Sureler

Göster

Âl-i İmrân Sûresi 60. Ayet

اَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُنْ مِنَ الْمُمْتَرٖينَ

60- Hak Rabbindendir, sakın şüphe edenlerden olma!

 

Hitabı habibine döndürerek müthiş bir tariz yapıyor. Bu olay Rabbinden haktır, sakın şüphe edenlerden olma! Efendimiz yakinin zirvesinde olduğu halde 'Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla' üslubunda bize ve tüm insanlığa şüpheci olmamayı emrediyor.

Şüphe insanın hızını keser, kuşkulandırır. Zihnini, kalbini rahatsız eder. Şüphe aradaki sevgiyi, saygıyı, iletişimi, dostluğu keser. Kalbin safiyetini, şefkatini, merhametini bir kurt gibi kemire kemire yok eder. Şeytanın kalbe en büyük giriş kapısıdır. Şüphe üzüntülerin, gam ve kederlerin menbaıdır. Bunalımın, huzursuzluğun en büyüksebebidir. Delilikten istiare-i mekniyedir.
 

اَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ   Rabbinden haktır. 

'Sana anlattığımız Hz. İsa ve annesinin haberleri, Rabbindendir, gerçek ve doğrudur. Hıristiyanların "İsa Allah'ın oğludur, Meryem bir ilah doğurdu" ve benzeri sözleri asla doğru değildir."
 

فَلَا تَكُنْ مِنَ الْمُمْتَرٖينَ       Sakın şüphe edenlerden olma

الْإِمْتِرَاءُ şüphe etmek, demektir. İftial babından ism-i faildir. Arapların koyunu ve deveyi sağdığında söylediği مَرَيْتُ النَّاقَةَ وَالشَّاةَ "Deveyi ve koyunu sağdım" ifâdesinden alınmıştır. Şüphe eden kimse, şüphesi sebebiyle, süt sağılırken hızlandığı gibi, bir mücadeleyi hızlandırır, mücadeleye sebebiyyet verir.

Hitabın Efendimiz'e olması teşvik ve heyecanlandırmak yoluyla ziyade tesbit içindir. Çünkü bir şeyden nehyetmek, nehyedilen kimseden o nehyedilen fiilin sudurunun tasavvurunu gerektirir.

Oysa Efendimiz kendisine indirilenin sıhhatinda asla şek ve şüphe etmezdi. Bunun manası: Sen yakinine devam et! Üzerinde olduğun kalbi mutmainlikte sebat et. Bunda şekten ve şüpheden münezzeh ol!

Efendimizin ismet sıfatına sahip olması, (günahtan korunmuş, masum olması) mihneti ve nehyedilmeyi kaldırmaz.

35. ayet ile bu 60. ayet arasında ele alınan meseleler, insanların şüphesini ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Allahu Teâlâ önce hakikati öğretti, sonra da şüphe etmemeyi emretti. Gerçeğin öğretilmediği yerde şüphe olacaktır.
 

Şüphe

✦ Şüpheli şeylerden kaçınarak Allah’a kavuşana Allah (cc) bütün Müslümanların sevabı kadar mükafat verir. Hadis-i Şerif

✧ Şüphe, amelde gevşekliğe sebep olur. Duyguların değil, zekanın bir kusurudur.

✧ Kalbin hastalığı şüpheler ve şehvetlerdir. Bunlar tefekküre, zevk almaya, anlayışa mani olur.

✧ Şeytanın en kuvvetli aldatma metodu şüphe bırakmaktır. Şüphe güvensizlikten, bilgisizlikten ve vesveseden kaynaklanır. Şüphe ekseriyetle faydasız bir ızdıraptır.

✧ Bilgi kuşkudan, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır.

 

Belagat

 'اَلْحَقُّ Hak' müsnedin ileyhinin ال ile marife gelmesi, marifeyi marife ile tarif, tahsis içindir. Yani hak, sadece Rabbinden geliyorsa haktır, başka türlüsü mümkün değildir.
Mefhum-u lakabı ile; Rabbinden olmayan bir şey, batıldır.

 'Benden' buyurmayıp ''مِنْ رَبِّكَ Rabbinden' buyurması tecriddir.

 'مِنْ رَبِّكَ Rabbin' derken, tağlib. Allahu Teâlâ sadece Efendimizin değil, alemlerin Rabbidir.

 'Sakın şüphe edenlerden olma' hitabı Efendimiz'e yöneltilmişse de o zaten şüphe etmez, ümmetine bir tarizdir.

 Hak ve şüphe arasında tibaka mülhaktan ihamı tezat vardır.

 ' لَا تَكُنْ مِنَ الْمُمْتَرٖينَ Sakın şüphe edenlerden olma' nehyi burda irşad ve tehdit bildirir.
Delalet-i tazammuniyesi şöyledir: Şüphe etme, şüphe edenlerle aynı ortamlarda bulunma, şüpheye düşürecek yayınlardan, toplantı ve konuşmalardan uzak dur.

 'Sakın şüphe edenlerden olma' mefhum-u muhalefeti ile şunu bildirir: İmanda yakin sahibi ol, delillerle hakiki imana ermeye çalış.

 'Şüphe edenlerden olma' nehyini önündeki cümle destekliyor: Çünkü hak Rabbindendir. Dal biddelalesi ile, Rabbinden olmayan şeylerde şüphe et, onları çok tahkik et, hemen güvenme demektir.

 Dal bil işaresi ile de şunu bildirir: Bir şüphe varsa, onda batıllık vardır. İçinde şüphe ve tereddüt kırıntıları bulduğumuz bir husus, Rabbimizden uzak, şaibeli bir iş demektir.

Âl-i İmrân Sûresi 61. Ayet

فَمَنْ حَٓاجَّكَ فٖيهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ فَقُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ اَبْنَٓاءَنَا وَاَبْنَٓاءَكُمْ وَنِسَٓاءَنَا وَنِسَٓاءَكُمْ وَاَنْفُسَنَا وَاَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَتَ اللّٰهِ عَلَى الْكَاذِبٖينَ

61- Sana bilgi geldikten sonra artık kimse seninle bu konuda tartışacak olursa de ki: ‘Gelin sizin çocuklarınızı, bizim de çocuklarımızı çağıralım, sizin kadınlarınızı ve bizim kadınlarımızı ve siz ve biz de onlarla bir araya gelelim ve sonra duâ edip yalan söyleyenlere Allah (cc)’ın lanetini dileyelim!’

 

Efendimiz'e gelen ilim, hüccete ve delile lüzum bırakmayan nezd-i ilahiden gelen gerçek ilim. Buna rağmen Efendimiz'le tartışan kimseler delilleri gördüğü, duyduğu halde bir türlü kabule yanaşmıyorlar. O zaman karşılıklı beddualaşmaya çağrılıyorlar. Bunu kabul etmiyorlar, başlarına bela gelmesinden korkuyorlar. Cizye vermeyi kabul ediyorlar.

Demek ki; inanmamanın sebebi delilsizlikten kafalara yatmaması değil, kabule yanaşmamaları kitabullahın ahkamını değiştirmelerine karşılık aldıkları paranın kesilmesidir.

Yemin etmekten Necranlıları alıkoyan, hakikatte Hz. Muhammed'in son peygamber olduğunu bildikleri halde inkar etmeleridir. Bu asırda da öyle değil mi?

Bir adam bir yanlışı yapıyorsa, bir hurafeye inanıyorsa gerçekler karşısında onu savunuyor. Yaptığı suçtan tevbe edeceğine ikaz edeni suçluyor. Sanki 'Ben yapıyorsam doğrudur' havasına giriyor. Bu yalanlama, bu zeytinyağı gibi üste çıkma, bu cidal, bu münakaşa, bu cazgırlık yalan temeli üzerine kurulmuş bir serserilikten başka bir şey değil. Mertçe 'Ben inanmıyorum' demiyor da ağzında geveleyip duruyor. Yüce Allah laneti bu yalancılar üzerine gönderiyor.
 

Sana gelen ilimden sonra, bu konuda seninle kim mücadele ederse, de ki; Gelin...

"Bu açık seçik delillerden, net ve berrak cevaplardan sonra kim kalkar da seninle mücadele ederse, onlarla konuşmayı kes ve onlara inatçılara yapılacak şekilde muamele et. Bu muamele de, senin onları "mülâane" (karşılıklı lânetleşme)'ye çağırmandır."
 

Oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım.

Hz. Peygamber , Necrân hristiyanlarına deliller getirip, onlar da inkarlarında ısrar edince, Hz. Peygamber onlara "Eğer getirdiğim delilleri kabul etmiyorsanız, Cenâb-ı Hak bana, sizinle lânetleşmemi emretti" dedi. Onlar, "Ey Ebe'l-Kâsım! Hele bir dur da, arkadaşlarımızın yanına varıp, bu hususu aramızda konuştuktan sonra, tekrar sana gelelim.." dediler. Gidip arkadaşlarıyla görüştüklerinde kraldan sonra gelen ve içlerinde söz sahibi olan kimseye: "Ey Abdu'l-Mesih, söyle bakalım ne dersin?" dediler.

Abdülmesih, "Ey hristiyan topluluğu, Allah'a yemin ederim ki, siz Hz. Muhammed'in bir peygamber olduğunu anladınız. Yine onun, sahibiniz Hz. İsa hakkında hak sözü getirdiğine de yemin ederim. Yine Allah'a yemin ederim ki, bir peygamberle lânetleşmeye giren topluluğun ne yaşlısı sağ kalır, ne çocukları büyür, hepsi mahvolur. Yine yemin ederim ki, eğer siz bu işe girişirseniz, soyunuz ve nesliniz kurur. Ama bundan kaçınır, dininiz üzere yaşamaya devam eder ve bulunduğunuz hali sürdürmeye devam ederseniz, onunla anlaşın ve memleketlerinize geri dönün!.." dedi.

Bu esnada, Hz. Peygamber , üzerinde siyah kıldan bir aba olduğu halde evinden dışarı çıkmıştı. Hz. Hüseyin'i kucağına almış, Hz. Hasan'ı elinden tutmuş, peşinde Hz. Fatma, onun ardında da Hz. Ali vardı. "Ben duâ ettiğim zaman, siz 'amin!' deyin" dedi.

Bunun üzerine Necrân piskoposu, "Ey hristiyanlar, ben karşımda öylesine yüzler görüyorum ki, onlar Allah'tan, bir dağı yerinden oynatıp yok etmesini isteseler, muhakkak ki Allah o dağı yerinden götürür. Lanetleşmeyin, aksi halde helak olur, yok olursunuz. Ve yeryüzünde, kıyamete kadar tek bir hristiyan kalmaz.." dedi.

Ardından "Ey Ebu'l-Kasım, biz seninle lânetleşmemeye ve dinin hususunda sana müdahale etmemeye karar verdik.." dediler. Hz. Peygamber de, "Lanetleşmediğinize göre müslüman olunuz. Müslümanların lehine olan, sizin lehinize, aleyhlerine olan da sizin aleyhinize olur.." deyince, onlar bunu kabul etmediler, direttiler. Hz. Peygamber, "En kısa zamanda sizinle savaşıp, işinizi bitireceğim" deyince, onlar, "Bizim, Araplarla savaşacak gücümüz yok. Fakat seninle anlaşak istiyoruz. Bini Safer bini de Recep ayında iki bin takım elbise, demirden yapılmış normal otuz zırh, bir miktar da para verelim, sen bizimle savaşma, dinimizde serbest kalalım" dediler.

Hz. Peygamber onlarla, bu şartlarda anlaşma yaptı ve şöyle dedi: "Canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, helak o Necrânlılara öylesine yaklaşmıştı ki... Eğer onlar lanetleşmeye girmiş olsalardı, maymunlar ve domuzlar haline getirilecekler, bu vadi ateş olup onları yakacak ve Allah Necrân ve halkının kökünü kurutacaktı.. Ağaçların tepelerinde kuşları bile... Bir yıla kalmayacak bütün hristiyanlar helak olacaklardı..."

Hz. Peygamber'in siyah futa içinde evinden çıkıp, Hz. Hasan geldiğinde onu, o futanın içine soktuğu; Hz, Hüseyin, Hz. Fatıma ve Hz. Ali geldiklerinde de, aynı şekilde onları da futanın içine sokup; "Ey ehl-i beyt, Allah sizden her türlü kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler" (Ahzâb, 33) âyetini okuduğu rivayet edilmiştir.

Burada 'Oğullar' zikredilip, kız çocukları zikredilmedi. Çünkü onlara göre erkek çocuklar, kız çocuklardan daha izzetli idi.

Veya 'Kadınlar' zikredilerek, kız çocuklar onlara tağlib edilmiştir.

Kadınların da özellikle zikredilmesi, değerli bildiği ailesinden herkesi, kalbinin bağlı olduğu kişileri çağırmaya işarettir.

Bu âyet Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in, Hz. Peygamber'in oğulları gibi olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Allah 'Oğullarını çağır' buyurmuş, o da Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'i çağırmıştır.

İbtihal, lanet olsun olmasın, çok gayretli bir şekilde dua etmek manasındadır.

Allah’ın adeti, bir kavme kökünü kurutma cezası geldiği zaman, çocuklar ve kadınlar dahil herkesin imha edilmesidir. Bu, o kavmin mükellefleri için bir ceza iken, çocuklar için bir ikab değil, aksine onların ölüm ve elemleri kavimlerine bir azab yerine geçmektedir. İnsan, çocuklarına ve ailesine karşı aşırı derecede şefkati vardır. Çoğu kez insan, kendini çoluk çocuğuna feda edip, onlara bir kalkan olur. Hz. Peygamber , çocuklarını ve ailelerini beraberinde getirmiş ve hasmı davalarından vazgeçirme hususunda bu daha tesirli, hasmı korkutmada daha güçlü ve gerçeğin kendi tarafında olduğuna daha kuvvetli delil olsun diye, onlara da böyle yapmalarını emretmiştir.

Bu hâdise, Hz. Muhammed'in peygamberliğine delildir. Çünkü Hz. Peygamber , onları azabın gelmesiyle korkutmuştur. Azabın onların başına geleceğine bu kadar güvenerek konuşmak ancak peygamber olan kimsenin yapabileceği bir şeydir. Ayrıca Hristiyanların mübâheleye yanaşmamaları da Efendimizin nübüvvetinin delilidir. Çünkü onlar Tevrat ve İncil'de Hz. Peygamberin peygamberliğine delâlet eden şeyleri biliyorlardı, başlarına geleceklerden korktukları için lanetleşmekten kaçındılar.
 

Nasıl Mücadele?

Hakkı söylemek dışında münakaşa ve cedeli terk edip öfkeden uzaklaşmak, yumuşak davranmak sufiyye ahlakındandır. Cedel ve münakaşayı sevenlerde nefis çok daha ataktır. Müslüman, arkadaşının nefsini kabarmış görünce ona kalbiyle mukabele eder. Kalp ile mukabele gören nefiste, korku ve soğukluk izale olur. Böylelikle cedel fitnesinin ateşi söner.

"Sen kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir." (Fussilet, 34)

Geçimli olabilmek için, cedelden uzak durmak gerekir. Münakaşayı terk etmeli, muhataba yumuşak davranmayı itiyat haline getirmelidir. Yerli yersiz tartışmalar, bilakis karşısındakinin sevgisini azaltır, dostluğu giderir, hatta düşman eder. Hem istenilen yerine getirilmemiş, hem de düşman kazanılmış olur.

Kin ve hileden temizlenmiş nefislerden cedel ve münakaşa arzusu çıkarılıp atılmıştır. Nefiste kin ve hile bulundukça, insanın içinde cedel ve münakaşa duygusu da bulunur, insanın içinden çekişme duygusu çıkınca, dışında da bunun eseri kalmaz. Dünyadan uzaklaşan ve zühdünün ateşi, nefsini eriten kimsede kin ve hileden eser kalmaz. Cedelden uzaklaşmış olur.

Allah bir kuluna hayır dilediğinde ona amel kapısını açar ve cedel kapısını kapatır. Allah bir kuluna şer dilediğinde de ona amel kapısını kapatır ve cedel kapısını açar.

İslâm'ın temel özelliklerinden birisi de tebliğdir. Her Müslüman, aynı zamanda bir tebliğcidir. Öğrendiğini nasıl yaşarsa, aynı şekilde, bir diğer gönüle de ulaştırmak, İslâm'ı yeni bir insana taşımak ister. Bugün ise yapılan yanlış, tebliğden çıkıp, iç cedele yönelmektir. Sanki tartışmasız hiçbir İslâmî konu yokmuş gibi, İslâm'ı bütünüyle bir cedel alanı haline getirmek, son dönemde düşülen en büyük yanlışlardandır.

Bugün insanlık İslâmî bilgiye ve imana susamıştır. Müminler, nefisleri aradan çıkarıp, Allah Resûlü'nün emanet bıraktığı davayı gönüllere taşımanın yolunu bulmak zorundadır. Her mümin kendini Medine'ye gönderilen Mus'ab b. Umeyr'in kimliğinde, Bizans İmparatoru Heraklius'a Peygamber mektubu taşıyan bir sahabenin kişiliğinde farz etmelidir. Bugün tartışmaya, cedele değil, tebliğe ihtiyaç vardır.
 

Allah'ın laneti yalancılar üzerine olsun.

İnkar, yalanlama, şüphe ve kıskançlık laneti çağırmaktadır. İnsanlar bilgiye sırtlarını döndükleri müddetçe, insanlığın üzerine lanet yağmaya devam edecek ve insanlık büyük zarar görecektir.

      ✽      ✽      ✽  

Ebu'I Hasan Hemedani anlatır:

Gençliğimde bir gece Cafer el Halidi'nin yanındaydım. Onun meclisine gitmeden önce evde bir kuşu fırına atıp pişirmelerini söylemiştim. Aklım hep evdeydi. Cafer bana:

"Bu geceyi bizimle beraber geçir" dedi. Ben bir bahane ile eve döndüm.

Kuşu fırından çıkarttılar. Önüme koydular. Evdekilerin gafil oldukları bir anda kapıdan bir köpek girdi. Kızarmış kuşu önümden kapıp kaçtı. O sırada kuşun altında pişen pilavı getiren hizmetçinin eteği bir yere takılıp, düştü. Bütün pilav yere döküldü.

Sabah olduğunda Cafer'in huzuruna vardım. Gözleri bana iliştiğinde şöyle dedi:

 "Meşayih-i Kiram'ın kalbini hoş tutmayan kişiye eza verecek bir köpek musallat kılınır."

      ✽      ✽      ✽  

Yalancı

✦ Kul şaka da olsa yalanı, haklı da olsa münakaşayı terk etmedikçe tam iman etmiş olmaz. Hadis-i Şerif

✧ Hile ile iş gören mihnet ile can verir. İnsanlar küçük başarılarını daha yenir hale getirmek için üzerine yalanlardan biber eklerler.

✧ Allah indinde en büyük hata yalan, en büyük pişmanlık kıyamet günündeki pişmanlıktır. Hz. Ali

✧ Yalanı sökmeden hakikati dikmeye çalışma! Tutmaz. C. Şahabettin

✧ En büyük yalancı en çok kendinden bahsedendir.

✧ Akıllı bir kimse nefsi yalana meyilli olsa bile yalan söylemez.

✧ Her kim şehvetinin arzu ettiği şeyi terk eder de, bunun sevincini kalbinde bulmazsa, o kişi yalancıdır. İbrahim Havvâs

 

Belagat

 'Seninle onda mücadele ederse' cümlesinde حَٓاجَّكَ fiilinden sona gelen فِيه harf-i ceri istiare-i tebaiyedir. Mücadelenin derin bir kuyu gibi çıkılmaz olduğunu, bataklık gibi insanı içine çektikçe çektiğini ifade eder.

 'مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ Sana gelen ilimden sonra' cümlesinde geçen 'İlim' kelimesi umum, hususi olarak kastedilen vahiy, ayetler, Hakk'ın delilleridir.

 'Sana gelen ilimden sonra mücadele ederse' tabiri, dal bil delalesi ile mücadelenin ilimden sonra olmasının, çok daha kötü olduğunu bildirir.

 'Oğullarımızı, kadınlarımızı ve kendimizi çağıralım' cümlesi itnabtan ittiraddır. Ayrı ayrı sayıldığı için tefridir.

 Lazım; oğullarımızı, kadınlarımızı çağıralım; Melzum, ailelerimizi bir araya toplayalım.

 Dal biddelalesi ile; delilden, ilimden yüz çeviren insanlara, ayet hadis okumaya, ikna çabalarına gerek olmadığını bildirir. Onların anlayacağı dil ile ikna edilmeleri yeterlidir.

 Delaleti tazammuniyesi ile; insanın ciddi olduğu konularda ailesini feda etmekten kaçınmayacağını bildirir. Hak üzere olan, kendinden, ilminden bir çekincesi olmayan canını feda etmekten kaçınmaz, eşini çocuğunu dahi öne sürer.

 'Allah'ın laneti yalancıların üzerine olsun' cümlesinde 'Yalancılar' umum, hususi olarak inanmakta direnen Necran Hıristiyanları kastedilmektedir.

 Mantık yollu kelam: Benim hak üzere olduğumu kabul etmiyorsunuz. Öyleyse hak üzere olan sizlersiniz, yalancı olan benim. Bana lanet etmekten korkmamanız gerekir. Hak üzere olan siz olduğunuza göre, lanetten korkmanıza gerek yok, çünkü bana gelecek. Ama lanetten korkup, kaçınırsanız, benim doğru olup sizin yalancı olduğunuzu kabul ettiniz demektir.

Âl-i İmrân Sûresi 62. Ayet

اِنَّ هٰذَا لَهُوَ الْقَصَصُ الْحَقُّۚ وَمَا مِنْ اِلٰهٍ اِلَّا اللّٰهُؕ وَاِنَّ اللّٰهَ لَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ

62- Şüphesiz bu anlatılanlar gerçeğin ifadesidir, Allah (cc)’tan başka ilâh yoktur, şüphesiz o Allah (cc) her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

 

'Şüphesiz bu; hak haberdir.'

Bu surede ve bütün Kur'an genelinde anlatılan kıssalar hak kıssalardır. Konular çok veciz şekilde anlatılmış, alınması gereken derslere işaret edilmiş. Bize düşen, bu kıssaların içinde inci mercan toplamak.

Bize düşen binbir çeşit çiçekle bezenmiş bu gülşenden arı gibi bal toplamak. Bize düşen bu bahri ummandan gönül ibriğimizi doldurup kalbimize abdest aldırıp huzuru ilahide huzur bulmak. Kıssası anlatılan peygamberler gibi metanetli, fetanetli, sadakatli, emin tebliğci olma yolunda ilerlemek. Efendimizi iyi tanıyıp gösterdiği sıratımüstakimde emin adımlarla ilerlemek.

'Allah'tan başka ilah yoktur.'

Hz. Nuh'tan bu yana insanlar zaman zaman tevhidden ayrılmış, fakat beyinlerinde mevcut olan inanç merkezi onları rahat bırakmamış olacak ki hakkın boşaldığı yeri batılla doldurmuşlardır.

Ya da hakkın yanına batılları eklemişlerdir. Böylece neticede ya kafir, ya da müşrik güruh ortaya çıktı. Cenab-ı Hak ilk defa Hz.Nuh'a inzal ettiği 'La ilahe illallah' kelime-i tayyibesindeki 'La' ile küfür, şirk, bidat, nifak, şikak, Allah'tan başka ne kadar canlı cansız tağut varsa hepsini savurup atmakta. 'İllallah' ile isbatın çerağını yakmaktadır.

Nasibi olan tevhid güneşinden ışığını alır. Zulümle soğumuş vicdanını ısıtır. Karanlıklar, karalıklar gönüllerden nur-u iman, nur-u Kuran, nur-u tevhid ile ruşen olur. İki cihanı cennet olur. Kendine vaad edilen iki cennet mekanı olur.

Tevhidden uzaklaşan kendinden, dininden, insanlığından, Rabbinden kaçar. Karun gibi batar. Cehenneme doğru gide durur. Artık ellerinden tutan olmaz. Derununu inat, kibir, taassup çepeçevre sarmış, çemberli taş olmuş yüreklere ulaşmak ne uzak! Heyhat! Ola ki Rabbimin inayeti yetişe...
 

اِنَّ هٰذَا لَهُوَ الْقَصَصُ الْحَقُّ     Şüphesiz bu; hak haberdir.                 

“Kasas” peşipeşine gelen manaları ihtiva eden haber, demektir. Dine irşâd eden, hakka götüren ve kurtuluşu talep etmeyi emreden hususları içine alan sözlerin tamamıdır.

Bu ifade daha önce geçtiği halde burada tekrar getirilmesi, tevhid gerçeğini tekid etmek ve zihinlere iyice yerleştirmek içindir.
 

وَمَا مِنْ اِلٰهٍ اِلَّا اللّٰهُ     Allah'tan başka ilah yoktur.

Kur'ân-ı Kerim'de ve hadislerde Allah'ın şerîkinin ve ortağının olmadığı sık sık vurgulanır. “Allah'tan başka ilah yoktur. O, tektir ve ortağı yoktur” buyruğu daima tekrarlanmaktadır.

Bir okulda iki müdür, bir şehirde iki vali olmadığı gibi, kâinatın sahibi de birdir. Bazen olur ki, Sultan bir olur, saltanatında ortağı olmaz. Fakat icraatında O'nun memurları, O'nun ortağı sayılırlar. Halbuki Allah, kâinattaki tasarrufunda, icraatında, yardımcılara ve ortaklara muhtaç değildir. Her şeyin anahtarı O'nun yanında, her şeyin dizgini O'nun elindedir. Her şey, O'nun emriyle halledilir.

Kâinata bakıldığı zaman, her şeyde Allah'ın birlik mührü görülmektedir. Her bir kanun, Allah'ın birliğine delildir. Yer çekimi kanunu, bütün canlılarda geçerli olan büyüme, üreme ve çoğalma kanunları gibi kanunlar, her yerde tek bir zatın mührünü ve hükümranlığını gösterir. Burada iş yapan kanunlar değil, kanunun koyucusu ve kudret sahibi olan Allah'tır.
 

    Özenirsen gardaş tevhide özen

    Tevhiddir nefsin kalasın bozan

    Hiç kendi kendine kaynar mı kazan?

    Çevre yanın ateş eylemeyince .  Yunus Emre
 

وَاِنَّ اللّٰهَ لَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ    Şüphesiz Allah Aziz ve Hakim'dir.

Hz. İsa, ölüleri diriltmeye, anadan doğma körler ile alacalı hastaları iyileştirmeye muktedirdi. Cenâb-ı Hak 'Aziz' ismini getirerek, sanki şöyle demiştir: "Bu kadar kudret, ulûhiyyet için yeterli değildir. İlâh'ın, kendisine karşı konulamayan, engellenemeyen azîz ve gâlib olması gerekir. Halbuki siz Hz. İsa'nın böyle olmadığını kabul ve itiraf ediyor, üstelik yahudilerin onu öldürdüğünü söylüyorsunuz.

Hristiyanlar, Hz. İsa'nın gaybtan haber verdiği için ilâh olması gerektiğini söylüyorlardı. Cenâb-ı Hak 'Hakim' ismini zikrederek, sanki şöyle demiştir: "Bu kadarcık ilim, ulûhiyyet konusunda yeterli değildir. İlâh'ın hakîm olması, yani bütün malumatı ve bütün işlerin neticelerinin nereye varacağını bilmesi gerekir.”
 

el-Aziz (cc)

Aziz; kuvvet ve galebe sahibi olmak manasında izzet kelimesindendir. Allah, mutlak surette kuvvet ve galebe sahibidir. Emir ve iradesine karşı bütün bu kainatın hiç hükmü yoktur. O, muradına karşı asla mağlup edilmez. İsterse bir saniyenin binde biri kadar kısa bir zamanda bu muazzam varlık hemen sönüverir.

İzzet sıfatı, Kuran’da birçok yerlerde azap ayetleri yerinde geçmiştir. Fakat bu ism-i şerifin yine birçok defa Hakim ismiyle birleştiği görülür. Bunun manası, Allah’ın kudreti galiptir, fakat hikmeti ile kötülerin cezasını tehir eder, kötülük edip durmakta olan insanları cezalandırmakta acele etmez demektir.

Bazı büyük insanlar vardır ki, kuvvetlerini gösterirler ama kullanmazlar. Bu insanların bu hali; bu ism-i şerifin bir mazharıdır. Onlar Allah (cc)’ın bu isminden nasip almışlardır.

Allah (cc)’ın izzet ve intikam sıfatlarının birleştiği azdır. İnsanların dünyada ettiklerine karşılık Allah hikmeti ile izzetinin tecellisini geri bırakmamış olsa çoktan her şey alt üst olurdu.
 

Kula gereken...

Bütün heveslerine hakim ve galip olmaya çalışmak, isteklerini, arzularını temiz, dürüst, helal yollardan temin etmek, her işinde, her sözünde akıl ve basiretin icab ettirdiği hududu aşmamaya gayret etmektir.
 

el-Hakîm (cc)

Hakim, ‘iyileşmek amacıyla men etmek, düzeltmek, hükmetmek’ anlamına gelen 'hüküm' masdarından sıfat olup, hüküm ve hikmet sahibi demektir.

'Hakim' eşyaları sağlam ve eksiksiz yapandır. Eşyanın sağlam yapılması, güzel bir planla ve takdir edilen bir yapıyla oluşturulmasıdır. Yoksa her yapının sağlam yapılı ve yıkılmaz olduğu kastedilmemektedir. Çünkü alemde, karınca gibi son derece zayıf varlıklar da vardır. Ancak bu varlıkların yaratılış sanatı, onları yaratanın varlığına delalet eder.

Allah’ın hiçbir işi hikmetsiz ve faydasız değildir. Emir ve nehiylerindeki, işlerindeki hikmet ve faydaların gayesi, kainatın intizamı ve devamıdır. Yoksa kendi zatına ait bir menfaat değildir. Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.
​​​​​​​

Kula gereken...

Her şeyde bir hikmeti bulunan Yaratıcıyı yüceltmek ve O’na kulluk etmektir.

Bir kul ibadet kastıyla, Allah (cc)’ın sonsuz hikmet deryalarını düşünür, sezebildiği kadar görürse, imanı kuvvetlenir. Mesela vücudumuzun ayakta durabilmesi için alacağımız gıdanın medhaliyle (giriş yeri), vücudumuza zararlı maddeleri atacağımız mahrecin (çıkış yeri) yaratılış tarzını düşünmek bile ‘Ya Rabbi! Ne büyüksün, ne hakimsin!’ dedirtir. Ağzımız, yemeğin nefasetini görelim, duyalım, iştahımız artsın, yemekte zararlı bir madde varsa, ekşimiş ise atalım diye burnumuza yakın yaratılmıştır. Fakat iğrendiğimiz mevaddı gaitanın (dışkı maddelerinin) mahreci de, his kuvvetlerimizden mümkün olduğu kadar uzak yaratılmıştır.

'Ya Aziz, ya Hakim' sabah namazından sonra kırk kere okunursa Allah (cc) kimseye muhtaç etmez. 'Ya Hakim' 684 defa çekilirse ilim ve hikmet sahibi olunur.

Gece abdestli Hakim ismini söyleyenin kalbini, Allahu Teâlâ sırlar hazinesi yapar. Tefekkür 'Hakim' ismine mazhar olanlarda olur.

 

Belagat

 Cümlede birkaç tekit, اِنَّ ve haberine dahil olan lam, kasır cümlesi ve müsnedlerin marife gelmesi, inkari kelamdır.

 هٰذَا ism-i işareti iktidabtır. İşaret-i akliyedir, tecessüm bildirir.

 "مَا مِنْ اِلٰهٍ اِلَّا اللّٰهُ Allah’tan başka ilah yoktur" cümlesinde kasr-ı sıfat alel mevsuf vardır. Uluhiyet sıfatı Allah’a tahsis edilmiştir. Ama mevsufun (Allah’ın) başka sıfatları da bulunduğunu ifade eder. Kasrı mevsuf alessıfatta bunun aksine; sıfatın mevsuftan başkasında da bulunması gerekir.

 Ayetin bu kasır cümlesi ile bitmesi hüsn-ü intihadır.

 اِنَّهُ şeklinde zamir gelecekken وَاِنَّ اللّٰهَ şeklinde isim gelmesi, muktezayı zahirin hilafına kelamdır. Zihne yerleştirmek, gayrılardan ayırıp tahsis etmek içindir.

 'الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ' müsnedleri arasında و atıf harfi yok, fasıldan kemal-i ittisal vardır. Yani; güçlü olmak için, hakim olmak, neyin nerede nasıl olması gerektiğini en iyi şekilde bilmek gerekir. Güç olmadan da bu bilginin faydası olmayacağı için, hakim olmak da aziz olmaya, izzete bağlanmıştır.

 Müsnedler ال ile marife geldi, marifeyi marifeyle tarif, kemalde mübalağa ve tahsis bildirir. Yani; Sadece Allah aziz ve hakimdir, O'ndan başka kimse aziz ve hakim değildir.

 Mefhum-u lakabı ile; Allah aziz ve hakimdir, sizler ise güçsüz ve hikmetten yoksunsunuz.

Âl-i İmrân Sûresi 63. Ayet

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللّٰهَ عَلٖيمٌ بِالْمُفْسِدٖينَࣖ

63- Ama onlar yine de yüz çevirirlerse, muhakkak Allah (cc) fesatçıları hakkıyla bilendir.

 

'Eğer onlar bunca açık ve parlak delilleri, belgeleri gördükten sonra yine de sana anlattığımız tevhidden ve hakikatten yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah onları bilir.'

Onların 'Fesadçı' olarak adlandırılmaları, delillerden sonra yüz çevirmenin alemi ifsaddan başka birşey olmadığını gösterir. Tevhidi kabul etmeyenlerin bu hareketi gerçekten büyük bir fesaddır. Yeryüzündeki bütün fesatlar bu hakikati itiraf etmemekten doğar.
 

Fesat

Bu kelimenin çok çeşitli anlamları vardır; başıbozukluk, bozulma, kötülük, günah, anarşi. Ve bu kelime kevni, ahlaki veya soysal bir kanunun ihlalini ifade eder. Dolayısıyla fesat birçok biçimde tezahür edebilir. Eğer yerde gökte Allah (cc)’tan başka ilahlar olsaydı ikisi de fesada uğramış, yani bozulup gitmişti. Firavun’un İsrailli erkek çocuklarını öldürme şeklindeki zalimane uygulaması ve dokuz kişinin Hz. Salih’e karşı gelmesi birer fesat örneğidir.

İnsanın dünyada sebep olduğu fesat, onun kendisine verilen hürriyeti suistimal etmesinin sonucudur. Oysa insanın hürriyeti sınırsız değildir. Yol açtıkları fesat sebebiyle önceki kavimlerin birçoğu Allah (cc) tarafından helak edilmiştir.

Doğrulukla vefa, sabırla hilim, cesaretle cömertlik ikizdir. Dünyanın kemali, dünyanın salah ve düzeni bunlara bağlıdır. Bunların zıtları her ayrılığın sebebi, her fesadın temelidir.

✧ İrfan sahibi olduğunu iddia edenlerin günah işlemesi, muhabbet ehli olduğunu söyleyenin hıyaneti, Allah (cc) yolunda oldukların söyleyenin yalanı zamanı fesada verir. Ebu Hafs

✧ Hesabı unutan fesada devam eder.

✧ İtaatten, sevgiden ve yardımdan kaçınma halleri devam ederse, mülkün temeli sarsılır, beşerin salah ve düzeni fesada ve düşmanlığa maruz kalır.

 

Belagat

 Şartın cevabı fa-i cezaiye ile isim cümlesi olarak geldi.

 Lazım-melzum alakasıyla fesad çıkaranları bilir; yani onları cezalandırır, demektir.

 'Allah bilir' cümlesinde 'Ben bilirim' buyurmayıp 'Allah' ism-i zahiri ile gelmesi tecriddir.

 اِنْ ve اِنَّ edatları harfleri itibarı ile aynı, harekeleri farklıdır. Cinas-ı muharreftir.

 'Eğer yüz çevirirlerse' şartına cevaben 'Allah yüz çevirenleri bilir' cevabı yerine 'Fesatçıları bilir' buyrulması, vasıtalı kinaye olarak şunu ifade eder: Yüz çeviren, tevbe etmeyecek, kötülüklerini arttıracak ve fesadçılardan olacaktır. Allahu Teâlâ onun fesadını bilir ve cezasını verecektir.

 Delalet-i mutabıkiyesi ile; yüz çevirmenin bir ifsad, bozgunculuk, zarar veren bir kötülük olduğunu bildirir.

 Delalet-i tazammuniyesi şudur; Hak'tan yüz çevirmek sadece kişisel bir günah olarak kalmaz, başkalarına yayılan bir ifsad hareketine dönüşecektir.

Âl-i İmrân Sûresi 64. Ayet

قُلْ يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلٰى كَلِمَةٍ سَوَٓاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ اَلَّا نَعْبُدَ اِلَّا اللّٰهَ وَلَا نُشْرِكَ بِهٖ شَيْـٔاً وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضاً اَرْبَاباً مِنْ دُونِ اللّٰهِؕ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُولُوا اشْهَدُوا بِاَنَّا مُسْلِمُونَ

64- Söyle onlara ey kitap ehli, gelin aramızda müşterek olan bir kelime etrafında toplanalım. Allah (cc)’tan başkasına tapmayalım, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayalım: Allah (cc)’tan başka kimimiz kimimizi Rab edinmeyelim! Yine de yüz çevirirlerse bizim Müslüman olduğumuza şahit olun’ deyin.

Aramızda müsavi kelimeye gelin.

Necrân hristiyanları delilleri reddetmişler, mübaheleye de yanaşmayıp, cizye ödemek suretiyle müslümanlara boyun eğmeyi kabul etmişlerdi. Hz. Peygamber , onların iman etmeleri hususunda son derece istekli olduğu için, Allahu Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir:

"Ey Habibim, bu konuşma üslûbunu bırak; aklı selim ve temiz fıtrat sahibi olan herkesin, insaflı olduğuna şehadette bulunacağı bir başka üslûba geç ve 'Ey Ehl-i Kitap! Hepiniz, bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasına tapmayalım' de!"

تَعَالَوْا "Gelin" yani, çağrıldığınız şeyi inceleyin. Çünkü bunun aslı اَتَّعَالِى lafzından alınmıştır. Bu kelime, alçak yerden yüksek olan başka bir yere yükselmek demektir. Sanki çağıran kişi yüksekte çağırılan kişi de alçak bir yerdedir. Ona kendisine yükselmesini emretmektedir. Sonra bu kelime çok kullanıldığı için, çağırılan herkes için çağrılan o yere yönelmesini isteme manasında gelmiştir.

Manası: Görüşünüz ve delillerinizle gelin, iddialarınızı isbatlayın, demektir. Yoksa bedenlerinizle gelin demek değildir. Çünkü onlar zaten Efendimiz'in karşısındaydılar.

سَوَاءٌ adalet ve insaf demektir. İnsafın hakikati, bir şeyin yarısını vermek, ortalamaktır. Zulmü terketmek ancak, ortayı gözetmekle mümkündür. Kişi başkasına verdiğinden daha fazlasını kendisine aldığı zaman, denge bozulur.

كَلِمَةٍ سَوَاءٍ  Âdil, dosdoğru ve aynı olan bir kelimeye gelin. O kelimeye gerek siz, gerek biz iman ettiğimiz zaman, eşitlik ve istikâmet üzere olmuş oluruz, demektir.

Yani, "İfâde etmede birbirimize karşı insaflı olduğumuz, hiç kimsenin birbirine zulmetme meylinin bahis mevzu olamıyacağı; bir kelimeye, bir esasa gelin ki, bu da, "Ancak Allah'a tapmamız ve Ona hiçbir şeyi şirk koşmamamızdır."

Burada "Ehl-i Kitap" ile kastedilen Necrân hristiyanlarıdır. Ancak sebebin hususi olması hükmün umumi olmasına ters değildir. Bu nedenle hitap Medine yahudilerini de içine alır.
 

Allah'tan başkasına tapmayalım.

Bu davet; sadece Allah'a kulluğa çağrıdır. Ne insana, ne de taşa uluhiyet hakkı vermemeye davet eder. Bu davet kulları, kullara kulluk etmemeye çağırır. Herkes Allah'ın kuludur.

İslam mutlak bir hürleştirme hareketidir. Kulları kullara kulluktan kurtaran asil bir davadır. İnsan sadece İslam nizamında tüm bağlardan kurtulup gerçek hürriyete erer.
 

O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım.

İmânın gerçek ölçü ve anlamı, aklın, sağduyunun, sıhhatli düşüncenin hakikati anlayıp kavraması ve samimiyetle inanmasıdır.

Tevhidin Pratik Görüntüleri

1- Kâinatta tevhid: Kâinattaki her varlık, bu inancı bize haber veriyor. (Zâriyat, 20-21)

2- Siyâsette tevhid: ‘O gökte de yerde de tek ilâhtır.’ (Zuhruf, 84)

3- Toplumda tevhid: Ümmetiniz bir tek ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim. O halde gereği gibi ibâdet edin.’ (Enbiyâ, 92)

4- Kişide tevhid: İman edenler, İslâmın kendilerinden istediği ‘muvahhid’ tipli insan olmak, hayatlarının her ânında tevhid inancını göstermek, kulluğu tek bir Rabbe yapmak durumundadırlar.

5- Yürekte ve dilde tevhid: Müminler, tevhid kelimesine yürekten inanırlar, dilleriyle de inandıklarını ortaya koyarlar. Sonra da bu inançlarını fikirde, düşüncede, ahlâkta, ibâdette, sosyal hayatta ve her konuda gösterirler.
 

Birbirimizi rabler edinmeyelim.

Hristiyanlar bu ayette zikredilen üç şeyi de yapıyorlardı. Allah'tan başkasına, yani Hz. İsa'ya ibâdet etmiş, Allah'a onu eş tutmuşlardı. Helâl ve haram kılma konusunda âlimlerine ve zahidlerine itaat ediyorlar, alimlerine secdeye kapanıyorlardı.

Onlara göre riyâzat ve mücâhede konusunda kâmil olan herkeste, lâhûtilik yani ilahlık vasfı'nın hulul ettiği görülür; o kimse ölüleri diriltebilir, körleri ve alaca hastalarını iyileştirebilirdi. Onlar, böyle olan kimseye her ne kadar Rab demeseler bile, o kişi hakkında rubûbiyyet mânâsının tahakkuk ettiğini kabul ediyorlardı. Günahlar konusunda âlimlerine itaat ediyorlardı.

Ümmetim için şirkten ve gizli şehvetten çok korkuyorum. Ancak onlar, güneşe, aya, taşa ve puta tapmayacaklar, fakat amelleri ile insanların beğenisini kazanmaya çalışacak, Allah’ı yücelttikleri gibi insanları da yüceltip putlaştırarak şirk koşacaklardır. (Mişkatül-Mesabih Sunen-i İbn Mace)
 

    Kula kulluk etme! Unutma ki sen de kulsun.

    Ve gerektiğinden fazla önem verme! Yoksa, unutulursun.

 

Sebeb-i Nüzulü

♦ Yahudiler Hz. Peygambere "Hristiyanların Hz. İsa'yı Rab edinmeleri gibi, bizim de, sadece seni Rab edinmemizi istiyorsun!" dediler.

Hristiyanlar da, "Ey Muhammed! Sen, yahudilerin Üzeyr (as) hakkında söylemiş oldukları şeyi senin hakkında söylememizi istiyorsun" demişlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyeti indirdi.

♦ Bu âyet-i kerime rahipler ve papazlar hakkında nazil olmuştur. Hz. Peygamber bu âyet-i kerimeyi Habeşistan'daki Ca'fer bin Ebî Tâlib'e göndermiş; o da Necâşî'nin de hazır bulunduğu bir mecliste Habeşistan ileri gelenlerine bu âyet-i kerimeyi okumuştur.

♦ Özellikle Medine yahudileri hakkında nazil olmuştur.

♦ Bu âyet-i kerime de diğerleri gibi yine Necran hey'eti hakkında nazil olmuştur.

 

Belagat

 "Allah'tan başkasına tapmayalım" cümlesi kasrı sıfat alel mevsuftur. Hüküm vakıaya uygun olduğu için hakikidir.

 'Bizimle sizin aranızda müsavi kelime' cem; bu kelimenin ne olduğunu açıklayan kısım taksimdir.

 'Bizimle sizin aranızda müsavi kelimeye gelin' cümlesi istiaredir. ' تَعَالَوْا Gelin' fiili, anlaşın, kabul edin anlamındadır. Camisi; iradenizle, isteğinizle karar verin. Nasıl ki; bir yere yürümek için kişi karar verir, beyin ayaklara emir verir ve adım atar. Böylece insan önceki yerinden farklı bir yere, eski yerinden yeni bir yere gelmiş olur. Bir inanca karar verip, kabul etmek de, kendi iradesiyle yeni bir başlangıç yapmaktır.

 'Bizimle sizin aranızda müsavi kelime' sıfatlı kinayedir.

 Mecaz-ı mürselden; sebep olan 'Kelime' zikredilmiş, müsebbep olan 'Kelimenin hükmü' kastedilmiştir.

 'Kelime' müfred zikredilmiş, tağlib yapılmıştır. Çünkü devamında pek çok 'kelimeler' zikredilmiştir.

 Cüz 'Kelimeye gelin' denip, kül, 'Kelimelerden oluşan cümlelere gelin' kastedilmiştir.

 'Bizimle sizin aranızda müsavi kelimeye gelin' cümlesinden sonra gelen; Allah'tan başkasına tapmayalım, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve birbirimizi Rabler edinmeyelim, cümleleri itnabın; ibhamdan sonra izah bölümüdür. Yine ayet-i kerimenin tamamı itnabtan tefridir.

 اَلَّا ve اِلَّا kelimeleri harfleri itibarı ile aynı, harekeleri itibarı ile farklıdır. Cinas-ı muharreftir.

 'Allah'tan başkasına tapmayalım, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım, bazımız bazımızı rabler edinmeyelim' sohbet sırasında vaki olan müşakaledir. Çünkü müslümanlar zaten bunları yapmıyorlardı. Ama sanki onlar da yapıyormuş gibi, cümlenin ilk üslubunu bozmadan, 'Biz' diye devam etti.

 Bu aynı zamanda, ümmeti-i Muhammed'e ince bir tarizdir. O an için müslümanlar Allah'tan başkasına tapmasalar da; ileride haram-helal hususunda Allah'ın hükmünün önüne başka şeyler geçireceklerine dikkat çekmektedir.

 'O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım' tevcihtir. Hem ehl-i kitabın Hz. İsa ve Hz. Üzeyir hakkındaki şirklerini, hem de müminlerin küçük şirk sayılan riyalarını, ibadeti bırakıp öne geçirdikleri şeyleri aynı anda bildirir.

 'Birbirimizi rabler edinmeyelim' cümlesi de tarizdir. Müminler birbirlerini de, ehli kitabı da rab edinmez. İleride olabileceğine, bundan kaçınmaya bir tariz vardır.

 Ehl-i kitab, aslında birbirlerine açıkça 'Siz bizim rabbimizsiniz' demiyorlardı. Halk, rahiplerin yaptıkları tahrifleri kabul ediyorladı. Rahipler de zenginlerden gelecek menfaatler kesilmesin diye, mevkilerini kaybetmemek uğruna onların isteğine uygun şekilde haram ve helalleri değiştiriyorlardı. Müstearun minh; Rab edinmek, müstearun leh; itaat etmek, dediklerini kabul etmek. Camisi; sorgusuz-sualsiz kabullenme, verdiği hükme razı olmak'tır.

 مِنْ دُونِ اللّٰهِ 'Allah'tan başka' kelimesi, muktezay-ı zahirin hilafına kelamdan, zamir yerine açık ismin zikredilmesidir. Zihne yerleştirmek, kalbe korku bırakmak, korkuyu kuvvetlendirmek için gelmiştir.

 'De ki; biz müslümanlarız' lazım; melzumu 'Biz Allah'tan başkasına tapmayız, O'na şirk koşmayız, birbirimizi Rab edinmeyiz.'

Âl-i İmrân Sûresi 65. Ayet

يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تُحَٓاجُّونَ فٖٓي اِبْرٰهٖيمَ وَمَٓا اُنْزِلَتِ التَّوْرٰيةُ وَالْاِنْجٖيلُ اِلَّا مِنْ بَعْدِهٖؕ اَفَلَا تَعْقِلُونَ

65- Ey ehli kitap, niçin İbrâhim hakkında tartışıyorsunuz? Tevrat da, İncil de ondan sonra indirildi, bu kadar da düşünmüyor musunuz?

 

'Ey ehli kitap! İbrahim'in yahudi veya Hıristiyan olduğunu nasıl iddia edersiniz? En basit şeyleri bile algılayamayacak kadar körleştiniz mi? Hiç akıllanmıyorsunuz.'

Kur'an Hz. İbrahim'in Hanîf (tevhid) inancında bir müslüman olduğunu bildirir. Tevrat ve İncil'de de, onun yahudi veya hristiyan olduğuna dair bir bilgi yoktur.

Hristiyanlar Hz. İbrahim'in dini üzere değillerdir. Hz. İsa, Hz. İbrahim'den sonra gönderilmiştir. Hz. İbrahim devrinde Hz. İsa'ya ibâdet, kesinlikle meşru değildi. Yahudilerin de aynı şekilde, Hz. İbrahim'in dini üzere olmaları mümkün değildir. Hz. İbrahim'in Hz. Musa ile arası bin sene, Hz. İsa ile arası iki bin senedir.

Tevrat ve İncil'in kendisinden sonra nazil olduğu bir peygamberi kendi dinlerinden göstermek tarihe ters düşmektir. 'Aklınızı kullanmıyor musunuz?' veya 'Düşünmüyor musunuz?' ifadesi, tarihi gerçekleri değiştirmeye çalışmanın akıldan uzaklaşma olduğuna, meselelere akılla yaklaşmanın önemine işarettir.

Günümüzde de, gelecekte de tarihî olayları ters yüz edenler olacaktır.
 

Yasaklanan tartışma

Kuran’da gerçek bilgiye ve kesin delile dayanmayan, yanlışı doğru, doğruyu yanlış göstermek suretiyle hakikati reddetme ve bâtılı savunma amacına yönelik tartışma yasaklanmış, kesin delil ve gerçek bilgiden hareketle yanlış fikirleri çürütme, gerçeği ispat edip savunma maksadıyla yapılan tartışmalar caiz görülmüştür.

'Allah’a ve peygambere itaat edin ve aranızda çekişmeyin sonra gücünüz, kuvvetiniz gider, sabredin, Allah sabredenlerle beraberdir” (Enfal, 46)

Bu ayet-i kerime müslümanların çekişmeye ve mücadeleye girmemelerini emretmektedir. Gerçek zamanla ortaya çıkar. Bu nedenle yüce Allah inananlara daima sabırlı olmaya çağırır.

Din, iman, ahiret ile ilgili meseleleri alaya almak, o kişinin ahmak olduğuna delildir. Böyleleri ile mücadele etmek kişiyi ancak küçültür. En iyisi böylelerini “kabil-i hitap görmeyerek” cevap vermemektir.

Hz. İsa, kendisine soru soran birine cevap verdiği halde adam anlamamazlıktan gelir, Hz. İsa’yı zorlamaya çalışır. Hz. İsa da ondan yüz çevirerek yoluna devam eder. Bunun üzerine havariler “Ey Muallim! Sen ölmüş bedenleri Allah’ın izni ile diriltiyor, ölmüş kalpleri sözlerinle hidayete ulaştırıyorsun. Bu adama neden cevap vermedin?” derler. Hz. İsa (as) “Evet öyledir. Ancak bu adam ahmaktır. Ahmakların ıslahı mümkün değildir” şeklinde cevap verir.

Efendimiz 'Haklı dahi olsa münakaşadan vazgeçmedikçe kişinin imanı tamam olmaz' buyurarak dinde mücadele ve münakaşayı yasaklamıştır.

Çünkü Allah’ın hükümlerinde mücadele, itiraz ve kabul etmemek, amelden kaçınmak anlamındadır. Bu ise imanın zaafından kaynaklanır. Peygamberimiz Hz. Musa’nın Yahudilere “Allah sizin bir inek kesmenizi emrediyor” demesine karşılık Yahudilerin “Nasıl bir inek? Rengi nedir? Yaşı kaçtır?” gibi sorular sormasının emre itaatsizlik ve amel etmemek için direnmek olduğunu belirterek “Siz Allah’ın emirlerini elinizden geldiği ve gücünüzün yettiği kadar ifa edin, yasakladıklarından da kesinlikle kaçın ve gereksiz soru sormayın” buyurmuşlardır.

İmani meseleler ancak müdavele-i efkar, fikir alışverişi ve samimi öğrenme amacını taşımak suretiyle konuşulmalı ve öğrenmelidir.

Mesail-i İmaniyenin münâkaşa suretinde bahsi caiz değildir. Dakik mesâil-i imaniyeyi, mizansız mücadele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mizansız mücadele olduğundan tiryak iken zehir olur. Diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle mesâil-i imaniyenin itidal-i demle, insafla, bir müdavele-i efkâr suretinde bahsi câizdir.

Bu çeşit mesâili münakaşa etmenin şartı insaf ile hakkı bulmak niyeti, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sûi telakkiye sebep olmadan müzakeredir. O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zahir olsa müteessir olmasın, belki memnun olsun; çünkü bilmediği bir şeyi öğrendi. Eğer kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup, haklı çıktığına sevinse, hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor, belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı, hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar ve memnun olur.

İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarikat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihat etseler ihlası kazanırlar. Ve vazife-i uhreviyelerinde muvaffak olurlar. Ve bu fecî sukût ve musibet-i hâzıradan rahmet-i ilâhiye ile kurtulurlar. Bediüzzaman

 

Belagat

 Ayetin sonu 'Hâla akletmeyecek misiniz?' cümlesi ile bitti. Mücadelenin aklı iptal ettiğine, mücadele edenlerin aklı kullanma konusunda eksik kaldığına işarettir.

 Tevrat ve İncil ancak ondan sonra indirildi; kasrı sıfat alel mevsuf, kasrı kalp. Fiille mefulün fih arasında kasır. İstisna cümlesi olduğu için beyan-ı tağyir.

 Mefhum-u istisna. Yani Hz. İbrahim devrinde bir ihtilaf, Hıristiyan ve Yahudi ayrımı yoktu. Bunlar, ondan sonraki devirde doğdu.

 'Tevrat ve İncil ondan sonra indirildi' lazım, Hz. Musa ve Hz. İsa ondan sonra peygamber gönderildi, melzum.

 'Ey ehli kitap, niçin mücadele ediyorsunuz?' derken iki gruba toplu bir nida yapıldı. Oysa bu iki grup, Hz. İbrahim'e ayrı ayrı sahip çıkıyor, birbirlerini yalanlıyordu. 'Tevrat ve İncil ondan sonra indirildi' derken hıristiyan ve yahudiler birbirinden ayrıldı. Leffi neşrin icmalen zikredilen kısmıdır.

 Mantık yollu kelam; Tevrat ve İncil ondan sonra nazil oldu, dolayısıyla Hz. İbrahim'in ne yahudi ne de hıristiyan olması imkansızdır. Sizler boş bir iddia ve yalan içindesiniz.

Âl-i İmrân Sûresi 66. Ayet

هَٓا اَنْتُمْ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ حَاجَجْتُمْ فٖيمَا لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌ فَلِمَ تُحَٓاجُّونَ فٖيمَا لَيْسَ لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌؕ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ

66- İşte siz öylesiniz, biraz bilgi bildiğiniz hususta hadi tartıştınız, ama ne diye hiç bir şey bilmediğiniz hususta tartışıyorsunuz? Oysa Allah (cc) bilir, siz bilmezsiniz.

 

Bilginiz olan şeyde tartıştınız.

Aslında Allah onları gerçek manada "ilim" ile tavsif etmemiştir. Şu manayı murad etmiştir: 'Siz, bildiğinizi iddia ettiğiniz hususlarda peygamberle çekiştiniz. O halde, hakkında kesinlikle bilginiz olmayan hususlarda onunla nasıl çekişebiliyorsunuz?'
 

Bilginiz olmayan hususta niçin tartıştınız?

Ey ehl-i Kitap! Hadi diyelim ki, Tevrat'tan ve İncil'den azıcık bilgi sahibi olduğunuz İsa konusunda tartıştınız. Ama hakkında tartışmaya esas olabilecek bir bilginiz olmadığı halde İbrahim (as) konusunda ne diye tartışıyorsunuz? Siz ne anlayışsız ve gafil insanlarsınız! Tevrat'ta ve İncil'de İbrahim'in dini zikredilmedi ki; ne diye İbrahim'i parmağınıza doluyorsunuz?
 

Tartışma kuralları

Kur'ân-ı Kerîm İbrahîm Peygamber hakkında Yahudî ve Hıristiyanların bilgisizce ve inatlaşırcasına tartışmaya kalkışmalarını kınarken bize bu konuda bazı kuralları dikkate almamızı hatırlatıyor.

Bir konu hakkında tartışmaya başlamadan önce:

• O konuyla ilgili bilgileri toplayıp değerlendirmek,

• İddia edilen şeyin mümkün olup olmadığını araştırmak,

• İlgili rivayetler ve nakiller arasında bağlantı kurmaya çalışmak',

• Toplanan bilgileri belli bir sıraya göre düzenleyip plânlı biçimde hazırlıklı olmak,

• Karşı taraftan gelecek haksız iddiaları, öne sürecekleri delilleri az-çok tahmin edip ona göre doyurucu cevaplar ve deliller toplamak,

• Mantık kurallarını iyi bilmek,

• Hakk'ı sonuna kadar savunmak, karşı tarafın haklı olduğu kesinlik kazanınca tereddüt etmeden kabullenmek,

• Kırıcı, üzücü, küçültücü söz ve davranışlardan kaçınmak; karşı taraf ölçüsüz de olsa nezaket ve edep kaidelerine saygılı olmak gerektir.

Tartışmanın bir usûlü ve bir ahlâkı vardır. Bilinen konuları tartışmaya açmak saygısızlık ve ahlâk dışı bir davranıştır. Bilgi gibi bir değeri tartışma alanına çekerek ona zarar verilmemelidir.

Bilmediği bir konuda tartışma yapmak ise daha kötü bir davranıştır. Konuyu bilene bırakmak en doğru davranıştır. Bu nedenle ayetin sonu 'Allah bilir; siz bilmezsiniz' cümlesi ile bitirilmiştir.

Münazaranın amacı Allah için doğruyu bulmaya çalışmak ve hakka teslim olmaktır. Bu nedenle dini konularda, bilhassa imana taalluk eden meselelerde münakaşa ve münazara caiz değildir. Zira bir taraf diğerini mağlup edeceğim derken dalaletini istemiş olacağı için çok tehlikelidir. İmam-ı Azam (ra) ilk zamanlarda Kelamî konularda münazaralara giriyordu. Ancak oğlu Hammad’ı bu gibi münazaralardan sakındırmıştır. Nedenini sorunca da “Ben girdiğim her münazarada hakkın muhatabın elinde zahir olmasını temenni ediyorum. Ama siz karşınızdakinin yanlışta ve dalalette olmasını temenni ediyorsunuz. Oysa küfre rıza küfür, dalalete rıza dalalettir” demiştir.

“Ömer b. Hattab ile Hz. Osman, istişare esnasında öyle münakaşa ederlerdi ki dışarıdan onları görenler ‘Artık bunlar bir araya gelmezler’ düşüncesine kapılırlardı. Ancak onlar en güzel ve tatlı bir şekilde ayrılırlardı.” Said b. Müseyyeb Kenz

Peygamberimiz bir gün sahabelerin kader konusunda tartıştıklarını gördü. Onların yanına gitti ve “Sakın bu konuda münakaşa etmeyiniz. Sizden öncekiler hak konusunda münakaşa ederek ayrılığa düştükleri için helak olmuşlardır. Allah sizi bu gibi konularda münakaşa etmekten sakındırmıştır. Biliniz ki Yahudiler yetmiş bir, Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya ayrılmışlardır, benim ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaklardır. Bu fırkalardan kurtulacak olanlar bizim yolumuz ve sünnetimiz üzere gidenler, ashabım ve ashabımın yolundan gidenler, Allah’ın dini üzerinde cidal ve münakaşa etmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle ehl-i tevhit ve ehl-i kıbleden herhangi birini tekfir etmeyenler ve cemaatten ayrılmayanlardır.

✦ Her münakaşanın kefareti iki rek'at namazdır. Hadis-i Şerif

✧ Ancak şöhret için uğraşan, tartışmayı sever. Şöhret ise afettir. Münakaşa, dostun dostluğunu azaltır, düşmanın düşmanlığını artırır. Salih mümin kibirli olmaz, vakar sahibidir, dünya işlerinde kolaylık gösterir. Din işlerinde sağlam olur. Hiç münakaşa etmez! İmam Gazali

✧ Tartışmanın dinde yeri yoktur. Tartışma kalbleri katılaştırır, kin ve nefret doğurur. Malik bin Enes

✧ Birbiriyle söz yarışında bulunanlar felah bulmazlar. Bid’ate düşmekten de kendilerini muhafaza edemezler. Ahmed b. Muhammed el-Mervezî

✧ Ben arkadaşımla tartışmam. Çünkü tartışmada ya o beni yalancı çıkaracak ya da ben onu kızdırmış olacağım. İbn Ebi Leyla

✧ Bir gün İmam-ı Azam, önceleri ilim halkasına katılıp daha sonra terk eden Davud-i Tâî hazretlerine:

- Niçin inzivaya çekildin, halktan ayrıldın, diye sordu. Davud-i Tâî

- Tartışmayı terk etmek suretiyle nefsimle mücahede etmek için, dedi. İmam-ı Azam hazretleri:

- İlim meclislerine katıl, anlatılanları dinle fakat konuşma. İşte senin için nefsini kıracak mücahede budur, dedi.

Davud-i Tâî hazretleri diyor ki: Ben de öyle yaptım. Gerçekten nefsim için bundan daha güç gelen bir mücahede görmedim.

✧ Ömer bin Abdülâziz'in kâtibi Meymûn b. Mihran'a şöyle denildi: 'Sen neden arkadaşına küsüp onu terketmiyorsun?' Cevap olarak dedi ki: 'Çünkü ben onunla ne husumet ederim, ne de cedel'.

✧ Kişiyi konuşmada fazla inatçı, cedelci veya görüşünü beğenmiş olarak gördüğün zaman bil ki onun zararı zirveye ulaşmıştır. Bilâl b. Sa'd

✧ Münakaşadan sakının. Zira münakaşa anı, alimin cahillik ettiği vaktidir. O vakitte şeytan alimin doğru yoldan sapmasını arzular. Müslim b. Yesar
 

Tartışmanın Zararları

Mira, başkasının konuşmasındaki bir eksikliği belirtmek suretiyle o konuşmaya yapılan herhangi bir itiraz demektir. Bu eksiklik ya lâfızda, ya mânâda veya konuşanın maksadında olur.

Lafza yapılan itiraz; gramer veya lûgat cihetinden kelimedeki bir eksikliği belirtmekle, cümlenin tanzim ve tertibi cihetinden olur. Bazen de dil sürçmesinden ötürü sözüne itiraz edilir. Durum ne olursa olsun, başkasının konuşmasındaki eksikliği belirtmenin bir faydası yoktur.

Mânâ bakımından itiraz, 'Senin dediğin gibi değildir. Çünkü sen filan filan yönden bu konuşmada yanıldın' diyerek yapılır.

Mira, muhatabın konuşmasını münker görmeyi ve konuşmasına yapılan itirazı terketmekle bırakılabilir. Dinlediğin konuşma hak ise tasdik et! Eğer bâtıl ve yalansa, aynı zamanda dinle ilgili değilse sus!

Maksadına itiraz etmeye gelince, 'Şu söz haktır, fakat senin bu sözden kasdettiğin hak değildir. Senin maksadın bozuktur!' veya buna benzer sözlerle yapılır. Bu tür mücadele, eğer ilmî bir meselede cereyan ederse, 'cedel' ismi verilir. Bu durumda Müslümana farz olan susmaktır, inat ve tenkid değildir. İstifade tarzında sorar, itiraz şeklinde değil de tariz etmede ince ve zarif davranır.

Cedel ise; başkasını susturmak, âciz bırakmak, konuşmasını tenkid ile onun değerini düşürmek, kusurlu bulmak ve cahilliğe nisbet etmektir. Mücadelenin alâmeti, hakka dikkat çekerken karşıdakinin hoşuna gitmeyecek şekilde yapılmasıdır. Muhatabın hatasını açıklar. Bunu da karşıdakinden üstün olduğunu, muhatabının değersiz ve eksik olduğunu açığa vurmak için yapar. Oysa kendini tezkiye etmek rubûbiyet sıfatlarındandır!

Biri, 'Hava sıcaklığı 25 derece' dese, buna, 'Hayır 30'dan aşağı değil' demek, onun sözüne itirazdır, 'Sen bilmiyorsun, bu işten anlamazsın, sen ahmaksın, ben akıllı ve bilgiliyim' demektir. Kendini büyük görmektir. Lüzum yokken, karşımızdaki şahsın kusurlarını bulup kendisine göstermek günahtır. Çünkü hatasını söylemekle kalbini kırmış oluruz. Zaruretsiz incitmek haramdır. Böyle hususlarda başkasının hatasını söylemek gerekmez. Susmak ise imanın kemalini gösterir.

Bir insanın hiç günahı olmasa, 'insanları doğru yola davet ediyorum' diye tartışmaya girse, günah olarak ona yeter.

Mira ve Cedele devam eden, bu helâk edici sıfatları takviye etmiş olur. Bu ise mâsiyettir. Cedel, hiçbir zaman başkasını üzmekten uzak olamaz. Kendisine itiraz edilen kişi aklına gelen herşey ile itiraz edeni tenkid eder. Böylece iki tartışmacının arasında şiddet gittikçe kızışır. Tıpkı birbirine hırlayan iki köpeğin arasındaki sürtüşmenin kızışması gibi... Onların herbiri diğerini ısırmaya fırsat kollar. Ceza bakımından daha büyük ve arkadaşını susturmak hususunda daha kuvvetli çıkışlara yeltenir.

Bunun tedavisi ise, kendi faziletini belirtmeye zorlayan, başkasını kusurlu ve eksik göstermeye iten yırtıcılık sıfatını kırmaktır.

⁕ Tartışan kişi haklı olduğunu kabul ettirebilmek için sert, hırçın, öfkeli davranır. Kontrolünü kaybeder, aklı ile hareket edemez. Muhatabının doğru sözlerine kulak veremez ve kendi yanlışlarını savunmaya devam eder. Cedelleşme kine yol açar, dostlar arasında kin ateşini körükler. Fikrinin kabul edilmediğini gören tartışmacı muhatabına kin duyar, bazen ömür boyu affedemez.

⁕ Tartışma, insanı gıybete zorlar. Gıybet ise mahza ateştir. Tartışmacı galip gelirse övünür, kendisiyle gurur duyar. “Şöyle şöyle dedim, susturdum!” der. Kendini beğenmişlik ise yasaklanmış bir haldir.

⁕ Tartışmada üstün gelmek için muhatabın kusurları sayılır, dökülür. Müminin kusurlarını ortaya dökmek ise yasaktır, günahtır.

⁕ Tartışma esnasında galip gelme isteği ile yalana ya da zanna başvurulur, dinleyicilerin gözüne girmeye çalışmak da riyayı beraberinde getirir. Tartışma hararetiyle bu günahlardan kaçınmak hayli zordur.

⁕ Tartışmak gerçeği inkâra yol açar. Gerçeğin rakibin ağzından çıkmasından hiç hoşlanılmaz ki bu da kişinin maneviyatı açısından bir felakettir.

⁕ Tartışma inada sebep olur. Bu inatla doğruyu kabul etmek imkansızlaşır. İnsanlarla cedelleşen, münakaşa eden kimse mürüvvetsiz olur. Böyle insanlar başkaları tarafından sevilmez, dostları olmaz.

Cedelleşme öyle bir tabiattır ki kişi bundan dolayı kendisine bir sevap geleceğini zanneder, hırsı daha da artar. İnsana düşen; ehl-i kıble hakkında dilini tutmasıdır. Bir bid'atçıyı tenha bir yerde, cedelle değil, nasihat yoluyla ve uygun dille uyarmalıdır. Çünkü cedel, karşısındaki insanın zihnine 'Bu adam beni şaşırtmak için konuşuyor, hile yapıyor' fikrini getirebilir. 'Bu bir sanattır. Benim mezhebimin ehlinden olan mücadeleciler de bu sanatın benzerlerini eğer isterlerse yapar' zanneden bidatçı, batıl fikrine daha da sarılır. Kalbinde bidat iyice kuvvetlenir. Bid'atçıya nasihatın fayda vermeyeceğini anlarsa, onu bırakıp, kendisiyle meşgul olmalıdır.
 

Allah bilir, siz bilemezsiniz.

Allah bu tartıştığınız konuları ve herşeyi bilir. Sizin ise ilminiz mahduttur. Tartışmanız bilgiye dayanmadığı için, köksüz ve geçersizdir.

 

Belagat

 هَا tenbih, اَنْتُمْ mübtedadır.

 'Bilginiz olan şeyde mücadele ettiniz'; lazım-ı faide-i haber cümlesidir.

 'فٖيمَا لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌ Bilginiz olan şey' tabirinde مَا ism-i mevsulü tahkir içindir. 'Bildiğinizi sandığınız bir takım şeyler' demektir.

 'Bildiğiniz şeyde mücadele ettiniz' tarizdir. 'Hem biliyorsunuz hem de neden mücadele ediyorsunuz? Bunda bir tezat var' demektir.

 Onların bildiklerini sandıkları şey, aslında hak batıl karışık bilgilerdi. Kitapları tahrif edildiği için bilgileri de karışmıştı. Ama Allahu Teâlâ müşakale sanatıyla bu karışık malumata onların diliyle 'Bildiğiniz şey' buyurdu.

 'Bilmediğiniz şeyde neden mücadele ettiniz?' sorusu, azarlama, kınama ve hayrette mübalağa için tecahül-ü ariftir.

 'Bildiğiniz şey' ve 'Bilmediğiniz şey' tabirleri sıfatlı kinayedir.

 فٖيمَا لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌ  Bilginiz olan şey ile '  فٖيمَا لَيْسَ لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌ bilginiz olmayan şey' arasında tibak-ı selb vardır.

 وَاللّٰهُ يَعْلَمُ Allah bilir, وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ siz bilemezsiniz, cümleleri arasında ikili mukabele vardır.

 'Allah bilir' cümlesinde 'Bilmek' kalp fiilinin iki mefulü de mahzuftur. Umum ifade eder, yani 'Allah herşeyi bilir.'

 Aynı şekilde 'Siz bilmezsiniz' cümlesinde de mefuller umum ifadesi için hazfedilmiştir. Yani; 'sizler hiçbir şey bilemezsiniz.'

 'Allah bilir, siz bilemezsiniz' cümlesi, lazım-ı faide-i haberdir.

 وَاللّٰهُ يَعْلَمُ Allah bilir, cümlesi ile وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ Sizler bilmezsiniz, cümlelerinde müsnedin fiil gelişi hükmü takviye eder.

 فٖيمَا لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌ  Bilginiz olan şey ile '  فٖيمَا لَيْسَ لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌ bilginiz olmayan şey' arasında itnabtan terdit vardır.

 يَعْلَمُ - لَا تَعْلَمُونَ - عِلْمٌ  kelimeleri arasında iştikak-ı sağir ve reddü'l aciz alessadr sanatı vardır.

Âl-i İmrân Sûresi 67. Ayet

مَا كَانَ اِبْرٰهٖيمُ يَهُودِياًّ وَلَا نَصْرَانِياًّ وَلٰكِنْ كَانَ حَنٖيفاً مُسْلِماًؕ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكٖينَ

67- İbrâhim ne Yahudi ne de Hıristiyandı. Bir tek Allah (cc)’a inanan gerçek bir Müslümandı; müşriklerden değildi.

O, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı.

Hz. İbrahim'in müslümanlığından maksat, usûl (itikad) bakımından İslâm dini üzere olması olabilir. Yani Hz. İbrahim itikad bakımından yahudi ve hristiyanların inançlarına muhalif, İslam inancına sahiptir.

Hz. İbrahim'in müslümanlığı, furû (ahkâm) bakımından İslâm dinini tatbik etmesi de olabilir. Çünkü Allahu Teâlâ o ahkâmı, Hz. Musa'nın şeriatıyla neshetti. Sonra Hz. Muhammed zamanında da, Hz. Musa'nın şeriatı neshedildi. Hz. Muhammed'in şeriatının çoğu, Hz. İbrahim'in şeriatına uygun olup, çok az farklılıklar vardı.
 

Tevhid inancına zarar veren ameller

1- Sihir: Cinlerle küfre düşmeye karşılık işbirliği içinde bulunan kimselerin kalp ve bedende hastalık, ölüm gibi fiziksel etkiler meydana getirebilen, eşlerin arasını açan, bâzı muska, üfürük, tılsım vs.’yle yaptığı bir fiildir. Bu amel küfürdür, bu işle uğraşan da kâfirdir. (Bakara suresi, 102)

Sihri çözmek, sihre maruz kalan kimseyi Allah’ın izniyle kurtarmak iki yolla mümkündür. Eğer sihir, yine sihirle çözülürse; bu küçük küfürdür. Kur’ân ve Sünnet’te sabit olan duâları okuyarak (rukye ile) çözülürse, bu câizdir.

2- Kâhinlik: Medyumluk da denilen kehânet, geleceği bildirme iddiasıdır. Kâhin veya medyum, Allah’dan başka kimsenin bilemeyeceği gaybî durumları, geleceği bildiğini iddia eder. Bu iddia küfürdür, onun sözlerini doğrulayan da küfre düşer.

3- Falcılık ve astroloji: Yıldız ve burçları, yeryüzünde meydana gelen olaylarda etkili kabul etmek şirktir. Sahibini İslâm’dan çıkarır. Yıldızların yaratılma gayesi; gökyüzünü süslemek, yolcuların yollarını belirlemesi ve ‘Mele-i A’la’yı dinlemeye kalkan şeytanların taşlanmasıdır.

Ancak yıldız hareketlerinin dünya olaylarıyla karşılaştırması yapılarak benzerlikler bulunmaya gidilirse bu, tevhidin kemâline aykırı olmakla birlikte sahibini küfre götürmeyen küçük şirk olur.

4- Nazarlıklar, muskalar: Kur’an’dan olmayan, mavi boncuk gibi taşların nisbi veya külli etkisine inanan şirke düşer. Bunların koruduğuna veya bir musibetten kurtardığına inanmaktan sakınmalıdır.

Böyle şeylerin hayır ve şerre neden olduğuna inanan büyük şirke, bu yalnız bir şüpheden ibaretse küçük şirke düşmüş olur.

Menfaatleri ve mazarratları yaratan, ancak Allah’dır. Bütün vukuat sebeplerle meydana geliyorsa da, sebepler yoğu var etmez. İnsanın menfaat ve mazarratında hâkim ve rakipsiz müessir ancak O’dur.

Kur’ân veya Sünnette yer alan; cin ibtilâsı ve hastalar için okunan zikir ve duâlar bu kapsama girmez. Buna rukye denir.

 

وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكٖينَ     O, müşriklerden de değildi.

Hz. İsa'nın ilâh olduğunu söyleyen Hıristiyanların, teşbih inancında olan yahudilerin müşrik olduklarına bir tarizdir.

Bir kişiyi tanıtırken veya bir konuyu anlatırken, ne olmadığını söyleyerek onu anlatmak en uygun yoldur. Öncelikle o kişi veya konuyu olumsuzluklardan soyutlamak, sonra da olumlu özelliklerini sıralamak gerekir.

Diğer taraftan şuna da işaret edilmektedir: Önemli olan Allah'ın birliğine inanmak, O'na bütün benliğiyle teslim olmak ve müşrik olmamaktır. Yahudilik ve Hristiyanlık'ın arkasına sığınıp şirk koşma hatasına düşmemektir.

 

Te'vilâtı'n Necmiyye'den

Allah (cc), ehli şirk oldukları için iki milletten de Hz. İbrahim’i tenzih edip, Hanif ve Müslim diye isimlendirdi. Hanif; Allah (cc)’ın rızasına teslim olarak masivadan yüz çeviren demektir.

Haset, insanın cibilliyetine temerküz etmiş olmakla beraber ilimle uğraşanlara, özellikle ilmi sefihlerle tartışmak, alimlere karşı üstünlük sağlamak için mal toplamaya vesile kılmak, mevki elde etmek, dünya erbabı indinde kabul görmek amacında olan alimlere tahsis edilmiştir.

Allah (cc)’ın kendisine hikmet verdiği onu neşr edip halka faydalı olan her alim de haset edilir.

Yahudi alimlerinin Efendimiz’e hasetleri bu kabildendi. Bu yüzden nebiyi inkar ve kendi saltanatlarını sürdürmek gayesi ile yapmadıkları hile, desise, kötülük kalmadı.

 

 Belagat

 'İbrahim ne Yahudi, ne Hıristiyan, hanif müslümandı, müşriklerden de değildi' cümlesi, lazım-ı faide-i haberdir. Muktezay-ı zahirin hilafına inkar edeni etmeyen yerine tenzil ederek, tekitsiz gelmiştir.

 'İbrahim ne Yahudi, ne Hıristiyan değildi' dedikten sonra zaten hanif olduğu anlaşılacağı halde 'O hanif idi' buyrulmuş, tetmin ile itnabtır.

 'Hanifen müslimen' şeklinde sıfatlı gelmesi; tekit ve tazim bildirir.

 'Hanif' kelimesi ile, 'Müşrik' kelimesi arasında tibak-ı icab vardır.

 'Müşriklerden değildi' cümlesi, Yahudi ve Hıristiyanların müşrik olduklarına tarizdir.

Âl-i İmrân Sûresi 68. Ayet

اِنَّ اَوْلَى النَّاسِ بِاِبْرٰهٖيمَ لَلَّذٖينَ اتَّبَعُوهُ وَهٰذَا النَّبِيُّ وَالَّذٖينَ اٰمَنُواؕ وَاللّٰهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنٖينَ

68- Muhakkak ki İbrâhim’e en yakın olanlar, ona uyanlarla şu peygamber ve müminlerdir. Allah (cc) müminlerin dostudur.

 

İnsanların İbrahim'e en yakın olanı, ona tâbi olanlarla şu peygamber ve iman edenlerdir.

Tevhid inancı geleceği geçmişe, geçmişi geleceğe taşır, zaman mefhumunu ortadan kaldırır. Tevhid inancıyla zaman ve mekan farkı ortadan kalkar.

Ayet-i kerime; bir peygambere yakınlığın dil ile değil, gönüldeki iman ile olacağını bildirmektedir.
 

    Eğer aşık isen yare, sakın aldanma ağyare

    Düş İbrâhim gibi nare, bu gülşende yanar olma.  Seyyid Seyfullah
 

Peygambere uyanlar

✧ Nefsim için en güvendiğim amelim Efendimiz’in ashabına sevgi ve hürmetimdir. B. Hafi

✧ Ehli sünnet bir kimseyi görünce sanki ashab-ı kiramdan birini görmüş gibi olurum. Bidat ehli birini gördüğüm zaman da münafıklardan birini görmüş gibi olurum. Ebû Muhammed Bebrahari (ks)

✧ Kim sünnete dört elle sarılırsa Allah (cc) onun gönlünü marifet nuru ile parlatır, kalbini marifet ışığı ile nurlandırır. Ebû Abbas Ademi (ks)

✧ Allah’a ulaşan en emin yol; bütün iş, hareket ve ibadetlerde Efendimiz’in sünnetine tabi olmaktır. Ebû Ali Cürcani

✧ Resulullah Efendimiz’in varisi onun işlerine uyan ve şeriatına tabi olandır. Ebul Hasan Harkani

✧ Allah’a hakkıyla iman ve Resulü’ne tabi olmaktan daha büyük keramet yoktur. Ebû Hasan Şazeli

✧ Sünnete uygun yapılan az bir ibadetin sevabı bidat işlenerek yapılan çok amelden kat kat daha fazladır. S. Sakati

✧ Peygamberler, peygamberlere tâbi olup izlerinde yürüyenler, muhabbet ehli olup, Allahü Teâlâ'yı ve O'nun ‘Seviniz’ buyurduklarını sevenler, ziyandan kurtulup, nîmetlere kavuşmuşlardır.

      ✽      ✽      ✽ 

Hizmet ruhunun muazzam misallerinden biri de Hz. Veheb b. Kebşe’dir. Bu mübarek sahabinin türbesi Çin’dedir. Efendimiz onu Çin’e tebliğ hizmetinde bulunmak üzere vazifelendirmiştir. Halbuki o zamanın şartlarıyla Çin bir yıllık mesafededir. Bu sahabi oraya gidip uzun müddet tebliğde bulunduktan sonra gönlünü kavuran Resûlullah hasretini bir nebze olsun dindirebilmek ümidiyle Medine yollarına düşmüştü. Bir yıl süren çileli yolculuğun ardından Medine’ye vasıl olmuş, fakat ne yazık ki Hz. Peygamber vefat ettiği için onu görememiştir. Resulullah’ın kendisine emrettiği hizmetin kutsiyetinin idraki içinde tekrar Çin’e dönmüş ve bu hizmetteyken ruhunu teslim etmiştir.

      ✽      ✽      ✽ 

Allah, iman edenlerin dostudur.

"Yardımı, desteği, muvaffak kılması, onları yüceltmesi ve onlara ikramda bulunmasıyla onların yardımcısıdır."

Tevhid inancına sahip olan insan, aynı zamanda Allah'ın dostluğunu da kazanarak O'na yakın olmuştur.

Peygambere yakın olan Allah'a, Allah da ona yakın olur.

İman ile yakınlık arasında ilişki vardır. Birbirini sevmeyen, saygı duymayan, birbirinden ayrı düşen mü'minler, imanlarını gözden geçirmelidir. İman; insanın gönlünden çıkarak sosyal hayatı kucaklamalıdır.
 

Allah'ın dostluğu

“Ben kulumu sevince (adeta) onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, düşünen kalbi ve konuşan dili olurum.” Hadis-i Kudsi

Farz ve nafile ibadetlerle Allah’a yaklaşmaya çalışanı, Allah kendisine yaklaştırır. Ve onu iman derecesinden ihsan derecesine yükseltir. Artık bu insan kalp huzuru içinde, sanki Allah’ı görüyor gibi tam bir murakabe ile Allah’a ibadet eder. Kalbi, Allah’ın marifet, muhabbet, azamet ve heybeti ile dolu, Allah ile sıcak dostluk kurarak, O'na âşık olur.

Nihayet kulun kalbindeki bu derin marifet ve basiret, gönül gözüyle kendisi tarafından da müşahede edilir. Kalp Allah’ın azameti ile dolunca, bu durum kalpten Allah’tan başkasını siler götürür. Kalpte, kulun nefsi arzularını düşünmek gibi bir şey kalmaz.

Bu kul, Mevla’nın istek ve iradesinden başka bir şey istemez. Artık o sadece Allahu Zülcelal’in zikrini konuşur, O'nun emri ile hareket eder, konuşmasında, dinlemesinde, bakmasında ve tutmasında hep Allah ile beraberdir.

İşte hadisi kutsî’deki “Ben onun işiten kulağı, gören gözü olurum” ifadelerinden maksat budur.

Allah dostu ârifin alameti üçtür: Ma’rifetinin nûru, veraının nûrunu söndürmez. Zahiri ahkâma ters düşen bâtın ilmine inanmaz. Allah’ın nimet ve kerametine nâil olması onu haramların sınırını zorlamaya sevketmez.

Allah’ın dostluğuna erebilmenin şartı, Allah’ı sevmek O’nun tarafından sevilmek, müminlere karşı tevâzu, kâfirlere karşı vakar sahibi olmaktır. Allah yolunda kınayanın kınamasına aldırmadan hizmet sevdâlısı olabilmektir.

Allah dostunun özellikleri:

• Her durumda Allah’tan râzı,

• Farzları yerine getirip haramlardan kaçınan,

• Dünyada üstünlük ve riyâset sevdâsı olmayan,

• Dünya kaygısıyla mal toplamaya ve biriktirmeye yönelmeyen,

• Dünya azlığına kanâatle sabreden, çokluğuna tasadduk ve in-fakla şükreden,

• Övülmekle yerilmeyi müsâvî gören,

• Allah’ın verdiği güzel hasletlerle ucba kapılmayan,

• Güzel ahlak sahibi,

• Arkadaşlık ve dostluğunda keremli,

• İnsanî ilişkilerinde hilm sahibi ve yük kaldıran,

• Allah’ın teşvik ettiği güzel amellerle meşgul.
 

     Allah dostu odur ki, nefsine tek pay biçmez; 

     Kırk yıl bir ekşi ayran özler de onu içmez.

 

Sebeb-i Nüzulü

♦ Ca'fer bin Ebî Tâlib ve arkadaşları Habeşistan'a hicret etmişti. Hz. Peygamber de Medine-i Münevvere'ye hicret edip Bedir zaferini kazandı. Kureyşliler bu ilerlemeler karşısında ne yapacaklarını istişare etmek üzere Dâru'n-Nedve'de toplandılar.

Yapılan istişare sonucunda, Bedir'de öldürülenlerin öcünü Necâşî'nin yanına giden sahabelerden alabileceklerini düşündüler. Necâşî'ye hediyeler takdim edip, yanında bulunan sahabeleri teslim alacak, böylece Bedir'deki kayıplarının hıncını o sahabelerden çıkaracaklardı.

Amr bin As ve Umara ibn Ebî Muayt'ı elçi olarak seçtiler. Bu iki kişi, deniz yoluyla Habeşistan'a geldiler, Necâşî'nin huzuruna girince ona secde ettiler. Selâm verip, şöyle dediler: Kavmimiz size karşı samimi duygularla doludur, teşekkürlerini ilettiler, İşlerinin düzgün gitmesini diliyorlar.

Daha önce buraya gelmiş olan bazı adamlarımız hakkında seni uyarmamız için bizi gönderdiler. Çünkü onlar yalancı bir adamın arkadaşlarıdır. Bizim içimizde çıkan bu yalancı, kendisinin Allah'ın elçisi olduğunu iddia ediyor. Bir takım beyinsizler dışında, içimizden hiç kimse ona tâbi olmadı. Esasen biz onları iyice sıkıştırmış ve topraklarımızda dar bir vadiye sığınmaya mecbur etmiştik. Hiç kimse yanlarına girmiyor, kimsenin de oradan çıkmasına müsaade etmiyorduk. Neredeyse açlık ve susuzluktan öleceklerdi.

Durumları iyice ağırlaşınca amcasının oğlunu sana gönderdi. Böylece senin dinini ifsad edip, hükümranlığını ve halkını alt üst etmek istiyor. Onlara karşı dikkatli ol. Sen onları bize ver, verebilecekleri zararlara karşı biz senin yerine onlara yapılması gerekenleri yapalım.

Onların senin dinini, hükümranlığını ve halkını bozmak istemelerinin alâmeti şudur: Senin dininden yüz çevirdikleri için yanına girdiklerinde sana secde etmezler, insanların selâmladığı gibi seni selâmlamazlar."

Necâşî onları çağırttı. Gelince Ca'fer ibn Ebî Tâlib kapıdan seslendi: "Allah'ın hizbi yanına girmek için senden izin istiyor." Necâşî: "Evet, izin verilmiştir, Allah'ın emanı ve zimmeti ile girin" dedi. Amr bin As arkadaşına baktı ve "Kendi dillerinde "hizbullah" deyişlerini ve Necâşi' nin onlara cevabını duydun mu?" dedi. Bu hiç hoşlarına gitmedi.

Ca'fer ve arkadaşları Necâşî'nin yanına girdiler, ona secde etmediler. Amr "Büyüklenerek sana secde etmediklerini görmüyor musun?" dedi. Necâşî onlara sordu:

- Sizi bana secde etmekten ve dışarıdan gelenlerin selâmladığı gibi selâmlamaktan alakoyan nedir?

- Biz sadece seni ve hükümdarlığını da yaratmış olan Allah'a secde ederiz. Onların yaptığı selamlamayı biz daha önce putlara taparken yapardık. Ama Allah bize bir Nebiyy-i sâdık gönderdi, Allah'ın ona bildirdiği bir selâmı emretti ki bu selam, cennet ehlinin selâmıdır.

Necâşî, onların söylediğinin hak olduğunu anladı. Çünkü bu selam Tevrat ve İncil'de de aynen vardır.

- Biraz önce kapıdan "Allah'ın hizbi" diye seslenen hânginizdi? Ca'fer (ra) cevap verdi:

- Bendim.

- Sen konuş.

Bunun üzerine Ca'fer (ra) söze başladı:

- Sen, yeryüzü krallarından bir kralsın ve ehl-i kitabdansın. Senin yanında çok söz de zulüm de uygun olmaz. Arkadaşlarım adına ben cevap vermek isterim. Bu iki adama emret, biri konuşsun, diğeri sussun, sen de konuşmamızı dinlersin.

Amr, Ca'fer'e, "Konuş" dedi. Ca'fer, Necâşî'ye sordu:

- Bu adama lütfen bir sor: Biz köleler miyiz, yoksa özgür insanlar mıyız? Eğer biz sahiplerinden kaçmış köleler isek bizi onlara geri verirsin.

Necâşî sordu, Amr,

- Hayır, onlar köle değil, şerefli hür insanlardır, dedi.

- O ikisine sorar mısın; Biz insanların haksız yere kanlarını akıttık da üzerimize kısas mı gerekiyor? Amr,

- Hayır, bir damla bile akıtmadılar, dedi.

- Biz haksız yere insanların mallarını aldık da geri ödememiz mi gerekiyor?

Bu soru üzerine Necâşî, "Ey Amr, eğer insanlardan kantar kantar mal almışlarsa onları ben ödeyeceğim" dedi. Amr:

- Hayır bir kırat bile haksız yere mal almamışlardır, dedi.

 Necâşî "O halde bunlardan ne istiyorsunuz?" diye sordu. Amr şöyle konuştu:

- Biz onlarla aynı din üzere, babalarımızın dini üzere idik. Ama bunlar o dini bıraktılar ve başka bir dine tabi oldular, biz kendi dinimizde kalıp ona sarıldık. Onların kavmi, geri götürmek üzere onları bize teslim etmeniz için bizi gönderdi.

Necâşî bu defa Cafer'e (ra) sordu:

- Bana doğru söyleyin; daha önce üzerinde olduğunuz din nedir, tabî olduğunuz bu yeni din nedir? Ca'fer (ra) cevap verdi:

- Önceden üzerinde olduğumuz din şeytanın dini ve emri idi. Biz Allah'ı inkâr eder taşlara tapardık. Kendisine döndüğümüz din ise Allah'ın dini İslâm. Onu bize Allah'ın elçisi getirdi. Bir de Meryem oğlu İsa'nın kitabı gibi, ona da uygun bir kitab getirdi.

Necâşî

- Ey Ca'fer, şimdi biraz dur, büyük bir şey konuştun, deyip çanı çaldı, bütün rahip ve papazların yanında toplanmalarını emretti. Papazlar ve rahipler yanında toplanınca sordu:

- İncil'i İsa'ya indiren Allah adına söyleyin, İsa ile kıyamet arasında gönderilecek bir peygamber var mı?

Papazlar cevap verdi:

- Allah için İsa bize böyle bir peygamberi müjdeledi ve "Kim ona iman ederse bana iman etmiştir, kim onu inkâr ederse beni inkâr etmiştir" dedi.

Necâşî bu sefer Cafer'e (ra) sordu:

- Bu adam size ne diyor, neyi emrediyor, neyi yasaklıyor?

- Bize Allah'ın kitabını okuyor, ma'rufu emrediyor, münkeri yasaklıyor, güzel komşuluğu, sıla-i rahimde bulunmamızı, yetime iyi davranmamızı emrediyor. Tek ve ortağı olmayan Allah'a kulluk etmemizi emrediyor.

- Onun size okuduklarından bize bir şeyler oku.

Bunun üzerine Ca'fer (ra) onlara Ankebût ve Rûm Sûrelerini okudu. Necâşî'nin ve arkadaşlarının gözleri yaşardı.

- Ey Ca'fer, bu güzel sözlerden bize daha oku, dediler. Ca'fer (ra) Kehf Sûresini de okudu.

Amr, Necâşî'yi kızdırmak istedi, "onlar İsa ve annesine sövüyorlar" dedi. Necâşî: "İsa ve annesi hakkında ne diyorlar?" diye sordu. Cafer (ra) da onlara Meryem Sûresi'ni okudu. Sûrede İsa ve Meryem hakkındaki âyetler gelince Necâşî şöyle dedi:

- Vallahi bunlarla Mesîh'in söyledikleri arasında zerre kadar fark yok, Mesîh sizin şu söylediklerinizden fazla bir şey söylememiştir. Gidin; siz benim ülkemde size sövecek veya eziyet edeceklerden emniyettesiniz. Müjdeler olsun size, sakın korkmayın, bugün İbrahim'in hizbi benim korumam altındadır.

- Ey Necâşî, İbrahim'in hizbi de nedir? dediler. Şu cevabı verdi:

- Bu topluluk ve yanından geldikleri arkadaşları (Muhammed) ve onlara tâbi olanlardır.

Müşrikler bunu inkâr ettiler, kendilerinin İbrahim'in dini üzere olduğunu iddia ettiler. Necâşî, Amr ve arkadaşına hediyelerini iade etti ve

- Verdiğiniz bu hediyeler rüşvettir, bunları alın. Allah beni kral yaptı ve benden rüşvet almadı, dedi.

Ca'fer (ra) şöyle der: Necâşî'nin yanından ayrıldıktan sonra bizler, en hayırlı ülkede, en şerefli komşular arasında olduk.

Allah Tealâ o gün, onların İbrahim (as) hakkındaki tartışmaları üzerine Rasûlü'ne Medine'de bu âyet-i kerimeyi indirdi.

♦ Bu ayet Yahudi reisleri hakkında nazil olmuştur. Onlar; "Ey Muhammed, aslında sen de kesin olarak biliyorsun ki İbrahim'in dinine insanların en lâyığı, senden ve başkalarından daha lâyık olanlar bizleriz. Çünkü o yahudi idi. Senin bizim dinimize gelmemen de sırf sendeki çekememezliktendir" demişlerdi. İşte bunun üzerine Allah Tealâ bu ayet-i kerimeyi inzal etti.

 

Belagat

 İbrahim'e yakın olmak, iman ve inanç bakımından yakınlıktır. Sebeb-müsebbep alakasıyla mecaz-ı mürseldir.

 'Hz. İbrahim'e yakın olanlar, bu peygamber ve iman edenlerdir' derken هٰذَا النَّبِيُّ şeklinde ism-i işaret gelmesi tazim içindir.

 'İnsanların en yakını' diyerek cem yapılmış, ona uyanlar, bu peygamber ve iman edenlerdir, diyerek taksim edilmiştir.

 'O'na uyanlar' tabiri zaten Hz. İbrahim'in dinine inananları bildirir. Tekrar 'İman edenler' olarak ism-i mevsulle sılasının ayrıca zikredilmesi; Efendimizin ümmetini bildirir, nisbetli kinayedir.

 Kavli bil mucibtir. 'İbrahim'e tabi iseniz, veya iman edenler iseniz İbrahim'e yakınsınız. Eğer bu sayılan gruplara dahil değilseniz İbrahim'e uzaksınız demektir.'

 'Allah müminlerin dostudur' lazım, onları yakınlığına eriştirir, korur destekler melzumdur.

 'Allah iman edenlerin dostudur' cümlesinde zikredilen müminler umum, hususi olarak kastedilen Hz. İbrahim, ona tabi olan hanif dini mensupları, bu peygamber (Efendimiz ) ve ümmet-i Muhammed'dir.

 اٰمَنُوا kelimesi ile الْمُؤْمِنٖينَ kelimesi arasında iştikak cinası vardır, reddül aciz alessadridir.

Âl-i İmrân Sûresi 69. Ayet

وَدَّتْ طَٓائِفَةٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يُضِلُّونَكُمْؕ وَمَا يُضِلُّونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ

69- Kitap verilenlerden bir kısmı sizi yoldan çıkarmak isterler, fakat ancak kendilerini yoldan çıkarırlar da bunun farkına varmazlar.

 

Ehli kitaptan bir taife sizi saptırmayı arzu ettiler.

مِنْ harf-i cerri baz'iyyet (kısım) ifade eder. Çünkü onların içinde, iman etmiş olanlar vardı.

Hak'tan sapmak ve hüccetleri kabul etmemek, ehli kitabın vazgeçmedikleri bir yoldur. Bununla da yetinmemiş, 'Hz. Muhammed (sav) kendisinin peygamber olduğunu iddia ettiği halde, Hz. Musa ve Hz. İsa'nın peygamberliğini de kabul ediyor' gibi sözlerle, iman edenlerin kalbine şüpheler atıp, onları saptırmak için ellerinden gelen her şeyi de yapmışlardır.
 

وَمَا يُضِلُّونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ    Onlar ancak kendilerini saptırırlar.

· Başkalarını saptırmaya çalıştıkları için, ilahî cezaya müstehak oldular. Nefislerini helak ettiler. Kendilerini, yararsız, hatta zararlı, gözlerini hakkı görmez hale getiren şeylerle meşgul ettiler.

· Kendilerini hidâyet ve hak bilgisinin dışında bıraktılar. Hidâyetten uzaklaşan, "sapıtmış" diye vasfedilir.

· Mü'minleri saptırmak için ellerinden geleni yapıp, mü'minler onlara iltifat etmeyince, hileleri boşa çıktı. Bundan bir netice alamayarak hüsrana uğradılar. Onlar birşeye inanmışlar, daha sonra durum onların tasavvur ettiklerinin aksine ortaya çıkmıştır.
 

وَمَا يَشْعُرُونَ     Farkında değillerdir.

Kitap Ehli alimlerinden ve başkanlardan bir kesim şüphe tohumlarını ekmek, bazı Müslümanları da dinlerine sokabilmek için Müslümanlar arasında sapıklığı yerleştirmeyi arzu ettiler. Fakat onlar arzularını elde edemezler, ancak kendilerini saptırırlar. Bu saptırmanın vebali yalnız onlara aittir. Çünkü faydasız, günah ve masiyete düşüren zararlı bir işle uğraşıyorlar. Onlar bunun farkında değiller, kötü hallerini anlamıyorlar. Bunun mü'minlere değil, kendilerine zarar verdiğini bilemiyorlar.

Bu ifade; onlara yapılan en ileri derecede bir yergi ve küçümsemedir.

 

Sebeb-i nüzulü

Nadîr, Kurayza ve Kaynukâ oğulları Yahudileri, Muâz b. Cebel, Ammâr İbn Yasir ve Huzeyfe b. Yeman'ı (ra) kendi dinlerine davet etmişler, "kendi dininizi bırakıp Muhammed'in dinine tâbi oldunuz" diye kınamışlardı. Bu âyet-i kerime de bu hadise üzerine nazil oldu.

 

Belagat

 'İsterler' fiili yerine 'وَدَّتْ sevme' fiilinin kullanılması istiaredir. Camisi; yönelme, eğilim, istektir. Ehli kitabın Ümmet-i Muhammed'i saptırma hevesi, onlarda aşk derecesinde bir istek halini almıştı. Bunu kalplerinde yer alan derin bir tutkuyla istiyorlardı.

 'Arzu ettiler' sebep söylenmiş, müsebbep kastedilmiştir. 'Sizi dininizden döndürmek için pahalı, ucuz neleri varsa hepsini sarfettiler, çaba gösterdiler' demektir.

 Bu cümle, dal bid delalesi ile müminlerin çok uyanık olmaları gerektiğine işarettir.

 وَمَا يُضِلُّونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ 'Kendilerinden başkasını sapıtamazlar' kasr-ı mevsuf alessıfat, kasrı kalptir. Fiille meful arasında kasır yapılmıştır.

 لَوْ يُضِلُّونَ kelimesi ile مَا يُضِلُّونَ kelimesi arasında tibak-ı selb, iştikak cinası ve reddü'l aciz vardır.

 مَا يَشْعُرُونَ  kelimesi kalp fiilidir, iki mefulü de hazfedilmiş; malum olduğu için, fazla sözden sakınmak için ve umum ifadesi için, yani 'O ehli kitab hiçbir şeyin farkında değiller.'

Âl-i İmrân Sûresi 70. Ayet

يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَاَنْتُمْ تَشْهَدُونَ

70- Ey ehli kitap ne diye göz göre göre Allah’ın ayetlerini inkar ediyorsunuz?

 

Yahudi ve hıristiyanlar, Allah katından, daha önce kendilerine gönderilen kitapları teyid edecek bir kitabın geleceğini ve bir de peygamber gönderileceğini çok iyi biliyorlardı. Hazreti Peygamberin peygamberlik delilleri onlar için hiç de meçhul değildi. Böyle olmasına rağmen, Hazreti Peygamberin davetine icabet etmiyorlar, en kendi kitaplarının emrine de tâbi olmuyorlardı.

Allahu Tealâ bu âyetle, bir taraftan âyetleri inkâr ettiklerini açık ve kesin bir beyanla ortaya koymuş, bir taraftan da, "niçin inkâr ediyorsunuz?" sorusu ile, inkârlarının akıbetini hatırlatacak en büyük ihtarı yapmıştır.
 

Allah'ın âyetleri

Bu ayetler, Tevrat ve İncil'de varid olan bazı âyetlerdir.

· Bu iki kitapta bulunan, Hz. Muhammed ile ilgili müjdelerdir.

· Veya bu ayetler, bu iki kitapta, Hz. İbrahim'in hanif bir müslüman olduğu hususunda yer alan ifâdelerdir.

· Yahut bu ayetler, Tevrat ve İncil'de, gerçek dinin İslâm olduğunu gösteren ifâdelerdir.

Onlar, Tevrat'ı değil, bilâkis Tevrat'ın delâlet ettiği şeyi inkâr ediyorlardı. Buna göre, mecaz yoluyla, delilin ismi medlule verilmiştir. (Sebeb-müsebbep alakasıyla mecazı mürsel)

Ancak bu inkar hakikat de olabilir. Çünkü Ehli kitab Tevrat'ı bizzat tahrif etmiş, Hz. Muhammed'in peygamberliğine delâlet eden âyetlerin mevcudiyetini inkâr etmişlerdi.
 

 وَاَنْتُمْ تَشْهَدُونَ     Siz şahit olduğunuz halde

♦ Onlar, müslümanların ve kendi avam tabakalarının yanında, Tevrat ve İncil'in, Hz. Muhammed'in peygamberliğine delâlet eden âyetleri ihtiva ettiğini inkâr ediyorlar; sonra kendi aralarında başbaşa kaldıklarında, Hz. Muhammed'in peygamberliğinin doğruluğuna şehâdet ediyorlardı. Bu inkarları inad, ilim, şuhud ve cuhud küfrüdür.

♦ Onların inkar ettikleri âyetlerden murad, Kur'ân-ı Kerim ise, mana şöyle olur. “Siz, Kur'ân'ın bir mu'cize olduğunu avam insanlar yanında inkâr ediyor, ama sonra kalbleriniz ve akıllarınızla, onun bir mucize olduğuna şehâdet ediyorsunuz.”

♦ Bu âyetlerden murad, Hz. Muhammed'in elinde zuhur edenmu'cizeler ise, şahitlikleri şu manadadır: Siz, diğer peygamberlerin elinde zuhur eden mu'cizelerin, onların doğruluklarına delâlet ettiğini kabul ediyorsunuz. Çünkü mu'cize, Cenâb-ı Hak tarafından tasdik edilmek demektir. O halde siz, Hz. Muhammed hakkında da aynı şeyin söz konusu olduğuna şehadette bulunuyor, ama bu mucizeleri inkar ediyorsunuz.

 

Belagat

 'Niçin inkar ediyorsunuz?' sorusu, tahakküm için istifham-ı inkaridir. Zemde mübalağa ifade eden tecahül-ü ariftir.

 'ايَاَتِ الله Allah'ın ayetleri' idmaçtır. Hem ehli kitabın kendi kitaplarında geçen, son peygamberi tasdik eden ayetler, hem de Efendimiz'e (sav) inen Kur'an ayetleri anlaşılmaktadır.

 'Siz şahitler olduğunuz halde' hal cümlesidir. وَاَنْتُمْ تَشْهَدُونَ şeklinde müsnedin fiil olarak gelmesi, hükmü takviye eder. İsim cümlesinin sübutunu müzari fiilin istimrar-ı teceddüdisini aynı anda bildirir. Yani bu şehadet sizde sabittir, şahit olmaya asırlardır devam ediyorsunuz, edeceksiniz.

 ' تَشْهَدُونَ ' mefulü faideyi çoğaltmak için hazfolunmuş. Yani sizler, Tevrat'a şahitken, Kuran'a şahitken, Hz. Muahmmed'e şahitken niçin inkar ediyorsunuz?
Dal bil ibaresi ile, şahit olduktan sonra inkar etmenin çok daha kötü olduğunu bildirir. Bu sadece inatçılıktan doğan bir küfürdür.

 ' تَكْفُرُونَ ' ile ' تَشْهَدُونَ ' arasında tibaka mülhaktan ihamı tezat vardır.

Âl-i İmrân Sûresi 71. Ayet

يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَلْبِسُونَ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَࣖ

71- Ey kitap ehli niçin hakkı bâtıl ile karıştırıyorsunuz, bile bile gerçeği gizliyorsunuz?

 

Hakkı gizlemeye uğraşan için iki yol vardır:

Kalbleriyle Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu bildikleri halde, O'nu inkâr etmek. 70. âyette, bu davranışı nehyetmiştir.

İkinci yol, şüpheler meydana getirmek, delil ve beyyinâtı gizlemek için çalışmaktır. Allahu Teâlâ bu âyette de, bu davranışı nehyetmiştir.

İlk davranış, azgınlık ve sapıklık makamıdır; ikinci makam ise, başkalarını azdırma ve saptırma makamıdır.

Hakkı gizleyerek başkasını sapıtmaya çalışan kimse, ya bir şüphe atar. "Niçin hakkı bâtıl ile karıştırıyorsunuz?" kısmı buna işarettir.

Ya da, hakka delâlet eden delili gizler. "Ve gerçeği gizliyorsunuz" kısmı da buna işarettir.

Burada 'Hakkı bâtıl ile karıştırma' birkaç mânadadır:

♦ Tevrat'ı tahrif etmeleridir. Onlar, vahyedilmiş hak âyetleri, mu-harref ve uydurma şeylerle karıştırıyorlardı. Böylece Allah'ın, kitapları ve peygamberleri vasıtasiyle bildirdiği hak, yahudî ve hıristiyan din adamlarının görüş ve tevîlleri altında gizli kalıyor, hiç kimsenin bu haktan haberi olmuyordu.

♦ İnsanları şüphelendirmek için, günün başlangıcında müslüman olduklarını söyleyip, akşamleyin İslâm'dan rücû etmede aralarında anlaşmışlardı.

♦ Tevrat'da, hem Hz. Peygamber'in peygamberliğine delâlet eden müjde, sıfat ve vasıfların bulunması, hem de bunun zıddını vehmettiren şeyler vardı. (Muhkem ve müteşabih ayetler gibi) Onlar, bu ayetlerin birisini diğerine karıştırarak, zayıf inançlılara meseleyi çelişkili göstermeye uğraşıyorlardı.

♦ Hz Muhammed'in Hz. Musa'nın hak olduğunu itiraf ettiğini, Tevrat'ın da Hz. Musa'nın şeriatının neshedilmediğine delâlet ettiğini söylüyorlardı. Bütün bunlar akılları karıştırmak için ortaya şüphe atmaktır.

'Hakkı batıl ile karıştırıyorsunuz?' ayetin bu bölümünde yer alan (لبس) kelimesi, bir meseleyi şüpheli duruma getirip içinden çıkılmaz hale sokmak için karıştırmaktır.

Lugattaki anlamları; elbise giymek, erkekle kadının beraber olması, zırh, elbise, ilaç fitilidir.

İfal babından gelince, karıştırmak, karışmak, şüphelenmek, bir şeyin bir şeyi örtmesi, bürümesi anlamına gelir.

Müminler de hakkı batıla karıştıran rahip ve hahamların durumuna düşmemek için Allah'ın ayetlerini para karşılığında yanlış yorumlamaktan sakınmalıdır. Çıkar çevrelerine hizmet için dini parçalayıp dünyayı tamire kalkan, ikisini de kaybeder. Çünkü şahsiyetsizlere kimse değer vermez.
 

وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ   Halbuki siz, bunu biliyorsunuz.

'Cehalet ve hurafe erbabı değil, ilim ve marifet erbabı olan sizler bunu biliyorsunuz.'

Onları Allah'ın dîninden saptıran ve bu dîni yahudîlik-hıristiyanlık adı altında parça parça eden şey, haham ve râhiblerin, âyetleri kendi heva ve hevesleri istikametinde tevil ederek hakkı bâtıl ile karıştırıp gizlemelerinden başka birşey değildir.

Burada 'Biliyorsunuz' fiilinin mefulü zikredilmedi. Mefulün hazfı faideyi çoğaltmak için olabilir.

♦ Siz bunu inâd ve hasedinizden dolayı yaptığınızı biliyorsunuz.

♦ Bu gibi işleri yapanlara verilecek cezanın büyük olduğunu biliyorsunuz.

 

Belagat

 'Ey ehli kitap, niçin hakla batılı karıştırıyorsunuz?' cümlesindeki istifham tehdit ifade eder.

 تَلْبِسُونَ fiili, karıştırmak fiili yerine kullanılmış, istiare-i tebaiyedir. Müstearun minh; Elbise giydirmek, hissi, Müstearun leh; Gerçekleri örtmek, aklidir. Camisi ise, Gizlemek, çirkinleştirmek, örtbas etmek, kapatmaktır. Nasıl ki, düşmanlık duyguları olan, hasedçi, cimri biri güzel bir şeyin gözükmemesi için onu kapatır, kimseyle paylaşmak istemez. Ehli kitap da batıl görüşlerini ve fikirlerini Kuran'ın mükemmel hakikatlerinin üzerine örterek, insanların görmesini engellemektedir.

 'Hakla batılı karıştırmak' ifadesi için 'تَلْبِسُ ' fiili kullanılmıştır. Hakikatini düşünmek mümkün olmadığı için istiare-i inadiyedir. Çünkü hakla batıl, giydirilebilecek müşahhas şeyler değildir. Fiille yapıldığı için istiare-i tebaiyedir. Kolay anlaşıldığı için istiare-i ammiye kısmına girer. Müstearun minhe, yani giydirme fiiline meyli olduğu için istiare-i muraşşahadır. Çünkü ardından gelen cümlede 'Hakkı gizliyorsunuz تَكْتُمُونَ الْحَقَّ' diyerek 'تَلْبِسُونَ' fiilindeki mecazi anlam kuvvetlendirilmiştir.

 'Hakkı gizliyorsunuz' cümlesi 'Hakkı batılla örtüyorsunuz' cümlesini tekit eder. Bu tekidin gelmesi dinleyenin zihninde tahakkuk ve yanılgıyı def içindir. İki cümle arasında atıf yapılması ihtisarla beraber kısaltmak içindir. Vasıldan tezayuf vardır, camii aklidir. Yani hakla batılı karıştırmakla, gizlemek birbirinin ikizidir. Karıştıran onu elinden geldiğince gizler, gücü yeteni gizler, gücü yetmeyeni batılla karıştırır.

 تَكْتُمُونَ - تَلْبِسُونَ 'Niçin hakkı batılla karıştırıyorsunuz, niçin gizliyorsunuz' müzari geldi. İstimrar ve teceddüt anlamıyla, ehli kitabın bu gizleme tavrını sürekli devam ettirdiklerine, ettireceklerine işarettir.

 'تَكْتُمُونَ - Gizliyorsunuz' ile 'تَلْبِسُونَ - Karıştırıyorsunuz' fiilleri arasında muraat-ı nazır vardır.

 الْحَقَّ kelimesinin ikinci gelişi, reddül aciz alessadri olup, aynı zamanda muktezayı zahirin hilafına kelamdır, zamir yerine isim gelmiştir. Zihne yerleştirmek, kalbe korku bırakmak içindir.

 الْحَقَّ kelimesinden murat, hakkı bildiren ayetler, Tevrat'ta geçen hükümlerdir. Masdara isnad yapılmıştır. Ve sadece hakkı bildiren ayetleri değil, hakkı ifade eden her tür bilgi, haber, ipucunu gizledikleri için, gizleme fiili dışında başka faaliyetler bu gizlemeyi destekledikleri için husus söylenip umum kastedilmiştir.

 'Siz bildiğiniz halde وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ ' hal cümlesinde, kalp fiili olan 'Biliyorsunuz'un mefulleri hazfoldu. Bu da neyi bilip bilmediklerinin meçhul olduğuna işaret eder. Bu hal, öncesini tekit eden hal-i müekkededir. Onların hainliklerine tarizdir.

 Ayet-i kerime 'Ey ehli kitap' hitabıyla başladı. Sonu da 'Bildiğiniz halde وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ' fiiliyle bitiyor, kitap ve bilme kelimeleri arasında muraat-ı nazırdan teşabuhel etraf vardır. (Başın sona uygun bitirilmesi)

 Burada ehli kitabın üç farklı suçu zikredildi: Hakkı batılla karıştırmak, hakkı gizlemek ve bunu bile bile yapmak. Zemde mübalağa bildirir. İtnabtan tefridir.

Âl-i İmrân Sûresi 72. Ayet

وَقَالَتْ طَٓائِفَةٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اٰمِنُوا بِالَّـذٖٓي اُنْزِلَ عَلَى الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَجْهَ النَّهَارِ وَاكْفُرُٓوا اٰخِرَهُ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَۚ

72- Kitap verilenlerden bir kısmı: ‘İman edenlere indirilene günün evvelinde inanın, sonunda inkar edin, belki bu surette dönerler!' dediler.

 

İman edenlere inzal edilene iman edin

Yahudi ve hristiyanlar, bu ifade ile Kuran’ın tamamını kastediyorlardı. Ehli kitap, bu nifak projesini uygulamaya başladılar. Hz. Muhammed'in şeriatını, bazı zamanlarda kabul ediyor, bir zaman sonra yalanlıyorlardı.

Zayıf Müslümanlar, onların yalanlamalarını görünce, "Bu tekzîb, haset ve inattan olsaydı, ilk başta onu tasdik etmezlerdi. Demek ki Ehl-i Kitab Hz. Muhammed'in durumunu iyice düşünerek, değerlendirdikten, nübüvvetinin delillerini araştırıp, tam tefekkür ve eksiksiz incelemelerinden sonra, O'nun bir yalancı olduğunu anladılar" dediler. Böylece bu yol, Hz. Muhammed 'in nübüvvetinin sıhhati konusunda müslümanların zayıfları yönünden bir şüphe sebebi oldu.
 

Günün evvelinde iman edin, sonunda inkar edin, dediler.

"وَجْهَ النَّهَارِ" "gündüzün evveli" manasınadır. "Vech" herşeyin insana bakan tarafı ve yüzüdür. Sabah'a 'günün yüzü' denilmesi, sabahları yüz gibi parlak olduğundan dolayıdır.

Bir başka tefsire göre, 'İman edenlere indirilen' ifadesi ile, kıblenin değiştirilmesi ile ilgili ayetleri kastetmişlerdir.

"Gündüzün evveli" sabah namazı; "sonu"; öğle namazıdır. Hz. Peygamber, Medine'ye geldikten sonra Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılmaya başladı. Yahudiler son derece memnun olarak, bunun devamını arzuladılar. Kıblenin Ka'be'ye çevrilmesi, bir öğle namazı esnasında oldu. Bunun üzerine Ka'b İbn Eşref ve diğerleri "Mü'minlere indirilene gündüzün evvelinde inanın, gündüzün sonunda ise inkâr edin" Yani, “Sabah namazını kıldıkları kıbleye inanın. Çünkü bu, haktır. Öğle namazını kıldığı kıbleyi ise inkâr edin" demişlerdir.

Ayette bahsedilen inkâr ettikleri "gündüzün sonu" budur.

Kıblenin Ka'be'ye çevrilmesi, yahudilere ağır gelince birbirlerine şöyle dediler: "Gündüzün evvelinde Ka'be'ye doğru Müslümanlarla birlikte sabah namazını kılın, gün sonunda da bu kıbleyi inkâr ederek, ikindiyi Beyt-i Makdis'e doğru kılın. Size:

- Kabe'ye karşı namaz kıldıktan sonra Kabe'den niye döndünüz? derlerse;

- Kabe'nin değil Kudüs'ün gerçek kıble olduğu anlaşıldı, deyin.Böylece müslümanlar şüphelenir; "Ehl-i Kitap ilim sahibidir. Eğer onlar bu kıblenin bâtıl olduğunu anlamasalardı, bunu bırakıp Beyt-i Makdis'e dönmezlerdi" derler. Kıblelerini bırakıp Beyt-i Makdis'e dönerler."
 

لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ    Olur ki dönerler.   

"Biz şüpheyi onların kafalarına attığımızda, belki Muhammed'in taraftarları O'nun dininden bu yola dönerler."

Veya "Kâbe'den beyt-i Makdis'e dönerler."

Yahudîlerin, müslümanları İslâm'dan uzaklaştırmak için başvurdukları bu oyun, insan tabiatına uygun düşen bir kaideye istinad eder. Çünkü insan, hak olduğunu bildiği şeyden dönmediği gibi, hakkın başlıca özelliği de, hak olduğu bilindiği sürece, kendisinden dönülmemesidir.

Nitekim bu gerçek, Bizans İmparatoru Herakliyüs tarafından da biliniyordu. Hazreti Peygamber hakkında bilgi sahibi olmak için Ebû Süfyân'a yönelttiği sorulardan biri şöyleydi: "Onun dinine giren bir kimse, sonrasında o dinden geri dönüyor mu?" Ebû Sufyân bu soruya "hayır" cevabını vermişti. (Sahih-i Buhârî)

Ancak Yahudîler; bu gerçeği anlamadılar. Hakkı anlayıp, tanıyanın artık ondan geri dönmeyeceğini bilmedikleri için bu umuda kapıldılar.

Günümüzde de bir kısım imansızlar, batılı müsteşrik yazarların kitaplarından İslam hakkında yanlış bilgi aldıktan sonra, ayet ve hadislerle kitaplarını süsleyerek Müslüman görünüp İslam düşmanlığı yaparlar. "Kur'anı okudum içinde birşey yok" diye yalan söyleyerek Müslümanlardan zayıf imanlıları kandırmaya çalışırlar.

1991 yılında kırk yaşlarında iki kadın "Kırk senedir müslümandık, çok şükür hristiyan olduk" diye basına açıklama yaptı. Ancak bir gazeteci kadınların nüfus kağıdını yayınlayınca, Ermeni asıllı iki kadın oldukları ortaya çıkmıştı.
 

Yahudilerin hile ittifakının bildirilmesindeki hikmetler

♦ Bu hile, onların sır olarak sakladıkları, hiçbir yabancının bilmediği bir oyundu. Hz. Peygamber'in bunu bildirmesi, gaybtan haber verme mucizesi oldu.

♦ Allahu Teâlâ, mü'minleri Yahudilerin böyle bir hile üzerinde anlaştıklarından haberdar edince, bu hilenin mü'minlerin kalplerinde hiçbir tesiri olmamıştır. Eğer bildirmese, bu hile henüz iman ve itikadları zayıf olan bazı müslümanların kalplerinde etkili olabilirdi.

♦ Bu hilelerinin ortaya çıkarılarak rezil edilmeleri, Yahudileri bu gibi tuzaklardan caydıran bir ikaz olmuştur.

Hz. Muhammed'e günün başlangıcında iman, günün sonunda inkar etmeleri, kitap ehlinde inanç tutarlılığı olmadığını göstermekte ve onlarla ilgili psikolojik bir analiz yapmaktadır. Yahudiler hakkı gizlemekte öylesine inat ettiler ki, Hazreti Muhammed'in getirdiği saadet güneşini göremiyecek hale geldiler. Bir kısmı Mescid'e gelip sabahleyin Resûlullah ile namaz kıldılar, akşam olunca bağlandıkları yeni dinden çıktıklarını çevreye duyurmaya çalıştılar. Bu şekilde müslümanları şüpheye düşürmek için kendi inançlarına ihanet edecek kadar ileri gidip, fanatikleştiler. Böyle insanlar her zaman var olacaktır.

 

Sebeb-i Nüzulü

♦ Ureyne kasabalarının (veya Hayber'in) 12 hahamı vardı. Kendi içlerinde "Eğer Muhammed'in her getirdiği şeyi yalanlarsanız, halk yalancı olduğunuzu anlar. Fakat O'nun getirdiği şeylerin bir kısmını kabul edip, bir kısmını inkâr ederseniz, câhil halk onu yalanlamanızın, inadınızdan değil, adaletinizden dolayı olduğunu zanneder, böylece de sözlerinizi kabul ederler" diye ittifak ettiler.

Birbirlerine şöyle dediler:

"Günün başında Muhammed'in dinine girin "Muhammed'in hak peygamber olduğuna, doğruluğuna şehadet ederim" deyin; günün sonunda da inkâr edin ve "Biz âlimlerimize, hahamlarımıza dönüp sorduk, onlar da bize Muhammed'in bir yalancı olduğunu, sizin din adına herhangi bir şey üzere olmadığınızı söylediler. Biz de önceki dinimize döndük. O bize sizin dininizden daha hoş göründü" deyin. Belki böylece onlar da "Bunlar günün başında bizimle beraberdiler. Onlar öyle bilmeden, durduk yere bir şeyden dönmezler. Eğer dönmüşlerse mutlaka bildikleri bir gerçek vardır. Şimdi bunlara ne oldu?" diyerek dinlerinde şüpheye düşerler."

Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerime ile Rasûlü'ne onların bu durumunu haber verdi.

♦ Ayet-i kerime kıblenin Beytu'l-Makdis'ten Ka'be'ye çevrilmesi ile alâkalıdır. Hz. Muhammed'in, onların kıblelerine muhalefeti yahudilerin zoruna gitmişti. Ka'b bin Eşref ve arkadaşları şöyle dediler:

"Ka'be'nin kıbleye çevrildiğine dair Muhammed'e inen âyete inanmış görünerek gündüzün başında Ka'be'ye doğru namaz kılın. Gün sonunda da Ka'be'nin kıble oluşunu inkâr edin ve Beytu'lMakdis'teki eski kıbleniz olan Sahra'ya dönün. Bunu görünce belki "Bunlar ehl-i kitab, bizden daha bilgililer" deyip onlar da bizim kıblemize geri dönerler."

Allah Tealâ da bu hile konusunda mü'minleri sakındırmak ve uyarmak, onların sırlarına muttali kılmak üzere bu âyeti indirdi.

♦ Ehl-i kitap, İslâm'ın doğruluğunda zayıf itikatlı müslümanları şüpheye düşürmek için hilelere başvurmuşlardı. Yahudi ve hristiyan âlimleri aralarında anlaştılar. Birbirlerine şöyle dediler: Münafıklık yapıp müminlere uyduğunuzu gösterin. Ancak kendi kardeşlerinizle başbaşa kaldığınız zaman dininizde sebat edin. Müminler kararsızlık içine düşer, siz de onlara karşı münafıklığı sürdürürsünüz. Böylece durumları zayıflar, dinleri yok olup gider. Neticede sizin dininize dönmüş olurlar." Ayet-i kerime her iki grup hakkında nazil olmuştur.

 

Belagat

 Ehli kitabın 'İman edin - اٰمَنُوا' sözü müslümanların kelimeleriyle ifade edilmiş bir müşakaledir.

 'İman edenlere indirilene الَّـذٖٓي اُنْزِلَ عَلَى الَّذٖينَ اٰمَنُوا' ifadesinde ism-i mevsuller, ehl-i kitabın diliyle tahkir bildirir. İman edenlerden ve Kur'an-ı Kerim'den ismi mevsulle bahsedip, isimlerini dillerine yakıştırmadıklarına işaret eder.

 'İman edenlere indirilen' sıfatlı kinayedir. Kuran-ı Kerim kastedilmiştir.

 'Gündüzün evvelinde iman edin, sonunda inkar edin' cümlesi, mecazı mürekkeptir. Maksatları özellikle zaman bildirmekten ziyade, kaypaklık edin, onlarla dalga geçin, demektir. Yine aynı ifade rücu bildirir.

 'اٰمِنُوا وَجْهَ النَّهَارِ Gündüzün evvelinde iman edin' ile 'اكْفُرُٓوا اٰخِرَهُ Sonunda inkar edin' cümleleri arasında tibak-ı icab vardır.

 اٰمَنُوا mazi fiili ile اٰمِنُوا emri hazırı arasında, cinası muharref vardır. Yazılışları aynı, harekeleri farklıdır.

 لَعَلَّ kelimesi cinas-ı kalptir. (Tersten de okunuşu aynıdır.)

 Delalet-i mutabıkıyesi: Ehli kitap müminlere iman ettiklerini söyleyip, onları kandırarak dönmelerini sağlamaya çalışırlar.

 Delalet-i tazammuniyesi: Onların hususiyetleri; müminlerle alay etmek, onları küçümsemek, inkara çevirmeye cüret etmeleridir. Müminleri dinden, imandan soğutmak için her türlü taktiğe başvurur, psikolojik savaş teknikleri ile onları soğutarak yıldırma politikası uygularlar.

'Gündüzün evvelinde inkar edin, sonunda ise inkar edin' cümlesi, hilelerindeki inceliği, derinliği bildirir. Çünkü gündüzün başı insanların yeni bir güne başladıkları, umut vaad eden bir zamandır. Müminler yahudilerin iman etmesinden umutlanırlar. Akşam ise herkesin evine çekildiği, kararmayla beraber hüzünlerin çöktüğü bir zamandır. Yahudilerin o anda inkar etmeleri, müminlerin geceyi umutsuz, gamla geçirmelerine yol açar.

 Delalet-i iltizamiyesi: Yahudilerin mahiyeti gerçekleri gizlemek, batılı süslü göstermek, müslümanlara hile kurmak, aşağılamak, alay etmektir. Kendi menfaatleri için haklı haksız herşeyi alet ederler.

 Dal bid delalesi: Ayeti kerime düşmanın yaldızlı sözlerine kanmamak gerektiğini bildirir. Hz. Ömer'in dediği gibi; insanları tanımak için ticaret, yolcuk yapmak ve uzun zaman bir arada yaşamak gerekir. Bunun için insanlara tam anlamıyla güvenmeden uzun zaman izlemek gerekir. 'Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.'

Mümin her zaman uyanık, tedbirli, ferasetli olmalı, imanını şüpheden yakine, amelini ihlasa, ahlakını hamideye yükseltmelidir. Muhatabımız bilgili de olsa, imanı takvası yoksa, sözlerine, tereddütlerine kapılmamamız, etkilenmemiz gerekir.

 Dal bil iktizası: Yahudilerin kafalarını iman yönünde değil, inkar ve inananları küfre sokma yönünde hileye çalıştırdıklarını anlıyoruz. Demek ki oturup düşünmüşler, bir araya gelmiş ve bir lobi faaliyeti oluşturmuşlar.

 Dal bil işaresi: Nasıl ki imanda kökleşmiş olanlar imanı hem yaşar, hem yaşatmak ister, imanın yayılıp kuvvetlenmesine, müminlerin çoğalmasına gayret eder. Yahudi gibi, inkarda inad etmekte kökleşenler de kendi gibilerinin çoğalmasını, kendi suçlarının görülmemesini hedefler, yandaşlarını çoğaltmak ister. Bunun için hak delilleri olmadığından batılı, yalanı, vesveseyi, hileyi kullanır, akla hayale gelmedik desiseler kurarlar.

Âl-i İmrân Sûresi 73. Ayet

وَلَا تُؤْمِنُٓوا اِلَّا لِمَنْ تَبِـعَ دٖينَكُمْؕ قُلْ اِنَّ الْهُدٰى هُدَى اللّٰهِۙ اَنْ يُؤْتٰٓى اَحَدٌ مِثْلَ مَٓا اُوتٖيتُمْ اَوْ يُحَٓاجُّوكُمْ عِنْدَ رَبِّكُمْؕ قُلْ اِنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللّٰهِۚ يُؤْتٖيهِ مَنْ يَشَٓاءُؕ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَلٖيمٌۚ

73- Ve kendi dininize uyanlardan başka kimseye inanmayın!’ dediler. De ki: ‘Muhakkak doğru yol Allah’ın yoludur, size verilenin benzeri başka birine veriliyor veya Rabbiniz katında size üstün gelecekler diye mi endişe ediyorsunuz?’ De ki: ‘Nimet ve ihsan muhakkak Allah’ın elindedir, dilediğine verir, Allah ihsanı bol olan her şeyi bilendir.’

 

Yahudîler, peygamberliğin yalnız kendilerine âit olduğuna ve kendilerinin Allah'ın hâs kavmi olduklarına iyice inanmışlardı. Araplar arasından kendileri dışında bir peygamber çıkması, bir de ona kitap indirilmesi, hased damarlarını iyice kabarttı. Bu yüzden müslümanları da saptırma gayretlerine giriştiler. Kendi aralarında özel kurallar belirlediler. Şöyle diyorlardı:

"Sakın kendi dîninizden olmayanlara inanmayın, onları tasdik etmeyin. Hele size verilen kitab gibi başka bir kitabın müslümanlara da verilmiş olabileceğini, size gönderilen peygamber gibi, müslümanlara da bir peygamberin gönderilmiş olabileceğini sakın itirafa kalkışmayın. Bunu özellikle müslümanların yanında söylemeyin. Aksi halde Rabbınızın yanında bunu size karşı delil olarak kullanırlar ve size gâlib gelirler."

Oysa bu yahudîler düşünmüyorlardı ki, peygamberlik, Allah'ın bir lütfudur ve bunu kullarından istediğine verir.
 

Dininize tâbi olandan başkasına inanmayın

"Dininize tâbi olandan başkasına inanmayın” cümlesi, Yahudilerin önceki ayette geçen sözlerinin devamıdır.

♦ "Tevrat'ın ahkâmını kabul etmeyen, hükmünü değiştiren hiçbir peygamberi kabul etmeyin" manasındadır. Yahudiler bu tutumu bugüne kadar sürdürmüşlerdir.

♦ Bunun anlamı sırlarını Müslümanlara açıklamamalarıdır. "Dininize uyanlardan başkasına güvenmeyin, sırrınızı ve sahip olduğunuz bilgileri başkalarına açıklamayın. Elinizde bulunanları Müslümanlara göstermeyin. O vakit onlar o bilgiyi sizden öğrenir ve bu hususta size eşit olurlar. Hatta ona olan ileri derecedeki imanları sebebiyle sizden üstün olur, ellerinizde bulunanları size karşı delil edinirler. O vakit sizin aleyhinize delil ortaya konulmuş olur, dünya ve ahirette bu delil sizi bağlayacaktır" demektir.

♦ "Müslümanlara size verildiği gibi Allah'ın kitaplarından bir kitap verilmiş olduğunu doğruladığınızı gizleyiniz ve bunu açıklamayınız. Bu açıklamayı yalnızca sizin dininize uyanlara yapınız, Müslümanlara yapmayınız. Böylelikle sizin yapacağınız bu açıklamanın onların dinlerine sebatlarını arttırması önlenmiş olur. Müşriklere de açıklamayınız ki, Müslümanlar onları İslâm'a çağırmasın. Yani Kitap Ehli gibi Müslümanların da Allah'tan gelmiş bir kitapları olduğunu doğruladığınızı öğrenmesinler, bu bilgiyi onlardan gizleyiniz."

♦ Bu cümle, 'Gündüzün evvelinde iman edin' sözüne racidir. "Meseleleri ters yüz etmekten maksadımız ancak, dinde size uyanların dininiz üzere devam etmelerini temin etmektir. Ancak dininize tâbi olanlar için böyle bir iman gösterin. Yani; sizden Müslüman olup da talimatlarınıza göre hareket edenlere açıklayın. Çünkü; böylelerinin İslâm'ı bırakıp eski inançlarına dönmeleri diğerlerinin dönüşüne göre daha inandırıcı olur" mânâsındadır.

Ayetin işarî tefsiri şöyledir: Siz ancak halinize ve yolunuza uygun düşenlerle birlikte olunuz, onlarla oturup kalkınız. Çünkü muvafakat etmeyen, murafakat etmez. (Size uygun düşmeyen, size arkadaşlık etmez.)

Yahudi ve hristiyanların uluslararası siyasette ve komşuluk münasebetlerinde izledikleri yol, kendilerinden başkasına inanmamaktır.

Bugün Birleşmiş Milletler adını taşıyan kuruluş bu ayetin doğruluğunu ortaya koymaktadır. Birleşmiş Milletler genel sekreteri hristiyan olması nedeniyle Bosna Hersek'e gitse, katil Sırpların elbisesine kanı sıçradığı için Bosnalı müslümanı suçlar. Filistin'e gitse yahudi askerler Filistinlinin evini yakıp yıkarken Filistinli müslüman zorluk çıkarttı, güvenlik güçlerine karşı geldi, diye müslümanı mahkum eder.

Keşmir'de ineğe tapanları, Azerbeycan'da Ermenileri, Kıbrıs'da Rumları savunur ve onlara inanırlar. Müslümanlara destek olmaz ve inanmazlar. Çünkü iç dünyalarında İslam'ın üstünlüğüne inanır ve hased ederlar. İneğe tapanların hiçbir zaman kültür üstünlüğüyle yahudi ve hristiyanları etkilemeyeceğini bilirler. Ama Müslümanlık yahudi ve hristiyan ülkelerinde saf haliyle duyurulabilse kendilerinin kaybedeceğinin farkındadırlar.

Bu bildiklerini açıkdan söylemez, "biz her dine saygılıyız, bize göre bütün dinler eşittir" diyerek tarafsız gibi görünürler. Kendi karışık altınlarıyla hakikisini aynı yerde teşhir etmekle kalitelerini artırmak isterler. Müminler onlara yine de şu gerçeği hatırlatmalıdır:

Yol, Allah'ın yoludur.
 

De ki: "Şüphesiz hidayet Allah'ın hidâyetidir.

'Allah onunla dilediğini imana hidayet nasib eder ve onu iman üzere sebatkar kılar. Hidayet, inayet ve tevfik Allah'tandır, sizin tuzaklarınız ve hileleriniz kimseye zarar vermez.'

Bu cümle Yahudilere cevaptır. Onların tuzak ve hilelerinin her zaman uzayıp giden kıymetli bir şey olmadığını beyan etmektir.

"Ey Yahudiler! Sizin hileleriniz, tuzaklarınız, desiseleriniz, hakkı gizlemenizin herhangi bir etkisi olmaz. Kitaplarınızda ümmî peygamber Muhammed'e dair bildiklerinizi ister gizleyin, ister hakkı açıklayın, fark etmez ey Yahudiler! Bu, Allah'ın hidayet nimetini hiçbir şekilde değiştiremez."
 

Size verilenin benzeri başka birine veriliyor veya Rabbiniz katında size üstün gelecekler (diye mi endişe ediyorsunuz?)

اَنْ يُؤْتٰٓى اَحَدٌ مِثْلَ مَٓا اُوتٖيتُمْ "Size verilenin misli birine verilir (diye mi?)" Bu ifade Allah’ın sözüdür.

♦ Mahzuf bir fiil için ل takdiriyle mefulün lehtir. 'Sizin sırt çevirmeniz size verilenin mislinin başkasına verilmesinden dolayıdır; başka bir şeyden dolayı değil. Siz hasediniz yüzünden Kuran'ı Kerim'i inkara götürüp söylediklerinizi size söyletti.

♦ Nefy anlamını vermek üzere Hemze'yi esreliyerek; "Verilmez" diye de okunmuştur. Anlam şöyle olur: Ya Muhammed de ki; Asıl hidâyet Allah'ın hidâyetidir. Size verilenin bir benzeri kimseye verilmez; yahut onlar Rabbinizin katında onu size karşı delil gösteremezler. Yani yahudiler batıl yolla size karşı mücadele vererek; biz sizden daha faziletliyiz, diyemezler.

'اَوْ يُحَٓاجُّوكُمْ - Yahut size üstün gelecekler diye' cümlesi "verilmesi" kavline atıftır. Cemi zamiri اَحَدٌ 'e aittir. Çünkü buradaki 'اَحَدٌ bir kişi' cemi manasınadır. Yani 'Birine sizin kitabınızın benzerinin verilmesiyle küfrünüzden dolayı o size galebe edecektir.'

♦ Hitap, müminlere ise mana şöyle olur: "Ey mü'minler, dininize uyanlardan başkasına inanmayınız, size verilen lütuf ve dinin benzerinin herhangi bir kimseye verileceğine de inanmayın, size muhalefet edenlerin Rabbiniz hususunda, dininiz hakkında size karşı delil getirebileceklerine, buna güç yetirebileceklerine de inanmayın, tasdik etmeyin."

Ya da cümle, Yahudilere aittir.

♦ "(O güruh şöyle derler:) Size verilenin benzerinin başka birisi-ne de verildiğine veya o müslümanların Rabb'iniz indinde size karşı hüccetler getireceğine (inanmayın)" manasındadır.

♦ 'Rabbinizin huzurunda kıyamet günü sizinle karşılıklı deliller öne sürerler de bugün onlara peygamberlerinin hak, dinlerinin de hak olduğunu itiraf ederseniz, bu onlar adına aleyhinize delil olur. Onun için yahudilikten başka hak din olmadığında ve ondan gayrisinin batıl olduğunda ısrarınızı sürdürün.'

♦ 'Size verilenin misli' derken, ilim, hikmet, kitap, delil, menn, selva, denizin yarılması ve buna benzer üstünlük ve ikramlara atıfta bulunulmaktadır. Yani, bütün bunlar ancak size verilmiş şeyler olabilir. Sizin dininize tabi olanlar dışında, size verilenlerin benzerinin herhangi bir kimseye verileceğine inanmayınız.
 

عِنْدَ رَبِّكُمْ       Rabbiniz katında

'Kıyamet gününde delillerle sizi susturur.' Elbette Allahu Teâlâ'nın vahyettiği bir zat Rabbinin katında muhaliflere deliller getirip onları susturacaktır.

Veya yahudiler Kıyamet gününde Rabbleri nezdinde Ümmet-i Muhamme'e karşı delil getireceklerdir. Şayet onlar, bunun Allah'ın lütfundan dolayı verildiğini bilselerdi Rabbleri nezdinde delil getirmeye kalkışmazlardı.
 

De ki: "Lütf-u inayet muhakkak ki Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir."

Burada 'fadl' kelimesinden murad, Kur'an ve İslâm'dır. Kur'an ve İslâm Allah'ın elindedir. Dilediğine onu verir.

Veya faziletten maksat, peygamberliktir. Peygamberlik, müstehak olma sebebiyle değil, Allah'ın dilemesine bağlıdır, O'nun lütfuyla tahakkuk eder.

"Fadl" kelimesinin asıl anlamı, fazlalık anlamına gelir. Çoğunlukla "lütuf ve ihsanın fazlalığı..." anlamında kullanılır. Hayır olan hasletlerde, başkalarından fazla ve üstün olan kimseye, "fâdıl" denir.

Daha sonraysa "fadl" kelimesi, failinin (Onu yapanın) başkasına ihsan etmeyi düşündüğü her çeşit menfâat hakkında daha fazla kullanılır olmuştur.

Yüce Allah bu buyruğunu gayet mücmel bir ifade ile zikretti ki; Allah'ın rahmetini ümit etmeye devam edilsin, ondan korkanlar da korkmayı sürdürsün.

Allahu Teâlâ yahudilerden şu iki şeyi nakletti:

1) İslâm hakkında müslümanların kafasında şüphe meydana getirmek için, gündüzün başında iman edip, günün sonunda da inkâra sapmaları. Cenâb-ı Hak, yahudilerin bu hilelerine, “Şüphesiz hidayet, Allah’ın hidayetidir” buyurarak cevap verdi. Allah'ın hidâyetinin yanında, böylesi zayıf bir şüphenin hiç bir gücü söz konusu olamaz.

2) Yahudilerin kendilerine verilen kitap, hikmet ve nübüvvetin mislinin veya aynısının başka bir kimseye verilmesini kabul etmeyerek, yadırgamaları. Cenâb-ı Hak, onların bu tuzaklarına da, "De ki: "Lütfu inayet muhakkak ki Allah'ın elindedir. Onu, dilediğine verir" buyruğu ile cevap vermiştir.

"Ey Yahudiler! Bütün işler yalnız Allah'ın elindedir. O, fadlın sahibidir, fadla kadir ve muktedir olandır. Peygamberlik de Allah'ın tasarrufundadır, size ait değildir. Veren de O'dur, vermeyen de. O dilediğine iman ve ilimle lütfeder, dilediğini saptırır, basiretini köreltir. Gözünü kör eder, kalbini, kulağını mühürler. Mutlak lütuf sahibi O'dur. Hayır bütünüyle onun elindedir, kullarından dilediğine verir. Rahmetini yani peygamberliği dilediğine tahsis eder. Müminleri de sınırsız ve nitelendirilmeyecek kadar büyük lütuflarla mümtaz kılar. Onun lütfü geniştir, büyüktür. Rahmeti her şeyi kuşatmıştır, sınırsızdır. Rahmetinin etkilerini sınırlandırmaya imkân yoktur.

Sizin dışınızda sizden herhangi bir kimseye size verilenin benzerinin verilmesini inkâr edip böyle bir şey olmaz, demeyin. Peygamberliğin yalnızca İsrailoğulları'na yahut muayyen bir nesep veya belli bir şerefli zümreye hasredilmesi mümkün değildir."

Bu şekilde Ehli Kitab'ın birbirlerine yaptıkları tavsiyeleri ve mü'minlere karşı kurdukları tuzakları reddeden ayetler mü'minlerin nefislerini takviye etmektedir.

İnsanları saptırıp, şüpheye düşürmek için bir süre iman ettiğini açıklamak, sonra da küfre dönerek hakikati gizlemek ve aldatmaya çalışmak sonuç vermeyen, mantıksızca ve çocukça bir davranıştır. Böylelerine ancak kendileri gibi saf ve kıt akıllı kimseler aldanır. Çünkü din ve iman ile oynamaya kalkışmak, ihlâslı ve samimi olanların alâmeti değildir.
 

Hased

Bu ayet-i kerime yahudilerin hasedleri sebebiyle Efendimizin nurundan mahrum kaldıklarını bildirmektedir. Hased; nefisten temizlenmediği takdirde kişinin dalaletine sebep olabilir.

Hased nefsin kötü ahlaklarındandır. Kişi bol bol kelime-i tevhid, ezkar ve dualarla, kainattaki her eserin Cebbar olan Allahu Teâlâ'dan geldiğine inanmakla; kıskançlığını izale edip gidermelidir.

İnsanların ilim, amel, ahlak ve diğer faziletlerde derece derece olması Allah'ın insanlığa bir rahmetidir. Bunlar ancak aziz ve alim olan Allah'ın ezeli ilminin takdiriyledir.

Kıskanç insan, Allah'ın layık olmayan bir kişiye ihsanda bulunduğu zanneden, Hak Teâlâ hakkında yakışıksız bir düşünceye kapılan sefih ve beyinsiz biridir.

Hased her ne kadar insanın fıtratına zerk edilmiş, az çok bütün insanlarda var olan bir şey ise de; hususiyetle; ilmi sefihlerle çekişmek, alimlere karşı gururlanmak, onlara üstünlük taslamak, ilmi mal toplamaya, makam ve mevkiye vesile etmek, ehli dünya nezdinde kabul görmek ve benzeri Allah'dan gayri dünyevi bir maksat için elde etmeye çalışan kişiler hasedle özdeşleşmiştirler.

Bunlar Allah'ın ilimden bir kelime verdiği ve sahip olduğu bu ilmi halka neşreden, topluma faydalı olan her gerçek alimi kıskanırlar.

✧ Altı sınıf insan hesabdan önce cehennem ateşine gireceklerdir.

    1- Amirler; benden sonra zulüm ve zorbalık sebebiyle

    2- Arablar; ırkçılıkları sebebiyle

    3- Dehhaklar (köy, aşiret ağaları, oymak reisleri, şeyhler ve yetkililer) kibirleri sebebiyle

    4- Tüccarlar; hıyaneti sebebiyle

    5- Şehir ve köy ehli; cehaletleri sebebiyle

    6- İlim ehli ise hasedleri sebebiyle hesab'dan önce cehenneme girerler.

✧ Hasedin hiçbir cinsi caiz değildir. Ancak iki şeyde haset etmek caizdir ki bunlara hased değil, gıpta denir:

    Birincisi: Allah ü Teâlâ'nın kendisine verdiği malı Hakk yolunda harcayan kişi

    İkincisi: Allah'ın kendisine verdiği hikmet, ilim ve marifeti insanlara öğreten ve dağıtan kişi.

    Bu şekilde olan hased gıpta'dır ve caizdir.

✧ Üç şey bütün hataların aslıdır. Onlardan sakının ve kendinizi koruyun ve onlardan sakının.

    1- Kibir

    2- Hırs

    3- Hased

✦ Sizi kibirden sakındırırım! Çünkü kibri İblis'i Hz. Adem'e secde etmemeye sevk etti. Hadis-i Şerif

✦ Beşinci kat sema'da bir melek var. Güneş aydınlığı gibi aydın ve nurani bir şekilde kulun ameli yükselirken ona uğrar. O melek:

"Dur! Ben hased meleğiyim! Götürün o ameli sahibinin yüzüne çarpın! Çünkü o adam hased (ve kıskanç) bir kişiydi. Hadis-i Şerif

✧ Allah bir fazileti yaymayı dilediğinde kıskançların dillerini bu işe vasıta kılar.

      ✽      ✽      ✽ 

Yüz yirmi yaşında bir adam gördüm. Ona: 'Senin ömrünü uzatan nedir? diye sordum. O da;

'Hasedi terk ettim ve böylece uzun ömre sahip oldum dedi.  Esmai

      ✽      ✽      ✽ 
 

Allah, rahmeti bol olan Vâsi ve her şeyi hakkıyla bilen Alîm'dir.

Allah alîm’dir, kim ihsanına müstehak, kim rahmet ehli onu bilir.

Yüce Allah vasidir. O’nun ilmi, kudreti, rahmeti, affı, keremi hesapsızdır. Her şeyde hükmünü yürütür. Her şeye gücü yeter, ilminden bir zerre bile gizlenemez. Kudreti önünde hiçbir kuvvet tutunamaz. Rahmeti geniş olduğu gibi, zalimleri ve facirleri kahretmesi de yamandır.
 

el-Alîm (cc)

Allah (cc) alîmdir. Bir vali düşünelim; vilâyetlerinde olup bitenler şöyle dursun, oturdukları binânın içinde ve dâima temas hâlinde bulundukları adamlarının çevirdikleri tuzaklardan bile haberi yoktur. Onların bildikleri binse, bilmedikleri yüzbinlercedir. Tedbirleri ve yaptıkları da böyledir. Allah (cc) ise, bütün hilkat âleminde neler oluyor ve daha neler olacak, bütün bunları ilmiyle takdir etmiş, tâyin ve tensip buyurmuştur. Takdirinin hükmüne göre işleri yürüten de ancak kendisidir.

Allah (cc), her insanın içini-dışını, kâbiliyetini ve bütün rûhi meyillerini bilir. İyilikle kötülükten hangisine daha fazla düşkün olduğunu ve bunların ayrıldığı noktaya gelince, hiçbir zorlama ve tazyik görmeden, kendi arzusuyla hangi tarafa yöneleceğini ve istediği gibi tasarruf etmek üzere verdiği ömrünü, servetini, mevkiini nasıl ve hangi yollarda kullanacağını en ince tafsilâtıyla bilir, buna göre ezelde her kul için bir fihrist çizmiştir. Allah’ın çizdiği bu fihristte, kulun daha vücudu yaratılmadan, hayatına âit görüp geçireceği bütün hâdiseler tesbit edilmiştir.

Meselâ Ali’nin hangi târihte, hangi sene, ay, gün, saat ve dakikada, arz kürenin hangi noktasında, hangi memleketin, hangi mahallesinin, hangi evinin, hangi odasının, hangi köşesinde ve ananın rahminden ne sûretle doğacağını, doğduğu dakikadan itibâren, her an geçireceği ahvâli, ne kadar yaşayacağı, müddet-i ömründe kaç nefes alıp vereceği, ciğerlerinin ne kadar hava, mide ve bağırsaklarının ne kadar gıda sarfedeceği, santimine, milimetresine kadar, ağzından ne kadar ve mâhiyette sözler çıkacağı, kulağının neler işiteceği, gözlerinin neler göreceği, ellerinin neler yapacağı, burnunun neler koklayacağı, ağzının neler tadacağı, kafasının neler düşüneceği, hangi kadınla evleneceği ve ne kadar çoluk-çocuk sâhibi olacağı, iyi veyâ kötü, bütün dış ve iç işleri yazılmıştır.

Allah (cc), bir tek insanın ahvâlini nasıl böyle ilmiyle, kudretiyle yaratmışsa, bütün yaratılmışların da görüp geçireceği şeyleri öylece kuşatmıştır. Âlemde körü körüne, rastgele kâbilinden hiçbir hâdise yoktur. Ne kadar ehemmiyetsiz olursa olsun, her hâdise mutlaka O’nun münâsip görmesi ve müsaade etmesiyle olur. Bir yaprağın düşmesi, harekete geçen bir zerrenin kımıldayışı hep O’nun izin vermesiyle ve irâdesiyle vukua gelir.
 

     Nice lütfun var bize,

     Sensin muin, yar bize,

     Dokunmasın nar bize,

     Ya Allah, ya Hakk, ya Nur,

     ​​​​​​​Ya Vasiu, ya Ğafur!

 

Belagat

 'Ancak sizin dininize tabi olana iman edin' dediler, cümlesi kasırdır. 'Tabi olmayın' fiiliyle başladığı için kasrı sıfat alel mevsuftur.

 Bu kasır kasrı kalptir. Ehli kitap kendi taraftarlarına önce 'iman edin' deyip, sonra bunun aksini emrettiler.

 ' Size verilenin benzeri birine verilir' bu ifade Yahudilerin cümlesi olarak düşünüldüğünde, 'İnanmayın' fiiline atıftır. Yani, size verilenin benzerinin bir başkasına verildiğine veya size Rabbiniz katında bununla bir hüccet getirebileceklerine inanmayın, manasındadır. Bu durumda 'Yahudiler dediler ki' şeklinde bir hazıf vardır. Müsned ve müsnedin ileyhin hazfı, tahkir içindir.

 Allahu Teâlâ'nın cümlesi olarak düşünüldüğünde, hazfedilen fiilin mefulün lehidir, lam harf-i ceri mahzuftur: 'Sizin sırt çevirmeniz size verilenin mislinin başkasına verilmesinden veya size üstün gelecekler diyedir; başka bir şeyden dolayı değil.' Bu durumda müsned ve müsnedin ileyh 'Allah buyurdu ki' şeklindedir, hazıf tazim ve faideyi çoğaltmak içindir.

 Burada aynı zamanda tenazu vardır. Meful olan mekulu'l kavlde iki fail çekişmektedir.

 Bu ayet-i kerime Kur'an-ı Kerim ayetleri içinde irabı en derin olan ayetlerden biridir. Alimler bu ayeti dokuz farklı tefsirle açıklamışlardır.

 'De ki, fadl Allahın elindedir' cümlesinde istinafen fasıl vardır. 'Onların kafalarındaki, Peygamberlik İsmailoğullarına verilebilir mi' gizli sualine cevaptır.

 'Fadl Allah'ın elindedir' cümlesi itnabtan iygal, mübalağa nüktesi için geldi. Zaten 'Hidayet Allah'ındır' cümlesinde bu anlam vardı.

 'Fadl, Allah'ın elindedir' cümlesi istiare-i asliyedir. Allah'ın eli'nden maksat, iradesindedir, kudretindedir demektir. Camisi, istediği şekilde tasarruf edebilme yetkisi olmasıdır. 'Onu dilediğine verir' cümlesi de istiareyi muraşşaha kılmıştır.

 'De ki; hidayet Allah'ın hidayetidir' cümlesinde müsnedin ileyhin marife gelmesi; marifeyi marifeyle tahsis, kemalde mübalağa içindir.Yani hidayet ancak Allah'ındır, başkasında gelen hiç birşey hiçbir zaman hidayet değildir, doğruya iletemez.

 'De ki; hidayet Allah'ın hidayetidir' cümlesi tecriddir. Sanki 'birkaç tane hidayet var, bunların içinde gerçek hidayet Allah'ın hidayetidir' diye ifade edilmiş.

 Tekit gelmesi, inkarî kelamdır. Bir diğer açıdan da muktezayı zahirin hilafına, bildiğiyle amel etmeyeni inkar eden mevkiine koymaktır. Çünkü ehli kitap aslında hidayetin Allah'tan olduğunu biliyorlardı. Bu cümle onlar için lazım-ı faideyi haberdir.

 'Hidayet Allah'ın dinindedir, kitabındadır' denmeyip, Hidayet Allah'ın hidayetidir, buyrulmuş. İsnad-ı mecaziden masdara isnaddır.

 Lazım; Hidayet Allah'ın hidayetidir, melzum; onun bildirdiği, peygamberine vahyettiği kitabla anlaşılanlar, öğrenilenlerdir.

 'De ki hidayet Allah'ın hidayetidir' cümlesi mantık yollu kelamdır. Yani 'Siz Allah'ın hidayetindeyseniz, doğru yoldasınız. Ama Allah'ın hidayeti üzerinde değilseniz, batıldasınız, kendiniz karar verin' demektir.

 'Size verilenin misli' sıfatlı kinayedir. اُوتٖيتُمْ ile يُؤْتٖيهِ fiilleri arasında iştikak cinası ve reddül aciz alessadri vardır.

 Allah vasi ve alim'dir, cümlesinde 'ذُو' muzafı mahzuftur. İhsan ve ilim sahibidir, anlamındadır. Muzafın ileyhler de hazfedilmiş olabilir: Nimeti, rahmeti geniş olandır. Hazıflar faideyi çoğaltmak içindir.

 Allah vasi ve alim'dir, cümlesi itnabtan tezyil, mesel tarikı cari olandır.