizin Allah yolunda mücâdele vermesi, evinde yetmiş yıl nâfile namaz kılmasından daha üstündür. Allah’ın sizi affetmesini ve Cennete koymasını sevmez misiniz? Allah yolunda cihad edin! Kim Allah yolunda, devenin iki sağılımı arasındaki vakit kadar savaşırsa, Cennet ona vâcip olur.
✽ ✽ ✽
Seçilmişler...
Adem (as)’dan beri gelip geçen insanlar, maddi yönden farklı oldukları gibi manevi yönden de farklıydılar. Aralarında üstünlük, derece farklılıkları vardı. İçlerinde en üstünleri, seçilmişlerdi. Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretleri bu seçilmişleri şöyle sıralamaktadır:
1- Gelmiş geçmiş ümmetlerin en kıymetlisi, en şereflisi Resulullah’ın ümmetidir.
2- Ümmet-i Muhammed’in en üstünü ona iman ederek, onun uğrunda canlarını, mallarını feda eden Ashab-ı Kiram’dır.
3- Ashab-ı Kiram’ın da en üstünü, Resulullah’a Hudeybiye’de biat edip, onun için ölmeye söz veren kahramanlardır.
4- Bundan sonra en üstünleri, Bedir Savaşı’na katılanlardır. Bunlar 313 kişidir. 1000 kişilik müşrik ordusuna karşı kahramanca savaşmışlardı.
5- Bedir ashabının en üstünleri ilk iman eden kırk kişidir. Bunların kırkıncısı Hz. Ömer’dir.
6- Bunların da en üstünleri aşere-i mübeşşere (cennetle müjdelenen on kişidir)dir. Bunlar:
Hz. Ebu Bekir
Hz. Ömer
Hz. Osman
Hz. Ali
Hz. Talha
Hz. Zübeyr
Hz. Abdurrahman b. Avf
Hz. Sad b. Ebi Vakkas
Hz. Said b. Zeyd
Hz. Ebu Ubeyde b. Cerrah (radiyallahu anhum)
Bunların da en üstünü Hulefa-i Raşidin, yani olgun ve yüksek olan dört büyük halifedir.
Hulefa-i Raşidin’in en üstünü Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’dir. Bu ikisinin en üstünü Hz. Ebu Bekir’dir.
Resulullah, aralarında bulunduğu bir gurup sahabenin üstün meziyetini zikrederek şöyle buyurmuştur: Ümmetimin, ümmetime karşı en merhametlisi Ebû Bekir’dir. Allah’ın dininde en sağlam ve kuvvetli Ömer’dir. Ümmetimin en hayalısı Osman’dır. Helal ve haramı en iyi bilen Muaz b. Cebel’dir. En iyi feraizi bilen Zeyd b. Sabit’tir. En iyi Kur'an okuyan Übeyy b. Ka’b’dır. Her ümmetin bir emini vardır. Benim ümmetimin emini de Ebû Ubeyde b. Cerrah’tır.
Beyyine suresi nazil olduğunda Resulullah Übeyy b. Ka’b’a ‘Allah bana, Beyyine suresini sana okumamı emretti’ dedi. Übeyy ‘Allah size benim ismimi de andı mı ya Resulallah?’ diye sordu. Resulullah ‘Evet’ dedi. Übeyy b. Ka’b ‘Demek Rabbim katında anıldım’ diyerek sevinçten ağladı.
Hz. Aişe şöyle der: Ensar’dan üç kimse vardır ki hiç kimse fazilette onların üstünde sayılamaz: Üseyd b. Hudayr, Sa’d b. Muaz, Abbad b. Bişr.
a) Bedir'deki gibi, onları muzaffer kılmakla olan yardımdır.
b) Hüccet ve delil bakımından yardımdır.
Yardım ve muzafferiyet, sayı, ihtişam ve silâh çokluğu ile değil, ancak Allah'ın te'yîdi ve yardımı ile tahakkuk eder.
Meleklerin Resûlûllah’a ve ashâbına yardımı, bilhassa Uhud ve Bedir'de görülmüştür. Resûlûllah Uhud günü, sancağı Musab b. Umeyr’e verdi. Musab şehid olunca, sancağı onun sûretinde bir melek aldı. Resulullah ‘İleri geç yâ Musab!’ dediğinde, melek, ‘Ben Musab değilim’ diye cevap verdi. Böylece Resulullah bunun, kendisine yardım eden bir melek olduğunu anladı.
Sa’d b. Ebî Vakkas anlatır: ‘O gün ben ok atıyordum; attığım oku bana, beyaz ve güzel yüzlü bir adam geri getiriyordu. Ben, onun kim olduğunu bilmiyordum. Bunun üzerine onun bir melek olduğunu anladım.’
Kureyşliler de Uhud’dan döndüklerinde meclislerinde şöyle konuşuyorlardı: ‘Biz Bedir gününde gördüğümüz alaca atları ve beyaz adamları bu sefer görmedik...’
Ordularım yeniden Tuna'ya akın etsin
Bir yıldırım çıksın da uzağı yakın etsin
Selam dursun karşısında bütün şerefler şanlar
Namını tebcil etsin yıldızlar, kehkeşanlar!
İçimde hiç sönmeyen birfetih sevdası var
Yavuz gibi diyorum; bu dünya insana dar! O. Y. Serdengeçti
Allahu Teâlâ kuluna kendisinden talep ettiği şeyler için yardım etmeyi dilerse onu envar ordusuyla kuvvetlendirir. Ne zaman kendisini bir zulmet kaplasa o nurlar, zulmeti kendisinden giderir. Ondan zulmetin ve ağyarın yollarını keserler. Böylece heva, heves ve şehvet için bir mecal kalmaz. Ahlakı zemime içinde bir söz hakkı kalmaz.
Kader zulmeder mi?
Allah dilediğini destekler, cümlesinde hazıflar vardır. Yoksa Allahu Teâlâ dilediğini destekler, kulları arasında haşa ayrım yapar, gibi bir mana anlaşılmamalıdır. O herkese layık olduğunu verir, son derece adil, son derece merhametlidir. Kimseye zulmetmez. Kimseden bir çıkarı ve beklentisi yoktur, kimse ile akrabalığı yoktur. Bu gibi sebepler ancak ayrıma vesiledir. Hergün namazlarda defalarca söylediğimiz Sübhanallah sözü ile onu bu noksan sıfatlardan tenzih edip dururken, Cenabı Hakk hakkında böyle sui zanda bulunmak ayeti eksik ve yanlış anlamaktır.
Zulüm bir hakkın çiğnenmesidir. Kulun Allah’a hiçbir hakkı yoktur. O ne vermişse sırf lütfundan dolayıdır. Bize düşen verilmeyen nimetleri düşünüp isyana yeltenmek değil, verileni hatırlayıp şükretmektir. Eksiklikler kulun denenmesi içindir.
Zengin bir tüccar düşünelim. Dükkânına gelen iki fakire iyilik etmek istiyor: Birine gömlek, pantolon giydiriyor, ikincisine ise bunlara ilaveten ceket ile palto hediye ediyor. Sadece gömlek ve pantolon alan adam ‘Tüccar bana zulmetti, öbür adama fazla verdi’ diyebilir mi?
Biz insanlar da bu fakirlere benziyoruz. Allah (cc) sonsuz merhameti sebebiyle tükenmez hazinesinden hepimize nimetler veriyor. Vücudumuzu, aklımızı, hayalimizi, soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu, yediğimiz gıdayı yaratan hep O. Bunları biz çalışarak kazanmadık. O sırf lütfundan dolayı ikram etti.
Dünya hayatı kısa bir imtihandan ibaret. Az nimetlenen kul, birinci adam gibi isyan yolunu tutarak kendisine zulmedildiğini iddia ederse, edepsizlik etmiş olur ve ceza görür. Onun vazifesi verilene şükretmektir.
Allahu Teâlâ verdiğinde de vermediğinde de adalet sahibidir, biz onun hikmetini bilemeyiz.
✽ ✽ ✽
Ebu Kilabe anlatır:
Bir sıkıntıya düşmüştüm. Sabah uyandığımda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Çocuklar açlıktan kıvranıyorlardı. Evde yiyecek hiçbir şey yoktu. Çaresiz kalmıştım, ne yapacağımı bilemiyordum. Evimin önüne çıkıp, kapıyı da açık bırakarak oturdum. Halimizi düşünüyordum, neredeyse aklımı kaybedecektim. Yağmurun şiddetinden dolayı kimse yoldan geçmiyordu. Üstü başı çamur içinde siyahi bir kölenin yularından çekmekte olduğu bir merkep üzerinde güzel bir kadın gördüm. Evimin hizasına geldiğinde selam verdi. Kadın:
‘Ebu Kilabe’nin evi nerededir?’ diye sordu. Ben de:
‘İşte burası, Ebu Kilabe de benim’ dedim.
Kadın bana bazı konularda fetva sordu, ben de cevabını verdim. Aldığı cevaplardan hoşnut oldu. Çantasından bir para cüzdanı çıkarıp bana 30 dinar verdi. Sonra:
‘Ey Ebu Kilabe! Seni yaratan çok yücedir, artık yüzünü asma!’ dedi ve gitti.
✽ ✽ ✽
عِبْرَةً nişan, rüya tabir etmek, yorumlamak, nehrin bir yakasından öteki yakasına geçmek, süratle yolu yarıp gitmek, gözden yaş akmak, dikkatle anlayarak okumak, eşyanın kıymetini ölçmek, tartmak, içinde olanı sözle açıklayıp ortaya koymak, helak etmek demektir.
İtibâr ise; ölçüp biçme, kıyaslama, kendisiyle cehaletten ilme geçilen alâmet, tecrübe etmek, ibret almak manasındadır. 'İbare' denince de manaya işaret eden küçük cümle anlaşılır. Ayrıca ders almak, öğrenmek, örnek almak, uyarı almak, dikkate almak, addetmek, dikkatle bakmak, itibar etmek, şeref vermek, hürmet etmek, takdir etmek, kadrini bilmek gibi manaları da bulunmaktadır.
İbret Kelimesinin Kuran'daki Manaları:
1. Rüya yorumlamak (Tefil babından)
2. Yolculuğa çıkmak
3. Ders, ibret.
Bu ayette; müşriklerin mü'min ordusunu iki kat görmesi, Yüce Allah'ın dilediğini destekleyerek yardım etmesi ve diğer sosyal olgular üzerinde düşünüp ders alınması vurgulanmıştır.
Az göstermek ve çok göstermek iki değişik haldir. Bazen az bazen de çok göstermek Allahu Teâlâ'nın kudretine delalet etmede en beliğ durumdur.
Akıllı kişiye düşen ayetlerden ibret almaktır. Hazırlamış olduğu çok mal ve evlada aldanmamalı, ahireti için çalışmaktan geri durmamalıdır. Allahu Teâlâ bu şekilde olan insanlara dünyada az bir mutluluk verir sonra da büyük ve katı bir azabı tatmaya mecbur eder.
Ders alacak olanlar; ancak basiretli, akıllı ve saygılı kimselerdir. لُبٌّ 'akıl', basiret ve saygının kaynağıdır. Tarihî olgulardan ders alanlar, selim akıl sahibi ve gönül gözü açık olanlardır. Ayetin ilk kısmı, inkar psikolojisinin insanı götürdüğü kayıpları açıklarken, ayetin sonu da bu anlatılanlarla insanın gönül gözüne, aklına hitap edildiğini ifade etmektedir.
Bundan çıkan sonuç şudur: Tarihî olgulardan ve sosyal olaylardan ders alabilmek için öğretim faaliyetinde insanın aklına hitap edilmeli; inkarın zararları ile imanın faydaları açıklanmalıdır.
Basiret sahibi
Vehb b. Münebbih anlatır: Yetmiş bir tane kitap okudum. Hepsinde; Yüce Mevlâ’nın, dünyanın kuruluşundan yok oluşuna kadar hiçbir kimseye, Muhammed’in aklı gibi akıl vermediğinin, bütün insanların akıllarının Peygamber’in aklı karşısında çöldeki bir toz zerresi kadar olduğunun, insanların en akıllısının ve üstün görüşlüsünün Muhammed olduğunun yazılı olduğunu gördüm.
Allah’ın peygamberlere indirmiş olduğu kitapların bazılarında şu sözleri buldum: ‘Şeytan akıllı müslümana karşı zorlandığı kadar hiçbir şeyde zorlanmamıştır. Şeytan yüz bin câhile musallat olur, onlarla alay eder ve dilediği yöne sürükler. Akıllı müslümanla karşılaşır ve ondan hiçbir şey elde edemez.
Şeytanın, dağları parçalayarak yok etmesi, akıllı müslümanla karşılaşmasından daha kolaydır. Çünkü akıllı mümin basiret sahibidir, şeytana karşı dağlardan daha çetin ve demirden daha katıdır. Onu hiçbir hileyle kandıramaz ve zillete düşürmeye güç yetiremez. Aciz kalan şeytan ‘Buna ne oluyor? Benim ona gücüm yetmez’ der ve câhil insanlara gider. Onu aldatır ve ona istediği kötülüğü işletir. Onu, dünyada cezâsı ağır olan suçlara sürükler. Kişiler bâzen iyi amellerde eşit olurlar. Ancak akıllı olanıyla olmayanı arasındaki fark, doğuyla batı arasındaki uzaklık kadardır.
‘Allah yolunda çarpışan iki toplulukta sizin için ayetler vardır’
Zahirde bu iki grup müminlerle kafirler grubudur. Ancak batında mümin grupla kastedilen kalp ve ordusu; ruh, sır, melekler, sıfat-ı hamidelerdir.
Kafirler grubu da nefsi emmare ve yardımcıları olan heva, dünya, şeytanlar, kötü sıfatlardır. Onlarla yapılacak savaş sürekli devam eder. Bu, cihad-ı ekberdir.
Allah bazen kalp ordusuna yardım eder, onları nefs ordusunun gözünde iki kat gösterir, nefs ordusu yenilir, hezimete uğrar. Artık nefsin avanesinden kimse görülmez.
Bazen de kalp ordusuna karşı nefs fırkasına yardım eder, kalp ve ordusu, nefsin avanesini iki kat görürler. Heva, dünya, şeytanlar, nefsin sıfatları kalbe karşı savaşmakta nefs ile birlik olmuşlardır.
✽ Bu âyet, teşbih-i zımmîdir; açıkta teşbih alameti görülmüyor. Savaşan kafir ve müminler ibret olarak bize anlatılıyor.
✽ Cem mea taksim tamim. İki tarafın birbirini iki kat görmesi tamimdir.
✽ فِئَةٌ تُقَاتِلُ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ وَاُخْرٰى كَافِرَةٌ arasında vasıl, tezat ve bediden ikili mukabele vardır.
✽ Müminler için 'Allah yolunda çarpışan topluluk' ibaresi sıfatlı kinayedir. اِلْتَقَتَا ile تُقَاتِلُ kelimeleri arasında cinası nakıstan iştikaka mülhak vardır.
✽ رَأْيَ الْعَيْنِ 'Göz göre göre' ibaresi, itnabtan iygal. Bir nükteye binâen ibarede ziyadelik yapılmış. Göz yanılmalarına işaret.
✽ يَرَوْنَهُمْ ile رَأْيَ arasında iştikak-ı sağir, reddül aciz vardır.
✽ İki kat gören, kafirler de olabilir. O zaman Allah (cc)’ın yardımının bir nevi açıklaması olur. Tevcihtir.
✽ 'Bu olay, göz sahiplerine ibrettir' cümlesi tarizdir. Çünkü gözü olan çoktur, ibret alan azdır. Ayet, ibret almayan gözü yok sayarak gayrı münkiri münkir menzilesine tenzil etmiştir.
✽ Ayet ve ibret kelimeleri arasında muraat-ı nazır vardır.
14- İnsanlara kadınlar, evlatlar, altın ve gümüş yığınları, güzel cins atlar, davarlar ve ekinler çekici ve hoş gösterildi. Bunlar bu dünya hayatının zevk ve nimetleridir. Asıl varılacak güzel yer Allah katındadır.
Şeytan, dünyayı gazabullah, azabullah, buğzullah, lanetullah karşılığında satın almış, onu dünyaperestlere kar etmekle satmak ister. Her fırsatta müminlere dünyayı cazip gösterip aldatmak ister. Çünkü kalbe dünya sevgisi bir girdi mi, orayı allak bullak eder. Orada nifak, şikak tohumları bitirir. Geçici lezzetler ve zevklerle sahibini uyuşturur, derbeder ve Rabbinden bîhaber eder. Hırsını kamçılar, bütün gücünü yarış atı gibi fani dünyaya harcar, gençliği, kuvveti, varlığı bu yolda heba olur. Zevkler, zevk vermeyen ve yakasını bırakmayan alışkanlıklar haline gelir. Nefis hodgamlaşır, kendinden başka kimseyi görmezden bilmezden gelir. İyilik damarları kurur, sevimsiz, faydasız bir budala olur. Dünyevi her nimete sahip olsa da tatmin olmaz, doymaz, aradığını bulamamanın huzursuzluğuyla hırsını kamçılar, gayesiz, hedefsiz, biçare zavallı bir tarzda ömür defterini dürer.
'Süslendi' fiili meçhul olarak getirildiği için, bu süsleme fiili Allahu Teâlâ'nın süslemesi, şeytan ve nefsin süslemesi olmak üzere iki manaya da muhtemeldir.
Allah'ın süslemesi, kullarının faydalanması için bunları varetmek, hazırlamak ve insanın mayasında bu şeylere eğilim yaratmaktır.
Şeytanın süslü göstermesi ise vesvese, aldatma, uygun olmayan yollardan dünyalık elde etmeyi güzel gösterme şeklindedir.
Ayet-i kerime, tazammuni olarak insanın şehvet duyulan herşeyi arzuladığını gösterir. Yine insanın, bu şeyleri sevdiği gibi, onları arzulamayı da sevdiği anlaşılmaktadır.
İnsan, bu sevginin fazilet olduğuna inanır. Bundan ancak Allah'ın vereceği büyük bir muvaffakiyyetle kurtulmak mümkün olabilir.
"النَّاسِ " kelimesindeki harf-i tarif, umûmi bir lafızdır. İstiğrak ifâde eder. Yani bu sevgi bütün insanlarda bulunur.
Lezzetli şeyler, cismânî ve ruhanî olmak üzere iki kısımdır. Cismânî olanlar herkes için söz konusudur. Ruhanî olan ise nâdiren bulunur.
Şehevat, arzu edilen şeyler, tutku derecesindeki düşkünlükler demektir. Mecazî olarak böyle isimlendirilmiştir. Nitekim, güç yetirilen şeye "kudret", ümid edilen şeye "reca" (ümit); bilinen şeye de "ilim" denilmiştir. Bu, Arapça'da yaygın olan bir istiare (mecaz)dir.
Asıl süslü gösterilip çekici kılınan sevgi ve arzular değil, arzulanan şeylerdir. Aşırı hırs duyulduklarını mübalağa ile ifade için, istenen şeyler, bizzat şehvetin, arzunun kendisi sayıldı, masdara isnad yapıldı. Masdarla 'meştehiyat-arzulanan şeyler' (ismi meful) manası murat edildi.
Allahu Teâlâ bunları aşağılamayı kastettiği için şehvet kelimesiyle isimlendirdi. Çünkü şehvet hikmet ehli yanında kınanan, kötü bir şeydir. Şehvetlere tabi olan kişi, kendisinin hayvan gibi olduğunu müşahede eder. Özellikle şehvet lafzının zikrinden maksat, insanları bunlardan nefret ettirmektir.
'Şunlar süslü gösterildi, insanlar da onlara aşırı sevgiyle bağlandılar' şeklinde gelmeyip "züyyine-süslü gösterildi" fiiline "hub' 'sevgi' kelimesi naibi fail kılındı. Bu da Kuran'ın "îcâz" özelliğinden kaynaklanmaktadır. Ayet, sevgiyle şehvetin farklı olduğunu göstermektedir. Çünkü bunlar birbirine isim tamlaması yapılmıştır; tamlayanla tamlanan farklı şeylerdir.
Muhabbet, insanın bütün maksad ve yaşayışını, leziz ve hoş şeyleri aramaya hasretmesidir. İnsan, bazen istemediği halde bir şeyi sevebilir. Meselâ gönlü, bazen haramlara meyledebilir. Fakat o, haramları sevmemek ve onlara meyletmemek ister. Ama hem bir şeyi seven, hem de o şeyi sevmeyi isteyen kimsenin sevgisi, muhabbetin en ileri derecesidir. Eğer bu sevgi hayır yönünde olursa, mükemmel bir saadet olur.
Allahu Teâlâ melekleri şehvetsiz ve akıllı olarak yarattı. Hayvanları da akılsız ve şehevi varlıklar olarak yarattı.
İnsana akıl ve şehveti beraber verdi. Kimin aklı şehvetinin arzuladığı şeylere galip olursa o kişi meleklerden faziletlidir. Kimin şehveti aklına galip gelirse o kişi de hayvanlardan daha aşağı bir varlıktır.
Ayeti kerimede şehvetler beyan edilirken en çok hoşlanılan, ünsiyet ve yakınlık daha çok olan kişiler kadınlar olduğu için, önce onlar zikredildi. Kadınlar, dünyanın en büyük ziyneti, en büyük şehveti veren büyük fitnesidir.
✦ Kadınlar, şeytanın attığı kementler ve erkeklerin fitneye düşmelerine sebeptir. Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Benden sonra erkekler için kadınlardan daha çetin bir fitne bırakmadım." Hadis-i Şerif; Buhârî, Müslim
Kadınlar, fitne bakımından çocuklardan daha zararlı oldukları için önce onlar zikredildi. Kadında fitneye yol açabilen iki karakter vardır: Biri; akrabalık bağlarını kesmesidir. Çünkü kadın kocasının annesiyle, kızkardeşleriyle bağlarını kesmesini emreder. İkinci fitne leri ise; helâl-haram bakmaksızın mal toplama fitnesidir.
Çocuklarda ise tek bir fitne vardır. O da onlar için mal toplama tutkusudur.
Abdullah b. Mes'ud Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kadınlarınızı yüksek odalarda (balkonlarda) iskân etmeyiniz ve onlara yazı yazmayı öğretmeyiniz." Çünkü yüksek yerlerde iskân ettirilmeleri erkekleri görmelerine vesile olur. bundan dolayı fitne ve bela sözkonusu olabilir. Kadınların ve özellikle yeni yetişen genç kızların bu şekilde fazlaca serbest bırakılmaları, onları himaye ve setretmeye zıddır. Kadınlar erkekten, erkek ise şehvet ile birlikte yaratılmışlardır. Aralarında fıtri bir meyil vardır. Kadın erkeğin sükûn bulduğu bir varlıktır. Bu sebeble onlardan birine, öteki hakkında güven duyulamaz.
Kadınlara yazı yazmayı öğretmekte de böyle bir fitne, daha da ileri derecede sözkonusudur. Hadis-i şerifte geçen 'Yazı yazmayı' günümüzde pekçok ailenin yıkılmasına vesile olan, internet üzerindeki yazışmalar olarak anlamamız da mümkündür.
Yine Peygamber kadınların yapısındaki süslenme içgüdüsüne dikkat çekerek şöyle buyurur: "Kadınlara (gereğinden çok) elbise almayınız ki, evlerinden dışarıya çıkmasınlar."
Bu ve benzeri sebeplerden, evlenince dininin zarar görmemesi için dindar kadını araştırmalıdır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Elleri toprakla dolasıca, sen dindar olan kadını seç." Hadis-i Şerif; Müslim
Saliha kadının vasıfları
1. Eşine karşı iyi davranır, onu Allah rızası için beraberinde bulunduğu bir nimet gibi görür. Eşinin bunu anlayamamasını bile anlayışla karşılayıp, ecrini Allah’tan bekler.
2. Cinsel ihtiyaç konusunda sağlıktan kaynaklanacak bir özür dışında ağırdan almaz, reddetme tavrı göstermez.
3. Eşinin malına karşı savurgan olmaz.
4. Eşini gıyabında güvenle korur. Eşinin gözünü arkada bırakmaz.
5. Eşinin ahiret amellerine yardımcı olur. Onu ibadet ve infak gibi zorlanacağı işlere teşvik eder.
6. Çocuk doğurmaktan kaçınmaz.
7. Ev ağırlıklı bir hayat tarzı sürer.
8. Giyim kuşamında ve tavırlarında erkeklere benzemez.
9. Teşekkür eden bir dile sahip olur.
Sahabeden Esma bint-i Yezit, kadınlar adına peygamberin huzuruna gelip: "Ben bir Müslüman kadınlar topluluğunun elçisiyim. Onlar şu sözü söylüyorlar, ben de aynı görüşteyim: Allah seni kadınlara ve erkeklere birlikte göndermiştir. Biz sana iman ettik ve tabi olduk. Biz kadınlar kocalarına bağlı, namuslu, evde oturan, kocalarımızın ihtiyaçlarını gideren ve onların çocuklarını taşıyanlarız. Erkekler ise cemaat ve cenazeye katılma bakımından bizden üstün tutulmuşlardır. Halbuki erkekler savaşa gittiklerinde onların mallarını biz korur, çocuklarına biz bakarız. Bu durumda ya Rasûlallah , biz ecir ve sevapta onlara ortak olabilir miyiz?"
Hz. Peygamber yüzünü sahabeye çevirerek: "Siz, dini hakkında soru soran bu kadının sözünden daha güzel bir söz işittiniz mi?" dedi. Onlar, "Hayır ya Rasûlallah" dediler.
Peygamber şu cevabı verdi: "Ey Esma, git o kadınlara bildir ki, sizden birinizin karı-koca ilişkileri güzel, kocasının gönlünü almaya çalışır ve onun muvafakatine tabi olursa; bunlar, (erkekler hakkında söylediğin) o şeylerin hepsine bedeldir."
Hz. Peygamber'in bu sözünden son derece memnun olan Esma, tekbir ve tehlil getirerek, güle güle sevinçle gitti.
✦ Dünya bir metadır. Dünya metaı arasında ise salih bir kadından daha üstün hiçbir şey yoktur. Hadis-i Şerif
✦ Bir kötü kadının kötülüğü bin erkeğin fücuru gibi ve bir iyi kadının iyiliği, yetmiş sıddıkın iyiliği gibidir. Hadis-i Şerif
Kişinin sahip olduğu en kıymetli hazineyi size haber vereyim mi? Saliha kadındır ki, yüzüne baktığı zaman kocasını sevindirir, emrettiğinde itaat eder, yanında olmadığı zaman kocasının haklarını korur.
Kadın evlendiğinde artık helali olan erkeği taşıyacak olan, ondan manevi anlamda yükümlü kimse olmuştur. Artık o normal bir müslüman kadın gibi değil, eşinin dünyaya mı ahirete mi yöneleceği konusunda etkileyecek olan, gayretini, ibadetini yükseltebilecek veya düşürebilecek olan bir konumdadır. Tıpkı hamile bir kadının iki candan sorumlu olduğu gibi; eşinden de sorumludur evli kadın. Bunun için Resulullah ‘eşinin kendisine baktığında mutluluk hissedeceği kadın’a saliha kadın demiştir.
Huseyn b. Hasan teyzesinden şöyle rivayet etmiştir: Bir iş için Efendimiz’e gelmiştim, işimi halledince çıkarken Efendimiz dedi ki: “Kocan hayatta mı?” Ben “Evet Ya Resulallah!” dedim. “Onunla aran nasıl?” diye sordu, ben de dedim ki: “Aram çok iyi Ya Resulullah! Aciz kaldığım hizmetler dışında bütün gücümü kullanarak bana düşen görevleri yapmaya çalışıyorum.” Efendimiz şöyle buyurdu:
“Böyle yapmaya devam et; çünkü o senin ya cennetin ya cehennemindir.”
Allah Resulü’ne sordum: “Kadın üzerinde en çok hak sahibi olan insan kimdir?”, “Kocandır.”
"Peki, Ya Resulullah! Erkek üzerinde en büyük hak sahibi olan kimdir?" “Annesidir” buyurdu.
Namazını geçirmeyen, farzlarını eda eden, Allah (cc)’ın emirlerini yerine getiren hanımların, bütün dünyevi işlerini dahi bir nevi ibadet olarak, Allah kabul buyurur. Bu suretle geçici, fani ömürleri ahret hesabına, baki, daimi bir hayata tebdil edilir. Ebedi sonsuz bir ömre çevirebilir. Z. Gündüzalp
✽ ✽ ✽
Salihlerden biri anlatıyor:
Bir kadınla evlenmiştim. Yatsı namazını kıldıktan sonra güzel elbiselerini giyer, güzel kokular sürer, süslenir ve yanıma gelir;‘Bir ihtiyacın var mı?’ diye sorardı. Ben ‘Evet, var’ dediğimde benimle beraber olurdu. ‘Hayır, şimdi yok’ dediğimde ise giydiği elbiseyi çıkarıp ibadet için giydiği elbiseyi giyer, sabaha kadar Allah (cc)’a ibadetle meşgul olurdu.
✽ ✽ ✽
Oğullar kişinin kemali, övüncü, keremi, izzetidir. Oğullar da fitne sebebi olabilmektedir. Çünkü insan; oğlu sebebiyle helal ve haram olduğuna bakmadan mal toplamaya hırslı olur. Böylece oğulları kendisini Allah u Teâlâ hazretlerinin hudut (kanun ve kurallarını) muhafaza etmekten (dindar yaşamaktan) kendisini men ederler.
"Evlatlar fitne vesilesidir. Yaşarlarsa fitneye uğratırlar ölürlerse de bizi üzerler."
Peygamber Eş'as b. Kays'a sordu:
- Hamza'nın kızından (hanımının künyesi) bir oğlun var mı?
- Evet ondan bir oğlum var; fakat onun yerine Cebeleoğullarından geri kalanlara yedirebileceğim bir tencere yemeğim olmasını tercih ederdim.
- Sen böyle desen dahi şüphesiz ki onlar, kalbin meyvesidir. Gözün aydınlığıdır. Bununla birlikte onlar (ölüm tehlikesine atılmaya karşı) insanı korkutur, cimriliğe iter, üzüntü ve kedere sebep olurlar."
Efendimiz bir başka hadislerinde de 'Evlatlar cimrilik, korkaklık ve cahillik vesilesidir' buyurmuştur.
Oğullara olan sevgi kızlara olandan daha fazla olduğu için, hassaten oğullar zikredilmiştir. Oğullar; sürur verir, nesil onlarla çoğalır. İnsanlar oğullarıyla övünür, çünkü çocuklar kadınların meyvesidir.
Allahu Teâlâ'nın insanın kalbinde zevce ve oğul sevgilerini yaratmasında yüce bir hikmet vardır. Eğer bu sevgi olmasa, nesil çoğalmaz, insanlık sona ererdi. Bu sevgi, fıtrî bir özelliktir.
'İnsanlara süslü gösterildi' derken, لِلنَّاسِ den kasıt erkeklerdir. Sevilen şeyler sayılırken de, kadınlar'dan başlandığı için, akla şöyle bir soru gelebilir: Acaba kadınlar altını ve sayılan diğer şeyleri sevmez mi?
Bunun cevabı şudur: Kadınların sevilme, erkeklerin ise sevme yönleri daha ağır basmaktadır. Erkek sevmeye, kadın ise sevilmeye daha yatkın olarak yaratılmıştır. Bu hususta çocuklar da kadınlara benzer.
Cahiliye döneminde kadınların sevilmemesi, çocukların öldürülmesi bu ayetle yerilmekte, onların sevgi motifi oldukları, sevilmelerinin fıtri olduğu vurgulanmaktadır. Kadınlara ve çocuklara karşı olan sevgi, doğuştan olduğu için, onları sevgi çemberinin dışına itmenin zulüm olduğuna dikkat çekilmektedir. Kadını sevgi çemberinin dışına itmek fıtrata aykırı hareket etmektir.
الْمُقَنْطَرَةِ 'yığılmış' kelimesi kıntar lafzından müştaktır. Arapça'da mübalağa yapılmak istendiğinde, kelime kendi masdarıyla sıfatlanır. ظِلًّا ظَلِيلًا، نَسْياً مَنْسِيًّا، وَحِجْرًا مَحْجُورًا gibi.
الْقنَاَطِيرَ - Kanâtîr kelimesi kıntar'ın çoğuludur. الْمُقَنْطَرَةِ - Mukantara ise çoğulun da çoğuludur. Kat kat katlanmış demektir. الْقنَاَطِيرَ üç kat, الْمُقَنْطَرَةِ ise dokuz kat olur.
'Mukantara' kelimesi; dinar yahut dirhem olana kadar sikke haline getirilmiş mal, manasına da gelir.
“Kıntar” kelimesi bir şeyi bağlayıp, düğümlemek ve sağlamlaştırmak anlamından alınmıştır. Araplar sağlam yapılışından dolayı köprüye "kantara" demişlerdir.
♦ Kıntar; çeşitli belâları savuşturma hususunda kendisine bel bağlanan "çok mal" anlamına gelir."
♦ Kıntar; yerle göğün arasını dolduracak, sınırlanamayacak kadar çok olan manasında kinayedir.
♦ Kıntar, bin veya yüz bin dinardır.
♦ Hz. Peygamber “Kıntar, bin ikiyüz ukiyyedir” buyurmuştur.
(Bir ukiyye kırk dirhem ya da oniki dirhemlik ölçü birimidir. Bir dirhem de 3.2 gramdır.)
♦ Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Kıntar on ikibin ukiyyedir. Bir ukıyye ise sema ile arz arasındakilerden hayırlıdır."
♦ Kıntâr, Bizanslıların dilinde, bir öküz derisi dolusu altın veya gümüş miktarına denilir. Resûlullah "Her kim bir gecede on âyet okursa o zikredenlerden diye yazılır. Her kim yüz âyet okursa kânitlerden yazılır, her kim beşyüz ile bin âyet okursa bir kıntar ecir almış olarak sabahı eder." 'Kıntar nedir?' diye sorulunca: "Bir öküzün derisini dolduracak kadar altındır" diye cevap verdi.
♦ Seksen bin rıtıldır.
♦ Yüz rıtıl altındır.
♦ Yetmiş bin, kırk bin, dört bin, bin, iki yüz veya yüz miskaldir.
♦ Afrika ve Endülüs'te altın veya gümüşten sekiz bin miskaldır.
♦ Bin ikiyüz miskal gümüştür.
♦ Yüz menn veya yüz dirhemdir.
♦ Seksenbin veya onikibin dirhem gümüştür.
♦ Altından bin dinardır. Yani müslüman bir erkeğin diyetidir.
♦ Bir milyon dinar veya bir milyon dirhem manasındadır.
Altın ذَهَبَ 'gitmek' masdarından müştak bir kelime ile isimlendirildi. Çünkü altın sürekli gitmekte, el değiştirmektedir. Yerinde kalmaz.
Gümüş فِضَّةٌ ' bir şeyi kırıp dağıtmak' masdarındandır. Çünkü gümüş dağılır, yani sürekli ayrılır.
Bu iki kelimenin masdarları, altın ve gümüşün geçici olup, sabit olmadıkları hissini vermektedir.
Altın ve gümüş, bütün eşyanın bedeli olabilecekleri için sevilir. Altın ve gümüşü olan, her şeye sahip olmuş gibidir. Bir şeye sahip olma (mâlikiyyet) sıfatı, kudret ifâde eder. Kudret, kemâl sıfatıdır. Kemâl ve mükemmellik, fıtraten sevilir. Altın ve gümüş de bu kemali elde etmenin en mükemmel vesilesidir. Bu nedenle de sevilirler.
Dünyaya karşı tavrın arınınki gibi olsun. Arı incecik dala konduğunda onu kırmaz. Yediği zaman yiyeceklerin en temizini yer. Bıraktığı (ürettiği) zaman en güzelini (balı) üretir.
Bu dünyaya verme gönül, dünya sana kalır değil
Dünya seven dost katına, yüz akıyla gelir değil. Eşrefoğlu Rumi
Atlar, yürüyüşlerindeki (adeta) gurur, kibirden dolayı الَْخَيْلُ diye isimlendirilmiştir. İnsanın gururlu ve kibirli bir biçimde gezmesi de (gururlanmak, kibirlenmek) اِخْتِيَال diye isimlendirilmiştir.
Veya الَْخَيْلُ kelimesi اَلْقَوْمُ ،اَلِّنسَاءُ ،اَلرَّهْطُ kelimeleri gibi, kendi kökünden müfredi olmayan cemi bir lafızdır. Tekili için 'feres' ismi kullanılır.
At, gezip dolaşırken böbürlenme ve gururlanma suretini zihinde canlandırması sebebiyle tahayyül etme, hayal anlamında 'Hayl' ismini almıştır.
Diğer taraftan ata "hayl" adının verilmesi, onda aziz olma alametinin bulunmasıdır. Ata binen bir kimse, Allah Teala'nın bunu kendisine bağışlaması sebebi ile azizlik hisseder, Allah'ın düşmanlarına karşı böbürlenir.
At çok eski zamanlardan beri insanoğlunun sürat, gösteri, yiğitlik, yarış, egemenlik arzularının tatmininde önemli bir sembol olmuştur. Sahibinin izzetini, gücünü gösterir. Düşmanını kırıp geçirdiği, ona kahru galebe ettiği önemli bir silahtır.
♦ 'Meralarda otlamaya bırakılmış, salma atlar, soylu ve özel yetiştirilmiş atlar' demektir. Bu nişan, atın üzerinde vücudunun diğer bölgelerinden farklı olacak şekilde bir yün parçası veya bir alamet koymaktır. Bu da o atların meralarda diğerlerinden ayrılması için yapılır.
♦ الْمُسَوَّمَةِ kelimesi, nişanlanmış, alametlendirilmiş demektir. Bu alâmet ve nişan, atların ağzında, alnında, ayaklarında olan beyazlık, alaca veya dağlanma işaretidir.
♦ Eyer takımları üzerinde olduğu halde salınan atlar demektir.
♦ 'Müsevveme' her tarafta bulunup tanınan anlamındadır.
♦ "Nişanlı atlar"dan kasıt, cihat için hazırlanmış atlardır.
♦ Kelimenin tam tersi alacasız anlamında olması da mümkündür.Temiz, semiz ve güzelliğin göz kamaştırıcı hale getirdiği atlar, demektir.
✽ ✽ ✽
Adil padişahın bir kaftanı vardı. İki yüzü de astardı. Birisi ona:
‘Ey padişah, Çin kumaşından bir kaftan diktirsen olmaz mı?’ dedi. Padişah şöyle cevap verdi:
‘Elbise insanın vücudunu örtmek, insanı rahat ettirmek içindir. Bu kaftan da o işi görüyor. Bundan fazlası süs olur. Ben halktan vergiyi; kendimi tahtımı süslemek için almıyorum. Eğer kadınlar gibi ipekli, süslü elbiseler dikinir, kadınlaşırsam, erlik yapıp düşmanımı nasıl def edebilirim? Gerçi içimden türlü hırslar, arzular geçmektedir; fakat unutmayalım ki, hazine benim için değildir. Hazineler asker içindir, yoksa elbise, süs için değildir. Padişahından hoşnut olmayan asker, memleketin hududunu muhafaza etmez.’
Hırsız köylünün eşeğini alır, götürürse padişah ne hakla vergi alabilir? Halk ağaç gibidir; beslersen, iyi bakarsan, istediğin kadar meyve alabilirsin. Sakın zalimlik edip de ağacı kökünden çıkarma. Zulüm gören halkın, inleyerek ettiği bedduadan kork. Kimsenin burnunu koklatmamaya çalış. Yeryüzünün baştanbaşa saltanatı yere damlayan bir damla kana değmez. Sadi Şirazi
✽ ✽ ✽
Atlar
✦ Şüphesiz Allah atı rüzgardan yarattı. Bundan dolayı onu kanatsız olduğu halde uçucu kıldı. Hadis-i Şerif
✦ Atların hayırlısı siyah, alnında beyazlık, burnu ve üst dudağı beyaz olandır. Bundan sonra ise yine alnında beyazlık olup da dört ayağı da bileklerine kadar beyaz olandır. Sonra üç ayağı beyaz olup ön sağ ayağı vücudunun renginden olandır. Şayet siyah olmazsa siyah ile kırmızı arası rengi olup da bu şekilde benekleri olan at gelir. Hadis-i Şerif
✦ At üç türlüdür. Bir adam için ecre sebeptir, bir adam için örtüdür, bir adam için de vebaldir. Hadis-i Şerif
✧ Allah, atı güney rüzgarından yarattı. Sahibinin getirdiği ne kadar tesbih, tekbir ve tehlil varsa mutlaka o at onu işitir ve onun gibisini söyleyerek ona cevap verir. Vehb b. Münebbih
✧ Allah, Hz. Âdem'e bütün hayvanları arzetti. Ona 'Bunlardan bir tanesini seç' denildi, o da atı seçti. Kendisine şöyle denildi: "Kendin için güç kaynağı olan bir şeyi seçtin." Bu bakımdan ata "el-hayr" adı verilmiş oldu.
✧ Adamın birisi; 'Ey Allah'ın Rasûlü, ben bir at almak istiyorum, hangisini alayım?' diye sordu. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Sen siyah renkli, alnında beyazlık bulunan, üç ayağı bileklerine kadar beyaz olup sağ ön ayağı beyaz olmayan veya bu şekilde rengi siyah ile kırmızı arası olan bir at al ki, hem ganimet elde edersin, hem de esenliğe kavuşursun.
✧ Hz. Enes şöyle der: Rasûlullah kadınlardan sonra atlardan fazla birşeyi sevmezdi.
Atın çeşitli isimleri vardır:
• Ata "feras" adının veriliş sebebi, aslanın avının üzerine atılma-sı gibi, ileri atılarak mesafeleri katetmesidir. O bu uzaklıkları adeta birşeyi elleriyle yakalayıp tüketircesine kateder.
• Atın bir adı da "Arabî"dir. Çünkü Hz. Âdem'den sonra ilk Arap atı, Beytullah'ın temellerini yükseltmesine mükâfat olarak Hz. İsmail'e verilmiştir. Hz. İsmail de Araptır. Ondan dolayı ata "arabî" denir.
• Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İçinde atîk bir atın bulunduğu eve şeytan girmez." Ona "atîk" deniliş sebebi ise, dişi aygırdan ve arap attan doğmamış olması, yani erkeği de dişisi de arap at olmasıdır.
Rüzgarlardan atım var, şimşekten kanadım var
Göğsümde al yazılı, gazilik beratım var
"الْاَنْعَامُ" kelimesi, النَّعَمُ kelimesinin çoğuludur. Deve, sığır ve davar mânâsındadır. Ama deve dışındaki diğer iki cins için النَّعَمُ denilmez. Bu kelime çoğunlukla deve için kullanılır.
Bu hayvanlar, bazen binit olarak fayda sağlar. Bazen de etinden yararlanılır. Yünü, yapağısı hep insana menfaattir.
✦ Develer sahipleri için bir güç kaynağıdır, koyunlar berekettir, hayır ise kıyamet gününe kadar atların perçemlerinde düğümlenmiştir. Hadis-i Şerif
✦ Koyun cennetin hayvanlarındandır. Hadis-i Şerif
Rasûlullah zenginlere koyun edinmelerini, fakirlere de tavuk edinmelerini emretti.
Hars; "toprağı yarmak" anlamında masdardır. Toprağı işleyerek yetiştirilen bitkileri; hem ekinleri hem de bağ, bahçe türü yerlerde üretilen mahsulleri kapsayan bir isim olmuştur. Fakat genellikle tahıl için kullanılır.
Ekin, insanın hem kendi gıdası, hem de hayvanının yemidir.
✦ Bir müslüman bir ağaç diker yahut bir ekin eker de ondan bir kuş, bir insan veya bir hayvan yiyecek olursa mutlaka bu, onun için bir sadaka olur. Hadis-i Şerif
Dünya metâından faydalanma çeşitli şekillerde olur.
1- Kendisine meta verilen insan, tek başına bundan istifâde eder. Bu kınanmıştır.
2- İhtiyacı olduğu halde, elindeki metâdan istifâde etmez, bu da kınanmıştır.
3- Elindeki meta'ı, âhiret menfaatlerine ulaştırmayacak şekilde, mubahta kullanmasıdır. Bu ne medhedilmiş, ne de kınanmıştır.
4- Bu metâı, âhiretin güzellik ve faydalarına ulaştıracak biçimde kullanır. Bu medhedilen istifâde şeklidir.
Sayılan bu metaların her biri bir başka grup insan için bir fitne ve imtihan vesilesidir.
Kadın ve oğullar herkes için,
Altın ve gümüş ticaret erbabı için,
Atlar melikler için,
Davarlar köylerde, çöllerde yaşayanlar için,
Ekin, tarla, bağ ve bahçe ise ziraat ile uğraşan, kasaba ve köylerde yaşayanlarlara fitnedir.
Bu sayılanlar, fıtri arzulardır. Karşı cinse duyulan ilgi "kadınlar"la, soyun devam arzusu "oğullar"la ifade edilmiş, tağlib yapılmıştır. Çünkü bunlar ön plana çıkan, tutkuyu en iyi temsil eden örneklerdir.
Malı temsilen de, her tür mala sahip olma imkânı veren altın ve gümüş; hükmetme, başkalarının beğenisini kazanma, makam, mevki, şöhret, sürat merakı ve eğlenme için özel yetişmiş, cins atlar; hayvanlardan faydalanmayı temsilen sağmal hayvanlar; ziraate duyulan ihtiyacı belirtmek üzere de ekinler zikredilmiştir.
Ayetin manevi tefsiri şöyledir: Şehvet sevgisinin süslenmesi, süfli alemde olmaları, tabiatlarının, bedenlerinin perdelemesidir.
Kadınlar; nefisler
Oğullar; kendilerinden neş'et eden hayaller
İstiflenmiş yığınlar; Tedavül eden etmeyen ilimler, usul-füru
Salınmış atları; Heva merkebleri, eğlence atları
Davarlar; ticaret kafileleri, menfaati celp sebepleri
Ekinler; Hırs ekini, tûl-i emel
İşte bunlar; dünya hayatının az bir menfaatidir; Az zaman sonra yok olacak, asli mebdeine, kadim vatanına dönecektir.
✽ ✽ ✽
Hamid-i Aksariyi Hazretleri, Anadolu’da yetişen evliyanın ve alimlerin büyüklerinden olup, Somuncu Baba lakabıyla tanınmıştır. Bir gün ziraatle uğraşan talebesine bir miktar tohum verdi ve:
‘Bu tohumların yarısını tarlanızın bir kısmına sizin için, diğer yarısını da tarlanızın bir kısmına da bizim için ekiniz’ dedi. Talebe tohumları ekti.
Ekinlerin yetiştiği mevsimde tarlaya gittiler. Talebenin tarlasında fevkalade güzel yetişmiş bir ekin vardı. Diğerinde hiç ekin bitmemişti. Hamid-i Veli Hazretleri, talebesine dönerek buyurdu ki: ‘Bu tarlalardan hangisi bizim, hangisi sizindir?’
Talebe bu durumdan son derece utandı ve kendi tarlasını göstererek dedi ki:‘Bu tarla sizindir efendim.’
‘Biz ahiretimiz için çalışıyorduk. Acaba hangi günahımızdan dolayı dünyamız mamur olmaya başladı da bu ekinler böyle yetişti?’
Hocasının müteessir olduğunu gören talebe, hakikati söyleyerek hocasının üzüntüsünü giderdi.
✽ ✽ ✽
✦ Cennet hoşa gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır, cehennem de şehvetlerle kuşatılmıştır. Hadis-i Şerif
✦ Ümmetin altın ve gümüşe değer verdikleri zaman kendilerinden İslam’ın heybeti kalkar. Hadis-i Şerif
✧ Tabileri çoğalanın şeytanları da çoğalır. Malı çoğalanın hesabı zorlaşır. Tamah ve şöhret sevgisine tutulan, dünyalığını arttırmak makama erişmek için her şeyi meşru görmeye başlar. Dünya ile dini değiştirir. Mevlana Halidi Bağdadi
✧ Açlık nurdur, tokluk ateştir. Şehvet odundur. Şehvet ve tokluk bir araya gelince ateş yanmaya başlar, sahibini yakıp bitirir. Yahya b. Muaz
✧ Şehvetler, bitmeyen arzu ve ihtiraslar, üstü örtülü azaplardır. Davud-u İskenderi
✧ Şehvetin ve hevanın ilmi, aklı ve hücceti mağlup ettiği bize kadar ulaşmıştır. Ata es-Sülemi
✧ Güzel yüz, güzel elbise, güzel koku… Bunların hepsi kadınların zinetidir. Erkeğe ise zinet olarak erkekliği kafidir. Sadi Şirazi
✧ Her şeyin kendisine yakışan bir zineti vardır. Hayanın zineti ise günahları terk etmektir.
✧ Sekiz şey süslerin en güzelidir:
• Nefsi fenalıktan alıkoymak, hayatın süsüdür, hele bu fakirde bulunursa süslerin en güzelidir.
• Allah’a şükretmek nimetin süsüdür.
• Dert ve musibetlere sabretmek sınavı kazanmanın süsüdür.
• Yumuşak huyluluk, ağır başlılık, ilmin, bilginin süsüdür.
• Haddini bilmek talebenin süsüdür.
• Allah’ı anıp gözyaşı akıtmak, ondan korkmanın süsüdür.
• Başa kakmayı terk etmek yapılan iyiliğin süsüdür.
• Fena işlerden kaçınmak, yararlı işlerde yarışırcasına koşmak namazın süsüdür.
'Dünya hayatı' bir kimsenin bu dünyada bulunduğu süreyi ifade eder, ahiretin zıddıdır.
Kuran’da dünya hayatına ilişkin iki görüş vardır. Birçok ayet bu dünyada işlenen fiillerin kişinin öteki dünyadaki geleceğini belirlemesi nedeniyle dünya hayatının ciddiye alınması gerektiğini söyler. Bu hayatta mümin olan öteki dünyada nimetlendirilecektir. Allah hayat ve ölümü insanı imtihan etmek için yaratmıştır. İnsanın fiillerinin neticelerinin önemli olduğunu daima hatırda tutması gerekir.
Diğer yandan Kuran, vatani aslisinin ahiret olduğunu unutarak sırf dünyevi zevklere ve mallara göz dikenleri tenkit eder. Bu dünyanın sahte güzellikleriyle yanlış yola girenleri tenkit eder, dünya hayatını tahkir eder ve ahiretin ondan sonsuz derecede daha hayırlı olduğunu, geçici lezzetler uğruna ebedi saadeti terk edenin, baki kazançları bırakıp hazır cüzi kârlara tabi olanın ahmak olduğunu bildirir.
✦ Âdemoğlunun şu hususlar dışında kalanlarda bir hakkı yoktur: Mesken olarak kullanacağı bir ev, avretini örtecek bir elbise ve kuru bir ekmek ile su. Hadis-i Şerif, Tirmizî
✦ Dünyada zahid ol, Allah seni sever. Hadis-i Şerif
✧ Sehl b. Abdullah'a sordular: Kul dünyayı ve bütün arzularını kolaylıkla nasıl terkedebilir? O da şu cevabı verdi: Kendisine emrolunanlarla meşgul olarak.
✧ Her kimin gönlü içinde ahiret endişesi olmazsa, şüphesiz şeytan onu ölünceye kadar dünya endişesi ile meşgul eder. Şeyh b. Ata
✧ Ahiretteki payını dünyaya tercih et.
✧ Dünya: Doğru olana doğruluk, azığını alana zenginlik, dersini alana nasihat, meleklerin ve Allah’ı sevenlerin secde yeri, Allah dostlarının ticaret yeri, Allah’ın ayetlerinin indiği, kulların rahmeti ve cenneti elde ettiği yerdir. Hz. Ali
Doyamazsın buranın hakkı tatmaktır
Çünkü dünyada rahatlık arayan ahmaktır.
Yani 'Bu sayılan şeylerde güzel akıbet yoktur.'
Cümlenin maksadı teşvik olduğu için الْمَاٰبِ kelimesi الحُسْنُ "güzellik" ile nitelenmiştir. Dünyayı terkedenlerin maneviyatlarını güçlendirip, dünyalığa sahip olamayışlarını teselli eder.
Fani olan dünyevi tayyibattan (temiz ve helal şeylerden) zahid olmalı, Allahu Teâlâ'nın katında daim ve sonsuz olan nimetlere koşmalıdır. Akıllı kişiye düşen, bu dünyadan ihtiyacı kadar almaktır. Sahibini helake götürecek mahzur ve sakıncalarla, miras bırakacağı mülkü çoğalttıkça çoğaltmamalıdır.
Varılacak iki yer vardır; cennet ve cehennem. İnsanoğlu için varması istenen asıl yer cennettir. Cehennem ise, bizzat maksut değildir, ârizî olarak maksûddur. Cenâb-ı Hak, mahlûkatı azâb için değil, merhamet etmek için yaratmıştır. Hadis-i kudsîde:, "Rahmetim gazabımı geçmiştir" buyurmuştur. Bu nedenle varılacak yer, güzellikle vasfedildi.
Nur kalbin askeri, zulmet nefsin ordusudur. Nurdan murat esma ullah ve sıfatullahtan istifade edilen manaların incelik ve hakikatlarıdır. Zulmet ise hevaü heves ve kötü ahlaklardan istifade edilen manalardır.
Varidat-ı Rabbaniyye, kararmış ve kötülüklerle dolu bir kalbe geldiğinde ondaki bütün kötü sıfatları çıkarır ve temiz ahlakları giydirir. Bu devlete ancak dünyayı ve ukbayı terk etmekle nail olunur. Ağyara karışan, mal ve evladı seven, Allah (cc)’tan korkmayan kişilerin kalpleri nasıl olur da nur ile dolar?
✽ ✽ ✽
Mesnevi’den
Nefsin heva ve hevesinden ne vakit kurtulacaksın? Senin hüviyetin cami olmayınca sen hüviyet-i ilahiyeden sadece ‘hüve’ lafzına kani oldun. Sıfat, nam ve isimden ne doğar? Hayal doğar ve hayal visal’e kılavuz olur. Sen hiçbir delilin medlulsüz olduğunu gördün mü? Cadde olmayınca yolcu olmaz. Hiç müsemmasız bir isim gördün mü? ‘Gül’ isminin telaffuzuyla hiç gül ve çiçek açar mı? İsmi okudun mu yürü müsemma’yı ara! Eğer bu harfler ve isimlerden çıkıp hakikate ermek istersen kendini önce manevi nurla nurlandır.
✽ ✽ ✽
Allahu Teâlâ insanları üç tabaka üzere yarattı:
1- Avam: Onlar nefs erbabıdır. Onlara heva ve şehvetler galiptir.
2- Havas: Onlar kalp erbabıdır. Onların üzerinde de takva ve hidayet galiptir.
3- Havassü’l havas: Onlar ruh erbabıdır. Onların üzerine muhabbet ve şevk galiptir.
Allahu Teâlâ bu üç sınıfı da kendine münasip isimle zikretmiştir.
Avam’a ‘Nas’ demiştir. ‘İnsanlara süslü gösterildi’ ibaresinde olduğu gibi. İnsan kelimesi ‘nisyan’dan müştaktır.
Havas’a ‘Mümin’ ismini vermiştir. ‘Ey iman edenler’ (Âli İmrân, 100) ayetinde olduğu gibi.
Havassü’l havass’a ‘Veli’ ismini vermiştir. ‘İyi bilin ki Allah’ın evliyasına korku yoktur’ (Yunus, 62)
Sonra, kurbiyet (yakınlık) derecelerinin yüceliklerinden, bu’dun (uzaklaştırılmanın) esfeli safilinine tard edilen avam’ın hallerini bildirerek ‘İnsanlara nefsin istekleri süslü gösterildi…’ buyurdu.
Bu ayette zikredilen yedi şey, cehennemin yedi derekesinin etrafını kuşatmış yedi şehvettir. Bunlardan birine yenilen kişi, o derekenin ehli olur.
Bu sayılan yedi şey, yedi şehvete işarettir:
‘Kadınlar’, ferç şehvetine,
‘Oğullar’ çoğalmaya meyleden hayvani tabiat şehvetine,
‘Altından istiflenmiş mallar’ mal toplamaya hırs şehvetine,
‘Gümüş’ gümüş kaplar edinip, süslenme şehvetine,
‘Salınmış atlar’ onların üzerinde yücelip, makam şehvetine,
‘Hayvanlar’ hayaller ve temayül şehvetlerine,
‘Ekinler’ hükmetme ve emredip, nehyetme şehvetine işarettir.
Bu yedi şehvet, cehennemin yedi derekesinin etrafını çevrelemiştir.
✽ 'İnsanlara süslü gösterildi' cümlesi, malumu meçhul menzilesine tenzil eden, mukteza-i halin hilafına kelam.
✽ 'Süslendi' fiili, meçhul geldi. İnsana cazip gelen nefsani şeyleri süsleyenler çoktur. Kimi zaman nefis, şeytan gibi gizli, kimi zaman insan gibi aşikar olabilir. Faideyi çoğaltmak için fail gizlenmiştir.
✽ ‘Şehvetlerin sevgisi’ cem, sonradan gelen ‘kadınlar, oğullar, vs.' taksim. ‘Bunlar dünya hayatının metaıdır’ cümlesi tamim. Tek tek sayıldığı için tefri. İbhamdan sonra izah, umumdan sonra hususu zikirle itnab.
✽ Birbirine atfedilen kelimeler arasında çokluktan azlığa doğru bir sıra gözetilir. Ayette mal, çocuktan daha fazla fitneye sebep olduğundan takdim edilmiştir. Bu da vaslın güzelliklerindendir. Aralarında tenasüp vardır.
✽ الْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ Salma atlar - Bir çok at isimleri içinde ‘الْخَيْل ’ ismi seçilmiş; hem at, hem hayal anlamında tevriye. Sıfat olarak da ‘الْمُسَوَّمَةِ / damgalı’ kelimesi seçilmiş. Bu kelime, hayallerde arzu edilen markalı, günbegün değişen, gelişen taşıtlara işarettir. İsim cümlesi; sübut, devam ifade eder. Bu durumda ‘hayalleri süsleyen markalı binitlerle’ ‘Hubbuş şehavat’ cümlesi arasında muraat-ı nâzır var.
✽ Nimetlerin sayılma sırası, insanların yaşına göre istek duyduğu nesnelere uygun sıralanmıştır. Bir genç önce bir hanım ister, sonra çocuğu olsun, daha sonra parası-pulu, maddi imkanı, sonra marka bir arabası, elli altmış yaşına gelince de bir bahçesi, dahası bir çiftliği olsun ‘enam- hars’ ister. Bu sıralama ittirat'tır.
✽ Ayet bunları gayet veciz bir şekilde toparlayıp sonra ‘Bunların hepsi denî dünyanın metaıdır’ diye rücu yapmıştır ve bunu ‘Allah katında güzel dönüş vardır’ diye teyit etmiştir.
15- De ki: ‘Bütün bunlardan daha hayırlısını size haber vereyim mi? Allah’tan korkan ve günahlardan sakınanlara akarsuları bol, süresiz kalacakları cennetler vardır. Rableri katında orada tertemiz zevceler, bir de onlara Allah’ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını daima görücüdür.
Kalp kemale aşıktır. İnsan bulunduğu durumdan daha güzelini görünce ona meyl eder. Dünyada sevimli gelen nimetleri önceki ayette sayıp döktü. Bu ayette ebedi ve çok daha güzelini hayal aynamıza yansıtıyor. Maddi-manevi, gözü-gönlü dolduran nimetler önceki ayetle mukabele yapılmış, ama mukayese mümkün değil. Dünyada en mükemmel bir sarayda bile otursa; altından ırmak değil fosseptik çukuru akar. Ömür kısa, kendi ve zevcesi devamlı çöküp ihtiyarlamakta. İşin sonu belli değil; ağrılı acılı dünya, hüzünlü sancılı dünya. Zevkler sıkıntıyla sonuçlanır, sevinçler hüzne döner, gençler yaşlanır, yaşlılar ölür, daima bir devir daim, dolma boşalma. Belediye otobüsü gibi tıklım tıklım bir hayat, birinden girilip diğerinden çıkılan iki kapılı han. Bugün mamur olan, yarın viran, bugün kuş öter yarın baykuş, bugün zîşan yarın perişan, bugün güler yarın ağlar, bugün keten yarın kefen… Fani dünyanın fani işleri, yalan dünyanın aldatışları, sonu hüsran, hicran dolu bir hayat.
Yüce Mevlamız, bize baki olanı, kaliteyi, güzeli, değerliyi haber veriyor. Suyu kesilmeyen zümrüt bahçeler, yaşlanmayan, bozulmayan, kızmayan, bağırmayan, çekip gitmeyen, ezmeyen, üzmeyen, gayrıya meyletmeyen, eskimeyen, buruşmayan, gönül alıcı, sevgi, şefkat ve merhametle bezenmiş, her saat kıyafeti, saç yapısı yenilenen zevceler, bitimsiz zevk, tükenmez lezzet, gamsız, tasasız, tüzüksüz, yasasız, solmayan, pörsümeyen, bıkılmayan, rıza-i ilahiye mazhar olan ebedi hayat… Tercihi sen yap vesselam!
'Haber vereyim mi?' istifhamı, "Öğreteyim mi?" manasındadır. Soru şeklinde olması, dikkat çekmek içindir. İnsanlara, hangi değerlerin daha üstün olduğunu öğreten bu ayet, öğrenilmesi gereken ilmin, olmazsa olmazını önümüze koymaktadır.
Allahu Teâlâ Hz. Peygamber'e bu öğretim faaliyetini yapmasını emretmektedir. Daha üstün, daha değerli ve daha kalıcı olanı öğrenmek, ahlaki değerleri hayata geçirmeye ve Allah katında önemli olana yöneltir. İnsanları yüce amaçlar peşinde koşturmak için neyin daha değerli ve daha faydalı olduğunun öğretilmesi gerekir.
İnsanın dünyaya geliş gayesi sadece zevkle yaşamak, rahat içinde hayat sürüp gitmek değildir. Hayatın hizmetleri yalnız mideye ve üremeye ait değildir. İnsana verilen bunca latif ve ulvî duygular, bunca zengin cihazlar sadece fâni hayatın ve nefsin arzularını tatmin için değildir. İnsana verilen mükemmel hissiyat ve duyguların en başta gelen gayesi onlarla nimetlerin kıymetlerini takdir edip, nimetleri veren Cenab-ı Hakka karşı şükür ve ibadet vazifesini yerine getirmektir. Yine o cihaz ve duygularla kâinatta tecelli eden ilâhi isimlerin tecellilerinin sırlarını anlayıp tatmak suretiyle Yaratıcıyı tanımaya birer vesile yapmaktır.
Dünya hayatı, annenin karnından daha güzel, daha geniş ve daha rahat olduğu gibi, aynı şekilde âhiret de dünyadan daha güzel,daha geniş ve daha rahattır. Çünkü dünya nimetlerinde sıkıntılar vardır, sonludur.
İnsanın kendisini koruyan melekler olduğu gibi, melek kadar ona güç veren ruhani kuvveti de; şehevi arzuları işlemekten kendisini alıkoyup sabretmesiyle hasıl olur.
İnsan, farzları hakkıyla ifâ edip, haramlardan kaçınmadığı sürece muttaki olamaz.
♦ Bu ifadeبِخَيْرٍ kelimesinin sıfatıdır. Buna göre cümle "Size, Rab'leri katında, muttaki olanlar için bundan daha hayırlı olanı haber vereyim mi?" takdirindedir.
♦ عِنْدَ رِبِهِّمْ sözü لِلَّذٖينَ اتَّقَوْا ’in sıfatıdır. Buna göre mâna şöyle olur:
"Rab'leri katında muttakî olan kimseler için, dünya menfaatlerinden daha hayırlısı vardır..."
Buradaki takvayı bir önceki ayetle birlikte düşünürsek; dünyevî zevklerle uhrevî zevkleri ayırt eden ve kendisini dünyevî zevklerin peşine tutku ile düşmekten koruyan kimse muttakidir.
Takva'nın 'Korumak' manasından hareketle; müttaki, kısa vadeli, geçici değerleri ilah edinmekten kendini korumasını bilen ve kendini en güzel ve en yüce hedeflere yönelten kimsedir.
Müttakinin (takva sahibinin) belirtileri:
✧ Daima takvada ne kadar ilerlediğimizi gözlemeliyiz. Bunun ölçüsü Kur'an-ı Kerim’dir.
✧ Muttakinin belirtisi, bizzat Allah’ın (cc) onun işlerine kefil olup, dünyadaki mekruh işlerden onu uzaklaştırmasıdır. Gerçek takva sahibi olan, bir bela veya sıkıntıyla karşılaştığında Allah (cc) onu o sıkıntıdan kurtarır. Nitekim Kuran-ı Kerim “Allah’tan sakınan kimseye Allah mutlaka bir yol açar. Kendisine, onun hiç ummadığı bir yerden rızk verir” (Talak, 3) buyurmaktadır.
✧ Eğer kabirdekilere konuşma izni verselerdi ‘Azığın hayırlısı takvadır’ derlerdi. Hz. Ali
✧ Takva, insanın kendine sığınanı bağrına basan bir ana, ilim insanı en iyi fenalıklardan koruyan babadır. Zemahşeri
✧ Kişi gadabını yenmedikçe takva sahibi olamaz. Bişr-i Hafi
✧ Allah’ı hakkıyla tanımayan insan O’ndan hakkıyla korkmaz. Hz. Ömer Allah korkusu olmayanı Allah (cc) her şeyden korkutur. F. Attar
✧ Korku sevginin ta merkezine yerleştirilmiştir. Dağın tepesini seven, uçurumundan nasıl korkmaz. N. Fazıl
✧ Allah’tan korkan kimse nefsinin her istediğini yapmaz. Hz. Ömer
✧ Allah korkusu olmayan gönülde Allah sevgisi yaşamaz. İmam-ı Rabbani
♦ Takdiri: هُوَ جَنَّاتٌ "O, cennetlerdir" şeklindedir.
♦ بِخَيْرٍ lafzından bedel olarak, جَنَّاتٍ cer ile okunmuştur.
جَنَّاتٌ sözü, bütün istenen şeyleri ifâde eder. Cenâb-ı Hakk: "Canlarının isteyeceği gözlerinin hoşlanacağı ne varsa oradadır" (Zuhruf 71) buyurmuştur.
Sen amel-i hayrın ücretini, amelden evvel almışsın. Belki bütün hasenatın, seni insan-ı müslim yapan Münim'in in’amına karşı, onda birin onda birinin onda birine de mukabil gelmez. Öyleyse daha gururun nedendir? Fahrın ne içindir?
İşte bu sırdandır ki cennete girmek sırf fazlındandır. O dehşetli cehennem amellerin karşılığı ve adaletin kendisidir. Çünkü beşer bir şerri cüzüyle bir daimi bir cinayeti külliyeyi işleyebilir.
Cennetler sekiz tanedir:
1-Daru'l Celal
2-Daru'l Selâm
3-Cennetü'l Me’va
4-Cennetü'l Huld
5-Cennetü'n Naim
6-Cennetü'l Firdevs
7-Cennetü'l Karar
8-Cennetü'l Adn
Hepsinin yüksekliği Cennetül Adn’dır. Efendimiz’in derecesi olan vesile oradadır. Peygamberler, sıddıklar, şehitler Cennet-i Adn’a girerler.
Cennet
Cennet bu dünyada hak ve fazilet üzere yaşayanların ahiretteki yurtlarıdır. Arapça cennet kelimesi 'bahçe' anlamına gelir. Firdevs ise cennet bahçesidir. Cennet, Hz. Adem ile Hz. Havva’nın asli vatanlarıydı. Fakat şeytanla karşılaşmalarında kuvvetli ve zayıf yanlarını keşfetmelerinden sonra yeryüzüne gönderildiler. Yeryüzüne gönderilmelerinin nedeni asli vatanları olan cenneti kazanabilmeleri için ameli salihte bulunmalarıydı. Bu yüzdendir ki cennet iyi insanların kalacağı yerdir. Yani iyiler Hz. Adem ve Hz. Havva’nın müstakim halefleri olacaklardır.
Cennet, semavat ve arz kadar geniştir. Altından ırmaklar akan bir bahçedir. Lezzet, saadet ve esenlik yeridir. Öyle ki sakinleri arzu ettikleri her şeyi orada bulacaklar ve her türlü korku ve üzüntüden – yani onları gelecekte bekleyen musibetlerin korkusundan ve geçmişte olmuş şeyler için duyacakları üzüntüden- uzak kalacaklardır. Cennet ehli ipekten elbiseler giyer, altın bilezikler ve inciler takınırlar.
✦ Namaz kılana eziyet veren şeyi kim mescitten çıkarıp atarsa Allah (cc) onun için cennette bir köşk hazırlar. Hadis-i Şerif
✦ Kim dört şeyden; haksız yere kan dökmek, başkasının malına tecavüz, zina ve haram olan içkilerden kaçınırsa cennete girer. Hadis-i Şerif
✦ Ancak benim ve ashabımın yolunda olanlar cennete girecektir. Hadis-i Şerif
✦ Cennette yüksek derecelere kavuşmak isteyen, saygısızlık yapana yumuşak davransın, zulmedeni affetsin, esirgeyene ihsanda bulunsun. Hadis-i Şerif
✦ Kim aç müslümanı doyurursa Allah (cc) onu cennet meyveleri ile doyurur. Hadis-i Şerif
✦ Müminlere kolaylık ve yumuşaklık gösteren mümin cennetliktir. Hadis-i Şerif
✦ Mescitlere devam eden kimseye Allah (cc) cennette bir konak hazırlar. Hadis-i Şerif
✦ Ateş vakarlı, insanlara yakın, yumuşak huylu, kolayca iş bitiren kimselere haramdır. Hadis-i Şerif
✧ İlim talebesi, kocasına itaat eden kadın, ana babasına iyilik eden kimse peygamberlerle birlikte hesapsız cennete girer. İ.Rafii
Cennetin sarayları, altın, gümüş, zeberced
Nur içinde nur alem, göklerde kurulan kent
Cennetin nimetleri, sonsuzluk hizmetleri
İnce-kalın ipekten, giyinir sakinleri M. Balcı
Nimet, ne kadar büyük de olsa, kendileri ile ünsiyet sağlanan kadınlarla tamamlanır. Allahu Teâlâ kadınları, onlarda olması arzu edilen bütün sıfatları içine alan tek sıfatla tavsif ederek "mutahhare" (tertemiz) buyurmuştur.
Onlar hayız, nifas, sümkürme ve tuvalete çıkmak gibi, zahiren insan tabiatının nefret ettiği ve kadınlarda görülebilecek her durumdan temizdirler. Aynı zamanda bu temizlik, kötü huy, çirkin iş, bozuk ahlâk, hased, gadap, geçimsizlik, eşlerinden başkasına bakmak gibi batıni kusurlardan arınmış olduklarını bildirir.
Kadını, insanlığa kan, can ve süt veren, terbiye eden bir varlık olarak görüp saygı duyan ve seven takva sahibi kimse, ahirette temiz zevcelerle ödüllendirilecektir. Kadına güzel muamele eden kişi, öteki dünyada bu muamelesinin karşılığını temiz kadın olarak bulacaktır.
"Rıdvan" kelimesi masdardır. Bu da yüce Allah'ın cennet ehlini cennete koymasından sonra gerçekleşecektir. Yüce Allah onlara: "Size daha fazla vermemi istediğiniz birşey var mı?" diye soracaktır. Onlar da: Rabbimiz bundan daha üstün herhangi bir şey olabilir mi? diyecekler. Yüce Allah: "Benim rızam var; bir daha ebediyyen size azap etmeyeceğim" buyuracaktır. (Hadis-i Şerif, Müslim)
Cennetliklerin, bu devamlı nimetlerin yanında Cenâb-ı Hakk'ın kendilerinden razı olduğunu, onları medh-ü sena ettiğini bilmeleri, cennet nimetlerinden hasıl olan sevinçlerini daha da artırır.
"Cennetler ve cennet nimetleri" cismânî cennetlere, "rıdvân" ise ruhanî cennetlerin en yüksek makamlarına işarettir. Ruhanî cennet, kulun ruhunda Allah'ın celâl nurlarının tecellî etmesi, marifetullah'a gark olmasıdır. Bu makamların başında kul Allahu Teâlâ'dan razı; son basamağında da Allah kulundan razı olur.
Müttakinin Allah'ın hoşnutluğunu kazanması, dünyevî değerlere tapmaması, tüm davranışları Allah rızası için yapması sebebiyledir.
İnsan ömrü kısa, elli altmış, bilemediniz yetmiş, seksen olsun. Yüz yaşını bulan insan parmakla gösterilecek kadar azdır. Dünyanın ömrü milyonlarca sene, insanın ömrü onun on binde biri bile değildir. İnsanın ömrü sadece kısa değil, üstelik fani ve geçicidir.
Ömür öyle hızlı geçiyor, hayat öyle hızlı akıyor ki, hızına yetişmekten aciziz.
Bin seneden fazla yaşayan Hz. Nuh’a sormuşlar: ‘Dünya hayatını nasıl buldun?’
‘İki kapılı bir han gibi gördüm. Bir kapıdan girdim, öbür kapıdan çıkacağım.’
Bin sene yaşayan Nuh (as) böyle derse bize hiçbir söz kalmaz. Kısa ömrü tam olarak değerlendirip, faydalı, verimli ve kazançlı bir hale getirmek için en kısa yol, en kestirme çare, ömrü verenin yolunda kullanmak, O’nun isteği doğrultusunda geçirmek, O’nun rızası doğrultusunda yaşamaktır.
Allah'ın rızası
✦ Allah rızasını mı kazandığını, yoksa gadabını mı ceblettiğini hiç düşünmeden kahkaha ile gülen kimseye taaccüp ederim. Hadis-i Şerif
✧ "Ey derde, hastalığa düçar olan! Allah’ın rıza ve terbiyesine girmek istiyorsan O’nun her şeyin yaratıcısı olduğunu bil. O zaman bela safa olur. Her geleni gönül rahatlığıyla karşılarsın. Bela bela olmaktan çıkar, kurtulursun. Belayı vereni bilmedinse işte o bela içinde bela olur."
✧ Niyet halis, maksat Allah rızası olunca, Allah kolaylık ihsan eder ve kendisine ulaştıracak yolları nasılsa buldurur. Ama niyet halis olmazsa, Allah’ın destek ve yardımından mahrum kalınır.
✧ Allah’a muhabbet, marifet ve O’nun rızası yolunda bir saniye bir senedir. Eğer O’nun yolunda harcanmazsa bir sene bir saniyedir.
✧ Hz. Musa ‘İlahi! Bana öyle bir amel göster ki onu yapınca Sen benden razı olasın’ diye dua etti. Allah (cc) ‘Sen buna güç yetiremezsin’ buyurdu. O zaman Hz. Musa secdeye kapanıp yalvardı. Allah kendisine şöyle vahyetti:
‘Ey İmran’ın oğlu, şüphesiz Benim rızam, Benim takdirime razı olmandır.’
Cennetten büyük nimet, cennetlerin içinde
Cenneti unutturur, cemalin gösterir de. M. Balcı
Allah kullarının menfaatlerini çok iyi bilendir. Kul da, âhiret nimetlerini tercih ederek dünyevî şeyleri bırakmalı, nefsini ikna etmeli ve zühde yönelmelidir.
Bu cümle hem bir vaad, hem de bir vaiddir.
Allah (cc) ismi şerifi, Allah’ın Zat-ı Subhani’sine mahsustur. Mecaz yoluyla dahi olsa Allah’tan başkasına asla söylenmez. Ahmakların ve kafirlerin başı Firavun bile kendi kavmine karşı ‘Ben sizin en yüce Rabbinizim’ demiş fakat ‘Ben Allah’ım’ dememiştir.
İmanın temeli olan kelime-i şehadet ve kelime-i tevhidin tam olarak söylemesi için ‘Allah' ismi şerifine ihtiyaç vardır. Bunun yerine ‘eşhedü en la ilahe illelmelik’ yahut ‘eşhedü en la ilahe illerrahman’ veya ‘eşhedü enla ilahe illerezzak’ denilse, kelime-i şehadet söylenmiş olmaz ve İslam’a girilmiş sayılmaz. Mutlaka ‘eşhedü en la ilahe illallah’ demek lazımdır.
Kuran’ın yüzlerce ayetinin sonunda Allah (cc), önce has ismini zikreder, sonra sıfatlarını nazara verir. Mesela:
‘Allah her şeye kadirdir.’ ‘Şüphe yok ki, Allah vasidir, hakkıyla bilicidir.’ ‘Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir’ gibi.Çünkü sır ve hikmet bu mübarek isimde cem edilmiştir.
Cenneti ve cennetin fevkinde didar neşelerini isteyen, Allah (cc) ism-i şerifini dilinden düşürmemelidir. Sadece dille söylemek de kafi değil, O'na bütün varlığıyla bende olmalıdır. Bu mübarek isim gönülleri, gözleri açar, veliler ve aşıklar bu ismin zikrine doyamazlar.
Allah (cc) herkesin gizli, açık yaptığını ve yapacağını görür. Karanlıklar O’nun görmesine engel olamaz. Kat kat karanlığa boğulmuş katran maddelerini ve suyu teşkil eden zerreleri görür. Sonsuz alemlerin herhangi bir noktasında hiçbir hadise yoktur ki, Allah (cc) onu görmüş ve işitmiş olmasın.
Allah (cc), insanları da görür ve işitir olarak yaratmıştır. O, işitenleri ve görenleri de yaratan ve onlar üzerinde istediği gibi tasarruf eden, hiç benzeri bulunmayan tam bir Semi ve Basir’dir.
Kula gereken
Kul, daima Allah'ın kendisini gördüğünü düşünmeli, 'Rabbim beni işitiyor, beni görüyor, her lahza benimle, ben nasıl O’na isyan ederim’ demeli ve rahmetine sığınmalı. Allah (cc)’ın sevmediği çirkin hallerde görünmemelidir. Eğer bu gibi bir halde bulunup, günaha girerse, derhal af ve mağfiret dilemelidir.
Allah her lahza kuluyla beraberdir. O’nun her hareketi gördüğünü ve her sözü işittiğini mülahaza etmek ve bu mülahazayı mümkün olduğu kadar muhafazaya çalışmak insanı adam eder. Artık o insan tavırlarında, sözlerinde ve hareketlerinde edep ve terbiye dışına çıkamaz. Başkaları tarafından teşvik edilse de, zorlansa da çıkamaz.
Alaka eyleme vechi hudadan gayrı zaiddir
Nereye yönelirsen bil ki Rabbin şahiddir.
Ayetin manevi manası;
Müttakiler; nazarını ağyardan sakınanlar için, Cennetler vardır; Cenneti yakin, cenneti mükaşefe, cenneti müşahede ve rıza vardır. Cennetteki nimetleri ne göz görmüş ne kulak işitmiş, ne de beşer hatırına gelmemiştir. Bu cennetler arifler indindedir.
Altından ırmaklar akar; gayb suyu ile beslenen tecelli nehirleri akar.
İçinde ebedi kalıcıdırlar; fenadan sonra beka bulacaklardır.
Tertemiz zevceler; Tabi kirlerden beri, sıfat-ı ilahi çadırında kasr olmuş, alem-i melekûttan mukaddes ruhlar vardır.
Ve Allah'ın rızası vardır; kıymeti takdir edilemez.
Allah kullarını görücüdür; ruhların Allah'a kavuşma şevki, civarında olma muhabbetinin ceberût nurlarının satvesinden yanmış olan alemi melekûtta dolaşmalarını görür ve gayretleri nisbetinde ebedi cemali ezeli vechiyle mükafatlandırır.
"Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara, ekinlere olan sevgi insanlar için bezenip süslenmiştir..." (Ali İmrân, 14) âyet-i kerimesi nazil olunca Hz. Ömer "Ey Rabbım, şimdi, bunları bize neden süsledin?" dedi. Bunun üzerine de "De ki: Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?..." buyuran bu âyet-i kerime nazil oldu.
‘De ki, size bundan hayırlısını haber vereyim mi? Allah’tan başkasıyla meşgul eden şeylerden, şüphelerden, şehvetlerden sakınan ve sakındıran müttakiler için, altından ırmaklar akan cennetler vardır.’
Nasıl ki; nefsani şehvetlerle isyan edenlere peşin bir haz vardır, ancak bu kötü bir hazdır, cehennemin onlara dünyada tattırılmasıdır. ‘Şüphesiz facirler cehennemdedir’ (İnfıtar, 14) Yani şu anda onlar cehennemdedir. Ahirette de bu cehenneme tehiren gireceklerdir.
İşte bunun gibi, ‘Şüphesiz iyiler naim cennetlerindedirler’ (Mutaffifin, 22) Yani şu anda peşin bir cennet hayatı yaşamaktadırlar. Onlara verilen bu cennet nimetleri, kalp erbabının istifade ettiği şu nimetlerdir:
1- İman (Ey Rabbimiz, iman ettik)
2- Takva
3- Sadakat
4- Taat
5- Allah’a taat uğruna infak (İnfak edicilerdir)
6- İstiğfar (Seherlerde istiğfar ederler)
7- Kazaya rıza (Allah’tan bir rıza, Tevbe, 72)
Bu özellikler, havassın kalplerindeki cennetlerdir. Bu cennetlerin altından, ilahi varidat ve lütuflar nehirleri akar. Bu nehirler cennetî ahlakları sular. Onlara Hakk’ın nazarlarından tertemiz zevceler vardır. Bu temiz zevcelerden temiz ahlaklar doğar.
✽ 'De ki; size bundan hayırlısını haber vereyim mi?'
Bu ayet, önceki ayete mukabildir. Gayrı saili, sail (sormayanı soran) menzilesine koyarak, muktezai halin hilafına kelam getirilmiştir. İstifham, teşvik ve dikkati çekmek içindir.
✽ 'Bundan' derken, ذٰلِكُمْ ism-i işareti tahkir için gelmiştir.
✽ 'Müttakiler için Rableri katında cennetler ve Allah'ın rızası' buyruğu, dal bid'delalesiyle, meşru olmayan dünya zevkinin insanı küfre düşüreceğini, bundan sakınmanın tek yolunun takva olduğunu bildirir. Cennet nimetlerinin peşpeşe sayılması, itnabtan tefridir.
✽ 'Allah'tan bir rıza - وَرِضْوَانٌ مِنَ اللّٰهِ ' dedikten sonra, وَاللّٰهُ بَصٖيرٌ بِالْعِبَادِ Allah kullarını görücüdür, cümlesinde muktezayı zahirin hilafına ism-i zahir zamir yerine geldi. Zihne yerleştirmek ve tazim içindir.
✽ 'Size haber vereyim mi?' derken meful muhatap zamiriyle gelmişti, 'Kullarını görücüdür بَصٖيرٌ بِالْعِبَادِ ' derken ism-i zahirle getirerek, muhataptan gaibe iltifat oldu.
✽ ‘Allah kullarını görücüdür’ cümlesi, mesel yerine cari tezyildir. Allah her şeyi görücüdür, Kullarını görücüdür, tağlibtir.
✽ Lazım-melzum alakası ile mecâz-ı mürseldir. Lazım, Allah'ın daima kullarına nazar etmesi, neyi tercih ettiklerini görmesi, melzum, iki ayette sayılan dünya ve ahiret nimetleri karşısında kulun iradesiyle serbest bırakılmasıdır.
16- Ki, derler: ‘Ey Rabbimiz gerçekten biz kesin olarak inandık, günahlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru.
Önce geçen ayette cenneti anlatırken, bu ayette cennetliklerin dua ve evsafını bildirmektedir.
Bu güzel insanlar imanlarını tazeleyerek günahlarının affedilip cehennem azabından korunmalarını isterler. İnandıklarını tekitle pekiştirip söyledikleri için, imanın diğer şartlarını saymazlar.
'Amenna' demekle yetinirler. İnanıp, imanın gereğini yaptıktan sonra belki bir eksik, bir yanlış olabilir diye, ihtiyaten af dileyip 'Azabından koru' diye, kalplerindeki haşyetullahı dile getirmişlerdir.
Bu ayet iman, istiğfar ve duayı bir arada zikrederek kulun önce imanını tazeleyip imanda şek, şüphe bırakmaması, gün be gün fıtri imandan taklidi imana, ondan istidlali, ondan da hakiki imana doğru hızlı yol almasını tenbihler. Sonra sevabı, günahı, emri, nehyi, kulluk görevlerini öğrenip günahtan korunmak, kasten günah işlememek, hatayla, bilmeyerek gafletle bir günah işlenmişse hemen tevbe istiğfar etmeye bir teşvik vardır.
Amelle beraber ihlası elde etmeye çalışıp, amele ilmi kardeş yapıp daima takvaya ulaşmayı, yaptığını sırf Allah için yapmayı, terk ettiğini sırf Allah için terk etmeyi, daima Allah'ın azamet ve kibriyasından, azabından, gazabından korkmayı ayetin zımnından anlıyoruz.
Müminin Allah'a olan korkusu çekici bir güç, Allah'a olan korkusu itici bir güç olarak onu hedefe ulaştıracak, ebedi saadete kavuşturacaktır.
Önceki ayette müttakilere hangi ödüllerin verileceği bildirilmiş; fakat müttakinin hangi ibadetleri yaparak bu sıfatı hak ettiğine açıklık getirilmemişti. Bu ayetler, muttakinin hangi amellerle bu mertebeye erdiğini açıklamaktadır.
Müttaki, imanını itiraf ettikten sonra, günah işlemiş olacağı ihtimalinden hareketle Allah'tan af diler.
Allah'tan af dilemek, kişinin benliğinin kendisi ile Rabbi arasına girmesini engeller. Kendisini temize çıkarmayan kişi, Allah'a karşı aczinin bilincinde olan kişidir.
İnandık; nurlarına ve sıfatlarına inandık
Bizi affet; Vücud (varlık) günahımızı affet
Bizi cehennem azabından koru; mahrumiyet ateşinden, ölmeyen benlikten koru.
'Bizi ateşin azabından koru' duası, hem aczi itiraf, hem de amellere güvenmeme anlamına gelmektedir.
Allahu Teâlâ onların önce, "Ey Rabb'imiz iman ettik" dediklerini, daha sonra da, "Artık bizim günahlarımızı bağışla" diye duâ ettiklerini nakletti. Sırf imânları ile Allah'ın mağfiretini istediler. Allahu Teâlâ bu sözü onları medhetmek için nakletmiştir. Bu, sırf imân ile, kulun Allah'ın rahmet ve mağfiretine nail olabileceğine delâlet eder.
Allah, kullarını iman edip etmemekte özgür bırakmakla birlikte merhameti gereği kullarının iman edip kurtuluşa ermelerini ister, inkâr ve isyan etmelerini istemez. İnsanlar, yaratılışları gereği günah işleyebilirler. Önemli olan hiç günah işlememek değil, günahta ısrar etmemektir.
Günah işleyen insan, işlediği günah ne kadar çok, ne kadar büyük olursa olsun, şartlarına uygun tövbe eder ve Allah’tan af ve mağfiret dilerse Allah onu bağışlar. Dünyada Allah’ın affetmediği hiçbir günah yoktur. İster inkâr; ister içki, kumar, zina, hırsızlık, yalan ve gıybet gibi haramlar olsun; isterse namaz, oruç, hac, zekât ve zikir gibi farzları terk etmek olsun, tövbe edildiği zaman Allah kulunu bağışlar. İnkârın tövbesi iman etmek, isyanın tövbesi; günaha pişmanlık duyup Allah ve peygambere itaate başlamak, hayatını İslam’a uygun hâle getirmek, salih ameller işlemek, haram ve günahlardan sakınmaktır. Kul hakkı içeren günahlardan kurtulabilmek için ayrıca hak sahibine hakkını ödemek ve helallik almak gerekir.
Günahlara tövbe etmekte acele edilmesi, hayatta iken ve ölüm ile burun buruna gelmeden önce tövbe edilmesi gerekir. Çünkü ölümle karşı karşıya kalındığı anda artık tövbe kabul edilmez.
✦ Ey Kullarım! Siz gece ve gündüz günah işliyorsunuz. Ben günahların hepsini bağışlarım. Bu sebeple benden af ve mağfiret isteyin ki sizi bağışlayayım. Hadis-i Kudsi, Müslim
✦ Ey kullarım! Benim koruduğum kimse hariç hepiniz günahkârsınız. Bu sebeple benden bağışlanma isteyiniz ki sizi bağışlayayım. Sizden kim Benim bağışlamaya kadir olduğumu bilir ve Benden kudretimle bağışlanma dilerse onu bağışlarım. Hadis-i Kudsi, İbni Mace
✦ Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz günah işlememiş olsaydınız Allah sizi yok eder, başka bir kavim getirirdi. Onlar günah işlerler, hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler, Allah da onların günahlarını bağışlar. Hadis-i Şerif, Müslim
✦ Âdemoğlunun hepsi günahkârdır. Günah işleyenlerin en hayırlıları ise tövbe edenleridir. Hadis-i Şerif, İbn Mâce
Cehennemde ateş vardır; ancak onun ateşi nursuzdur. Bu nedenle cehennemde, ışık, nur, aydınlık gibi güzellikler yoktur.
✦ Cehennem kıpkırmızı kesilinceye kadar bin yıl yakıldı, sonra bembeyaz olana kadar bin yıl daha yakıldı, daha sonra da simsiyah olana kadar bin yıl daha yakıldı. O, şimdi simsiyah ve kapkaranlıktır. Hadis-i Şerif, Tirmizi
✦ Cehennem ateşi dünya ateşinden yetmiş derece daha sıcaktır. Hadis-i Şerif, Müslim
✦ Şüphesiz kıyamet gününde cehennemliklerin azap itibariyle en hafif olanı, ayaklarının altına iki kor parçası konulan ve sıcaklığından beyni kaynayan kimsedir. O zanneder ki kendisinden daha şiddetli azap gören hiç kimse yoktur. Hâlbuki o azabı en hafif olandır. Hadis-i Şerif, Buhari
Cehennem “Nâr” yani ateş olduğu için sıcaklığı gibi, dondurucu soğukluğu da vardır. Zemherîr (İnsan, 13) cehennemin soğukluğunu anlatır. Ateşin eksi mertebesi dondurucu soğuk olduğu bilenen bir husustur.
✽ Bu ayetle on yedinci ayet arasında takdim-tehir sanatı var. Önemine binaen şahıslar zikredilmeden sözleri, duaları zikredilmiş, yaptıkları dua örnek olarak verilmiş.
✽ İsim cümlesi; duanın devamlı olmasına, müsnedin muzari gelmesi de gün içinde, zaman içinde duaya yer verilmesine işaret içindir. Muzari fiil gelerek, hükmü takviye ve istimrar-ı teceddüdi manalarını ifade etmiştir.
✽ Ayeti kerimede ‘نَا’ ların tekrarı ile itnaptan terdittir. ‘اِنَّ’ ile beraber tekitler çoğaltılmıştır.
✽ ‘İman ettik’ cümlesi, ‘biz biz biz iman ettik’ diye içtenlikle iman ettiklerini şüphe götürmez şekilde belirtmiştir.
✽ ‘فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا’ Öncelikle bizi affet, yani varlığımızı, derunumuzda olan benliğimizi, enemizi, egomuzu affet, dedikten sonra 'Yaptığımız günahlarımızı, kusurlarımızı, hatalarımızı, cürümlerimizi affet' geldi. Tecrid sanatı.
✽ Nefsi mütekellim meal gayrı zamirleri (نَا), faideyi çoğaltmak, topluca dua etmek, duaların kabulüne sebep olsun diye itnabla tekrar tekrar zikredilmiş.
✽ ‘وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ’ Yine ‘نَا’ zamiri tekrarla tekrir olup merhameti celb için zikrolunmuştur.
✽ 'Ateşten koru' derken, en büyük azap ateşle olduğu için tağlib yapılmış. Cehennemde başka azaplar da var.
✽ Ateşle iç ve dış ateş kastedilmeye elverişli, istiare-i vefakiyedir.
17- O sabredenleri, sadakat gösterenleri, boynu bükük itaat edenleri, Allah yolunda harcayan, seher vaktinde mağfiret isteyenleri (de koru)!’
Ayet-i Kerimede, rıza-ı ilahiye, cennete namzet kulların vasıfları tek tek sayılmaktadır:
1- Sâbirin: Sabır sevinç kapısının anahtarı, ruhun yücelten iksiridir. İmanın yarısı, ilmin başı, her güzel işin temel taşı.
Allah'a kul olmakta, gayeye ulaşanlar hep sabır ipine yapışmışlardır. Hz. İbrahim ateşten, Hz. Eyyub derdinden, Hz. Yakup hasretten, Hz. Yusuf zindandan, Hz. Yunus balığın karnından hep sabır ile felah bulmuşlar, ibadet ederken sabretmişler, abid olmuşlar. Dünya ziyneti, süsüne kapılmamaya sabretmiş zahit olmuşlar, günah işlememeye sabredip müttaki olmuşlar, gönüllerini masivaya kilitlemekte sabredip aşkullaha ermişler.
Şeytanın iğvasına karşı, nefsin emmareliğine karşı direnip Hakkın yoluna revan olanlar, hep sabırla ulaşmışlar yüce gayelerine... Himmetlerini yüce tutmuş, yükselmişler alay-ı illiyyine... Bollukta, darlıkta, cefada, sefada sabredip muratlarına ermişler.
2- Sâdikin: Cennet yolunun yolcusu olan kimseler, yalandan, nifaktan, inkardan, hileden, hıyanetten uzak olup, sadakat üzere yaşamış ve sadakatle merhametin iki cihanda daima avantaj olduğunu kavramışlardır. Çünkü herşey sadakatın, sadık kulun hizmetindedir.
Gerçek mümin dilinde, düşüncesinde, amelinde, niyetinde hep sadıktır. Çünkü sadakat onun olmazsa olmaz kuralıdır. O 'El-Emin'in ümmetidir. Sözünde durur, vaadinden caymaz. Emanete hıyanet etmez. İçi-dışı, özü-sözü birdir, şeffaftır.
3- Kânitin: Rabbine itaat eden, buyruklarına boyun eğen. 'İşittik, itaat ettik' diyen, imanına zulüm karıştırmayan. Tek gayesi rızay-ı bari olan cennet yolcusu.
Emr-i ilahiyi bütün şart ve rükünleriyle eksiksiz, vaktiyle yerli yerine eda eden, bu konuda engel tanımayan. Hakkın hatırını bütün hatırlardan üstün tutan dirayetli mümin. İtikat, ibadet, ahlak, muamelat ve bütün söz, fiil, davranışta ifrat tefritten uzak, İslam itidaline uygun yaşayan sırat-ı müstakim takipçisi...
4- Seherlerde istiğfar edenler: Kul kusursuz olmaz, hata yapabilir. Elverirki, kasıtlı bile bile yapmasın, kusurunu fark edip hemen tevbe eden, pişman olan kul ind-i ilahide sevimli bir kuldur.
Özellikle seher vakti meleklerin değişim saati, rahmetin, bereketin, afv ve mağfiretin ümit edildiği saat... Allah yoluna revan olan kul sabah-akşam istiğfarı elden bırakmaz. Daima arı-duru kalabilmek ve arı-duru ölebilmenin tek çaresi tevbe istiğfar olduğunu bilir.
'Estağfirullah elazim elkerim ellezi la ilahe illa hüvel hayyul kayyum'
Sayılan bu dört sıfatın ilk ikisi kalbi, son ikisi hem kalbi, hem bedeni. Efendimiz şöyle buyuruyor: İbadet ikidir. Biri asli ve en mühimi; bu sadakattir. İkincisi diğer ibadetlerin hepsi. Eğer sadakat olmasa diğer ibadetlerin hiçbiri kabul olmaz.
Önce sadakat, bunun öncesinde Rabbi için sabırlı olmak ve ne pahasına olursa olsun sadakatten ayrılmamak, sebat, atahammül göstermek. Kalp bu iki vasıfla dezenfekte olursa, diğer bedeni ibadetler kolay ve kabule şayan olur. Gayret bizden tevfik Allah'tan.
Önceki ayet, takvanın birinci basamağını, dualarında af isteyen müminlerin alçak gönüllülüğünü ifade etti.
Bu ayet-i kerimede anlatılan vasıflar da, takvanın ikinci basamağını teşkil eder.
اَلصَّابِرٖينَ nasb ile okunursa medh üzere mensubtur. Takdiri: الصَّابِرِينَ اعْنِى "Sabredenleri ve... kastediyorum" şeklindedir.
Ya da, mahallen mecrur olan الَّذٖينَ ’ den bedeldir, mecrurdur.
Müteallakı hazfedildi ki genişlikte, darlıkta, savaş zamanında olması gereken bütün sabırlara şumullü olsun.
Sabır, hayatın bütün meşakkatlerine göğüs germek, onları çözümlemek, onların altında ezilmeyerek karşılık vermektir.
Sabredenler; farz ve mendub ibâdetleri, emirleri edaya, yasakları terke, başlarına gelen her türlü meşakkat, darlık, sıkıntı ve savaşa katlananlardır. Belâlar karşısında feryad figan etmeyerek, “Biz Allah'a aidiz ve yalnız O 'na döneceğiz" diyenler (Bakara, 156) kalben Allah'tan razı ve hoşnud olanlardır.
Sabırda pişer koruk, yerle bir olur doruk.
Sabır, sabır ve sabır, işte Kuran'da buyruk.
Mesnevi’den
Sebatsız sedef, inci tutmaz. Cihatsız, sabırsız, zafer olur mu?
Bir an olsun herhangi bir kötülüğü işlememek için sabırla dayanmak, sabırsızca kılınan bir yıllık ibâdetten daha hayırlıdır.
Sabrın sonundaki ferecü ferah kalbe imandan gelir. İmandaki zaaf ümitsizlik ve karın ağrısıdır.
Lokman (as), safvet ve nuraniyet sahibi olan Davut’un (as) yanına gitmişti. Onun demirden halkalar yaptığını gördü. Hz. Davut, o çelik halkaları birbirine takıyordu. Lokman (as) zırh yapma sanatını görmemişti. Davut’un imalatına taaccub etti ve merakı arttı.
‘Bu neye yarar, neden halkaları kat kat yapıyor, kendisinden sorayım mı?’ diye hatırından geçirdi. Sonra kendi kendine, sabretmek evladır. Sabır, maksuda çabucak götüren bir kılavuzdur, dedi.
Bir şeyi sormayınca sana daha çabuk açılır. Sabır kuşu, her şeyden daha süratli uçar. Eğer sorarsan matlubun daha geç husule gelir. Kolay bir şey, senin sabırsızlık göstermenle müşkil olur. Lokman sükût etti. O esnada Davut’un sanatıyla yapılan zırh da tamam oldu. Davut (as) o zırhı bitirdi, kerim ve sabırlı olan Lokman’ın karşısında üstüne giydi. ‘Yiğidim! Bu, savaşta yaralanmamak için giyilen bir elbisedir’ dedi. Lokman da (as) dedi ki: Sabır da iyi nefeslidir, nerede bir gam ve keder varsa onun gidericisidir. (Mevlâna)
Sadakatin üç kısmı vardır:
1. Sözde doğruluk
2. Fiillerde doğruluk
3. Niyette doğruluk
Sözde doğruluk yalandan kaçmak ile olur.
Fiil ve hareketlerde doğruluk, yaptığı işi hakkıyla yapmak ve o işi tamamlamadan onu bırakmamaktır.
Niyette doğruluk, yapmaya niyetlendiği işi yapıp, ona ulaşıncaya kadar azmini korumak ve bozmamaktır.
Onların niyetleri sadık, dilleri, kalpleri istikamette, gizli ve aşikarda doğru ve dürüsttürler.
"Sözlerini tutarlar" Allah'a, insanlara ve nihayet kendisine karşı sadık olan kişi muttaki demektir. Kendine karşı dürüst olmayan, diğer insanlara ve nihayet Allah'a karşı da dürüst olamaz.
“Sabredenler ve sadıklar..” diye isim cümlesi gelmesi, fiil cümlesi gelmesinden daha güzeldir. Çünkü "sabırlı ve sadık" kelimeleri ismi faildir, bu vasıfların onların huyları haline geldiğini ve ayrılmaz sıfatları olduğunu gösterir.
Sabır; kendisine vacip kılınan mükellefiyetleri en güzel şekilde eda etmektir. Sonra kul, kendisine başka taatları da nafile olarak vacip kılar. Kendi kendine bir taatı yapmaya başlayan insan, bu vacip olmayana devam eder ki; bunu yerine getiren sadıktır. Kul bu hususta nefsini sâdık çıkarmalıdır. Sâdakat, sabırdan sonra olduğu için, âyette önce sabredenler, sonra sâdıklar zikredildi.
Sen usandırma eli, el de usandırmaz seni
Hilekarlık eyleme, kimse dolandırmaz seni
Korkma düşmandan ki; ateş olsa yakmaz seni
Müstakim ol; Hazret-i Allah utandırmaz seni
Doğruluk
✦ Doğru olunuz; çünkü doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür. Hadîs-i Şerîf
✦ Helak olacağınızı bilseniz dahi doğruluktan ayrılmayın. Kurtulmak için tek ümit dahi olsa yalana baş vurmayın. Hadîs-i Şerîf
✦ Ümmetim doğruluktan başka yerde cem olmaz. Hadîs-i Şerîf
✧ Oruç ve namaz, bâzı yemekler için kullanılması zarûri sirke ve yeşillik gibidir; tam gıda sayılmazlar. Asıl gıda, doğruluktur. Namaz ve oruç, doğrulukla kılınırsa faydalı olur.
✧ Sadakat her işi rızayı ilahi için yapmak, ve sözün öze uymasıdır.
✧ İnsanların doğruluğu yaptıkları işten ziyade, davranışlarıyla ölçülür.
✧ Doğruyu söylemek değil, anlatmak güçtür.
✧ Sıddıkiyet mertebesi, meratibi nübüvvetin ibtidası velâyet derecelerinin müntehası olan mertebeyi berzahiyedir, nübüvvetle ittisali yoktur.
✧ Doğruluk, en güzel idaredir.
✧ Doğruluktan ayrılan kişi kendini yele verir. Artık nereye savrulacağı belli olmaz.
✧ Doğruluk karışık işler arasında olmaz.
✧ Emniyet, sadakat ile huzur sağlanır. Gayret gelişir, suçsuzlar barınır, zayıflar ünsiyet bulur.
✧ Doğru insan:
1- Yalan söylemeyen.
2- İşini bilen.
3- İşini sonuna kadar götüren.
4- Allah ve Resûlünün yolunda giden.
5- Gıybet yapmayan.
6- Kin gütmeyen.
7- Allah’ın emirlerine uyandır.
✧ Güvenilir olmak, gerçeği kavramak için; Son derece doğruluk, son derece bilgi, son derece fesahat, son derece şefkat gerekir.
✧ Sadelik, iyilik, doğruluk olmayan yerde büyüklük ve emniyet yoktur.
✧ Ok düz olmasaydı, doğru gitmezdi.
✧ İstikamet; sözde; yalanı, fiilde; bidati, amelde; gevşemeyi, halde; hicabı terk ile gerçekleşir.
✧ Sabır şecaat, yalan acizlik, doğruluk kuvvettir.
✧ Doğruluk insanı dinde fıkha, dünyada zühde, gönülde masivayı terke çağırır.
✧ Doğruluk eminlik, yalancılık ise hainliktir. Hz. Ebubekir
✧ Sen ok gibi doğru ol ki, eğri yaydan kurtulasın. Çünkü doğru oktan başkası yaydan sıçrayamaz. Mevlânâ
✧ Bacanın eğri olması değil, dumanın doğru çıkması önemlidir.
✧ Doğru bir kişiliğe eğri söz yakışmadığı gibi, doğru söze de eğri kişilik yakışmaz.
✧ Doğru yolda giden topal, sapan hızlı yürüyüşlü kişiyi geçer.
"İtaatte, ibadette müdavimdirler, bırakmazlar. Vacipleri yerine getirirler."
İtaatle boyun eğmeleri; ibadetlere devam edip, bırakmamaları demektir.
"Huzurda boyun eğenler" yürekten bağlılığı ifade eder. 'Kanit' dürüst insanın içten bağlılığı, boyun eğmesi anlamına gelir. Hangi şartlarda olursa olsun, bağlılığını asla elden bırakmaz. Kendine, insanlığa ve Allah'a bağlılığında asla sahtelik bulunmaz.
Bu ifade, sabır ve sadakata devam etmeye teşvik eder. Sabır, sadakat ve itaat, bütün tâat çeşitlerine bir nümunedir. (Cüz-kül alakası)
Kullukta itaat
✦ Bana itaat eden cennete gider. Hadis-i Şerif
✦ Ortalık kargaşa içindeyken ibâdet etmek bana hicret etmek gibidir. Hadis-i Şerif
✦ İbadetin en hayırlısı dini öğrenmektir. Hadis-i Şerif
✦ En faziletli amel, vaktinde kılınan namaz, ana babaya iyilik, Allah (cc) yolunda cihattır. Hadis-i Şerif
✧ Allah’a tam ibâdet eden kimseye, mahlukat itaat ve hizmet eder.
✧ Kim Allah (cc) ve Resulü’ne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur. Ahmet b. Hanbel
✧ İslam, Allah (cc)’a itaat mahluka şefkattir.
✧ Kulluğun esası üçtür: Sünnet-i Resule ittiba, helalden yiyip içmek, amelleri ihlaslı yapmak.
✧ Hakk'ın rızası emrine itaatte, gadabı da hükümlerine isyandadır. Hz. Ömer
✧ Kulluk görevini boş zamana ertelemek, nefsin ahmaklığındandır.
'Allah yolunda harcarlar' ihtiyaç sahiplerinin elinden tutar, insanlığın yararına yatırım yapar, ihtiyaç duyulan projelere yardımda bulunur, fakirlerin iniltisine kulak verir ve gereğini yaparlar. Allah'ın hakkını ifa ederler.
İnsanın kendisine, ailesine, akrabalarına ve hısımlarına yaptığı harcamalar, zekât, cihad ve hayır yollarında verdiği şeyler bu infaka dahildir.
İnfak
✦ Bir hurma da olsa sadaka verin. Çünkü o bir hurma açlığı giderir, suyun ateşi söndürdüğü gibi ateşi de söndürür, yok eder. Hadis-i Şerif
✦ Bir hurmanın yarısıyla bile olsa cehennem ateşinden sakının. Onu da bulamazsanız tatlı ve güzel bir sözle cehennem ateşinden sakının. Hadis-i Şerif
✦ Sadaka yetmiş kötülüğün kapısını kapatır. Hadis-i Şerif
✧ Kendisinden bir şey isteyenin elini boş çevirenin evine melekler bir hafta uğramaz. Hz. İsa
✧ Oğlum, bir günah işlediğin zaman sadaka ver. Lokman Hekim
✧ İnsanlar kıyamet günü çok aç, susuz ve çıplak olarak haşrolacaklar, ancak Allah için yedireni Allah doyuracak, Allah için içireni Allah içirecek ve Allah için giydireni Allah giydirecektir. Ubeydullah b. Ömer
✧ Belayı def etmenin çaresi sitem etmek değildir. Bunun çaresi ihsandır, aftır, keremdir. Peygamber: ‘Sadaka belayı def eder’ buyurdu. Ey yiğit, hastalığı sadakayla tedavi et.
✧ Kim Allah yolunda çift sadaka verirse (mesela bir yerine iki koyun, verebileceğinin iki katını verirse), cennet kapılarından: ‘Ey Allah’ın sevgili kulu! Buraya gel. Bu kapıda büyük hayır ve bereket vardır’ diye seslenilir.
✧ Ancak nefsine galip gelen cesurlar infak yapabilirler.
✧ Tâatların, kıymetçe en büyüğü şu iki şeydir:
a) Malı ile hizmet: Bu, "infâk edenler" diye belirtildi.
b) Nefsi ile hizmet: Buna da "Seherlerde istiğfar edenler" buyruğu ile işaret edildi.
'Af dilemek' takvanın içini dolduran son davranıştır.
اَسْحَارٌ kelimesi سَحَرَ fiilinden türemiş olup cezbetmek, büyülemek, kendisinden geçirmek, aklını çelmek, meftun etmek, tatlılıkla kandırmak, yaltaklanmak, fecirden önce hafif bir kahvaltı yapmak manalarına gelir.
Sehr veya suhr kalıbından alındığında şafaktan önceki vakti ifade eder. Sahr, suhr veya suhur kalıbından gelince, kalbin özü, kalbin en iç kesimi veya sadece kalp anlamına geldiği gibi, vücudun akciğer bölgesini de ifade eder. Akciğerin nefes alan bir organ, seher vaktinin de gündüzün nefes almaya başladığı an olması sebebiyle bir manada buluşmaktadırlar.
Seher, fecrin doğuşundan önceki zamandır. Cümle, dal bil iktizası ile, gece namazına kalktıklarını bildirir. Çünkü insan ancak namaz kıldıktan sonra duâ ve istiğfar eder.
Bununla sabah namazını kılanlar da anlaşılır. Yani; sabah namazına hazır olur, cemaatle kılarlar. Sabah namazından önce oturup istiğfar ederler. Namazı da uzatıp, ardından yine istiğfar ederler.
'Seherlerde ıslaha çalışırlar' manası da verilmiştir. Seher vakti yapılan istiğfarın, imânın kuvveti ve kulluğun kemal-i üzerindeki tesiri son derece büyüktür. Seher vaktinde, karanlık herşeyi bürümüşken, sabahın aydınlığı doğar. Sanki ölü gibi olan canlılar dirilir. İşte o an, herkesi saran bir cömertlik ve feyz-i ilâhî vaktidir.
Seher vakti, uykunun en tatlı olduğu gaflet zamanıdır. Kul, bu lezzetten yüz çevirip de, ubûdiyyete yönelince, tâati en mükemmel bir seviyeye ulaşır. Hazret-i izzet lezzetine yönelmiş olur. Yaptığı dualar icabet ve kabule daha yakındır. Çünkü o saatte ibadet etmek çok meşakkatli ve nefse zordur. Bu sebeple mağfiret yağmurlarına mazhar olunur. Gün doğup alem aydınlandığı zaman müminin kalbi de marifet nurları, lütuf eserleriyle büyük bir alem olarak aydınlanır.
O saatte nefisler tertemiz, saf ve durulmuş bir halde, ruhlar da toplanmış bir durumdadır. O saatte insanın kafası dağınık değildir ve gönlü bütün düşüncelerden arınmıştır. Onun için seher vaktinde mutlaka çalışmak ve ibadetle meşgul olmak lazımdır.
✧ Biz seher vakti yetmiş defa istiğfar getirmekle emrolunduk. Enes b. Mâlik
✧ Efendimiz bu saatlerde yetmiş kez istiğfar ederdi. Çünkü bu saatlerde istiğfar icabete daha yakındır.
✧ "Sizin için" dedi; "Rabbime sonra istiğfar edeceğim" (Yusuf, 98) ayetinde bildirildiği üzere, Yakub aleyhisselam duasını ertelemişti. O, seher vakti dua etmek istiyordu. Çünkü o vakitte dualar müstecaptır.
✧ Allahu Teâlâ Hazretleri'ni hiçbir ses başka bir sesi işitmekten meşgul etmez. Lakin seher vaktinde yapılan dualar halvet halinde yapılan dualardır. Riya, gösteriş ve desinler'den çok uzaktırlar. Onun için icabete çok yakındır.
✧ Hz. Peygamber Hz. Cebrail'e: "Gecenin hangi vaktinde yapılan dua kabule şayandır?" diye sorunca Hz. Cebrail şu cevabı verdi: "Bilemiyorum, şu kadar var ki Arş seher vaktinde sarsılır."
Gecenin ilk bölümü oldu mu bir münadî kânitûnun (Allah'a dua edip, yalvaranların) kalkması için seslenir. Onlar da kalkar ve seher vaktine kadar namaz kılarlar. Seher vakti oldu mu yine bir münadî: 'Nerde mağfiret isteyenler?' diye seslenir. Bunun üzerine onlar da kalkar ve istiğfar ederler. Bir süre sonra da kalan abidler kalkıp namaz kılar ve bunlara katılırlar. Tanyeri ağardığında ise münadî şöyle seslenir: 'Haydi gafiller kalksın!' Onlar da kabirlerinden diriltilen ölüler gibi yataklarından kalkarlar.
✦ Allahu Teâlâ hazretleri her gece dünya semasına iner (tenezzül eder). Gecenin üçte biri kalana kadar şöyle der:
"Ben (mülkün ve melekutun) melikiyim! Kim bana dua ederse duasına icabet ederim. Kim benden isterse istediğini kendisine veririm. Kim benden günahlarının affedilmesini isterse onu bağışlarım." Hadis-i Şerif
'Allah iner' buyurmanın manası Allah'ın meleğinin indiğine hamledilir. Veya istiaredir. Bunun manası Allahu Teâlâ'nın kendisine dua edenlere lütuf ve icabetle ikbal etmesidir. Bu hadiste seher vakti dua ve istiğfardan gaflet içinde olanlara kınama vardır.
✧ Sabah açtığı vakit uyumak rızka manidir. Üzüntüleri toplar. Çok uyuyanın kalbi parlamaz.
✧ Seherde uyanık olanın ruhu zevk bulur. Hatırı sefa bulur. Gece yarısından sonra uyanık olmak saadet alametidir.
✦ Şüphesiz yüce Allah buyuruyor ki: Ben yeryüzü halkını azab etmek istiyorum da mescidlerimi imar edenlere, Benim rızam için birbirlerini sevenlere, teheccüd kılanlara, seher vaktinde mağfiret isteyenlere bakınca; onlar sebebiyle yeryüzü halkından azabı defediyorum." Hadis-i Şerif
✦ Mi'racda göklere çıkartıldığım zaman Allahu Teâlâ'nın (mahlukatından) acayipler acayibini gördüm. Bu acayiblerden biri de gökte bir horozdu. Horozun ince tüyleri yemyeşil, tüyleri ve kanatları da beyazdı. Beyazlığı beyazların en şiddetlisiydi. Kanatlarının altı da yemyeşil görünüyordu. Horozun iki ayağı sanki yedi kat semanın altındaydı. Başı Rahman'ın Arşının yanındaydı. Boynunu arşın altına uzatmıştı. Omuzlarında iki kanadı vardı. Kanatlarını açtığı zaman doğu ve batıyı aşardı. Gecenin bir kısmı geçtiğinde horoz iki kanadını açtı, kanatlarını çırparak uçtu ve tesbih etmeye başladı. Şöyle diyordu:
"Kuddus (noksan sıfatlardan münezzeh ve temiz) olan Allahu Teâlâ'yı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Kerim olan Allahu Teâla'yı noksan sıfatlardan tenzih ederim."
Veya: "Allah Kebir'dir, Müteal'dir, yücedir. Allah'dan başka ilah (ma'bud) yoktur. O hayy ve kayyumdur" diyordu.
O bunu yaptığında yeryüzünde bulunan horozların hepsi de Allah ü Teâlâ Hazretleri'ni tesbihe başladılar ve kanatlarını çırptılar. O horoz sakin olduğu zaman yeryüzündeki bütün horozlar sakin oldular.
Sonra gecenin bir kısmı olduğu zaman o horoz kanatlarını açtı. Onun kanatları doğu ve batıyı aşıyordu. Kanatlarını çırparak Allah'ı tesbih ile ötmeye başladı:
"Aliyy (yüce) Azim (büyük) olan Allahu Teâlâ'yı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Aziz ve Kahhar olan Allahu Teâlâ'yı tenzih ederim. Yüce Arşın Rabbi olan Allahu Teâlâ'yı noksan sıfatlardan tenzih ve tesbih ederim."
O horoz bu tesbihi yaptığında yeryüzündeki bütün horozlar onun sözleri gibi tesbihle kanatlarını çırpmaya başladılar. O horoz sakin olduğu zaman yeryüzündeki bütün horozlar da sakin olup sustular. Hadis-i Şerif
Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar Allah'ı tesbih ettiklerine göre, insanlar dua ve tesbihle meşgul olmaya daha evladırlar. Özellikle yalnız kaldıkları zaman ve seher vakitlerinde Allah'a dua ve tesbih ile meşgul olmalıdırlar.
Âyette sayılan bu beş sıfat, bunların tek bir şahısta toplanmasına işarettir. Ancak bu vasıflar vav atıf harfi ile getirildiği için, bu sıfatlardan tek bir tanesini taşıyanın da, ayetteki büyük medhin muhtevasına girdiğini ve bol mükafaata ereceğini bildirir.
Tevbe İstiğfar
✧ Tevbe sözlükte, asla geri dönmektir. Bu anlam ile tevbe kula nispet edildiği zaman, günah halini terk edip sevaba dönmektir.
✧ Tevbe, Allah'a isnad edildiği zaman, cezalandırmaktan dönmeyi ifade eder. Kul, hata ettikten sonra Rabbine döner, Rabbi de onun kendisine dönmesini kabul eder.
✧ Tevbe yapılan işin çirkinliğini, kötülüğünü kalbinde hissedip, ondan tiksinerek vazgeçmektir. Yapılan hata, mala, cana zarar veriyor, insanlara karşı ayıp oluyor diye terk ediliyorsa bu tevbe değildir.
✧ Tevbe hatayı terk etmek, Allah’a dönmek, O’nun affını ve bağışlamasını beklemek, o hataya bir daha dönmemektir.
✧ Tevbe yalnızca yapılan bir hatadan pişmanlık duyup, Allah’tan af dilemek değil, aynı zamanda sürekli dua ve istiğfar ederek temizlenme aletidir. Allah’a müracaat ve ona dönme kulluğudur.
✧ Bina için toprak, yaşamak için gıda neyse melekût alemine yükselmek için de tevbe odur. Sühreverdi
✽ ✽ ✽
Celil ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, kullarına her gün şöyle seslenir:
- Ey kulum! Bana hiç insaflı davranmadın! Ben seni zikrediyorum; sen beni unutuyorsun!
Ben seni kendime davet ediyorum: sen benden başkasına gidiyorsun!
Ben senden bela ve musibetleri uzaklaştınyorum; sen ise hatalara dalıyor ve günaha devam ediyorsun!
Ey Ademoğlu! Yarın bana geldiğinde ne diyeceksin?
✽ ✽ ✽
İmam Gazali hazretleri "Minhacu'l Abidin" isimli kitabında tevbenin makamlarının üç olduğunu söylemiştir.
1- Günahların çirkinliğini düşünmektir.
2- Allah'ın azab ve gadabını düşünmektir. Allahu Teâlâ'nın cezalandırması gayet şiddetli, azabı çok elimdir. Allah'ın gazabı kulun takat getiremeyeceği kadar büyüktür.
3- Kendi zayıflığını düşünmektir. Kulun tahammülü azdır, Allah'ın kudreti ve azameti karşısında çaresizdir. Güneşin sıcağına, zalimin tokadına, karıncanın ısırmasına dayanamayan bir insan, cehennemin alevine, zebanilerin kamçılarına ve ateşten yaratılmış olan katır gibi akreplerin, deve boynu kadar cüsseli yılanların ısırmasına nasıl tahammül edecektir?
✧ Kalp günahla kapanırsa ilham tıkanır, kalp mühürlenir. O halde hemen tevbe et. Günahlara tevbe etmeyip geciktirmek, Allah’a karşı mağrur olmak, kibirlenmektir.
✧ Dertle tozlanan gönül evi tevbeyle temizlenir. Mevlânâ
✧ Günahta ısrar eden zamanla tevbeyi unutur ve böylece de dinsiz olur gider. Mevlânâ
✧ Kirlenen ırmaklar ve denizler yukarı çıkar, yeniden temizlenmiş olarak yeryüzüne geri döner.
✧ Kendinizde kusur aramıyorsanız, ya değişmeye kapalısınız, ya kendinize güveniniz eksik veya kendinizle yüzleşmekten korkuyorsunuz.
✦ Allah (cc) hürmetle, tecvitle Kuran okuyanları, seherlerde istiğfar edenleri ve Allah’ı zikredenlerin sesini sever. Hadis-i Şerif
✦ Kim amel defterinin kendisini sevindirmesini isterse istiğfarı çoğaltsın. Hadis-i Şerif
✦ Kim mümin erkekler ve kadınlar için istiğfar ederse Allah (cc) ona mümin erkek ve kadınlar sayısınca istiğfar yazar. Hadis-i Şerif
✦ Kim istiğfarı çoğaltırsa Allah, onun için her türlü üzüntüden ferahlık, her darlıktan çıkış nasip eder. Ve onu hiç beklemediği yerden rızıklandırır. Hadis-i Şerif
Sana şah damarından daha da yakın olan Allah
Günah mı dedin; ondan uzağa düşmek günah. N.Fâzıl
✧ Halkın tevbesi günahlardan, salihlerin tevbesi gizli günahlardan, müttakilerin tevbesi şekten, muhiblerin tevbesi zikirden gafil olmaktandır.
✦ Ariflerin tevbesi marifetin artmamasındandır Allah cennette salih kulunun derecesini yükseltir de kul ‘Ya Rabbi, bu derece nereden?’ der. Allah ‘Çocuğunun senin için istiğfarı’ buyurur. Hadis-i Şerif
✧ Bir ümmet arasında her gün yirmibeş defa Allah'tan mağfiret dileyen on beş kişi varsa Allah herkesi azab etmek suretiyle o ümmeti helak etmez.
✧ Lokman (as) oğluna şöyle demiş: "Oğulcuğum, horoz senden daha akıllı olmasın. Sen uykuda iken o seher vakitleri seslenmesin."
✧ İstiğfarın başı şöyle demendir:
"Allah'ım, Sen benim Rabbimsin, Senden başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın ve ben Senin kulunum. Gücüm yettiğince Sana olan ahdim Sana olan va'dim üzereyim. Yaptığım kötülüklerden Sana sığınırım. Üzerimdeki nimetlerini itiraf ederim. Günahlarımı itiraf ederim. Bana mağfiret buyur. Şüphesiz günahları Senden başka mağfiret edecek yoktur."
Her kim gündüz bunu inanarak söyler de o gün akşamı etmeden ölürse cennet ehlindendir. Her kim geceleyin inanarak bunu söyler de sabahı etmeden o gece ölürse cennet ehlindendir.
✦ Rasulullah Hz. Ali'nin elinden tuttuktan sonra şöyle buyurdu:
"Sana; karınca adımları sayısınca -veya ufak karıncaların adımları sayısınca- olsa dahi, günahlarını -ki sana mağfiret olmuştur ya- Allah'ın mağfiret etmesini sağlayacak sözler öğreteyim mi?
Allah'ım, Senden başka hiçbir ilâh yoktur, Seni her türlü eksiklikten tenzih ederim, ben kötülük işledim, nefsime zulmettim, bana mağfiret buyur. Çünkü günahları Senden başka mağfiret edecek yoktur. "
✦ Efendimiz 'in bir duası:
"Ya Hannan! Ya Mennan! Ya ze'1 Celali ve'1 ikram. Doğuyla batının arasını uzaklaştırdığın gibi, benimle hatalarımın arasını uzaklaştır. Beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi, beni hatalardan arındır, temizle. Beni kar suyu ile, dolu ile yıka! Allah'ı tesbih eder ve ona hamdederim. Büyük olan Allah'tan mağfiretimi isterim ve ona yönelirim."
Manevi açıdan tefsiri:
Sabırlıdırlar, mücahede ve riyazet acısına, Allah'ın emirlerine sabrederler.
Sadıktırlar; muhabbet ve iradelerinde, Allah'a olan ahidlerinde sadıktırlar.
İtaatkardırlar; Hak yolda daimdirler, muhabbetullahta istikamet üzeredirler.
İnfak ederler; masivayı terk ederler
Seherlerde istiğfar ederler; Tecelli seherlerinde gayrıyla meşguliyetlerden istiğfar ederler. Yaptıkları her şeyden tevbe edenler. Taksirlerini görmek için istiğfar edenler demektir.
Denildi ki;
Sabırlıdırlar; Talep ederken zordan kaçmayan bütün rahat ve eğlenceden vazgeçip belaya sabreden, şikayet etmeyen, ta mevlasına kavuşuncaya kadar dünya ve ahirette O'ndan hiç irtibatını kesmeyenlerdir.
Sadıktırlar; Talepte sadık olanlar, tek Allah'ı talep edenler ve O'na varanlar. Sonra sadakat gösterenler, müşahede edenler, sonra sadakat gösterenler, sonra kaybedenler, sonra onu kast edenler, sonra kavuşanlar, sonra şahit olanlar, sonra bulanlar, sonra yok olanlardır.
İtaatkardırlar; Kapısına devam ederler, aşk kadehini yudumlarlar, ta kavuşuncaya kadar bütün sevgilileri terk ederler.
İnfak ederler; Nefislerini amele feda eden, sonra mallarını, sonra kalplerinin hallerini, sonra acil ve ecil bütün hazlarını vusül nuruyla helak olmaya harcayanlardır.
Seherlerde istiğfar edenler; Rabbin dünya semasına tecelli edip nefs ufukları üzerine cemal nuru ile aydınlatıp, 'İsteyen yok mu, istiğfar eden yok mu' buyruğuyla uyanıncaya kadar bu makamların hepsinden istiğfar ederler.
"Allahu Teâlâ melekûtunun nurlarını taat ve ibadet çeşitlerine koymuştur. Kim ibadetlerin bir sınıfını kaçırsa veya sadece bir ibadet çeşidini devamlı yaparsa, diğer ibadetlerin miktarı kadar nur kaybeder. Onun için ibadetlerin hiçbiri ihmal edilmemeli, evrad ü ezkar'dan asla müstağni olmamalı. Kendilerinde bir maneviyat olmadığı halde dilleriyle "bahrü'l hakaik'tan (hakikatler denizinden)" konuşanların kendilerinden razı oluşları gibi nefsinden razı olmamalı." Şeyh Şazeli
✽ ✽ ✽
Bir insan zikri çoğaltınca, zikir onun kalbine iyice yerleşir. Şeytan o kişiye yaklaşamaz. Eğer yaklaşırsa, tıpkı şeytanların çarptığı insanın bağırması gibi şeytan da çarpılır ve bağırır.
Bütün şeytanlar onun başına toplanırlar.
- Buna ne oldu? diye sorarlar. Sonra başına geleni anlayıp,
- Bunu insan çarpmış, derler.
Te'vilâtı'n Necmiyye'den
Sabırlıdırlar; insani hazlara ve imanın hakkını yerine getirmede dayanıklıdırlar.
Sadıktırlar, Hem dilleri hem de erkanlarıyla daima doğruluk üzeredirler.
İtaatkardırlar. Her zaman ve her mekanda Allah için, Allah iledirler.
İnfak ederler, Allah için imkanları ölçüsünce kendi vücutlarından harcarlar.
Seherlerde istiğfar ederler; kendi varlıklarından Allah’ın zatında yok olmak için istiğfar ederler.
• Önceki ayetlerde vasf edilen cennetle müjdelenen takva ehlinin özellikleri bu ayette tafsil ediliyor. Halleri, durumları, hâl-i müterâdife ile sıralanıyor, araları tekâbül-ü erbaadan tenâsüb ile vasfedilmiş.
Sayılan bu beş vasfın tenâsüb cihetleri:
1- Bu vasıfların hepsi takvada ve cennet ehli olmakta cem olmuştur.
2- Takva, ilimle mümkündür. Çünkü ayette ‘Allah’dan ancak alimler korkar’ buyruluyor. İlmin başı da sabır olduğuna göre, sabırla takvanın ilişkisi ortaya çıkar.
3- Bu vasıfların hepsi de ism-i fail. Bu, işin ehli, hem de yaptırıcısı, hocası demektir. Yani bu vasıflarda bunlar otorite.
4- Sabır sadakatı, sadakat itaati, itaat fedakarlığı, cömertliği, bütün bunlar da tevazuyu intac eder.
5- İstiğfarın seherlere tahsisi, vaktin en berrakı, aklın, fikrin, kalbin dingin olduğu zaman. Duada istiğfarda asıl olan, bütün gönülle yana yakıla yapılmasıdır. Seher vakti, buna en elverişli saattir. ‘ب’ harf-i ceri, istiane (yardım) manasıyla buna işaret eder.
• İstiğfar fiili, istifal babındandır. Sarf ilminde istifal babının manalarına göre incelediğimizde şu manalar çıkar:
- Teaddi, geçişlilik: Hem bağışlanma dilerler, hem de kusur bağışlama erdeminin bağışlanmasını isterler.
- Talep: Allah’ın affını isterken, canı gönülden günahlardan arınmayı, sıyrılmayı, korunmayı da isterler.
- Tehavvul, dönüşüm: Bu günahlı halden arınıp, masum hale, şüpheden yakine, kizbden sıdka, isyandan itaata, acelecilikten sabra, itirazdan rızaya, hevadan hakka boyun eğmeye, masivadan tevhide dönmeyi, bütün hal ve gidişlerde kitap ve sünnete dönüp, değişmeyi isterler.
- Vicdan, bulma: Nefislerinin taat üzere bulunmasını isterler.
- İstilzam, gerekli görme: Müminler, ne kadar güzel amel yapsa da zatı zülcelale layık bir amel olmadığını düşünerek her amelden sonra istiğfar yapmayı gerekli görürler. Nasr Suresi’nde kendisine Allah’ın yardım ve fethi nasib olan Nebi’ye Rabbini hamd ile tesbih ve istiğfar etmesi emrolunmuştur.
Müminlerin amel defterini yazan melekler sabah-akşam değiştiğinden defterin her sayfasında istiğfar yazılmış olması için sabah akşam en az yüzer istiğfar bulunması gerekmektedir.
Kul hatadan beri olmadığı için istiğfarı dilinde ve kalbinde sabitleştirmelidir. İstiğfardan ayrılmamalıdır. İstiğfar takvada bir rütbedir, ondan mahrum kalmamalıdır.
İstiğfar amel defterine altın kalemlerle yazılır. Yeter ki saf altın gibi arınmış bir kalple yapılsın.
İstilzam, aynı zamanda devamlılık, sabit olmak demektir. Yani kul ne günah işlerse işlesin son nefese kadar kendisine tevbe kapısı açıktır. Tevbe eden, o tevbeden hiç ayrılmaz. Bütün hal ve harekatından tevbekar olduğu bellidir.
18- Bizzat Allah şahittir, kendisinden başka ilah olmadığına, melekler de, adaleti yerine getiren ilim sahipleri de. O’ndan başka ilah yoktur, o güçlüdür, hikmet sahibidir.
Tevhide ilk ve hakiki şahit Allah (cc)’tır. O ezelde ebedi ilmi, şehadeti ile zatının bir olduğunu alemlere öğretmiş, onu öncelikle tasdik eden, şahitlik eden melekler ve ilim ehli olmuştur. Bu ayet Allah (cc)’ı bilen, marifetullah, muhabbetullah sahibi alimlerin derecelerinin yüksekliğini ilan etmektedir. Şahitlik sıralanırken önce Allah (cc), sonra melekler, sonra alimler zikredilmiştir. Ayrıca adaletle kaim sıfatı da itidalden çıkmayan adil, mutedil, sıratı müstakim sahipleri olduklarını bildirerek, şanlarının ne kadar yüce olduğunu ilan etmiştir. Önce şahitler zikredildi, sonra da şahit olunan kelime-i tevhid ve Aziz Hakim olan Zat-ı Kibriya.
Tevhid din için, insanlık için en büyük koruyucu ve kurtarıcı. Hakiki muvahhidin ayağının altına altın döksen, başına kılıç koysan da gözünde ikisi de bir olur. Kimseden ne bir şey umar, ne korkar. Zaten tevhidin esası da budur.
İnsan imanının kuvvetine göre hadiselerin tazyikinden kurtulur, vazifei asliyenin dua ve iman olduğunu idrak eden mümin hayatı rızayı Bari için dolu dolu yaşar. Aksi halde imanın temeli sağlam olmazsa düşünce sıhhatli olmaz. Düşünce sıhhatli olmayınca hayatta sıhhatli bir denge kalmaz. İmanı olmazsa düşünce hayatın ve hakikatin dışında kalır. İman tevhidi, teslim tevekkülü, tevekkül saadeti dareyni iktiza eder. O halde biri iste, biri oku, biri ara, biri gör, biri anla, biri söyle.
Allah’a inanan, güvenen neden mahrumdur, Allah’tan mahrum olan neye maliktir?
İkilik yok birlik var, elbet bunda dirlik var.
Yalnız bundadır felah, la ilahe illallah
İstiare-i tasrihiye, tebaiyedir. Çünkü شَهِدَ ile murat Allah'ın vahdaniyetine delil getirmesidir. Veya başkasının kudreti yetmeyen has efali kemaliyesinden delil getirdi, demektir. Kainat ayetleri, kitabın ayetleri de O'nun delilleridir.
Allah açık delilleri beyan ve keşifte şahidin şehadetine benzetti. Lazım melzum alakası ile mecazı mürsel de olur. Kendilerine atfı yapılanlarla beraber umumu mecazdır. Yani melekler okudu, ulema iman etti ve hüccet getirdi. Allah vahdaniyetiyle delil getirdi. شَهِدَ hepsi için umumi mecaz oldu.
♦ Allah'ın ve meleklerle ilim sahiplerinin şehâdeti aynı mânâdadır. Şehadet, "ilme dayalı olarak haber vermek" mânâsında alınırsa, hem Allah, hem melekler, hem de ilim sahipleri için aynıdır.
Bu mânâda Allah'ın şahid oluşu, Kur'ân-ı Kerim'de, zatının bir olduğunu ve kendisinden başka tanrı olmadığını haber vermesidir.
Melekler, Allah'ın birliğini insanlara aktarmak suretiyle şehadet etmişlerdir.
İlim sahiplerinin bu manada şahid oluşu da; Allah'ın bir olduğunu, eşi ve benzeri olmadığını haber vermeleridir.
Şehadet, 'Beyan etme, açıklama' mansında ise, Allahu Teâlâ zatının birliğine dair delilleri kitabında beyan etmiştir.
Melekler ve ilim sahipleri de Allah'ın tek olduğunu hem nakli hem de aklî delillerle beyân etmişlerdir. Melekler bunu peygamberlere; peygamberler, âlimlere; âlimler de bütün insanlara açıklamışlardır.
♦ Allah'ın kendi birliği hususundaki şehadeti, bir olduğuna dâir delilleri yaratmasıdır.
Meleklerle ilim sahiplerinin şehadeti ise, Allah'ın birliğini ikrar edip imân etmeleridir.
Melekler, Allahu Teâlâ'nın kudret ve azametini müşahede ettiklerinde O'ndan başka ilah olmadığına şehadet getirdiler. Sebep olan şehadet, müsebbep olan ikrar ve iman yerine kullanılmıştır.
Veya meleklerin ve ilim sahiplerinin şehadeti, şefaati ikrar etme manasındadır.
♦ Hakiki şâhid, sadece Allahu Teâlâ'dır. Çünkü Allah (cc), eşya-yı yaratan ve onları kendisinin birliğine delil kılandır. Âlimleri bu delilleri bilmeye muvaffak kılan da O'dur. Eğer Allah (cc), onları muvaffak kılmasaydı, âlimler o deliller sayesinde tevhid bilgisine ulaşamazlardı. "De ki "şâhid olma bakımından hangi şey daha büyük?" De ki "Allah.." (Enam, 19)
♦ Bu şehadet, hazır olma, ikrar etme mânâsındadır.
Allahu Teâlâ ruhları cesedlerden dört bin sene önce, rızıkları da ruhlardan dört bin sene önce yarattı. Mahlukatı yaratmadan kendisi vardı. Yeri, göğü, kara ve denizi yaratmadan önce kendisi varlığına şahitlik ederek şöyle buyurdu:
"Allah şu hakikate şehadet eyledi ki; O'ndan başka ilah yok, ancak O vardır. Bütün meleklerle ilim sahipleri de adl ü hakkaniyetle durarak şahiddirler ki; ilah ancak O'dur, başka ilah yoktur. Aziz O'dur, Hakim O'dur."
Şehadet mertebeleri:
1- İlim, marifet, şahit olunan şeyin sıhhatine ve sübutuna itikad.
2- Başkası bilmese de, kendisinin konuşup, yazması, anması.
3- Başkasının bilip kendisine haber vermesi, beyan etmesi.
4- Mazmununa devap edip, onu emretmesi.
Cenab-ı Hakk'ın şehadeti, kendisinin bir olduğuna ve adaletle kaim olduğuna bizzat şehadetidir.
Bu mertebeler dört şeyi tazammun eder: Kelamını, ilamını, ihbarını, halkına bunu haber verip emretmesi ve bununla ilzam etmesi.
• İlim mertebesi: Hakka şehadet için, ilim zaruridir. Aksi halde şahit bilmediği bir şeye şahit olmuş olur. Efendimiz bir olayda güneşe işaret ederek; 'Bunun gibi şahitlik et' buyurmuştu.
• Tekellüm ve haber mertebesi: Kim bir şeyi konuşur, ondan ha-ber verirse, ona şahit olmuş olur. Başkalarının yanında lafzen dile getirmese de yine şahittir. Efendimiz 'Ben yalan şahitliği Allah'a şirkle aynı sayıyorum' buyurdu ve Hac, 30-31. ayetleri delil getirdi. ' Pislikten, putlardan sakının; yalan sözden sakının.'
• İlam ve ihbar mertebesi: Bu da, sözle ilam ve fiille ilam olmak üzere iki mertebedir.
Sözle bildirmek, mescit yapıp kapısını halka açık bırakmak gibi. Veya birini sevmesi fakat bunu söylememesi gibi.
Rabb Teala'nın şehadeti de böyledir, beyan ve ilam iledir. Bazen kavliyle bazen fiiliyle olur.
Sözlü olanı, Resul göndermesi, kitap indirmesi ve kitabında zatının bir olduğuna şehadet etmesidir.
Fiiliyle olanı, Allah'ın haberini tazammun eden delillerin delaleti ile bir olduğunu akıl ve fıtratın anlamasıdır. Bu; şehadet lafzıyla ifade edildiği gibi, delalet, irşad, beyan lafızlarıyla da ifade edilir.
"Allah'ın şehadeti; acip tedbiri, halkına muhkem hükümleri ve O'ndan başka ilah olmayışıdır." İbni Keysan
• Emir ve ilzam mertebesi: Sadece şehadet sözü yeterli olmayan, tazammunu mevzuya delalet edendir. Kuran'ın hepsi bu anlamda şahittir.
Burada "İlim sahipleri"
♦ Meleklerdir.
♦ Muhacirler ve ensardır.
♦ Kitap ehlinin iman edenleridir,
♦ Enbiya, muhacirin, ensar, açık hüccetlerle Allah'ın vahdaniyeti-ne delil getiren bütün mümin alimlerdir. Kuvvetli olan görüş budur. Çünkü ayet umumîdir.
Meleklerin ve ilim sahiplerinin bu hakikatı ikrarı, bir şeyi keşf ve beyan etmede şahidlerin şahidliği gibidir.
Bu âyet-i kerime ilmin faziletine, ilim adamlarının şeref ve üstünlüğüne delildir. İlim adamlarından şerefli bir kimse bulunsaydı yüce Allah kendi ismi ve meleklerle birlikte onları da zikrederdi.
Yüce Allah, Peygamberine "De ki: Rabbim, ilmimi artır." (TaHâ, 114) buyurdu. Eğer ilimden daha şerefli birşey olsaydı elbette habibine onun artırılmasını istemesini emrederdi.
Âhiret âliminin alâmetleri:
1- İlmiyle dünyaya talip olmamak.
Âlim dünyayı âhirete tercih ettiği takdirde, ilk cezası kalbinin ölmesi ve ibadetten lezzet almamasıdır.
Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: “Bir âlimin dünyayı sevdiğini görürseniz, onun ilmine güvenmeyiniz. Çünkü o, ilmini dünyaya âlet etmiştir.”
Âhiret âlimi olmak için mal toplamamak yeterli değildir; şan ve şöhret talibi olmamak da lâzımdır. Çünkü şan ve şöhret maldan daha zararlıdır, dünya ehli bunlardan diğer nimetlerden aldıkları lezzetten daha fazla lezzet alırlar.
✦ Her âlimin yanında değil, sizi beş şeyden beş şeye, şüpheden yakîne, riyadan ihlasa, dünya rağbetinden zühde, kibirden tevazuya, düşmanlıktan dostluk ve kardeşliğe davet edenin yanında oturun. Hadis-i Şerif
2- Sözüne aykırı hareket etmemek.
Âhiret âlimi, bir şey öğretince, herkesten evvel kendisi ona uyar.
✦ İsrâ gecesinde bazı kimseler gördüm. Dilleri ateşten makaslarla kesiliyordu. Kendilerine ne günah işlediklerini sordum. “İyiliği emredip kendimiz yapmıyorduk; kötülüğü nehyedip kendimiz yapıyorduk” dediler. Hadis-i Şerif, İbnu Hibban
✦ Ümmetimin helak olması fâsık âlimler ve câhil âbidler yüzünden olacaktır. Kötülerin en kötüsü kötü âlimler, iyilerin en iyisi de iyi âlimlerdir. Hadis-i Şerif, Dârimî
✧ Bilmeyene bir kere yazık olsun; bilip de amel etmeyene yedi kere yazık olsun! Ebud-Derdâ
✧ Cennet ehlinden bir topluluk cehennemdeki bir topluluğa seslenir:
-Neden ateştesiniz? Halbuki, biz sizin söz ve nasihatinizle cennete girdik, diye sorarlar. Oradakiler:
-Biz size hayrı emrediyorduk, kendimiz yapmıyorduk; şerri nehyediyorduk, onu yapıyorduk” diye karşılık verirler. Şa’bî
✧ Kıyâmet gününde hasreti en şiddetli olanlar, insanlara doğruyu öğretip kendileri onunla amel etmeyenlerdir. Çünkü başkaları, onların öğrettikleriyle kurtuluşa ererken kendileri amelsizlikleriyle helak olurlar. Hatim Asamm
✦ Alimin sapması (anlayışta ve amelde doğru çizgiden ayrılması) ve münafığın Kuran ilmi bilmesi ümmetim için korktuğum şeylerdendir. Hadis-i Şerif, Taberanî
3- Faydası az, tartışmalı ilimlerden yüz çevirip tâatlere teşvik eden ve âhirette yararı olan ilimlere rağbet etmek.
Bir doktor hastasına ilaçlar verir, bunları kullandığı takdirde şifâ bulacağını söyler. Hasta ise, ilaçları kullanmak yerine, kitapları karıştırıp bu ilaçların terkip, özellik ve tarihçelerini öğrenmeye kalkar. Bu hasta, bu hatasını canıyla ödediği gibi, nazarî, kil-u kal ve cidal cinsinden şeyleri öğrenip ameli gösteren ilimleri bırakan kimse de hatasını diniyle öder.
4- Şatafat ve israfa meyletmemek.
Âhiret âlimi, iktisadı tercih eder, aza kanaat eder ve ashaba benzemeye çalışır. Bunu yaptıkça da Allah Teâlâ’ya yakınlığı ve âhiretteki derecesi yükselir.
İhtiyaç dışı şeylere alışmak, onları da ihtiyaç haline getirir. Üstelik, bu fazla ve fuzuli şeylerin temin edilmesi genellikle günahlara girmek, insanlara yüz suyu dökmek, riyakârlık ve dalkavuklukla, kötülüklerini hoş görmek, onları Allah Teâlâ’nın razı olmadığı şekilde övmek gibi gayr-i meşru ve haram yollarla mümkündür. Dünya çirkefine giren, ondan temiz çıkamaz.
5- Zâlimlerden uzak durmak.
Çünkü zâlimlerle oturup kalkan, onlardan ilgi ve iyilik gören kimse, onların zulmünü görmemeye başlar ve giderek zulümlerine mazeret bulur.
✦ “Başınızdaki âmirler doğru olan ve olmayan işler yapacaklardır. Kim onların doğru olmayan işlerini kötülerse vebalden kurtulur. Kim bu işlere kalbinde buğzederse selâmet bulur. Kim onları hoş görür ve kendisi de onlara uyarsa Allah onu kendi katından uzaklaştırır.” Hadis-i Şerif, Müslim
✧ Mücadeleye gücü yetmeyenler için selâmet sultanlardan, zâlim ve fâsıklardan uzak durmaktır. Çünkü kötülükleri görmeyen ve duymayanların onlara karşı sorumlulukları yoktur.
6- Fetva vermekten kaçınmak.
✧ Âhiret âlimi, sorulduğu bir konuda Kur’ân veya hadis nassı, icmâ veya açık kıyas bilirse bunu açıklar; aksi takdirde, “bilmiyorum” der.
✧ “Bilmiyorum” sözü ilmin yarısıdır. Onun için, bilmediği bir konuda “bilmiyorum” deyip susanın sevabı, onu bildiği için açıklayıp konuşanın sevabından daha az değildir. Şa’bî
7- Bâtın ilmi olan kalb murâkabesine ve nefis mücadelesine önem vermek.
‘İlmi gökte, yerde ve denizlerin ötesinde aramayın. İlim kalplerinizdedir. Onu Allah Teâlâ’ya karşı edepli olmak ve sıddıkların (sadakat ve ihlâs sahiplerinin) ahlâkını kazanmak suretiyle bulunuz.’
8- Hüzünlü, kırgın, sessiz, mütevâzi ve tefekkür halinde olmak; hal ve hareketlerinde, Allah korkusunu ve haşyetini yansıtmak. İlim âhiret ilmi ise, sahibine hilm, tevazu, yumuşaklık ve güzel huy da kazandırır.
Böyle bir âlimi görenler, Allah Teâlâ’yı, kıyâmet ve hesabı, cennet ve cehennemi hatırlar. Çok konuşmak, olur olmaz sebeplerle gülmek, kahkaha atmak, sert ve çiğ hareketler yapmak, âhiret hesap ve azabından habersiz yaşayanların halleridir.
✧ İlim öğrenin ve onunla birlikte ona yakışan vakar, hilim ve tevazuyu da öğrenin. Hz. Ömer
✧ İlme hafiflik karıştırmayın. Aksi takdirde onun etkisini öldürürsünüz. Hz. Ali
✦ Ümmetimden hayırlı bir taife vardır ki, bunlar Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliğini göstermek için halkın yanında gülerler; fakat yalnızken O’nun azabının şiddetini duyar ve ağlarlar. Bunların vücudları yerde, kalpleri göktedir; bedenleri dünyada, ruhları âhirettedir; halka sükûnet ve şefkatle yaklaşır, Allah Teâlâ’ya yakın olmaya (O’nun rızasını kazanmaya) çalışırlar. Hadis-i Şerif
9- Amelleri geçersiz kılan ve kalpleri bozan riya, ucub, gizli şehvet gibi kötü sıfatları ve şeytanın hilelerini iyice öğrenmek.
Dünya âlimleri bu konularla ilgilenmezler; bunları öğrenmek işlerine de gelmez. Çünkü onlar da câhiller gibi, günahların cezasını düşünmeden yaşamak isterler. Âhiret talipleri ise, yılandan kaçtıkları gibi, bu kötü sıfatlardan, korkup kaçarlar.
10- Bid’atlardan şiddetle sakınmak.
✦ Allah’ın bir meleği her gün, “Peygamberin sünnetini bid’atlarla değiştirenler onun şefaatine eremezler” diye seslenir. Hadis-i Şerif
✦ Benim ümmetimi aldatanlara Allah, melekler ve bütün insanların lanetleri olsun. Bunlar, bid’at uydurup onu ümmetime din olarak takdim edenlerdir. Hadis-i Şerif
✦ Din adına sonradan uydurulan işlerden sakının. En kötü işler, sonradan uydurulup dine sokulan işlerdir. Bu işlerden her biri bid’atdır. Bid’at da dalâlettir. Hadis-i Şerif, İbnu Mâce
✧ Sünnete uygun az bir amel, bid’at karışmış çok amelden daha hayırlıdır. Siz şimdi öyle bir zamandasınız ki, en hayırlınız amel etmek için acele edendir. Halbuki sizden sonraki zamanlarda en hayırlı olanlar, acele eden değil, Sünnetle bid’atı birbirinden ayırıncaya kadar sabredendir. Abdullah İbni Mes’ûd
Günah işleyen kimse devletin bir kanununa aykırı hareket eden kimse gibidir. Bu kimseye bir müddet hapis cezası verilir. Bid’at uyduran ise, devleti yıkmak için isyan çıkaran gibidir. Bunun cezası ise idamdır.
✦ Rabbini kalbde tanıyıp bilen, her şeyi bilir, O’nu bilmeyen hiçbir şey bilemez. Zîrâ ahmaklaşmış, kalbi âmâ kesilmiştir. Rabbini bilenlerin zirvesi Fahr-i Kâinât şöyle buyuruyor:
“Benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız... Sahrâlara dökülüp Allâh’a yüksek sesle yakarışta bulunurdunuz.” İbn-i Mâce
✦ Şüphesiz ilim adamları peygamberlerin mirasçılarıdır. Hadis-i Şerif
✦ İlim adamları Allah'ın, mahlukatı üzerindeki eminleridir. Hadis-i Şerif
✧ Hazret-i Ömer vefât ettiğinde, Abdullâh bin Mes’ûd (ra) – İlmin onda dokuzu gitti, buyurdu.
Bunun üzerine sahâbe-i kirâm kendisine:
– Daha içimizde âlimler var!” dediler. İbn-i Mes’ûd (ra) – Ben mârifet ilminden bahsediyorum, cevâbını verdi.
Sağlam duvara dayan, düşer ayağı kayan,
Yeter gafletten uyan, alimlere tabi ol!
Akıl gerçeği arar, gecikmeden ver karar,
Çözülür nice esrar, alimlere tabi ol!
Allahu Teâlâ'nın rızıkları dağıtmada, ecellerde, iyi amellere sevab vermekte, kötülükleri cezalandırmada, emrettiği ve nehyettiği şeylerde kulların arasında adalet ve eşitlik kanunuyla hükmettiğine, kullardan zulmü def ettiğine melekler ve ilim sahipleri şahitlik etti.
a- قاَئِمًا hal olduğu için mensubtur. “Allah adaleti ayakta tutarak, şehadet etti” demektir.
Ya da, هُوَ lafzından haldir. Çünkü "Adl ü hakkaniyetle durmak" Allahu Teâlâ'ya has bir sıfattır. “Adaleti ayakta tutan O’ndan başka ilah yoktur” demektir. Bu çeşit hallere “hali müekkede-tekitli hal” denir.
Veya mü'minlerin hâlidir. "Bu şehadeti yerine getiren ilim sahiblerinden herbirinin hali adaleti ayakta tutma olduğu hâlde onlar… şehadet ederler" manasındadır.
b- اِلٰهَ kelimesinin sıfatıdır. Takdiri: "O'ndan başka, adaleti ayakta tutan bir ilâh yoktur" (Araplar, sıfatla mevsûfun arasını ayırabiliyorlar.)
c- Medh üzere mansubtur.
Adaleti ayakta tutmak, Allah'tan başka ilah olmadığına iman etmek, Allah'ın hakkını teslim etmek, inancı yerli yerine koymaktır. Adalet; bir şeyi layık olduğu yere koymak demektir. Allah'tan başka ilah olmadığına inanmak, adaletin ta kendisidir. Şirk koşmamak, Allah'ın hakkıdır; bu hakkı yerine getiren kişi de adildir.
İlim sahibi insanlar Allah'ın hakkını bilinçli bir şekilde teslim ettiklerinden, adaleti ayakta tutan kimselerdir. Hakkı teslim etmeyen ve bu yolla adaleti ayakta tutmayan kişiye alim denemez.
Ayette sadece ilim sahipleri zikredildi. Çünkü şehadet, bilerek, bilinçle iman etmektir. Böyle bir iman da sadece ilim sahiplerine mahsustur.
Bu cümlenin tekrar edilmesindeki hikmetler:
a) Allah kendisinden başka ilah olmadığına şehadet etmiştir.
b) "Ey Muhammed ümmeti, sizler Allah'ın ve melekler ile ilim sahiplerinin şahadetine uygun şekilde, 'Allah'tan başka ilah yoktur' diyerek şehadet getirin." Bu tekrardan maksad; bu cümleyi, onların şehadetlerine uygun bir şekilde söylemeyi emretmektir.
İlk cümle; vasfetmek ve tevhid etmek, ikincisi ise resmetmek ve talim etmektir. Yani "Siz Allah'tan başka ilâh yoktur, O Azîzdir, Hakîmdir deyiniz" demektir.
c) Bu tekrarın faydası, müslümana, her zaman bu kelimeyi tek-rarlamasının gerektiğini bildirmektir. Çünkü sözlerin en kıymetlisi kelime-i tevhiddir. Bu kelimeyi söylemek, en kıymetli ibâdetle meşgul olmaktır.
d) İlk لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ cümlesi, ibâdete yalnız O'nun layık olduğunu bildirmek için; ikincisi de adaletle hükmedeceğini ve zulmetmeyeceğini bildirmek için zikredilmiştir.
(هُوَ-O) lafzı, mukarrebinin makâmına işâret eder. Onlar, herşeyin hakikatine bakan kimselerdir. Allah’dan başka varlık görmezler. Zîrâ hakiki mânâda var olan, varlığı kendinden olan ancak Allah’dır. O’ndan gayrı varlıkların varlığı da, yokluğu da mümkün olduğundan ‘yok’ hükmündedirler.
Efendimiz ashabına şöyle buyurdu:
"Sizden biri, sabah ve akşam Allahu Teâlâ katından bir ahid almaya nasıl aciz olur?"
Sahabeler (ra) sordular:
"Bu nasıl olacak?" Efendimiz cevap verdi:
- Sabah ve akşam şöyle dua etmesiyle olur:
"Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Gaybı ve aşikarı bilen Allah'ım! Ben Sen'den başka ilah olmadığına, senin tek olduğuna, senin bir şerik ve ortağının olmadığına Muhammed Musatafa'nın senin kulun ve Rasulun olduğuna şehadet ettiğimi sana ahd ediyorum. Eğer sen beni nefsime bırakacak olursan, beni şerre yaklaştırır ve hayırdan uzaklaştırırsın. Ben ancak senin rahmetine güvenirim. Benim için kıyamet günü tamamen bana vereceğin bir ahd kıl. Muhakkak ki sen vaadinden dönmez ve sözünden caymazsın."
Kul bu duayı okuduğu zaman Allahu Teâlâ onun üzerini mühürler. Ve bu ahdi Arşın altına koyar. Kıyamet günü olduğu zaman ise Allah tarafından bir münadi şöyle nida eder:
"Allah'ın katında ahdi olanlar nerededir?"
Bunun üzerine dünyada iken bu duayı okuyanlar cennete girerler.
İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri Müsned'inde buyuruyor ki:
Cebrâilin Allahu Teâlâ'dan naklen, Peygamber efendimize söylediği;
‘Lâ ilâhe illallah hısnî, men kâlehâ, dehale hısnî ve men dehale hısnî, emine min azâbî-Lâ ilâhe illallah kal'amdır. Bunu okuyan, kal'aya girmiş olur. Kal'ama giren de, azâbımdan kurtulur’ şeklindeki duâyı her kim rivâyet edenlerin isimleriyle, inanarak ihlâsla bir deliye veya hastaya okursa şifâ bulur.
Bir Allah'a iman
Şirk, en büyük suçtur. Bu hal üzere ölen kimse ebediyen Cehennemde kalacaktır. (Allah korusun).
Şirk; Allah’ın zatında, sıfatlarında, hükmünde, ulûhiyet, ibadet veya mülkünde ortağı, dengi bulunduğuna inanmak ve benimsemektir. Küfür imanın zıddı ise, şirk de tamamen Tevhidin zıddıdır.
Şirk dalalet, fısk ve safahatin yoludur, insanı nihayet derecede düşürür. Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü zayıf ve aciz beline yükler.
Çünkü insan Allah’ı tanımazsa ve ona tevekkül etmezse gayet derecede aciz ve zayıf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fani hayvan hükmünde olur. Sevdiği ve alaka peyda ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak elemini çeker. Nihayet firak elemi içinde onları bırakır, kabir karanlığına girer. Gereksiz arzuları için boşu boşuna çalışır. Koca dünyayı biçare beline, kafasına yükler. Daha cehenneme gitmeden cehennem azabı çeker. Kendi kendine malik zannederek afaki ve enfüsi belaların hücumuna karşı çıkamaz. Merhamete de layık değildir.
Şirk bazı dallara ayrılmıştır:
♦ Büyük şirk: Bir şeyi Allah’a denk tutup ona ibadet etmek. İlah’mışcasına ona itaatte bulunmak, hem onun hem de Allah’ın emirlerini müsâvi görerek ortak koşmak, onu Allah'ın hükmünün önüne geçirmektir. Allah’ın kurallarının bâzı hallerde geçerli olamayacağına inanmak da böyledir. Kişi bu kanunları Allah’ın kanunlarına tercih ettiği için bilerek-bilmeyerek şirke düşmüş, İslâm'dan çıkmış, bu durum üzere ölürse de müşrik olarak ölmüştür.
♦ İtaatta şirk:
Allah’ın hükmünden başkasını kabul etmek, meşrû görmek veya onun Allah’ın hükmünden üstün yönleri olduğuna inanmaktır. ‘Hüküm yalnız Allah’ındır.’ (Yusuf, 40)
Allah’a isyan olan bir ameli, helâl görecek kadar âlim veya şeyhlerine uyanlar bu sınıftadırlar. ‘(Yahudiler) Allah’ı bırakıp âlimlerini (hahamlarını); (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler.’ (Tevbe, 31)
Allah Resûlü bu âyeti Adiy b. Hâtem’e, ‘Hıristiyanlar âlimlerine helali haram, haramı da helâl kılmalarında itaat ediyorlardı. Kim Allah’dan başkasına şeriat koyma, hakkı iddia ederse Allah’dan indirileni inkâr etmiştir’ -şeklinde açıklamış, sonra da şu âyeti okumuştur,- ‘Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerin ta kendileridirler.’ (Mâide, 44)
Emir ve yasaklama hakkı, sadece Allah’ındır, ‘Bilesiniz ki, yaratmak da, emretmek de O’na mahsustur.’ (A’raf, 54)
Yarattıkları üzere yegâne tasarruf sahibi olan yalnız Allah’dır. Yarattıklarının yararına olanı en iyi bilen sadece O’dur. Allah’dan başkası âcizdir, kendinde bile bilmediği sayısız husus vardır. İnsan; yaratılmışlara uygun ve yararlı olanı nereden bilebilir ki? Allah’tan başkasının hüküm getirme hakkı yoktur.
Allah’dan başkasının kanunlarına Kurân'da ‘Cahiliyye hükümleriyle hükmetme’ denilir.
♦ Niyet ve gayede şirk:
Kişinin tümden Allah'a itaatten insiraf etmesi, uzaklaşmasıdır. Amelini dünyevî çıkarlar için yapan Allah’ın rızasını gözetmeyen kişi bu şirke düşmüş olur, ki bu itikadî bir şirktir.
♦ Sevmede şirk:
Başkasını Allah’ı sever gibi ya da O’ndan daha fazla sevmek de şirktir. ‘İnsanlardan bâzısı Allah’dan başkasını Allah’a (haşa) eşler edinir de onları, Allah’ı sever gibi severler.’ (Bakara, 165)
♦ Korkuda Şirk:
İman zayıflığının neticesi olarak kişinin; Allah’dan başkasının fayda ya da zarar verebileceğine inanması, korkuda başkalarını Allah’a denk tutmasıdır. Beşeri sistemlerin baskısından korkarak farzları terk etmek de böyledir.
Ancak yırtıcı hayvanlardan veya bir zâlimden korkmak gibi doğal korku şirk sayılmaz.
♦ Tevekkülde Şirk:
Tevekkül, sebepleri yerine getiren insanın, Allah’ı vekil kılması, O’ndan işinde muvaffakiyet vermesini istemesi ve yalnız O’na güvenmesidir, Allah’dan başkasına tevekkül etmek caiz değildir.
Şirk olan tevekkül; Ancak Allah’ın kudretinde olan şeylerde Allah’dan başkasına bağlanmaktır.
Meselâ, şifayı mutlak surette doktor veya ilaca bağlamak. Din ve dünya işlerinde başarılı olmayı Allah’ın yardım ve izni olmaksızın yalnız zekâ, gayret ve çalışmaya bağlamak. Ölüm nedenlerini mutlak surette trafik kazalarına veya yanlış ilaç kullanımına vs.’ye bağlamak gibi. Bu izafetleri mutlak olarak yapmaktan çok sakınmalıdır.
♦ Küçük şirk: İslâm dâiresinden çıkarmayacağı gibi tevhidin aslına da zarar vermez. Ancak tevhidin kemaline aykırıdır, büyük şirke götüren vesiledir. Bazı kısımlara ayrılır.
♦ Kavlî şirk:
Allah’dan başkasına yemin etmek gibi kişinin diliyle düşebileceği şirk türüdür. 'senin sayende', Allah’dan başkası için ‘hâkimler hâkimi’ gibi sözler ve de kişiyi Abdu’n-Nebî, Abdu’l-Hüseyin gibi isimlerle Allah’dan başkasının kulluğuna nisbet etmek bu kabildendir. ‘Kur’an evliyâ çarpsın!’, ‘ekmek mushaf çarpsın!’ vb. sözler de bu sınıftandır. Bu sözlerden sakınmalıdır.
♦ Fiilî şirk:
Bâzı şeyleri uğurlu saymak gibi inançlardır. Bâzı hayvanları, kuşları veya günleri uğursuz saymak; ‘kaynanan seni seviyormuş!’, -herhangi bir şey üzerine- ‘bugün misâfir gelecek!’, birisini anınca kulağının çınlayacağına dâir inanış (veya hıçkırık tuttuğunda anıldığına inanmak) gibi bâzı tevâfukî olaylardan uğurlu sayarcasına anlam çıkarmak; fal bakmak veya baktırmak, niyet çekmek, türbelere para atmak, ip bağlamak (itîkad edilmesi koşuluyla) böyledir. ‘...Sizin uğursuzluğunuz sizinle berâberdir...’ (Yâsin, 19) Resûlullah ‘Uğura inanmak şirktir’ buyurmuştur. Hadis-i Şerif - Müslim
♦ Kalbî şirk:
Riyâ, şöhret sevgisi, ameliyle dünya ve dünyalığı âhirete tercih etmek gibi hususlar kalbi şirktir. Dünyevi bir menfaat sağlamak, mal edinebilmek, evlenebilmek, hacca gitmek, ganimet için cihâda gitmek veya makam elde etme gayesiyle İslâmi ilimler okumak, insanların hoşnutluğu için amel yapmaktır.
Bu niyetle yapılan amelde, iyi ve kötü amel birbirine karışmış, kötü olan galip gelmiştir. Kişi, bu amelinin karşılığını dünyada alır âhirette ise bir nasibi yoktur. Bu da büyük şirktir.
♦ Gizli şirk: İbni Abbâs (ra) ‘Allah ve sen dilersen’ gibi bir sözün ‘Allah ve falanca dilerse’ anlamında olduğunu söylemiş ve bunun gizli şirk olduğunu belirtmiştir. Bu ifadenin yerine ‘evvel Allah, sonra da falanca dilerse’ kullanılması gerekir. ‘Evvel Allah, sonra da senin sayende’ demeli Allâh’a hiçbir varlık denk tutulmamalıdır. ‘Allah’a ve sana güveniyorum’ değil, ‘evvelen Allah’a, sonra da sana güveniyorum’ denmelidir. ‘Ve’ edatı eşitliği gerektirir. ‘Sonra’ kullanarak derece farkını ispat etmek şarttır.
Allah Resûlu bunun keffâretini şöyle bildirmiştir, ‘Kim Lât ve Uzza’ya yemin ederse (hemen ardından) ‘Lâ İlâhe İllallah’ desin. Kim arkadaşına, ‘Gel, bahis -iddialaşmak ve kumar- oynayalım derse, sadaka versin’ Hadis-i Şerif; Buhari, Müslim
Resûlullah , her türlü şirkten şu duâyla Allah’a sığınmamızı bizlere öğretmiştir:
‘Rabbimiz, bilerek sana ortak koşmaktan sana sığınırız, bilmediğimizden de Sen’den bağışlanmamızı dileriz.’ Hadis-i Şerif; Ahmed b. Hanbel
O ilim ehli, Allah'ın aziz olduğuna şehadet ettiler. O Aziz ki; mahlukatı arasında O'ndan başka aziz müşahede edemezler.
O Hakim'dir. Mahlukatı arasından melekleri, ilim sahiplerini bu izzeti müşahede etmeleri için hikmetiyle seçmiştir.
"Azîz", Cenâb-ı Hakk'ın kudretine, "hakîm" ise ilminin mükemmelliğine işaret eder. İlâhlık, ancak bu iki sıfatla mümkündür. İlâhın adaleti ayakta tutması, tüm ihtiyaçların miktarını bilip, yaratmaya kadir olmakla tam olur.
'O Aziz ve Hakim'dir' buyrulması, insanların Allah'ı bir bilmeleri ve şirk koşmamaları içindir. Çünkü Allahu Teâlâ Aziz'dir, güçlüdür; kendisini bir bilmeyen (tevhid ehli olmayanlardan) intikam alır.
Allah Hakim'dir, mahlukatı hakkında dilediği gibi hükmeder, her şeyin hükmünü O verir. Mahlukata olan galebesinden dolayı Allahu Teâlâ'nın hükümlerini cezalandıracak biri yoktur. Hâkimlerin hâkimliğine, hükümdarların hükümdarlığına hüküm veren de ancak O’dur. O’nun hükmü olmadan hiçbir şey, hiçbir hâdise meydana gelemediği gibi; O’nun hükmünü bozacak, geri bıraktıracak, infazına mâni olacak, hiçbir kuvvet, hiçbir hükümet, hiçbir makam da yoktur.
İzzet, galibiyet ve üstünlük, şiddet ve kuvvet, yücelik ve ululuk gibi anlamlara da gelir. Aziz, gücüne erişilmeyen, güçlülükte eşi ve benzeri olmayan, mağlup edilemeyen güçlü demektir.
Aziz, dilediğine karar veren ve uygulayandır. O izzetinin eksiksiz ve mükemmel oluşuyla kullarına hükmeden ve bu hükmü onlar üzerinde icra edendir. O dilerse kul ile kalbi arasına da girer, dilediği şekilde kulunu istek ve irade sahibi yapar. Bu O’nun üstünlük ve izzetinin mükemmel oluşunu gösterir. Allah’tan başka hiç kimsenin böyle bir şey yapmaya gücü yetmez.
Bütün varlıklar her şeyde Allah’ın zatına, sıfatlarına, fiillerine ve bekasına muhtaçtır. Hiçbir kimse O’nun gücüne erişemez. O’nun her şeye gücü yeter. Akıl, O’nun gücünü anlamaktan, gözler O’nun azametini ve yüceliğini müşahede etmekten acizdir. Hiçbir varlık O’nun nimetlerini sayamaz ve şükrünü eda edemez. Bütün bu sıfatlar O’nun mutlak üstünlük sahibi olduğunun ispatıdır.
Bu ismi bilmenin faydaları:
Kul, efendisinin gücünü bildiğinde ve O’nu hatırından çıkarmadığında, daima O’nu müşahede etme imkanı bulur. Bu durum kulun günahlardan uzaklaşmasını ve yararlı şeylerle meşgul olmasını sağlar. Zira böyle bir kul, nefsiyle değil, mutlak üstünlük sahibi olan efendisiyle (Allah (cc)’la) birliktedir.
Kul, Allah (cc)’ın kaza ve kaderde mutlak üstünlük sahibi olduğunu, sevk ve idaresinin O’nun emrinde olduğunu, O’nun koruma ve himayesi olmadan korunamayacağını, O’nun yardımı olmadan başarılı olamayacağını bilmelidir. Kendisinin zelil ve hakir bir kul olduğunu, Hamid ve Aziz olan Allah (cc)’ın kabzası altında olduğunu unutmamalıdır.
Kul, kaza ve kaderde daima Allah (cc)’ın üstünlüğünü müşahede etmelidir. Her türlü hamd, kemal, zenginlik ve izzetin Allah (cc)’a ait olduğunu, eksikliğin kuldan kaynaklandığını, ancak kulun yerileceğini, her türlü kusur, ayıp, zulüm ve muhtaçlığın kula ait olduğunu bilmelidir. Kul eksikliğini, ayıbını ve muhtaçlığını müşahede ettikçe Allah (cc)’ın izzetini, kemalini, hamdini ve zenginliğini daha çok müşahede eder. Dolayısıyla eksikliğini ve zelilliğini samimiyetle kabul etmek, Allah (cc)’ın izzetini müşahede etmeyi sağlar.
Hikmet, bir şeyi yapanın onu niçin yaptığıyla alakalıdır. Yani hikmet, yapanın yapma amacıyla ilgilidir. Bir amaç için yapmayan kimse hikmet sahibi değildir. Hikmeti kabul etmeyen, Allah’a tam anlamıyla hamd edemez. O’nu eksikliklerden münezzeh tutamaz.
Vücudumuza ibretle bakarsak görürüz ki, her azanın bir hizmeti vardır ve her şey yapacağı hizmete uygun yaratılmıştır. Hiçbir şey hizmetinde aksaklık göstermez, sui istimal yapmaz. Azaların birbirine uygunluğu sayesinde menfaat-i müştereke meydana gelir.
Menfaati müştereke, eceli tamamlayıncaya kadar ferdin yaşaması için vücutta ayrı ayrı hizmet gören unsurların birleştiği müşterek hedeftir. Bunu sağlayan, vücuda gıdanın alınması, zararlı maddelerin dışarı atılmasıdır. Bu tertip ve nizam bütün kainatta da böyledir. Kainatın her cüzü sadakatle yapmakta olduğu vazifeyle, mensup olduğu kül’lün selametini temin eder. Bu kanunlar ve hikmetler ihata edilemeyecek kadar derin ve çoktur.
'Hakim' buyrukları ve bütün işleri hikmetli, söylediği her söz ve yaptığı her fiil doğru, adalete, ilme ve teenniye (hilme) uygun olan, bütün nesneleri ve olayları en üstün ilimle bilen, bütün tabiat nesnelerini ahenkli, sağlam ve sanatkarane yaratıp sürdüren, onları ölçülü yaratan, kendilerine has fonksiyonları kusursuz bir şekilde yerine getirmelerinin yöntemini kurandır.
Bu sıfatla nitelenmek ancak Allah’a yakışır. Çünkü yaptığı bütün fiiller doğrudur, eserleri mükemmeldir ve hiçbir kusuru yoktur. Bu kadar doğru, sağlam ve mükemmel eserler ancak Hakim biri tarafından yapılabilir.
Ayetteki işaretler:
'Allah şahittir ki; O'ndan başka ilah yoktur' Afaki ve enfüsi deliller ile O'ndan başka ilah olmadığını beyan eder. Ya da, O'ndan başka şahit ve meşhud olmadığı için zatıyla vahdaniyetine şahittir.
Meleklerin ve ehli ilmin şehadeti Cenab-ı Hakk'ın şehadetinin mazharıdır. Meleklerin şehadeti yakın olmalarındandır. Ehli ilim de öyledir. Meleklerin şehadeti fiilleri görmelerinden, ilim ehlinin şehadeti sıfatları görmelerindendir. Bu yüzden onlarda korku galiptir. Alimlerin şehadeti kemal rüyetindendir, bunun için onlarda ümit galiptir.
Alimlerin şehadeti çeşitlidir. Bazısının şehadeti hallerden olur, bazısının şehadeti makamlardan, bir kısmının mükaşefetten, bir fırkanın müşahedattandır. Ehli ilmin havassı onu vahdaniyet cemalinden tevhid nuru penceresinden, kadim idrak natıyla müşahede ederler. Onların şahitliği, Hakk'ın şehadetinde müstağrak olmaktır.
Çünkü o mahv makamıdır.
'Adaleti ayakta tutarak' Her varlığa istidadı miktarınca ihsan ederek adaleti ikame eden
O'ndan başka ilah yoktur, Aziz'dir. Onun künhünün marifetine kimse ulaşamaz. Hakim'dir; O, herşeyi idare edendir. Takatları nisbetinde herşeye tevhid mertebelerinden ihsan edendir.
Âl-i İmran 18 ve 19. ayetlerin fazileti
Gâlib el-Kattân anlatır: Bir ticaret maksadıyla Kûfe'ye gittim. elA'meş'e yakın bir yerde konakladım. Zaman zaman onun meclisine gidip gelirdim. Bir gece onun teheccüd kıldığını gördüm. Âl-i İmrân, 18-19. âyetlerini okudu. Ve şöyle dedi:
"Ben de Allah'ın şahitlik ettiği şeye şehadet ediyorum. Bu şehadetimi Allah'a emanet bırakıyorum. Bu benim Allah nezdindeki bir emanetimdir." Ardından; "Şüphesiz Allah katında din İslâm'dır" sözlerini defalarca tekrarladı.
Sabah yanına gittim, onunla vedalaştıktan sonra şöyle dedim: 'Senin bu âyetleri okuduğunu işittim. Bu âyet hakkında sana ulaşan haber nedir? Bir seneden beri senin yanında olduğum halde bunu bana anlatmadın.'
Bana; Allah'a yemin ederim, bir sene daha kalsan yine sana anlatacak değilim, dedi.
Bunun üzerine, onun yanında ikamet etmeye karar verdim ve kapısına bana bu sözleri söylediği günün tarihini yazdım. Bir sene geçince; İşte sene geçmiş bulunuyor, dedim. Dedi ki: Rasûlullah buyurdu ki: "Kıyamet gününde bu emanetin sahibi getirilir. Yüce Allah şöyle buyurur: Kulum bana bir ahid vermişti. Verilen sözleri yerine getirmeye en layık olan Benim, haydi kulumu cennete koyunuz."
Her kim: "Allah -adaleti ayakta tutarak- şehadet etti ki, gerçekten O'ndan başka ilâh yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet ettiler. O'ndan başka ilâh yoktur. O Azîzdir, Hakimdir" âyet-i kerimesini uyuyacağı vakit okuyacak olursa, Allah Teala ona Kıyamet gününe kadar kendisi için mağfiret dileyecek yetmişbin tane melek yaratır. Hadis-i Şerif
Her kim bu şahitliği kalbinden inanarak ikrar ederse o, adaleti ayakta tutmuş olur.
Rasûlullah'ın Medine'de olduğu haberi yayılınca onun huzuruna Şam halkı yahudilerden iki alim geldi. Medine'yi görünce biri diğerine 'Bu şehir ahir zamanda çıkacak peygamberin Medine'sinin niteliklerini ne kadar da andırıyor!' dedi.
Peygamber'in huzuruna vardıklarında sıfat ve özellikleriyle onu tanıdılar. Efendimiz'e sordular;
- Sen Muhammed misin? dediler. Efendimiz cevap verdi:
- Evet.
- Aynı zamanda Ahmed misin?
- Evet.
Bunun üzerine şöyle sordular:
- Biz sana bir şehadete dair soru soracağız. Eğer sen bunu bize haber verirsen sana iman eder ve seni tasdik ederiz. Rasûlullah 'Sorun' dedi.
- Bizlere Allah'ın Kitabında yer alan en büyük şahitlik hakkında haber ver.
Bunun üzerine Allahu Teâlâ Peygamberine bu "Allah, -adaleti ayakta tutarak- şehadet eder ki gerçekten O'ndan başka ilâh yoktur, melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet ettiler" âyetini indirdi. Her iki ilim adamı da İslâm'a girdi ve Rasûlullah'ı tasdik ettiler.
Kabe'nin etrafında 360 tane put vardı. Bu âyet-i kerime nazil olunca bu putlar yüzüstü secde eder gibi yıkıldılar.
Hakiki şehadet, Allah’ın şehadetidir. O; zatının ehadiyetine ve samedaniyetine ilm-i ezelisi ile ezelde şehadet etmiştir. O, bu ezeli şehadette tektir, onun zatına ve sıfatlarına hiçbir şey benzemediği gibi, şehadetine de hiçbir şey benzemez. Zamanın olmadığı bir anda, ne aklın ne cehaletin, küfrün, şirkin, arşın, ferşin, cennetin, cehennemin, hiçbir insan ve meleğin, ilim sahibi, inkar ve ikrar ehlinden kimsenin olmadığı o zamansızlıkta, Allah’ın varlığına ilk şahitlikte bulunan Allah’tır. O anda Allah’tan başka tek bir varlık yoktu. Bunu olduğu gibi haber verdi.
Sonra Allah (cc) mahlukatı yarattı. Akılları, vahid-i aziz oluşuna, zatları rububiyetine şahit kıldı. ‘Ve melekler, ve ilim sahipleri de şehadet etti.'
Yarattığı her mahluk, açık ve fasih bir dille O’nun varlığına, rububiyetine, kudretine şehadet ettiler. Tevhid suyu, meleklerin ve ilim sahiplerinin gözelerini dolduran bir pınar gibi onların fıtratlarına aktı. Ancak melekler bu tevhid suyunun sadece mazharıdır. Oysa ilim ehli ondan içmekle tahsis edilmişlerdir. Bu yüzden ‘ilim sahipleri’ni zikrettikten sonra ‘La ilahe illa hu’ cümlesi tekrar edildi. Onlar meleklerle tevhid suyunu taşımakta ortak olsalar da, onu içerek tevhidin hakikatini bizzat müşahede edenler ilim ehlidir.
✽ ‘شَهِدَ’; kesin haber vermek, bildiğini söylemek, hazır olmak, bulunmak, şahit olmak, şahitlik etmek, yemin etmek, şahitlik ettirdi, bulundurdu, şehitlik talep etti, tahiyyata oturdu, delil, petekteki bal manalarındadır.
✽ Allah (cc) ezelde hiçbir varlık yaratılmamışken kendinden başka ilah olmadığına şahit olup, kesin olarak haber verip bildirmiştir. Fiilin mazi gelmesi; kesinlik ve ezeliyet içindir.
✽ Lugat manalarına göre; Allah yemin etmiş ve bu gerçeğe mahlukat yani bütün mükellefler tarafından şahit olunmasını talep etmiştir, şehadeti bütün din ehline farz kılmıştır. Onun şehadeti, hakiki, ezeli ve ebedidir. ‘Allah’dan daha doğru sözlü kim olabilir?’ ayetine telmihtir.
✽ ‘اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ’ cümlesi ‘شَهِد’ fiilinin mefulüdür. Kasır cümlesiyle gelmiştir. Kasrı mevsuf alessıfat, kasrı kalp, kasrı hakiki.
✽ ‘اَنَّ’ ile cümle müfret hükmüne girmiş kelime-i şehadettir. ‘لَا’ bütün düzmece ilahları reddeden bir nefy edatı, ‘اِلَّا’ sadece bir olan Allah (cc)’ı isbattır. Her kasır cümlesi tekit ifade eder.
✽ Cümle ‘اَنَّهُ ’ ile başlayıp ‘ هُو’ diye biten reddül aciz, cinas-ı tamdır. Cümle tekitlerle doludur. ‘اَنَّ’ bir tekit ‘هُ’dan sonra tekrar ‘هُو’ gelmesi bir tekit. ‘اِلَّا’ istisnası kasırla bir tekit.
✽ وَالْمَلٰٓئِكَةُ Allah’ın şahitliği üzerine atfolmuş. Bütün melekler de bu tevhid ilkesine şahit olmuş. Onların şehadeti lafız olarak aynı olsa da, Cenâb-ı Hakk’ın şahitliğinden farklı olduğundan tefrik sanatıdır. Onların şehadeti taklit ve mecazendir.
Cenâb-ı Hakk’ın ‘لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ’ diye haber verdiği gerçeğe inanıp şehadet etmişler. Ayrıca görevli melekler bunu peygamberlere bildirmiş. Melekler bu tevhid kelimesini dillerinde daima vird edinmişler.
✽ Meleklerden sonraki sıra ilim ehline verilmiş. Başta peygamberler, veliler olmak üzere, bu hakikata şahit olup söylemiş diğer insanlara da telkin edip öğretmişler. İlim ehline muttasıl olarak ‘قَٓائِماً بِالْقِسْطِ’ hal cümlesi getirilmiş. ‘Adaleti ikame ederek’. Yani sadece tevhidi dille söylemekle kalmayıp, tevhidin gerektirdiği itikat-ibadet ve ahlakta Allah (cc)’ın bildirdiği itidal üzere olup, ifrat ve tefritten uzak olmayı hayat tarzı olarak kabul etmeleri ve küre-i arzda bu tevhid duygusu yerleştirilmekle ihbar şeklinde bir inşa olmuş. Sonu reddül aciz ve hüsnü hatime olarak ‘لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ’ ile son bulmuştur.
✽ ' الْعَزٖيزُ Aziz' ismi, لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ kavline, 'الْحَكِيمُ Hakîm' ismi de قَٓائِماً بِالْقِسْطِ kavline münasiptir, muraat-ı nazırdan teşabuhel etraf olmuştur.
19- Allah katında din, İslam'dır. Kendisine kitap verilenler kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki ihtirasları yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkar ederse Allah (onların) hesaplarını çabuk görür.
Ezelden ebede Allah (cc) nezdinde din İslam’dır. Hz. İbrahim’e bu isim bildirilmiş, ancak daha sonra geçen yıllarda bu isim insanlara unutturulmuştu. Sonra Hz. Peygamber’e verilen dine bu isim tekrar verilmişti. Tıpkı zemzemin kaybolup, yıllar sonra ortaya çıkması gibi, Allah nezdindeki asıl dinin adı olan İslam ismini, Resulullah'a verdiği son dinle değişmez bir gerçek olarak sabitlemiş oldu. 'İbrahim'in dininden yüz çevirenden daha sefih kim olabilir?' (Bakara, 130)
Allah İslam dini ile insanlığı çirkinlikten güzelliğe, kötülükten iyiliğe, ahlâk çöküntüsünden güzel ahlaka, zulümde adalete, anarşiden nizama çağırır. Din insana gönül genişliği, huzuru kalp, ruh sükunu ve zorluklarda kolaylık sunmakla beraber emrettiği ibadetlerle de gönüllere nur yağdırır. O ibadet ki, o bir kurtuluş helvasıdır, o bir menü helvadır. İslam dini Efendimiz’den önceki dinlerin hükmünü kaldırmıştır. Artık kıyamete kadar geçerli tek din İslam’dır. O dinler muvakkat zaman için idi, zamanları doldu. İnsanlar onları tahrif ettiler. Allah (cc) Kuran’ı kıyamete kadar bizzat kendi muhafaza edeceğini Hicr, 9’da bildirdi. Son dinin hükmünü son peygamber Muhammed Kuran olarak vahyetmiştir. O hatemünnebi oldu. Şu anda yeryüzünün hiçbir yerinde İslam’dan başka hak din yoktur, olmayacaktır da . ‘Bugün dininizi kemale erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslam’ı seçtim.’ (Maide, 3)
Ehli kitabın ihtiladı ilimle geldikten sonra haset ve taassupları yüzünden olmuştur. Ayetleri inkar edenlere karşı Allah (cc) hesabı en çabuk olandır. Yahudiler peygamberin kendi soylarından gelmediği için inanmadıklarını söylüyorlar. Bu söz, bu düşünce ve bu mantıkla Allah (cc)’ın takdirine karşı çıkıyorlar. Peygamberi ve müminleri incitiyorlar. Oysa öne sürdükleri bahanelerinde sadık değiller. Kendi soylarından gelen nice peygamberi yalanladılar, nice peygamberi öldürdüler, kendilerine gelen kitapları tahrif edip değiştirdiler.
Mümin dinini Rabbinden alır. Dinde olan seyyie, dinde olmayan hasenatından hayırlıdır. Zira dinde günah affolur. Ama dinsiz hasene kabul olmaz.
Din; iman, tasdik, şeriat, ilim, din-i İslam ikrar olarak da tefsir edilir.
Din, zahiren şeriatın emirlerine teslim olmak, batınen sıkılmadan Hakk'ın hükümlerine teslim olmaktır.
"Allah katında" ifadesi dinin geçerlilik ölçüsünü belirler. Hak din, Allah tarafından belirlenir, beşerin ölçüsüyle tesbit edilemez. Bir insanın katında değerli olan felsefî sistem, din olma vasfını kazanamaz.
Allah katından yetki almayan bir fikir sistemi, hak din olamaz. Hak din ilahî vahiyle oluşan bir müessesedir. Allah'ın tasvip etmediği dine, din denmez. Allâh mizânında kabule şâyan olmayan hiçbir değerin itibârı yoktur. Allah’ın nizâmına muhâlif olan hiçbir nîzam, hiçbir kâide, hiçbir prensip, hiçbir âdet meşrû değildir.
Din
Din kelimesinin Kuran’da dört anlamı vardır:
1- İtaat ve kulluk.
2- Bir inanç sistemi, din.
3- Kanun.
4- Ceza, karşılık, mükafaat.
Bu dört anlam birbirine bağlantılıdır. Hepsinin temelinde de itaat vardır. İnanç sistemi, itikadi düzeydeki itaati, kanun; davranıştaki itaati teşkil eder. Ceza da, kişinin Allah’a itaatinin ya da O’na isyanının neticelerini temsil etmektedir.
Din kelimesinin Arapça'daki yaygın anlamı ‘adalet, tatbikat'tı. Fakat Kur'an-ı Kerim kelimeye ‘kanun’ anlamını yükledi. Çünkü İslamiyet siyasi, ekonomik ve sosyal hayatı da düzenleyen bir dindir. İslam; hayatı dini olduğu kadar dünyevi yönden de kuşatır.
Arapçada daha önce hiç olmadığı halde ‘ceza’ anlamı da din kelimesine Kuran tarafından tesis edildi. Verilen mükâfaatın sebebi olduğu için yapılan ibâdete de "din" denilmiştir.
Din; insana dayatılan bir şey değil, ihtiyacı olan zaruri bir yardımdır. Çevresindeki her şeyin hizmetine sunulduğunu, büyük bir dikkatle nimetlendirildiğini gören insan, göremediği bu cömert ihsan sahibi karşısında şükran duyar. Acziyet ve şükür içinde o varlığa hizmet ve kulluk etmek için harekete geçer, ama bunu nasıl yapacağını bilemez. Bu noktada din, insana hizmet ve kulluğu nasıl yapacağını anlatır. Yaratılışındaki Allah’a meyli açığa çıkarır ve bu meyli ifade için uygun mecra sağlar. Din, insan ruhunun derin bir ihtiyacını, inanç ve ibadeti temin etmiş olur.
Allah insanlara İslam'ı din olarak seçmiştir. Ayrıntılarda birbirlerinden ayrılsalar da, bütün peygamberlere Allah aynı asli mesajı öğretmiştir. Hz. İbrahim, tek Allah’a eksiksiz sadakatinden dolayı örnek Müslüman olarak tanıtılır. Çünkü tevhid ezeli dinin en önemli unsurudur ve ilk insan olan Hz. Adem’in itikadını teşkil eder. İnsan tevhidden şirke ilerlemiş değil, tevhidden şirke gerilemiştir.
İnsanları asli dinden ne uzaklaştırdı? Asıl neden hakikati bilmemek değil, onu bilerek, inatla reddetmekti. Hakikati inhisar altına alma hırsı insanları çoğu kez birbirine karşı bağy etmeye, (adaletsizlik, günah, zulüm) sürükledi.
Allah her çağda aynı aslî dini indirmiştir. Fakat dinin zahiri devirden devire değişmiş, bu değişiklikler her devrin kendi ihtiyaç ve şartlarına göre gerçekleşmiştir. Her devirde dinin bir evrensel, daimi, bir de mahalli, geçici unsurları olmuştur. Resulullah son peygamber, İslam da son dindir. Din İslamiyet ile kemale ulaşmıştır.
İslam
Bu ayette din, itaat ve millet anlamındadır. İslâm ise iman ve itaatler anlamındadır.
"İslâm" kelimesinin Arapçada üç mânası vardır:
a) Boyun eğip itaat etmektir.
b) Barışa giren demektir. Selamet, kurtuluş manasındadır.
c) Dini ve inancı sırf Allah'a has kılma ve yapma demektir.
İslâm'ın şeriat örfündeki mânâsı "imân"dır.
"Bedeviler, "imân ettik " dediler. De ki: "Siz imân etmediniz. Fakat (bari) "Müslüman olduk" deyin.." (Hucurat. 14) âyeti, İslâm'ın, imândan farklı bir şey olduğunu bildirir.
Lugâvi bakımdan İslâm, inkiyad edib boyun eğme mânâsındadır. Münafıklar da kılıç korkusundan ötürü, zahiren inkiyâd edip müslümanların isteklerine uyunca, görünüşe göre onlar da İslâm’a girmiş olur. Münafığın zahirî İslâmdadır. Kalbi Allah'ın dinine inkiyâd etmediği için, âyetin mânâsı şöyle olur: "Siz kalben ve içinizden müslüman olmadınız. Fakat zahiren "Müslüman olduk" deyiniz.
Bazan bu kelimeler eş anlamlı olup; biri diğerinin yerine kullanılabilir.
Kıyamet günü âmeller bir bir gelir: Önce namaz gelip «Ya Rabbi ben namazım» der. Allah ona: «Sen hayır üzeresin» buyurur. Bu kez sadaka gelip: «Ya Rab! Ben sadakayım» der. Allah ona da: «Sen hayır üzeresin» buyurur. Sonra oruç gelip, «Ya Rab! Ben orucum» der. Allah ona da : «Sen hayır üzeresin» buyurur. Sonra sıra ile ameller bir bir gelir; Allah hepsine de «Sen hayır üzeresin» buyurur. Sonra İslâm gelip «Ya Rab! Sen Selâm'sın, ben İslâm'ım» der. Allah ona : «Şüphesiz ki sen bugün hayır üzeresin; bugün seninle tutacağım ve seninle vereceğim» buyurur. Hadis-i Şerif
İslâm demek, insan hayatı demektir; İslâm demek, kâinat düzeni demektir. İslâm dini insan ruhu ve varlık alemiyle uyum halinde olması bakımdan en son, en mükemmel din olmaya lâyık görülmüştür.
Kıtaların keşfine, haberleşmenin sağlanmasına yakın bir çağda gelen İslâm artık bir millete değil, bütün milletlere ve her çağa hitap etme kudretindedir. Bunun için İslâm her çağın dinidir.
İslam beş temel üzerine bina kılınmıştır: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şahitlik etmek. Namazı dosdoğru kılmak, zekâtı hakkıyla vermek, Allah'ın evi Kâbe'yi haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak. Hadis-i Şerif, Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî
✽ ✽ ✽
Bir Yahudi borcunu istemek için İbrahim Acuri Hz.lerinin (ks) yanına geldi. Bir müddet konuştuktan sonra Yahudi:
‘Bana öyle bir şey göster ki o sayede İslam’ın, dinimden daha şerefli ve daha faziletli olduğunu anlayayım ve Müslüman olayım’ dedi. İbrahim Acuri:
‘Doğru mu söylüyorsun?’ diye sordu. Yahudi:
‘Evet, doğru söylüyorum’ dedi. İbrahim Acuri:
‘Rıdanı bana ver’ dedi. Sonra da onun rıdasını kendi rıdası içine koyup sardı ve yanmakta olan fırının içine attı. Biraz sonra da kendisi fırının içine girdi ve ateşin içinden çıkardı. Dışarıda ridasını açınca içine sardığı yahudinin ridasının yandığı görüldü. Kendi ridasına hiçbir şey olmamıştı. Bunu gören Yahudi derhal Müslüman oldu.
✽ ✽ ✽
• Buradaki ihtilaf Hz. Musa'nın aldığı ahidde yahudilerin ihtilafıdır. Hz. Musa'nın vefatı yaklaştığı zaman, Tevrat'ı yetmiş âlime teslim eder ve onları Tevrat'ın bekçileri yapar. Onlara önce halife olarak Yuşa b. Nun'u tayin eder. Birinci, ikinci, üçüncü batın geçtiğinde bu yetmiş âlimin oğulları, aralarındaki hased ve ihtiras sebebiyle Tevrat hakkında ihtilâfa düşerler. Kan dökülür. Dünya sultanlığını, mülkünü, hazinesini, süsünü, ziynetini talep ederler. Allah da onlara zorbalarını, cebabirelerini musallat eder.
• Bu, Hristiyanların ihtilafıdır. Hz İsa’nın Allah’ın kulu ve rasulü olduğuna dair kendilerine ilim geldikten sonra onun hakkında ihtilafa düştüler.
• 'Kitap verilenler' lakabı İslam'da ihtilafa düşenlerin hepsine ait-tir. Bu lakap onları ziyade takbih içindir. Zira kitap verilmesinden sonra ihtilaf çok çirkindir. İstisna umumi hallerden veya umumi vakitlerden istisna-i müferrağdır.
İhtilafın asıl sebebi bilmemek ya da delil yetersizliği değil, asıl sebep azgınlık ve hasettir.
• Bunlardan murad, yahudî ve hristiyanlardır. İhtilâfları ise, ya-hudilerin "Üzeyr Allah'ın oğludur!" demesi; hristiyanların da, "Mesih Allah'ın oğludur" diyerek, Hz. Muhammed'i inkâr etmeleridir.
İslâm, ihtilafları kaldırmak, ilim ve düşünce hayatına tevhidi getirmek için gönderilmiştir.
Bu ifade, 'Adaleti ayakta tutarak şahitlik eden ilim adamları'nın kıskançlık yüzünden ihtilafa düşmeyeceklerini bildirir. Çünkü adil olmayan ilim adamı kıskançlık gösterir ve bu da ihtilafa sebep olur. Demek ki adil ilim adamı, kıskanmaz ve lüzumsuz ihtilaf çıkarmaz.
Allah Teala burada ihtilafa düşen kitap ehlinin davranış analizini yapmaktadır. Kendilerine kitap verildiği ve ilim geldiği halde ihtilafa düşmelerine, aralarındaki kıskançlık sebep olmuştur. Demek ki kitap ve bilgi sahibi olmak, kıskançlığı engelleyememektedir, kıskançlık karşısında bilgi etkisiz kalmaktadır. Ancak, önceki ayette dikkat çekilen adalet ile bilgi bir araya geldiğinde kıskançlık ortadan kalkar. Bilgi ve adalet bir araya geldiğinde, kıskançlık hastalığına şifa olur ve haset mikrobunu mağlup eder.
Aynı Rabbe kul, aynı Rasule ümmet olma iddiasında samimi olanları, ne mezhep ne meşrep ne meslek ne makam mevki ne de hasen-ahsen tartışmaları birbirinden koparamaz. Rabbimiz kendi davasına hizmet iddiasında olanların, birbirleri ile tartışmalarına, ihtilafa düşmelerine, çekişmelerine, kavga etmelerine razı değildir.
İnsanlar Allah’a ve Peygamberine teslim oldukları zaman aralarındaki çekişmenin en başta gelen sebebi ortadan kalkmış olur. Çünkü çekişmeye neden olan insanların farklı görüşlere sahip olmaları değildir. İnsanı, görüşünde ısrara sürükleyen ihtirastır, arzudur. Bu da, insanın kendi “şahsını” terazinin bir kefesine, “gerçeği” de bir kefesine koyması ve “şahsını” tercih etmesidir.
"Müşterek bir işte çalışan şahıslar, dinî veya dünyevî bir müessese mensupları müdavele-i efkâr yaparken, herkes kendi fikrini mutlak doğru bilir, diğer arkadaşlarının fikirlerini daima isabetsiz görür, müessese arkadaşlarının reylerini hakir bulur.
Müdavele-i efkârda bir işi isabetsiz veya zararlı bulduğunu arkadaşına söylerken edep, terbiye, hürmet gibi yüksek ahlâkı çiğneyerek tehevvürle, şiddetle söylemek; karşısındakinin izzetini kırmaktır. İslamî terbiye ve ahlâka sırt çevirmeye sebep olduğu halde, bunu hiç nazara almayarak, ‘Bana böyle dedi, şöyle dedi’ gibi hiddetli mukabele etmek mücadelenin en büyük zararlarındandır. Dehşetli zararlarda kendisinin dahli olmadığına, ya cehl-i mürekkeple veya gururla iddiada bulunur. Halbuki mesai arkadaşlarına hürmetle mukabele edip, kendi fikirlerinin isabetsiz olabileceğine ihtimal vererek, yirmi meselede hiç olmazsa on adedini arkadaşlarının kanaatlerine münasip bulup iş yapması, fikirlere menfî hislerin karışmadığını gösterir.
Müteaddit defalar bir iş hususunda meşveret ve müdavele-i efkâr adı ile söze oturulur. Münakaşa ve kavga ile kalkılır. Bu kavgamsı konuşmada, herkes heyecanlanır. Hisler heyecana gelir. Biri diğerine, diğeri ötekine hakaretli sözler sarf eder. İlk defa birisi hakaret eder, diğeri misilleme yapar. Birinci hakaret edip kalb kırana sor: “O bana böyle dedi, ben de ona öyle dedim” der. Bu beş-altı defa tekerrür edince, artık en yakın dâvâ arkadaşına ikinci küskün durur. Bu küskünlüğü gören üçüncü, birinciden soğur. İkinci ile üçüncü birleşir. Birincinin gıyabında konuşa konuşa, artık o da hâricîlerin müşfiki, can kardeşine küsücü olmuştur. Artık birincinin hakkında tenkit ve kusurları sayıp dökmeler başlamıştır.
İslâm: muaşereti, edep ve terbiyeye riayet etmeyi evvelâ yakınlarımıza karşı tatbik etmeyi gerektirir. Bunu yapmayarak hisse ve nefse uyarak veya tehevvüre kapılarak dahilî müessese mensuplarına, hâriçtekilere dahi yapılmayacak olan bed muameleyi yapmak yanlıştır. Bu kötü hissiyat zararlı netice doğurunca ‘Ben sebep oldum, özür dilerim’ kâmilliğini yapmayarak zararlı neticeyi acib bir hâlet-i ruhiye ile karşısındaki ticaret arkadaşına yüklememelidir.
Taraflardaki şahısların umumunun alâkadar olduğu umumî bir mes’eleye iki taraf da birbirini sabit fikirlilikle itham ederek, müessese hizmetine dinamit koyarak umumun zararına sebep olmamalıdırlar. Z. Gündüzalp
Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan;
Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan.
Siz bu davada iken yoksa, iyazen billah,
Ecnebiler olacak mülkün sahibi nagah.
İhtilaf sebebi; kin ve kıskançlık
İlim adamlarını mahveden şey haseddir. Nice hârika zekâlar, hased yüzünden, kendilerini yükseltme yerine, başkalarını alçaltmak için çalışmıştır. Nice imkanlar insanların ve cemiyetin hayrına kullanılma yerine, hased yüzünden ziyan edilmiş veya yıkıcılıkta harcanmıştır.
Hased öyle bir kurttur ki, genç-ihtiyar, alim-cahil, hoca- talebe demeden herkesin içinde kendisine rahat bir barınak bulabilir. Musallat olduğu her bir ruhu kemirir durur.
Hased, peygamber evladına bile söz geçirebilmiştir. Tarihte nice âlimler, nice âbidler, nice kahramanlar, nice devlet adamları hased yüzünden âleme ibret olmuşlardır.
Kardeşi kardeşe, arkadaşı arkadaşa, komşuyu komşuya, âlimi âlime düşman yapan yine hep bu fitnedir. Birlik, beraberlik içinde görünen nice dostlar, hased tokatlarıyla darmadağınık olmuşlardır. Vücuda yerleşen bazı mikropların, doktorları aciz bıraktığı gibi, hased de en yetişkin, en maharetli irşadçıları aciz bırakmış ve mağlup etmiştir.
Hased, hırs ve kinle pek kolay dost olur, o ne yapıp yapıp hırslı ve kindar kimselerin ruhlarını hemen buluverir. Ve, bu zavallı ruhların sağlam kalan taraflarını da bir güve gibi kemirmeye devam eder durur.
Acaba arkadaşlarımızın başarı ve mutluluğunu kendi başarı ve mutluluğumuz bilip sevinebiliyor muyuz? Dostumuzun ticaretten büyük kârlar elde etmesine dayanabiliyor muyuz? Hatta bundan mutluluk duyabiliyor muyuz? Bu sorunun cevabı hased karşısındaki yerimizi tayin edecektir.
Komşumuzun, tanıdığımızın, çoluk çocuğuyla mesut bir hayat sürdüğünü görünce “Ne güzel, Allah herkese nasib etsin” diyebiliyor muyuz? Çünkü birine nasib olmuş bir saadetin herkes tarafından erişilmesini, paylaşılmasını arzu etmek ruh zenginliğindendir. Hased böyle ruhlara saldırmayı göze alamaz.
Hasedi en çok yıldıran şey kadere imandır. Hased ne kadar şahlanırsa şahlansın, kadere iman takviye edildiği zaman, dizlerinin feri kesilir. Hased iman ve ibadet nurundan da çok yılar, bu nur onun belini kırar.
Her cemiyetin en çok muhtaç olduğu şey, mihver insandır. Yeni nesillerin örnek alabileceği insanlar her cemiyette sayılı ve sınırlıdır. Bunların şahsiyetlerini korumak için üzerlerine titremeli, her fırsatta onların kemalleri, gıbta edilecek örnek yönleri ortaya konmalıdır. Büyük adamların ufak tefek kusurları kat’iyyen nazar-ı dikkate alınmamalıdır.
Birlik ve beraberlikte kuvvet; ayrılıkta sıkıntı ve felaket vardır.
Yaprağa soruyoruz, kendi kendine tamam mısın? Yaprak cevap veriyor: Hayır, benim hayatım dallardadır. Dala soruyoruz, dal diyor ki: Hayır, benim hayatım köktedir. Köke soruyoruz, cevap veriyor: Benim hayatım gövdede, dallar ve yapraklardadır. Dallardaki yaprakları koparırsanız ben ölürüm.
Tek taşla duvar olmaz.
Çokluk bozulmaya azlıktan daha az elverişlidir.
Birlik içinde eriyen her işte muvaffak olur.
Diye dursun atalar: ‘Kala içinden alınır.’
Yok ki hiçbir işiten… Millet-i merhume sağır!
Girmeden tefrika bir millete düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.
Ayet, tehdit ifadesi bildirir. "Âyetleri inkâr eden kimse, çarçabuk Allah'a varır, Allah da onu hesaba çeker, küfründen dolayı onu cezalandırır" manasındadır. Amelleri ne kadar çok olsa da Allahu Teâlâ, o kimseye, günahlarını, inkârlarını, tüm yaptıklarını süratli ve eksiksiz bir şekilde bildirecektir.
İhtirasın, kıskançlık ve kinin getirdiği ihtilaf, inkara kadar uzanır. İhtilaf edenlerin biri hakkı kabul ederken, diğeri inkar etmektedir. Bilgiyi ihtilaf konusu yapmak, onu ihtirasa kurban etmektir.
Yüce Allah, ilmi ihtirasa kurban etmenin doğuracağı kötü neticeye dikkat çekerken, ilme ne kadar önem verdiğine dikkat çekmektedir.
Allah katında hak dinin İslâm olduğu gerçeği tartışmaya açılamaz, ihtiras konusu edilip üzerinde ihtilaf yapılamaz. İnsanları bu hatadan, ancak adaleti ayakta tutan ilim adamları döndürebilir. Bu din ihtiras, kin, düşmanlık ve inkar alanı haline getirilemez.
Bilgiyi hakem kılmamak, ona sırt dönmek ve ihtirasa kapılmak inkarı getirir; inkar da ilahî hesabı süratlendirir. Allah'ın hesabı çabuk görmesi, suçun cezasını dünyada vereceği anlamına gelir. Allah'ın, hesabı acele görmesinin nedeni de, -ayetten anlaşıldığı üzere- bilgiden sonra ihtiras yüzünden ihtilafa düşmek ve inkardır.
Kıyâmet günü bir adamı Allah (cc)’ın huzuruna çıkarırlar. Kazancı da masrafı da haramdır. ‘Bunu cehenneme götürün!’ denir. Başka bir adamı getirirler. Helalden kazanmış harama sarf etmiştir. Onu da cehenneme gönderirler. Bir diğeri de haramdan kazanmış helale sarf etmiştir. Onu da cehenneme gönderirler. Sonra başka birisini getirirler. Helal kazanmış helale sarf etmiştir. Ona bu serveti kazanırken farzlardan bir ibadeti geçirip geçirmediğini sorarlar. Hiçbir farzı bırakmadığını açıklar. Bu servete birinin hakkı geçti mi, mesela işçilerinin ve hayvanlarının hakkını verdin mi?’ diye sorarlar. Onları da verdiğini söyler. Bakmakla mükellef olduğu kimseye vaktinde nafakalarını ulaştırıp ulaştırmadığını sorarlar. Bu sırada çalıştığı kimseler getirilir, hakları karşılaştırılır. O da temiz çıkınca ‘Verdiğimiz nimetlere karşı ne gibi şükürde bulundu? Onun hesabını görelim!’ derler. Hadîs-i Şerîf
✽ ✽ ✽
Fatımatüz-Zehra (ra) vefat ettiğinde, kabir kenarına konulunca, Ebu Zer Gıfari (ra): “Müjdeler olsun ey kabir! Sana, Rasülullah’ın kızı Fatımatüz-Zehra’yı getirdik” diye seslendi. Kabirden “Ben, hasep ve nesep yeri değilim. Ben amelin geçerli olduğu yerim. Bende azaptan ancak hayrı çok olan, ameli ve kalbi riyadan halis olan kimseler kurtulur” diye bir ses işitildi.
✽ ✽ ✽
Bu ayetteki işaret şudur: Suret alemindeki ihtilaflar, ruhlar aleminde birbirini tanımamanın neticesidir. Efendimiz şöyle buyurdu: Ruhlar Allah (cc)’ın toplanmış ordularıdır. Orada birbiriyle tanışanlar ülfet eder, tanımayanlar ihtilaf ederler.’
Ruhlar birbiriyle karşılaşınca, eğer misak gününde aynı safta birbirlerine yakın veya karşı karşıya aynı menzilde iseler, birbirlerine ülfet ederler. Eğer misak gününde safları birbirine uzaksa veya birbirlerine sırt dönmüş durumda iseler, ihtilaf ederler.
Zahiren ihtilaf bir takım sonradan olma sebeplere bağlı gözükse de, batındaki bu tanışmaya bağlıdır. İki insan karşılaşınca birbirlerinin simasına bakarlar, o anda ruhlar birbirlerini tanır. Kalpler birbirlerini hatırlarsa ülfet ederler. Veysel Karani’de (ra) olduğu gibi. Herm b. Hayyan’ı görünce ona ‘Esselamü aleyke ey Herm’ dedi, Herm, ‘Beni tanıdın mı’ deyince ona şu cevabı verdi: "Ruhum ruhunu tanıdı."
İhtilaf da ruhların birbirini tanımayıp anlaşamamasından kaynaklanır. Ancak bu ihtilaf, zahirde bir takım sebeplerden doğan düşmanlıklarla ortaya çıkar.
‘Onların ihtilafı ancak aralarındaki hasetten dolayıdır’ buyrulduğu gibi.
Bu ayet, ilmin hased zeminlerinden olduğunu gösterir. Ehli ilmin hasedi, mezmum ve övülen olmak üzere iki kısımdır.
Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Hased ancak iki kişiye yapılabilir: Bir adam ki Allah (cc) ona mal vermiş, onu hak yolunda, gerekli yerlere harcar. Bir adam da Allah (cc) ona hikmet vermiş, o da onun gereğiyle amel eder ve onu öğretir.”
İbni Mesud bu hadisi şöyle açıklar: Bu hasetten kasıt, gıbtadır. Çünkü o, kardeşinde olanın benzerinin kendisinde de olmasını ve onun amel ettiği gibi amel edebilmeyi istiyor. Hasedin bu çeşidi övülmüştür. Mezmum olan, kardeşindeki malın ve ilmin sadece kendisinin olup, onun elinden gitmesini istemektir.
Kim kardeşlerine üstün olmak, dünyada yükselmek, mertebesinin yücelmesini, makam sahibi olmayı ister, açık delilleri burhanları inkar ederse, Allah (cc) seriu’l hısabdır. Onu dünyada peşinen hesaba çeker. Onu katı ve kararmış bir kalple, Hakk’tan uzaklaşmakla, şeytanın, dünya hırsının, nefs ve hevasının kendisini istilasıyla peşinen cezalandırır. Ahirette de hicapla ve şiddetli bir ikabla cezalandıracaktır.
✽ اِنَّ الدّٖينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ 'Muhakkak ki Allah katında din İslam'dır' cümlesinde müsnedin marife gelmesi kasır ifade eder. Normalde müsnedin ileyh (isim cümlesinde mübteda) marife, haber nekre olur. Haber (müsned) marife gelince tahsis bildirir.
✽ Kasrı mevsuf alessıfattır. Kasrı kalptir. Yani; Efendimiz’le (sav) gelen ve kıyamete kadar devam edecek olan tek din İslam’dır. İslam'dan sonra hiçbir din iddiası geçerli değildir. Şimdi artık ne yahudilik, ne hıristiyanlık diye bir din yoktur. Bu iki din önceden hak din idi. Diğer mecusilik, budizm vs. ne kadar din adına sayılan isim varsa hepsi asıldan uydurma ve yalandır.
Mümine, müslümana yakışan İslam'dan başka din diye bir şey olmadığına inanmak ve insanlığı İslam'a davet etmek, sözüyle, özüyle bizzat hayatıyla örnek olmaktır. Bugün yaygınlaşan "dinler arası diyalog" sözleri bütünüyle asılsızdır. İslam'dan başka hak din yok ki aralarında diyalog olsun.
✽ Buradaki kasır da, ayetin başındaki اِنَّ de bu gerçeği tekitle defalarca vurgulamaktadır. Cümlenin isim cümlesi ile de gelmesi dinin sübut ve devamını ifade etmektedir.
✽ عِنْدَ اللّٰهِ 'Allah katında' izafeti de, muzafın gayrını tahkir bildirir. İslam'dan başka dinlerin Allah katında reddini açıkça beyan eden bir kavli mucibtir. Allah kabul etmedikten sonra kim neye inanırsa inansın inancına ne isim verirse versin, hiçbir anlamı yoktur. Ancak hak dini bozmaya çalışan bir virüs olmaktan öteye gidemez.
✽ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذٖينَ اُوتُوا الْكِتَابَ اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْياً بَيْنَهُمْ cümlesi, kasrı sıfat alel mevsuf, kasrı kalptir.
İslam dininin bilgisi Efendimize ve ümmetine ulaşınca, öncelikle hak dinlerini tahrif edip yürürlükten çıkmasına sebep olan yahudi ve hıristiyanlar olmuştur. Üstelik bunlar son peygamberin geleceğini bütün vasıflarıyla kendi kitaplarından öğrendikleri halde bu menfur itiraza yeltendiler. Bu büyük hatayı, inkarı sırf haset ve azgınlıkları yüzünden yapmışlardır.
✽ Cümle medhe benzer zemmi tekittir. Kitap verilmiş ilim ehli olmaları, artı bir vasıf olmakla medhedilirken, hem kendi kitaplarını hem Hz. Muhammed'e gelen kitabı inkarları zemmedildi. Haset ve azgınlık sıfatlarıyla da bu zem tekit edildi. 'Kitap verilenler ihtilaf etmedi ancak' deyip istisna edatı gelince, ardından geçerli bir mazeretleri vardı, sanki şu özürlerinden dolayı ihtilaf ettiler denecekken, 'Hasetleri yüzünden' buyrularak zemm tekit edildi.
✽ اخْتلَفَ 'nin iftial babından olması da ihtilaflarının yapay olup, gerçeğe dayanmadığını gösterir. Çünkü iftial babının mutavaat ifadesi gelici-geçicidir.
✽ بَغْياً “ihtirastan dolayı” kelimesinin mensub olması:
a) Mefulü lehtir. “Hasetleri sebebiyle ihtirasları için” demektir.
b) Mana yoluyla masdar olduğu için, mefulu mutlak olarak mensubtur.
Mef'ûlü leh ile masdar arasındaki fark: Mef'ûlü leh, fiilin gayesidir. Masdar ise, failin ortaya koyduğu bir mef'ûlü mutlakdır.
✽ 'Kim Allah'ın ayetlerini inkar ederse' cümlesi, hususiyi zikirden sonra umumiyi zikirle itnab yapılarak konu pekiştirilmiştir. Çünkü önünde zaten ehli kitabın inkarları ve bu inkarın sebebi anlatılmıştı.
✽ Ayrıca bu hükmün sadece ehli kitaba ait olmadığını bildiren, itiraz itnabı olması da mümkündür. Hak dinin karşısına hangi insan hangi sebeple çıkarsa çıksın küfre girmiştir.
✽ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ سَرٖيعُ الْحِسَابِ cümlesi şart cümlesi takyid içindir, küfredeni 'Seriu'l hısab' ile cehenneme bağlar.
✽ Aslında tek bir ayeti inkar eden, iman dairesinden çıkar. Allah'ın ayetini inkar ederse, denmeyip, Allah'ın ayetlerini, buyrularak cemi getirilmesi tağlibtir. Bir tek ayeti inkarın, ayetlerin hepsini inkar manasına geldiğini gösterir.
✽ Şartın cevabı olan 'Muhakkak Allah Seriu'l hısabtır' cümlesi, vasıtalı kinayedir. Mecaz-ı mürselden kevn-i lahık alakasıyla küfrün neticesi, kısa yoldan izah ile tehdit bildirmiştir.
20- Seninle tartışmaya girişirlerse de ki: ‘Ben kendimi tamamen Allah’a teslim ettim. Bana uyanlar da, ‘Kitap ehline, ümmilere de (kitap verilmeyenlere) sor. ‘İslamı kabul ettiniz mi?’ İslam'ı kabul ederlerse doğru yola girmişlerdir. Yüz çevirirlerse sana düşen sadece tebliğdir, Allah kullarını görücüdür.
Efendimiz 'le tartışmaya cüret eden güruha karşı Cenâb-ı Hakk Habib-i Edibi’ne tembih ediyor: "Onlarla tartışma. Sadece şunu söyle; ben Allah ﷻ’ın rızasını gösterdiği yola, cihete teslim oldum. Benimle beraber bana tabi olanlar da! Yani biz kuluz, kulluğumuzu biliriz. Allah’a teslim oluruz. İnanmak isteyen bahtiyarlar, bana inanır, tabi olur. Sizin gibi asi olmaz."
Tebliğ bununla da bitmiyor, yeniden onları teşvike davet edilmesi söyleniyor: "Ehli kitap ve ümmi Araplara söyle; teslim olmuyor musunuz? İnanmak gayretinde, isteğinde olmadıktan sonra kitap ehli ol, okumayan ümmi ol, inanmadıktan sonra arada fark yok." Üçüncü bir cümle tevcih ediliyor: "İslam’a giren, emr-i ilahiye teslim olursanız hidayet bulursunuz. Yüz çevirirseniz, şartın cevabı hazfolup senin görevin tebliği ulaştırmak, hidayet etmek, tesir değil. Allah kullarını içiyle dışıyla görüyor. Niyetlerini, düşüncelerini, inkarlarını, şüphelerini, hasetlerini, tavırlarını, hevalarını görüyor. Ona göre cezalarını verecektir."
Yani, "Allah katında gerçek dinin İslâm olduğunu" söylemen konusunda seninle mücâdele ederlerse, de ki; bunun delili, kendimi Allah'a teslim etmiş olmamdır. Çünkü dinden maksad Rubûbiyyetin gereklerini bihakkın yerine getirmektir. Ben zâtımı Allah'a teslim edip, O'ndan başkasına ibâdet etmeyip, hayrı sadece O'ndan bekler, sadece O'nun hüküm ve hükümranlığından korkar ve başkasını da O'na ortak koşmam. Bütün bunlar ubûdiyyetimin gereklerini hakkıyla yerine getirmektir. Böylece kâmil dinin İslâm olduğunu söylemek sahih olur.
'Eğer seninle mücadele ederlerse' buyruğu, Hz. Peygamber'e tepki gösterildiğini ifade eder. Bütün peygamberler, büyük tepkilerle karşılaşmışlardır.
Aslında olumsuz tepkinin muhatabı peygamberlerin şahısları değil getirdikleri mesajlardır.
Mücadele-cedel
Tartışma; müzakere ve mücadele (cedel) olmak üzere iki kısımdır.
Türkçede “tartışma” kelimesiyle ifade edilen konuşma şekli, hedef ve üslup farklılıklarına göre farklı isimlerle tanımlanmıştır:
• Münakaşa, tartışma kelimesinin tam karşılığıdır. Muhatap rakip olarak görülür, amaç onu alt etmek, meydandan muzaffer ayrılmaktır. Hangi tarafın haklı olduğu, sonucun taraflara ve dinleyenlere ne kazandırdığı hiç önemli değildir.
• Münazaa, ağız kavgası, çekişme, nizalaşmadır.
• Münazara, edep ve nezaket ölçüleri çerçevesinde bir konu et-rafında karşılıklı konuşmaktır. İlmî fikir alışverişi bu kapsamdadır.
• Müzakere, karşılıklı olarak konu hakkında görüş bildirmek, ha-tırlatmalarda bulunmak demektir.
Müzakere, mücadele değildir. Müzakerede; hatırlatma, öğütte bulunma, karşılıklı fikir alış verişi vardır. Kur'an insanları tezekküre çağırır, hatta kendini "zikir" olarak isimlendirir.
• Muaraza, karşı tarafın ileri sürdüğü delile hücum etmeyip, onun zıddını ispat eden diğer bir kanıt ileri sürmektir. Karşıdakinin fikrini doğrudan çürütmek yerine, kendi fikrini savunma yolunu tutmaktır.
• Müdavele-i efkâr ise fikir alışverişidir. Bundaki hedef, bir ko-nuya dair fikirlerin farklı bakış açılarıyla ortaya konulmasıdır. Böylece daha doğru bir sonuca ulaşmak hedeflenir.
Bu konuşma türleri içinde en verimsiz ve faydasız olanları münakaşa ve münazaadır. Ne yazık ki günümüzde en yaygın olan da bunlardır.
Allah Tealâ kitap ve peygamberi vasıtasıyla hak ve hakikati bildirmesine rağmen, tarih boyunca bu hak ve hakikate karşı çıkan insanlar olmuştur. Bu iddiaların önünü almak için alimlerimiz “cedel ilmi”nin usullerinden faydalanmışlardır.
Cedel Arapça bir kelimedir. Sağlam olmak, sert olmak, düşmanlık veya tartışmada çetin olmak, birini sert bir yere düşürmek, cephe almak, gibi manalara gelir. Ancak günümüz Türkçe'sinde anlam derinliğini yitirmiş, tartışma, çekişme gibi ifadeler cedelin yerini almıştır.
Alimlerin kastı kimseyle çekişmek, tartışmak olmamıştır. Aksine, etkili söz söylemenin yollarını kullanarak, yanlışı savunanların hatalarını İslâmî delillerle göstermeyi ve iddialarının tesirini ortadan kaldırmayı hedeflemişlerdir.
Cedel ilmi muhalif fikirleri çürütüp doğru fikri üstün kılmaya çalışır. Herhangi bir tezi ispatlama veya çürütme yollarını araştırır. Kendine has prensipleri, kuralları vardır. Etkili konuşmayla ilgili diğer ilimlerden, usullerden de faydalanır.
Mücadele ise bir şey üzerinde çekişmeyi, uğraşmayı ifade eder. Tartışılan konuda, önceden doğru kabul edilmiş peşin bir hüküm vardır. Mücadelecinin amacı gerçeği bulmak ve kabullenmek değil, karşısındakini alt edip, galip gelmektir. Hırslı ve öfkelidir, kelime oyunlarına başvurmakta mahirdir. Gıybet, küçümseme, hoşgörüsüzlük ve riyaya baş vurur. Maksadı hakkı izhar olmayıp, hasmını ilzamdır. Mücadele bir fikir güreşidir, kimin pazusu kuvvetli ise haklı olan da odur. (!)
✦ "Bir kavim, içinde bulunduğu hidayetten sonra sapıttı ise bu, mutlaka cedel sebebiyle olmuştur." Resûlullah bunu söyledikten sonra, "Onlar: "Bizim tanrımız mı yoksa O mu daha iyidir?" dediler. Sana böyle söylemeleri, sırf tartışmaya girişmek içindir. Onlar şüphesiz münakaşacı bir millettir" (Zuhruf, 38) ayetini okudu.’
✦ Kim haksız olduğu bir münakaşayı terk ederse kendisine cennetin kenarında bir ev kurulur. Haklı olduğu bir münakaşayı terk edene de cennetin ortasında bir ev kurulur. Kim de ahlakını güzel kılarsa cennetin yüce yerinde bir ev kurulur. Hadis-i Şerif
✧ Cedel, dinden değildir ve din büyüklerinin hepsi bunu yasaklamışlardır. Fakat konuştukları bid'at sahibi bir kimse ise inat, husumet ve uzatma olmaksızın, Kur'an-ı Kerim ve hadisi şerifler ile ona anlatmışlardır. Fayda vermeyince kendi haline bırakmışlardır. Malik bin Enes
✧ Medeniyet-i hâzıra, felsefesiyle hayat-ı içtimaiyye-i beşeriyyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. Hedefî 'menfaat' bilir. Düstur-u hayatı 'cidâl' tanır." Hikmet-i Kur'âniye ise düstür-u cidâl'in yerine, "düstur-u teavün"ü koyar. Bediüzzaman
✦ Resûlullah ashâbının arasında otururken, bir adam Hz. Ebu Bekir’e hakaretâmiz sözler sarfederek cefa verdi. Ancak Hz. Ebu Bekir adama karşı sükût etti. Adam ikinci sefer aynı şekilde hakaret etti. O yine sükût etti. Adam üçüncü sefer de eziyet verince Hz. Ebu Bekir adama hak ettiği cevabı vererek intikamını aldı.
Bunun üzerine Hz. Peygamber hemen kalktı. Hz. Ebu Bekir “Ey Allah’ın Resûlü, yoksa bana darıldınız mı?” diye sordu. “Hayır” dedi. “Ancak semadan bir melek inmiş, sana söylediklerini tekzib ediyordu. Sen intikamını alınca melek gitti, şeytan oturdu. Bir yere şeytan oturdu mu ben orada duramam.”
✦ Münakaşa etmeyen, kimseyi incitmeyen kimse Cennete girer. Hadis-i Şerif, Tirmizi
✦ Mücadelede ısrar edeni Allahu Teâlâ sevmez. Hadis-i Şerif, Buhari
✦ Fitnesinden emin olunmayan mücadeleyi terk ediniz. Hadis-i Şerif, Taberani
Tartışmanın sebepleri:
1- Alınan veya hediye edilen şeyi beğenmemek.
2- Yapılan işte kusur araştırmak.
3- İnadından dönmemek, büyüklük duygusu.
4- Başkasının zevk, görüş ve fikirlerine saygısızlık.
5- Tembellik, tahammülsüzlük.
6- Cimrilik.
7- İsraf.
8- Eksik ve geç terbiye.
9- Eşya sevgisi ve eşyanın yokluğundaki üzüntü ve tepki.
10- Nankörlük.
11- Başa kakma.
12- Dünyada, kendinden daha üstünlere bakmak.
13- Haktan olduğunu unutmak reddetmek.
14- Hayasızlık, saygısızlık.
15- Kibir, üstün görme, tahkir.
16- Ölçüsüz davranma, zamanlamayı yapamamak.
17- Cevap vermeyi mârifet saymak.
18- Bu kavgayı Allah’ın (cc) işittiğini ve gördüğünü unutmak.
19- Fikir zıtlığı, uyum sağlamaya çalışmamak.
20- Cehâlet ve hamlık.21- Tefekkür eksikliği.
22- Malına, tahsiline, imkânına güvenmek.
✦ Mümin vakarlı ve yumuşak olur. Hadis-i Şerif, Beyhaki
✦ Mücadelede ısrar edenler hariç, hiç kimse, hidayete kavuştuktan sonra sapıtmaz. Hadis-i Şerif, Beyhaki
✦ Hakkı söyleyen kimse, küçük-büyük ve hoşlanılmayan bir kimse de olsa kabul et, bâtılı da reddet! Hadis-i Şerif, Deylemi
✦ Bilmediği bir hususta inat edene, inadından vazgeçene kadar Allahu Teâlâ gadap eder. Hadis-i Şerif, İbni Ebi'd dünya
'Kalp ve kalıbımla, huşu, hudu, ihlasla Allah'a teslim oldum. (Kevn-i lahık veya vasıtalı kinaye) Yani bugün ona inandık, inandığımız gibi yaşayıp O'nun lütfu ile cennete gidip cemalini seyredeceğiz. Onun cemalini görmek için bütün mevcudiyetimizle O'na teslim olup her emrini başüstünde tutarız. Biz delilleri ve apaçık hüccetleri de size iyice açıkladık. Eğer siz taassub ve hasedi bırakır da bunlara sarılırsanız, siz de hidâyete ermiş olursunuz. Şayet bu delil ve hüccetlerden yüz çevirirseniz, muhakkak ki Allah sizi cezalandırır.'
Bu üslup, alışılmış bir yöntemdir. Hakkı savunan kimse, inatçı ve bâtılı savunan biriyle karşı karşıya gelip de, ona karşı birbiri ardınca hüccetleri sıraladığında, sonunda şöyle der:
"Ben ve bana uyanlar, hakka inkiyâd edip ona teslim oluyor, Allah'a kulluk etmeye yöneliyoruz. Getirdiğim bunca delillerden sonra bana uyar ve üzerinde bulunduğum Hakk'a ittibâ ederseniz, hidâyete ermiş olursunuz; eğer böyle olmaktan yüz çevirirseniz, şunu bilin ki Allah hakkıyla görüp gözetendir." Hak'tan yana olup da delil getiren kimsenin, inatçı ve bâtıldan yana olan kimseye karşı en son söyleyeceği şey, budur.
a) “وَجْه - Yüz” kelimesinden maksat, ibadet ve ameldir. 'İbadet ve amelimi sırf ona tahsis ettim. Sırf O’nun için yaptım, O’na başkası ortak olmadı.'
b) “وَجْه” maksat, kasıt, amaç, niyet, işin ve ibâdetin özü, demektir.
"Benden sadır olan her ameli yapmamın yegâne sebebi, Allah'a kulluk, O'nun ulûhiyyetine ve hükümlerine inkiyâddır."
c) “وَجْه” kelimesi mecazdır. "Kendimi Allah'a adadım" demektir. İbâdet hususunda, kendisini Allah'a adamaktan yüce bir makam yoktur. Bunu yapan Allah'ın dışındaki herşeyden yüz çevirmiş gibi olur.
مَنْ lafzı, اَسْلَمْتُ ‘deki zamire atfedildiği için, mahallen merfudur.
"Bana tabi olan da, kendisini Allah’a teslim etmiştir" demektir.
Demek ki tartışanların sorunu Allah'a teslim olma konusunda idi. Efendimizin bu cevabı, tartışma metoduna güzel bir örnektir. Allah'a teslim olmak olumlu bir davranıştır. Olumlu davranışta bulunanın ne elde edeceğini belirtmek, tartışmayı iyi yöne çeker. Olumsuz davranışın kötü neticesinden önce, olumlu davranışın neticesi bildirilmiştir.
'Kendimi teslim ettim' ifadesi, bir önceki ayette zikredilen "Allah katında hak din İslâm'dır" cümlesindeki 'İslâm' kelimesinin, bütün benliğiyle Allah'a teslim olmak manasına geldiğini bildirir. Demek ki din, bütün benliği Allah'a teslim etmektir.
Allah'a teslimiyet
İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder. Bediüzzaman
Allah’a teslimiyet, kesin bilgi ile iman etmenin en önemli şartıdır; İslam teslimdir. Teslimiyet, kulluğun özünü oluşturur; kulun kalbinin, Rabbine olan en önemli yönelişidir. Rabbini tanıdıkça ve imanda derinleştikçe insanın teslimiyeti de artar.
Allah'ın, ahiretin, hesap gününün, cennet ve cehennemin varlığına, aklıyla, kalbiyle samimi ve kesin olarak kanaat getiren insan için Rabbine teslim olmak zor değildir. Çünkü Allah, insanı fıtrat olarak Kendisine sevgi, güven ve bağlılık duyacak özelliklerde yaratmıştır. O halde asıl zor olan, insanın fıtratına aykırı davranması ve Yaratıcısına teslim olmamasıdır. Hayırda ve şerde kulunun yolunu kolaylaştıran, dinde kolaylık veren Rabbimiz, Kuran’da kullarına teslimiyeti kazandıracak ve artıracak ahlak özelliklerini bildirir, kullarının üzerinden zorlukları alır ve imtihanlarını kolaylaştırır.
Kâinatta her olay Allah'ın yarattığı kadere uygun işler. İnanan insan kaderine iman eder; kendince olumlu ya da olumsuz, yaşadığı her olay karşısında Allah’tan razı olur, zorluklar karşısında da O’na teslim olur. Dünyevi hiçbir değer ya da çıkara karşı tutku duymadığından, kayba da uğrasa üzüntü duymaz.
✽ ✽ ✽
İran padişahlarından biri ordusuyla beraber dolaşırken, yaklaşık kırk Müslümandan oluşan bir toplulukla karşılaştı. Onlar bir tepe üzerine sığındılar. O padişah:
‘Tepeyi kuşattığımızda onlara yardım edecek kimseyi göremiyorum. Onları orada bırakırsak susuzluktan ölürler’ dedi.
Tepeyi kuşattılar, bir müddet sonra Müslümanlar aşırı sıcaktan
dolayı susadılar ve Allah'tan su istediler. Allah (cc) onların üzerine yağmur bulutu gönderdi. Müslümanlar kalkanlarını semaya doğru tutup, içlerine su doldurdular, kana kana o suyu içtiler. Acem padişahı bunları görünce ordusuna:
‘Hazırlanın gidiyoruz, yemin ederim ki Allah (cc)’ın semadan su gönderip içirdiği bir topluluğu ben öldüremem’ dedi.
Allah (cc)’ın yardımıyla zorda kalan Müslümanlar kurtuldu.
✽ ✽ ✽
Kitap verilenler; yahudi ve hristiyanlar, ümmiler de; mecusi, puta tapan müşrikler ve Hz. Muhammed'in dinine uymayan herkestir.
Ümmiler'den kasıt, tartışmaya katılan, fakat kutsal kitaptan, vahiyden haberi olmayanlardır. Demek ki tartışmaya vahyi bilenlerin yanısıra, bilmeyenler de katılmışlardı.
Allahu Teâlâ müşrik Arapları “ümmi” diye vasıfladı. Çünkü onlar ilâhî bir kitaba sahip değillerdi, okuma ve yazma bilmeyen kimselere teşbih edilerek, ümmî diye vasıflandılar.
Bir de o devrin Arapları okuyup yazan kimseler değillerdi. İçlerinde okuma yazma bilenler çok nadirdi.
'Teslim oldunuz mu? Yoksa hâla Allah'ın ayetlerinde inkar ve inada devam mı ediyorsunuz? İnadda, insafsızlıkta ve donuklukta devam mı edeceksiniz?'
İstifham hemzesi, istifhâm-ı takriridir. Bundan maksat, teslim olmayı emirdir. 'Müslüman olun' demektir. Bu, bir mesele hakkında biriyle münazara edip; beyan ve açıklama yolları tükenince en son; "bunu anladın mı?" diye sormak gibidir. İstifham getirilmesi, muhatabın inatçı olduğunu, insaftan uzak biri olduğunu anlatır. Çünkü âdil ve insaflı kimseye bir hüccet ve delil izhâr edilince, beklemeden, hemen o anda kabul eder. Bu ifâdede, muhatabın anlayışının kıt olduğuna bir işaret bulunmaktadır.
İslâm, Allah'ın kendisine ilettiği, hidâyet ettiği şeylere sımsıkı sarılmaktır. Allah'ın hidâyetine sarılan ise, hidâyete ulaşmış olur. "Eğer İslâm'da sebat ederseniz, âhirette kurtuluşa ve necata ulaşırsınız" mânasındadır.
Hidayet, bütün benliği Allah teslim etmektir.
Bundan maksat, Hz. Muhammed'i teselli edip, O'nun vazifesinin sadece delilleri tebliğ ederek, açıklamak olduğunu anlatmaktır. O, Kur'ân'ı tebliğ edince, üzerine düşeni hakkıyla ifâ etmiş oldu.
Tartışma esnasında gerekli açıklamalar yapıldıktan sonra, son tepki olarak yüz çevirmek, daha ileri gitmemek gerekir. Bu tavır, dine hakaret edilmesini ve dinin tartışma konusu yapılmasını önler. Dinî tartışma, mesajı iletme safhasında kalmalı, kavgaya dönüşüp hakaret noktasına ulaşmamalıdır.
Ayet, hem va'ad hem de vaîd ifâde eder. Yani; 'İyilik yapan kullarını görür, mükafatlarını verir. Kötülük yapan kullarını da görür, günahlarının cezasını verir.'
Allah bize şu misal âleminde yaşamak, bu âlemi seyredip öteler âlemini hissetmek, sanatı görüp sanatçıyı fark edip tanımak için; kâinat kitabını, Yüce Kur’ânı düşünüp, yaşantımıza rehber tanımak için iki göz ihsan eylemiş. Bu iki göz, ömrünce okumaya, ibret almaya, hataları için gözyaşı dökmeye devam ederse, ebedi olarak güzelleri ve güzellikleri yaratan güzeller güzelini seyretmeğe hak kazanır.
Diğer âzâlar gibi gözler de, kalpte olanları yansıtır. Gözlerin bir başka özelliği de, içteki duyguları bozmadan, süzmeden olduğu gibi aksettirmesidir. Dil gibi eğip bükmez, yâni irâde, göze sansür koyamaz, koymaya çalışsa, yapmacık olduğu hemen anlaşılır.
Bir kimsenin tebessümü, yumuşaklığı, sevecenliği, merhameti, anlayışı, zerâfeti, mâsumluğu ya da tam tersi sertliği, sevgisizliği, tavrı, hilesi, ahmaklığı hep başkalarına yansır. Hatta kibri, riyâsı, hırsı, hasedi, sui zannı, kini, suçluluk duygusu, hasreti, nefreti, her duyguyu, her huyu ekranında yansıtır. Sen yeter ki mouse’u tıklat fikir goncaları gözde gül olur.
Bu nedenle insanı sevimli veya sevimsiz kılan iki şey; gözler ve sözler. Bu ikisi insanın tüm gizemini ifşâ eder. Allahu Teâlâ tüm bakışların asıl menşeini, hangi ana damardan kopup geldiğini en iyi bilendir. Kula düşen; gizli duygularını düzeltmek, her bakışını gören ve hesabını soracak olan Rabbini unutmamaktır.
Efendimiz bu ayet-i kerimenin ilk kısmını kitab ehline okuduğu zaman onlar: "Biz Müslüman olduk!"dediler.
Bunun üzerine Efendimiz Yahudilere:
"Ey yahudiler! Siz İsa Aleyhisselam'ın kelimetullah; Allah'ın kulu ve rasulü olduğuna şehadet eder misiniz?" diye sordu. Yahudiler:
"İsa'yı Allah'ın peygamberi kabul etmekten Allah'a sığınırız! İsa (as) nasıl peygamber olur?" dediler. Ve böylece küfre saplandılar.
Efendimiz bu kez orada bulunan Hıristiyanlara sordu:
"Ey Hıristiyanlar! Siz İsa Aleyhisselam'ın Allah'ın kulu ve peygamberi olduğuna şehadet eder misiniz?" Hıristiyanlar:
"Böyle bir şeyden Allah'a sığınırız! İsa (as) nasıl kul olur?" dediler.
İşte bu hadise üzerine "Eğer yüz çevirirlerse" kavli nazil oldu. Allahu Teâlâ Yahudi ve Hıristiyanları reddetti.
‘De ki ben kendimi teslim ettim.’
Din; kazasına razı olup, belasına sabrederek, nimetlerine şükrederek, emirlere boyun eğip, nehiylerinden kaçınarak, ezelde verdiği hükme uyarak, O’nun kadim iradesine mürid olarak, dünyevi ve uhrevi işlerde kendi varlığını her şeyiyle tamamen Allah (cc)’a teslim etmektir.‘Eğer teslim olurlarsa hidayeti bulurlar.’ Hidayet ancak bu teslimiyet şartına bağlıdır.
✽ فَاِنْ حَٓاجُّوكَ Eğer seninle mücadele ederlerse, cümlesinde إنْ şart edatı müzari yerine mazi üzerine geldi. Münkir, gayrı münkir menzilesine tenzil edildi. Onların Efendimizle tartışacakları kesin olmakla beraber bunu bilmiyormuşcasına إِذَا yerine إنْ getirerek tariz sanatıyla dönüş yapmalarına teşvik olması için açık kapı bırakılmış.Tekdirle teşvik birleştirilmiş.
✽ 'Seninle mücadele ederlerse' şartına cevab olarak, 'Sen de onlarla mücadele et, karşılık ver' yerine 'Onlara de ki; ben kendimi teslim ettim' buyrularak, muktezayı halin hilafına, muhataba beklemediği bir cevap verilmiştir. Bu sayede hem tartışılacak konunun tartışma götürmeyecek kadar muhterem, mukaddes olduğu hem de tartışmanın özellikle itikadi konularda faydasız olduğu icaz yoluyla beyan edildi. Tartışmaya girmeyip, görev başında bulunmanın önemine vurgu yapıldı.
✽ "Bana uyanlarla" buyruğundaki "مَنْ" kelimesi "Teslim ettim اَسْلَمْتُ 'deki 'تُ' zamirine atfedildiği için, mahallen merfudur. "Yani bana uyanlar da teslim olmuşlardır" demektir. Bu şekilde arada te'kid için munfasıl zamir olmaksızın merfu zamire atıf, fasıl (araya başka kelimelerin girmesi) dolayısıyla caizdir.
✽ 'Kitap verilenlere de ki' cümlesi, 'bırakın tartışmayı da kitap ehli ve ümmiler söyleyin bakalım, siz müslüman oldunuz mu?' demektir. Hezil sanatı vardır. ("Övünmeyi bırakın da açlıktan kertenkeleyi nasıl yerdiniz onu anlatın" formunda. bkz: Telhisu-l Miftah;İlm-i Bedi')
✽ Konuyu, tartışmadan teslimiyete çeviren bir rücu sanatı olması da mümkündür. Teslim olmaya çağrılan iki grup; Kitap verilenler ve ümmiler, cemdir.
✽ Kitap verilenlerin ümmiler üzerine takdimi, inanmaya daha layık olduklarını tenbih içindir. Ancak bu iki grup da, sonuçta İslam'a teslim olma mükelefiyetinde cem edildiler. Çünkü bozulmuş, tahrif olmuş bir dine tabi olmakla, hiçbir dine mensup olmayıp puta tapan, Allah'a inanıp ahirete iman etmeyen arasında bir fark gözetilmeyip cem edilmiş.
✽ Emir sigası yerine istifhamın seçilmesi, dine girmemiş olanın dine girmesi için cebredilmeyeceğini beyan eden 'Dinde zorlama yoktur' ayetine telmihtir.
✽ Allah'ın vechine teslim oldum, cümlesinde geçen "Allah'ın vechi" izafetinde, "vech" kelimesi ile Allahu Teâlâ'nın yakınlığı, rızası, murakabesi murad edilmiştir. Lazım, Allah'ın vechi, melzum razı olmasıdır.
✽ فَاِنْ اَسْلَمُوا Eğer teslim oldularsa, muhakkak ki hidayeti bulmuşlardır, şart-ceza cümlesi, İslam'ın dışında kendini doğru yolda, hidayette sananlara tariz amaçlı şek ifade eden إِنْ ile gelmiştir. Müzari yerine mazi kullanılarak hasıl olmayanı hasıl olmuş makamına koymuştur.
✽ Ceza قَدْ ile tekitlenerek iftial babından mazi olarak geldi. İslamiyet'e girenin hidayeti bulacağı mutavaat yoluyla pekiştirilmiştir.
✽ اِنْ تَوَلَّوْا 'Eğer yüz çevirirlerse' şart cümlesinin cezası فَاِنَّمَا şeklinde kasırlı geldi. Yine vasıtalı kinaye olarak uzun bir cümle hazfoldu: "Yüz çevirirlerse, dünya ve ahirette cezalarını kat kat bulurlar. Onların bu kötü akıbetinden sen sorumlu değilsin. Sana düşen tebliğdir."
✽ Allah kullarını görücüdür, cevap cümlesine atfedildi. İki tarafa yönelik tevcihli bir ifade. İtnabtan mesel tarikı cari olan tezyildir. Allah iyi kötü, itaatkar isyankar bütün kullarını görür. Habibim senin onlara tebliğ ettiğine, iman etmelerine nasıl haris olduğunu, nerede ise bu uğurda kendini helak edeceğini de bilir. O inanmayan menfaatperest Mekke müşriklerini de, taassup sahibi ehli kitabı da, inanan müminleri de bilir. İcabına göre muamele eder.
✽ "Allah kullarını görücüdür" lazım; "Onların yaptıklarına karşılık verir" melzumdur. Diğer isimlerden "Basir" ismi seçildiği için tağlibdir.
21-Allah’ın ayetlerini inkar edenlere, peygamberleri haksız yere öldürenlere ve insanlara adaleti emredenleri öldürenlere, bütün bunlara acı azabı müjdele!
Allah görüyor, biliyor, haber veriyor. Allah’ın ayetlerini inkar ederler nebiler ve insanlardan adaleti emredenleri öldürürler.
Cenâb-ı Hakk taasssupvari gerekçelerini de yüzlerine vuruyor. Hani sizden olmadığı için Hz. Muhammed’i inkar ediyorsunuz, peki neden sizden olanları öldürüyordunuz? Demek asıl mesele üzerinize otorite istemiyorsunuz. Çünkü hevanızı ilah edinmişsiniz. Onun telkinlerinden asla dışarı çıkmıyorsunuz. Allah’ı, resulünü, kitabını inkar pahasına da olsa keyfinizi mazlumlar üzerine kurduğunuz tahakkümlerinize devam etmek istiyorsunuz. Zengin olmak için, yasak olduğunu söylemek isteyenleri öldürüyorsunuz. Mesele anlaşılmıştır. Bağa geliş sebebi üzüm yemek mi bağcıyı dövmek mi. Zulmün baskının kaynadığını despotluğun kalkıp adaletin, insafın, insan haklarının gelmesini asla istemiyorsunuz. O halde azapla müjdelenmeyi, cezayı, yaptıklarınızın karşılığını görmeyi, nefsi hevaya, şeytana, dünyaya tapmanın cezasını hak ediyorsunuz.
Allahu Teâlâ ahbabı olan erbabı medihten sonra küffarı zemmedip, hakiki din erbabını 'Urvetü'l vüska'yı beyan buyurdu.
"Allah'ın âyetleri", daha önce bahsedilmiş olan Kur'ân ve Hz. Muhammed mânâsında olabileceği gibi, umûm manasında da olabilir. Yani Hz. Muhammed'in nübüvvetini inkâr eden, Allah'ın bütün âyetlerini inkâr etmiş olur. Çünkü bu hususta tenakuza düşen kimse, Allah'ın hiçbir âyetine imân etmiş olmaz.
'Allah'ın ayetleri', ilahi kitabın ayetleri olabileceği gibi, mucizeler de olabilir.
Bu hitap onların babalarının yaptığı kötü fiili onlara kevn-i sabık alakasıyla isnaddır. Çünkü evlatlar babalarının yolunu seçip onların fiillerinden razı iseler, onu yapmış gibi, aynı karaktere sahiptirler.
Ayrıca Efendimiz devrinde yaşayan ehl-i kitaba bir tehdittir. Onlar, Hz. Peygamber'i ve mü'minleri öldürmek istiyorlardı. Bunu çok istedikleri için, peygamber öldürme vasfı mecazen onlara verilmiştir. Kevn-i lahıktır.
İnsanlık, Kuran'dan önce, iyiyi, güzeli, doğruyu, mutluluğu getirecek nitelikte bir kültüre sahip değildi. İnkar psikolojisinin sebep olduğu buhranlar insanlara ızdırap çektiriyordu.
Küfür hastalığı, sadece sahibine zarar vermekle kalmamış, kalpten kalbe, beyinden beyine, nefisten nefise bulaşmıştı. İnkar, ferdî olmaktan çıkıp toplumsal boyut kazanmıştı. Bu dereceye gelen küfür akımı, kitleleri etkisi altına alınca, bir yanardağ gibi hem ferdin hem de toplumların güzel değerlerini yakıp kül etmişti.
İşte karanlıklar içinde kalan bu ruh, insanları Allah'ın vahyini inkara, peygambere sırt dönmeye götürdü.
Ebu Ubeyde b. Cerrah "Ya Resûlallah, Kıyamet günü en şiddetli azâb görecek olan kimdir?" diye sorduğunda, Hz. Peygamber "Bir peygamberi veya ma'rufu emredip kötülükten nehyeden bir insanı öldüren kimsedir" buyurdu, sonra da bu âyet-i kerimeyi okudu ve şöyle dedi:
"Ya Eba Ubeyde, İsrailoğulları bir günün ilk saatlerinde, bir saat içinde kırk üç peygamber öldürdüler. Bunun üzerine İsrâiloğullarının zâhid ve abidlerinden yüz on iki kişi kalkıp, peygamberleri öldürenlere emri ma'ruf nehyi münker yaptılar. İsrâiloğuları aynı günün sonunda onların da hepsini katlettiler. Allahu Teâlâ'nın âyette bahsettiği kimseler bunlardır."
• Yine o yahudiler, Yahya (as)'ı öldürmüş ve Hz. İsa'yı öldürdük-lerini iddia etmişlerdir.
Peygamberleri bazen savaşarak öldürürlerdi. Bazen de savaş olmaksızın doğrudan öldürürlerdi.
Peygamberlerin öldürülmesi zaten haksız yere işlenen bir fiildir; 'Haksız yere' kaydının konması, işlenen günahın ne büyük ve ne kötü olduğunu vurgulamak içindir,
• Yine 'Haksız yere' denmesi, peygamberleri öldürenlerin bu fiilleri haklı gerekçelerle, adalet uğruna işledikleri iddiasında bulunduklarına, bu iddianın asılsızlığına tarizdir. İtham edilen tarafı dinlemeden, delilleri incelemeden ve tarafsız bir karar olmaksızın "hakk"ın yerine "güc"ün ikâme edildiğine dikkat çekmektir.
Hak ve adalet duygusunu yitiren kişi gerçeği aramak yerine kendi düşünce, saplantı, hırs ve menfaatlerine uymayan her şeyi ortadan kaldırmaya yönelir, güneşi balçıkla sıvamaya kalkışır. Bu yol, hareket edeni daha çok dibe çeken bir bataklıktır. İnkar davranışlara, oradan insan ilişkilerine sıçrar ve öldürmeye kadar uzanır.
Menfaatlerini her şeyin üstünde tutan yahudiler de, kendilerini aydınlatmak, yanlışlarını düzeltmek ve saadet yolunu göstermek üzere gönderilmiş peygamberleri bile öldürmekte tereddüt göstermemişlerdir. Yahudilerin geçmişinde öldürdükleri peygamberlerin kan kokusu vardır.
Peygamberlerin öldürülmesi, insanlığın gelişmesini yavaşlatmış, bugünkünden daha ileri bir seviyeye gelmesini önlemiştir. Peygamberlere karşı koymak ve onları öldürmek, insanlığın temiz ırmağına zehir saçmış; insanlığın başına belalar gelmesine sebep olmuştur. Hz. Peygamber'in devraldığı kültür bu olgularla malûl durumdaydı.
Günümüzde de insanlık kendi gönlündeki imanı, adaleti, hukuku hançerlemeye, sevgiyi, hoşgörüyü, güzelliği katletmeye devam etmektedir. Peygamberler bedenen değil ama, ruhen hançerlenmektedir.
Nebilerin öldürmesi şekil değiştirerek devam etmektedir. Gençlerin beynine sokulan her yanlış bilgi bir hançer görevi yapmaktadır. Artık hançerin yerini kitaplar almıştır.
Öldürülen peygamberlerin hemen ardından, adaleti emredenlerin öldürülmesini zikretti. Bu da, korku ve tehlike zamanlarında, emri ma'ruf, nehyi münker yapanların, peygamberlerin mertebelerinin hemen peşinden geldiğine delâlet eder.
Kur'ân-ı Kerîm'in bu tasvirine göre, adaleti aramak yerine güç kullanmakla, küfür arasında sıkı bir bağ vardır. Ayetin başında geçen "kefere" fiili de sözlükte "perdelemek, örtmek, gizlemek, yalanlamak" anlamlarına gelir.
Hz. Peygamber'in huzurunda biri ayağa kalkarak: "Hangi cihad daha üstündür?" diye sorunca, Hz. Peygamber şöyle demiştir: "Cihadın en faziletlisi, zâlim hükümdara karşı hakkı söylemektir."
Ayet, mecaz ifade eder. Onları azâbla korkutmak, itaatkâr kimseleri nimetlerle müjdeleme yerine geçmiştir.
Tebşîr "müjdelemek, sevindirici haber vermek"tir. İnkarcıların çarptırılacağı elem verici azabın müjde ifade eden fiil ile bildirilmesi, bunca cinayet ve haksızlıktan sonra kendilerine verilebilecek müjdenin ancak bu kadar olacağını ima eden bir istiaredir.
Ayetleri inkar edenler, Dinden ve sair haktan, şehvetlerine meyil yüzünden mahrum olanlar.
Peygamberleri; Kamil ve vuslat ehli, kulları davet eden, gayb ilhamlarının vahyi ile müşerref olmuş kalp nebilerini,
Ve adaleti emredenleri öldürenler; tevhidi savunup ağyarı nefy eden, tevhidi emreden, kalbin ordusu ruhani kuvvetleri öldürenler.
O kafirleri acıklı azapla müjdele; onlara hicap azabı ve Rabden uzaklaşma vardır.
✽ اِنَّ الَّذٖينَ يَكْفُرُونَ "Muhakkak ki inkar edenler" cümlesinde Müsnedin ileyhin ismi mevsulle gelmesi; haberin zem ve ikab için olduğunu bildirmek, ayrıntılı haber vermek içindir.
✽ Burada nebileri öldürmek ehli kitaba ait bir vasıftır. Tebliğcileri öldürmek Mekke müşrikleri ile ortak vasıflarıdır. Cem mea taksimdir.
✽ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَلٖيمٍ, cümlesi ile umumileştiğinden cem mea taksim ve tamim olmuştur.
✽ بِغَيْرِ حَقٍّ Haksız yere, ifadesi itnabtan iygaldir. Bir nükteye binaen gelmiştir. Ayrıca onların kötülüğünü zemmetmede ziyadelik bildirir.
✽ Onları uyar, yerine müjdele, fiilinin gelmesi uyarı için istiare-i tahakkümiyedir. İstiare-i inadiye ve istiare-i tebaiyedir. Müstearun minh ve leh ikisi de akli olduğundan camisi de aklidir.
Ahirete inanmayanlar azapla, cehennemle alay ederler. "Benim cennette ne işim var, ben sıkılırım. Oyuncular, sanatçılar, cehennemde. Ben orayı tercih ederim" diyecek kadar ileri gidenlere Cenab-ı Hak alay muamelesi yaparak "Onları müjdele" buyurarak, alaycı güruha müşakale yapıyor.
22- Bunlar dünya ve ahirette amelleri boşa gitmiş kimselerdir; bunların yardımcıları da yoktur.
Ayetleri inkar eden, nebileri ve tebliğcileri öldüren kimseler ind-i ilahide mahlukatın en şerlileridir. Allah dinle, peygamberle kitapla irtibatını koparmış, inkarlarının derin çukuruna yuvarlanmışlardır. Yaptıkları hiçbir şeyin nazarı ilahide bir kıymeti kalmamış, kadro dışı kalmışlardır. Amelleri dünyada da, ahrette de boşa çıkmıştır. Bu durumda onlara ne yardım eden, ne şefaat eden kalmamıştır. Çünkü bunlar suyu kaynağından kesmişlerdir.
Kâfirlerin iyi amellerinin dünyada boşa çıkması, medhedilecek yerde zem edilmesi, sena edilecek yerde lanet edilmesi, öldürülmeleri, esir alınmaları, mallarının ganimet, kendilerinin köle olması gibi, başlarına gelen apaçık zilletlerdir. Amellerinin ahirette boşa çıkması, sevabın ikâba dönüştürülmesi ile olur.
İlk tehdid, onlar için yollarının tamamen kapandığını, bu ikinci tehdid de, bunların hiçbir yardımcı ve koruyucuları olmayacak şekilde vuku bulacağını bildirir.
Amellerin boşa gitmesi
İslam, mü'min olsun kâfir olsun bütün insanların yaptıkları davranışlara önem verir. İslâm nazarında kainatta önemsiz diye bir şey yoktur. Her şey önemlidir. En önemsiz gördüğümüz hadiselerde bile bizim bilmediğimiz sırlar vardır.
Kur'an-ı Kerim'de amelleri boşa çıkaran davranışlar sayılıyor. Bunların başında şirk gelir. Bir başka âyette; Allah'ın âyetlerini ve ahiret gününü yalanlayanların amellerinin boşa gittiği, başka bir âyette de kâfirlerin Allah'ın gazabına sebep olacak şeylerin peşinde koşup O'nu hoşnud edecek şeyleri beğenmedikleri ve bu yüzden amellerinin boşa gittiği ifade edilmiştir.
Bir kimse inkâr konumuna düşerse dünyada yaptığı iyi ve yararlı amellerin karşılığını dünyada görse de ahirette hiçbir yararını göremez. Çünkü imansız amelin ahirette hiçbir faydası olmaz.
✦ Nice oruç tutan vardır ki orucundan onlara kalan sadece susuzluktur. Nice gece kalkanlar vardır ki, onların bundan hisseleri (ancak) uykusuzluktur. Hadis-i Şerif
✦ İkindi namazını terkeden kimsenin işlediği amelleri boşa gider. Hadis-i Şerif, Buhârî, Müslim
✧ Ne kadar harcanmayan mal vardır ki infaktan iyidir. Allah’ın malını ancak Allah’ın emrine göre ver.
(21-22. ayetler)
İnsanın kalbindeki Hakk’ın feyzini kabul edebilme istidadını iptal eden birkaç mertebe vardır.
♦ Bunlardan biri, isyandır. Günahlar; bulutun yeryüzünü güneş ışığından kapatması gibi, kalbe gelecek ilahi feyzleri kapatır. İnsan günahlardan dönüp tevbe edince kalpteki asli berraklık tekrar yerine gelir. Efendimiz şöyle buyurmuştur: Günahından tevbe eden hiç günah işlememiş gibidir.’
♦ Kalbin berraklığını yok eden sebeplerden bir diğeri, yüksek mertebeye baş kaldırmak manasına gelen, şirk ve küfürdür. Bunun izalesi de kelime-i tevhid cilasıyla küfrü parçalamaktır.
Her şeyin bir cilası vardır. Kalplerin cilası da zikrullahtır. Hadis-i Şerif
‘İslam kendinden öncesini silip yok eder.’ Hadis-i Şerif
♦ Bu sebeplerden biri de, feyzi kabulde asıl istidadı bozup yok etmektir. Kırılan bir aynanın görüntüyü gösterme istidadının işe yaramaması gibi. İşte kalp de bu istidadı iptal ederse artık Hakk’ın feyzini kabul edemez. Bu da ayette ‘Peygamberleri öldürenler’ cümlesiyle ifade edilmiştir. Yani insanın içindeki bu istidat, onu Hakk’a davet eden bir peygamber hükmündedir. Onu haksız yere öldürmek, Allah’ın affetmeyeceği bir günahtır. ‘Amelleri boşa gitmiştir.’ Onlar feyzi kabul istidatlarını iptal ettikleri için, kendilerinin hiçbir ameli kabul edilmeyecektir.
✽ اُولٰٓئِكَ 'İşte onlar' Önceki ayeti tekit ve tetmim itnabıdır.
✽ İsmi işaretin gelmesi; bu kepazelerin durumu, iç yüzü şüphe bırakmayacak şekilde aklen hissen diğerlerinden ayırıp tarif etmek içindir.
✽ Ayrıca ismi işaret bunları tahkir ve çarpılacakları azaba layık olduklarını tenbih içindir.
✽ Arkasından tekrar marifelerden ismi mevsul gelmesi, haberin zem üzere geldiğini, ikaba çarpılacaklarını haber vermek içindir.
✽ Amelleri boşa çıktı. Bunlar iman bağıyla Allah’a, Resulüne bağlanmadıkları için, iman dairesi dışında, kadro dışı kaldıklarından dünyada iyi şeyler de yapsalar, bir kıymetinin, bir öneminin olmadığını gösterir.
✽ Ayet; tazammuniyesi ve dal bil iktizasıyla şunları düşündürür: Allah için olmayan ameller riya, nefsini tatmin, menfaatten başka bir şey değildir. Hepsi, "kaz gelen yerden tavuk esirgenmez" kabilindendir. Kabule şayan değildir. Bu yüzden faydası olmayacaktır.
✽ Sebep olan amel söylenmiş, müsebbep olan amelin neticesi murad edilmiştir.
✽ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ arasında tibakı icab ve vasıldan tezat vardır.
✽ İyilikler samimi olmayınca, dostluklar da samimi olmaz. dünya ve ahirette zorda, darda kaldığında bir yardımcı bulamazlar. "Kafirlere malları ve evlatları fayda vermez" ayetine bir telmihtir.
23- Kitaptan kendilerine bir miktar nasip verilen kimseleri görmedin mi? Aralarına hakem olmak için Allah (cc)’ın kitabına çağrılıyor da sonra onlardan bir kısmı dönüp yüz çeviriyor. Onlar devamlı yüz çevirenlerdir.
Kendilerine kitap verildiği halde Allah (cc)’ın kitabını aralarında hüküm vermek için çağrıldığında yüz çeviren fırka, tabi ki iman etmemiş, imanlarında sebat etmemiş, kendi kuruntu ve hülyalarına dalmış kimselerdir.
Emir dinlemez, yasak dinlemez, hükmü ilahiye boyun eğmez, ceza kanunlarına boyun eğmez. Hevalarının zebunu kimseler arka dönmekten, yüz çevirmekten, hakka itiraz etmekten geri durmazlar.
"Kitab ilminden bir nasib" demektir. Bu nasip verilenler, onların âlimleridir. Kitâb'ın hükmüne davet edilenler de onlardır. Çünkü kitabı bilmeyenler, kitaba davet edilip çağrılmazlar.
'Kitaptan kendilerine bir pay verilenler' ifadesinin kapsamına, günümüzdeki din alimleri ve müminler de dahildir.
Bu "Kitap" Kur'ân da, Tevrat da olabilir. Tenazu ve tevcihtir.
Onlar, Kuran'a inanmadıkları halde onun hükmüne davet edildiler. Çünkü onlara Kur'ân-ı Kerim'in Allah katından bir kitap olduğunu gösteren deliller getirilmişti.
Kitap
✧ Okumak haz duymaya, zihni beslemeye, yeteneklerimizi geliştirmeye yarar.
✧ Yetişen zekaları kitaplarla beslemeyen milletler hüsrana mahkumdur.
✧ Tek dostum kitaplar, tek düşmanım cahil dostlarımdır.
✧ Beyin çifte mumla aydınlanır: Hayat ve kitaplar.
✧ Rastgele kitap okumak doğru olmaz; ilaç gibi reçeteyle, doktor tavsiyesi ile mizanla ölçülü olmalı. Zamanını ve mevsimini gözetmeli.
✧ Kitaplar, yalnızların dostudur.
"Kitap, aralarında hükmetsin diye" manasındadır. Hükmetmenin kitâb'a nisbet edilmesi, meşhur bir mecazdır.
"Aralarında hakem olsun diye" buyruğu, söz konusu ihtilâfın, onlarla Hz. Muhammed arasında bulunduğunu değil de, kendi aralarında bulunduğunu gösterir.
a) Arkasını dönüp gidenler başkanları ile âlimleridir. Yüz çevirenler ise, bunların dışındakilerdir. Sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Sonra âlimler sırt çevirince, halk da, âlimlerinin sırt çevirmiş olmasından dolayı, Hz. Muhammed'i kabul etmekten yüz çevirmişlerdir.
b) Hem sırtını dönüp, hem de yüz çevirenler tek bir zümredir. Buna göre mânâ, "Onlar söz konusu olan bu mesele hususundaki delilleri dinlemeyip arkalarını dönmüşler; diğer mesele ve elde etmek istedikleri hususlar konusunda da, diğer hüccetleri dinlemekten yüz çevirmişlerdir" şeklinde olur.
وَهُمْ مُعْرِضُونَ Kavl-i şerifinin irabında iki ihtimal vardır:
Ya "bir fırka" kelimesinden haldir. Manası: Onlar meclisten dönüp gidenler ve kalbleriyle de yüz çevirenlerdir.
Ya da cümle-i itiraziye (parantez arası cümle) dir. Manası: Onlar öyle bir topluluktur ki adetleri haktan yüz çevirmek ve batılda ısrar etmektir.
"Sen, onların sadece bu meseleye sırt çevirdiklerini zannetme!
Bilâkis onlar, herşeyden yüz çevirip, kabule yanaşmazlar."
Günümüzde alim geçinen, fakat Kur'an'ı bilmeyen, Kuran'ın hakemliğini kabul etmeyen, Kur'an dışında dini hüküm arayan herkes bu ayete dahildir. Din adamı bilinen nice kimseler vardır ki; Kuran'ın ne dediğine bakmaz, keyfince din adına görüş beyan eder. Kuran'ın hakem olması teklif edildiğinde, buna yanaşmaz. Müslüman din adamları Allah'ın kitabını hakem edinselerdi, din adına tartışma çıkmayacak, onları izleyen insanlar bölünüp parçalanmayacaktı.
Ayetteki işaretler;
'Kitaptan nasip verilenler' kötü alimler ve dalalet erbabıdır.
'Amelleri boşa çıktı' Şartları olmadığı için amelleri boşa çıktı. Bu dünyada, alemi şehadette tevhidden, alemi hazdan istidatları az olduğundan onlara yardımcı olmayacaktır.
♦ Yahudilerden bir kadın ile bir erkek zina ettiler. Bunlar, Hayberin eşrafından, asil ailelerdendiler. Tevrat'ta zinanın cezası olarak recm (taşlanarak öldürülme) hükmü vardı. Asîl oldukları için onları recmetmek istemediler. Peygamberimizin şeriatında recmi terk etmeye bir ruhsat olur ümidi ile O’na başvurdular. Hz. Peygamber de recmedilmelerine hükmedince, "Bu hükmünle bize zulmettin ey Muhammed, bizim üzerimize recm yoktur" diyerek kabul etmediler.
Bunun üzerine Peygamberimiz : "Sizden zina edenlere ne yaparsınız?" diye sordu. Onlar "İkisinin de yüzlerini siyaha boyarız ve döveriz" dediler. "Tevrat'ta recmi bulmuyor musunuz?" diye sorunca, onlar "Hayır, onda bir şey bulmuyoruz" dediler. Abdullah ibn Selâm "Yalan söylediniz, eğer doğru sözlüler iseniz getirin Tevrat'ı da okuyun." dedi. Bunun üzerine Efendimiz "Sizinle benim aramda Tevrat hakem olsun. Çünkü onda recm hükmü vardır. Sizin en bilgiliniz kimdir?" dedi. Onlar "Abdullah b. Sûriya el-Fedekî" dediler.
Abdullah b. Sûriya, Tevrat ile huzura geldi. Recm âyetine gelince, elini onun üzerine koyup gizlemek istedi. Abdullah b. Selâm (ra) "Yâ Resûlallah, recm âyetinin yeri geçti" diyerek, Abdullah b. Sûriya'nın elini kaldırdı. "Bu nedir? Recm âyeti değil mi?" dedi. Recm âyetini buldular. Abdullah b. Selâm recm ayetini huzurda okudu.
Tevrat'ta şöyle bir ayet vardı:
"Muhakkak ki evli erkek ve evli kadın zina ettikleri zaman ve aleyhlerinde şahid ve beyyine de bulunursa mutlaka recm edileceklerdir. Eğer kadın hamile ise kadının recim işi hamlini doğurma zamanına kadar bekletilir."
Hz. Peygamber de, o kadınla adamın recmedilmelerini emretti. Yahudiler, bundan dolayı çok kızdılar, bu hükmü kabul etmeyip küfürlerine geri dönüler. Cenâb-ı Allah da bu âyeti indirdi.
O iki kişi, Mescid-i Nebevi'nin yanında cenaze namazının kılındığı yerin yakınında taşlanarak öldürüldüler. İbn Ömer der ki: O iki yahudinin taşlanarak öldürüldüklerini gördüm. Erkek, kadına doğru eğilmiş onu taşlardan korumaya çalışıyordu.
♦ Hz. Peygamber yahudilerin medreselerine gitmişti. Orada, yahudilerden bir grup bulunmaktaydı. Peygamberimiz onları İslâm'a davet etti. Yahudilerin reisleri Nuaym bin Amr Efendimize:
"Sen hangi din üzeresin?" diye sordu. Efendimiz :
"İbrahim'in dini üzereyim!" buyurdular. Bunun üzerine Nuaym bin Amr:
"İbrahim (as) Yahudiydi" dedi. Efendimiz
"Bizimle sizin aranızda Tevrat var! Siz Tevrat'ı getirin, ona bakalım" dedi.
Yahudiler bundan kaçındılar. Tevrat'ı getirmediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.
♦ Hz. Peygamber Yahudiler İslâm'a çağırdı, onlar "Biz, hidayete senden daha lâyığız. Allah ancak İsrailoğullarından peygamber göndermiştir." diyerek inkâr ettiler. Efendimiz "O halde Tevrat'ı çıkarın bakalım, benim vasıflarım onda var" dedi. Yahudiler bunu kabul etmediler ve âyet bunun hakkında nazil oldu.
Buna göre mâna şöyledir: "Kendi kitapları Tevrat'ın hükmüne icabet etmekten kaçındıkları için, onların, senin kitabın Kurân'a muhalefet etmelerine şaşma!"
Tevrat'ta, Hz. Muhammed'in nübüvvetinin delilleri olmadığını bilselerdi, Tevrat'ta bulunan şeyleri çarçabuk ortaya koymaya yönelirlerdi. Ancak onlar bunu gizlediler.
♦ Hz. Peygamber yahudileri İslâm'a çağırmıştı. Nu'mân ibn Evfâ: "Gel, papazlara gidelim hakkımızda onlar hüküm versin" dedi.
Efendimiz : "Hayır, aksine gel Allah'ın kitabının hükmüne gidelim" buyurdu. O fikrinde ısrar ederek: "Hayır, papazların hükmüne müracaat edelim" dedi. Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.
♦ Bu hüküm, yahudi ve hristiyanlar hakkında genel bir hükümdür. Hz. Muhammed'in nübüvvet delilleri, Tevrat ve İncil'de mevcuttu. Onlar Tevrat ve İncil'in hükmüne davet olunmuşlar, ama bunu kabulden kaçınıp diretmişlerdi.
‘O kitap ehline bakmaz mısın ki, aralarında hükmetmesi için kitaba davet olunurlar da, bir kısmı yüz çevirip, arka dönerler.’
Yani kendisine nasip verilmiş bazı insanlar, Allah’ın hükümlerinden bir hükme, dünyayı terke, hevaya muhalefete, takvaya, veraya, Mevla’ya kurbete davet edilseler, kibri onları tutar. İşte bunlar şeytanın iğvasıyla, nefsinin vesvese verip yoldan çıkarmasıyla aldanmış insanlardır.
✽ اَلَمْ تَرَ sorusu, tasdik istifhamıdır.
✽ الَّذٖينَ اُوتُوا نَصٖيباً مِنَ الْكِتَابِ 'Kitaptan nasip verilenler' sıfatlı kinayedir.
✽ يُدْعَوْنَ اِلٰى كِتَابِ اللّٰهِ Allah'ın kitabına çağrılırlar, isnadı mecaziden mefule isnaddır. Allah'ın kitabının hükmünü kabule çağrılırlar.
✽ Veya mahal söylenmiş hal kastedilmiştir. (Mecazı mürselden; Hal-mahal alakası)
✽ Aslında Allah'a imana çağrılırlar, sebep olan Allah'ın kitabı söylendi, müsebbep kastedildi. (Mecazı mürselden; Sebep-müsebbep alakası)
✽ 'Allah'ın kitabı' nisbetli kinayedir, Kur'an kastedilmiştir.
✽ Allah'ın kitabı izafeti, muzafın, muzafın ileyhin ve o kitabın verildiği Resulün, gayrının şanıdır.
✽ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ 'Aralarında hükmetmesi için' fiilinin faili Allah'ın kitabı ise; isnad-ı mecaziden mefule isnad olur.
✽ Ama burada zikredilmeyen Resule veya Allah'a raci ise, idmaç ve tenazu olur.
✽ يَتَوَلّٰى ile مُعْرِضُونَ arasında muraat-ı nazır vardır.
24-Bu: ‘Bize ateş birkaç günden fazla dokunmayacaktır’ demeleri yüzündendir ve onları dinlerinde uydura geldikleri yalanları yanıltmıştır.
Bu güruhun böyle yüz çevirmeleri ‘Bize ateş sadece Musa’nın Tur’a çıktığı, buzağıya taptığımız günler adedince sayılı günlerde dokunur, başka azap olmayız demelerindendir. Onları yaptıkları bu iftiralar dinlerinden aldattı. Onlar insanları böyle saçma sapan laflarla aldatmaya çalışırken kendileri dinleri hakkında aldandılar. Ava giderken avlandılar. Yalanları, hileleri ters tepki yaptı. Sayılı dünya günlerini kazanmak adına ebedi hayatı kaybettiler.
Yahudiler 'Bizi ancak kırk gün ateş yakar' diyorlardı. Bu kırk gün onların buzağıya taptıkları müddettir.
Yahudiler Tevrat'ta cehennemin iki tarafının arasının kırk yıl olduğunun bildirildiğini, bu kırk yılın sonunda Zakkum ağacına varılacağını iddia ediyorlardı. 'Biz ancak zakkum ağacına varıncaya kadar her seneye karşılık bir gün azab olunacağız. Kırk günün sonunda da cehennem yok olup gidecek ve helak olacaktır' diyorlardı.
Cehennemin aslı Sakar'dır. Orada zakkum ağacı vardır. Yahudiler cehennemin kapısından sokulup azaba daldırıldıklarında zakkum ağacının olduğu yere kadar sürükleneceklerdir. Zakkum ağacına vardıklarında zakkum ağacıyla karınları doldurulacaktır ve şiddetli bir azaba uğrayacaklardır.
Cehennemin bekçileri Yahudilere:
'Ey Yahudiler! Ateşin ancak sizi belirli gün yakacağına inanıyordunuz! Kırk sene geçti siz hala cehennemdesiniz. Ey Yahudiler! Siz ebediyyen cehennem azabında kalacaksınız!' derler.
"Uydurdukları şey" Yahudilerin şu sözleridir:
"Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" (Maide 8)
"Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacaktır"
"Biz hak üzereyiz, sen ise bâtıl üzeresin"
"Atalarımız peygamberdi, onlar bize şefaat edeceklerdir."
Allah'ın kitabının hakemliğine çağırıldıklarında yüz çevirmelerinin sebebi, ateşin kendilerine sadece sayılı günlerde dokunacağına inanmalarıdır. Yahudilerin bu tutumu, uydurma fikir ve fetvaların, insanları dinlerine karşı aldatacağına dikkat çekmektedir. Din alimi kendince Allah'ın vereceği cezalarda indirim yapmamalı, kolaylık sağlama adına uydurma fetva vererek insanları aldatmamalıdır.
Günümüzde cezaların caydırıcı olmaması, nasıl suçların artmasına neden oluyorsa; ahiretteki cezaya inancın zayıflaması da günahın artmasına sebep olur.
Burada İsrailoğulları'nın durumu anlatılırken, hukuktaki cezaların caydırıcılığını kaybetmesiyle neler olacağına işaret edilmekte, hukukçulara yol gösterilmektedir.
✽ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ اِلَّٓا اَيَّاماً مَعْدُودَاتٍ 'Bunun sebebi onların 'Ateş bize sayılı birkaç günden başka dokunmaz' demeleridir, cümlesinde vasıtalı kinaye vardır. 'Onlar Allah'ın özel kulları olduklarına inandılar ve bu inançla yüz çevirip şöyle dediler...'
✽ لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ اِلَّٓا اَيَّاماً مَعْدُودَاتٍ 'Ateş bize ancak birkaç gün dokunur' cümlesi kizb-i haberdir.
✽ لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ Ateş bize dokunmayacak, mefule isnaddır. 'Allah bizi ateşte yakmaz' demektir.
✽ Lazım ateş bize dokunmaz, melzum; biz özel ve farklı insanlarız.
✽ Cümlede kasrı sıfat alel mevsuf, fiille meful arasında kasır olmuştur.
✽ 'Uydurdukları iftiralar onları aldattı' cümlesi de mefule isnaddır.
✽ Ayrıca mübalağa vardır. Onlar yalanda o kadar ilerlediler ki; artık iftiraları büyüyüp sanki bir insan gibi, kendilerini kandırıp aldattı.
✽ فٖي دٖينِهِمْ Tariz ve müşakaledir. Yani, onların birdinleri vardı, önceden hak üzere idiler. Ama şimdi din dedikleri kendilerinin uydurmalarıdır.
✽ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ sıfatlı kinayedir.
25- Geleceğinde şüphe olmayan günde toplayacağımız zaman onların durumları nasıl olacaktır? Herkese kazandığı tamamen ödenecektir. Hiç kimseye zulmedilmeyecektir.
Şüphe olmayan bir günde bütün insanların yaptığının karşılığını bulmaları için, Ahkamül Hakim’in hükmünü verdiğinde halimiz nice olur? O gün herkes evladından, ana babasından, yakınlarından kaçar. O gün herkes ahlakına, ameline göre korkunç suretlere girer. O gün cehennem lavlarını saçar. O gün herkes dünyada seçtiği önderinin sancağı altında yer alır. O gün pişmanlık, iyiyi kötüden ayıran fasıl günüdür. ‘Vay o günü yalanlayanlara!’ (Mürselat, 15)
Bu kısımda bir hazif var. "Onların durumları ve halleri nice olacak?" takdirindedir. كَيْفَ (nasıl, nice) kelimesi kendisine delalet ettiği için “hal” kelimesi mahzuftur.
Hesap gününün faydası, insanlara hak ettiklerini vermek, sevaba nail olanlar ile cezaya müstehak olanların farkını göstermektir.
Kıyamet gününde ilk kalkacak olan kafirlerin bayraklarının başında Yahudilerin bayrağı gelecektir.
مَا كَسَبَتْ “Kazandığı" ifâdesi, kulun iş ve ameline hamledilirse, bir hazif var demektir. "Herkese kazandığı sevap veya ikâbın karşılığı verilecektir" takdirindedir. Eğer "kazandığı" ifâdesi, sevap ve ikâb mânasında alınırsa, böyle bir takdire gerek kalmaz.
Bir an için kendimizi Allah (cc) huzurunda düşünelim. Melekler yakamızdan yapışmış. Bizi Allah’ın huzuruna getirmişler.
Allahu Teâlâ 'Şu gençliği sana vermedi mi? Onu nerede kocalttın? Ben sana yaşama mühletini vermedim mi? Ömrünü nerede sarfettin? Ben sana bilgi öğretmedim mi Verdiğim malı nereden kazandın?' diye soracağı vakitteki hacalet ve kepazeliği düşünelim.
Çünkü O bize verdiği nimetleri sayarken öte yandan bu nimetlere karşı bizim yaptığımız günahları yüzümüze vuracağını hatırlamalı. Ve o günün hacalet ve rüsvaylığını düşünelim.
Şayet inkara kalkışırsak bütün azalarımız yaptıklarına şahadet edecektir.
✽ ✽ ✽
Acelesi olduğunu anlamıştım. Sağanak yağmura aldırış etmiyor, ezilmiş haline rağmen saga sola koşuyordu. Yanına sokularak: "Hayrola teyzecim" dedim. "Bir derdiniz mi var?.." Sıcak bir tebessümle;
- Buraların yabancısıyım evladım. Hastane tarafına gidecek bir araba arıyorum, dedi.
- Biraz beklersen aynı dolmuşa binebiliriz, dedim. Oraya geldiğimizde size haber veririm"..
Teşekkür ederek yanıma yaklaştı ve küçük bir çocuk gibi şemsiyenin altına girdi. Nurlu yüzü yağmur damlacıklarıyla ıslanmış ve yanakları pembe pembe olmuştu.
- Torunlarımdan biri menenjit geçirdi, diye devam etti. Ziyaret saati bitmeden uğramak istemiştim.
- 20 dakikanız var, dedim. Hastane yakın ama bu havada araba pek bulunmuyor.
Durağa herkesten önce geldiğimiz için dolmusa rahatça bineceğimizi sanıyordum. Ancak araba yanaştığında arkamızda duran 4-5 kişinin bir anda hücum ettiğini gördüm. İçeriye doluşan ve arkadaş oldukları her hallerinden belli olan adamlara;
- Önce biz gelmiştik. Sırayı bozmaya hakkınız var mı? dedim.
Ön koltukta oturan;
- Hak istiyorsan, Hakkari'ye gideceksin arkadaşım, dedi. Hem oradaki haklardan KDV de alınmıyormuş.
Bu laf üzerine de attıkları kahkahadan bindikleri araba sallanmış, sinirlerim allak bullak olmuştu. Sakinleşmeye çalışarak:
- Ben biraz daha bekleyebilirim, dedim. Ama şu ihtiyar teyzenin hastaneye yetişmesi gerekiyor.
Bu defa şoför lafa karışarak; "Teyzenin arabaya falan ihtiyacı yok be kardeşim" dedi."Okuyup üfledi mi hastaneye uçuverir.." Tekrar kopan kahkahalarla birlikte araba uzaklaşıp gitti.
Yaşlı teyze tevekkülle susuyordu. 5-10 dakika sonra gelen bir baska dolmuşa beraber bindik. Şoföre teyzeyi hastanede indirmesini söyledim. Yaşlı kadın, yapacağı ziyaretten ümitsiz görünmesine rağmen şikayet etmiyordu. Trafik de yarı yolda tıkanıp kalmıştı. Şoför:
"Yolun bu durumu hayra alamet değil. Sebebini anlasam iyi olacak" dedi ve arabayı çalışır vaziyette bırakıp ileri doğru yürüdü. Biraz sonra döndüğünde; "Kısmete bak yahu" dedi. "Bizden önce kalkan dolmusa kamyon carpmis".. Heyecanla: "Birşey olmus mu?.. Yani yaralı falan var m?" diye sordum. "Dolmuşta bulunanları, teyzenin gideceği hastaneye kaldırmışlar".. Göz ucuyla yaşlı kadına baktım.
Solgun dudaklarıyla birşeyler mırıldanıyor ve sanki onlar için dua ediyordu.. Şoför koltuğa yavaşça otururken: "Kısmet işte" diye tekrarlayıp duruyordu. "Sen kalk koca bir kamyonla çarpış. Hem de Türkiye'nin öbür ucundan HAKKARİ plakalı bir kamyonla...".
✽ ✽ ✽O gün kimseye zulmedilmez. Çünkü zulüm bir şeyi kendi yerinden başka yere koymaktır. Oysa o gün ne yüksek derecedekiler aşağıya, ne de aşağıdakiler yukarı dereceler konmayacaktır.
✽ فَكَيْفَ 'Nasıl olacak?' sorusu zemde mübalağa için tecahülü ariftir.
✽ اِذَا جَمَعْنَاهُمْ Onları topladığımızda; vasıtalı kinayedir. Kıyamet kopup, mahşer yeri kurulup onları topladığımızda...
✽ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فٖيهِ 'Şüphe olmayan gün için' zamana isnaddır. O gündeki hesap ve sorgulama için, demektir.
✽ Şüphe olmayan gün, kıyamet günü için nisbetli kinayedir.
✽ وَوُفِّيَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ İstiare-i temsiliyedir. Dünya bir pazar, insan da bu pazarda çalışan bir işçi. İşyeri sahibi, ahirette amellerin karşılığını ödeyecek olan Allahu Teâlâ'dır.
✽ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ Onlar zulmedilmeyecekler, itnabtan tekit bildiren iygaldir.
26- De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden çekip alırsın, dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltırsın; hayır yalnız senin elindedir. Muhakkak sen her şeye kadirsin.
Ayeti kerime bir taraftan dua, bir taraftan haber. Lazımı faideyi haberdir.
Efendimiz’in ilerde olacak muzafferiyetlere, ganimetlere dair verdikleri haberlere müşrikler güler, alay eder. Cenâb-ı Hakk onlara cevap versin diye bu ayeti indirir. Bu alem devri alemdir. Nice azizler zelil, nice zeliller aziz olmuştur. Günler insanlar arasında tedavülde devir daim olur. Hiç kimsenin sahibi olduğuyla övünmeye, kaybettiği ile dövünmeye hakkı yoktur. Çünkü o mülkün sahibi değil, emanetçisidir.
Ayette ‘وَتَنْزِعُ’ fiili istiare olarak gelmiş, almak yerine ‘çeker alır’ fiili seçilmiştir. Hani birine değer verir, kıymet verir, ona değerli bir şeyi vedia olarak verir ondan onu büyütüp yararlanmasını, kar etmesini istersiniz. O kimse har vurur, harman savurur. Bu sermayeyi büyütmek, kar etmek şöyle dursun, onu kötüye kullanır, zayi eder. Siz de kızar, elinden gadapla, şiddetle çeker alırsınız. Ayet bu durumu hayalimizde canlandıran bir tecessüm sanatıdır.
وَتَنْزِعُ aynı zamanda niza manasındadır. Yani Cenâb-ı Hakk mülkü, nimeti yerinde kullanmayan kimseyle hesaplaşır. Yaptığı israfa, isyana, sehifliğe, sefahate bin pişman eder. Aldığı ufak tefek zevkleri burnundan fitil fitil getirir. İnsanlar ‘Ünlülerin sonu’ diye kitap basmışlar. Bu ceza hem dünya, hem ahiret, hem beden, hem ruh, hem fert, hem cemiyet için geçerli bir ceza. Rabbim sui akıbetten hepimizi korusun.
✽ ✽ ✽
Efendimiz hendek kazılacak yeri, her on kişiye 40 kulaç kazmak üzere taksim ettiğinde, Selman-ı Fârisî'nin hangi grupta olacağında muhacirin ve ensar ihtilâf ettiler. Selman güçlü kuvvetli birisiydi, Muhacirin "Selman bizdendir", ensar "Hayır, bizdendir" diyorlardı. Hz. Peygamber "Selman bizden, ehl-i beyttendir." buyurdu.
✽ ✽ ✽
اللّٰهُمَّ "Ey Allahım" kelimesinin aslı " يَا اللّٰهُ Ey Allah"dır. Lafza-i celalin sonundaki يا ,م nida harfinden bedel olarak geldi. Bundan dolayı nida harfiyle م bir kelimede toplanmaz. Bu ism-i Celalin hususiyetlerindendir, ona özeldir. Buradaki م harfi iki harfin makamına kaim olduğu için şeddelendi. م harfi tazim ve tefhim ifadesi için ziyade edildi.
Bu tabirin aslının, 'يَا اللّٰهُ آمَنَّا Ey Allah! İman ettik' şeklinde olduğu da söylenmiştir.
"Ey Allahım" kelimesinin manası "Ey Allah! Bizi hayırla emin kıl, bizi hayra yönelt" demektir. Bu yüzden sadece talep ifade eden dualarda kullanılır. 'Allah' isminin seçilmesi, bütün esmayı cem eder.
Mülk; peygamberlik, kudret, yönetme gücü, zafer, egemenlik, ilim, servet, itibar, akıl, sağlık gibi her türlü maddî ve manevî imkân demektir. "Mâlik" ise 'Kadir' mânasındadır. "Mâlike'l-mülk"ün mânâsı, kudrete kadir olan demektir.
Mahlûkâtın kadir oldukları şeyler üzerindeki her türlü kudretleri, ancak Allahu Teâlâ'nın kadir kılmasıyla olur. O, her kadiri, gücünün yettiği şeye kudretli; her mâliki de sahib olduğu mülke sahip kılandır.
O, mülkün cinsine sahiptir. Dolayısıyla O, mülk sahiplerinin sahip oldukları şeydeki tasarrufları gibi, mülk cinsinde tasarruf eder.
O Malik ve mutasarrıfu'l hakikidir. Dilediği gibi tasarruf eder. Var eder, yok eder. Öldürür, diriltir, mükafatlandırır, cezalandırır, O'nun şeriki yoktur. Malik'in bu manalara hamlonulması medih makamına daha uygundur.
Mülkün Hak Teâlâ hazretlerine tahsisi hakikidir. Kulların mülke sahip olmaları ise mecazidir.
♦ Bu mülk ile, nübüvvet ve risâlet kastedilmiştir. Peygamberlik, en büyük mülk mertebesidir. Çünkü âlimlerin diğer insanlar üzerinde, manen; hükümdarların da zahiren büyük tesiri vardır. Peygamberlerin ise hem manen, hem de maddeten insanlar üzerinde tesiri vardır. Manen tesirleri, her insanın onların din ve şeriatlarını kabul edip, onun hak olduğuna inanmalarının gerekmesidir. Maddeten olan tesirleri de, insanlar isyan edip hakkı dinlemediklerinde, o insanların ölümü hak etmiş olmalarıdır.
♦ Mülkten murad, mülk olarak bilinen her şeydir. Ev, gelir geti-ren arazi, tarla, ekin ve nesiller gibi mallar da olabilir, makam da olabilir. Toplum arasında heybetli ve güç sahibi, sözü yerine getirilen ve itaat edilen bir kimse olmak gibi.
♦ "Mülkü dilediğine verirsin" beyânı, bu mülk çeşitlerinin hepsine şamildir; nübüvvet, ilim, akıl, sıhhat, güzel ahlâk, nüfuz, kudret, muhabbet, mal ve mülk gibi. Çünkü lafız umumîdir; delilsiz tahsis etmeye gerek yoktur.
"Mülkü dilediğine verirsin" duası; 'bana egemenlik ver' demektir. Hz. Peygamber'e, siyasî idareyi elde edip halkı adilane yönetebilmesi için bu dua öğretilmektedir. Çünkü egemenliğin olmadığı yerde, dinî hayat olmaz.
'Mülkü dilediğine verirsin' mülkünde teksin, demektir.
Bazı semavi kitablarda şöyle denildi:
"Ben Allah'ım! Melikü'l mülük, padişahlar padişahıyım! Meliklerin kalbleri ve perçemleri benim elimdedir. Kullar bana ibadet ederlerse onlara rahmet ederim. Bana isyan ederlerse onları cezaya çarparım. Meliklere sövmekle meşgul olmayın. Bana tevbe edin ki onları melik ve padişahları size karşı şefkatli kılayım.
Efendimiz de; "Nasıl olursanız öyle idare edilirsiniz" buyurmuştur. Yani eğer siz itaat ehli olursanız rahmet ehli, şefkatli insanlar size idareci olurlar. Eğer siz isyan ehli olursanız o zaman da gaddar, zalim, merhametsiz insanlar tarafından idare olunursunuz.
Hz. Musa, "Ya Rabbi! Sen yüceler yücesisin! Biz ise yeryüzündeyiz! Rızanın ve gazabının alameti nedir?" diye sordu. Allahu Teâlâ ona vahyederek şöyle buyurdu:
"Hayırlıları insanların başına amil olup onları idare ettiği zaman bu benim rızamın alametidir. En şerlileri başlarına amil olup onları idare ettiği zaman; bu da benim onlara kızdığımın ve azab ettiğimin alametidir."
"Ümmetimin üzerine bir zaman gelecek: Amirleri zulüm ve haksızlık üzere, alimleri tamahkar, dünya hırsı üzere, abidleri riya üzere olup, tüccarları faiz yer, kadınları da dünya süsüne düşkün olurlar."
✽ ✽ ✽
Halife Harun Reşit bir ara Behlül’ü (ra) aratmış, mezarlıkta uyurken bulmuşlar. Hemen huzuruna getirtmiş.
Behlül halifeye sitem etmiş:
- Neden beni uyandırıp getirdiniz? Ne güzeldi halim. Rüyamda padişah olmuştum. Tahtımda azametle oturuyordum.
Harun Reşit gülmüş:
- Ey Behlül, uykudaki padişahlıktan ne olacak?
Behlül hemen cevap vermiş:
- Ne fark eder ey Harun Reşit, ben gözlerimi açınca padişahlıktan düştüm, sense kapayınca düşeceksin!
✽ ✽ ✽
♦ Mülkten murad "peygamberlik" ise, "mülkün geri alınması" Yahudiler'den peygamberliğin alınması demektir.
♦ Mülk ile kastedilen; "kudret, yönetme gücü, zafer, egemenlik, ilim, servet, itibar, akıl, sağlık gibi her türlü maddî ve manevî imkân" ise, yüce Allah'ın bunları 'dilediğine vermesi', 'dilediğinden alması' ilâhî irade karşısında kulun iradesinin hiç bir etkisi ve değeri olmadığını gösterir.
♦ Şeytan ve avanesinden mülkü alır, Ademoğluna verir.
♦ Ebu Cehil'den alır, Hz. Muhammed'e ve ashabına verir.
Mülkü, ancak mutlak egemenlik sahibi olan Allah verebilir. Ama bu alma ve vermenin alt yapısını insan kendisi hazırlar. Yüce Allah, iktidarı elinde bulunduranlardan, yaptıkları yanlış davranışlar nedeniyle idareyi alır. Zulüm, şahsiyet değişimi, ekonomik hayattaki düzensizlik gibi büyük yanlışlardan sonra Allah verdiği hakimiyeti alır.
"İzzet" bazen dinî, bazen dünyevî olur. Dini izzetlerin en şereflisi imandır. Zillet getiren şeylerin en kötüsü de küfürdür.
Aziz ve zelil olanlar kimlerdir?
♦ 'تعُِزُّ مَنْ تشََاءُ Dilediğini aziz edersin' ile murad Efendimiz ve ashabıdır. 'وَُتذِلُّ مَنْ تَشَاءُ Dilediğini zelil edersin' ile kastedilen de Ebu Cehil ve diğer müşriklerdir.
♦ 'Aziz edersin' muhacir ve ensar, 'zelil edersin' Fars ve Rum ehli
♦ 'Aziz edersin' Cennet ve cemale erenler, 'zelil edersin' hicap ve ateşte kalanlar
♦ 'Aziz edersin' hidayet, iman, taat, nusret, zenginlik, kanaat ve rıza ile aziz olanlar, 'zelil edersin' küfür, dalalet, kahır, fakirlik, hırs ve tama ile zelil olanlardır.
Bu minval üzere kötülük ve günahlarla zelil olanlar, sevap ve ihlas ile aziz olanlar ayetin kapsamındadır.
'Mülkü dilediğine verir, dilediğinden alırsın' cümlesinden sonra, izzetin zikredilmesi, egemenliğin şerefteki payına işarettir. Egemenliğin olmadığı yerde, tam bir şeref elde edilemez.
✽ ✽ ✽
İki kardeş vardı. Birisi padişah hizmetindeydi, zengin olmuştu.
Öbürü elinin emeği ile ekmek yerdi, fakir kalmıştı.
Bir gün zengin, fakir kardeşine dedi ki:
‘Niçin padişah hizmetine girmezsin ki bu eziyetten kurtulasın?’ Fakir zengine cevap verdi:
‘Sen niçin iş güç tutmuyorsun ki, padişah hizmetinde bulunmak zilletinden kurtulasın?’
Hakimler demişlerdir ki:
‘Kendi ekmeğini yiyip oturmak, altın kemer bağlayıp hizmet için bir mahlukun karşısında ayakta durmaktan hayırlıdır.’
Kızgın demiri elle yoğurup, hamur etmek, beyler önünde el bağlamadan daha iyidir.
Kıymetli ömür, iki düşünce ile geçiyor: Yazın ne yiyeyim, kışın ne giyeyim?
Ey mide, bir ekmekle kanaat et ki, hizmetkar olup başkalarının önünde yerlere kadar eğilmeyesin. Sadi Şirazi
✽ ✽ ✽
İzzet-Zillet dengesi
İzzet müminin sıfatıdır. Mümin; bütün varlığıyla bağlanıp iman ettiği hakkın izzetini her şeyden üstün tutmakla mükelleftir. Bir başka mükellefiyeti de hakkı yaymak ve muhtaç ruhlara ulaştırmaktır. Bunu yerine getirmenin en güzel yolu hakkı bilip, kendi nefsinde yaşayarak başkalarına güzel örnek olmaktır. Olgun müminin yapması gereken cemiyetten elini eteğini çekip sadece kendini kurtarmak değil, başkalarının manevi hayatının kurtuluşuna vesile olmaktır.
Rızık taksim edilmiştir. Onu helalden izzetle talep etmeliyiz. Rızık mı bize gelecek, biz mi rızka gideceğiz bilmiyoruz. Bu nedenle dinimiz çalışmayı, karı, kesbi teşvik eder. Fakat kazanmak için her yol meşru değildir. Müslüman izzet sahibi, vakar sahibi olmalıdır. Kazançta esas olan çokluk değil, helalliktir. Kazancın temiz olmasına dikkat etmesi gerekir.
İzzet sıfatından uzaklaştırıp zillete düşüren en belli başlı sebep, maddi menfaat düşkünlüğüdür. İzzetli mümin dünyanın küçük ve bayağı menfaatleri uğruna ideallerinden asla vazgeçmez. Dolayısıyla o an için bazı dünya nimetlerinin cazibesine aldanır gibi olsa da kısa zamanda kendisini toplar, ahiretteki ebedi zevk ve lezzetlerini tehlikeye atmaz.
✦ İsyan zilletinden taat izzetine çıkanı, Allah; malsız zengin eder, askersiz kuvvetlendirir. Kavim ve kabilesiz onu aziz kılar. Hadis-i Şerif
✦ Allah (cc) için din kardeşini affedeni Allah (cc) affeder ve aziz kılar. Hadis-i Şerif
✧ İnsanı aziz eden takvasıdır. Hz. Ali
✧ Eğer kul, kulluğa yakışacak surette çalışırsa, efendisi onu aziz tutar. Sadi Şirazi
✧ Riyaset sevgisini terk eden Allah katında aziz olur.
✧ Nefsini zelil kılan kimseyi Yüce Allah aziz kılar ve o kişinin derecesini yükseltir. Nefsini beğenen kişiyi de Allah zelil ve hakir kılar. Ebû Hasan Buşenci
✧ Herhangi bir yaratıkla azizlenen zelil olur.
✧ Nefis bir hayvandır, onda izzet olmaz. Ancak vasfın izzeti olur; babalık, hocalık gibi. Kim ki vasıflıdır, o izzetlidir. Abdülaziz Bekkine
✧ İzzetle beslenmeyen her izzetin sonu zillettir. Ahmet b. Kays
✧ İzzet ve şeref tevazudadır. Kibirde izzet arayan bulamaz. F. İyad Müminin izzeti ve şerefi insanlara muhtaç olmamasıdır. Hz. Ömer
✧ Kanaat eden aziz, tama eden zelil olur.
✧ Sekiz şey sahibini küçük düşürür:
1. Davet olunmayan yere gitmek
2. İnsanlardan bir şey beklemek
3. Yapılan iyiliği görmemek
4. Çok fazla konuşmak
5. Çok fazla gülmek, güldürmek
6. Her şeyi araştırmak
7. Çok serbest davranmak, rahata düşkünlük
8. Cimrilik, saygısızlık
✧ Allah'a yemin ederim ki, parayı aziz eden bir kimseyi Allah zelil eder. Hasan Basri
✧ Kafirler izzet istedikleri için zıddıyla cezalandırılmışlardır.
✧ Gizlilikte de Allah için sadakat ile ibadet ediniz. Zira Aziz, ancak Allah'ın aziz kıldığıdır. Allah kimi severse onun sevgisini kullarının kalplerine yerleştirir. Allah'tan korkan kulu hiç bir şey aldatamaz. Allah'ın gayrından korkan kula ise hiç bir şeyin faydası dokunmayacaktır.
✧ Dünyaya zillet, ahirete izzet verilmiştir.
✧ Takvâdan daha aziz bir şeref, ve heva ve hevesi bırakmaktan daha mükerrem kerem olmaz.
✧ Kuldan isteyen zelil, Allah'tan isteyen aziz olur.
✧ Üç şey vardır ki, müslümanları çok aziz, şerefli eder:
1. Kendisine zulmedeni affetmek.
2. Kendisine bir şey vermeyene iyilikte bulunmak.
3. Kendisini aramayanları, arayıp hâllerini sormak.
'Künhünü senden başka kimse bilmez. Senden başka kimse buna kadir olmaz. Vermende de, almanda da hayır vardır.'
“بِيَدِكَ الْخَيْرُ” kelimesinden murad, kudrettir. Mâna, "Hayır, yalnız senin kudretindedir" şeklinde olur. الْخَيْرُ lafzındaki elif-lâm umûm ifâde eder. Buna göre mânâ, "Her türlü bereket ve hayırlar, ancak senin kudretinle meydana gelir" şeklinde olur.
بِيَدِكَ الْخَيْرُ tabiri, hasr ifâde eder. Cenâb-ı Hak sanki, "Hayır, senin; başkasının değil, yalnız senin elindedir..." demek istemiştir.
Bu hasr, hayrı başkasından nefyeder. Elîf-lâm'ın umûm ifâdesinin de hasr ifâde etmesi ile âyet, bütün hayırların Allah'dan olduğuna; O'nun yaratması ile meydana geldiğine delâlet eder.
Hayır, şer, her şey Allah'ın elindedir. O'nun dilemesi ile olur. Allahu Teâlâ'nın bütün işleri; fayda ve zarar vermesi bir hikmet ve maslahattan sadır olur, hayırdır. O'nun halk etmesinde, fasl etmesinde, kazasında şer yoktur, hep hayırdır. Allah her şeyi olması gereken yere vaz' eder. O'na daima hamd ve sena etmelidir.
Aslında her şey Allahu Teâlâ'nın elindedir. Ancak;
• Sırf hayrın zikredilmesi edebe riayetledir. Zira hitabda "Şer sendendir" veya "Şer senin elindedir" demek edebi terk etmektir. Hayır ve şerrin hepsi Allahu Teâlâ'dan olsa bile Allah'a hitab ederken "Şer sendendir" demek edebsizliktir. Şer zikredilmeyerek hayrın içine tağlib edilmiştir.
Esasen şer denmesi de, şer görülen şeyin Allah'a nisbeti kesildiği içindir. Allah'a nisbet edilseydi şer olmazdı.
• Burada dua ifadesi söz konusu olduğu için, şer söylenmeyip sadece hayr zikredildi.
• Biri söylenince diğerine delâletinin açık olmasından ötürü şer söylenmedi ve esasen her ikisinin Allah'ın kudretinde olduğu beyan edildi.
Hiçbir ayette Allah "Benim şerrimden bana sığının" buyurmamıştır. Mutlak iyi vardır, ancak mutlak kötü yoktur. Kötülük mahlukat aleminde bulunurken, iyiliğin kökü ilahî aleme uzanır. Yüce Allah iyiliği kul istemediği halde yaratır; ama kötülüğü kul istemeden yaratmaz.
Bu cümle, daha önce zikredilen, Cenâb-ı Hakk'ın mülkü veren, çekip alan, insanları azîz ve zelîl kılan yegâne mâlik olması hususlarını te'kid eder.
'Sen her şeye kadirsin' demek, zımnen mülk ve şeref istemektir. Bu da duanın edeplerindendir. Açıkça söylenmeyip, Allah'ın kudreti zikredilerek; dolaylı şekilde Allah'tan şifa istedi.
♦ Peygamber Mekke'yi fethettiğinde ümmetine Bizans ve Farsİmparatorluklarını da birgün ele geçireceklerini müjdeledi. Bunun üzerine münafık ve yahudiler, "Olacak şey değil. Fars ve Bizans krallıkları Muhammed'in eline nasıl geçebilir? Onlar Muhammed'den daha güçlü ve kuvvetli. Mekke ve Medine Muhammed'e yetmemiş mi ki Rum ve İran mülküne tamah ediyor?" dediler.
♦ Hz. Peygamber , Hendek Savaşı'nda, kazılacak hendeğin sı-nırlarını çizip, her on kişilik gurubun kırk zira'lık bir yer kazmalarını söyledi.
Amr ibn Avf, Selman, Huzeyfe ibnu'l-Yemân, Nu'mân ibn Mukrin el-Muzenî ve Ansar'dan dört kişi birlikte bir kırk kulacı kazıyolardı. Üç katın altında kazmaya devam ederken, hendeğin içinden beyaz, çakmaktaşından bir kaya çıktı. Külünkler kırıldı, taşı kıramadılar. "Ey Selman, Allah Rasûlü'ne çık, bu kayanın durumunu ona haber ver. Hendeğin yolunu mu değiştirelim, yoksa ne yapmamızı emreder? Biz, hendeğin çizgisini değiştirmek istemiyoruz" dediler.
Selman, Hz. Peygamber'e çıktı, Efendimiz üzerine bir gölgelik kurmakla meşguldü. Selman (ra) olayı anlattı.
Allah'ın Rasûlü, Selman'la birlikte hendeğe indi, dokuz kişi hendeğin ucunda onlara bakıyordu. Efendimiz Hz. Selman'dan kazmayı aldı, kayaya öyle bir vurdu ki, karanlık bir evin ortasındaki lâmba gibi Medine vadisini aydınlatan bir şimşek çaktı. Hz. Peygamber bir fetih tekbiri getirdi, müslümanlar da peşinden tekbir getirdiler. Hz. Peygamber "Sanki köpeklerin azı dişi gibi sıra sıra Hîre'nin köşkleri bana göründü" dedi.
Sonra Rasûlullah kayaya ikinci kere vurdu. Kazmanın kayaya çarpmasıyla yine aynı şekilde bir şimşek çaktı. Rasûlullah yine bir fetih tekbiri getirdi, müslümanlar da peşinden tekbir getirdiler.
"Bana, Rum diyarının kırmızı sarayları göründü" buyurdu.
Sonra Allah'ın Rasûlü üçüncü kez kayaya vurdu ve onu kırdı, yine Medine vadisini aydınlatan bir şimşek çaktı. Allah'ın Rasûlü , müslümanlar yine bir tekbir getirdiler. "Bana, San'a'nın sarayları göründü. Ve Cebrail (as) bana, ümmetimin bütün bu milletlere gâlib geleceğini haber verdi, müjdeler olsun!" buyurdu.
Sonra Selman'ın elinden tutarak hendekten çıktı. Selman: "Ey Allah'ın elçisi, anam babam sana feda olsun, şimdiye kadar hiç görmediğim bir şey gördüm" dedi. Allah Rasûlü oradakilere döndü ve "Selman'ın söylediğini siz de gördünüz mü?" diye sordu, "Anamız babamız sana feda olsun ey Allah'ın elçisi, gördük" dediler.
Müslümanlar Efendimizin bu müjdesine sevindiler "Dosdoğru, gerçek bir va'd ile bize va'dde bulunan, bu kuşatmadan sonra bize zaferi vaadeden Allah'a hamdolsun" dediler.
Medine'yi kuşatan hizipler bozulup gidince müslümanlar "İşte bu; Allah'ın ve Rasûlü'nün vaad ettiğidir..." dediler. Münafıklar hemen dedikoduya başlayıp;
"Hiç şaşmıyor musunuz? Size hikâye anlatıyor, sizi olmayacak umutlara sevkediyor, size bâtıl vaadlerde bulunuyor. Size Yesrib'den Hîre saraylarını, Kisrâ'nın şehirlerini gördüğünü, buraları fethedeceğinizi haber veriyor. Halbuki siz şu an korkudan hendek kazıyor, yüzyüze savaşmaya bile güç yetiremiyorsunuz" dediler. Bunun üzerine âyet-i kerime nazil oldu.
♦ Allahu Teâlâ, Peygamberimiz'e Fars ve Bizans Krallıkları-nın mülkünü kendisine vermesini istemesini ve Arapların üzerindeki zilleti Fars ve Rumlar üzerine geçirmesi için dua etmesini emretti. Allah'ın bunu emretmiş olması, Hz. Peygamber'in duasını kabul edeceğine bir delildir. (Diğer peygamberler de aynıdır. Onlar bir dua etmekle emrolundukları zaman, onların o duaları mutlaka kabul olunurdu.)
♦ Hz. Peygamber Allah Tealâ'dan İran ve Rum hükümranlığını ümmetine bahşetmesini istemişti. Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.
♦ Yahudiler "Vallahi biz peygamberliği İsrailoğullarından başka-sına nakleden birine asla itaat etmiyeceğiz" dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu
‘Dilediğine mülkü verirsin’
Mülkün varlığı çeşitli mertebelerdedir.
• Yokluğa ve tükenmeye müsait, ikisini de kabul eden mülk. Bu kevn (var edilme) ve fesadı (bozulmayı, azalıp-eksilmeyi) kabul eder.
• Bekaya müsait olup, fena ve adem kendisine arız olmayan mülk. Bu kevni kabul eder, fesadı kabul etmez.
Allahu Teâlâ hem varlık hem de yokluk mülkünün malikidir, yaratıcısıdır. Fenayı kabul etmeyen baki varlık mülkünü dilediğine isterse bir insana, isterse meleklere verir.
İnsanın şahsı fenayı kabul eder, ruhu kabul etmez. Bekayı kabul eden varlıklar, melekler, ruhlar alemi, alem-i melekût ve ahiret alemidir.
‘Dilediğinden mülkü çeker alırsın’ Canlılardan, kevn ve fesad aleminde dilediğinden baki varlığı çeker alırsın.
‘Dilediğini aziz edersin.’ Enbiya ve evliyandan dilediğini hakiki varlık izzetiyle aziz edersin. Böylece artık o kevn ve fesada uğramaz.
‘Dilediğini zelil edersin’ Kâfirlerden, münafıklardan hakiki varlığı kabul istidatlarını iptal ederek gadap ve suht ile dilediğini zelil edersin.
‘Hayır senin elindedir, şüphesiz sen her şeye kadirsin’Bu cümle gizli bir duadır: Yani Allahım, mülkün sahibisin, dilediğine mülkü verirsin. Sen; hayrın hepsini elinde tutansın. Bana vermeyi dilediğin kişiler içinde mülkünü ver. Beni aziz etmek istediklerin içinde izzetli eyle. Şüphesiz ki Sen, aziz etmeye, zelil etmeye, vermeye ve menetmeye Kadir’sin.
✽ "Ey Allahım, mülkün sahibisin, mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden çeker alırsın. Hayır senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye kadirsin" haber cümlesi, hakikat-ı akli, hem vakıaya hem itikada uygun haber cümlesidir.
✽ "Ey Allahım" tabirinde nida edatı mahzuftur. Nida da inşadandır. Nida, dikkat çeken, heyecan uyandıran üsluplardandır. İnşada, nefsi etkileyen, duyguları incelten, şuuru uyandıran, kalpleri etkileyen bir tesir vardır.
✽ Allahu Teâlâ'ya bildiği şeyleri dua ile tekrar ifade ettiğinden, lazım-ı faide-i haber kabilindendir.
✽ Ayette vasıl vardır. Vaslın yani atıf harflerinden و'ın gelme şartlarını hatırlatmak gerekirse;
- Kelimeler arasında atıf harflerinin girmesi için bu kelimeler birbirinden farklı olmalı, ancak bir hükümde ortak olmalıdır. (Tezat, tezayuf, adem-meleke, icab-selb)
- Kelimeler birbirine irab uygunluğu sebebiyle atıf yapılır.
Vasıl için ya hükümde ortaklık ya da cihet-i camia gerekir. Cihet-i camia akli, vehmi veya hayali olabilir.
Bu ayette de birbiri peşi sıra gelen müzari fiil cümlelerinin müsnedin ileyhleri aynıdır. Fiiller de ikişer ikişer birbirinin zıddı olarak dizilmiştir.
✽ "Hayır senin elindedir" cümlesi talil olduğu için fasıl olmuştur. Geçen cümlelerdeki fiillerin O'na has olmasının sebebini açıklıyor. burada vasıl olması uygun düşmez.
✽ "Şüphesiz ki Sen herşeye kadirsin" cümlesi de talil cümlesini tekit ettiğinden kemal-i ittisal olup و gelmesine engeldir.
✽ Ayet-i kerimede مَالِكَ الْمُلْكِ izafeti, iştikak-ı sağir ve reddül acizdir.
✽ Dilediğine verir, dilediğinden alırsın, ve Dilediğini aziz eder, dilediğini zelil edersin cümlelerinde ikili mukabele ve itnabtan terdit vardır.
✽ بِيدَِكَ الْخَيْرُ cümlesinde الْخَيْرُ ın lam-ı tarifi, cins, istiğrak-ı hakikidir.
✽ Kudrete 'El' kelimesinin kullanılması alete isnaddır. El, kudretin en çok zahir olduğu azadır.
✽ Allah'ın kudretinin 'yed' kelimesiyle ifade edilmesi de müşakaledir.
✽ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ cümlesi itnabtan mesel tarikı cari olmayan tezyildir.
27- Geceyi gündüze, gündüzü de geceye sokarsın; diriyi ölüden, ölüyü de diriden çıkarırsın ve dilediğine hesapsız rızık verirsin.’
Geceyi gündüze, gündüzü geceye sokar. Bir başka mana da; yabancıyı dost yapar. Bir gül goncası gibi iç içe birbirinden sıyrılır gelir. 'Geceden gündüzü soyarız. Birbirini ararcasına takip eder' (Yasin, 37) buyrulmuş.
Bu ayetlerden anlaşılacağı üzere, gece ve gündüz kısalsın, uzasın her durumda birbirinin sürekli takipçisidir, ara vermeden yer değiştirir, aldıkları emri yerine getirirler. Yapılacak görevlere elverişli olsun diye bir kararır, bir aydınlanır, birinde ay, birinde güneş devreye girer.
Bu ilahi nizam asırlardır hiç değişmeden devam eder. 'Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.' (Yasin, 40)
Bu büyük nizam-ı Cenab-ı Hak nazara veriyor. Seriu'l Hisab olduğunu, Kadir-i Mutlak olduğunu, Malikü'l Mülk, Zü'l Celal olduğunu, esmasını, sıfatını, fiillerini, sanatlarını, her gün her gece bir ayet, bir alamet olarak gösteriyor. Gökteki nizam ile yere ışık tutuyor. Görülenle görülmeyeni anlatıyor. Muazzam nimetini hatırlatıyor, yerinde saymamayı, daima faaliyet içinde olmayı bizzat gösteriyor.
Ayetin batıni manasına gelince; geceyi gündüzden, gündüzü geceden çıkaran Allâmu'l guyub, iyiden kötüyü, kötüden iyiyi çıkarıyor. Bazen iyinin içinde kötüyü, kötünün içinde iyiyi oluşturuyor. Kulun zahiriyle batınını birlikte değerlendirip adalet-i kübrasını icra ediyor.
Bazı kimseler vardır dışıyla gayet mükemmel, kibar, nazik ama içi çıfıt çarşısı.... Bu kimsenin gecesi gündüzünü sarmıştır. Bazı kimseler de dıştan pek düzgün, pek nazik görülmez ama altın gibi kalpleri vardır. Bu kimselerin de gündüzü gecesini sarmıştır. (Ayet bu manasıyla istare-i vefakiyedir ve akistir.) 'Cenab-ı Hak surete ve cisme bakmaz, kalbe ve amele bakar' hadis-i şerifi de bu manayı teyid eder.
Muhammed Parisa Hazretleri müridanıyla Hacca gitmişler. Resulullah’ı ziyaret amacıyla Medine-i Münevvere'ye vardıklarında çarşıda gözleri bir gence ilişmiş.
Genç ticaret yapmakta ve bir hayli altın kazanmaktaymış. Bir de kalbine nazar edelim, demişler.
Gencin kalbi Allah’ı zikir halinde Allah, Allah, dediğini mana gözüyle gören, Muhammed Parisa Hazretleri; ihvana dönerek;
- El kârda, gönül yarda, buyurur.
Mekke-i Mükerreme'ye geçilmiş. Kabe ziyareti sırasında, Kabe örtüsüne yapışmış, ağlayan piri fani bir ihtiyar görmüşler. Kalbine nazar ettiklerinde ise Allah’tan dünya nimetlerini talep ettiğini görmüşler.
Muhammed Parisa Hazretleri yine müridana dönmüş;
- El yarda gönül dünyada, buyurmuşlar.
Tasavvuf alimleri bedeni ve teni mezbeleye, kalbi gül bahçesine benzetirken bu manayı kast etmiş, 'Ten mezbelesinden geç, Dil gülşenine gel göç' diye tavsiye etmişlerdir. Ne mutlu içinden aydınlananlara...
'Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkartırsın.' En bariz örnek tavuktan yumurtayı, yumurtadan tavuğu, ağaçtan tohumu, tohumdan ağacı çıkartır. Örnekler saymakla bitmez.
Batıni olarak da; iyiden kötüyü, kötüden iyiyi, Azer'den İbrahim'i, Nuh'dan Kenan'ı, müminden kafiri, kafirden mümini çıkarma kudretine sahip olan yüce Mevlamız her şeye kadir. O halde O'ndan asla ümit kesmemeli, asla kendimize güvenip mağrur olmamalıyız.
Zerreden küreye bütün mahluku rızıklandıran Rezzaku alem, kimine genişletip kimine darlaştırdığı rızkı, kimi zaman da hesapsız verir. O dilediğini yapandır. Yaptıklarından kimse hesap soramaz. Sorma kudretine de sahip değildir. O adildir, Rahmandır, cömerttir, alimdir. Ne yaparsa güzel yapar, yerli yerinde yapar. Bize sadece Onu tanıdıkça hayran olmak düşer.
'Her işleri faiktir,
Birbirine layıktır,
Neylerse muvafıktır,
Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler.'
Allahu Teâlâ geceyi kısaltır, bazen de gündüzü kısaltıp geceyi uzatır. Hatta bazen gündüz on beş saat, gece de dokuz saat olur.
Allahu Teâlâ gündüzün peşinden geceyi getirir, dünyaya gündüzün ışığı hakim iken, ona karanlığı giydirir. Sonra gecenin peşinden de gündüzü getirir ve dünyaya gündüzün ziyasını giydirir. Gece ile gündüzün birbirlerine girdirilmesi, her birinin diğerinin hemen peşinden yaratılmasıdır.
• Dünya'nın hem kendi ekseni, hem güneşin etrafında dönmesiy-le mevsimlerin meydana gelmesi, gece gündüzün mevsimlere göre uzayıp kısalmasıdır.
• Dünyanın belli bir hızla kendi ekseni etrafında dönmesi ve yuvarlak bulunmasıdır.
Kur'an her seviyedeki insana hitap eder, hem bilgili kişilerin hem de cahillerin anlayacağı ifadeler içerir. Bu âyet de, hem özel bilgi isteyen günlerin kısalma ve uzaması olayını hem de herkesin fark ettiği mevsimlerin değişmesini kapsamaktadır.
Bu ayet; insanların sahih bir dinî inanca sahip olduktan sonra yeryüzünü cehalet ve şirk karanlığının kaplamasına, ardından yüce Allah'ın peygamberler göndererek insanlığa aydınlık yolu göstermesine işaret eden bir mecaz da anlaşılmaktadır.
Karanlık dünyayı aydınlatan peygamberlerdir. Onlar birer ışık, birer nurdur. Bir put yapımcısından Hz. İbrahim gibi bir peygamber dünyaya geldi. Karanlık Roma’dan Hz. İsa nur gibi doğdu. Firavun gecesinden Hz. Musa gibi bir gündüz çıkardı. Cahiliye döneminde Hz. Muhammed güneşi doğdu. Tersi de mümkün, Hz. Nuh gündüzünden Kenan gibi bir karanlık oldu. Gündüz 24 saati insan hayatının bir özetidir. Sabah doğum, öğle olgunluk, ikindi ihtiyarlık, akşam ölüm, yatak kabre giriş, gece uzun bir bekleyiş. Ertesi sabah da ba’su ba’del mevttir. 24 saatte bir ölümü yaşarız.
✽ ✽ ✽
Dünya’da geceleri gündüzlerden daha soğuk olmasına rağmen gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı en fazla 10-15 derece olur. Gece ve gündüz arasında sıcaklık farkının fazla olmamasının nedeni gece Dünya tarafından ışıma sonucu etrafa yayılan ısı enerjisinin atmosfer tarafından uzaya yayılmasının engellenmesidir. Atmosfer olmasaydı gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı daha fazla olurdu.
Bazı gezegenlerde ve uydularda atmosfer olmadığı için gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı fazladır. Dünya’nın uydusu olan Ay’da da atmosfer olmadığı için gece ve gündüz arasında sıcaklık farkı fazla olur (gündüzleri 120, geceleri –155 derece). Bu nedenle atmosferi olmayan gezegen ve uydularda gece ve gündüz arasındaki büyük sıcaklık farkı yüzünden canlıların yaşaması mümkün olmaz. Atmosfer sayesinde yeryüzü sıcaklığı yaşanabilir derecede olur.
Astronotlar Uzay’a gittiklerinde fotoğraflar çektiler. Dünya’nın Güneş’e bakan yarım küresinde gündüz olurken diğer yarım kürede gece oluyordu. Dünya’nın kendi ekseni etrafındaki dönüşü sayesinde kimi bölgelerde gündüz, kimi bölgelerde gece oluyordu; kimi bölgelerde gündüzden-geceye, kimi bölgelerde geceden-gündüze geçiş aynı anda gerçekleşiyordu. Kuran’ın 1400 yıl önce vahiy ile açıkladığı, bir kaç yüz yıl önce matematiksel hesaplarla ve mantık yürütmelerle ortaya konulan gerçekler, duyu organlarıyla da algılanıyordu.
✽ ✽ ✽
Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarırsın.
• Allah, Âzer'den İbrahim'i, Nuh'dan Kenan'ı meydana getirdiği gibi, kâfirden mü'mini, mü'minden kâfiri çıkarır.
• İyiden kötüyü, kötüden iyiyi çıkarır. (Ölü-diri, müsteardır)
Ümmî bir topluluktan tüm insanlığa rahmet olacak son peygamber Hz. Muhammed'i ve ona gönülden bağlanıp gösterdiği yolu izleyenleri şan ve şerefin doruğuna yükseltmiş, insanlığa örnek kılmıştır.
• O, meniden canlıyı, yumurtadan kuşu ve canlıdan nutfeyi, kuştan yumurtayı çıkarır.
• Taneden başağı, başaktan taneyi, çekirdekten hurma ağacını, hurma ağacından çekirdeği çıkarır.
Allah Hayy'dır.
Allah (cc) hayat sâhiplerine yaratılışlarındaki hikmete göre bir hayat vermiştir. Meselâ, ot ve ağaçlar hayat sâhibidir, onlar da doğar, büyür, ürer ve nihâyet ölür. Kendilerine göre bilgileri de vardır. Bir âlete, vâsıtaya muhtaç olmadan kendilerine yarayanı-yaramayanı ayırdederler. Faaliyetleri vardır. Havada, suda, toprağın derinliklerinde, büyümesine, üremesine yarayan maddeleri arar bulur, kendilerine çeker, hazmeder. Bizim için türlü meyvalar, gıdâlar, devâlar ve daha binler çeşit faydalı şeyler hazırlarlar. Böyle olmakla berâber, kendi hayatlarından daha yüksek, daha kudretli bir hayat bulunduğundan haberleri yoktur.
Hayvanattaki hayat daha üstündür. Onlarda duygu vardır; görür, işitir. Hareket serbestliği vardır, bitkiler gibi olduğu yerde saplanıp kalmaz, istediği yere gidebilir, yatar, kalkar. Bunlara bakarak bitkilerdeki hayat eksik, zayıf ve sönüktür. Onun için hayvanat nebâtâta hâkimdir. Çiğner, koparıp yer.
Hayvanlardan daha üstün bir hayat var ki, Allah; bu şerefi de insanlara ihsan buyurmuştur. Bütün vasıflar insanda da vardır. Ancak ona, hayvanlarda ve bitkilerde olmayan bir takım kuvvetler daha verilmiştir. Meselâ, insan bir hayvan gibi sâdece görüp işitmekle kalmaz; bunları düşünür, inceler, mukâyese yapar, muhâkeme eder, neticeler alır. Kaynayan suyun, kapağını fırlatmasından buhar kuvvetini keşfeder. İnsanlardaki hayat, hâdiseleri bilmeye elverişli bir kaynaktır. Onun için insanlar, yer yüzünün efendisidir.
Canlılar için ölüm mukadderdir. Herkes zamanı gelince gelir, ikâmet müddeti bitince gider. İnsan, cesetle ruhtan mürekkeptir. Ceset âşikâr, ruh gizli, ceset fâni, rûh bâkidir. Bunlardan her birine ait iki türlü hayat vardır: Fâni hayat, bâki hayat.
Fâni hayat doğmakla başlar, rûhun cesetten ayrılmasıyla biter, fakat ruh ölmez yine bâkidir, idrâki vardır. Ölüm anında ruh, felç gibi, bedenin duygularını ve hareketlerini iptal eder. Vücudunun bir tarafı felç olan, içinde bulunduğu durumu anlayabildiği gibi, ölü de kendi durumunun farkındadır. Ölüm, tam bir felçtir, kalbi ve tüm bedeni kaplar. Artık rûhun bedeni ile alâkası kesilmiş, duygu ve hareket bütün bütün durmuştur.
Ölenin rûhu, mâiyetindeki adamları dağılmış bir âmir vâziyetindedir. Artık onlara emirler vermeye muktedir değildir. Yâhut sermâyesi tükenmiş, ticârethânesi tamâmen yok olmuş bir tâcir gibidir. Artık bir şeyler kazanamaz, o âna kadar iyi-kötü ne kazanmışsa onunla kalır. Ölümden sonra rûh, berzaha intikal etmiştir, orada kazancına göre ya acı ve ızdırapla, yâhut sürur ve neşe içinde haşrı bekler.
• Allah (cc), yoğu var edip hayat verdiği gibi, ölüyü de tekrar canlandırabilir. İnsan kendi evvelini düşünmeli. Bir vakitler ölüydü, hayatı yoktu. Sonra ana rahminde Allah (cc) vücûdunu yarattı, hayat verdi, dünyaya çıkardı. Teneffüs eden, gıdâlanan, büyüyen, boyluposlu, güçlü kuvvetli, arayan, düşününen, bilen, bulan, işiten, konuşan, kıran, koparan bir insan oldu. Bu hayat, sırf Allah’ın bahşettiği bir nimettir. Allah, vakti gelince öldürecek ve sonra, herkese yaptığının karşılığını vermek üzere tekrar diriltecektir.
Rabbim! Güzel adını haz ile çağırırım.
Gündüz, gece, kış, bahar, yaz ile çağırırım!
Benim ümit gözüme hikmet sürmeleri çek,
Kapının eşiğinde naz ile çağırırım!
Ayetteki işaretler
Nefsin zulmetini, kalbin nuruna sokar, nurlandırırsın. Aralarındaki münasebetten sonra birbirine karıştırırsın. Diri kalbi ölü nefisten, ölü nefsi diri kalpten çıkarırsın. Ya da diri ilmi ölü cehilden, ölü cehli diri ilimden çıkarırsın. Dilediğini zahir-batın ya da bunların sadece biriyle rızıklandırırsın. 'Hesapsız olarak' zira sana bir engel yoktur.
Kur'an-ı Kerim'de "hisab" lafzı üç manada kullanılmaktadır.
1- Yorgunluk. Buna göre mana; "Dilediğine istediğin kadar hiç yorulmaksızın verirsin" demektir.
2- Adet (sayı). "Dilediğine hiç sayısız verirsin."
3- Mutalebe (istemek) "Dilediğine o daha istemeden verirsin."
♦ "Sen, dilediğin kimseleri sınırsız olarak rızıklandırır, bolca rızık verir ve rızkını genişletirsin." Birisinin bağışının çok olduğunu söylemek istendiğinde, "Falanca hesapsız infâk eder" denir.
♦ "Sen, dilediğin kimseleri hesapsız olarak rızıklandırırsın" yani "müstehak olmayan kimselere de, sırf fazl-ı İlâhin olarak bunu yaparsın." Çünkü müstehak olmaya göre veren kimse, sınırlı vermiş olur. Kullarını, amellerine göre rızıklandırmazsın.
♦ Allah, dilediği kimselere dilediği şeyleri verir. Bundan dolayı kim-se Allah'a hesap soramaz. Çünkü O'nun üzerinde, O'nu hesaba çekecek hiçbir hükümdar yoktur.
Bu ifade, Müslümanların zaferlerine kinaye ile işaret etmektedir. Akılları hayrette bırakan bu büyük işleri yapmaya kaadir olan zat mülkü Acem'den alıp Arablara vermeye de kaadirdir. Onları aziz kılmak bütün kolay işlerin en kolayıdır.
'Dilediğine hesapsız rızık verirsin' cümlesi, ekonomik değer istemektir. Bu iki ayette mülk, şeref ve ekonomik nimet için Allah'a nasıl dua edilmesi gerektiği öğretilmektedir. Yüce Allah 'hayr' dediği iyilikler arasına ekonomik değeri de katmakla; egemenliğin, izzetin ve maddî rızkın, hayrın üç temel taşı oluşturduğuna işaret etmiştir.
Bu değerler, iyiliğin ve insan hayatının olmazsa olmazıdır.
Allah'ın Resulü dahi duasında bunları Allah'tan istediğine, hayrın O'nun kudretinde olduğunu itiraf ettiğine göre, diğer insanların böyle dua etmeleri çok daha evladır. Bu dua, Resul-ü Ekrem'e kafirlerin inkarına karşı bir teselli veren bir duadır. Müminlere de bu duanın öğretilmesi, insanların olumsuz tepkilerine karşı destek alacakları bir sığınak göstermektedir.
Binlerce tür hayvanlar, milyarca canlılar, sayıya gelmez balıklar, hesaba sığmaz karıncalar, değişik değişik böcekler, kuşlar, denizde yaşayanlar… Bir gün değil, beş gün değil, hayatları boyu yiyeceklerini her gün nereden bulurlar?
Her canlının yeme ve içme zamanı ayrıdır. Bazıları var ki bir gün bir şey yemese hayatı söner, bazıları da vardır ki, aylarca bir şey yiyip içmeden yaşayabilirler. Aklımıza gelen, gelmeyen milyarlarca varlık ihtiyaçlarını nasıl karşılıyor, zamanını nasıl ayarlıyor?
Demek ki her şeyi bilen, gören ve ayarlayan biri var ki, zamanını şaşırmadan, hiçbirini unutmadan bütün bu canlıların ihtiyaçlarını görüyor.
Sadece bir günlüğüne yeryüzündeki bütün kuşların beslenmesini Allah, biz insanların sorumluluğuna verseydi, kimse altından kalkamaz, hayvanlar telef olur giderdi.
O Rezzak’tır, her varlık rızkını ondan ister. O da dünya kuruldu kurulalı kıyamete kadar hiçbirinin rızkını ihmal etmeyerek verecektir. Çünkü yaratan O’dur.
O Kerim’dir, her canlıya, her tür hayvana yiyecek ve içeceğini bolca, devamlı, eksiltmeden verir. Çünkü O, gerçek verendir.
O Rahim’dir, bütün canlılar O’nun rahmetine muhtaçtır. O’nun sonsuz rahmeti onları unutmaz, bütün hayvan yavrularını bitmez, tükenmez şefkatiyle korur, yaşatır.
✽ ✽ ✽
Ebu Musa et Tavil el Basri anlatıyor:
Bir gün Şibli Mervezi’nin (ra) canı et istedi. Eti alıp bineğine binerken bir kuş eti kapıp uçtu, gitti. Kendisi de oruca niyetlenip mescide gitti. Başka bir kul Şibli’nin evinin hizasında eti o kuştan almak için eti kapan kuşla kapıştı, et Şibli’nin evine düştü. Hanımı da kalkıp o eti pişirdi. Şibli (ra) iftarını açmak için eve geldiğinde, hanımı pişirdiği eti getirdi. Şibli:
‘Bu eti nereden buldun?’ diye sordu. Hanımı da evlerinin üstünde iki kuşun eti kapıştığını ve etin onlardan birinin ağzından avluya düştüğünü söyleyince Şibli (ra):
‘Her ne kadar Şibli onu unutsa da onu unutmayan Allah (cc)’a hamdolsun’ dedi.
✽ ✽ ✽
Efendimiz şöyle buyurdu: "Muhakkak ki Fatiha, Ayete'l kürsi, Âl-i İmran Suresi'nden iki ayet (Şehidallahu, İnneddine,18 19), Yine Âl-i İmran suresi 26-27. ayetleri (Kulillahümme, tûliculleyle) nazil oldukları zaman bu ayetler kendileriyle Allahu Teâlâ arasında hicab olan perdelere sarıldılar. Ve:
"Ya Rabbi! Sen bizi arzına ve sana asi olanlara mı indiriyorsun?" dediler. Allahu Teâlâ;
"Ben yemin ettim ki herhangi bir kişi her namazın ardında sizleri okursa onun beraberinde bulunan her şeye rağmen muhakkak ki yerini ve makamını cennet yapacağım onu "haziretü'l kudüs"e iskan edip yerleştireceğim. Ona (rahmet) nazarımla günde yetmiş kere bakacağım! Onun yetmiş ihtiyacını karşılayacağım. O ihtiyaçların en düşüğü mağfirettir. Ve onu her türlü düşman ve hasetçiden koruyup muhafaza edeceğim! Düşmanlarına karşı ona nusret edip yardımda bulunacağım.
‘Geceyi gündüze sokarsın’ Beşeriyetin, nefsaniliğin karanlıklarını ruhani sıfatların nurlarına katarsın.
‘Gündüzü geceye sokarsın.’ Ruhaniyet nurlarını, nefsani sıfatların karanlıklarına karıştırırsın.
Diri kalbi gerçek bir hayat ile, ölü neftsen çıkarırsın. Ölü kalbi hakiki bir hayat ile, mecazi, hayvani hayatla yaşayan nefisten çıkarırsın.
‘Dilediğini hesapsız rızıklandırırsın’ Hakiki cömertlik aleminden onu rızıklandırırsın. O artık ölmez. Herhangi bir sayı veya hesab altına girmez.
✽ Ayette müsnedin ileyh'in Allahu Teâlâ olduğu son derece açık olduğundan hazfedilmiştir. Ayrıca müsnedin ileyhin hazıf sebebi medih için, mertebesine hürmeten hazfedilmiştir.
✽ 'Geceyi gündüze, gündüzü geceye sokarsın, ölüyü diriden, diriyi ölüden çıkarırsın' cümlelerinde ikili mukabele ve akis vardır.
✽ Akis, cümlede kelimelerin sırasını değiştirerek tekrarlama sanatıdır.
✽ Gecenin gündüze sokulması, istiare ve tecessümdür. Aslında dünyanın dönmesi ile güneşalan yerler gündüz, almayan yerler gece olur. Fakat gece ve gündüz diye iki ayrı müşahhas varlığın birbirine girmesi, şeklinde ifade edildi. Camisi, birbiri üzerine tertipli bir şekilde devamlılık içerisinde ayrılmaları ve yakınlıktır.
✽ İstiare-i vefakiye olarak da, gece ve gündüz hüzünlü ve sevinçli zamanları ifade eder. Yani hüzün ve mutluluk daima iç içe geçmiştir.
✽ الَّيْل kelimesinde cinas-ı kalp vardır.
✽ 'Ölüyü diriden, diriyi ölüden çıkarırsın' cümlesi de hakikat olabildiği gibi, manevi ölü ve diriyi de ifade eder, istiare-i vefakiyedir.