2- Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Cenab-ı Hak ezeli ve ebedi kelâmına «Hamd Allah içindir» cümle-i mübarekesiyle başlıyor. Bu söz, insanın hem hidâyetini, hem de asıl gayesini anlatan mana hazinesi bir cümle. Edebi sanatlarla dolu (hüsn-ü ibtida, vasıtalı kinaye, icaz, tecrit gibi).
Hamd, lugat manası ile çok zengin bir kelimedir: İsmi güzel eylemek, akıbet, maksude, faziletini bilmek, muvafık, aşk ve muhabbete medar, her türlü senaya layık gibi manalara gelir.
İştikak-ı kebirine göre; medih, geniş, bereket, ilerletmek, methiye, tuzak, güneş ışığının tesiri, pür hiddet olmak, asıl, esas gibi manaları içermektedir.
Bütün bu anlam zenginliği ile birçok teşbih, kinaye, istiare ve mecazlarla doludur. Her bir manada bir dosya, her goncadan katmer yapraklı mana gülleri açılır mârifet sahiplerine. Allah’ın sadırlarını İslâm’a açtığı bahtiyarlara hikmet pınarları çağlar.
Şimdi ‘hamd’ kelimesinin geldiği manaları göz önünde bulundurarak tefekkür edelim. Belki Rabbimizin izn-i inayeti, lütf-u keremiyle, mana denizinden bir damla alabiliriz.
Kainatın efendisi olan insan vücuda gelmeden onun iskan edeceği âlemleri yaratan, gökyüzünü güneş, ay ve yıldızlarla donatan yüceler yücesi Rabbi rahimimiz, dünyayı insan hayatına uygun bir şekilde yaydı, bezedi, döşedi. Dağlarla mıhlayıp sağlamlaştırdı. Bitkiler, hayvanlar, denizler, balıklar, ırmaklar, ovalar, yollar, kaynaklar, yağmurlar, bulutlar, gemiler, bilip bilmediğimiz neler, neler… Haddi hesabı bilinmeyen, sayılmayan nimetler verdi de verdi.
Kainat insan hayatına elverişli şekilde hazırlandıktan sonra insan en güzel bir yaradılışla yaratıldı. Yurdu-yuvası, yiyeceği-giyeceği, bedeni, kalbi bütün ihtiyaçları göz önünde bulundurularak mükemmel bir hayat tarzı ihsan edildi.
Görsün diye mehtaplar, manzaralar, yürüsün diye yollar, meydanlar, yesin diye meyveler, taamlar, duysun diye sözler, sesler, terennümler, koklasın diye güller, sünbüller, cennet kokulu bebekler, sevsin diye gönüller, anlasın diye diller ihsan etti yüce Mevlâ.
Bir damladan yarattığı kulunu ana kucağında baba ocağında nazlı nazenin bir gül gibi büyüttü.
Akıl verdi, fikir verdi, vicdan verdi. Önüne onu cennete dek götürecek nurlu İslâm yolunu, sırât-ı müstakimi açtı. Kitap ve peygamber gönderdi. Bediüzzaman’ın deyimi ile;
‘Canlıların en mümtazı, müstesnası olan insan, benzersiz, latif bir mizaçla yaratılmış. O mizacı yüzünden de çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiş.’
İnsan nefsiyle dünyaya, ruhuyla ukbaya, nefsiyle nimete, ruhuyla Mün’im’e meyle hazır. Bu arada bocalarken Sultanlar Sultanı yüce kitabıyla uyarıyor: Sakın başka yönlere yönelme!
Dünyanın zevkleri, lezzetleri, ziynetleri Halikımızı, Mâlikimizi, Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde cennet olsa bile cehennemdir. Çünkü fânidir. İnsan ebed için, dâimi saadete namzet olduğu için, her amelinden hesap görüp ya taltif görecek, ya da tokat yiyecektir.
İçinde bulunduğumuz bütün nimetlere, semereleri, zatları için muhabbet edilse, maddi lezzetlerinden gafilce zevklenilse, o muhabbet nefsani olur. O lezzetler de geçici olur. Oysa dünya da, lezzetleri de, insan da durmuyor, gidiyor.
Halbuki insandaki ebede uzanmış emeller, kainatı kuşatan fikirler, ebedi saadetin tamamına yayılmış arzular, insanın ebed için yaratıldığını ve ebede gideceğini gösterir. O halde ‘bu beden ülkesini ben yöneteceğim, burada benim dediğim olur’ diyen nefsi emmareye ‘Ben asla sana tabi olmam. Ben yeri, göğü, her şeyi yaratana kulluk ederim. Nimetlere değil nimet verene boyun eğer, tazim ederim,’ diye payını vermelidir.
Bir padişaha kul ol ki; mülkü zâil olmaz ola,
Bir gülşene bülbül ol ki; hiç sararıp solmaz ola... Aziz Mahmud Hüdâi
Nimet ile nimet veren arasında nereye meyledeceğini bilemeyen şaşkın insana yüce Allah, ‘Hamd, övgü, âlemleri sadece yaratmakla kalmayıp terbiye eden, rızık veren, devam ettiren âlemlerin Rabbine’ diye uyarıyor, sesleniyor, öğretiyor, tâlim ediyor, yön veriyor. Kendine gelmesini, iki cihan saadetini gösteriyor.
Hamd ona mahsustur. Çünkü en büyük nimet olan hayatı veren, yaratan yalnız O’dur. Bütün kainatın ruhu, mayası, neticesi, hülasası hayattır. Hayatı veren kim ise, bütün kainatın Halikı odur.
Hayattan sonra nimetlerin en büyüğü rızıktır. Yaradana, rızık verip yaşatana, besleyip büyütene, kulluğun, ricanın, duânın, en zengin menbaı hamd ve şükürdür. İnsan nankörlük içinde kendini başıboş sanıp bedbaht ve gafil olmamalı.
Kainat bütün ihtişamı, bütün güzelliği ile sanatkarını tanıtırken, O’nu sana bildirip sevdiren bir Celal sahibini, İkram sahibini tanıyıp hayran hayran ‘Elhamdülillah’ diyemiyorsan o lisanını susturmalısın.’
Hamd, ihtiyâri (istekle), yapılan bir iyiliğe karşı, tâzim yoluyla, gönül hoşluğuyla, güzel sıfatlarla medh-ü senâ olunmaktan ibârettir.
Daha açık bir ifâdeyle ‘Elhamdülillâh’ diyen bir insan, Allah’ın büyüklüğüne delâlet eden bütün isim ve sıfatları sayarak O’nu yüceltmiş gibi olur. Ancak kişi ‘Elhamdülillâh’ cümlesini lisânen söylerken, bu cümlenin mânâsını kalbiyle düşünmelidir. Zira insan ruh ve bedenden yaratılıp bu ikisinin bir araya gelmesiyle tamamlandığı gibi, ‘Elhamdülillâh’ derken lisanıyla kalbini birleştirirse, o hamd, kâmil ve tam olur.
Allah yolcusu, Allah’ı kastetmeden bin yıl Allah dese, maksuda eremez. Çünkü asıl maksat isim değil, o ismin sâhibi Mevlâyı hatırlamak,sevgisini kazanmaktır.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), yakından bir müfrezeyi muhârebeye gönderirken: ‘Ey Allah’ım! Eğer onları sağ sâlim gönderirsen, sana hakkıyla şükretmem üzerime borç olsun’ buyurdu. Çok zaman geçmeden sağ sâlim döndüler. Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Allah’ın bol nimetlerine karşı, bütün hamdler Allah’a mahsustur’ buyurdu. Hz. Ali bunun üzerine: ‘Yâ Resûlâllah! Siz hakkıyla şükredeceğim buyurmadınız mı?’ dedi. Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Yapmadım mı?’ buyurdu.
Hamd, lisanla vâcip olduğu gibi, her uzuvla yapılması da vâciptir.
Hamd, gerçekten Allah’a mahsustur. Hamd edilen sadece O’dur. Çünkü;
1- İyiliğin yapılması, iyiliğin kalpte teşekkül etmesi ancak Allah’tandır. Aksi halde o iyilik yapılamaz.
2- İnsanların iyilik yapması menfaati celb ya da mazarratı def için olur. Dünyevi ve uhrevi fayda için kalbine elem veren rikkatinden kurtulmak için zararı def eder.
3- Allah hakiki mânâda yukarıdaki sebepler olmaksızın ihsan buyurduğu için hamd Allah’a mahsustur.
4- Mahlukâtın ihsanından istifade etme, Allah’ın ihsanı ile tam ve mükemmel olabilir.
Allah (celle celâlühû), aklı ezeli ilminde saklı ve gizli bir nurdan yaratmış; ilmi onun canı, anlayışı onun rûhu, zühdü onun başı, hayayı onun gözü, hikmeti onun dili, hayrı onun kulağı, acımayı onun kalbi, merhameti onun düşüncesi ve sabrı da onun karnı kılmıştır. Sonra da akla ‘Konuş’ denildi. Bunun üzerine o da: ‘Eşi, zıddı, misli ve dengi olmayan, izzetinden ötürü her şeyin zelil olduğu Allah’a hamd olsun’ dedi.
İnsanın cânı gönülden hamd edebilmesi için kalbinde karalıkların ve karanlıkların olmaması gerekir. Bu durumda kalbinin nûra ihtiyacı vardır. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ‘Nur bir kez kalbe girince, o kalp açılır ve ferahlık kazanır.’ ‘Bunun belli bir işâreti var mı?’ sorusu üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Aldatıcı dünyadan uzak durmak, ebedi dünyaya yönelmek ve henüz ölüm gelip çatmadan önce ölüme hazırlıklı olmaktır’ buyurmuştur. Ehl-i şükür insan, hamd edici ve şükredici olur.
Hakkın nimetini saymaya güç yeter mi?
Aklı vicdanı olan şükrü hiç terk eder mi?
• Namaz şükürdür, oruç şükürdür, Allah için yaptığın her şey bir şükürdür. Şükrün en üstünü ise, ‘Elhamdülillâh’ dır.
• Hamd ve şükür, ikisi de hakikat sevgisiyle gönlün dolması ve ahlâka uygun olarak gerçekleşmesidir.
• Hamdde, sevinç ve arzu mânâsı; şükürde ise içten bağlılık ve dostluk mânâsı daha açık bir şekilde bulunur.
• Hamd, şükürden umûmidir.
• Şükür, gerçekten bir geçmişin ululaması olduğundan dolayı daha zordur, yapanları da daha azdır.
• Hamd Arap kelâmında kâmil sena manasındadır. Elif lâm cinsin istiğrakı içindir. O da Cenabı Hakk’ın bütün hamdlere müstehak oluşudur.
• Sena mutlaktır. Hamd zemmin zıddıdır.
• Hamd sadece dille olur. Şükür, kalp, lisan ve cevarihle olur. Yani şükür saygı olarak kalple, övgü olarak dille, taat ve itaat olarak organlarla yapılır.
• Şükür nimetlerle ilgilidir, sıfatlarla ilişkisi yoktur. Allah’ın hayat, irade, görme, bilme sıfatlarına şükredilmez. Bu sıfatlar övülür, şükrün değil hamdin konusudur.
• Hamd, sena ve medih ihsan olmadan da O'nun sıfatıdır. Bu nedenle hamd şükürden daha umumidir.
• Hamd, nimet ve benzeri için güzel olanı sevgiyle yücelterek övmektir. Sadece canlı, akıllı olanlara yapılır.
• Şükrün bazısı (dille şükür) hamd, hamdin de bazısı şükürdür. Şükür olmayan hamdler olabildiği gibi, hamd olmayan şükürler de vardır.
• Hamd, verdi, verecekler gibi geçmişle gelecek arasında gidip gelen bir şevkten, şükür ise işte verdi gibi gerçekleşene kavuşma zevkinden ileri gelen bir mutluluğu ilandır.
• Hamdde şevk anlamı, şükürde sadakat anlamı daha barizdir. Şükür geçmiş bir nimetin tebcili olduğundan yapanları daha azdır. Hamdde tazim ve takdir manası daha yüksektir, zira gelecek olan iyilik henüz ulaşmadığı için daha garazsızdır. Ayrıca iyilik kendisine ulaşmasa bile, ulaşanların sevincine ortak olmak gibi bir kardeşlik duygusu da vardır.
• Hamd Allah’tan ihsan gelse de gelmese de kulluğumuzu izhar bakımından karşılıksız Allah’a teveccüh olduğundan, şükürden daha üstündür.
• Hamd sana veya başkasına nimetin ulaşmasını içine alır. Şükür ise sadece sana ulaşan nimetlere mahsustur.
• Şükür sadakat; hamd ihlâs makamıdır.
• Kalbî şükür gizlidir, fiilî şükür de ihtimallidir. Bu nedenle en mükemmel şükür, dille yapılan hamddir. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz de: ‘Hamd şükrün başıdır. Allah’a (celle celâlühû) hamdetmeyen ona şükretmemiş olur’ buyurmuştur.
• Dille yapılan güzel zikirler, saygı ifadeleri hep hamddir. Hamd kelimesi de bu manaya uygun olduğundan HAMDOLSUN denildiğinde bütün bu saygılara yaraşır güzellik ve iyilik doğrultusunda bir mutluluk hazzı, bir bahtiyarlık duygusu ilan edilmiş olur. Bir yandan o güzellik ve iyiliğin sahibini övmek, diğer yandan da o saadetle övünmek manalarını ifade eder.
• Hamd herkesin ulaşmak istediği fakat pek az kimsenin ulaşabildiği en yüksek ve en mükemmel bir gayedir.
Tâbiin neslinden Mârib ibn Hazn anlatıyor:
Bir gün deveme binmiş gidiyordum. Bir adamın tekbir getirdiğini duydum. Deveyi sürüp arkasından yetiştim ve onunla konuşmaya başladım:
- Kim bu tekbir getiren?
- Ebû Hureyre!
- Ne tekbiri bu?
- Şükür tekbiri.
- Neye şükür?
- Yetim olarak büyüdüm; yoksul biri olarak hicret ettim. Bir zamanlar Gazvan kızı Büsre’nin yanında karın tokluğuna çalışan bir işçiydim. Bir de yolculuk esnasında sıram gelince deveme binme hakkına sahiptim. Onlar seyahat ederken develerini sürer, mola verdiklerinde odun toplayıp hizmet ederdim. Daha sonra Rabbim beni Büsre ile evlendirdi. Şimdi o benim eşim.
1- Kanaat
İnsan, kendine ilâhi taksimle bahşedilmiş nimetlerle yetinmiyor, başkalarının elindekine göz dikiyor, onlarda olanı çok değerli, kendinde olanı az ve kıymetsiz görüyorsa, hele de haset ediyorsa, bu kişi diliyle ‘Elhamdülillah, çok şükür’ dese de gerçek manada bir şükür olmaz.
Çünkü bu insan kendine hiçbir karşılık olmadan, bir bedel ödemeden taraf-ı ilâhiden lütfedilen nimetleri saymaya bile gücü yetmezken, nankörlük ve küstahlık etmektedir.
İktifa, yetinme demektir; kanaat anlamı taşır. Yüce Allah her şeyi bir ölçüyle yaratmış ve ölçülü olmayı emretmiş. Koyduğu sınırları son derece mükemmel, son derece hassas koymuş ve ferman buyurmuş: «Muhakkak Allah haddi aşanları sevmez.» (Mâide, 87) Demek bize düşen helâl dairesinden ayrılmamak, harama şüpheliye meyletmemek. Zaten ‘helâl keyfe kafidir.’ Aksi halde nefis doymaz bir haris olduğundan tatmini imkansız. En uygun yöntem arzularına kulak asmayıp verilen ölçüleri uygulamak.
Kanaat, yanlış anlaşılmamalıdır. Aza râzı olup az çalışmak, yoksulluğu kabul edip tembelce oturmak değildir. Belki, aç gözlülükten kaçmak, başkalarının elindekine göz dikmeyip, hakkına râzı olmaktır.
Kanaat, kişinin gayret ve çalışması sonunda elde ettiği neticeyi rızâ ile karşılamasıdır. Elde mevcut olanı yeterli bulup çalışmayı terk etmek ise; kanaat değil himmetsizlik ve tembelliktir.
Kanaat kararını bilmek, eldeki ile yetinmek, ihtiyaç dışındaki şeylere göz dikmemek, az mala sahipken korkmamak ve çok mal içinde şımarmamaktır.
Dost ararsan Allah yeter
İbret ararsan ölüm yeter
Düşman ararsan nefsin yeter
2- İktisat
Verilen nimetleri israf etmeden cimrilik yapmadan yerli yerine kullanmayan, faydasını ihtiyaçlıya vermekten kaçınan, har vurup harman savuran kimse, nimetin kadrini bilmediğinden nimet verenin de kıymetini bilmez. Bu kimse de Cenab-ı Hakk’ı hakkıyla sena edememiş bir nankördür.
İktisat; yani tutumlu olmak nimete karşı bir hürmettir, şükr-ü mânevi sayılır. Rahmet-i ilâhiye hürmet, kat’i sûrette bereket sebebidir. Bedene perhiz gibi sıhhate sebep olur. Hem mânevi dilencilik zilletinden kurtarmak için izzet sebebidir. Nimetin içindeki lezzeti tatmaya kuvvetli bir sebeptir.
İsraf ise bunların zıddını neticelendirir. Yani israf etmediğimiz zaman zillete düşmeyiz. İsraf etmeyen insan riyâkâr olmaz. Bakın arada bağlantı var; ‘Kim iktisat ederse fakir olmaz.’ Muhtaç olmaz bir kere, fakir olmayınca kimseye muhtaçlığı olmaz. Kimseye muhtaç olmayınca da insanlara gösteriş yapma ihtiyacı olmaz. Niye gösteriş yapsın ki? Zaten bir şeye ihtiyacı yok. İsraf etmemek, bizi gizli şirk olan riyâdan koruyor.
İktisat; her işte dengeli olmak, ölçülü olmak, orta yolu tutmak güce göre yük almak, israftan kaçmak ve aşırılıktan sakınmaktır.
3- Rızâ
Kendine adaletle, şefkatle, sonsuz ilim ve hikmetle taksim edilip verileni beğenmeyen, râzı olmayan kimse de gerçekten hamdü sena etmiş sayılmaz, çünkü verilen nimetten dolayı Mün’ime minnettar olup o nimete layık olmadığını itiraf etmek yerine nimetten râzı olmadığını ifade etmektedir.
4- Kıymet Bilmek
İnsan öylesine nankör, tutarsız, öylesine huysuzdur ki, kendisine ne verilirse verilsin neye sahip olursa olsun o hep itiraz, hep şikayet içindedir.
Onu memnun etmek asla mümkün olmaz. İşte bu tip insanlar dilleriyle hamd etseler de bu asla samimi ve hakiki bir hamdü sena olmayacaktır.
Dehr sûresinde (insan suresi) bildirildiği gibi, insan ya nankör olur, ya müteşekkir. Bu durum, insanın kibri ve tevâzusu, gayreti ve tembelliği, ilmi ve cehli ile orantılıdır.
Gönlünde şükran duygularını taşıyan bahtiyar insan, kavuştuğu her nimette Rabbine şükür, sebep olan insanlara teşekkürün ilâhi bir emir olduğunu hiç aklından çıkarmaz. En ufak bir iyiliği es geçmez, karşılığını vermeye gayret eder. İyilikleri taş üzerine kazmışcasına unutmaz. Saygıyı, hürmeti, vefayı elden bırakmaz ve bunun iki cihanda karşılığını görür.
Bir işin görülmemesi onu, lâyık olmayandan istemekten daha hayırlıdır. Hz. Ali
Zaman yumağını şöyle geriye sarsak; yelkenin bezi için iplik eğiren bir kadının, yelkeni tutan geminin direğinde marangozun emeği ‘Ben de buradayım’ der.
Ayranım önümde olduktan sonra, kimsenin bal şerbetini düşünmem.
Kendi ekmeğini yiyip oturmak, altın kemer takıp, huzurda ayakta durmaktan iyidir.
Elinizden geldiğince başkasının minneti altına girmeyin! İzzetle kuru ekmek yemek, minnetle ziyâfet sofrasına oturmaktan iyidir. Şayet mecbur kalır da birisinin minneti altına girerseniz, en kısa zamanda onu telâfi edin.
Kerem sahibi mümin daima din kardeşinin iyiliklerini hatırlar ki, bu sayede ona sevgisi ve saygısı artar.
Cüneyd-i Bağdadi’ye:
- Şükür nedir? diye soruldu.
- Şükür, Allah'ın verdiği nimetlerle günah işlemeye yaklaşmamaktır. Yani Allah'ın verdiği nimeti harama sarfetmemektir, buyurdu.
Hamd; Lugat-ı Okyanus’ta ceza vermek, bedel, râzı olmak, takdire layık iş yapmak, gadap etmek manalarına gelir.
1- Ceza verme
a) Ceza’nın ilk manası karşılık vermektir.
Cenabı Hakk; adildir, rahimdir, âlimdir, ganidir, muğnidir, kerimdir, ehaddir.
O her kulun yaptığı iyi işleri bilir, takdir eder, değer verir, unutmaz. Görmezden gelmez, hiçe saymaz. Az şeye çok mükâfat veren Şekur ve Hamid'dir. «ve men ya’mel miskâle zerratin hayran yerah / Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görecektir.» (Zilzal, 7)
Kulu mükâfatlandıran, yaptığının karşılığını eksiksiz hatta fazlasıyla veren ancak Allah’tır. Çünkü O yaratmıştır. Onun kadr-u kıymetini O’ndan başka bilen olmaz. «Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.» (Mülk, 14)
O bol bol verir. Çünkü herşeyin anahtarları O’nun elindedir. O Muğni’dir. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Kendine birşey ayırmak, bir çıkarı olmak veya sermayeyi kurtarmak gibi eksiklikten münezzehtir. Kulun kazancı kat kat olarak kendine döner.
O adildir. Kimsenin emeğini boşa çıkarmaz, eksiltmez. Kimsenin de eksiltmesini, zayi etmesini istemez. Bu konuda yasaklar koymuştur. Kulunun niyetini, tiynetini, maksadını, gayretini, sabrını, tahammülünü en iyi bilen O’dur. Sadece yaptığı iyi işlere mükâfat vermek şöyle dursun, iyi bir şeyi yapmaya kesin niyet etmişse onu da mükâfatlandırır. Zâlimden mazlumun ahını alır. Mazlumun duâsına kesin icâbet eder.
O Kerim’dir. Bol bol verir, kat kat verir. Ivezsiz, garezsiz, sebepsiz de verir. Onun eşi, ortağı, çocuğu yoktur ki onlara ayırsın, onları kayırsın. Mükâfatlandırmak gerçek manada O’na mahsustur. İnsanların birbirine maaş, mükâfat, karşılık vermesi mecazi ve eksiktir.
Çünkü insan;
♦ Fânidir; herşeye muhtaçtır.
♦ Zayıftır; kendini düşünür.
♦ Menfaatçidir; haksızlık yapar.
♦ Bilinçsizdir; kimin ne yaptığını, kıymetini, niyetini bilemez, anlayamaz. Yanlış anlayabilir.
♦ Cimridir; mahluk olma hasebiyle içinde haset ve cimrilik potansiyel olarak mevcuttur.
♦ Acımasızdır; insanı o yaratmamıştır ki; onun kadru kıymetini bilsin, zaaflarını idrak edip merhamet etsin.
♦ İnsan tarafsız değildir; anası, babası, eşi, evladı, akrabası, yakınları vardır. Onlara meyli daha fazla olduğundan haksızlık yapabilir.
Bilâl-i Habeşî hazretleri birgün Mescid-i Nebî'de iken büyük bir neş'e içinde coşuyor, cezbeye geliyordu. Hz. Ömer bu hâlini görünce sordu:
- Yâ Bilâl bu hâlin nedir? Buranın mescid olduğunu unuttun mu?
- Benim hâlimde ne var ki? İstersen gidip hâlimi Resûlullah'a arz edelim yanlışım varsa tevbe ederim ve bir daha yapmam.
Beraberce Resûlullah'ın huzûruna gittiler. Hz. Ömer Peygamber Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) durumu arz etti:
- Yâ Resûlallah, Bilâl mescidin huşûunu bozuyor. Burada neşelenip coşuyor.
Peygamber efendimiz Hz. Bilâl'e sordu:
- Yâ Bilâl böyle neşeli olmanın sebebi nedir?
- Yâ Resûlallah! Cenâb-ı Hak bana hidâyet nasip etti. Ben bir köleydim. Mekke'nin ileri gelenlerinden nice kimseler bu saâdete eremediler. Ebedî saâdetten mahrûm kaldılar. Onlara hidâyet nasip olmadı. Eğer hidâyet etmek senin elinde olsaydı bu kadar akrabandan benim gibi Habeşli bir köleye nasıl sıra gelirdi? Ben neş'elenmiyeyim de kim neş'elensin?
- Bilâl'e dokunmayın! Sevinip neş'elensin.
b) Ceza diğer anlamıyla suçluyu yargılayıp hak ettiği hükmü vermektir.
Bu anlamıyla ceza vermek gerçekten Allah’a mahsustur. Çünkü O,
♦ Suçu, suçluyu, suç sebeplerini, masumu, caniyi en iyi bilen Âlim,
♦ Kimseye haksızlık etmeyen Âdil,
♦ Mühlet veren Sabur,
♦ İntikam alan Müntakim,
♦ Zâlimi verdiği cezalarla engelleyen Mâni’dir.
«Onun gibi kimse azab edemez, O’nun vurduğu bağ gibi kimse bağ vuramaz.» (Fecr; 26-27)
Kullar cezalandırırken bu özelliklere sahip olamadıkları için ceza konusunda da acizdirler.
♦ Ya gerçek suçluyu bilemezler, ya suçun sebeplerini bilemezler.
♦ Ya da ne kadar ceza verilmesi gerektiğini kestiremezler.
♦ Ya menfaat karşılığı serbest bırakırlar.
♦ Ya cezalandırma fırsatı bulamazlar, araya ölüm vs. girer.
♦ Taş yüreklidirler. Haksız ceza verirler. Mazluma zâlim muamelesi yaparlar.
♦ Verdikleri ceza türü ıslah edici olmak yerine azdırıcı olabilir.
♦ Araya rüşvetler, akrabalıklar, tarafgirlik girip adil davranmayabilirler.
Ben Onlardan mıyım?
İlk Müslümanlardan Abdurrahman ibni Avf bir gün Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) hanımlarından Ümmü Seleme (ra)’ın yanına gitti ve:
- Anacığım! Kureyş halkının en zengini benim. Bir arazimi kırk bin dirheme sattım. Bu kadar çok mala sahip olmanın beni mahvetmesinden korkmaya başladım, dedi.
Ümmü Seleme de ona şunları şöyledi:
- Bak oğlum! Malını ihtiyaç sahiplerine bol bol dağıtmanı tavsiye ederim! Çünkü Rasulü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in: ‘Ben aralarından ayrıldıktan sonra, bazı sahabelerim beni bir daha göremeyeceklerdir’ buyurduğunu duydum.
Bunu duyan Abdurrahman ibni Avf büyük bir korkuya kapıldı. Oradan ayrıldıktan sonra Hz. Ömer ile karşılaştı ve ona Ümmü Seleme’den duyduklarını anlattı. Hz. Ömer bunu öğrenir öğrenmez Ümmü Seleme’yi ziyaret ederek; ‘Allah aşkına bana söyle! Peygamber Efendimizi göremeyecekler arasında ben de var mıyım?’ diye sordu.
Ümmü Seleme annemiz ona şu cevabı verdi: ‘Hayır sen onlardan değilsin. Ama senden sonra hiç kimsenin bu konudaki sorusuna cevap vermeyeceğim.’
2- Bedel
Hamd’in bedel manasıyla da, bir varlığın aynısını, bedelini oluşturmak Allah’a mahsustur. O herşeyi çift yaratmıştır.
Onun için olmayacak şey yoktur. O «Kün / ol deyince» «feyekün / hemen olur.»
O istediği gibi tebdil eder, değiştirir. Yerine daha iyisini veya hikmete binaen daha kötüsünü getirme kudretine sahiptir.
Dilerse bir beldeyi yok edip yeni bir belde kurar.
Dilerse sûretleri değiştirir.
Dilerse âyetleri nesheder, yerine başkasını getirir.
Dilerse âdetlerini bozar değiştirir, kesen bıçağı kesmez, yanan ateşi yanmaz eder.
Dilerse iklimi, mevsimleri değiştirir.
Dilerse fikirleri değiştirir.
Dilerse evlilikleri değiştirir.
Dilerse zamanı, mekanı değiştirir, genişletir, darlatır. Bir terzinin kumaş üzerinde yaptığı çalışma kolaylığında bütün mükevvenatı değiştirir.
Ama onun değiştirdiği de değiştirmediği de hep hikmetli ve rahmetinin eseridir. Onun gazabının içinde bile rahmet gizlidir. Kulların değiştirmesi çok cüzi ve mecazidir. Çünkü ilimleri mahdut, iradeleri, güçleri zayıftır.
İnsanoğlu durmadan kanun tüzük değiştirir bir türlü oturtamaz. Plan program değiştirir tuttturamaz. Eşya, kılık, kıyafet değiştirir yakıştıramaz.
Ev değiştirir, iş değiştirir, binit değiştirir, eş değiştirir bir türlü randıman alamaz. Bir çok şeyleri de değiştirmek istese de gücü yetmez. Asıl değiştirmesi gerek ve elzem olanları da değiştirme çabasına girmez.
Bu nedenle Hamd, değiştirme anlamıyla da sırf Allah’a mahsustur.
3- Râzı olmak
Cenabı Hak râzı olup olmayacağı şeyleri kitabında bildirmiş. Kullarını bu konuda şuurlandırmış. Her iyi, güzel, tatlı, hoş şeyden râzı, bunların zıtlarından râzı olmaz.
Kulunu yaratıp kulluğa münasip birçok kabiliyet ve meziyetlerle donatmış. Râzı olup olmayacağı şeylerin dokümanını, listesini eline vermiş ve bunu ebediyen değiştirmemiş. Bilinçli bir kul daima Rabbinin neden hoşnut olup olmayacağını kavramıştır.
O bu üslupta devam ettiği müddetçe Rabbini râzı etmekte başarılı olur. Cenabı Hak kendine yaklaşmak isteyenlere, rızâsını arayanlara yardım edeceğini de vaad buyurmuş.
Kullara gelince kullar aciz, muhtaçtır. Bugün râzı olduğuna yarın itiraz eder. Ne zaman ne isteyeceği, nerede ne yapacağı belli olmaz. Nefis, şeytan, dünya üçlüsüne her an mağlup olabilir. Aklı nefsine, vicdanı menfaatına, gazabı merhametine her zaman galebe çalabilir. Bu yüzden insanoğlunu râzı etmek, memnun etmek mümkün değildir.
Kullarının tiynetini, hilkatini çok iyi bilen yüce Allah «Allah’ı hakkıyla takdir edemediler» (Zümer, 67) buyurur. Bütün nimetlerin, kemâllerin sahibi merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ı takdir edemeyen aciz, câhil, nankör, ahmak kullar insanı nasıl takdir etsinler? Nefsi emmarelerinin keyfini bozup nasıl iyilik yapan, fedâkar, diğergâm, emektar hemcinslerinden râzı olsunlar?
İşte bunun için hamd, râzı olmak manasıyla da Allah’a mahsustur.
4- Takdire layık iş yapmak
Cenabı Hakk’ın bütün işleri akıl almaz biçimde takdire layık ve her türlü noksanlıktan, eksiklikten, yanlışlıktan uzak. Herşey yerli yerinde. «Ferciıl basara hel terâ min fütur / Haydi gözünü çevir görebilir misin hiçbir çatlak, bir kusur?» (Mülk, 3)
Hem muhkem, hem mükemmel. Hem güzel, hem yerinde. Benzersiz, örneksiz, hammaddesiz, yoktan var olmuş. Son derece zarif, nakkaş-ı âlimin elinden çıkmış eşsiz sanat. Ve asla abes işi yok.
İnsanlara gelince; yapması gerekeni yapmaz, yapamaz. Gücü yetmez. Gevşeklik, tembellik yapar. Zamanında yetiştiremez. Kaliteli yapmaz, hile yapar. Yorulur, yaşlanır, aklı işlemez olur. Unutur, aldatır, aldanır. Bilmez, sonunu kestiremez, rengini, boyutunu, şeklini, hammaddesini, işçiliğini tutturamaz. Gücü yetmez, şekilsiz, modelsiz bir şey yapamaz.
Başkasının modelini çalar, haksızlık yapar, haksızlığa uğrar. Sabredemez, üşenir, bıkar. Gücünü, bilgisini, aklını ve nihâyetinde hayatını kaybeder. Sanatında mahir olsa da devamlılığı sözkonusu değildir.
İşte bu cihetten de hamd takdire layık iş yapma manasıyla da sırf Allah’a mahsustur. «Külle yevmin hüve fi şe’n / O hergün (her an) bir şe'n (ayrı bir tecelli, yeni bir oluş, yeni bir iş) üzerindedir.» (Rahmân, 29)
Sümbül Sinan Efendi, birgün müridlerine sordu:
– Şâyet Cenâb-ı Hakk, -farz-ı muhal- bu kâinâtın sevk u idâresini size vermiş olsaydı, ne yapardınız?
Beklemedikleri bu değişik suâl karşısında mürîdler, şaşırmakla beraber, muhtelif mütâlaalarını serdettiler. Kimi:
‘Dünyâda bir tek kâfir bırakmazdım!’
Kimi:
‘Bütün kötülükleri yok ederdim!’
Kimi:
‘İçki içenleri helâk ederdim!’ gibi devam edip giden cevaplar verdiler.
İçlerinde bir tanesi ise cevap vermeden susuyordu. Sünbül Sinan Efendi ona bakarak:
– Evlâdım! Ya sen ne yapardın? dedi.
Edebinden yüzü kızaran mürîd, büyük bir mahfiyet içinde boyun bükerek, yetmiş istiğfardan sonra cevaben hafif bir sesle:
– Efendim! Allâh’ın bu kâinâtı sevk u idâresinde -hâşâ- bir noksanlık mı var ki, ben farklı bir şey yapabileyim? Bir mü’min ölür, yerine bir mü’min, bir kâfir ölür, yerine bir kâfir. Kâinâttaki ilâhî tanzîm, tasavvurların ötesinde bir kudret akışı içinde devam ederken benim, âciz, kısıtlı, mahdûd akıl ve irâdemle ‘Şunu şöyle yapardım, bunu böyle yapardım!’ demek ne haddime!.. dedi ve utancından gözlerini yere indirdi.
Hazret-i Pîr ise, bu cevaptan son derece memnûn kaldı.
– İşte şimdi iş merkezini buldu! dedi.
Bundan sonra o mürîdin adı Merkez Efendi olarak kaldı. Asıl ismi olan Mûsâ Muslihiddîn unutuldu, «Merkez» lafzı, kendisine sıfat ve isim oldu.
5- Gazab etmek
Gazab da sevgiden olan bir durum. Sevilen şey kaybolursa ya da sevilen kimseden sevilmedik haller zuhur ederse gazab olunur.
Gazab beklenmedik şeylerin sonucu kanın galeyana gelmesi anlamında insan için kullanılan bir terimdir. Cenab-ı Hak noksan sıfatlardan beri olduğu için bu sıfat O’nun zatı hakkında mecazidir.
Cenab-ı Hak neden gazab ettiğini açıkça bildirmiş. Herşeyi mükemmel yapan, bütün kainatı düzene koyan yüce Mevlâ, yeryüzünde kullarının huzuru için de kurallar, kanunlar koymuş. Ve ‘bu hudutları aşmayın’ buyurmuş.
Kullar bu hududu aştığı zaman hem kendilerine hem diğer varlıklara zarar vermiş olacaklarını bildirmiş.
Tam ölçüsünde gazab etmek ancak Allah’a has bir vasıftır. Bu yönüyle de hamd, gadab anlamıyla da sırf O’na mahsustur.
Övmek, medhü sena etmek tanıyıp bilmeyi, bilmek de sevmeyi gerektirir.
Cenab-ı Hakk’ı tanıyan ve seven sonsuz saadete, nimete, nurlara, sırlara ya bil fiil, ya bil kuvve mazhar olur.
Cenab-ı Hakk’ı gerçekten tanıyamayan, sevemeyen, bedbahtlık, elem ve evhamlara mübtela olur.
Çünkü onu tanımayan sevemez, sevmeyince de itaat etmekten yüz çevirir. Haramlara, günahlara, fitne fesatlara dalar, işlediği hile, desise ve günahlar ayağına dolanır, acı çeker. Acılarını duymamak için sefahate düşer.
Hamd ve şükrün faydası hamd edenedir. Hamd edilen yüce Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. O kıyam bi nefsihidir. Muhalefetün lil havadistir. İlgiye, sevgiye, övgüye hiçbir şeye muhtaç değildir. Her emir, her yasak, her tavsiye kulların hayrına, yararınadır.
Cenab-ı Hakk’ı tanıyan, tanıdığı oranda sever ve sevilir. Onun sevgisini kazanan bütün kainatın sevgisini kazanacağından sonsuz bir saadete, şükredilen nimet artırıldığından bitimsiz nimete, nur olduğundan, nihâyetsiz nurlara ve sırlara mazhar olur. İşte ikram sahibi yüce Allah hamd etmemizi, şükretmemizi bunun için istiyor, öğretiyor, telkin ediyor.
Hamd etmek, sena etmek, övmek; anlıyorum, tanıyorum, seviyorum, sevdiğimi ilan için sevgiye layık olduğunu izhar için ve sevdirmek için hayranlığımı izhar ediyorum, demektir.
Kudsi hadiste; ‘Men talebenî vecedenî ve men vecedenî arefenî ve men arefenî aşekanî ve men aşekanî aşaktühû ve men aşaktühû kateltühû ve ene diyetühû / Kim beni taleb ederse, beni bulur. Kim beni bulursa beni tanır. Kim beni tanırsa bana aşık olur. Kim bana aşık olursa ben de ona aşık olurum. Ben kime aşık olursam onun canını alırım. Onun diyeti de benim zatımdır’ buyrulması bu gerçeği te'yid etmiyor mu?
Hamdeden mümin gönlünde ferahlık duyar. Allah Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) sıkıntılı zamanlarında hamd etmesini öğütlemektedir; «Andolsun ki söyledikleri şeylerden gönlünün daraldığını biliyoruz. Rabbini hamdederek an.» (Hicr, 97-99)
Bütün bulanıkları durultmak istersen ey ulu kişi!..
Rûhunu temizle, sonra halk kendiliğinden durulur!..
1- Allah Sevgisi
Güneş cazibesiyle bütün gezegenleri kendine çekip, onların yörüngelerinden ayrılmadan yüzüp gitmelerini sağlamıştır. İnsan da diğer insanlarla birlikte yaşamak, anlaşmak, etkili olmak, etkin kılmak için sevgi ve merhametle kuşanmış nezâket ve zerâfet câzibesini istimal etmelidir. Aksi halde zorbalık, hoyratlık, baskı, kabalıkla insanları bir arada tutmak, görev şuuru aşılamak mümkün değildir.
İnsanlara yapılacak en büyük iyilik yaptığı işi sevdirmektir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Sevgi benim binitimdir’ buyurmuştur. Sevgisiz sürünerek gidilen yollar, sevgiyle uçularak aşılır. Gerek eğitimde, gerek sanatta insan yetiştirmenin yolu değer vermek, saygı duymak, güler yüz, tatlı dil ve ikramla mümkün olur.
Dinimizde av köpeklerinin yaralamadan getirdiği avları yemek câizdir. Eğer yaralarlarsa kendileri için avladıkları kanaatiyle onu yemek haram kılınmıştır. Bu demek oluyor ki hayvana bile zorla iş yaptırmak câiz değildir. Ve atalarımız ‘bir köpeği zorla ava götürürseniz, o köpek av yapmaz’ demişlerdir.
Rabbimiz kitabında sık sık ‘fazıl’ kelimesini zikreder. Bu kelime zerâfet anlamı taşır. Allah bütün kâinatı zerâfet tülüyle süsleyip, merhametiyle kuşatmış, bütün emir ve yasaklarını da zerâfete endeksli olarak vaz etmiştir.
Eziyet etmeyin, dedi-kodu yapmayın, zulmetmeyin, güzel konuşun, çekişmeyin, temiz olun, birbirinize yardımcı olun, sarhoş olmayın, kumar oynamayın, sesiniz büyüklerinizden yüksek çıkmasın, mütevazı yürüyün, yüzünüzü insanlardan çevirmeyin, yetime merhametli olun, isteyeni boş çevirmeyin, insanlarla iyi geçinin emirleri, bunlardan sadece birkaçı.
Hakiki kul, gönlünü ancak Sultanlar Sultanı'na hasreder. Zâhir âzâlarını, tüm bedenini, O’na kulluğa ve hizmete memur eder. Yaptığı her işi, Allah nâmına yapar. Gâyesi, Rızâ-i Bâridir.
1- Allah’ı seven, ölümden korkmaz. Onun geleceğini misâfir bekler gibi bekler. Çünkü sevenin sevgilisine kavuşması ancak ölüm ile mümkündür
2- Allah’ı seven kul, dünyadan sevdiği şeyleri severken, Allah’ın da onları sevdiğini bildiği için sever. Sevdiklerini de onun yolunda harcar.
3- Allah’ı seven kul, gece-gündüz daima O’nu anar, O’nu zikreder ve O’nu düşünür.
4- Allah’ı seven kul, kelâmı olan Kur’an’a hürmet eder. Peygamberlerine, velilerine hatta bütün mahlukata şefkat ve merhametle muamele eder. Tatlı dilli ve yumuşak olur.
5- Allah’ı seven, insanlardan uzak kalmaktan hoşlanır. Gecenin olmasını dört gözle bekler.
6- Allah’ı seven kula, ibâdet etmek zor gelmez, bilâkis kolay gelir. Mârifetname
Kul Allah sevgisini tattığı vakit, Allah onu kendi kusurlarına muttali kılar. Böylece o başkalarının kusurlarını görmez olur.
Aşk-ı ilâhi bütün ibâdet biçimlerinin temelidir. İbn-i Abbas
Allah sevgisi, diğer sevgileri gönülden çıkarıp mâsivâdan ilgiyi kesmekle, mevki, mal ve mesken sevgisini gönülden çıkarmakla mümkün olur.
Allah’ı sevmenin sonucu: Çok oruç tutmak, geceleri namaz kılmak, ibâdet etmek, az konuşmak.
Ebû Yezid el Bestâmi anlatıyor:
Rüyamda kendimi dördüncü kat gökte gördüm. Melekler beni karşıladılar. Üstlerinden âdeta nur damlıyordu. Tüm gökler sanki onların nuruyla aydınlanıyordu. Bana selâm verdiler. Selamlarını aldım. Sonra bir nur parladı, bana Rabbimin aşkını verdi. O nur bütün gökleri öylesine aydınlatmıştı ki, meleklerin saçtığı nur, onun yanında güneş karşısındaki kandil ışığı gibi kalıyordu.
2- Allah’a Dostluk
• Allah dostu; Allah’ın zikrine doymayan, O’nun emânında sükûnet bulan, zenginler ve kibirlilerden uzak duran, fakir ve yoksullarla arkadaşlık eden, eceli konusunda basiretli olan, uzun emelden sakınan, kendine ağlayan, Hakk’a yönelen, âhireti için telaş, korku ve hazırlık sahibi olandır.
• Allah dostları o kişilerdir ki, insanlar dünyanın görünüşüne baktıkları zaman, onlar dünyanın iç yüzünü görürler.
• Allah dostları; malları varsa onu verirler, malları yoksa bedenlerini verirler, kendilerini yakıp yandırırlar, eritirler, Allah’a kavuşmaktan başka bir şey istemezler.
• Allah (celle celâlühû) buyurdu ki: ‘Kim Benim bir velime (dostuma) düşmanlık yaparsa, onunla savaşmayı ilân ederim. Kuluma farz kıldığım şeylerden daha sevimli hiçbir şeyle kulum bana (rahmetime) yaklaşamaz. Ben onu sevdiğim zaman, işitmekte olduğu kulağı, görmekte olduğu gözleri, iş yapmakta olduğu elleri, yürümekte olduğu mânevi ayağı olurum. (râzı olduğum şeyleri işitir, görür, yapar ve hayra koşar.) Benden istese istediğini veririm ve eğer Bana sığınırsa, korktuğundan onu emin kılarım.’ Hadîs-i Kudsi
• Allah dostlarının anılması meclise rahmetin inmesine vesile olur. Hadîs-i Şerîf
• Allah dostlarının üç huyu vardır: Her şeyde Allah’a güvenmek, her şeyde Allah’a muhtaç olduğunu bilmek ve her şeyde Allah’ın rızâsını aramak.
• Açıktan herkesin yanında Allah dostu, gizli ve herkesten uzak bir yerde Allah düşmanı olma. Bilal b. Sa’d
• Allah dostları, kendilerini insanlardan dilenmekten koruyan iş ve sanatları, nâfile ibâdetlerinden ve vakti müsâit olan vâciplerden öne alırlardı.
• Allah dostlarının özelliği ve kerameti:
1- Cömert olmak; zîrâ cömertlik bir deryâdır, iyi huylar hep ondan türer.
2- Şefkat sâhibi olmak; şefkat güneş gibi aydınlatır.
3- Tevâzu sâhibi olmak; zîrâ tevâzu toprak gibidir, hayatın kökü ondadır, onda gül biter.
İbrâhim’e (as) sordular:
– Allah (celle celâlühû) seni hangi işinden dolayı halil (dost) eyledi?
Şöyle anlattı:
– Şu üç şey sebebiyle:
1- İki şeyden birini seçeceğim zaman, Allah için olanı seçtim.
2- Allah’ın kefil olduğu rızkım için hiç gam çekmedim.
3- Akşam olsun, sabah olsun yemeğimi misâfirle yedim.
Allah’ın yüce kitabı «Hamd, övgü Allah’a mahsustur» diye başlar. Bu çok büyük bir derstir. Hamdde tahsis vardır; sırf Allah’a has bir özelliktir. Allah’dan gayrı ne varsa herşey, O’nun var edip ortaya koyduğu eserleridir. Yarattığı her şeyi güzel yaratıp hepsini ayrı ayrı kabiliyetlerle techiz etmiş, bir bütünün parçaları olarak her şeye tek tek görev vermiş.
Şimdi bir insan düşünelim; bir çok motorlu makinaları icat edip onları harekete geçirip işler hale getirsin, ilmini, kuvvetini, sanatını bu eserlerinde göstersin, sonra bu makinalar yaptıkları işlerde övünsün bu reva mıdır? Aynen bunun gibi insan gerek fiziki yapısıyla, gerek kafa konforuyla Rabbü’l Âlemin’in eseridir.
Hadîs-i Şerîfte ‘Allah her sanatın ve sanatçının yaratıcısıdır’ buyurularak bu gerçek dile getirilmiştir. Mahlukun en akıllısı olan insana kendisine tevdi edilen bu nimetlerle övünmek ya da övgü beklemek yakışır mı? Oysa ne hayvanlar, ne de bitkiler böyle bir tavırda bulunmuyor. Övülmek, yerilmek onları kesinlikle etkilemiyor vazifelerini büyük bir titizlikle icra ediyorlar. ‘Kadrim bilinmedi, takdir edilmedim, teşekkür etmediler’ diye ne arı bal yapmaktan, ne ipek böceği koza yapmaktan, ne de ağaç meyve yapmaktan vazgeçmiyor. Çünkü emri komutanlarından almışlar; O’na itaat ediyorlar, diğer askerlerin tavırları onları etkilemiyor.
Cansız varlıklar da öyle, koca sanayi makinaları tonlarca ürün çıkarıyor, övme ve yerme onları etkilemiyor. İnsandan başka her mahluk bir karşılık, bir teşekkür beklemeden, büyük bir fedâkarlık ve özveriyle Rablerine itaat edip, görevlerini aksatmadan icra ediyor. Güneş, ay, yıldız, yerler, gökler, dağlar, denizler hepsi emre âmâde.
İnsan, içindeki rububiyyet sıfatını yenemeyip benliğinden, egosundan, hevâsından geçemeyince, nefsi emmarenin emir ve komutlarına uyup emre boyun eğmiyor. Nefse uymayı asli görev, Rabbine teslim olmayı, emir ve yasaklara uymayı angarya bir iş sanıyor, nazlanıyor. Ya yapmıyor, ya da zorlanarak yarım yamalak yapıyor. Bu asli görevi Rabbinden aldığını, yapmak zorunda olduğunu, yapmazsa Allah tarafından iki cihanda zelil, hakir, perişan edileceğini kendine anlatacak altı yüz küsür sayfalık bir bildiri mektubu geldiğinin farkında değil. Kendine gelen bu kitabın fonksiyonunu bile bilmiyor.
İşte insan dünyaya geliş gayesini, Rabbinin azizliğini, kudretini, büyüklüğünü, nefsinin âcizlik, fakirlik ve zilletini iyice kavramayınca nasıl aziz olacağını, nasıl zelil olacağını bilemez. «İzzeti, şerefi başka yerde arar, halbuki izzetin hepsi Allah’ındır.» (Yunus, 65)
Kafasını, kalbini ‘Rabbimin yanında nasıl sevimli olabilirim, Rabbimi gücendirecek şeylerin neler olduğunu nasıl öğrenip onlardan sakınabilirim’ diye kurarsa, övmek ve yerilmek onun için bir anlam taşımaz. Allah’dan başka kimseden maddi mânevi hiçbir beklentisi olmaz. Allah’dan başka kimsenin alçaltıp yükseltemeyeceğine (yücelten ve alçaltan) kesin inanır. Yaş tahtaya ayağını basmaz ‘sizden ne teşekkür, ne karşılık beklemiyoruz’ diyen, müjdelenen kullar arasına girer.
‘Bir kimsenin, insanlar arasında övülerek parmakla işâret edilmesi, günahkâr olması için kâfidir. Zira, eğer iyi ise bu onun için bir zillettir, ancak Allah’ın rahmetine mazhar olan müstesna, gururlanmaya sevk eder. Eğer kötü bir kimse ise, bu (övüş) bir şerdir. Zira kötüye iyi demekle yalan söylemiş olursun. Nitekim diğer bir hadiste, ‘Sizden biriniz, Allah’ı şâhit tutarak hiçbir kimseyi temize çıkarmasın ve methetmesin’ buyurulmuştur.
Komşunun Duâsı
Dini bütün yaşlı ve fakir bir kadın her sabaha duâ ve hamd ile başlardı:
- Allah’ım, bize verdiğin nimetler için Sana şükürler olsun.
Kadının sefaletine rağmen nasıl şükredebildiğine şaşıran yan komşusu hemen onu tersleyerek,
- Allah seni unuttu zavallım, unuttu! derdi.
Bir akşam komşusu yaşlı kadına oyun oynamak maksadıyla içinde meyve, sebze, ekmek vs olan torbayı kapısının önüne bıraktı.
Ertesi sabah teyze kapıyı açıp da yiyecekleri görünce sevinçle:
- Bu gönderdiğin yiyecekler için Sana şükürler olsun Allah’ım! dedi.
Bunun üzerine, onu seyreden komşusu seslendi:
- Allah seni unuttu be kadın! O yiyecekleri ben aldım!
Ancak yaşlı kadın hiç istifini bozmadı:
- Yüce Allah’ım! Sana ne kadar şükretsem azdır. Hem bu yiyecekleri göndermişsin, hem de parasını Seni unutup gaflete dalan bir kuluna ödetmişsin!
Hamd, isteyerek yapılmış bir iyiliğe veya o iyiliğin ortaya çıkmasına sebep olan bir güzelliğe karşı, sahibine saygı ifade eden gönül rahatlığıyla yapılmış güzel bir anıştan ibarettir. Medihle şükrün arasında bir övgü türüdür.
Medih can ve ihtiyar sahibi olana da olmayana da yapılır, Hamdin ise can ve ihtiyar sahibi olana yapılması şarttır. Güzel bir inci (can ve ihtiyar sahibi değil), ve at (can sahibi ama ihtiyarı yok) medhedilebilir, ama hamde muhatap olamazlar. Burada hamd, bu ikisini ihsan edene yapılır.
Ayrıca medih iyilikten önce de, sonra da yapılabilir. Hamd ise mutlaka bir iyilikten sonra, ki bu iyiliğin hamd edecek olana ulaşması şart değildir. Şükürde ise şükredecek olana iyiliğin ulaşması da şarttır. Çünkü şükür gelmiş olan bir nimete söz, fiil, kalp ile o nimeti ulaştırana tazim ile mukabelede bulunmaktır. Sadece fiil veya kalp ile yapılan şükür medih de hamd de olmaz. Dille yapılan şükür ise hem medih hem hamd olur. Asılda bu şekildeki hamd şükrün de başıdır.
Her hamd bir medihtir, ama her medih hamd olmaz.
Medih vakıaya nazaran boş bir ümidin itmesiyle kuru bir yalandan, bir dalkavukluktan ibaret kalabilirken, hamd ve şükür daima vakıaya uygun bir hakikati ifade eder. Hamd delile dayalı haklı bir ümidin sevinci ile veya şükür gibi nimetlenmenin verdiği mutluluğun zevki ile yapılır.
Hamd ve şükür tamamen ahlâki iken, medih genellikle gayri ahlâkidir. Hamd ve şükürde maksat nimeti ulaştırana yapılırken, medihte nimetin hayalidir. Medihte dalkavukluk da olabilir. Bu yüzden yerilmiştir.
Bir övmenin hamd olabilmesi için şu unsurlara sahip olması gereklidir:
1– Övülenin gerçekten güzel vasıflarının bulunması,
2– Övene lütuf ve ihsanın ulaşması,
3– Bu lütuf ve ihsanların irade ve ihtiyar ile yapılmış olması.
1- Medhedendeki âfetler:
• Medihde aşırıya giderek yalan söyler.
• Medhettiği kimseye olan muhabbetinden dolayı sözlerine riyâ karıştırır. İçinden kendisinin bile kabul etmediklerini medhe katar da, mürâi olur.
• Bazen aslında bilmediği ve hakikate uymayan şeylerle de medheder. Huzurunda birisi, diğer birini överken, Rasûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem); ‘Yazık sana. Adamın boynunu kopardın. Eğer bu söylediklerini o duymuş olsaydı iflah olmazdı’ buyurdu.
• Yine bir başka Hadîs-i Şerîfte; ‘İnsanların medh-ü senâsından hoşlanmak, (ayıbını görmek ve işitmekte) insanı kör ve sağır eder’ buyurmuştur.
• Öven kişi bazen fasık ve zâlimi medh ederek onu ferahlandırır. Halbuki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Fasık övülünce Allah-u Teâlâ gazap eder’ buyurdu.
• Hasan-ı Basri Hazretleri şöyle demiştir: Yeryüzünde zâlime uzun ömürle duâ eden, Allah’a isyan edilmesini istemiş olur.
Bir insanı övdüğümüzde de, yerdiğimizde de sınırı aşmamalıyız. Kişiyi asıl değeriyle ele alıp övmemizde bir sakınca yoktur, yeter ki yüzüne karşı olmasın. Aksi halde günahkâr oluruz.
Adamın biri bir yolculukta İbn-i Muhayriz’e arkadaş olmuştu. Ayrılacağı zaman: Bana bir öğüt ver, demişti.
İbn-i Muhayriz de:
- Mümkünse bil, fakat bilinme.
- Yürü, fakat peşinden kimseyi sürüklemeye kalkışma.
- Sor, fakat kendine soru sordurup da bilgiçlik taslama, dedi.
2- Medhedilendeki âfetler
• Kendini beğenip böbürlenmeye ve helâke sebeb olur.
• Medh olunan kimse ferahlık duyar, tembelleşir de elinde olanla iktifa ederek, fazla çalışmak istemez. Halbuki kendisini noksan ve kusurlu gören kimse, ibâdete sarılıp gayret eder. Bu sebeble Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem); ‘Yüzüne karşı medh ettiğin insanı kızgın ustura ile boğazlamış olursun. Keskin kılıçla bir adamın peşine düşmek, onu övmekten hayırlıdır’ buyurdular.
• Hz. Ebûbekir (ra) övüldüğünü işittiği zaman şöyle duâ ederdi: ‘İlâhi, Sen beni benden daha iyi bilirsin! Ben de kendimi, övenlerden daha iyi bilirim. Onların bende bulunduğunu sandıkları şeyleri sen bana ihsan et ve bilmedikleri kötülüklerimi de bağışla! Hakkımda söylenen şeylerle beni günahlandırma!’
• Medh eden ve medh edilenler bu âfetlerden sâlim olursa medhetmek zarar vermez. Zîra Rasûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sıddık-ı Ekber (ra), hakkında, ‘Ebûbekir’in imanı, bütün âlemin imanı ile tartılsa, ağır gelir’ buyurdular.
• Gereksiz medih bâtıldır. Cenâb-ı Hak medhin iktizası olan Rabbul âlemin, Rahmanur Rahim’i, Mâliki yevmiddin’den önce zikretti.
• Allah (celle celâlühû) bizim huyumuzu da kendi huyuna uygun, kendi sûretine göre yarattı; bizim vasfımız da O’nun vasfından bir örnektir. Yaratıcı Allah (celle celâlühû) kendisine şükür ve hamd edilmesini ister. Bu yüzden insanın huyu da böyledir, o da kendisinin övülmesini ister.
• Kul kendisini öven insanla, tenkit eden insanı bir gördüğü vakit, ihlâslı sayılır. Yahya b. Muaz
Elbet put olurlar öpülen eller, etekler.
Elbet öpen oldukça olur, öptürecekler. M. C. Kuntay
İlişkilerimizde başarılı olmanın temel yolu, başkalarına moral vermektir. Tanıştığımız her insana ya moral veririz, ya da ondan moral alırız.
İnsanları geliştirmenin bir yolu da, onları takdir etmektir. İnsanları takdir etmek, belli bir güç sağlar. Birini takdir ettiğimizde; onda, bizde ve ilişkimizde olumlu şeyler olmaya başlar. Ancak laf olsun diye değil, çevremizdeki insanların olumlu özelliklerini dürüstçe arayıp bulmalı ve takdir etmeliyiz.
Başkalarını överek ve cesaretlendirerek huzurlu olmalarına yatırım yapmak, bir nevi mutluluk aşısıdır.
İzleyeceğimiz yollar
Tanıdığımız neşeli biri var mı? Çalışkan? Dürüst? Öyleyse, onlara bu özelliklerini ne kadar takdir ettiğimizi söyleyelim. Bunu bir sözle, kartla ya da telefon görüşmesiyle yapabiliriz.
Günde en az 5 iyi davranışı takdir etmek hedefimiz olmalı. Emek isteyecektir; ama mümkündür. Yalnızca disiplin ve biraz çaba gerektirir.
Nasıl yaparsak yapalım, insanların iyi yönlerini takdir etmek güç kazandırır. Önce onlara, sonra da bize!
‘Hamîd’ ismi çoğunlukla ‘Ğanîy’ ismiyle birlikte gelir. Bu da Allah’ın (celle celâlühû) başkalarının kendisini övmesiyle Hamîd olmadığını, buna ihtiyacının da bulunmadığını vurgular.
Bu ismiyle Allah (celle celâlühû)
1– Zât, sıfat ve fiillerinin mutlak manada kemâli ve bu hususta tek oluşu sebebiyle hamde lâyık olan yalnızca O’dur.
2– Hiçbir şey yokken de, her şey varken de hamde lâyık olandır.
3– İlâhî düzlemde, yanlış, hata, eksik, kusur, çirkin… söz konusu olamayacağı için O’na yalnızca hamdedilir.
4– Kendisinden başkalarının hamdine ihtiyacı yoktur.
5– Kendisine hamdedenleri över. Az ibâdetleri çok, az hamdleri çok hamd ile karşılar.
6– O’nun övdüğü şahıslar, vasıflar, davranışlar bulunduğu gibi övmedikleri (yerdikleri) de vardır.
7– O güzelliklerin kaynağı, yaratıcısıdır. Övülen bütün güzellikler asılda Allah’a (celle celâlühû) hamdden ibarettir.
‘Hamîd’ ismi hem ism-i mef’ul, hem de ism-i fâil olabilir.
1– İsm-i mef’ul olduğunda (MAHMÛD), zâtı, sıfatları ve fiilleri övülen demek olur. Yaratıklarına nimet vermiş olduğu için onlar tarafından yapılan hamde müstahak, zâtı gereği hamde müstahak olan demektir.
2– İsm-i fâil olduğunda ise (HÂMİD)
a– Az amele çok karşılık vererek onlara müteşekkir olan,
b– Kendisini hiç kimse övmese bile kendisini kendisi öven,
c– Kendisi için yapılan hayır ve hasenatı daha yüksek in’am ve hasenat ile karşılayan demek olur.
Cenâb-ı Hakk kendi zâtını sahip olduğu kemâl sıfatlarıyla anlatması cihetiyle ezelen hamîd (yani HÂMİD), kulların kendisine Hamdi cihetiyle de ebeden hamîd (yani MAHMÛD)dir. Mahlûkatına her türlü rahmetini ulaştırdığı için Allah (celle celâlühû) hamde lâyıktır.
Her halükârda ve her dilde mutlak sûrette hamde lâyık olan yegâne zât O’dur.
Kulların bu isimden nasibi:
• Hiçbir şeyin Allah’a (celle celâlühû) hamdetmemizi engellememesi,
• İnsanların hamdlerine sebep olmak,
• Hâl, kâl ve kalp olarak hamdedici olmak,
• Her vesile ile hamdetmek,
• Allah’ın (celle celâlühû) övdüğü vasıf ve davranışların sahibi olmak,
• Lâyıkı şekilde hamd edemeyeceğinin farkında olmak
• Elhamdülillâh sözünün zaman ve yerini iyi belirlemek.
Ahmed; hamd edenlerin en hayırlısı ve efdali demektir. Ef'alu veznindendir. Hamd sıfatında mübalağadır.
Resulu Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) enbiyanın en çok hamd edenidir. Onun İncil’de ve göklerde bilinen meşhur ismi Ahmed’dir. Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurur: ‘Benim sıfatım, Allah'a çok hamdetmek ve O'na dayanmaktır. Sertlik ve kabalık değildir.’
Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kur'ân'da geçen isimleri (ism-i has olarak):
En çok hamd eden manasında Ahmed, övülmeye layık ve hamd eden anlamında Muhammed olarak da dört yerde geçer.
1– Yeryüzünde Ahmed’dir: En fazla hamdeden,
2– Mahmud’dur: İnsanların en çok övdüğü kişidir,
3– Mahmud’dur: Allah (celle celâlühû) tarafından övülmüştür,
4– Muhammed’dir : Meleklerin övdüğü kişidir,
5– Hâmid’dir: Allah’a (celle celâlühû) hamdeder. Güzel davranışlarda bulunanları över, onlara güzel karşılıklar verir,
6– İnsanların, Allah’a (celle celâlühû) hamdedici olmalarına çalışır, onların hamdleri için vesileler oluşturur,
7– Allah’ın (celle celâlühû) övdüğü insan olmak, övdüğü vasıfları bulunduran insan olmak, onu öven insan olmak gayretindedir,
8– Hamdin yalnızca Allah’a (celle celâlühû) ait olduğu bir dünya oluşturma çabası içindedir,
9– Makam-ı Mahmud’un ve Livâü’l-Hamd’in sahibidir.
Kıyâmet günü, layık olmadıkları halde cennete giren iki kişi cennete girme sebebini sorunca, Allah (celle celâlühû):
- Ben Ahmed ve Muhammed isimli kullarımı cehenneme koymaktan haya ederim, buyurmuştur.
Allah’ın (celle celâlühû) ‘seyyâhîn’ isimli melekleri dâim gezip, Ahmed veMuhammed isimli şahısları tesbit eder, onlara selam verirler.
«Hamd, Allah için» kelime-i mübârekesi, hamdin Allah’a (celle celâlühû) has, Allah’a (celle celâlühû) mahsus olduğunu ifade eder. Bu, şu demektir: Her şey düzgün, mükemmel, yerli yerine, kusursuz olmalı ki övgüye değer olsun. Bu da ancak Yüce Allah için mümkündür. O, isimleri, sıfatları, eserleri, hükümleri, sözleri, fiilleriyle noksanlıktan münezzeh, her şeye gücü yeten, Alim, Kadir, Semi, Basir olan ezel-ebed Sultanıdır. Sanatı da, sanatçıyı da, fiili de, fâili de yaratan, her şeyin melekûtunun (hammadde-asıl) sahibi O’dur. Onun için hamd O’na mahsustur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in Miraç’ta ‘Ben Seni sena edemem, Seni ancak, kendini sena ettiğin sözlerle sena ederim’ buyurması, bu hakikatı beyan etmektedir.
Hamd etmek, tam ve mükemmel kabul etmek, eksiksiz, kusursuz bilmek demektir. Bu manada hamd yalnız Allah’a aittir. Allah dışındaki herşey nakıstır.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimizin Mirac’ta: ‘Ben seni senâ edemem, sen kendini nasıl senâ ettiysen öylesin’ diyerek hakikaten değil mecazen ancak senâ edebileceği beyanına göre, elbette bizim onu hamdimiz taklid ve mecaz yoluyladır. Bundan anlaşılır ki bizim onu hamdimiz ve onu hamd için, emre imtisal ve ubudiyeti ızhar gereklidir. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) da bunun için ‘Sen kendini nasıl sena ettiysen öylesin’ buyurarak teslimiyet ve ubudiyetini göstermiştir. Bize de düşen taklittir.
Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz. Allah için çalışınız, Lillah, Li-eclillah rızâsı dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.
Allah için yardım eden ve Allah için yardımı kesenin imanı kemâle erer.
Gerçek müminin sevgisi, kızması, bir şeyi alması, yapması ve terki hep Allah için olur. Hz. Ali
Allah’ın dört bin ismi vardır:
Bini Tevrat’ta, bini İncil’de, bini Zebur’da, bini Kur’an’dadır. Allah’ın (cc), Kur’an'da bize bildirdiği isimleri doksan dokuzdur. Bu isimlerin kimi zatının, kimi efalinin, kimi de sıfatının isimleridir. Bu isimlerden Allah, Rahmân isimleri zat ismi olup, kimseye isim olarak konulmaz. Diğer isimler sıfat isimleridir. Ayrı ayrı sıfatlarını vasfederler.
‘Allah’ ismi, ulûhiyyete mahsus sıfatları toplayan O ekmel Zâta delâlet ettiği için, kendisine İsm-i Câmi denir. Yine Allah’ın zât ve sıfat ve fiillerinin tamamını içine almakta hepsini birlikte ifâde ettiği için, ‘Müstecmiu cemîi esmâ ve sıfat’ denir.
Allah ismi, Esmâ-i Hüsnâ’yı içine alan bir sedef gibidir. Lafız ve gramer açısından, beş ayrı mânâyı bünyesinde toplar.
1- Mâbud: Yer, gök ve arasında olan her varlığın kendisine ibâdet ve kulluk ettiği zât demektir. İbâdet, kulluk-kölelik mânâsından mecaz olarak alınmıştır. Şöyle ki, savaşta esir olanlar, esir pazarında satılır. Onları para karşılığı alıp, insanlar eve götürür. Artık o kimse ölmek yerine, efendisinin buyruğu altında köle olarak hayatını sürdürür. Efendisinden izinsiz hiçbir şey yapamaz. Onun emir ve yasaklarına uymak zorundadır. Çalışıp kazandığı, hep efendisine âittir. Efendisi âzât etmedikçe, hiçbir özgürlük hakkına sâhip değildir. Bu sınıf insanların erkeğine ‘عَبْد –köle’, kadınına ‘أَمَةٌ –câriye’ denir.
İşte kulluk, ibâdet, bu tâbirden mecaz olarak alınmış, Allah’ın emir ve yasaklarından sorumlu olan mükellef varlıklara, cin ve insanlara isim verilmiştir. Biz bu istiârenin ortak yönünü düşünürsek, kulluğun hakikatini sezmeye başlarız. Biz Allah’ın kuluyuz, O’ndan geldik, O’na gideceğiz. O, bize bir takım görev ve mesûliyetler vermiş. Sonunda bizim tutumumuza göre cezâ veyâ mükâfat vaad etmiş. Esâsen kulluk, bir günün gece-gündüz her diliminde Allah’ın istediği gibi yaşamaktır. Kişinin, irâdesini Rabbine teslim etmesidir.
O, bizi dâima görüyor, hallerimizi Kirâmen Kâtibin adlı melekler vâsıtasıyla zapt ediyor, kayda alıyor. Gizli kameralara çekip, ileride bize göstermek ve şâhit kılmak için saklıyor. Yapılan iyi veyâ kötü amellere sûret verip, onları, bizim için kurulan yeni dünyaya malzeme olarak kullanıyor, tâ ki, yarın mahşerde itirâzımız olmasın. İşte amelin, işte karşılığı. ‘İnsana ancak çalıştığı vardır.’ (Necm:39)
Ancak O Zât-ı zü’l-Celâl, kulunu, kölesini kendi menfaatına, çıkarına çalıştırmaz. İtaat ve kulluğu, hep kendi yararınadır. Çünkü O Kerim Zât, her türlü ihtiyaçtan beridir. Kullar O’na itaat ederek, kendi derecelerini yükseltir, kalitelerini artırırlar. Bedenleri, ruhları disipline alışır, kalpleri berraklaşır. Bu sayede birlikte yaşamak zorunda oldukları hemcinsleriyle uyumlu bir şekilde yaşar, birbirlerini incitmeyip, sevgi-saygı ekseni etrâfında huzurlu bir hayat yaşarlar. Gösterdikleri sabır, tahammül ve özverilerine karşılık, iki cihanda karşılık alır, Rableri tarafından mükâfatlandırılırlar. Aksi halde, hem kendileri huzursuz olur, hem çevredekileri huzursuz eder, hem de mülkün sâhibini gadaplandırır. Ettiklerinin cezâsını iki cihanda da çekerler.
❀ ❀ ❀
İçinde bulunduğumuz şu dünyada başıboş değiliz. Bizi dâima seyreden, kontrol eden, cezâ veren, mükâfatlandıran Rabbimiz, bizi görüyor, duyuyor, biliyor, içimizden geçenlerden, kalbimizin künhünden, en derin duygularımızdan haberdar ve bize şah damarımızdan daha yakın.
İçinde yaşadığımız zamanlar, mekânlar, imkânlar bizim değil; bu mülkün ve saltanatın sâhibi var. Biz sâdece O’na muhtaç, âciz ve fakir bir köleyiz.
Rabbimiz Kerim , bizi nimetlerine gark etmiş , bize güzel yaşam ortamları sunmuş diye haddi aşıp, Rabbimizi ve bize verdiği vazifeyi ve âkibetimizi unutmamalıyız. ‘Yalancı şımarığın kim olduğunu yarın bilecekler.’ (Kamer:26) Âyetin belirttiği şımarıklık, lâkaytlık, şuursuzluk girdâbına düşmemeliyiz. Allah (cc) imhal eder (mühlet verir), ama ihmal etmez. O’nun sabır ve hilmine güvenip, Azizü’n Zü-ntikam (güçlü ve intikam alıcı) vasıflarını görmezden gelmemeliyiz. Bu konuda rahmetten kovulmuş şeytanın, ‘Allah affedicidir, affeder. Sen keyfine, zevkine bak. O, hiç kulunu yakar mı? O’ndan hiç korkulur mu?’ gibi telkinlerine kulak asmamalı. Bunun için Yüce Allah bizi uyarıp, ‘Sakın, aldatıcı şeytan sizi (Benim rahmet ve affımla) aldatmasın’ ‘Ey Âdemoğlu! ‘Şeytana tapmayın; çünkü o, sizin için (Rabbinizden) ayıran bir düşmandır, Bana ibâdet edin. İşte dosdoğru yol budur diye size emretmemiş miydim.’ (Yâsin:60) buyuruyor.
✽ ✽ ✽
Kendisine irâde verilip, kullukla mükellef tutulan insan ve cinden gayrı, O Yüce Zâtın buyruğuna uymayan başka varlık yoktur. Yer, gök, güneş, ay, hepsi O’nun emrine bağlı ve mûtî. Kâinatta hiçbir varlık, bu iki zümreden gayrı, keyfi hareket etmez. Ama, zâlim ve câhil (Ahzab:72) diye nitelenen insan aczine bakmaz, O Yüce Sultana âsi olur. ‘Câhil cesur olur’ gereğince, isyana cüret edip, kendini mahveder. Sonunda pişman olacağı yanlışlar, telâfi edemeyeceği kusurlar işler. Rabbine kulluk ve itaatla mahlûkatın efendisi olacakken, en şerli mahlûk. «Yeryüzünde yürüyen hayvanların Allah katında en kötüsü, o inkâra saplanmış olanlardır.’ (Enfal:55) ‘Andolsun ki Biz, cin ve insanlardan çoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, bununla idrak edemezler; gözleri vardır bununla göremezler, kulakları vardır bununla işitemezler, bunlar hayvan gibidirler, hatta daha sapık ve şaşkındırlar. İşte ancak gâfiller (Araf :179) bu duruma düşer.
Oysa itaat etseydi, kâinâtın sâhibine boyun eğseydi, her şey ona itaat edip yardımcı olacak ve yol gösterecekti. Ne yazık ki, nefsinin hevâsı, şeytanın iğvâsı, dünyanın aldatıcı metâsı çoğunlukla insanı aldatır, Rabbine isyâna sevk eder. Bu isyanla, kendine gösterilen doğru ve nurlu yoldan hem sapar, hem de sapıtır. Hayır, iyilik ve güzellikler için seçilmişken bunu teper, bir şer makinesi haline gelir. Başını derde, bedenini ateşe sokar; dağ gibi isyanlarının uçurumuna yuvarlanır. Özgür olacağını sanarak tutsak olur. Hürriyetini, itibârını, şahsiyetini, tüm değerlerini bir hiç uğrunda kaybeder. Oysa gerçek hürriyet kulluktadır. ‘Allah’ın kulu hürdür.’
✽ ✽ ✽
Kulluğa mülâyim yaratılan kul, Allah’a kulluk yapmazsa, nefsin, paranın, hevânın, dünyanın, çevrenin kulu-kölesi olur. Yağmurdan kaçarken doluya tutulur. Yaptığı günaha paralel olarak, onurunu, şerefini, aklını, nâmusunu kaybeder.
Bu korkunç duruma düşmemek, insanlık şerefini kaybetmemek ve alnı açık, başı dik yaşamak için, Allah’a kul olup, O’nun koyduğu yasalara saygı duymak gerekir.
O, Ehad ve Samed olan, kimseye muhtaç olmayan, her varlığın ihtiyacını karşılayan, her şeyin hazinesi elinde olan, on sekiz bin âlemin sâhibine itaat etmek ve her türlü zilletten, minnetten, illetten, kılletten kurtulmak, ne büyük bahtiyarlık. O’na itaat, ne güzel özgürlüktür.
Rabbinin kitabına, elçisine saygı duymak ve buna diğer kulları teşvik etmek, bizim kulluk görevimiz. Bu konuda ne kadar sâdık, ne kadar samimi ve ihlâslı olursak, ihlâsımız o kadar artar. Aksi halde hayırsız, uğursuz, parazit bir varlık olarak, iki cihan saadetinden mahrum oluruz.
Rahmet yağdırsın bütün âleme, in’âmın sayısı gelmez kaleme.
İhsanınla Rabbim bizi deneme, hangi nimetine şükredeyim.
Mavi semâ verdin, melek mâbedi, hem arz ihsan ettin, dünya serveti.
Gönüllere derç ettin muhabbeti, hangi nimetine şükredeyim.
2- Mülteceun ileyh: İlticâ, bir tehlikeden veyâ düşman baskısından canını kurtarmak için emin bir yere sığınmaktır. Biz emir âleminden halk âlemine gelmiş, emir komuta zinciri altında Allah’ın askerleriyiz. Görevimiz, O’ndan yana olmak, O’nun için yaşamak, O’nun verdiği görevleri yerine getirmek ve bu sayede tüm evrenle barışık olup, huzur içinde yaşamak.
Ne yazık ki, işlediğimiz günah ve isyanlar yüzünden, bu birlik ve dirliği bozup düşmanlıklar oluşturuyor, zûlümler îras ediyoruz. Ortamın düzeni bozulunca, gerek iç bünyemizde, gerek dış âlemde anarşi oluşup emniyetimizi bozuyor, huzurumuzu kaçırıyor. Başımızdaki akıl, zehirli fikirler üreten bir yılan; gönlümüz, fâniyi râzı edip, Bâkiyi darıltan bir münâfık; bedenimiz, yaptığı hareketlerle bizi cehenneme çeken bir düşman oluyor. Bulunduğumuz ortam, âile ve çevre ise, bizi özümüzden koparıp, pişmanlıklar diyarına fırlatmak için elinden gelen gayreti gösteriyor.
Biz, bu zorluklar ve baskılar altında kalıp, ruhumuz vicdanımızı inim inim inletirken, bizi bu kötü durumdan kurtaracak, affına, güvenine , ilmine, kudretine sığınabileceğimiz tek ve eşsiz varlık yüceler yücesi Allah’dır (cc). O, tehlikeye düştüğümüzü fark edip, kapısına yöneldiğimizde, ihlâsla el açıp yalvardığımızda bizi reddetmeyen, tevbe kapısını sonuna kadar açık tutan Yüce Gaffar.
✽ ✽ ✽
Sâdece biz insanları değil, canlı cansız her varlığı koruyan, selâmete ulaştıran Yüce Sultan. O ki, Rahmeti gadabını geçen, affetmeyi fazilet olarak bildiren, affedenin affına mazhar kılacağını vaad eden Erhamurrâhimin’ dir.
Her kapının yüzümüze kapatıldığında, her ümidin söndüğünde açık olan tek ümit kaynağımız.
Ve kendisine ilticâ etmek için aracıya, muâmeleye, birinin iznine, icâzetine, pasaportuna, vizesine ihtiyaç bırakmayacak kadar Ganiyy-i Mutlak.
Abdestini alıp, kıbleye bedenini, kıblenin sâhibine gönlünü döndürdüğün an, her şey bitmiştir. Hele de gece yarıları, seher vakitleri mübârek zaman ve mekânlara denk geldi mi, artık bütün içtenlik ve samimiyetinle yalvarıp, hâlini arz etmenin zamanıdır.
Semân sağanak sağanak rahmet yağdırır, arzın cezil cezil rızık dağıtır
Kar, yağmur, rüzgârın paklar arıtır, hangi nimetine şükredeyim.
Göller, denizler, ırmaklar verdin, semâyı mehtap ile bezedin
Nimetini daim serdin de serdin, hangi nimetine şükredeyim.
3- Mefzeun ileyh: Her derdin dermanı, her feryâdın imdâdı olan yüce Zât. Yediden yetmişe dara düşen herkesin mürâcaat ettiği Ehad, Samed olan yüce Dergâh.
Çâresiz dertlerin, hastalıkların çâresini halk eden. Fakir, yoksul, dul, yetim ve âcizleri umulmadık yerden rızıklandıran. İç huzursuzluklarını, duâ, münâcaat, tazarrû yoluyla gideren.
Her başı daralanın, ‘Allah!’ diye yalvarıp yakardığı, kendine isyan edenlerin bile cürm-ü isyânına bakmadan, imdâdına koşan hakiki mercii.
Kuyu dibinde Yusuf’u, bıçak altında İsmâil’i, ateş içinde İbrâhim’i, balık içinde Yûnus’u, doğum sancısında Meryem’i, Kızıldeniz’de Mûsâ’yı, çarmıha gerilmeden İsâ’yı koruyan, selâmete çıkaran Yüce Makâm.
Hz. Nûh, O’na yalvarıp, ‘Ben mağlûbum, yardım et!’ (Kamer:10) dedi. Rabbisi ona tüm dünyayı deniz yaptı, gemi yapmayı öğretti, inananlarla birlikte kurtardı.
Hz. Eyyûb, ‘Bana zarar dokundu, Sen Erhamürrâhiminsin’ (Enbiyâ:83) diye yalvardı. Allah (cc) ona sıhhat, âfiyet, mal ve evlâdını geri verdi. Bir o kadarını daha bahşetti.
Rabbine yalvarıp ‘Benim hüznüm, şikâyetim Rabbimedir.’ (Yusuf:86) diye kırk yıl hasret çekip gözyaşı döken Yâkub’u (as), Yusuf’una kavuşturdu.
Mekke’den hüzünle hicret eden Habibine ‘Muhakkak ki O, Kur’anı üzerine farz kılan, seni döndürülecek yere döndürecektir. De ki ‘Rabbin kimin doğru yolu tuttuğunu, kimin de apaçık sapıklıkta bulunduğunu herkesten iyi bilir.’ (Kasas:85) vaadini yerine getirdi, Mekke’nin fethini, İslâm devletini nasip eyledi.
Gönüllere sundun îmân ile Kur’an, gönderdin Ahmed gibi candan bir yâran
Aşk-ı sevda verdin ümmeti saran, hangi nimetine şükredeyim.
Rızık verdin, âzâ verdin, zevk verdin, âlemi dört mevsim bezeyip sardın
Güneş, ay, yıldızla bize nur verdin, hangi nimetine şükredelim. M.Balcı
Kaliteli-kalitesiz, mûti-mücrim, nice bağrı yanık dertlilerin derdine derman verip, duâlarına icâbet eden, herkesin her ihtiyacını karşılıksız temin eder.
Mülkünde onca insan O’na âsi olur da, O Kerim Zât, onların rızıklarını iâşelerini kesmez. Ömür boyu, maddi-mânevi tüm ihtiyaçlarını karşılar. Hem yiyebilecek dil, diş, mide, sindirim sistemi, tad alma duygusu; hem yemek isteği, hem yiyecek, hem o yiyeceği kazanacak güç kuvvet ihsan eder. Hem değirmeni hazırlar, hem buğday gönderir. Her mahlûkuna aynı derecede şefkat, merhamet ve ihsânını esirgemez. Karşılık beklemeden bol bol ihsan eder, imkân verir.
4- Meskûnun ileyh: Yarattığı her şeyi barındıran, her şeye uygun mekânlar, imkânlar bahşeden. Ana kucağında, baba ocağında, toprağın bağrında her şeyi yerli yerine yerleştiren, hayatında-memâtında, dünyasında-âhiretinde, yedisinde yetmişinde her şeye bir mesken, bir mekân, bir makâm tâyin eden.
Yüce Mevlâ insanı, babanın belinde, annenin göğüs kemiğinde yerleştirdikten sonra, ana rahminde belirli vakte kadar en güzel bir şekilde koruyup saklar.
Bâzen ibret-i âlem olsun diye, çocuklar bir-iki ay erken doğar. İnsanlar onları kuvözde koruyacağız diye nice sıkıntı çeker, ana karnındaki ısıyı ayarlamada bayağı zorlanır. Bütün âile seferber olur. Bu gibi olaylar, yüce kudreti, sanat-ı ilâhiyi hatırlatan kader cilvelerinden başka nedir ki?
Yeni doğan çocuğun mutfağını, sevginin merkezi olan kalbin üzerine inşa eden ve şefkat dolu kolların arası, cennet kokulu, gül yüzlü bebeğin cenneti kılan.
Sevgi ve merhamet dolu yuvalar ve bu yuvalarda ihtiyacı olan her şeyi ihsan eden Yüce Allah.
✽ ✽ ✽
Kulları büyüdükçe, onlara muhtaç oldukları eğitim, iş, istirahat, tâtil, ibâdet mekânlarını, ihtiyaçlarını ihsan eden.
Evlilik sınırına gelenlere, izdivaç imkânları sağlayan, tanıştırıp, buluşturan, ayrı ayrı diyarların insanlarına bir arada yaşama imkânı sağlayan, aralarına sevgi ve muhabbet yerleştiren.
Issız sahraları şenlendiren, korkulu yürekleri sâkinleştiren, heyecanları dindiren, ağlayanları güldüren Yüce Kerim.
Küçükleri şefkatle, yaşlıları hürmetle barındırıp ilgilenmek için, gönüllere sevgi, merhamet yerleştiren, vâdesi yeteni yeryüzünde sellerin, yellerin, canavarların eline bırakmayıp, toprak ananın kara bağrına defnettiren Hallâk-u Âlem.
Sâdece insanları mı? Tüm yaratıklarını besleyen, büyüten, üreten, çoğaltan, barındıran hep O Sultan. Kimini yuva, kimini in, kimini kovan, kimini kovuk, kimini ağ ile barındıran hep O Yüce Kudrettir. ‘Yarattığı her şeyi güzel yaratan.’(Secde:7)
Lütfettin nimet dolu, bağ, bahçeler, türlü çiçeklerle hoş râyihalar.
Seherlerde şakıyan âşık bülbüller, hangi nimetine şükredeyim.
Kereminden gözler diller bahşettin, zihinlere bilgileri nakşettin.
Âzâlara hidâyet nasib ettin, hangi nimetine şükredeyim.
5-Mutehayyerun fih: Bütün akılların hayrette kaldığı Zat. O’nu tanıyan, O’nun aşk denizine dalan, O’nun ilminde, sanatında, adâletinde, lütfunda, ihsânında mest-u hayran olup hayran kalmışlar.
Zâtını düşünmek, yasak ve tehlikeli. O’nun benzeri yok ki, mukâyese edilsin, hayal edilsin. O’nu ancak güzel isimleriyle, eşsiz sıfatlarıyla, hârika fiilleriyle benzersiz sanatlarıyla, tadına doyulmayan kelâmıyla, engin ilmiyle tanımak mümkün. Bu nedenle, bu sayılan özelliklerini her gün biraz daha tanıyıp kavramalıyız. O’nu tanıdıkça hayranlığımız artacak, gönlümüz mârifet nûruyla genişleyip, aydınlanacak. Yüreğimiz yufkalaşacak, O’nun mahlûkuna şefkat dolu gözlerle bakacak, bal gibi sözlerle hitap edeceğiz. Her gün aşkımız artacak, tazelenecek.
Nice taşıtlar kıldın musahhar, rahmetin önce tatlı bir rüzgâr.
Cennet nimetleri verdin her bahar, hangi nimetine şükredeyim.
Halil'e gülistan ettin ateşi, kolaylığa sebep kıldın elektiriği.
Akla ilham ettin bilim tekniği, hangi nimetine şükredeyim.
Allah (cc), ibâdete lâyık olandır. İbâdete müstehak olmak ise, vâr etme ve yaşatmada tek başına olan için söz konusudur. Bunlarda, tam bir kudret, geçerli bir irâde ve her şeyi kuşatan bir ilmi gerektirir. İşte bunlar, izâfi sıfatların toplamıdır
Her konuda kendisine muhtaç olduğumuz Ganiyy-i Mutlak’ı, her an düşünüp, buyruklarına boyun eğerek, O’na gönülden bağlanıp, yakın olmamız, bizim iki cihan mutluluğumuza vesiledir.
O, bizi birbirimize bağlayıp irtibatlandırmış; bu irtibatların devâmı için özel hisler, duygular, câzibeler, menfaatler ihsan etmiş, irtibatların kopmaması için ilâhi düsturlar, kânun ve tüzükler belirlemiş. Anne babaya ihsan, akrabâya infak, komşularla arkadaşlarla iyi geçim, eşler arasında dirlik, büyüklere itaat, küçüklere şefkat ve bütün bir ümmeti kapsamına alacak büyük bir sevgi bağı, gönül ağı oluşturmayı her vesileyle anlatmış. Ancak her şey birbirine bağlanırken asıl gâye ve hedef, O Yüce Yaratıcıya, merkeze bağlanmak, O’na yaklaşmaktır. Çünkü yüzeysel temelsiz yakınlıklar, sevgiler, bağlantılar, çözülmeye, dağılmaya, darma dağınık olmaya mahkûmdur.
Ey Allah’ım beni Sen’den ayırma
Beni Senin didârından ayırma
Seni sevmek benim dinim îmânım
İlâhi din-i imandan ayırma. Eşrefoğlu Rûmî
✦ Beni sevdiği halde bana kavuşan kimseyi Cennetime koyarım. Benden korktuğu halde bana kavuşan kimseyi ateşten uzaklaştırırım. Benden sakınıp utandığı halde bana kavuşan kimsenin günahlarını Hafaza meleklerine unuttururum. (Kul hakkı müstesnâ) Hadîs-i Kudsi
✦ Allah’a kavuşulmadan, mü’min için rahat yoktur. İbn-i Mesud
✦ Şâyet üç şey olmamış olsaydı, Allah’a kavuşmayı tercih ederdim:
1- Eğer Allah için secdeye kapanıyor olmasaydım.
2- Meyvelerin en güzellerinin seçildiği gibi, sözlerin en iyisinin seçildiği meclislere iştirak etmemiş olsaydım.
3- Allah yolunda yolculuğa, cihada çıkmamış olsaydım.
✦ Rabbime tevâzu için fakirliği severim, O’na kavuşmak için ölümü severim ve günahlarıma keffâret olması için hastalığı severim. Ebû-d Derdâ
✦ Ölümün kapısını herkes yalnız çalacak. Ölmek felâket değil. Asıl felâket, başına gelecekleri bilmemektir. İmâm-ı Rabbânî
✦ Zü’n-Nûn anlatıyor: ‘Câminin birinde bir köşeye çekilmiş, beti-benzi soluk, zikirle meşgul bir genç gördüm. Kendisini sevgi ve aşk konusunda kurcalamak, düşüncelerini öğrenmek istedim. Hareketimi yadırgadığını gösterir bir tavırla bana:
– Bilmez misin ki, yakınlığın mihnet ve zorluğu, uzaklığın eleminden daha şiddetlidir. Çünkü yakınlıkta mahrum oluş, zeval, elden kaçırma korkusu vardır. Uzaklıkta ise ulaşma, kavuşma umudu. Zeval korkusu can yakarken, visal ümidi tahammül bahşeder, dedi.
✦ Kula âfet okları atıldığı zaman, onlara karşı gözlerini kapaması gerekir. Gözünü yumduğu an, yakınlık ve şevk gelir.
Bir Yâsin okuyun gelmesin şeytan; o mel’undur benim belimi büken.
Hak yolu dururken bâtıla çeken; ana sûretine girecek bir gün.
Ruh çıkınca kalır, bir kuru beden; olmaz beni bir gün misâfir eden.
Şu fâni dünyadan eli boş giden; âhirette cezâsını çekecek bir gün.
Çenemi bağlarlar, evlâdım, yârim; kimseler işitmez, ah ile zârim.
Bütün amelimden yok ise kârım; topuzu başıma çakacak bir gün. Ahmet Bertizli
Rızâ, hoşnut olma, kabullenme, memnun olma, bir şeye itiraz etmeyerek kabul etme anlamlarına gelir. Rabbimizin adâletiyle, fazlıyla, lûtfuyla hiçbir hakkımız ve dahlimiz olmadan ihsan ettiği şeyleri gönülden kabul edip teslim olmak, bizi rızâ kapısına götürür. Aksi halde, yolumuzu kaybeder perişan oluruz.
Bir Kuds-i hadiste ‘Nimetime şükretmeyen, belalarıma sabretmeyen, hükmüme rızâ göstermeyen, Benden başka Rab arasın’ buyurulmuştur. Bu, müslümanın iliklerini titretecek müthiş bir ihtar ve aynı zamanda rızânın menşeini haber veriyor.
Kul, bazen musibet, belâ, hastalık, fakirlik ve zillet gibi belâlarla denenir. Sabrı ölçülür, derecesi yükselir, azgınlığı önlenir. Bir bakıma şefkat tokadı yer. Bu durumda da Rabbisinden râzı olup olmadığı, gösterdiği sabırla ortaya çıkar. Kimisi (Hâşâ), ‘Bula bula beni mi buldu? Nedir benim bu çektiğim’ gibi hezeyanlar koparıp, isyan bayrağını çektiği için, gadab-ı ilâhi ile karşılaşır. Kimileri de:
Hoştur bana Senden gelen; ya gonca gül, yâhut diken.
Ya hil’atu yahut kefen; lûtfun da hoş, kahrın da hoş
diye teslimiyetini ifâde eder de, rızâya erer. İşte Allah’ın kendilerinden râzı olduğu kimseler, bu kalitede mümtaz şahsiyetlerdir.
✦ Bir kimse, insanların darılmasına aldırmadan Allah rızâsını ararsa, Allah ondan râzı olur, insanlar da râzı olur. Bir kimse, Allah’ın darılmasına aldırmadan insanların rızâsını ararsa, Allah ona darılır, insanlar da ondan râzı olmaz.
✦ Muhakkak ki Allah, sizin namaz kılarken abesle iştigal etmenizden, oruçlu iken şehevi ve kaba sözler söylemenizden, kabristanda gülmenizden hoşlanmaz.
✦ Allah, sizin üç şeyinizden hoşnut olur ve üç şeyinizden de hoşnut olmaz.
Hoşnut oldukları:
1- Allah’a ibâdet edip O’na ortak koşmamak.
2- O’nun hidâyet ipine sımsıkı sarılıp ayrılığa düşmemek.
3- Başınıza tayin edilen âmirlere uyarıcı ve yardımcı olmak.
Hoşnut olmadıkları:
1- Dedikodu yapmak.
2- Çok soru sormak.
3- Malları israf etmek.
✽ ✽ ✽
✦ Allah’ın rızâsı için yapılmayan her şey birer birer kaybolur. Rebi b. Haysem
✦ Hz. Mûsâ, Âlemlerin Rabbine münacat ederek sordu:
- Yâ Rab! Rızâ ve gadabının alâmeti nedir?
Âlemlerin Rabbi ona vahyetti:
- Yâ Mûsâ! İnsanların üzerine en hayırlı olanlarını getirdiğim zaman; o benim rızâmın alâmetidir. İnsanlar üzerine şerlilerini getirdiğim zaman; o da benim gadabımın alâmetidir.
✦ Abdullah b. Mübârek’in bir devesi vardı. Savaşa her zaman onunla çıkardı. Bir gün ziyaretine bir misafir geldi. Ona ikram etmek üzere o deveyi kesti. Hanımı buna çok içerledi ve kocasıyla münakaşa etmeye başladı. Derken iş kavgaya dönüştü. Abdullah b. Mübârek öfkelendi ve onu boşadı. Aradan çok geçmeden bir adam geldi:
- Ben sana kızımı vermek istiyorum, diye teklif etti. Abdullah genç ve güzel kızı almak için hiç tereddüt etmeden ‘evet’ dedi.
Adam kızını gönderirken beraberinde on tane de deve gönderdi. Abdullah buna çok memnun oldu. Sonra rüyasında kendisine şöyle nidâ edildi:
‘Sen sırf bizim rızâmız için yaşlı bir kadını boşadın, biz sana genç bir kız verdik. Sonra bizim hoşnutluğumuz için bir deve kestin, biz sana tam on deve verdik.’
Allah’ın (celle celâlühû) Sevgisi
O, kullarına merhamet eden, düşenlerin ellerinden tutan bir Kerim’dir; bol bol verir. O, hataları bağışlayan, özürleri kabul eden bir Rahim’dir.
Öyle bir büyüktür ki, O’nun kapısından baş çeviren insan, hangi kapıya gitse izzet bulamaz.
Büyük pâdişahlar, O’nun dergâhında başlarını yere koyarak O’na niyaz ederler, yalvarırlar.
Buyruğuna karşı gelenleri hemen cezâlandırmaz; özür dileyenleri kapısından kovmaz. Kulların günahlarını görür, hilim ile örter. Fenâ bir işinden dolayı bir kuluna gazap edecek olsa, kul tevbe edince o işin üzerine kalem çeker.
Birisi babasına karşı gelse, şüphe yok ki, babası ona çok kızar; birisi akrabâsından memnun değilse, onu yanına uğratmaz; köle emredilen işi yapmazsa, efendisi ona hakâret eder; arkadaşlarına karşı şefkat göstermezsen, senden bir fersahlık yere kaçarlar; askerler vazifelerini yapmazsa, kumandan onları ağır cezâya uğratır. Fakat yerlerin, göklerin sâhibi olan Allah (celle celâlühû), isyan eden kullarına rızık kapısını kapamaz. Her günahı görür, fakat hilim ile örter. O’nun ilim denizine nisbetle, iki cihan, bir damla su gibidir.
Yeryüzü, O’nun umûmi sofrasıdır. Canlılar destursuz gelir, yer, yedikten başka istedikleri kadar da alır götürürler; hem bu sofrada dost düşman birdir. Zâlimi kahretmek istediği zaman, elinden kurtulmak imkânsızdır.
O’na karşı duracak bir zıt olmadığı gibi, eşi ve benzeri de yoktur.
Öyle ulu bir pâdişahtır ki, cinlerin, insanların, bütün yaratılmışların taatinden müstağnidir.
Karıncalar, sinekler, kuşlar, insan, herkes, her şey O’nun emrine boyun eğmektedir. Kerem sofrasını öyle enine boyuna yaymıştır ki, Kaf dağındaki Zümrüd-ü Anka da rızkını o sofradan yemektedir.
Eğer Celâl sıfatıyla tecelli edecek olsa, meleklerin de dehşetten kulakları işitmez olur, dilleri tutulur.
Eğer Cemâl sıfatıyla ‘buyurun lütfuma’ diyecek olsa, şeytan bile ‘bu lütuftan benim de payım var’ demeye başlar.
Darda kalanlara acır; onlara yakın olur; yalvaranların duâlarına icâbet eder.
Henüz vukû bulmamış halleri, ifşâ edilmemiş sırları hep bilir.
Yukarıyı, aşağıyı, kudretle tutup hıfz eden O’dur; hesap günü kurulacak divânın hâkimi yalnız O’dur.
Herkes O’na itaate mecburdur. Kimse, O’nun sözünden bir harfine bir parmak uzatamaz.
O’nun mâhiyeti öyle bir girdaptır ki; bu girdapta binlerce akıl gemileri batmış, hem de, öyle batmış ki, bir tahtası olsun kenara çıkamamıştır. Sâdi-i Şirâzî
Olmak ya da olmamak değil, sevmek güç.
Aşktır, kulu Allah’a yücelten tek güç.
Allah’da yokolmak bir mertebedir,
Güçtür o büyük rütbeye ermek, pek güç
Allah (celle celâlühû) bir kulu sevdiği zaman, Cebrâil’e şöyle buyurur:
– Ben falan kulu sevdim, sen de sev... Cebrâil o kulu sever ve göktekilere şöyle seslenir:
– Rabbiniz falan kulu sevdi; siz de seviniz...
Böylece semâ ehli de o kulu sever. Sonra, o kulun sevgisi yerdekilerin kalbine konur. Ve Allah bir kulu sevmediği zaman da aynı tertipte hareket olur. Hadîs-i Şerîf
1- Zâhirin ve Bâtının temiz olması: Zâhiri temizlik, her şeyin temiz ve helâl olmasıdır. Bâtının temiz olması ise; kalbin kötü huylardan bozuk itikatlardan arınıp ahlâk-ı Muhammedî ile bezenmesidir. Çünkü kalb, Allah’ın nazargâhıdır. Kalb temiz olmazsa ibâdetlerin lezzeti alınamaz, mârifete kavuşulamaz.
2- Dilin temizliği: Dilin zararlı, münâsebetsiz ve uygun olmayan sözleri söylemeyip susması, Kur'ân-ı kerîm okuması, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker, zikir, duâ, salâvat ile meşgul olmasıdır.
3- Mümkün olduğu kadar kötü insanlardan ve çevreden uzak durmaya çalışmak: Bu sebeple göz, haram şeylere bakmamış olur. Zîrâ kalb, göze tâbidir; her harama bakış, kalb aynasını karartır.
4- Oruç tutmak: İnsan oruç tutmak sûretiyle meleklere benzemiş ve nefsini kahretmiş olur.
5- Allah’ı (celle celâlühû) anmak: En fazîletli olan zikir, ‘Kelime-i tevhid’dir, ihlâsa vesiledir, nefsin arzu ve isteklerinden kurtarır.. Her işinde rızâ-ı ilâhiyi düşünmek, kanunu ilâhiye ayak uydurmaktır, Allah’ı (celle celâlühû) gündemde tutmaktır, zikrullahtır.
6- İyi düşüncelere sahip olmak: İnsanın kalbine gelen düşünceler dört kısımdır; Rahmânî, melekî, şeytânî, nefsânîdir. Rahmânî; gafletten uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaktır. Melekî; ibâdete, tâate rağbet etmektir. Şeytânî; günahı süslemektir. Nefsânî de; dünyâyı talebtir. Şeytânî ve nefsânî düşüncelerden kurtulmak gereklidir.
7- Allah’ın hükmüne rızâ göstermek, irâdesine teslim olmak: Havf ve recâ, korku ve ümid arasında yaşamaktır. Zîrâ Allah'tan korkan kimse, günah işlemez. Ayrıca mümin, ümitsizliğe de düşmez. Allahü Teâlâ, ümitsizliğe düşmemeyi emretmektedir.
8- Sâlihlerle, iyi insanlarla beraber olmak: Sâlihlerle sohbet edildiği takdirde, günahlara perde çekilir, haramlar gözüne kötü görünür, rahmet iner.
9- İyi ve güzel hasletlerle bezenmektir: Bu da, her şeyi yaratan Allahü Teâlânın ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Çünkü Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem); ‘Allahü Teâlânın ahlâkıyla ahlâklanınız’ buyurdu.
10- Helâl ve temiz lokma yemek: Bu da farzlardandır. Nitekim Allahü Teâlâ, Bakara 168’de «Yeryüzündekilerden helâl ve temiz olanını yiyiniz» buyurmaktadır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de ‘İbâdet on cüzdür; dokuzu helâli taleb etmektir’ buyurmuştur. Helâl yemeyen kimse, Allah’a itâat etme gücünü kendisinde bulamaz. Helâl yiyen kimse de, Allah’a isyânkâr olmaz. Helâl ve temiz yer, isrâf etmez.
Bunları yapanı Allahü Teâlâ sever. Allahü Teâlâ’nın sevdiğini ise herkes sever. Ali Râmitenî
✽ ✽ ✽
Seni seviyorum Yüce Yaradan,
Bütün engelleri kaldır aradan
Hiçbir şey istemem fâni dünyadan
Ben seninle daha mutluyum yâ Rab!
✧ Kulun Allah'a yakınlığı önce imanı ile, sonra ihsanı ile vukua gelir. Allah'ın kuluna yakınlığı dünyada, ona lutfedeceği irfan ile; âhirette de, rıdvan ile vukua gelir. Bu ikisi arasında Allah'ın çeşitli nimetleri, ikramları ayrıca tecelli eder. Kulun hakka yakınlığı halktan uzaklığı ile kemâlini bulur. Ebû'l-Kasım el-Kuşeyrî
✧ Allah'ın ilim ve kudretiyle yakınlığı, bütün insanlara şamildir. Lütuf ve nusretiyle yakınlığı ise, havassa mahsustur. Ünsiyetiyle yakınlığı ise, velilere hastır.
✧ Kulun Allah'a yakınlığı, sadece Allah'ı tavsifte kullanılması câiz olan bir kısım sıfatları -Allah'ı tavsif ölçüsünde olmasa da- kullara da tahsis etmektir; hikmet, ilm, hilm, rahmet vs. gibi sıfatlar bu gruba girer. Bunlar kulda, cehl, hafiflik, gadab vs. bir kısım mânevi pisliklerin izalesiyle beşeri takat ölçüsünde hasıl olur. Bu yakınlık bedenî değil, ruhanî bir yakınlıktır.
✧ Kulun Allah’a olan yakınlığı, O’nu mârifeti nisbetinde olduğu gibi, uzaklığı da cehâleti nisbetindedir.
✧ Bana yaklaşmak farzlarla başlar, nafilerle gelişir.
✧ Allah'a yakın olan en iyi amel, Allah yolunda yapılan cihattır... Derece bakımından buna yaklaşacak hiç bir amel yoktur.
✧ Her kim yeni bir elbise bulup giyince, giydiği elbise vücudundan aşağı doğru indiği zaman: ‘Bu elbise ile hayatımı süsleyen ve avret yerlerimi kapayan Allah' a hamd olsun’ der ve elbiseyi eskittiği zaman da başkasına tasadduk ederse, o kimsenin ölüsü ve dirisi Allah'ın emniyetinde olur. Ve bu kimse Allah'a yakın olur.
✧ Kıyâmet günü insanlar, Cumâ namazına geliş sıralarına göre Allah’a yakınlık kazanacaklardır. Birinci, ikinci, üçüncü… şeklinde. Hadîs-i Şerîf
✧ Sevgi üzere ölenler, efendisini candan arzulayan iyi bir kölenin efendisiyle buluşması gibi bir hal alır. Yalnız efendisine bir daha kavuşmuş olduğuna sevinci ona yeter ve artar.
✧ Kim Allah’a (celle celâlühû) yakın olmak istiyorsa, altı şeye yapışması gerekir:
1- Allah’ın (celle celâlühû) emir ve nehiyleri.
2- Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünneti.
3- Güzel ahlâklı olmak.
4- Allah’ın rızâsını kaybetmekten korkmak.
5- Allah’ın rızâsını kazanmak için tutkulu olmak.
6- Affedici ve cömert olmak.
✧ Bu altı şeyi önemsemeyen, kâmil imana eremez, aklı güzel şeyleri yakalayamaz, yaşamını mübârek kılamaz ve ibâdetin tadını alamaz. S. Abdullah
✧ Kulun Rabbisine en yakın olduğu yer ve vakit, gecenin en son vaktidir. Sen de Allah'a yakın olanlardan olmak istiyorsan o saatte zikirde bulun.
Âriflerden biri can çekişmekte olan bir Hıristiyan hastanın ziyaretine gider.
- Haydi müslüman ol da cenneti hak et, diye teklifte bulunur.
- Benim buna ihtiyacım yok!
- Öyleyse müslüman ol da cehennemden kurtul.
- Buna da ihtiyacım yok, ben cehenneme de aldırmam.
- Öyleyse müslüman ol da Allah’ın cemâlini müşahede et.
- İşte şimdi oldu, der ve müslüman olur. Çok geçmeden müslüman olarak ruhunu Hakk’a teslim eder. O gece onu rüyada görüp halini soranlara şu cevabı verir:
- Rabbim beni huzurunda durdurup, ‘Bana kavuşmak için müslüman oldun değil mi?’ diye sordu. Ben de, evet, dedim. Bunun üzerine, ‘Ben de senin bütün günahlarını bağışladım. Rızâ ve lika senindir artık’ buyurdu.
✧ Takvâ; sevgi, umut ve korkunun insan ruhunda meydana getirdiği hâlettir. Sevgi, umut ve korku, üçü birlikte yalnızca Allah için duyulur. Bunların üçünü birden Allah’dan başkasına tahsis etmek, tahsis edilen o şeyi ‘ilah’ edinmektir. Fakat bunları tümüyle Allah’a tahsis etmek, kişiyi övgüye en lâyık makama ulaştırarak ‘müttaki’ yapar. Bu üç ayrı ruh hali, insandaki ‘Ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyet’ bilincinin dinamiğidir.
✧ Takvânın organlardaki hakikati, hakkı yerine getirmek ve günahları terk etmektir. Vicdandaki hakikati ise, farzlarda ihlâsla Allah’ın irâdesini hâkim kılmak; Allah’ın kullarını teşvik ettiği, ancak onlara acıdığından ötürü farz kılmadığı namaz ve oruç gibi nâfile ve benzeri bütün amellerde ise ağlamak ve hüzünle amel etmektir. Kulların teşvik edildiği ibâdetler, ancak takvâ ve irâdeyi O’na has kılmakla olur. Verâ da takvâdandır. Çünkü kul Allah’dan ittikâ edince, verâya kavuşur.
✧ «Kim de Rabbinin makamından korkup, nefsini heveslerden alıkoyduysa.» (Naziat, 40) Allah’ın huzurunda hesap vermekten korkmak için, mutlaka önceden O’nun bilinmesi gerekir.
✧ «Ey iman edenler! Allah'dan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.» (Âl-i İmran, 102)
✧ «O halde gücünüz yettiği kadar Allah’dan (celle celâlühû) korkun.» (Teğabun, 16)
✧ Bir kulda iki korkuyu ve iki emniyeti birleştirmem. Dünyada Ben’den korkarsa âhirette onu emin kılarım. Dünyada Ben’den emin olursa kıyâmette onu korkuturum. Kudsi Hadis
✧ Sen, bir şeyi Allah’tan korkarak bırakırsan, Allah da sana, ondan daha hayırlısını verir. Hadîs-i Şerîf
✧ Üç şey vardır ki, bunlar kime verilmişse, Dâvud’un eline verilen gibi ona da verilmiştir: Bunlar, hiddetli ve hiddetsiz zamanlarda adâlet, varlık ve yoklukta iktisat, gizli ve âşikârda Allah’dan korkmaktır. Hadîs-i Şerîf
✧ Nerede olursan ol, Allah’tan kork. Kötülüğün ardından onu silecek bir iyilik yap. İnsanlara iyi ahlâkla davran. Hadîs-i Şerîf
✧ Takvâ sahipleri, yaptıklarına bir karşılık istemezler; yalnız Allah’ı ve O’nun yakınlığını talep ederler. O’nun sevgisini isterler. O’ndan uzak kalmayı ve aralarına kara perdenin girmesini arzu etmezler. Onlar ne dünyayı ister, ne de öbür âlemi. Abdulkâdir-i Geylânî
✧ Takvâ bir ağaçtır; bu ağacın kökü Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, budakları Sahabe ve Tâbiin, meyvesi ise sâlih ameldir. Ebû’l-Vefâ
Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır.
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır. M. Âkif
✽ ✽ ✽
✧ Allah’tan korkan bir kimse, O’nun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya, titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz.
✧ Kendine kötülük yapanlara sabır, yaptığı kusurlara tevbe eder.
✧ Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar.
✧ Kimsenin malına, canına, namusuna göz dikmez. Çalışırken hile yapmaz. Alış-veriş yaparken kimsenin hakkını yemez.
✧ Herkese iyilik eder. Şüpheli şeylerden kaçınır.
✧ İlim ve ahlâk sâhiplerine saygı gösterir.
✧ Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir, kötü arkadaşlara uymaz.
✧ Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Misâfirlerine ikrâm eder.
✧ Kimseyi çekiştirmez. Keyif peşinde olmaz.
✧ Zararlı ve faydasız şeyleri söylemez. Kimseye sert davranmaz.
✧ Cömert olur. Mal ve mevkiyi herkese iyilik etmek için ister.
✧ Riyâkârlık, iki yüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez.
✧ Allah’ın, onu her an gördüğünü ve bildiğini düşünerek, kötülük yapmaz. O’nun emirlerine sarılır, yasaklarından kaçar.
✧ Allah’dan korkanlar, bilgi sâhibidir. Ve bildiklerini konuşurlar.
✧ Bilirler, bildikleri ile amel ederler; ayrıca bilmeyenlere de öğretirler.
Müsevvir b. Mahreme, fazla korktuğu için Kur’ân-ı Kerim dinlemeye tahammül edemezdi. Hatta bir gün Hasem kabilesinden birisi bunun yanında: «Müttakileri çok esirgeyici Allah’ın huzuruna süvâri elçiler gibi toplayacağımız, günahkârları ise susuz olarak süreceğimiz gün» (Meryem, 86) âyetini okuduğu vakit, ‘Ben mücrimlerdenim, müttakilerden değilim. Sen onu bir daha oku’ dedi. Adam da tekrar okuyunca, derin bir nefes alarak yıkıldı ve öldü.
Allah bilgisi, insanı kendi zihin âleminde bütün evham ve hayalattan, her çeşit hurâfelerden, bâtıl faraziyelerden kurtarır. Allah’ın buyruklarına itaat etmek de, insanın hakiki saadet ve bahtiyarlığını vücuda getirir, onu ruhen, cismen temizler ve yükseltir, Allah’ın muhabbetine lâyık bir hâle getirir.
Hakikaten Allah, insanı mükellef tutmakla ona ne kadar parlak bir şeref vermiş ve onu ne kadar yükseltmiştir. Bu sayededir ki, insan mâsivaya tapmaktan, canlı cansız herhangi bir kuvvet karşısında korkup titremekten, göz yaşları dökerek onlardan beyhûde merhamet dilenmekten kurtulmuş ve bir hamlede bütün kâinatı geçerek, yalnız Allah’dan korkmak, yalnız Allah’ı sevmek ve yalnız Allah’a kul olmak makamına gelmiştir.
Her gün namaz sonrası çektiğimiz tesbihler, bizi mârifetullah’a yaklaştırma gâyesi güder. Bunu Fahrettin Râzi şöyle açıklar: Mükâfat derecelerinin en büyüğü, mârifetullah ve muhabbetullah’a dalmaktır. Dolayısıyla insan, ‘Subhânallah’ dediğinde, Allah’ın her şeyden münezzeh olduğunu anlamış olur. Bu anlamanın tahakkuk etmesi ise insan için büyük bir mutluluk ve mükemmel bir sevinçtir.
İnsan bu bilgi ile birlikte ‘Velhamdülillâhi’ dediğinde, Hak Subhânehu ve Teâlâ’nın kendisine yakışmayan her şeyden münezzeh olduğu gibi, gerekli olan her şeyi vermenin ve bütün hayır ve kemâlleri bol bol akıtmanın mebdei olduğunu da ikrar etmiş olur. Böylece mârifet dereceleri kat kat artar.
Bununla berâber kul, ‘Lâ ilâhe illallah’ dediğinde, muhakkak ki her şeyden münezzeh olan o Zâtın, uygun olan her şeyin mebdei olduğunu ve varlık âleminde bu özellikte ancak tek bir mevcut olduğunu ikrar etmiş olur. Böylece de mârifetin mertebesi üç olmuş olur.
Kul, ‘Allahu Ekber’ dediğinde ise bunun mânâsı, ‘Allah kibriyâsının ve celâlinin künhüne ulaşmaktan akılların âciz kalacağı bir yücelik, büyüklük ve aşkınlıktadır.’ Böylece mârifetin dereceleri de dörde ulaşmış olur, yine böylece mükâfatın dereceleri de dört olur.
Mârifet âleme verir hayat
Mârifetsiz insanı hayvana kat.
✧ En efdal amel, Aziz ve Celîl olan Allah’ı bilmektir.
✧ Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve zinetleri Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde cennet olsa bile cehennemdir. Evet öyle gördüm ve öyle de zevkettim. Bilhassa şehvetin ateşini söndürecek, mârifetullahtan başka bir şey var mıdır? Evet mârifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi cennete bile iştiyak geri kalır. Mesnevi-i Nuriye
✧ Mârifetin en son mertebesi insanın nefsini bilmesidir.
✧ Cennet ehlinin dereceleri arasındaki fark, sâhip bulundukları hakiki ilimlerine ve ilâhi mârifetlerine göredir.
✧ İnsanların mârifete ulaşmaları, akılları ölçüsündedir. Ancak kendisinde şu üç haslet bulunan kimse, Allah’ı akletme konusunda kâmil sayılabilir:
1. Allah’tan korkmak ve emirlerini yerine getirmek.
2. Allah’a, emirlerine, vaad ve vaidine kuvvetli bir şekilde inanmak.
3. Allah’ın dinini güzel görmek.
✧ Şeriat beden için, tarikat kalp için, hakikat ruh için, mârifet Hakk içindir. Mârifetin sonu hayret ve Allah’dan (celle celâlühû) heybettir.
✧ Ulûhiyyeti bil; intihar etme!
✧ Keremini bil; meyus olma!
✧ Birliğini bil; şirkten kurtul!
✧ Büyüklüğünü bil; azametinden kork!
✧ Hilmini bil; akıbetini düşün!
✧ Kutsiyetini bil; mahlukun aciz, muhtaç, eksik olduğunu tespit et!
Emniyet ve selâmetin yalnız Allah’dan (celle celâlühû) olduğunu bilen yalnız O’na yalvarır. İzafet ve kibriyayı bilen, haysiyet ve şerefini yok etmez.
Tek neşe bu dünyada var olmanın sevinci
Ve tek ilim, varlığın bilinmeden bilinci. N. Fâzıl
✽ ✽ ✽
‘Hamd Allah’a mahsustur’ cümle-i tayyibesinden, iki zarif işâret rûhumuzu sarıyor, ufkumuzu açıyor, üzerimize muhabbetullah pırıltıları saçıyor.
Birinci işâret: (Lillâhi’deki lâm’ın istihkak manasıyla) Hamd, övgü, şükür, senâ O’na mahsus, O’na has, O’na özgü, O’nun hakkı... Çünkü cümle övülenleri övülecek hâle getiren, yaratan, yaşatan O’dur. Her güzellik O’ndan gelir ve iyilikten ne isâbet ederse Allah’tandır. Öven de O’nun, övülen de. Gönüller de O’nun, diller de. Aziz eden de O, zelil eden de.
«Ey mülkün sahibi Allah’ım! Mülkü dilediğine verir ve dilediğinden alırsın. Dilediğini aziz ve dilediğini zelil edersin. Hayır ve şer Sen' in elindendir. Muhakkak ki Sen herşeye Kadirsin. Geceyi gündüze, gündüzü de geceye idhal edersin ve ölüden diriyi, diriden de ölü çıkarırsın. Dilediğine hesapsız rızık verirsin.» (Âl-i İmran, 26-27)
Her yerde O’nun yâdı.
Her dilde O’nun adı.
Her kuluna imdâdı.
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
Her şey, O’nun sanatı, eseri. Her bilgi, her anlayış, her fikir, her kudret, her kaynak, her iştiyak, her yöneliş, her gayret, her hasenat O’ndan. Bu nedenle el açıp yalvarıyor «Rabbenâ, âtinâ, fi’d-dünyâ haseneten... / Rabbimiz bize dünyada da hasene ver, âhirette de hasene ver, bizi cehennem ateşinden koru» (Bakara; 201) diyoruz. Bu güzel duâya, Rükn-ü Yemâni’de görevli yetmiş bin melek âmin diyor.
Övülecek ne varsa, hepsini halk eden Yüce Kerîm, seçip ayırdığı güzelliklerle donattığı kullarını bizzat överek tanıtıyor «O ne güzel kul, O Rabbine yönelmiş)» (Sâd, 44) buyuruyor. Kullarına kadr-ü kıymet bilmeyi öğretirken, bir yandan da onlara örnek, nazar-ı dikkatlerini çekiyor. Şükrü teşvik edip, «Enişkür lî / Bana şükret» (Lokman, 14) buyuruyor.
İkinci işâret: (Lillâhi’deki lâm’ın tahsis manasıyla) ‘Hamd O’na mahsustur.’ Gerçek mânâda kimse O’nu hamd edemez. Çünkü O’nun künhünü bilmekten akıllar âcizdir. O’nun kadr-ü kıymetini sezip anlamak, hamd edebilmek için, O’nun bütün nimetlerini saymak, her birini ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. Bu da, bir beşer için mümkün değildir. Bu nedenle, O’nun yüce kadrini kendinden başka kimse bilmez. Kimse O’nu hakkıyla hamd-ü senâ edemez.
Her sıfatta tam ve kâmil olan Yüce Mevlâ, hamd etmekte de eşsiz ve yücedir. ‘ve lillâhil esmâü’l-hüsnâ’ (En güzel isimler O’na âit) olduğu gibi, en güzel hamdler de O’na mahsustur.
Kullar içinde O’nu en güzel hamd edenler Peygamberler; özellikle de Peygamberimizdir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Çünkü bu mümtaz ve kerim zatlar, Allah’ı en iyi bilen, en iyi anlayan ve en iyi anlatanlardır. Bunlar, hem Allah tarafından övülüp mahmud; hem de Allah’ı, kulları arasında en iyi hamd-ü senâ eden hamiddirler.
Gelmiş geçmiş derecelerin en üstünü makâm-ı mahmud (övülme makamı), Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) verilecektir. Bütün ümmetler, asırlardır her ezan okunuşunda, bu makâma Allah (celle celâlühû) tarafından eriştirilmesi için, ‘veb’ashü makâmen mahmûdenillezî veadtehu....’ duâsını yaparlar.
‘Rabbim, Habibini Mâkâm-ı Mahmûd’a, bizi de Habîbine ulaştır.’ Hamdi Yazır ne güzel söylemiş;
‘İlâhî! Hamdini sözüme sertâç ettim, zikrini kalbime mi’râc ettim, kitabını kendime minhac ettim. Ben yoktum vâr ettin, varlığından haberdâr ettin, aşkınla gönlümü bîkarar ettin. İnayetine sığındım, kapına geldim, hidâyetine sığındım lûtfuna geldim, kulluk edemedim afvına geldim. Şaşırtma beni, doğruyu söylet, neş’eni duyur hakikatı öğret. Sen duyurmazsan ben duyamam, sen söyletmezsen ben söyleyemem, sen sevdirmezsen ben sevemem. Sevdir bize hep sevdiklerini, yerdir bize hep yerdiklerini, yâr et bize erdirdiklerini.
Sevdin Habibini kâinata sevdirdin. Sevdin de hıl’atı risaleti giydirdin. Makam-ı İbrâhim’den Makam-ı Mahmud’a erdirdin. Serveri asfiyâ kıldın. Hatemi Enbiyâ kıldın. Muhammed Mustafa kıldın. Salât ü selâm, tahiyyât- ü ikram, her türlü ihtiram ona, onun Âl-ü Eshab-ü etbaına yâ Rab!’
Hiçbir eksiği, noksanı, kusuru olmamış ve olmayacak olan Zât, tabii ki övülmeye, hamd-ü senâya lâyıktır. O’nu ne kadar iyi tanırsak, hamdimiz, aşkımız o kadar artar ve biz, hamdimiz ölçüsünde mükemmelleşir, insan-ı kâmil oluruz.
«O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur» (İsrâ, 44) âyetinde belirtildiği gibi, meleklerin, insanların ve tüm varlıkların hamdi, asıl olarak hamdin, adâlet bakımından övgünün ve gerçeklik bakımından da mâbudluğun kendisine olması dolayısı ile Allah’adır.
Bazı insanların başkalarından görmüş olduğu nimetlere karşılık o kimseyi senası ve bilhassa ümmetlerin peygamberlerini, talebelerin üstadlarını sena etmeleri zahirde Allah’dan gayrıyı sena ise de, asılda her şeyin hâlıkı Allahu Teâlâ olduğu için, o medihler bile Allahu Teâlâ’ya racidir.
Hamd Allah’a mahsustur, çünkü:
İnsan eliyle gelen nimeti ve getireni yaratan ancak O’dur.
O nimeti o insanın emir ve tasarrufuna veren O’dur.
Onu mahalline vermek için gönlünde arzu uyandıran,
Vermeyi kolaylaştıran
Verme yollarını açan,
Buna mâni olacak engelleri kaldıran hep Allah’tır.
✽ ✽ ✽
‘Hamd Allah’adır’ ile ‘Hamd yalnızca Allah içindir’ arasındaki ayrım çok önemlidir. Çünkü bu, O’nun yaratıklarından herhangi birine ibâdet etme durumunu ortadan kaldırır. Yaratıklardan hiç biri hamde lâyık olmadığı için, hiç biri ibâdete de lâyık değildir.
Hiçbir insan, hiçbir melek, hiçbir Peygamber, hiçbir ilâh, hiçbir yıldız, hiçbir put, kısacası O’nun yarattıklarından hiçbiri bizâtihi (kendi başına) iyi niteliklere sâhip değildir. Eğer yaratıklardan biri iyi bir niteliğe sâhipse, bu Allah tarafından verilmiştir. O halde bağlılık, ibâdet ve şükür, O’nun yaratıklarına değil, bu nitelikleri Yaratana lâyıktır.
«Hamd Allah içindir» cümlesindeki tahsis bizi alıp «İnna lillâhi ve inna ileyhi raciun» gerçeğine götürüyor.
Biz Allah içiniz, yine ona döneceğiz. Biz bütün insanlar Allah için varız, ona ibâdet maksadıyla yaratıldık. Onun kulu kölesiyiz. Neyimiz varsa ondan, bizim dışımızda yaratılan ne varsa bizim istifademiz için var olmuş, biz de O’nun içiniz. Her şeyin sahibi Mâlikül mülk O. Bizim dünyada sahibi olduğumuz her şeyi bize emânet vermiş, vakti, zamanı gelince alacak. Biz bir bekçi, bir imtihan talebesiyiz.
Biz de, varlığımız da O’nun olduğumuza göre bütün sevgiler, saygılar, hamdler, şükürler, ihtiramlar da O’nadır. O’nun mülkünde O’ndan gayrıya meyil, sena, övgü yakışık almaz. Padişah sarayında, padişah seni işitirken, görürken onu bırakıp kölesini övmek, ona ihtiram etmek ne denli zillet ve alçalmak ise, Allah’tan gayrıya teveccüh, meyil, ihtiram da o denli, zillet ve meskenettir. Sadece sebebe, aracıya teşekkür etmemizi, minnet duymamızı O emrettiği için teşekkür ederiz.
«enişkür lî velivâlideyk / Bana ve anana babana şükret.» (Lokman, 14)
Büyüklerimize, bizi yetiştirenlere yardımcı olanlara, eğitenlere 'bikaderi meratibihim' (mertebelerine göre) saygıda, hürmette, minnette, teşekkürde kusur etmemeli. Bununla beraber onları yaratan, onlara bu iyilikleri yaptırma gücü ve meyli verenin Allah olduğunu hiçbir zaman unutmamalı. Hakiki şükre, hamde, sırf O’nun layık olduğunun bilincinde olmalıyız. Aksi halde kendi özgürlüğümüzü kısıtlayıp kula kul olma esaretine düşeriz. Hakiki nimet vereni unutur da, nankörlük damgası yeriz.
Bediüzzaman uyarıyor, kulak verelim:
Sen bir memursun. Öyleyse O’nun namına çalış. O’nun hesabına sa’y et. Muhtaç olduğun her şeyi sana bahşeden ve rızık veren, muktedir olmadığın şeylerde seni hıfzeden O’dur.
İnsanın sonu gelmez ihtiyaçlarını ifa edecek ancak nihâyetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sahibi Allah’tır. Öyleyse kulluğa, hamde, övgüye sahip olan da O’dur.
O halde eli şakaklara koyup derin derin düşünmeli; madem cismen fâniyim, fânilerden ne hayır gelebilir? Madem ben acizim, acizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak Baki sermedi (ebedi) bir kadir-i ezelidir.
Hamdler, senalar, övgüler; kendine layık ve ait olan, her şeyin yaratıp yaşatıcısı, besleyip büyütücüsü, yüceler yücesi Allah’a mahsus. O’ndan gayrı herşey fâni, bitimli, muhtaç ve sonradan olma. Övgüye layık neleri varsa, hepsi O zülcelâlden emânet; resmi geçit gibi gelir geçer, konar göçer.
Aklı başında hiç kimse, emânet aldığı bir şeyle övünmez, elinden gitti diye üzülüp dövünmez. Ne var ki sınanmak için dünyaya gelen insan, gayesini, görevini unutur, fâni lezzetlere, geçici güzelliklere dalar. Menfaati için övülür, över, aldanır, aldatır. Görev şuurunu kaybeder, dalanlarla dalar. Ma’bud-u Hakiki ve bütün övgülerin gerçek sahibinden gaflet eder, fânilere âşık olur, onları över de över. Şiirler, terennümler, ilan-ı aşklar yerküreyi çınlatır. Ama sonuç alamaz, mutlu olamaz. Çünkü gönül kuşunu yaban kafeslere hapsedip, hürriyetini kaybetmiştir. Oysa gönlün hakiki maşuku, her şeyin sahibi, ezeli ebedi, güzeller güzeli, yaratan, yaşatan, hak edenlere her şeyin bitimsiz olanını ihsan eden yüce Allah (celle celâlühû); âlemlerin Rabbi.
O’nu tanımalı ki, muhabbet olsun, muhabbet olmalı ki hamd, sena, övgü, tenzih yerini bulsun, kainatın yaratılış gayesi gerçekleşsin. Çünkü Hz. Âdem cennette Rabbisiyle söyleşirken, cemâlini görmek isteyince, Cenâb-ı Hakk ‘Böyle rahat bir ortamda yaşayarak benim cemâlimi göremezsin; meşakkatli bir hayatta benim sevgimi kazanarak hak edebilirsin’ demiş. Bu durum, Hz. Âdem’in dünyaya inişinin asıl gayesi olmuştu.
Gönülden sevgin coşar, hamdin bizleri aşar
Bütün kainat teslim, her dem secdene koşar.
Her âlemde bir âhenk, rahmet nakışta renk renk
Atlas sema yayılmış, ne bir destek, ne direk
Harika sema zemin, sâkinler mutlu emin
Her mevsim türlü nimet, gül, erguvan, yasemin. M. Balcı
Kur’an’ın hülasası olan Fâtiha sûresi, âlemlerin Rabbine hamd ile başlar. Demek ki âlemlerin terbiye edilmeleri insan için bir ihsan, bir ikramdır; ona Rabbinin bir lütfudur. Güneş bir terbiyeden geçmiş de ziya veriyor, ısı veriyor, gezegenleri etrafında döndürüyor. Onu böylece terbiye eden Allah’ı (celle celâlühû) medih ve sena ederiz. Güneşin böylece terbiye görmesi sayesinde insanoğlu ondan istifade edebiliyor, bu terbiye de insana bir ihsân-ı ilâhi.
Bu mahsûsat âlemindeki göklerin, yerlerin, dağların, denizlerin, mâdenlerin, bitkilerin ve hayvanların onları idâre eden bir Müdebbire, onları yoktan var eden bir Mûcide, onları terbiye eden bir Mürebbîye ve onların hayatını devam ettiren Kadir ve Hakim bir Zâta muhtaç olmaları açık bir delildir.
‘Rabbi’l-âlemîn’ sözü, her bölünme kabul etmeyen nesnenin, her cevher-i ferdin (atom) ve her bir maksadın güçlü ve kadim bir ilâhın varlığına kesin bir delili ve açık bir hüccettidir.
Burada ‘âlemlerin Rabbi’ ifâdesi, Allah’ın zat ve sıfatları açısından, dünyevi ve uhrevi her türlü hamde müstehak olduğunun bir delili niteliğindedir.
Besmele’deki ‘Rahman ve Rahim’in ardından ‘Rabbül âlemin’in gelmesiyle korku ve rağbet birleştirilmiştir.
‘Rabbul âlemin’de Yahudilerin inancını red vardır. Çünkü onlar Allah’ın Beni İsrail’in Rabbi olduğunu iddia ediyorlardı.
‘Âlem’ kelimesi, cemi müzekker akil kalıbından. Bundan şunu anlıyoruz; terbiyeye, en çok aklı başında, sözünün eri, mert insanlar müsait.
Rabbin, sanki senden başka kulu yokmuşçasına seni yetiştirirken, sen de âdetâ O’nun dışında bir Rabbin varmış gibi O’na hizmet etmektesin.
‘Rabb’, mahluku yaratmak ve terbiye etmektir. Bu da mâlik, muslih, mâbud, seyyid, muti anlamlarında Cenâb-ı Hakk için kulllanılır. Allah’tan gayrı için ancak izafetle kullanılır.
Kelime anlamları:
‘Rabb’, lugatta terbiye eden, idareci, başbuğ, mâlik, toplayıcı, küçüğü tedricen besleyip büyüten, ikram eden, ayrılmayan, nimeti artırıp fazlalaştıran, boya, ıtır, hoş koku katarak güzelleştiren, cila, sürme ile güzelleştiren, kötü kokuyu gideren, yağmur yağdırmaya devam eden, yakın olan, besleyen, kavmi toplayan, sahip çıkan, yoğunlaştıran, dost, efendi, düzene sokan, tedbir eden, nimet veren, özünü çıkaran, ahd ve misak alan, ihsan eden, tatlı ve bol su veren, sağlam düğüm yapan, âlim, kâmil, dirlik, bolluk veren, sabırlı vb. Lugat-ı Okyanus
Ayrıca ‘Rabb’, bir şeyi ıslâh edip tamamlayan demektir. Kitapla amel edenlere de bu sebeple Rabbâni denmiştir.
‘Rabb’, hidâyet manasına da gelir:
Tohumdan ağaca, bebeklikten ihtiyarlığa, kekeleyen yavrudan afacan çocuğa, mümeyyize, çalışkan delikanlıya, halsiz ihtiyara, piri fâniye, tüm mahlukatını ana karnından ölünceye kadar muhafaza eden, tekâmül ettiren, ihsan eden, koruyan, başıboş bırakmayan, kemâle ulaştıran, ıslah eden, mâbud, itaat edilen efendi, artıran, tamamlayan, tasarruf sahibi, menfaati celbeden, mazarratı def eden, sahip, terbiye ve ıslah edici, zorlama yetkisine sahip olan, âlemin mürebbisi, bütün âlemin ve eczasının herbirinin Rabbi.
İnayet, zabt (muhafaza), telkin (öğretme), irşad (yönlendirme), terhib (korkutma), terğib (teşvik), taltif, tekdir, terakki, takdir, mâlik, kudreti baliğa (son derece kudret) ile zabt, tedbir ve terbiye eder.
‘Rabb’; gıdalarla besleyen, eğiten, yetiştiren.
İnsanların bedenini yemekle, iç dünyasını rahmetle eğitir.
Âbidlerin nefislerini şeriat hükümleriyle, aşıkların kalplerini tarikat adabıyla, sevenlerin sırlarını hakikat nurlarıyla eğitir.
Allah insanı bazen tavırları ve organlarında var olan güçlü nurların feyziyle terbiye eder.
‘Rabb’ kelimesinin Kur’an’da kullanıldığı manalar:
1- Yaratma, (Âlemlerin yaratanı)
2- Yol gösterme
3- İlâh
4- Sahip, efendi, idareci
5- Eğitmek, öğretmek (Âli İmran, 79)
6- Veli (arka çıkmak, sahip olmak)
7- Şeref sahibi olmak (Saffat, 180)
8- Af ve merhamet sahibi olmak (Kehf, 58)
9- Korumak (Sebe, 21)
10- Dönüp varılacak yer (Necm, 42)
‘Rabb’, birinci babdan masdardır. Allah (celle celâlühû) dâima yetiştirme sıfatı üzere bulunduğundan, mübâlâğa için kendisine masdar kullanılmakla, sanki O, yetiştirmenin ta kendisi olmuş demektir. Çünkü masdar mübalağa ifade eder ('Ömerun adlun' gibi).
‘Rabb’, Kur’ân-ı Kerimde 970 kez geçer.
‘Rabb’ın sıfatı müşebbehe olarak gelmesi, devam ifade eder.
‘Rabb’, canlıların yetişmesinde gösterilen itinaya da işâret eder.
Allah kullarını yetiştirme ve terbiye işinde bazı kanunlarını zorunlu, bazı kanunlarını da ihtiyari kılmıştır.
Zorunlu olanlar; kainatta hakim kıldığı kanunlardır. Kimse çocuk kalma veya yaşlanmama gücüne sahip değildir.
İhtiyari olanlar ise; emir ve yasaklardır. Kul dilerse uyar, dilerse uymaz. İhtiyari konularda Rabbin emirlerine uyan, Rububiyet tevhidini gerçekleştirmiş olur.
‘Rab’ sıfatına Allahu Teâlâ’nın Alim, Semi, Basir, Kayyum, Mürid, Melik ve benzeri bir çok sıfatı dâhil olur. Çünkü bu isim ve sıfatlar Rab sıfatını gerektirir.
‘Rab’, Allah’ın en büyük adlarındandır. Çünkü duâ edenler bu ismi kullanarak çokça duâ ederler. Meselâ Âl-i İmran’ın sonlarında, İbrâhim Sûresi’nde ve diğer sûrelerdeki duâlar böyledir.
Ayrıca bu kelime, her durumda şefkat, merhamet, Rabbe olan ihtiyacı ifade eder. Allah yarattıklarının işlerini çekip çevirdiğinden ve onları terbiye ettiğinden dolayı bu kelime Allah’ın fiil sıfatı olur.
Kabirde bize ilk sorulacak soru ‘Men rabbüke / Rabbin kim?’ olacaktır. Yani dünyada iken yaptığımız, yapmadığımız amellerin Rabbi kimdi? Kimi memnun etmek için giyindik? Ya da giyinmedik? Yedik veya yemedik? Ali Küçük, Besairu’l Kur’an
Burada Allah’ı tanıtırken ilk olarak Rab isminin seçilmesinin sebepleri:
Birincisi, mahlukatın yaratılırken olduğu gibi bu dünyadaki hayatını devam ettirebilmek için de Rab sıfatına ihtiyaç duymasıdır.
İkincisi de, 6. âyette «bizi doğru yola ilet» ifadesine uygun olması içindir.
İnsanların hatalarını, kendinizi Rab yerine koyup araştırmayın.
Her canlıya Allah layık olduğu cevheri verdi
Tırtıl eğer iki diş bulabilseydi ormanı yerdi
Şayet kediler haftada bir gün uçabilse
Bütün serçelerin nesli biterdi. Bekir Sıtkı Erdoğan
✦ «Şüphesiz Rabbiniz, yeri göğü altı günde yaratan, sonra Arş’a hükmedendir. O, gece ile onu durmadan tâkip eden gündüzü bürür. Emrine âmâde olan güneş, ay ve yıldızları da yaratmıştır. İyi biliniz ki yaratmak ve (insanlara) emretmek yalnız ona özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah yüceler yücesidir.» (Â’raf, 54)
✦ ‘Âlem’ ism-i cinsdir. ‘Enam’ gibi müfredi yoktur. ‘Âlemin’ şeklinde Kur’an’da 73 kez geçer. Bunların 42’sinde ‘Rabbil âlemin’ terkibiyle kullanılır.
✦ ‘Âlem’ kelimesinin lugat manaları: Sınır, kesin bilgi, bilgi dalı, desen, başkan, havadis, sonradan olan her şey, emek.
✦ ‘Alâmet ve nişan koymak’ manasındaki a-le-mu, veya ‘bilmek’ manasındaki ilmu kökünden türetilmiştir. Başkasının bilinmesine vesile olan şey, demektir.
✦ Istılahta ise Allahu Teâlâ’nın varlığına alâmet olan, O’nun bilinmesine vesile olan şey, demektir.
✦ Yaratıcı sanatkarını tanıtan Allah’dan gayrı herşeye âlem denir. Araplar indinde âlem başlangıçtan sona kadar yaratılan herşeydir. Ehli nazar indinde sonradan olmuş herşeyin ismidir, Felek, sema, arz ve arasında ne varsa.
✦ ‘Âlem’, duyu veya akıl yoluyla kavranabilen, veya varlığı düşünülebilen, Allah’ın dışındaki varlık ve olayların tamamını ifade eder. Bir görüşe göre de âlem, kainatın türleri ile bütünü arasında müşterek bir mana ifade etmektedir. Çünkü ‘bitkiler âlemi, hayvanlar âlemi’ de denir. ‘Âlem sonradan yaratılmıştır’ şeklinde kainatın tamamı için de kullanılır.
✦ Bir diğer görüşe göre âlem, melekler, insanlar ve cinlerden olan akıl sahiplerini kapsar. Bunların dışındaki varlıkları kapsaması dolaylı yoldandır. Çünkü bu cemi kalıbı akıllılara has bir cemidir. Ebû Ferrâ, Ebû Ubeyde, İbn-i Abbas
✦ Her tür bir âlemdir. Her bir âlem de kendi arasında âlemlere ayrılır. Bütün sınıflar ayrı ayrı âlemdir. Mânevi âlemler, kainat, mahlukat, mevcudat, mümkinat, mâsiva, yaratılmışların tümü, bütün eşya ve varlıklara âlem denir.
✦ Âlem, gayb ve şehâdet âlemi diye ikiye ayrılır. Şehâdet âlemi de ikiye ayrılır: Görünenler, bilinebilenler.
Bilinebilenler:
- Boyutsuz olan namus, akıl gibi şeyler.
- Tek boyutlu olan, zaman, zevk ve sayı.
- İki boyutlu olan, resim ve gölge.
- Üç boyutlu olan, madde
Madde;
İradeli:erkek, kadın.
İradesiz: ruhlu ve ruhsuz
Ruhlu: Bitki ve hayvan
Ruhsuz : Hava, ateş, su, toprak.
✦ ‘Âlem’; hakim, müdebbir, vucud-u Sani’ye delâlet eder.
✦ Âlimlerimiz kelimenin akıl sahiplerine özel cemi kalıbıyla gelmesinden, yaratılan herşeyin kendine özel anlayışı olduğu hükmünü çıkarmışlardır. İbni Kesir
✦ Âlemler sayısızdır. Çünkü Allahu Teâlâ «Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir» (Müddessir, 31) buyurdu.
✦ Âlemler 80 bin tanedir. Kırk bini karada, kırk bini denizdedir. Mukatil
✦ Allah’ın 40 bin âlemi vardır. Doğusundan batısına kadar dünya bir âlemdir. Ebû Said el-Hudri
✦ Allah’ın 18 bin âlemi vardır. Dünya da bu âlemlerden biridir. Vehb b. Münebbih
✦ Cinler bir âlemdir, insanlar bir âlemdir. Bunların dışında yeryüzünün dört bucağı vardır. Bu bucaklardan herbirisinde binbeş yüz âlem vardır. Allah bunları ibâdet için yaratmıştır. Ebû’l Âliye
✽ ✽ ✽
1- Âlem-i A’lâ: En yüce âlem olup kâinatı yaratan Rabbü’l-âleminin Rubûbiyet âlemidir.
2- Âlem-i Berzah: Berzah, iki şey arasına giren engel, iki nesneyi birbirinden ayıran şey demektir. Dünya ile âhiret arasına girdiği için ölüm ânından kıyâmete, insanların tekrar dirilmelerine kadar geçecek olan zamana da Berzah denir.
3- Âlem-i Ceberût: Ceberut; cebir ve zorlama demektir. İlâhi kudret ve irâdenin etkili olduğu âleme denir. Burada insan veya başka hiçbir mahlûkun güç ve irâdesi etkili değildir.
4- Âlem-i Emr: Maddi olmayan, akıl ve hisle kavranmayan âlemdir. Âlem-i emr ile Âlem-i halkın üzerindeki herşey akla ve hisse kapalıdır. Ruh ve melekler bu âleme dâhildir.
5- Âlem-i Ervah: Ruhlar âlemi demek olup, insan ruhlarının beden vâsıtasıyla dünya hayatına kavuşmadan önce ve öldükten sonra bulundukları yere verilen isimdir. Dünyaya gelip insanın bedenine giren ruh dâima bu asli vatanını özlemektedir. Burada yaratılan ruhlar, hem kendilerini, hem de diğer ruhları tanırlar.
6- Âlem-i Esmâ ve Sıfat: Allah’ın isim ve sıfatlarının oluşturduğu âleme verilen isimdir.
7- Âlem-i Halk: Mahlûkat yâni yaratılmışlar âlemidir. Burada sebep ve sonuç ilişkisi geçerli olup, her şey akıl ve duyu organlarıyla bilinebilir. Âlem-i Halk, Âlem-i Emr’e bağlıdır.
8- Âlem-i Kübrâ: En büyük âlem anlamında olup, Âlem-i Ekber de denilir. Âlem-i Kübrâ, kâinat; Âlem-i Suğrâ da insandır.
9- Âlem-i Melekût: Buna gayb âlemi de denir. Mana ve ruh âlemidir. Yalnız düşüncede yaşayan ve görünmeyen varlıkların bulunduğu âlemdir.
10- Âlem-i Suğra: En küçük âlem demektir. Bu da insanın kendisidir. İnsan küçük âlem, âlem ise büyük insandır. İnsan ile kâinat arasında ilişki kuranlar, kâinatta var olan her şeyin bir benzerinin insanda da var olduğunu kabul etmişlerdir.
‘Rabbi’l âlemin’ âyetini okuyan, galaksileri, genetik şifreleri atom çekirdeğini düşünerek, bir buğday tanesinin toprağa düşüşünü ve onun çimlenişini seyrederek hamd etmeli.
✾ Göz vermemiş olsaydı
Eğer Allah rüzgâra göz vermemiş olsaydı Ad kavminin mü’min ve müşrik olanlarını nasıl ayırt edebilirdi?
Dağ ve taşların gören gözü ve işiten kulağı olmasaydı Davud (as) Zebur okurken onun sesine cevap verip yankı yapar mıydı?
Eğer şu yeryüzünün can gözü yok idiyse Karun’u o şekilde neden yutmuştu?
Eğer Hannane direğinin gönül gözü olmasaydı, Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğine Ebû Cehil’in avucunun içinde nasıl şehâdet ederdi?
Ey akıl, sen idrak ve anlayış kanatlarını aç da ‘izâ zülziletil ardu zilzâlehâ’ (zilzal, 1) sûresini oku!
Bu yeryüzü iyiliğe ve kötülüğe dair kıyâmette şehâdet edecektir. Görmeseydi görmediği şeylere nasıl şehâdet edebilirdi?
Allah’tan gayrı bütün varlıklara âlem denir.
Âlem, kainat, bütün yaratılmışlar, mahluklardır. Âleme âlem denilmesinin sebebi, onunla Allah’ın (celle celâlühû) isimleri ve sıfatları bakımından bilinmesidir. Çünkü âlem kelimesi ‘bilmek’ masdarından türemiştir. Tasavvufta çok çeşitli âlem kavramları ve tarifleri vardır.
Araplar indinde ‘âlem kelimesi’ mevcut olan taş, toprak gibi her şeye ıtlak olmaz. Fertlere ayrılmış cümlelerin hepsine ıtlak olunur. İnsan âlemi, hayvan âlemi gibi.
Ayrıca kelime kökü (iştikakı kebir) açısından âlim, bayrak, büyük dağ, alâmet, işâret, amel, parlaklık gibi manaları bünyesinde taşır. Şimdi bunları açıklayalım:
1- Bütün kainatın yegâne sahibi.
Kendi varlık, birlik ve kudretine işâret nişanesi olan her şeyi terbiye eden, yaratan, geliştiren zat.
O Yüce Zâtın yarattığı her şey, bir tertip, bir âhenk ve bir ölçü içinde varlıklarını idâme ettirirken, bir yandan da yarattığı her şeyi Zâtının varlığına, birliğine delil kılmıştır. Zerreden kürreye her şey, bir bayrak gibi sâhib-i hakikisinin, bütün mülkün mâliki olduğunu sembolleştirir.
En küçük, gözle görülmeyen mahlûkunu bile akıl almaz sanatıyla nakşeden, besleyip büyüten, çoğaltıp üreten, hayatını devam ettirerek her şeyi ona temin eden, hayatının her sahasında nasıl hareket edeceğini, ne yiyip ne içeceğini, nerede nasıl yaşayacağını, kendini tehlikelere karşı nasıl koruyacağını telkin edip yönlendiren Âlemlerin terbiye edicisi, elbette her türlü hamd-ü senâya lâyıktır.
2- Bütün âlimlerin Rabbi.
Maddi mânevi ne kadar ilimler ve onları tahsil eden âlimler, bilginler, sanatkarlar varsa, ilim, bilim, teknik adına ne biliniyorsa, bilgiyi de bileni de yaratan, yönlendiren mürebbi.
‘Lâm’ harfinin esre okunmasıyla ‘Âlimlerin Rabbi’ anlamını taşıyan bu yüce âyet, cüz-kül alâkasıyla mecâz-ı mürsel olurken, tağlib tarikıyla da âlimlere verdiği değeri ilân ediyor.
İnsanlar, yaratılış açısından farklı değerler taşımazlar. Farklılıkları, yaptıkları eğitimden kaynaklanır. Kimin bilgisi, hüneri, becerisi ve sanatı daha fazla ve etkiliyse, onun fazileti diğerlerinden üstün olur. «İnsana ancak sâ’y-u gayret ettiği vardır.» (Necm, 39)
İnsan, her hangi bir yararlı iş üzerinde çalışıp gayret etse, inceliklerini öğrenip künhüne vâkıf olsa, o konuda uzmanlaşsa, bilgisi nisbetinde ve o bilginin kullanım alanının genişliği nisbetinde kalite kazanmış, kıymetini artırmış olur.
‘İlim, mâlûma tâbidir’ kâidesini biraz düşünecek olursak, bilinen şey ne kadar kıymetli olursa, bilen o kadar kıymetli olur. Bilinen ya da bilinmeye çalışılan her şey ya O Zâtın kendisidir, ya da O’nun vâr ettiği bir eseri, bir nimetidir. Yarattığı bu eser ve nimetler, kendisine ihtiyaç duyulması açısından kalite kalitedir. «Allah bazısını bazısına üstün kılmıştır» (Nisa, 34) Bu nedenle bilinen şey ne kadar kıymetliyse bilen kimse o kadar kıymetlidir.
Meselâ, kalaycılık da bir sanattır, uçak kullanmak da bir sanattır. İkisi için de bilgi, hüner ve beceri gerekir. Ama birbirine kıyas mümkün mü? Kalaycılık, hem basit bir iştir, onu yapmak için çok eğitim-öğretim gerekmez; hem de zamanımızda ihtiyaç olan bir sanat değildir.
Her gönülde ayrı ayrı sevgin var
Bu kulların ayrı ayrı derdi var
Benim senden başka acep kimim var?
Ben seninle daha mutluyum yâ Rab
Kâinattaki varlıklar üzerinde yapılan inceleme-araştırma sonucu, Yüce Mevlânın sonsuz ilim ve kudretinin çok az da olsa sezilip anlaşılması, yine Rabbimizin bir lütf-u keremi. Fizik, kimya, astronomi, her türlü ilim adamını yaratan, yaşatan, akıl veren, fikir üreten, ilham ve telkin eden, yönlendiren, keşf ettiren, ‘âlimlerin Rabbi olan Allah’tır.
Bu ilimlerle Mevlâsını bulan, O’nun yüce sanatını fark edip Rabbinin sonsuz ilim ve kudreti karşısında hayrette kalan ve O Yüce Sanatkâra aşk derecesinde bağlanan âlimler, ne bahtiyar insanlardır. Ne var ki, O’nun sanatı olan mahlûku üzerinde araştırma yapan, çoğu kez bu işe dalıp gidiyor, «Dalanlarla dalmıştık» (Müddessir, 45) Asıl yaratıcısını tanıma ve düşünme yoluna girmiyor. Zirveye çıkmadan yokuşlarda yorulup kalıyor.
Koca bir ömür tükenip, sermâye bittiği halde kul hâlâ Rabbisini tanıyamıyor. O’na karşı yapması gereken görevleri yerine getiremiyor. Mâdenle, toprakla, ağaçla, yaprakla uğraşırken ömür güneşi batıyor. Şu dünya sahrasına atılan kul, işe yaratıcısını tanımakla başlasa, aklını, fikrini, irâde ve kuvvetini o yolda harcasa, iş başka olurdu. Rabbini tanımak, gönül bahçesine bir tohum olur; itaat suyuyla büyür, meyvesi muhabbetullah (Allah sevgisi) olur.
Rabbini tanımak uğrunda attığı her adım, onu yükseltir, kıymetlendirir. İşte bunun için âşıklar sultanı Yüce Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Allah’ım, Seni tanıyamadığım, mârifetullah elde edemediğim gün üzerine güneş doğmasın’ buyurmuştur. Habibullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) mârifetullah’dan aldığı zevki ve buna olan ihtiyacını, bu Hadîs-i Şerîften anlıyoruz. Yüce Rehber (sallallâhu aleyhi ve sellem), bize yol-yordam gösteriyor. «Nereye gidiyorsunuz?» (Tekvir, 26) Gel Mevlâya Mevlâya, dön Mevlâya Mevlâya.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ferman buyuruyor: ‘Sizin en akıllınız, Allah’dan en çok korkanınızdır.’ Yine buyuruyor: ‘Ben, sizin en çok bileniniz ve Allah’dan en çok korkanınızım.’ Ve Kur’an, âyetiyle ilân ediyor: «Allah’dan ancak âlimler korkar.» (Fâtır, 28)
İlim, mâlûma tâbidir. Sineği bilen, sineği tanır; kumaşı bilen, kumaşı tanır; mâdeni bilen mâdeni tanır. Rabbini bilen, Rabbini tanır. Rabbini bilen, O’nu sever; O’nu seven, O’na itaat eder; O’na itaat eden, O’nun merhametine mazhar olur.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak.
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak. N. Fâzıl
3- Amellerin Rabbi.
Zerreden küreye, yapılan bütün işlerin hammaddesini, kuvvetini, kudretini, ilmini var eden, her ameli ve amel ediciyi yaratıp, yaşatan, yönlendiren.
Bir dut yaprağını arıya yedirip bal yapan, tırtıla yedirip ipek yapan, koyuna yedirip süt yapan, akrebe yedirip zehir yapan muazzam kudret. ‘O her gün bir iş, bir icattadır.’ (Rahmân; 29)
4- Bayrakların, medeniyetlerin Rabbi.
Her ülkeyi temsil eden bayrağa alem denir. Bu nedenle nerede bir medeniyet kuruldu, nerede bir medeniyet yükseldi, nerede çöktü ise, hepsinin Rabbi O’dur.
5- Büyük dağların Rabbi.
Yeryüzünde en çok dikkat çeken, en büyük gözüken varlık yeryüzünün çivisi olan dağlardır. Kiminin başı dumanlı, kiminin alevli, kimi alçak, kimi yüksek, kimi yaylalı kimi yaylasız, kimi yalnız, kimi sıradağ şeklindedir.
Ediplere, şairlere konu olan yüce dağlar... Yeryüzünü ana gibi kucaklamış dağlar... Yeryüzü sularını bünyesinde saklayıp, menbaalayan ve ihtiyaca göre akıtan gözeler, ırmaklar, şelaleler sahibi dağlar...
Yüksek olduklarından yıldırımları sinesine çekip, varlıklara siper olan dağlar... Heybetli, kuvvetli, düşmana karşı siper dağlar...
Vasıfları saymakla bitmeyen dağların ve ona zemin olan yeryüzü ve içindekilerin terbiye edicisi.
6- Parlaklıkların Rabbi.
Işıkların, nurların, güneşin, ayın, yıldızların, feyizlerin, ceryanların, yanan, parlayan, aydınlık veren her şeyin ve ışığa vesile olan maddelerin (atom, petrol, benzin, mazot, yağ, kömür, odun, doğal gaz vs.) Rabbi, yaratıcısı, koruyucusu... Kullanma kabiliyetini öğretip, ilham eden.
Bütün bunların minyatürü olarak ateş böceğini örnek gösteren, âlemleri aydınlatan, gözlere gönüllere nur bahşeden. Sevapları nura çeviren kadir-i mutlak...
Bu kelime ayrıca; çeşitli renklerde dokumak, ileri görüşlü, zarif, zeki, yumuşak, götürmek, göstermek manalarını da içerdiğinden, Âlemlerin Rabbinin kainatı renk renk, mevsim mevsim, iklim iklim donatıp bezediğini, çeşit çeşit bitkileri, rengarenk çiçekleri, böcekleri, şirin kuşları, şırıl şırıl akan suları, akla hayale gelmeyen nice güzellikleri yaratıp, yaşattığını, sergilediğini hatırlatır.
Gökyüzünü sayısız yıldızlarla donatan, hepsini kendi yörüngesinde gezdiren, bütün güzelliklerin sahibi. Yarattığı her şeyin öncesini sonrasını bilen, gören ve hikmetle (insan için akıl kelimesi kullanıldığı gibi, Allahu Teâlâ için de hikmet kelimesi kullanılır) takdir eden, programlayan. Ecelleri tayin eden, ezelden ebede hakimi mutlak olan Zât-ı Zülcelâl. Herşeyi zarif, güzel, muazzam, akılları durduracak mükemmellikte vücuda getiren ve kullarından zarif olmalarını isteyen.
Her varlığa halim, yumuşak davranan merhametliler merhametlisi. İnsan olsun, hayvan olsun bütün analara şefkat duygusunu fazlaca verip, gelecek nesli koruma altına alan. Dostlarını ilim ve hilimle süsleyen Rabb.
‘Âlem’ kelimesinin kökünde, acele yapma, rahatsız etme, bozarak seri yapma manaları da mevcut. Bu yönüyle de Rabbü’l âlemin isterse bir anda her şeyi bozar dağıtır, yok eder. Onun kudreti önüne geçecek yoktur. Bir anda aydınlatır, bir anda gece yapar. Bir anda yaratır, bir anda öldürür. Bir anda verir, bir anda alır. Ve bize kendini şöyle tanıtarak duâ öğretir:
«De ki: "Ey mülkün sahibi olan Allah'ım!
Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.»" (Al-i İmran; 26)
Tüm bunları irade, kudret, sonsuz ilim ve hikmetiyle yerli yerine yapar. Nimetlerine şükretmeyen nankörlere de haddini bildirir. Bunun için kitabına hürmeti telkin ederek başlıyor.
Benim Mevlâm
Ariflerden biri, atı üzerinde böbürlenen birini görür ve sorar:
- Neden böyle böbürleniyorsun?
- Ben sultanın (padişahın) kölesiyim!
- Öyleyse ona olan yakınlığının derecesini bana anlat!
- Yalnız olduğu zaman ona eşlik ederim. Uyuduğu zaman da onu korurum. Acıktığında ona yemek getiririm. Susayınca kendisine su veririm, o her gün bana üç kere bakar.
- Pekala, bu görevlerinden bir tanesini ihmal etsen sana ne yapar?
- Döver!
- Peki ya bir suç işlersen?
- Cezalandırır!
- Öyleyse benim senden daha çok övünme hakkım vardır. Çünkü benim Mevlâm bana yedirir, içirir, yalnız kaldığımda hiç ayrılmaz. Üstelik suç işlediğimde beni bağışlar. Senin mevlân sana günde üç kere nazar ediyorsa şunu iyi bil ki benim Mevlâm bana yüz altmış defa bakmaktadır.
- Çok doğru söylüyorsun! Ben de bu andan itibaren senin Mevlânın hizmetinde olacağım! der ve atından iner. Üstündeki allı pullu elbiseleri çıkartıp yerine gayet mütevazı bir elbise giyer. Sultanın hizmetini terkedip Vahid ve Mennan olan Allah’ın hizmetine koyulur. (Kitabul Akaik’den)
7- Hudutların, Sınırların Rabbi.
İki ülke, iki şehir, iki köy, iki bina, iki bahçe arasına sınır yapılarak insanların ulu orta girmeleri, başkasının mülküne tasarruf etmemeleri, koruma altına alınmaları ve daha birçok faydalar için sınırlar koyulur. Sınır boyu askerler, polisler, bekçiler tayin edilir, korunmaya alınır. Bugün toplu konutlarda bu koruma sistemi yaygınlaşmış durumda.
İşte şahsın bedeninden yani en küçük birimden başlayarak bütün bir varlık bu koruma sistemi altındadır. Görünürde korumalar olduğu gibi görünmeyen nice nurani varlıklarla kainat korunmakta, her bir âlemin sınırı, askeri, silahı kendi nevine münhasır biçimde hudutlar içinde muhafaza edilmekte.
Cenâb-ı Hakk sonsuz kudreti, ezeli ilmi, geniş rahmetiyle bütün varlıkları akıl almaz kanun ve tüzükleriyle idare eder. Tayin ettiği malum zamana kadar varlıklarını sürdürebilmeleri için gereken tüm ihtiyaçlarını hiç ertelemeden en mükemmel bir şekilde karşılamaktadır.
Ecel denen sınır taşıyla iki dünya arasında irtibat kurup saati saatine ertelemeden, ileri almadan âlem-i dünyayı doldurup boşaltmaktadır.
Ali dede ebedi yolculuğuna çıkarken torun Ali hayata gözlerini açmakta, biri kefenini giyerken diğeri kundağına sarılmakta. Tek ortak yönleri her ikisi de yalnız, elbisesiz, hiçbir şeysiz gelip gidiyorlar. Ecel denilen posta treni kimini getirirken kimini götürüyor. Kimini güldürüp kimini ağlatıyor. Aldığı ezeli komutla, kimi nerede, saat kaçta alacağını, kimi nerede bırakacağını biliyor.
İşte âlem kelimesi ‘iki yer arasındaki sınır’ anlamıyla Kur’ân-ı Kerim’de çokça geçen ‘ecelin müsemma’nın müradifi olmaktadır.
8- Nişanların, alâmetlerin Rabbi
Alem, yollara nişan için dikilen kilometre levhaları anlamına da gelir.
İnsan tutturduğu bir yolda almış başını giderken nereye geldiğini fark edemeyecek bir gafletle yol alır. Cenâb-ı Hakk ömür dilimleri arasında zaman zaman şefkat tokatları, rahmet serpintileri ile kullarını uyarır. Yaşını, maaşını, sorumluluklarını hatırlatır. Bu hatırlatma âlemin bin bir türlü halleriyle olduğundan bu manaları içine almaktadır.
Hakimiyeti, hikmeti, rahmeti, kudreti ile akıllara hayranlık veren Rabbimiz, yarattığı herşeye birlik nişanını koymuş, vahdet imzasını atmıştır. Varlıkları cins cins ayırmış, her cinsi nevilere bölmüş, hepsinin hangi türden olduğunu belirten özelliklerle bezemiş.
Mesela ‘Kuş’ denince herkesin gözünde canlanan tek bir şekil geliyor akla. Bu şekli her bir cinste görüyoruz. Nevileri, boyutları ayrı olsa da kuş cinsi olduğu belli.
İnsan denilince gözümüzde bir tip canlanıyor. Irkları, renkleri, dilleri, fizikleri ayrı ayrı olsa da onları ‘insan’ ismi altında toplayan alâmet-i farikası ondan hiçbir şekilde ayrılmıyor. Çokluk içinde birlik her zaman müşahede ediliyor. Her nesnede, her lahzada ‘La ilâhe illallah’ damgası görülüyor.
Ezelde Allah (celle celâlühû) vardı. O’ndan önce hiçbir şey yoktu. Allahu Teâlâ, kainatı yaratmak murat etti de; önce Arşı, sonra suyu, rüzgarı, yeryüzünü, gökyüzünü, bitkiler ve hayvanları, melekleri, cinleri yarattı. Meleklerin kainattan önce yaratıldığı rivâyeti de vardır. En sonunda Âdem (as)’ı yarattı. Onun eğe kemiğinden de Havva validemizi yarattı.
Allah (celle celâlühû), yokluğa Hz. Muhammed nurunu tohum olarak attı. İşte bu varlık, ondan meydana geldi. Arş-ı azamdan bize doğru uzanan ve yokluğa atılmış Hz. Muhammed çekirdeği üzerinde boy salan kainat ağacı meyve verdi. O meyve insandır. O meyvenin meyvesi de insanlığın hülasası Allah’ın ‘safi, öz, hülasa’ manasına Mustafa adını verdiği Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’dir.
Allah (celle celâlühû), celâliyle kainatı çalkalıyor, bir ağaç meydana getiriyor. Rahimiyyetiyle bizlere irade veriyor; kainatın manasını, büyüklüğünü anlamaya muvaffak kılıyor.
Âlemdeki Canlılık
''Hava da, su da, kıvılcım saçan ateş de bize karşı habersiz, cansız, duygusuz gibi duruyorlar. Fakat Allah’ın emrini yerine getirmek için bekliyorlar. Çünkü onların her şeyden haberleri var, her şeyi biliyorlar, görüyorlar.
Âlem de donmuştur. Adı ‘cemad’ (cansız) olmuştur. Üstadım cemad donmuş demektir. Mahşer güneşi doğuncaya dek sabret de âlem cisminin hareketini gör. Mûsâ’nın elinde asa yılan oldu ya… Bütün âlemi de buna kıyas et. Allah senin bir parça topraktan ibaret olan varlığını nasıl insan yaptı. Bütün toprakları ve cansız sandığın şeyleri de böyle bilmek ve tanımak gerekir.
Gördüğümüz cansızların hepsi de bu âleme göre cansızdır, ölüdür, hakikat âleminde canlıdır. Burada susup duruyorlar, ama orada konuşmaktadırlar. Allah onları hakikat âleminden bizim tarafa gönderince Mûsâ’nın asası gibi bize karşı ejderha kesilirler.
Dağlar Davud’un sesine ses verir, onunla birlikte ilâhi okur, demir bile onun avucunda mum gibi yumuşar. Rüzgar Süleyman’a hamal olur, onu taşır. Deniz Mûsâ’ya söz söyler, onunla konuşur. Ay Ahmed’in işâretini, emrini anlar ve ortasından ikiye ayrılır. Nemrud’un ateşi İbrâhim’e gül bahçesi olur. Toprak Karun’u ejderha gibi sömürüp yutar, Hannane direği akıl, fikir sahibi olur.
Efendimizden ayrı düşünce ağlar, inler. Taş Ahmed’e selâm verir. Dağ Yahya’ya söz söyler.'' Mevlana
Cihanın bütün cüzleri, parçaları avama göre ölüdür. Fakat Hakk’a karşı canlıdır, bilgi sahibir, O’na sahip olmuştur. Bu hakikati bildirmek için Cenâb-ı Hakk âlem kelimesini cemi müzekker sâlim akil kalıbında getirmiştir.
Hikmet Âlemi
Cenâb-ı Hakk’ın eser ve fiillerindeki incelikleri, hikmetleri bugün sadece Müslümanlar değil gayr-i müslimler bile anlayıp itiraf etmekteler. Batıdan doğan fen güneşi, hergün Allah’ın eserleri üzerinde yaptıkları incelemelerden ortaya çıkan hikmet-i ilâhiyi belgesellerle yayınlayarak bilmeden âlemi var eden ve en güzel şekilde besleyip idare, idame eden Sultanlar sultanının eserleriyle tanınmasını sağlıyor.
Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurduğu gibi; ‘Allah isterse, bu dini facirler vasıtasıyla da yükseltir.’
Hayyu’l Kayyum esrarı ile âlemi en güzel şekilde düzene koyan Rabbimiz bir kar tanesine varıncaya kadar herşeyi özenerek nakış nakış işlemiş. Ve bunu çok seri olarak gerçekleştirmiş ve gerçekleştirmektedir. Herşey miktarıyla, şekliyle, boyutuyla, rengiyle ve bütün vasıflarıyla yerli yerine düzenlenmiş.
Cenâb-ı Hakk, kanın içinde olması gereken karışımları belirli bir ölçüde düzenlememiş olsaydı bugün tahliller nasıl, neye göre yapılırdı? Asıl değerlerin ölçüsü bilinmeseydi şeker, kolesterol, tansiyon neye göre ölçülecek, vücuttaki hastalıklar neye göre tespit edilecekti?
Her sanat sahibi, Allah’ın hangi sanatı üzerinde çalışıyorsa bu yüce kudreti görmekte ve hayranlığını gizleyememektedir. Bir elmanın içinde demiri, vitamini, karbonatı cem ettiği halde güzel kokusundan, renginden, şeklinden hiçbir taviz vermeden en güzel şekilde, mevsimini hiç geçirmeyen, herşeyde Seriu’l hisab (hesabı çok çabuk olan) yüce kudret karşısında saygıyla, muhabbetle, hayranlıkla eğilmekten başka ne gelir elimizden?
✧ «Kime hikmet verilirse ona çok hayır verilmiştir.» (Bakara, 269)
✧ Hikmet, şerefli (itibarlı) kimsenin, (itibar) şerefini artırır ve köle olan kulu, hükümdarlarının meclislerinde oturacak kadar yükseltir. Hadîs-i Şerîf
✧ Hikmet, doğru ve hızlı karar verebilmek, doğruya iletmektir. Ruhların sükun ve güvenliğinin son durağıdır. Kettani
✧ Hikmet, dört şeyle fışkırır:
1- Günaha nedamet,
2- Ölüme hazırlık,
3- Midenin boş olması,
4- Zahidlerle sohbet.
✧ Hikmet her işi yerli yerinde yapmaktır, anlatılanlardan hisse almaktır, mutedil olmaktır.
✧ Hikmeti al, hangi kutudan çıkarsa çıksın, sana zarar vermez.
✧ Câhillerin yanında hikmetli şeyler konuşmayın; hikmete zulmetmiş olursunuz. Hikmeti ehlinden de esirgemeyin; zîrâ onlara zulmetmiş olursunuz. Birbirinize zulmetmeyiniz. Zâlime zulmü ile karşılık vermeyiniz, faziletinizi götürür.
İlim, mal ve şeref arkadaş olmuş gidiyorlardı. Yolun sonuna varınca ilim dedi ki:
- Ben şu mektebe gidiyorum, beklerseniz geri dönerim.
Mal da dedi ki:
- Ben de şu köşke gidiyorum, beklerseniz geri dönerim.
Söz şerefe gelince o da şöyle dedi:
- Ben sizin gibi değilim, bir gidersem bir daha geri dönemem.
Hikmet âlimleri şu notu koymuşlar:
- Şerefinizi koruyacak bir dikkat ve dürüstlük içinde olun. Zira onu bir kaçırırsanız bir daha zor geri getirirsiniz.
’Rabbü’l âlemin’de geçen ‘Âlem’ kelimesi hakkındaki görüşlerden biri de şudur: Âlemle kastedilen sadece insanlardır. Çünkü küçük âlem (alem-i suğra) sayılan her insan, büyük âlem olan kainattaki maddelerin ve renklerin birer misalini taşır. Nasıl her âlem başlı başına Yüce Yaradan’ın varlığının, birliğinin ve eşsiz kudretinin delilidir. İşte bundan dolayı insan hem kainatı, hem de kendini inceleyip ibret almakla emrolunmuştur. Ve beden bu âlemde bir şirket vaziyetindedir. Sermayeleri ise istidatlarıdır.
Allah (celle celâlühû), insanı kâinatın fihristi, efendisi kılmış. Ona Emâneti Kübra’yı yüklemiş, hilâfet istidadı vermiş, ‘Siz benim hâlifemsiniz’ buyurmuş, din-i ilâhiyi yaşayıp, anlatacaksınız. Cenâb-ı Hak kendi gözükmediği için, gözüken kullarını hâlifesi kabul ediyor. ‘Her müslüman din eğiticisidir, din görevlisidir.’ O hâlde bizim makamımız, rütbemiz Allah katında çok yüksek.
Bu rütbenin kadrini bilip iyi değerlendirmeliyiz. Bu görevi hacı, hocanın işi sanıyoruz, halbuki hepimiz mes’ulüz.
‘Hepiniz çobansınız.’ ‘Hepiniz raiyesinden mes’uldür. ‘Nefsinizi ve ehlinizi ateşten koruyun.’ Emirleri küllidir. Kendimizi, çocuklarımızı, ailemizi koruyup, kadroyu genişletmeliyiz. Bir ağaç tomruğu kesilince iç içe halka halka büyüyor. İşte aynen tebliğ o şekilde olmalı, kendimizi, çocuklarımızı daireyi genişletip, akrabalarımızı, komşularımızı, sonra çevredeki müslümanları, sonra İstanbul müslümanlarını, Türkiye müslümanlarını ve dünya müslümanlarını... Öyle genişledikçe genişleyecek ama baştan kendimizden başlamalıyız. Kendimizi düzeltirsek çok şeyleri elde etmiş oluruz biiznillahi Teâlâ...
İnsan: Rabbânî nimetleri unutan, huy ve ahlâkı yüksek, eğlendirmek, avutmak, hissetmek, görmek, işitmek, bilmek, cana yakın, sempatik, mahlûkatın gözbebeği manalarına gelir.
İnsan kelimesi unutan, ünsiyet eden anlamında, hem tekdir hem takdir manasını içerir.
Tekdir; nasıl olur, kul olup da unutursun!..
Tevbih; seni mazur görüyorum unuttun. Unutmasaydın yapardın, şeklinde bir mana ifade eder.
Dünya Allah’ın tarlası, insanlar tarlanın ürünleri, ölüm tırpanı, Azrail biçicisi, kabir toplandığı yer, kıyamet harman yeri, cennet ile cehennem de ekinlerin ambarlarıdır. İnsanların bir bölümü cennete bir bölümü cehenneme gider.
İnsanlar bir çok nevidir: Tatlı bir rüzgar gibi hayatını yaşayan kimseler vardır ki üfler menfaat verir ve selâmetle eser. İnsanlardan bazıları da vardır ki, dünyada fırtına gibi eser hiçbir şeyi sağlam bırakmaz. İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, çalışır, kazanır ve kuvvete dayanır, imar ve tamir eder. İnsanlardan bir kimse de vardır ki gelir ve gider, kendisinin bir eseri olmadığı halde, onun için bir kıymet yoktur. Hayatının da ölümünün de bir manası yoktur. O halde sen hangi insanlardan olmayı istiyorsun?
İnsan ne durumda bulunursa bulunsun, daima iyinin özlemi içindedir. İnsanın gizli ve saygın tarafı budur. İnsan küçümsenmekten ve dışlanmaktan hoşlanmaz. Bu nedenle önemli olan insanlar, herkesin önemli olduğunun farkındadırlar.
✧ Ey insan, sen küçük bir cisim olduğunu iddia edersin, ama en büyük âlem senin içinde gizlidir. Hz. Ali
Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinden
✧ İnsanlık derecesine ulaşmak için:
1- Nimet kapısını kapatıp, şiddet ve sıkıntı kapısını açmak.
2- İzzet kapısını kapatıp, zillet kapısını açmak.
3- Rahatlık kapısını kapatıp, cehd ve gayret kapısını açmak.
4- Uyku kapısını kapatıp, uykusuzluk kapısını açmak.
5- Zenginlik kapısını kapatıp, fakirlik kapısını açmak.
6- Tûl-i emel kapısını kapatıp, ölüme hazır olma kapısnı açmak.
✧ İnsan şişirilmiş tulum gibidir; ağzı açılınca söner.
✧ İnsanlar üç kısımdır. Bir kısmında, kalp, göz, kulak vardır, hakikati görmezler, bunlar kâfirlerdir. Bir kısmı, vücutları vardır, ruhları şeytandır, bunlar münâfıklardır. Bir kısmı da melek gibidir, kimseye zarar vermezler, bunlar da müminlerdir.
✧ Bozulduğu zaman insandan daha korkunç yaratık yoktur.
✧ Bana benzemeyen kişi, incitmek şöyle dursun, zenginleştirir beni çünkü insandır, ortak yanımız.
✧ İnsan iç dünyadır. İnsan, ruh, kalp, görüş ve duyuş zenginliğidir. Erdemin güce dönüşü ancak insanın elindedir.
✧ İnsanlar üç sınıftır; tam adam, yarım adam, sıfır adam.
✧ İnsanların bazısı gıda gibidir, her zaman lazımdır. Bazısı ilaç gibi, bazen lazım olur. Bazısı hastalık gibidir, hiç aranmaz.
✧ İnsan, her zaman kahraman olamaz ama, her zaman insan olabilir.
✧ İnsan bir an olur ki, kurtluk zuhur eder; bir an olur, ay gibi Yusuf yüzlü bir güzel haline gelir.
✧ İnsan, insanla yeşerir.
✧ İnsanda öyle bir kabiliyet vardır ki, sadece insanları değil, hayvanları bile terbiye eder. İnsan bu kabiliyetini kendi nefsi için kullanmalıdır.
✧ Köpeğe insanın huyu geçer, nihâyet çoban olur, av avlar, yahut sürüyü korur.
«Kudretimizle’ yapısını bizzat üstlendiğimiz, hiç kimsenin müdahalesi ve ortaklığı olmadan ‘kendileri için’ ve faydalanmaları için ‘nice hayvanlar yarattığımızı görmediler mi?» (Yasin, 71) yani, düşünmediler ve görme derecesinde yakînen bilmediler mi?
Söz konusu hayvanlar, deve, inek, koyun ve keçi gibi yürüyüşlerinde hafiflik ve yumuşaklık bulunan hayvanlardır. At, katır ve merkep bu kapsama girmez. Çünkü bunların yere basmaları ağır ve şiddetlidir. Allah (celle celâlühû) burada, kendisinin yarattığı madenler, bitkiler ve diğer hayvanlar arasından bu hayvanları özellikle anmıştır. Çünkü onlarda, devede olduğu gibi yaratılış orijinallikleri; inek, koyun ve keçide olduğu gibi pek çok faydalar söz konusudur. Bu nedenle ‘onlar’ mâlik kılmamız sayesinde ‘bunlara’ yani bu hayvanlara, ‘sahip oldular,’ tasarruf hakkına mâlik oldular. Artık onlardan istedikleri gibi yararlanabilirler ve kendilerine bu konuda başkaları karışamaz.
İki milyon hayvan türü vardır. Hayvanların midelerinde et ve kemiği sindirecek mayiler, asitler vardır.
Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında bir defâsında çekirgeler azaldı. Hz. Ömer bunun hikmetini sordu, cevap alamayınca üzüldü. Sonra Yemen’e, Şam’a, Irak’a adamlar göndererek, çekirge olup olmadığını araştırdı. Yemen tarafına gönderdiği bir kişi bir avuç çekirge getirdi. Hz. Ömer çekirgeleri görünce ‘Allahu Ekber’ diye üç defâ tekbir getirdi. Sonra şöyle dedi:
- Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu işitmiştim: ‘Allah (celle celâlühû) bin tane ümmet yaratmıştır. Bunların altı yüzü denizde, dört yüzü karadadır. Ve bu ümmetlerden ilk helâk olacak çekirgelerdir. Onlar helâk olunca, ipi kopmuş boncuklar gibi diğer ümmetler de ard arda helâk olacaklardır.’
Hayvanlar en anlayışlı dostlardır; ne soru sorarlar, ne de kusur kabahat bulurlar.
Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
O zümrüd tahta kondun, bir semâvi saltanat kurdun;
Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun. M. Âkif
Ufi denen bir yılan cinsi, yüz yaşına varınca kör olur. Allah ona zeryane denen yaş bir bitkinin yaprağını gözlerine sürmesini ilham eder. Ta ki, gözleri açılsın. Kör olduğu o ıssız yerle zeryane bitkisinin bulunduğu yer arasında uzun bir mesafe vardır. Mesafenin uzunluğuna ve körlüğüne rağmen yolları kat eder, zeryane ağacına ulaşıncaya dek bahçeleri geçip şaşmadan hedefe ulaşır. Ağacın yaprağını gözlerine sürer ve Allah’ın izniyle gözleri açılır.
Timsahın yiyecekleri çıkaracak dübürü yoktur. Yediği şeylerin artıkları ancak ağzından çıkar. Allah bu iş için ona bir kuş tahsis etmiştir. Kuşun gıdasını Allah, bu artıklar olarak takdir etmiştir. Timsah bu kuşu gördüğü zaman ağzını açar, kuş girer ve içeridekileri yer.
Deve ve merkep akşam karanlığında yola çıksalar, ikinci defa aynı yoldan hiç hatasız geri dönerler.
Fare ile akrep bir cam kavanoza konsa, fare akrebin iğnesini koparır ve böylece onun ısırmasından emin olmuş olur.
Fare kuyruğunu yağ şişesine sarkıtır. Sonra kuyruğuna bulaşan yağı yalar.
Balık: Allahü Teâlâ, balıkların suda kolayca gidebilmeleri için yüzgeçler yaratmıştır. Suda boğulup ölmemeleri için akciğer yaratmamıştır. Su içindeki oksijeni alabilecek solungaçlar yarattı. Balığın ayağı olmadığı halde suda çok süratli hareket edebilir. Deniz üzerinde uçan kanatlı balıklar da vardır.
Mürekkep balığı tehlikeyi sezdiği zaman, derhal bir boya ifraz ederek görünmez olur, nereye gittiği anlaşılamaz.
Bukalemun, hareket kabiliyeti az olduğu için düşmanlarından kaçamaz. Fakat Allahü Teâlâ ona renk değiştirme hususiyeti vermiştir. Kırmızı, yeşil veya sarı renge bürünebilir. Bulunduğu yerin rengine uyarak, kamufle olur, düşmanlarından korunabilir.
Gözleri her tarafa dönebilecek şekilde yaratılmıştır. Bir gözüyle karşısına bakarken, öteki gözüyle de arkasını görebilir. Vücudunun uzunluğu kadar dili vardır. Arkasındaki avına kolayca ulaşabilir, dilini bir ok gibi fırlatır. Dilinin ucu yapışkan olduğundan avını hemen yakalar. Dilin ucundaki yapışkan kısma isabet eden avın kurtulma ihtimali yoktur.
Karınca, sellerin zarar vermemesi için yuvasını yüksek yere yapar. Karınca kendisine zahire biriktirmek için çalışır. Yerin rutubetli olduğunu hissederse daneyi ikiye böler ki, çatlayıp filiz çıkarmasın. Şayet rutubet daneye sirayet ederse onu, kurusun diye güneşe çıkarır.
Bir karınca kendinden 52 kat ağır olan yükü taşımaktan çekinmez.
Tilki, üzerine bir sinek ve üvez toplanınca bir deri parçası alır, suya dalar. Sinekler deride toplanınca deriyi suya atar ve kendisi sâlimen çıkar.
Karasinek, altı ayaklı olarak yaratılmıştır. Dördü ile yürür, ikisi yedektir. Yürüdüğü ayakları çamurlanırsa yedek ayakları ile bunları silip kurular.
Örümcek, yuvasını yapmak ve avına tuzak kurmak için ağ deposu ile yaratılmıştır. Kurduğu ağ, sineklerin ve bazı böceklerin ayaklarına takılır. Örümcek, tuzağa yakalanan haşereyi, sıvı bir madde ile etrafını sararak, her an taze yiyebilmek için konserve haline getirir. Acıkınca biraz yer, sonra yediği yeri mumyalar.
Tahtakurusu, kan emmek için, ısı ve koku alma yolu ile kan emeceği insanı tanır. Çünkü hassas bir anteni vardır. Bununla, hafif bir ısının yol açtığı hava dalgasını fark eder. Kanını sevdiği bir insanın etrafına birkaç sıra kanını sevmediği kişilerden barikat kurulsa, tahtakurusu hepsini geçip kanını sevdiği insana gelir.
Allahü Teâlâ, deveyi çöl şartlarına uygun yaratmıştır. Ayaklarının tabanı yastık gibi yumuşak olduğundan, diğer hayvanların aksine kuma batmaz. Kum fırtınasında kumların burnuna kaçmaması için burnu hemen kapanacak şekilde yaratılmıştır.
Deve, uzun müddet yiyip içmeden yaşayabilen bir hayvandır. Çölde aç kalınca, vücudundaki yağları yakarak lüzumlu gıdasını temin eder. Hörgücü yağ deposudur. Uzun çöl yolculuğunda yedek gıda deposu olan hörgücünün yavaş yavaş azaldığı görülür. Böylece kendi kendini besleyebilir.
Devenin, ikinci mühim hususiyeti de susuz yaşayabilmesidir. Kızgın kumlar üzerinde ağır yükün altında bir hafta su içmeden yol alabilir. Devenin hörgücü aynı zamanda bir su kaynağıdır. Aklın almadığı kimyevi hadiseler neticesinde, hörgüçteki yağ suya da dönmektedir. Yağ, hem gıda, hem de su ihtiyacını karşılamaktadır.
Nemli bir yere çöken deve, ihtiyacı olan suyu, yerin neminden alır. Tüyleri, güneşin sıcaklığını yansıtabildiğinden, sıcağın yakıcı tesirinden korunarak su ihtiyacı hissetmez. Devenin başka bir özelliği de, vücuttaki suyun kaybolmaması için hemen hemen hiç terlemeyecek şekilde yaratılmasıdır.
Otlarken dilini çıkarmadığı için su kaybı daha az olur. Az idrar çıkarır. İdrardaki ürenin çoğu yeniden protein yapılarak hem gıda, hem de su kazanmak için karaciğerinden geçer. Bütün bunları yaratan Rabbü’l Âlemin’dir.
Seher vakti kumrular, söyleşirler rızk için
Göğü süsler turnalar, vaktidir şimdi göçün
Rengarenk kelebekler, haydi özgürce uçun
Kırlangıç yuvasına, dalsan kuşlar ne güzel (Alıntı)
Kuşlar baştan aşağı yaratış harikasıdır. Allahu Teâla Fazla soğuk ve sıcaktan etkilenmemesi için kuşun vücudunu tüylerle kaplı olarak, ayak derilerini de kalın ve dayanıklı olarak yaratmıştır. Kuşların ayak derileri de tüylü olarak yaratılsaydı, çamura girince çamur tüylere yapışıp uçuşa mâni olurdu. Tüyler, uçuş esnasında kolayca kopup kuşlar çıplak kalmasın diye, deriye çok sağlam raptedilmiştir. Bunun gibi, yağmurdan etkilenmeyecek biçimde tüyleri kaygan bir özellikte yaratmıştır.
Kuşlardaki kalın tüyleri tutan kemiğimsi çubuk olmasaydı, tüyleri bütün vücutta kıl gibi bitseydi, rüzgara karşı mukabele edemezdi. Tüyleri tutan çubuk kalın olduğu halde içi boş olduğundan uçuşa mâni değildir. İçi boş olduğu için de kolay kolay kırılmaz.
Allahü Teâlâ, her cins kuşa, beslenmelerine uygun şekilde gaga yaratmıştır. Gaga, keskin olduğu için bıçak vazifesini görür. Gaga ile parçalanıp yenen şeyler, karındaki yüksek ısı sayesinde gayet ufak olarak öğütülür, böylece dişlere lüzum kalmaz. Kuşlar çiğnemeden yutarlar. Taşlıkları hazmederler.
Cenâb-ı Hakk, kuşların üremesini yumurtlama yoluyla yapmıştır. Eğer yavrusunu karnında yaratmış olsaydı, bu hâl, kuşun uçmasına mâni olurdu. Kuluçka müddeti boyunca yumurtaların üzerinde yatması kuşa ilham olunmuştur. Güvercinler, kuluçkadaki yumurtalar soğuyup bozulmasın diye biri çıktığı zaman diğeri ona vekalet ederek kuluçka müddetince nöbetleşe yumurtalar üzerinde yatarlar. Sanki kalkınca yumurtaların bozulacağı kendilerine öğretilmiştir. Kuşlara bunları kim öğretmiştir? Bütün bunlar Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin tezahürüdür.
Rabbimiz Leylek gibi uzun ayaklı kuşların suda kolayca gıdalarını almalarını sağlamak için boyun ve gagalarını da uzun yaratmıştır. Ayaklar uzun olduğu halde boynu kısa olsaydı veya ayakları kısa olduğu halde boynu uzun olsaydı gıdalanmaları mümkün olmayacak kadar zor olurdu. Mesela gagası kısa olsaydı, su içinde boğulabilirdi.
Göçmen kuşlar, uygun rüzgarlar bulabilmek için yerden 6 km yukarılara kadar çıkarlar. Yiyecek bulmak ve soğuktan korunmak için göç ederler. Seyahate çıkmadan önce vücutlarına yağ depo ederler. Yağın, aynı miktardaki protein ve karbonhidrata göre iki misli enerjiye sahip olması, kuşlar için en iyi bir yakıt olmasına sebeptir. Kuşlar, eski yuvalarını bulmak için Güneşi pusula olarak kullanırlar. Sisli ve bulutlu havalarda ise, yerin manyetik sahasını, geceleri ise yıldızları pusula olarak kullanırlar. İnsanlar frekansı 160 binden az olan sesleri işitemediği halde, kuşlar rahatça işitebildikleri için yollarını kolayca bulabilirler.
Amerika’da ötleğen denilen kuşlar, Kanada’daki yazlık yuvalarından, 4-5 bin km.lik bir seyahatten sonra G. Amerika’daki kışlıklarına ulaşırlar. Üç gün, hiç durmadan kafile halinde uçarlar.
Ayrı bölgelerde yaşayan iki aynı kuş, aralarında lehçe farkı bulunduğundan birbirleriyle anlaşamadıkları tespit edilmiştir. Aynı ve ayrı bölgelerin erkek kuşlarının sesleri kayda alınmış, ayrı bölgede yaşayan kuşun sesine hiç alâka duymadığı, fakat kendi bölgesindeki kuşun ötüşüne alâka duyduğu tespit edilmiştir.
Memeli hayvanlar içinde uçabilen tek hayvan yarasadır. Yarasa ses dalgalarına karşı çok hassastır. 200 bin frekanslı sesleri rahatlıkla duyar. Halbuki insan, azami 20 bin titreşimi ses olarak duyar. Karanlık gecede rahatlıkla bir yere çarpmadan uçar. Uçarken, kanat çırparken insanların duyamayacağı yüksek frekanslı sesler çıkarır. Bu sesler bir cisme çarpınca hemen yarasaya geri akseder. Yarasa bu cisimlerin hareketli veya sabit olduğunu anlar. Ona göre vaziyet alır. Bu sayede avını yakalar, düşmanından kaçar.
Yarasa çevresindeki cisimlerden yansıyan süpersonik sinyaller sayesinde, gözleri kör olduğu halde, birkaç düzine piyano telinin gerildiği karanlık bir odada bir tek tele bile sürtünmeden serbestçe uçup gider.
Yarasa, dinlenirken baş aşağı durur. Kanatları ile vücudunu öyle örter ki, yağan yağmurlar kanatları üzerinden aşağı akarak vücudu ıslatmaktan korur. Kapalı yerlerde de tavana yapışıp baş aşağı durur.
Yarasa, kışlık yiyeceği koyacak yer bulamaz. Kışın aç kalmamak için Allahü Teâlâ bu çeşit hayvanlara kış uykusu ihsan etmiştir. Yarasa, kış uykusu esnasında vücudundaki yağı azar azar tüketir. Yağ tabakası aynı zamanda hayvanın üşümemesini sağlar.
Her hayvanın yaşaması için çeşitli imkanlar yaratan ve hayvanlardan çeşitli şekilde istifade sağlayan hikmet sahibi Rabbimize hamd olsun!
Yeryüzü canlıya meydan, hurma, hububat, hem reyhan
Herkes için hodr-i meydan, ikram üstüne ikram. M. Balcı
Rengarenk çiçekler, ağaçlar, meyveler, yeşilin her tonundan yapraklarla müthiş bir uyum içinde. Bakmaya doyulamayan manzara nakış nakış, ilmek ilmek dokunmuş sanat-ı ilâhi. «(Ey Müminler! Deyin ki, biz Allah'a iman ettik, o da bizi) Allah'ın boyası (ile boyadı bizi iman'ı ve Hakkı kabul etme kabiliyeti üzere yarattı) boya bakımından Allah’tan daha güzel olan kimdir?» (Bakara, 138)
Hele insanı mestu hayran eden ıtırlar, kokular, güller, leylaklar, yasemenler, fesleğenler, karanfiller, isimlerini bile saymaktan aciz olduğumuz nazenin nimetler. O çiçeklerdeki modeller, yapraklarındaki şekiller, pırıltılar. Sapın yaprağa, yaprağın çiçeğe muhteşem uyumu, bin bir çeşit cennetten dünyamıza tanıtım amacıyla gelmiş envai çeşit çiçekler. Hepsi nakkaşı âlemi, Rabb’ül müsteanı, Kebiru’l müteâli remz ediyorlar, gören göze, duyan kulağa, ayık kalplere.
Bütün bu güzellikleri dört mevsim devam ettiren yüce Sultan, yeryüzünün, toprak ananın itiyacı olan suyu gökten her bir damlasını muvazzaf meleklerle indirirken hiçbir goncayı incitmeden indirmesi, O’nun re’fetini, rahmetini, takdirini, Rabliğini göstermiyor mu?
Bir tek sudan sulanan topraktan üç bin çeşit nebatı var eden kudretin, her birine ayrı lezzet, ayrı renk, ayrı şekil vermesi akıllara durgunluk veriyor. “Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar vardır. Üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir tek su ile sulanır. Halbuki meyvelerinde birini öbürüne üstün kılıyoruz. Aklı eren bir kavim için bunda muhakkak ibretler vardır.” (Ra’d, 4)
Üstelik her bir nebat hangi mevsimde çıkacaklarını bilip sıraya giriyor. Kimse kimsenin sırasını almaya çalışmadan gayet saygılı, gayet medeni bir halde verilen komuta uyan askerler gibi muvakkat zamanlarda resmî geçitlerini yapıp gidiyorlar. Asırlardır aralarında bir uyumsuzluk söz konusu değil. Hepsi ezel sultanı Rabbü’l âleminin emir ve komutasında muti ve musahhar.
Nasıl ki müminler ezanla huzur-u ilâhiye davet edildiklerinde camide hemen cem oluyorlar. Öyle de bütün âlem de emr-i ilâhi ile zamanı gelince kıyam ediyor, tohumdan fidana, fidandan ağaca doğru belirli bir ritimle gelmeleri gereken son noktaya doğru gelip mevsim mevsim zevalden kemâle, kemâlden zevale yolculuklarını devam ettiriyorlar. Emr-i ilâhiye seve seve uymanın mutluluğunu yaşayıp akıl sahiplerine ders veriyorlar.
Her fikir her inanış, tek mevsimlik vesselâm;
Zaman ve mekân üstü, biricik rejim İslâm. N.Fâzıl
Tabiat bir sanat-ı ilâhiyedir, Sâni olamaz. Bir kitab-ı Rabbânidir, kâtip olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Bir kanundur, kudret olamaz.
Görünüşte bir ağacın dalı, meyvenin aslıdır, Çünkü yemiş dalda bulunur. Fakat hakikatte o dal, o meyve için var olmuştur.
Meyve elde etmeye bir meyli, meyve vermeye bir ümidi olmasaydı hiç bahçıvan ağaç diker miydi? Şu halde meyve görünüşte ağaçtan doğmuştur, ama hakikatte ağaç meyve çekirdeğinden vücut bulmuştur.
Acve isimli hurma, Cennet meyvesidir. O, zehirlenmeye şifadır. Ebû Hureyre
Karpuzlar tatlı, ekşi güzel kokulu ve acı olmak üzere dört çeşittir. Tatlısı et bitirir. Ekşisi kurtları öldürür. Güzel kokulusu iç yağı yapar. Acısı basuru keser.
Vehb b. Münebbih kitaplarda şöyle okuduğunu söyler: Karpuz yemektir; içecektir; meyvedir. Dışı temizleyendir. Hilaldir, çöğendir, reyhandır. Kalbi iyi eder; yemek iştahını açar. Rengi güzelleştirir. Erkeklik suyunu artırır.
Kem’e olarak bilinen kırmızı mantar, Allah’ın ihsanıdır. Suyu göze şifadır.
Muaviye b. Ebû Süfyan evine konuk olarak gelen kimselere yemek ve soğan çıkardı ve şöyle dedi: ‘Buyrulduğuna göre, bir kimse konakladığı yerin soğanından yerse, oranın suyu ve havası dokunmaz.’
Hangi nar olursa olsun, onda Cennet suyundan vardır. (İbni Abbas) Onun için narı bir kişinin tek tanesini ziyan etmeden yemesi, bu şifâya kavuşmaya vesiledir.
Nar yediğiniz zaman iç zarı ile yiyiniz. Çünkü o mideyi temizler. Hz. Ali
Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) en sevimli gelen, karpuz ve yaş hurma idi. En sevimli yemeği ise, kabaktı. Ebû Hureyre
Talha b. Abdullah babasından naklen şöyle anlattı:
– Resûlullah’ın yanına girdim, elinde ayva vardı. Onu bana verdi ve şöyle dedi:
– Yâ Ebâ Muhammed! Bundan uzak olma. Çünkü bu kalbe rahatlık verir.
✦ ‘Âlem’ kelimesinin sözlük anlamlarından biri de ‘alâmet’tir. Bize alâmetleri hatırlatmaktadır.
✦ «Gerçekten göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişip durmasında, akıl sahibleri için (Allah'ın kudret ve azametine delâlet eden büyük nişanlar ve) alâmetler vardır. Ayakta iken, otururken, yatarlarken Allah'ı zikrederler ve göklerle yerin yaratılışı üzerinde düşünürler.» (Âl-İ İmrân, 191)
✦ «...Kim Allah'ın alâmetlerini (din işlerini) büyük tanırsa, muhakkak ki bu kalblerin takvâsındandır.» (Hac, 32)
✦ «Rüzgârları, (yağmurları) müjdeleyiciler olarak göndermesi Allah'ın (kudretini gösteren) alâmetlerdendir.» (Rum, 46)
✦ «De ki: Allah'a hamd olsun; O, yakında size azab alâmetlerini gösterecektir.» (Neml, 93)
Her varlık ustasının, mucidinin alameti olduğu gibi kainat da yaratıcısının alametidir. Her işin malum veya meçhul bir fâili olduğu dilbilgisi kuralıdır. Evladı askere gitmiş bağrı yanık anne odasında oğlunun kalemini, çorabını görse hüzünlenir, gözleri dolar. Çünkü onlar ona evladını hatırlatmıştır. Yahut her gün aynı saatte gelen eşine zilin çalması bir delil, bir alamet olur. Veyahut havanın bulutlanması yağmurun yağmasına alamet olur. Bu alametler karşısında duygular harekete geçer, akıl sinyal verir, hatıralar deprenir. Yıllar önce olsa da belleklere kaydolmuş iyi ya da kötü hadiseler yeniden tesirini gösterir.
Gözüken alametler gözükmeyen olayları hep gündemde tutar. İnsanın önemsediği, sevdiği, gönül verdiği, uğrunda nakdini, vaktini harcadığı, nezdinde kıymetli, değerli olan biri bu hatırayı serileştirir. Gözümüzün gördüğü, elimizin tuttuğu, kulağımızın duyduğu her ses, her nefes, her manzara, her mehtap, canlı cansız her şey Yüce Yaratıcımızı hatırlatmaz mı? O’nun varlığına, birliğine, kudretine delil ve alamet olmaz mı?
✦ Resulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün Hz. Ali’yi huzuruna çağırıp şöyle buyurdu:
‘Yâ Ali! Sen bana Hârun (as)’ın Mûsâ (as)’a olduğu gibisin. Fakat benden sonra Resul gelmez. Sana vasiyet ederim. Dinleyip ezberlersen, şükredenlerden olursun ve şehit olursun. Allahu Teâlâ seni kıyâmet gününde fakih ve âlim olarak diriltir.
Bil ki müminin üç alâmeti olur: Namaz kılmak, oruç tutmak ve sadaka vermek.
Riyâkarın üç alâmeti olur: Başkalarının yanında namazın rükuunu ve secdesini tam yapar; tenhada hiçbir rüknü yerine getirmez. Methettikleri zaman seve seve yapar. Allah’ı açıkta çok zikreder.
Zâlimde üç alâmet olur: Kendinden olana baskı yapar. Gücü yetince halkın malını zorla alır. Yiyip giyindiğini hiç incelemez.
Kıskançlarda üç alâmet olur: Yanında iken, karşısındakine yaltaklanır. Uzaklaşınca gıybet eder. Her kime musibet erişirse, sevinir.
Münafıkta üç alâmet olur: Yalan söyler, sözünde durmaz, emânete hyanet eder.
Tembellerde üç alâmet olur: Allahu Teâlâ’nın emirlerini yapmakta tembellik eder. Kusurlu amel edip ameli boşa gider. Namazı tehir eder, hatta vaktini de geçirir.
Tevbe eden kimsede üç alâmet olur: Haramlardan kaçınır, ilim öğrenmekte gayretli olur, günaha bir daha geri dönmez.
Akıllı kimsede üç alâmet olur: Dünya malına bağlanmaz, sıkıntı çeker, kıtlıkta sabreder.
Ahmak olanın üç alâmeti vardır: Allahu Teâlâ’nın farzlarında tembellik eder. Abes sözleri çok söyler. Mahlukata eziyet eder.
İyi bahtlı olanın üç nişanı vardır: Helâl yer, ilim meclisinde bulunur, beş vakit namazı cemaatle kılar.
Kötü amelli olanın üç alâmeti vardır: Allahu Teâlâ’nın emirlerini yapmakta tembellik eder. Herkese ziyanı dokunur. İyilik edene kötülük eder.
Günahkarların üç alâmeti olur: Çok yanılır ve hata eder. Oyun ve çalgı ile meşgul olur. Unutkan olur.
Süfli (âdi) olanın üç alâmeti vardır: Akrabayı azarlar. Komşuya eziyet eder. Günah işlemeyi sever.
Allahu Teâlâ’nın reddettiği kimsenin üç alâmeti vardır: Yalanı çok söyler. Yalan yere çok yemin eder. Halka sıkıntı verir.
Dost olanın üç alâmeti vardır: Malını sana feda eder. Nefsini sana feda eder. Senin sırrını gizli tutar.
Kâfirin üç alâmeti vardır: Dininde şüphe eder. Allahu Teâlâ’nın dostlarını düşman tutar. Rabbine taat ve ibâdet etmez.
Hadîs-i Șerîfler...
✧ Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyet edildiğine göre; Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e îsrâ (miraç) gecesinde, sütten ve cennet şarabından iki kadeh getirildi de onlara baktı. Sonra sütü aldı. Cibrîl (as) Peygambere şöyle dedi: ‘O Allah'a hamd olsun ki, seni İslâm alâmetine iletti. Eğer şarabı alsaydın, ümmetin sapıtırdı.’ Müslim
✧ Yaptığın iyilik seni sevindirirse, yaptığın kötülük seni üzerse, bil ki müminsin.
✧ Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vadedince yerine getirmez, kendine bir şey emânet olunduğunda hıyanet eder.
✧ İnsanlarla ünsiyet, iflâs alâmetidir.
✧ Hayanın alâmeti, başı ve içinde olan azaları, karnı ve içinde olan azaları günahtan korumak, ölümü ve toprak olacağını hiç unutmamaktır.
✧ Münâfığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler. Söz verdiği zaman cayar. Kendisine güvenildiği zaman hıyanet eder.
✧ Kısa emelli olmanın alâmeti, amel etmeye başlamak, bunun için çok acele etmek ve kendisine verilen bir nefeslik zamanın kıymetini bilmekle olur.
✧ Tesbih tanelerinin birbirini takip etmesi gibi, kıyâmetin alâmetleri de birbirini takip edecektir.
✧ Kur'an okuyucusunun ağlaması, ağlayamıyorsa ağlar halinde bulunması müstehabdır; çünkü okurken ağlamak, ariflerin sıfatı ve Allah'ın sâlih kullarının alâmetidir.
✧ Bir insanın kalbinde olan halin değişmesi kötü zan alâmetidir.
✧ Güzel ahlâkın alâmeti, ezâ ve cefâ vermekten kaçınmak, verilen ezâ ve sıkıntıları sineye çekmektir. Kirmân
✧ Üç şey ihlâs alâmetlerindendir: İnsanlardan olacak övme ve yermeyi eşit tutmak; yapılan işlerde, işleri görmeyi unutmak (eziyet edip başa kakmamak) ve işin sevabını âhirette beklemek... Zünnûni Mısrî
✧ Düşünce, ibâdetin anahtarı, isâbet etmenin alâmetidir. İsâbetin anahtarı, nefis ve hevâya muhâlefet etmektir. Muhâlefet ise şehevi duyguları terktir. Zünnûni Mısrî
✧ Haccın kabul olduğunun alâmeti, geldikten sonra takvâ üzere yaşamaktır.
✧ Cimriliğin alâmeti, verdiğine üzülmektir.
✧ Haram ve şüpheli kazancın alâmeti, haram ve şüpheliye harcanmasıdır. İmam-ı Âzam
✧ Çocuğun hayalı olması, ileriki hayatta olgun insan olmasının alâmetidir. Vehb b. Münebbih
✧ Gözün donuklukluğu, kalp katılığı, hırs, uzun emel, bedbahtlık alâmetidir.
✧ Düzgün abdest almak ve hayalı olmak, iman alâmetidir.
✧ Şöhret peşine düşmemek, kimseden bir şey beklememek, dünyaya meyletmemek hakiki âlimin alâmetidir.
✧ Sevginin alâmeti, saygı, hoşgörü, fedâkarlık, özveri, samimiyet ve mesuliyet duygusu, mümin kardeşinin menfaatini, kendi menfaatinden üstün tutmaktır.
✧ İsâbet etmenin alâmeti, nefis ve hevâya muhâlefet etmektir.
✧ Kesin imanın alâmeti, Allah’a (celle celâlühû) uymak ve insanlara hakkı tavsiye etmektir.
✧ Doğruluğun alâmeti, sabırlı olmaktır.
✧ Allah’ın hükmüne râzı olmanın alâmeti, doğruyu gördüğü halde, gururdan kaynaklanan karşı koyma ve ihtilâf arzusunu yok etmektir.
✧ İbâdetleri kaçırmamak için aceleci olmak, tevfik alâmetlerindendir.
✧ Allah’ın emrine isyan etmemek ve günahtan geri durmak, emâneti korumanın alâmetidir.
✧ Sırları korumak, uyanık olmanın alâmetidir. Kendinde bir şey var vehmiyle çeşitli kerâmet iddiâlarıyla ortaya çıkmak, beşeri saçmalıklardandır.
✧ Fâtiha’nın ikinci âyet-i kerimesinde Allahu Teâla ‘Rabb’ ismi şerifini zikretmiştir. ‘Rabb’; terbiye manasındadır. Bu nedenle âyet-i kerime bizi terbiyeyle ilgili hususları düşünmeye sevk etmektedir.
✧ Terbiye başkasının halini düzeltmek, işine riayet etmektir. Terbiye ya üzerinden kazanç sağlamak için ya da terbiye edilen kazanç sağlasın diye yapılır. Kudsi hadiste ‘Ben benden kazanç sağlayasınız diye sizi yarattım. Yoksa sizin üzerinizden kazanç sağlamak için değil’ buyrulmuştur.
✧ Terbiye, bir şeyi kademe kademe tedricen kemâle eriştirmek demektir. İnsan hakkında kullanılınca, dış dünyası olan bedenini nimetle, iç dünyası olan kalbini de rahmetle eğiten anlamınadır.
✧ Muhakkak Hz. Allah terbiyesizleri, çirkin söz ve hareketlerde bulunanları, sokakta bağıranları sevmez. Hadîs-i Şerîf
✧ İnsanı terbiye etmek, ona ihsanda bulunmaktan daha hayırlıdır.
✧ Allah (celle celâlühû), bir kimse hakkında hayır murât ederse terbiyeli kılar; ölünceye kadar öyle götürür. Bir kimse hakkında şer diliyorsa, o adam da bulunduğu halde yaşar ve öyle ölür. Ancak Allah’a yalvaran ve O’na sığınan, her zaman kurtulur.
✧ Terbiyenin kökü acıdır meyvesi tatlı.
✧ İnsan terbiye istikametinde kendisinden meyve alınabilecek bir muameleye tabi tutulmazsa bozulur. Nasıl ki ağaçtan beklenen meyvesidir. İnsandan da beklenen bir meyvesi vardır; o da kab-ı kavseyni beşeriyyeye çıkmaktır.
✧ Yükselmek için ilim ve ibâdetten daha iyi bir merdiven yoktur.
✧ Eğer insanları oldukları gibi kabul edersek onları daha kötü hale sokarız. Eğer onlara karşı olmaları gerektiği gibi davranırsak, onları görmek istediğimiz yere getirmiş oluruz.
✧ Terbiyeli adam terbiyesizle geçinmesini bilendir.
✧ İnsanı büyüten yaşı değil yaşadıklarıdır. Yaşanarak elde edilen bilgiler taş üzerine yontulmuş yazılara benzer.
✧ Ahlâkı kötü olan insandan ailesi bile usanır. Hz. Ali
✧ Hayvanı terbiyeden gâye, terbiyenin kendisi değil, terbiye edilen hayvana binip onunla mesâfeleri aşmaktır. Bunun gibi, beden de âhiret yolunu aşmak için kalbin bir binitidir.
✧ İlmin bereketi ve faidesi üstadına olan bağlılık, hürmet ve hizmetledir.
✧ İyiliği emreden ve kötülükten sakındıran her âmirin ve her terbiye edicinin bu iş üzerinde hitab ettiği kimseye şöyle demesi câizdir: Sana yazıklar olsun, ey zayıf halli adam, ey kendini az düşünen adam, ey nefsine zulmeden ve benzeri sözler, öyle ki yalan söze kaçmaz, açık ve kinaye yolu ile sövme lâfzı kullanmaz; söylediği doğru olsa bile... Söz nefse daha tesirli olsun diye kötülükten alıkoymak ve terbiye etmek maksadı ile anlattıklarımız câiz olur.
✧ Aslanı terbiye ederler, kaplanı uslandırırlar.
Terbiyenle rüzgarlar ılgıt ılgıt eserler
Her canlı görev almış yavruları beslerler
Serin sıcak ve yağmur vakitlice gezerler
Cemâlin aynası, her güzelden güzeller. M. Balcı
Rabbimiz, mükemmel yaratılış sistemini pek çok mahlukatında bize göstermiş. Her canlıya karar kılacağı müsait uygun mekanlar lutfetmiş. Cinsler arasında uyum, savunma korunma, yardımlaşma sistemi kurarak birlikte ve fert olarak yaşama biçimlerini kendilerine ilham etmiş.
Başta insan olmak üzere bütün canlılara şefkatli analar, centilmen babalarla, koruyucu, yardımcı akraba sistemi kurarak sıcak bir ortam oluşturmuş.
Hayvanların beslenme, üreme, korunma gibi zaruri ihtiyaçları karşılanırken kainatın gözbebeği olarak yaratılan insana bunların yanı sıra duyularının, duygularının, kalbinin, ruhunun, aklının ihtiyaçları, zevkleri için de bütün kainat, güzellikleri teşhir eden bir tablo, bir fuar, bir panayır olarak sunulmuş. Her mevsim yenilenen müthiş bir sergi gözünün önüne açılmış. «Yeri biz döşedik, biz ne güzel döşeyiciyiz.» (Zariyat, 48)
Kainatta zerreden küreye, arştan ferşe ne varsa hepsini yaratıp düzene koyan, varlığının devamı için gerekli her şeyi temin eden, taşın içindeki ufacık böceği yeşil yaprak ile besleyen âlemlerin Rabbi. O Rab ki bir damladan benzersiz güzellikte eşsiz sûrette en mükemmel biçimde yaratmış. «O ki, birbirine uygun yedi gök yaratmıştır. O Rahman'ın yarattığında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Haydi çevir gözü(nü), görebilir misin hiçbir çatlak, bir kusur?» (Mülk, 3)
Her varlığın iâşesini kendi bünyesine göre ihsan buyurmuş, arayıp bulmaları için de iz’an ihsan etmiştir. Bu konuda binlerce örnek verilebilir, somon balıklarının göç yolculukları da bu eşsiz örneklerden biridir.
Somon balıkları yumurtlamak için kendi doğdukları ırmak yatağını seçer ve oraya göç eder. Bu yolculukta, somonların binlerce kilometre yüzmeleri gerekmektedir. Örneğin, bir kırmızı somon 1600 kilometreden daha fazla yol kateder.
Somonlar bu yolcuğu Allah’ın kendilerine verdiği mükemmel sistem sayesinde, en ideal zamanda, tam yumurtlama dönemlerine denk getirecek şekilde planlarlar.
Bir balık, gençliğinde gezindiği akarsuyun denize dökülen ağzını kendi kendine bulabilir mi? Elbette Allah’ın bildirmesi olmadan asla bulamaz. Bunun delili de yıllardır tüm somonların bu konuda hiç hata yapmamalarıdır. Somon balığı kendisinin bir zamanlar denize açıldığı ırmağın ağzını tek bir denemede kolaylıkla bulur.
Somonlar bize Allah’ın verdiği güçle küçücük hayvanların neler yapabileceğini göstermektedir. Göç eden somon, nehrin kuvvetli akıntısına karşı yüzmeye başlar. Su yüzeyinden yaklaşık 4 metre kadar yükseğe sıçrayarak şelale ve çağlayanları aşar. Yolculuk sırasında, üst yüzgecinin su dışında kalmasını sağlayacak kadar sığ sulardan geçer. Bu sığ sularda, kendilerini avlamak için bekleyen hayvanların tehditleriyle karşılaşır. Üstelik nehir ikiye ayrıldığında, doğru tarafa yönelmekte de hiç hata yapmaz.
Göz gezdirdim dört köşeyi aradım
Ne sen var, ne ben var, bir tane Gaffar.
İstersen dünyayı gez adım adım
Ne sen var, ne ben var, bir tane Gaffar.
Somonlar hayatlarında sadece bir defa geçtikleri yolları Allah’ın izni ve bildirmesiyle şaşırmadan bulurlar. Yolculuğu boyunca olağanüstü çaba gösterir, fakat herhangi bir gıda almazlar. Gerekecek enerjiyi önceden vücudunda depolamıştır. Ayrıca bu mübârek hayvanlar, deniz ve akarsuların tuz oranı, su sıcaklığı gibi farklı özelliklerine uyum sağlayacak donanımla yaratılmıştır.
Somon balıkları güç yolculuklarını başarıyla tamamlar; doğdukları ortamlarda yumurtalarını bırakırlar. Bu yolculukta onlara yardımcı olan en büyük özellikleri koku alma duyularıdır.
Somonların iki delikli bir burnu vardır. Su bir delikten girer, diğer delikten çıkar. Bu delikler balığın soluk almasıyla eş zamanlı olarak açılıp kapanır. Herhangi kokulu bir su buruna girdiğinde, balığın burnundaki alıcılar kimyasal olarak uyarılır. Bu kimyasal uyarı bir enzim reaksiyonuyla elektrik sinyallerine dönüştürülür ve merkezi sinir sistemine ulaştırılır.
Her akıntının kendine has bir kokusu vardır. Genç somon denize doğru yaptığı ilk yolculuğu sırasında kokuları tek tek hafızasına almaktadır. Dönüş yolculuğunda da hafızasındaki kokuların yardımıyla doğduğu yeri bulmaktadır. Somon balığına bu yön bulma yeteneğini veren Rabbimizin şanı ne yücedir!
Rabbimizin ilâhi terbiyesi sadece hayvanlar âleminde tecelli etmemiştir. Bitkiler de bu yüce terbiyenin tecelligahıdır.
Laboratuarda bulunan bir saksı çiçeğinin yanına deney için on kişi girer. İçlerinde birisi çiçekten bir yaprak koparıp, ayağının altında ezer. Sonra bu saksı çiçeği başka bir odaya alınıp, ibresi olan hassas bir cihaza bağlanır. Az önceki on kişi odaya girip teker teker çiçeğe yaklaşırlar. On kişiden dokuzuna çiçek herhangi bir tepki vermez. Ancak en son, çiçekten yaprak koparıp ezen kişi yaklaştığında, hassas cihazın ibresi hızlı hızlı hareket etmeye başlar. Çiçek ‘İşte katil bu’ der gibi kendisine zarar veren şahsı tanımış ve tepki göstermiştir. Acaba kendisine zarar vereni tanıyıp tepki gösteren bu bitkinin, onu yaratan, besleyen Rabbini tanımaması, O’nu zikretmemesi mümkün mü?
Sadece bitkiler değil. Yumurtaların da hissiz ve ruhsuz olmadıkları anlaşılmıştır. Bir laboratuarda bir yumurtayı göstergeli hassas bir cihaza bağlamışlar. Başka bir yumurtayı aynı yerde ilkinden biraz uzakta kırdıklarında, ilk yumurtanın bağlı olduğu cihazın ibresi hareketlerle ‘eyvah kardeşim gitti’ der gibi tepki göstermiş.
Japon bir profesörün yaptığı araştırma da, suyun cansız bir madde değil, canlı ve duyguları algılayan kristallerden oluştuğunu ortaya çıkarmıştır. Mesela suyun yanında ‘şeytan’ dendiğinde kristaller geometrik şekil alırken, güzel sözlerle duâ edildiğinde mükemmel bir altıgen meydana geliyor. Bu deney de gösteriyor ki, su da Allah’ın bir mahlûkudur. İyiyi kötüyü ayırabildiği gibi yaratıcısını da tanır ve O’nu hamd ile tesbih eder.
O cihana sığmaz ondadır cihan
O mekana sığmaz ondadır mekan
O devrana sığmaz ondadır devran
Ne sen var, ne ben var, bir tane Gaffar.
Allah (celle celâlühû), insanın ve bütün hayvanların gıdâsı olan ekin, meyve ve sebzeleri, güneş, ay, yıldız, rüzgâr, bulut ve yağmur gibi sebeplerle terbiye eder. İnsan bunları gıdâ olarak midesine indirir.
Bu gıdâlar, kimyahâne gibi olan midede ilâhi kuvvet ile halledildikten sonra, insanın içindeki organlar vâsıtasıyla bedenin her uzvuna lâyık ve uygun olan cüz seçilip, sevk edilir. Göze gidecek madde seçilip göze, kulağa gidecek madde seçilip kulağa, tırnağa gidecek madde seçilip tırnağa gönderilir. Bunun tersi olursa, organlar çalışmaz hale gelir.
«Ve andolsun ki biz, insanı çamurdan (ibâret olan) bir hülâsâdan (öz) yarattık. Sonra onu metin (sağlam) bir karargâhta bir nutfe (meni, insanın yaratıldığı su) kıldık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik, o kan pıhtısını da bir parça et kıldık, sonra o et parçasını da kemiklere çevirdik, o kemiklere de et giydirdik. Bilâhare onu başka bir yaratılışla yarattık. Artık musavvir (sûret verici), mukaddir (her şeyi ölçü üzere yapıcı) olanların en güzeli olan Allah (celle celâlühû), pek mübârektir (çok yücedir).» (Müminun, 12-14)
Bu sayılanların hepsi maddi terbiyedir. Bir de mânevi terbiye vardır ki, asıl terbiye odur. Allah (celle celâlühû) bunu da, tarafından inen kitaplar, Peygamberler ve onların vârisleri olan ulemâ ve meşâyıh vâsıtasıyla yapmaktadır.
Terbiyesini Rabbul âlemin’den alan, bütün kâinata rahmet olarak gönderilen, «esselâmu aleyke eyyühennebiyyu ve rahmetullâhi ve berekâtühu» hitabına mazhar olan gönüller sultanı, nezâketin, zerâfetin her cephesinde önderimiz, örneğimizdir.
O öyle bir zat-ı kerimdir ki; çöl bedevilerini, evlat katillerini, Kâbe’yi putlarla sömürenleri, develerle güreşenleri, ince ruhlu, yüksek seciyeli, gönlü şefkat, muhabbet dolu mümtaz şahsiyetler haline getirmiştir.
Onlara severek sevmeyi, vererek vermeyi öğretti. Onlar yeryüzünde diken iken, gök yüzünde yıldız oldular. İnsanlık haşre dek onlarla yolunu bulacak.
Çünkü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onları tevâzu kanadı altına alıp, muhabbetle kuşatmış, onlara yardım etmiş, değer verip, şeref kazandırmıştı. Aralarında birlik, beraberlik, kardeşlik tesis etmişti. Onları bozuk inanç ve ahlâkların pençesinden kurtarıp fıtrat-ı asliyelerine döndürmüştü.
Yetim kimsesizlere şefkatli bir baba, gariplere destek, rahmetten bir menba olup sevgiyi, zarâfeti, nezâketi onlara doya doya yaşatmıştı.
Huzuruna mahzun gelen neşeli, fakir gelen zengin, câhil gelen bilge olarak dönerdi. İçi mahzuniyetle doluyken o tebessümü yüzünden hiç eksik etmezdi. Fem-i saadetlerinden sözleri bal damlası gibi dökülür, her derde şifa olurdu.
Öyle bir mektebe oldu ki müdâvim
Zâtına Allah idi muallim.
✧ Hz. Enes, Peygamberimizin eşsiz nezâketini şöyle anlatıyor:
✧ Kendisine bir şey soranı can kulağıyla dinler, soruyu soran yanından ayrılmadıkça, onu terk etmezdi, bir kimse tokalaşırsa veya bir kimse tokalaşmak için elini uzattığında, karşısındaki kişi elini çekmeden Resûlullah elini çekmezdi.
✧ Biriyle yüz yüze gelince de karşısındaki, yüzünü çevirip ayrılmadıkça Resûlullah o kimseden yüzünü çevirmezdi.
✧ Önüne oturan kimseye hiçbir zaman ayaklarını uzatmazdı. Karşılaştığı kimseye önce kendisi selâm verirdi. Ashabıyla tokalaşmaya önce kendisi başlardı.
✧ Kendisini ziyarete gelenlere ikramda bulunurdu. Oturmaları için çok kere hırkasını sererdi. Bazen de altındaki minderi misafire verir, üzerine oturması için işâret eder, kendisi açık yere otururdu.
✧ Sahabîlerine güzel unvanlar verirdi. Hz. Ali'ye 'Ebû Turab', bir başka Sahabîsine 'Ebû Hüreyre' gibi lâkaplar vermişti. Onlara şeref kazandırmak için, hoşlarına giden isimle çağırırdı.
✧ Kimsenin sözünü kesmezdi. Konuşmasını yarıda bırakmazdı. Konuştuğu kişi sözünü bitirmedikçe yahut gitmek üzere ayağa kalkmadıkça sohbetine devam ederdi.
✧ Namaz kılarken birisi gelip oturursa, namazı uzatmaz, kısa keserdi. Hemen namazını bitirip onun ne istediğini sorardı. İhtiyacını gördükten sonra tekrar namazına devam ederdi.
✧ Medineli bir çocuk gelir, Resûlullahın elinden tutar, istediği yere götürürdü. Resûlullah, gitmem demezdi.
✧ Resûlullah birimize kızacak olsa, 'Bu kardeşimiz kendisini niçin lekeliyor?' derdi.
Ümmete sevgi dolu, eşi bulunmaz ulu
Allah’ın sâdık kulu, tebessüm Peygamberi!
İçi hüzün dolsa da, dertler onu sarsa da
Hicran dolu olsa da tebessüm Peygamberi! M. Balcı
✧ Resûl-i Ekreme on sene hizmet ettim. Bir defa olsun yaptığım bir iş için 'Niçin yaptın?' yapmadığım bir iş için 'Niçin yapmadın?' dediğini hatırlamıyorum. Vallâhi, bana 'Öf bile demedi.
✧ Hiçbir zaman kötü söz söylemedi, fiske vurmadı, yüzünü asmadı.Yapmakta geciktiğim veya yapmadığım bir emrinden dolayı beni azarlamadığı gibi, ailesinden azarlayan olursa, onlara da, 'Ona dokunmayın. Bu işi yapması takdir edilmiş olsaydı yapardı' buyururdu.
✧ Bir gün bir iş için bir yere gitmemi emir buyurdu. İlk önce, 'Gitmem' dedimse de, Allah'ın Peygamberi bana emrettiği için gitmeye karar verdim. Huzurlarından çıktıktan sonra sokakta birkaç çocuğun oynadığını gördüm ve onları seyretmeye daldım. Derken arkadan birisi iki eliyle başımı tuttu. Döndüğümde baktım ki, kendisi. Gülüyor; bana:
– Enesciğim sana söylediğim yere gittin mi? dedi.
– Hayır, daha gitmedim, gideceğim, dedim.
✧ Peygamberimiz davetlilere ve misafirlerine karşı da nâzik davranırdı. Davet edilenler arasında bazıları, kalkıp gidilmesi gerektiği halde kalkıp gitmeseler dahi Peygamberimiz onlara doğrudan gitmelerini hatırlatmaz, nâzik davranarak dolaylı bir biçimde hissettirirdi.
✧ Resûlullahın nezaketi tabiydi. Hiç zorlanmadan, içinden gelerek yaptığı bir davranıştı zarif olmak. Belki de herkes bu yüzden O’nun hayranıydı.
✧ Hatem-i Tâi’nin oğlu Adiy’in müslüman olması da O’nun bu yüce özelliğinden kaynaklanır. Adiy Kavminin reisi, o müslüman olsa bütün kavmi İslâm’a girecekler. Efendimiz’in yanına gelmiş, tam konuşurlarken yaşlı bir hanım gelip Efendimizi bir iş için çağırır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç düşünmeden Adiy’den izin alır ve gidip o hanımın işini halleder. Sonuç; tabi ki Adiy ve kabilesi müslüman olur. Çünkü bu küçük ama çok özel hareket, Adiy için en büyük nübüvvet delilidir.
Yaradanın kadri yüce Elçisi
Gönüllerin hiç solmayan sevgisi
Vasfına tek kelime yetişmez
Yeryüzünün yakut, zümrüt, incisi.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) nezaket ve zerafetin hanımlar için daha önde olduğunu çevresine daima hissettirmişti. Bir yolculuk sırasında hanımlarının devesini süren Enşece’ye şöyle diyordu: “Dikkatli ol! Sırçalar kırılmasın”
Kâbe tamirinde de görmüyor muyuz aynı zerâfeti? Ortam gergin, herkes öfkeli, tedirgin. Hacer’ül Esved’i yerine koyma şerefi paylaşılamıyor. Ama Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) mükemmel bir incelikle hepsini barıştıran ortak payda çözümünü sunuyor onlara. Ridasını seriyor ve hepsine bir ucundan tutturarak kendilerini değerli hissetmelerini sağlıyor. Belki de bu hareketle nezaketin en odak noktasını öğretmek istiyordu ümmete: Kimseyi incitmeden çözüm sunabilmek.
Efendimiz için muhatabının kim olduğu önemli değildir. Değil mi ki insan, değil mi ki Allah’ın yarattığı bir varlık, anında nezaketini ona yöneltir. Akşama idam edilmeyi bekleyen Beni Kurayza Yahudilerine, öğlen yemeği vermiştir. Hâin olmalarına, ona kötülük yapan suçlular olmalarına bakmadan.
Yetim yoksul güldüren, çıplakları giydiren
Kayıba yol bulduran, tebessüm Peygamberi
Gönülleri mest eden, kulu kula dost eden
Karamsarlık gideren, tebessüm Peygamberi M. Balcı
Yürürken ayaklarını sürtmez, adımlarını canlı ve uzun atardı. Sanki yüksekten iner gibi önüne eğilir, bu yürüyüş tarzından dolayı üzeri çamur olmazdı. Maddi, mânevi sıçramalardan ve sürçmelerden uzaktı.
O gözler ki hayata açıldığında göğün nuru yere inmiş, kapandığında melekler Cebrail’i teselliye gelmişlerdi. Nasıl böyle olmasın ki; o gözler bir ömür yetim, öksüz, hür, köle, esir, dul, fakir, zengin, genç, ihtiyar, kadın erkek her ırktan tüm insanlığa hidâyet, mağfiret için gözyaşlarıyla geceleri secdeleri ıslatmıştı. O siyahı simsiyah, beyazı bembeyaz iri güzel gözler, öyle gözler ki; insanlar asırlardır onu özler.
Elleri cömertlik çeşmesi yetimlerin tesellisi yoksulların, dulların kesesi, secdelerin, mucizelerin ülkesi, taşların zikirhanesi, tüm hastaların eczanesi, tüm güzel işlerin zuhur ettiği daima niyazla Rahman’a açılan eller. Okşadığı başlarda güzel kokusunun sindiği, göz yaşlarının dindiği eller...
Aşk-ı ilâhi vücudunun bütün zerrelerinde zuhur etmişti. Mübârek ayaklarında taşa basınca iz bırakacak kadar ateşi aşka giriftar olmuştu. Hizmette el pençe divan duran, emir gelmeden huzurundan ayrılmayan bir gelin gibi Rabbinin huzurunda ayakları şişen, ayaklarında takat kalmayınca tek ayak üzere namaza devam eden, ‘ayağını yere bas, biz sana Kur’an’ı meşakkat olsun diye indirmedik’ emri gelinceye kadar kıyamdan ayrılmayan muti isminin benzersiz sahibi...
Hz. Mûsâ’ya ‘mukaddes Tuva Vadisi’ndesin, ayakkabını çıkar’ emrinden etkilenip miraçta ayakkabısını çıkarmak isterken, ‘Hayır ayakkabını çıkarma, Arş senin ayak tozundan iftihar edecek’ iltifatı ilâhisine mazhar olmuş bir güzel. Vasfetmeye hangi söz, hangi kalem, hangi yürek takat getirir? Yahudi âlimi Abdullah bin Selâm o güzel yüzü görünce ‘Bu simada yalan olamaz’ der ve derhal Müslüman olur.
Hz. Âişe: ‘Yusuf’u görüp ellerini kesen kadınlar, ya benim efendimi görselerdi ellerindeki bıçakları sinelerine saplarlardı’ demiştir.
Bağışlama Yolunu Tutmak
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cebrâil (as)’e:
‘Af ile muamele et’ (Araf, 199) ayetindeki ‘af ile muamele nedir?’ diye sordu.
Cebrâil (as) ‘bilmiyorum, sorayım’ dedi
Cenâb-ı Hakk’tan öğrenerek:
‘Ya Muhammed! Rabbin sana, sana vermeyene vermeni, senden alakasını kesene duâ etmeni ve sana kötülük yapana iyilik yapmanı emrediyor’ dedi.
✧ «Allah’tan ancak âlimler korkar.» (Fâtır, 28)
✧ ‘Sizin en akıllınız Allah’tan en çok korkanınızdır.’ Hadisi Şerif
Allah (celle celâlühû), adilce herkese en büyük nimet olarak aklı ihsan buyurmuş. Bu nimetin taksiminin adil olduğunu herkes kabul etmiş durumda çünkü hiç kimse kendi payından şikayetçi değil.
Akıl çok kıymetli bir cihaz; sahibi ona kaliteli hammaddeler getirirse, çok güzel neticeler elde eder. Bozuk hammadde getiren, çok büyük zarar ve tehlikeye girer.
Allah (celle celâlühû) aklı, koyduğu kanunları kavrasın, gönderdiği hükümleri buyrukları anlasın diye vermiştir. Ama akıl akılsızlık eder, Yaratıcısına isyan edip kendi kanun ve tüzük üretmeye ya da nefsin emrinde çalışmaya koyulursa, kendini tehlikeye atıp derbeder etti demektir.
Vahye dayalı ilimlerden nasip almamış bir akıl, cenneti cehennem yapar. Çünkü bilgisiz, tecrübesiz, rehbersiz akıl bir iş beceremez.
Kötülük düşünmek, câhillik ve tembellik, aklın azılı düşmanlarıdır. Bunlar aklı ya çalışmaz hale getirir, ya kötülüğe alet olarak kullanır ya da ukalalık yaptırır.
Akıl lugatta bağlayıcı anlamı taşır. Kur’anda akıl «ulü’nnüha / nehy edici» ve «ulu’l elbab / özü kavramaya ehil» tabirleri ile tarif edilir.
Akıl duygularla ilişki kurmadığı müddetçe, saf kalıp bilginin tercümanlığını yapacaktır. İnanç akılla değil, akıl inançla tartılır ve şu neticeyi verir. İnsan inancı kadar takvâ, takvâsı kadar akıllıdır. İnsan aklın yularını nefse ve hisse verdiğinde bi nevi hayvanlaşır. Hatta Kur’an tabiriyle daha aşağı olur “Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.” (Âraf, 179)
Akıl, deneyip yanıldığı şeyi unutmamalı; ‘Mü’min bir ısırıldığı yerden bir daha ısırılmaz’ hadisini rehber edinmeli. Hele de bütün görevi mü’mini aldatıp cehenneme sürüklemek, en azından günaha sokmak, sevaptan mahrum etmek, kaliteyi düşürmek olan aldatıcı şeytana hiç mi hiç aldanmamalı. Bir kere aldandıysa tecrübe olmalı, bir daha o kadim düşmanın tuzağına düşmemeli, Allah’ın ölçülerine dikkatle uyup bu konuda ürkek korkak olmamalı.
Bu konuda cesaret sahibi olanlara bilginler budala demişlerdir. Câhillikten gelen cesaret bizi sonunda akıl fukaralığına düşürür. Allah bize sormayı, danışılmayı, müşavere etmeyi tavsiye buyurmuş ve danışmanın ne denli önemli olduğunu daima gündemde tutmak için Kurân’ın sûrelerinden birine ‘ŞURA’ (danışma) ismini vermiştir.
Her şeyi akılla çözmeye kalkışmak ahmaklıktır, hep kötü netice verir. Dünyanın en zeki adamının önüne bilmediği bir lisandan bir yazı koyun, kırk yıl düşünsün aklıyla çözebilir mi? O halde hakkında bilgimiz olmayan ilâhi hükümleri küçük aklımızla çözmeye çalışma insafsızlığında bulunmamalıyız.
✧ Akıllı, Cenâb-ı Allah’a ve Peygamberine inanan ve emirlerini yerine getiren kişidir. Hadîs-i Şerîf
✧ Akıllı insan, kendini hesaba çeken ve ölüm sonrası için çalışandır. Hadîs-i Şerîf
✧ İnsanlara yapılabilecek en büyük iyilik, onlara akıllarını kullanmayı öğretebilmektir.
Akıllının Alâmeti :
1. Câhile hilm göstermek
2. Nefsi bâtıldan almak
3. Hak yeri gelince mal harcamak
4. Dostunu, düşmanını ayırt edip bilmek.
5. Dünyayı bilip bırakmak
6. Edeple Mevlâ’ya hizmet
7. Âhiret için şevk ve onu istemek
✧ Akıl noksanlığı iki türlü olur. Biri delilikten, öbürü câhillikten.
✧ Aklı iki çeşit gördüm: Biri fıtri, diğeri de kesbîdir. Fıtrî akıl olmasa, iktisâbi akıl bir fayda sağlamaz. Gözü kör olan kimselere, güneşin faydası olmadığı gibi. Hz. Ali
✧ Câhil emele, akıllı amele dayanır.
✧ Hâfızayı kuvvetlendiren ve ezberlemeyi kolaylaştıran sebepler
1- Az yemek.
2- Çok tekrar etmek.
3- Geceleri namaz kılmak ve ibâdet etmek.
4- Salât-ü selâmı çokça okumak.
5- Kur’ân-ı Kerim’i çok okumak.
6- Bütün günahlardan el çekmek.
7- Misvak kullanmak.
8- Her sabah aç karnına bal yemek.
9- Her gün aç karnına besmeleyle yirmi bir tâne kuru üzüm yemek. Mârifetâme
Arapça’da, görüş, tahmin ve anlamada dikkatli düşünüp isabetli olma anlamında bir kelimedir. Hz. Peygamber, ‘Müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü o Allah’ın (celle celâlühû) nuruyla bakar’ buyurmuştur. Feraset herkeste az veya çok vardır. Bu umumidir. Bazı ipuçlarına bakarak doğru sonuçlara varma gibi. Buna ‘tabi feraset’ denir. Bir de Allah’ın (celle celâlühû) bazı kullarına lutfettiği, kalbi ilhamla bir şeyleri sezip bilme şeklinde ‘hususi feraset’ vardır ki, buna da ilâhi lütuf sonucu olan feraset denir.
Mü'min Allah’ın (celle celâlühû) nuruyla görür, sözü saçma değil. Allah’ın (celle celâlühû) nuru gökleri bile delip geçer. Senin gözünde o nur yok. Yürü! Sen hayvani duygulara kapılıp kalmışsın! Sen gözünün zayıflığından ayağının önünü görürsün. Zayıfsın, kılavuzun da zayıf.
Câhilin sonradan göreceği şeyi akıllılar önceden görür. İşlerin sonucu başlarda gizlidir, ama akıllı kişi sonunu önceden görür.
Hak ile bâtılı, iyi ile kötüyü ayırt edene oyun edilemez.
Hele de anlayışlı, aklı gizli şeyleri gören biri olursa.
Sahabeden Amr İbnü’l Cemuh (ra), İslâm’dan önce Medine’nin önde gelen şahıslarındandı. Ağaçtan yaptığı ‘Menaf’ adlı bir puta büyük saygı duyardı. Üç oğlu ise müslüman olmuştu.
Bir gece Amr b. Cemuh’un oğulları, bir arkadaşlarıyla birlikte Menaf’ı yerinden aldılar, götürüp bir lağım çukuruna attılar. Kimseye görünmeden de geri döndüler. Sabahleyin saygı için putuna giden Amr, onu yerinde bulamadı...
- Yazıklar olsun size! Bu gece tanrımızı kim çaldı? diye söylenmeye başladı. Bağıra çağıra, çevresine tehditler savurarak putunu aramaya koyuldu. Sonunda onu bir çukurda başaşağı devrilmiş olarak buldu. Kaldırıp temizledi, güzel kokular sürdü ve eski yerine koyarak şöyle dedi:
- Bu işi yapanı bir bilebilsem, onu perişan ederdim...
Ertesi gece gençler yine putu çalıp, bir gün önceki gibi yaptılar. Sabah olunca adam yine onu aradı ve pislikler içinde buldu. Alıp temizledi, güzelce kokulayıp yerine koydu.
Gençler ertesi gece yine aynısını yaptılar. Amr’ın sabrı taşmıştı. Yatmadan önce puta gitti, kılıcı boynuna taktı ve dedi ki:
- Ey Menaf! Bu işi sana kimin yaptığını bilemiyorum. Şayet sende bir hayır varsa, al sana kılıç! Artık sen kendini koru!
Gençler, yaşlı Amr’ın derin uykuya daldığını anlayınca, putun boynundan kılıcı attılar. Evin dışına götürdüler ve bir köpek leşine bağlayıp bir lağım kuyusuna atıverdiler.
Adam uyanıp putunu bulamayınca, yine aramaya başladı. Bu kez de bir lağım kuyusunda, üstelik bir köpek leşine bağlı ve yüzüstü devrilmiş vaziyette buldu. Fakat bu defa onu çukurda olduğu gibi bıraktı ve şöyle dedi:
- Vallahi sen tanrı olsaydın, köpek leşine bağlı olarak bu kuyuda böyle bulunmazdın!
Amr müslüman oldu. Canını, malını ve çocuklarını Allah yolunda Resûlullah’ın hizmetine verdi.
Cenâb-ı Hakk hayatımızı sürdürmek, kendimizi maddi mânevi tehlikelerden korumak, görevlerimizi müdrik olmak için bize cüzi olsa da irade vermiş ve bizi serbest bırakmış. Küçük bir çocuğu belinden kuşakla bağlayıp serbest bırakmak gibi bizi hem rahatlatacak hem koruyacak bir irade.
Bu iradeyi güzel kullanarak, iyi terbiye ederek iki cihan saadetini elde edebiliriz. Bu cüzi iradeyi Allahu Teâlâ’nın külli iradesine ram ederek, damlayı denize katarak sırât-ı müstakîmde aşmadan taşmadan yol alarak güzellikler diyarına selametle ulaşabiliriz. Bunun için de aklımızı, irademizi, dengemizi, hislerimizi masivaya kaptırıp aldatanların, kandıranların, şaşırtanların kuklası olmamak gerekir. Bizi yönlendiren kitapları, okulları, arkadaşları, programları, alışkanlıkları iyi seçmeli; bu seçimde tecrübeli, zeki, samimi, sadık kimselerden yardım almalı ve asla sürüden ayrılmamalıdır.
İnsan; içindeki gücü, ruhunun bütün enerjisini tek bir nokta üstünde toplamak ve bütün varlığını tek bir güç haline koymakla hür olarak kanatlandırabilir. Bu ise, kendinden hiçbir parçanın ihmaline göz yummayacak bir akıl ve irade gücü ile başarabilir.
Ünlü bir ilim adamı soruyor:
- Hayatta muvaffak olmak için ne lâzımdır?
- Sıhhat mi? Hayır.
- Para mı? Hayır.
- Zekâ mı? Hayır.
- Yüksek bir ilgi mi? Hayır.
Yazar kendi sorusunu şöyle cevaplıyor:
- Hayatta muvaffak olmak için, her bakımdan beslenmiş, büyütülmüş bir irade kuvveti lâzımdır.
Hayattan şikâyete sevk eden şey, karşılaştığımız zorlukların büyüklüğü değil, irademizin zayıflığıdır.
Ey insan! Senin elinde gâyet zaif, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kısa, cüz-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duâyı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfar ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkumu cehenneme yetişmesin. Demek duâ ve tevekkül, meyelanı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelanı şerri keser, tecâvüzatını kırar.
Gençlerin enerjisi, azim ve irâdesi ile ihtiyarların tecrübesi mutlaka birleştirilmelidir. Bazı kimseler 60-70 yaşına varınca, irâde zaafına uğruyor, kendi kendisine fenâ bir telkinle hiç bir işe yaramayacağını zannediyor ve köşesine çekiliyor. Bu yanlıştır. Ebû Eyyüb El-Ensari (ra) Hazretleri 85-90 yaşları civarında genç mücâhitlere katıldı. Emevi orduları ile İstanbul’a kadar geldi. Cihad yaptı ve orada şehit oldu, geri dönemedi.
Mimar Sinan da 85 yaşında Edirne’de Selimiye Câmii gibi en değerli eserini yaşlılığında ortaya koymuştur. İhtiyar büyüklerimiz bunu örnek almalı da irâde pısırıklığına düşmemelidirler.
Ziyad oğlu Hasan isminde bir âlim, ilim tahsiline 80 yaşında başlamıştır. Bu zat, 40 sene yatakta yatmadan çalışmıştır. 40 sene de müftülük yapmıştır. 160 yaşında vefât etmiştir. Binaenaleyh ilim tahsili için hangi yaş olursa olsun geç kalınmamıştır.
Hani hep duyarız; ruhumu okşadı, ruhum açıldı, ruhum sıkıldı, ruhi bunalım, ruh hastalığı. Bunlarla iç alemde olan bitenleri dile getiririz.
Ruhun hakikatlerini bilme kudretinde değiliz. Bu konuda çok az ilim verildiği ayetle sabit. Ancak zahir azalarımızı yönlendiren, sıkılan, sevinen, daralan, genişleyen bir içyapımız var. İsmi ister kalp, ister ruh, ister derun, ister vicdan olsun bir yönetim kadromuz mevcut. Söz, fiil ve davranışlarımız bu kadromuzun altında. Bu üst düzey yetkililerinin yetkilerini iyiye kullanması, sağduyulu olması ve tebaasını adil bir şekilde yönetmesi için iyi eğitilmiş, terbiye süzgeçlerinden geçip arınmış, emr-i ilâhiye râm olmuş olması gerekir. Aksi halde ‘Kendisi himmete muhtaç dede, gayrıya nasıl himmet ede?’ durumuna düşer.
✧ Rûhunu kaybedenin dünyayı kazanması hiçbir şeye yaramaz. Önemli olan para ve şerefler değil, kendi hayatını idâre edebilmektir. Aklını ve kalbini mümkün olduğu kadar yükseltebilen, hayatta başarmış demektir.
✧ Sefahat aleminde insanın ruhu kendi vücudundan iğrenir.
✧ Allah’ım, ben Senden, Seninle mutmain olan, Senin likâna inanan, kazâna râzı olan ve Senin bahşişine kanaat eden bir ruh istiyorum.
✧ Ruhtaki ayıpları örtmek için şekilperestlik yamaları satmayın!
✧ Rûhâni mutlulukların yüceliği, mâneviyatı kuvvetli birinin yanında diğerlerinin kendilerini aşağı görüp ona hizmetkâr olma arzusundan anlaşılır.
✧ Ruha muhâlefet delilik, akla muhâlefet gerilik, nefse muhâlefet ise veliliktir.
✧ Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur’an ve imandır. Said Nursi
✧ Herkes korktuğundan kaçar, Allah’dan korkan ise O’na doğru yaklaşır. Ruh, ibâdetlerden alacağı huzur ve gıdâyı hiç bir şeyden alamaz, Çünkü ibâdetler, ruhu geliştirmeye, onu gıdalandırmaya yönelik ilâhi sofranın nâdide gıdalarıdır.
✧ Güzellik bulmak için tüm dünyayı dolaşsak da, onu içimizde taşımıyorsak aslâ bulamayız.
✧ Özü doğru olanın, sözü de doğru olur. Hz. Ali
✧ Ünlü müctehid Süfyan-ı Sevri; şu dokuz şeyin ruhun cilasını azaltıp ona eziyet verdiğini belirtmiştir:
1- Kendi nefsi için duâ edip, ana babası ve müminler için duâ etmemek.
2- Zaman zaman Kur’an okumak. Ama onu vird haline getirip günde yüz âyet okumamak.
3- Kabristanın yanından geçerken ölüler için duâ etmemek ve onların ruhuna fatiha okumamak.
4- Cuma günü bir şehir ve kasabaya gidip Cuma namazını kılmadan oradan ayrılmak.
5- Semtlerine gelip yerleşen âlime gitmemek, ondan istifade etmemek.
6- İki adam bir araya gelip birbirleriyle arkadaş olup da birbirlerinin ismini öğrenmeden ayrılmak.
7- Meşru bir ziyafete dâvet edilip ona gitmemek.
8- Gençliğini ilim ve ahlâktan uzak tutup tüketmek.
9- Kendisi tok yattığı halde komşusunun aç yatması.
Resûlullah Efendimizin psikiyatri konusunda da değerlendirme ve tavsiyeleri vardır. ‘Üzüntüsü çok olanın vücudu hasta olur’ buyuruyor. Böylece insanın psikolojik durumuyla vücudu arasında bağ olduğuna işâret ediyor. Modern tıp da ruhi sıkıntıların psikolojik hastalıklara ve bu gibi hastalıkların da bedeni hastalıklara sebep olduğunu ispat etmiştir.
Bir adam Efendimize gelerek öğüt vermesini istedi. Resûlullah ona ‘kızma’ dedi. Adam isteğini tekrarladıkça Resûlullah da aynı cevabı tekrarladı. Öfkenin vücudu tahrip ettiği ve birçok hastalıklara zemin hazırladığı artık kabul edilmektedir.
Vücudumuza batan ve orada kalan mikroplu bir cisim, haberimiz olmasa dâhi bir gün iltihap yapar, yara oluşur. Bunun gibi, günahlarımız da rûhumuzda derin yaralara yol açar. İşte bu ruh cerehatlerini dışarı atmanın yolu ibâdettir.
İbâdet etmeyen ve duâdan kaçınan insanlar, ne kadar lüks ve konfor içinde olsa da, mesud olamazlar. Onların eğlence ve kahkaha atmaları içlerindeki yangını söndüremez. Bunlar da bunalımlara sebep olur.
İnsanlar yıllarca çeşitli miroplarla berâber yaşayıp hasta olmadığı halde, rûhi gerginliklerden sonra neden o mikropların pençesinde kıvranır? Çünkü üzüntü ve gerginlikler vücûdun direncini kırarak meydanı mikroplara bırakır.
Organlarımızın hareketi ruhumuza bağlıdır. Ruhumuza iyi alışkanlıklar yerleşirse organlarımızın fiil ve davranışları iyi olur. Buna iyi ahlâk denir.
Şibli, bir ara hastalanmıştı. Halife ona tedâvisi için Mecûsi bir doktor gönderdi. Doktor Şibli'ye sordu:
- Gönlün ne istiyor?
Şibli:
- Senin müslüman olmanı... dedi. Doktor:
- Eğer müslüman olursam sen iyileşip, hasta döşeğinden kalkacak mısın? dedi. Şibli:
- Evet! deyince doktor İslâmiyeti kabul etti.
Bunun üzerine Şibli döşeğinden sıhhat bulup kalktı. Bunu duyan Halife dedi ki:
- Ben sandım ki hastaya hekim gönderdim, oysa ki, hekime hasta yollamışım.
Ahlâki vazifelerden birisi nefse hakim olmaktır. Yani insanın sözlerine ve fiillerine hakim bulunmasıdır. Nefsine hakim olanlar, iradelerine de sahip olacakları cihetle, his ve heyecana kapılmadan her şeyde iradenin hakimiyetine müracat ederler.
Nefsine hakim olmayanlar ise, ya fevkalade sert ve heyecanlı olurlar, yahut büsbütün uysal ve yumuşak. Birincisi gazap ve öfke hali, ikincisi de zemmedilen kötü ahlâktır. Gazap bazı âriflerin dediği gibi ani bir cinnettir. Binaenaleyh bunu yenemeyenler çok zarara uğrarlar.
Akılsız uysallığa gelince, bu da zillet ve meskenet demek olduğu cihetle, güçlükleri göğüslemeyi değil, hukuku korumaya bile engeldir. Bu derece halim ve uysal olan insanlar, herkesin tariz ve tahkirine hedef olmaktan kurtulamaz. Kendilerinde vakar ve haysiyet namına bir şey kalmaz. O halde ‘nefse hakim olmak’ fazilet, gazap ve aşırı uysallık ise rezilettir.
Cenâb-ı Hakk: ‘İnsanı kötülüğe sevkeden nefistir’ buyurmaktadır.
İran şahı Nüşirevan’ın veziri Büzürg-ü Mir, ehemmiyetsiz sebepten eline, ayağına zincirler geçirilip zindana atılır. Her gün ekmek ve sudan başka bir şey verilmez.
Bir müddet böyle yaşar, hiç şikayet etmez. Bunun üzerine şah dostlarının yanına gönderilmesini ve onun söyleyeceği sözlerin yazılmasını ferman buyurur:
Altı ilacım var ki onları kullanıyorum da kendimi koruyorum:
1- Allah’a (celle celâlühû) güvenmek
2- Başa gelene dayanmak
3- Sabretmek
4- Yılmamak
5- Daha kötüsüne düşmemiş olmak yüzünden teselli bulmak
6- Her lahza kurtuluşu ümitle beklemek
Nefis düşman olduğuna göre bize doğru yolu göstermez, engeller. Doğru yolu, bizi terbiye eden Allah (celle celâlühû) gösterir. Nefsi iyi tanıyan onun hatalarını, yanlış fikirlerini, aldatıcı telkinlerini, bitmez tükenmez arzularını, vereceği zararı bilir, ondan emin olmakla tedirgin olur. Her şey zıddıyla tanınır kaidesiyle nefis kötüyü, Cenâb-ı Hakk iyiyi emreder.
✧ Nefsi kötü tanıyan elbette ki Rabbinin emirlerini benimser ve ondan hoşlanır. Emir ve nehiylerin hikmetini bildikçe amirini tanır, mârifetullah hasıl olur.
✧ Nefsiyle meşgul olan, Rabbiyle meşgul olmaya fırsat bulamaz, Rabbini tanımaz.
✧ Kalbe, isyan ve şehvetlerin kiri ve karanlığı çöktüğü gibi, şehvetleri terkederek yapılan ibâdetlerin nûru da kalbe yükselir.
✧ Taatin nûru ile, mâsiyetin zulmeti kaybolur. Nefis insanın içinde şiddetli bir istek kaynağıdır.
✧ İnsan bununla işine gelen, hoşuna giden her şeyi kendine maleder. Nerede ve kimin elinde olursa olsun çekip alır. İşine gelmeyen her şeyi yok etmek ister. Bu sıfat hayvanda da mevcuttur. İnsan hayvanla bu sıfatta müşterektir.
✧ İstekleri verildikçe istek kaynakları taşar. Sırnaşık insanlar gibi ziyade arsızlanır, sahibini yener. Akıl nefsin isteklerini gözden geçirip rızâya uygun olanı kabul eder, diğerlerini reddeder. Dizgini elinde tutarsa, kötü yollara bırakmaz.
✧ Nefsini yenen kimseden mahluk da râzıdır, mutazarrır olmaz. Halkın memnun olduğundan Hakk da râzıdır.
✧ Terbiyenin en makbulü kendi kendini terbiye etmektir. Zübeyr Gündüzalp
• Yapacaklarını hatırlatıp uyarmalı.
• Teşvik etmeli, dürtmeli.
• Azmettirmeli, riyâzet (perhiz) yaptırmalı.
• ‘Dediğimi yapmazsan cezalandırırım’ deyip korkutmalı.
✧ Nefsi en iyi şu dört şey terbiye eder: Susmak, açlık, yalnızlık, uykusuzluk. Feridüddin-i Attar
✧ Cenneti arzulayan bir kimse, mutlaka arzularından fedâkarlık etmelidir. Hz. Ali
✧ Nefsin taşkın isteklerine uyma ki rahat edesin. Hz. Ali
✧ Herhangi bir özrü olmaksızın seher vaktinde uyuduğu halde sâlihlik ve ermişlik iddia eden bir kimse yalancıdır. Bunu da böyle bilesin ey kardeş. İmam-ı Şarani
✧ Allah’dan (celle celâlühû) korkan kimse, nefsinin her istediğini yapmaz. Hz. Ömer
✧ Bir insan ne kadar ibâdet ve taatla meşgul olsa da, Kur’an terbiyesine girip ondan aşı almadan nefsin ıslah ve tekâmülü mümkün değildir. Zira, aşısız ağacın meyvesi itibar görmez.
✧ Kalaysız kapta pişen yemek yenmez. Bozuk makinaya ipek ip de versen düzgün kumaş dokumaz. Güneş görmeyen ağaç meyve vermez, ancak odun olur. İşte mânevi ziyâdan mahrum olan insan da böyledir.
✧ Nefsin arzuları, Cenâb-ı Hakk’ı tanımaya perdedir.
✧ Kuvvetli bir nefis terbiyesine dayanmayan ahlâk, en küçük bir ihtiras rüzgârıyla sarsılmaya ve yıkılmaya mahkûmdur.
✧ Terbiye edilmemiş nefs, huysuz kadın gibidir.
✧ İster fert, ister toplum olsun bakılmayan tarlanın akibeti neyse; gözetilmeyen ruhun akibeti dikenli, faydasız, boğucu inançlar, düşünceler, hafakan, sıkıntı ve kabustur.
✧ Sâlihlerden biri der ki: Dünya kadınlarından hiç birine benzemeyen güzel bir kadın gördüm. Hemen kendisine evlenme teklif ettim.
- Beni babamdan isteyip mehrimi verirsen olur, dedi.
- Söyle bakalım, mehrin nedir?
- Nefsi şehevi isteklerden men etmek.
Eşlerin bir araya gelerek, toplumun en küçük birimini oluşturduğu kuruma, âile denir. Âile; Arapça bir kelime olup, manası ‘Karşılıklı birbirine muhtaç olan, birbirine dayanan ve güvenen’ demektir. Mutlu bir yuva kurmak isteyen bireylerin, sevgi-saygıya önem vermeleri, birbirlerini destekleyip, kenetlenmeleri ve birbirlerine güven duymaları gerekir.
Bir mü’min, kendisinin doğru yolu bulmasından, kalbinin ıslah olmasından sorumlu olduğu gibi, âilesinin doğru yolu bulmasından, evinin ıslâh olmasından da sorumludur. Müslüman ev, müslüman cemaatin çekirdeğidir.
Bir ev, inanç sisteminin kalelerinden biridir. Bu yüzden kale içerden dayanıklı ve sağlam olmalıdır. Her fert bir giriş noktasının, bir gediğin önünde durmalı ve sızmaları önlemelidir. Aksi takdirde orduyu kalenin içinde bozguna uğratmak kolaylaşır.
Bir mü’minin davetini uzaklara götürmeden önce âilesindeki gedikleri kapatması bir zorunluluktur. Bunun için müslüman bir anne gereklidir. Çünkü onlar geleceğin tohumu ve meyvesi olan neslin koruyucu bekçileridir. Anne ve babanın el ele vererek kızları ve erkekleri eğitmeleri kaçınılmazdır.
Mü’minin hem kendisine, hem de âilesine karşı olan sorumluluğu ağır bir sorumluluktur. İleride korkunç bir ateş... O ve âilesi bu ateşle karşı karşıyadırlar... Kendisini bekleyen bu ateşten hem kendini, hem de âilesini uzak tutmak zorundadır. Evet ateştir bu. Alev alev yanan dehşet verici bir ateş...
✧ Âilenin kazandığı zenginliği hiçbir şey kazandırmaz. Âilenin verdiği eğitimi-öğretimi hiçbir okul vermez.
✧ Âile, çocuğun kütüphanesidir.
Eskiler, erdemin ışığıyla ortalığı aydınlatması için önce devlet işlerini yoluna koyarlardı. Devlet işlerini yoluna koymak için, önce ev işlerini yoluna koyarlardı. Ev işlerini yoluna koymak için, önce kendi kendilerine çeki düzen verirlerdi. Kendilerine çeki düzen vermek için, önce düşüncelerini yoluna koyarlardı. Düşüncelerini yoluna koymak için, önce bilgi eksikliklerini giderirlerdi.
✧ Çoluk çocuğu çoğaltınız; şüphesiz siz niçin rızıklandırılıyor olduğunuzu bilemezsiniz. Hz. Ömer
✧ Nikâhta beş fayda vardır: Evlât yetiştirmek, şehveti teskin etmek, ev idâre etmek, yakınları çoğaltmak, nefis mücâdelesi yapmak. İmâm-ı Gazâlî
✧ Bir gün Hz. Fatıma validemiz Resûlullah’ın huzuruna geldi. Babasını görünce ağladı, Resûlullah sebebini sordu:
‘Ey Fatıma! Seni ağlatan nedir?
‘Dün gece zevcim ile aramızda bir konuşma oldu. Kasıtsız söylediğim bir söz yüzünden bana kızdı. Onun kızgınlığını görünce özür diledim, benden râzı olmasını istedim, ama kendisini râzı edemedim.’
‘Yavrum bilmez misin ki kocanın rızâsı Allah’ın (celle celâlühû) rızâsına sebeptir. Rızâsızlığı da O’nun rızâsızlığına sebeptir. Ey Fatıma! Ne mutlu o kadına ki kocası ondan râzı olur. O ise her gece ve gündüz kocasının rızâsını arar. Böyle olan kadının bu hali bin sene ibâdet etmesinden daha iyidir. Ey kızım! Kadınlar için amellerin en üstünü, kocasının emrine itaattir.’
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Gerçekten yazıyı öğretmek, güzel isim takmak ve bulûğa erdiği zaman ise evlendirmek çocuğun babası üzerindeki haklarıdır.
✦ Şüphe yok ki, bir babanın çocuğunu bir defa terbiye etmesi, onun için sadaka vermesinden daha hayırlıdır.
✦ İmtihan için (Allah tarafından) kendisine kız evlât verilen bir baba, onları İslâmiyete göre terbiye edip iyilik yaparsa, (kıyâmet günü) babaları için cehenneme karşı bir kalkan gibi olurlar.
✦ Çocuklarınızı şu üç huyu aşılayacak şekilde terbiye ediniz: Peygamberini, O'nun ehli beytini sevdiriniz ve Kur'an-i Kerim'i okutunuz. Çünkü Kur'an okuyanlar hiçbir gölgenin bulunmadığı mahşer günü Peygamber ve evliyalarla beraber Allah'ın (rahmet) gölgesinde bulunacaklardır.
✦ Kendi iyiliğine çocuğuna yardım eden babaya (isyan ettirmeyen) Allah (celle celâlühû) merhamet etsin.
Hayat denizine yelken açayım
Dalgaları aşıp Hakk’a varayım
Senin şefkatini nerde bulayım
Bugünden tedbirin al anneciğim. M. Balcı
✧ Sakın küçük demeyin, terbiye beşikten başlar.
✧ Kararlı olmak, çocuğu kötü hareketten önler.
✧ Hatasını kızarak değil, öğreterek düzeltmelidir.
✧ Düşünceler inandırılarak benimsettirilir.
✧ Çok sertlik gibi, çok şefkat de zararlıdır.
✧ Sözünden çok, yaptığına değer vermelidir.
✧ Onun yanında asla başkalarını çekiştirmemelidir.
✧ Kibirlenmesine göz yummamalıdır.
✧ Başkalarına yardıma alıştırmalıdır.
✧ Her istediğini yapmamalı, sabırlı olmasını öğretmelidir.
✧ Yalancılıkla suçlamamalıdır.
✧ Temizliği öğretmeli.
✧ Çocuğu süslü elbise ve tatlı yemeklerle alıştırmamalı. Zîrâ, sonradan bunlardan ayrılamaz.
✧ Dili açılmaya başlayınca ‘Allah’ dedirtmeli.
✧ Yemek yeme edebini öğretmeli.
✧ İslâmi kıyâfet giydirmeli, Kur’an öğretmeli.
✧ İyi iş yapınca sevmeli, övmeli.
✧ Kusuru iki kere görmemezlikten gelmeli. Sık sık dövmemeli.
✧ Büyüğü tanıtıp, büyüklüğünü hissettirmeli. Babasıyla korkutmalı.
✧ Gündüz uyutmamalı, zîrâ gevşek olur.
✧ Yumuşak yatakta yatırmamalı. Böylece bedeni kuvvetli olur.
✧ Her gün bir saat oynamasına izin vermeli; terbiyeli olur, sıkılmaz.
✧ Herkese karşı mütevâzı olmasını öğretmeli.
✧ Çocuklar arasında övülmemeli, kendini methetmemeli.
✧ Başkasından bir şey aldırmamalı, vermeyi öğretmeli.
✧ Oturup kalkmasını, edep öğretmeli.
✧ Sormadan konuşmamasını, katiyyen yemin etmemesini, lânet, sövme, kötü söz etmemesini öğretmeli.
✧ Hocası dövünce, feryat etmemesini, sabretmesini öğretmeli.
✧ Başkasının malını çalmamayı, haram yememeyi öğretmeli ve böyle kimselerden bahsetmemeli.
✧ Dünyaya geliş maksadını bildirmeli.
✧ Cennet ve cehennemin hallerini anlatmalı.
✧ Küçük yaşta böyle terbiye edilirse, taş üzerindeki yazı gibi olur. Terbiye sonradan yapılırsa, duvardaki toprak ve sıva gibi dökülür.
Gençler herşey demektir. Meseleye bir haksızlık karşısında kükreyen gence bakarak ‘gençliği olmayan bir millet mahvdır’ diyen Hz. Ömer’in ifadeleri içinde bakacak olursak, âlî duygularla mücehhez bir gençliğin cemiyet hayatının hayatı olduğu hükmüne varırız.
Böyle bir millet yeni yeni medeniyetler inşâ etme istidadındadır. Bunun aksi ise hükmün de aksidir. Öyleyse bir milletin yücelmesindeki en mühim faktör gençliktir. Ama âhiret inancıyla dopdolu bir gençlik. Hülâsa; inanan insanlar huzurlu bir hayat yaşama hakkına sahip olacaklardır... Gençlik bir milleti ya yatırır veya kaldırır. Millet gençlikle ya cankeş veya berhayat olur.
İnsanın ebedi hayatını ve bu dünyadaki vazifelerini hatırlamaktan alıkoyan mâniler, en çok gençlik devresinde insanın karşısına çıkmaktadır. Çünkü gençlik, hislerin insana en fazla hükmettiği çağdır.
Gençliğin ebedi hayata ve onun tükenmeyen lezzetlerine teşvik edilmesine her şeyden fazla ihtiyacımız vardır. Çünkü gençlerin, hem dünyada, hem de âhirette saadeti buna bağlıdır. Bu hakikatleri ruhlarına sindirip, dizgin tanımayan hislerini kontrol altına alan gençler, kendilerini bir takım aşırılıklardan kurtararak, iffet, istikâmet ve saadet içinde yaşayacaklar ve ebedi hayatlarında da sonsuz mükâfatlara nâil olacaklardır.
Hadîs-i Șerîfler...
✧ Gençlik taşkınlıklarına kapılmadan, kendisini tamamen ibâdete verip hiç isyan etmeyen genci Allah sever.
✧ Ümmetimin günah işlemeyen gençlerinin duâsı kabul olur.
✧ Kalbi Allah’a bağlı gençler, arş altında gölgelenen yedi grup kimseler arasındadır.
Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik…
‘Zaman bendedir ve mekân bana emânettir!’ şuurunda bir gençlik…
Devlet ve milletinin 7 asırlık hayatında dört devre…
Birincisi iki buçuk asır… aşk, vecd, fetih ve hakimiyet…
İkincisi üç asır… kaba softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet…
Üçüncüsü bir asır… Allah’ın, Kur’an’ında ‘belhüm adal / hayvandan aşağı’ dediği cüce taklitçilere ve batı dünyasına esaret… ya dördüncüsü ?…
Son yarım asır!.. İşgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde plânında kurtarıldıktan sonra ruh plânında ebedi helâke mahkumiyet…
İşte tarihinde böyle dört devre bulunduğunu gören… bunları, yükseltici aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi… beşinci devrenin kapısı önünde nur infilakı yeni bir şafak fışkırışını gözleyen bir gençlik…
Gökleri çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün ‘dikey’leri ‘yatay’ hale getirecek bir çığlık kopararak ‘mukaddes emâneti ne yaptınız?’ diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik…
Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik…
Halka değil, Hakka inanan, meclisinin duvarında ‘Hakimiyet Hakk’ındır’ düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti hakka kölelikte bilen bir gençlik…
Emekçiye ‘Benim sana acıdığım ve seni koruduğum kadar sen kendine acıyamaz, kendini koruyamazsın.! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zâlim patronlardan daha zâlim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın!’ diyecek…
Kapitaliste ise ‘Allah buyruğunu ve Resûl emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın!’ ihtarını edecek… kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik…
Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk’ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübârek oluş sırrını, her sistem ve mezhebe ortada ne kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayâli varsa hakikatinin, İslâmda olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslâm âlemine ve bütün insanlığa model teşkil edecek bir gençlik…
‘Kim var?’ diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert ‘ben varım!’ cevabını verici, her ferdi ‘benim olmadığım yerde kimse yoktur!’ fikrini besleyici bir dâva ahlâkına kaynak bir gençlik…
Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette usule, stratejiye uygun bir gençlik...
Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle zifiri karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin; ve gerçek kahramanlık mâdeniyle sahtesini ayırdetmekte kuyumcu ustası bir gençlik…
Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı, çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş fabrikası, fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi, hasılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz tâlim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik…
Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski mümin nesillerden hiçbirini beğenmeyecek, onlara ‘siz güneşi ceplerinizde kaybetmiş marka müslümanlarısınız! Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi!’ diyecek ve gerçek müslümanlığın ‘nasıl’ını ve ‘ne idüğü’nü her haliyle gösterecek bir gençlik…
Tek cümleyle, Allah’ın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı sevgilisinin fezâyı bütün yıldızlariyle manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak, ve o’ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak tanımayacak ve o’nun düşmanlarını ancak kubur farelerine lâyık bir muameleye tâbi tutacak bir gençlik…
İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizlerini karşımda görüyorum. Şekillenmesi, billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbazlık kodamanların viski çektiği kamış borularla kalemime ciğerîmden kan çekerek yırtındığım, paralandığım ve zindanlarda süründüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah’a hamd etme makamındayım.
Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil! Necip Fâzıl
Hatama kusuruma yumma göz,
El kapısından getirmeyim sana söz
Beni ince doku, eleklerden süz,
Ağırına gider laf anneciğim.
Elindeyken yumağını iyi bük
Çok ziyan ettirir bana gevşeklik
Uzun sürmez seninle beraberlik
Yarın olmayayım yük aneciğim. M. Balcı
Edebin esâsı, kendini nâkıs, başkalarını kâmil görmektir. Edebi az olanlar ise tam tersine, kendilerini kâmil, başkalarını nâkıs görürler.
İnsan yaratılışta edep, haya perdesiyle dünyaya gelir. Bunu zorlayarak yırtmazsa, fıtratın bu güzelliği her çağda kendini gösterir. Bütün dini kurallar insan fıtratına uygundur. Çünkü yaratan da, kanun koyan da O Yüce Zattır. «Hiç yaratan bilmez mi...» (Mülk:14)
İnsan dininin gereğini öğrendikçe güzelliğine güzellik katar. Bişri Hafi demiştir ki: ‘Her şeyin kendisine yakışan bir ziyneti vardır. Hayanın ziyneti günahları terk etmektir. Her şeyin bir meyvesi vardır, hayanın meyvesi de hayır kazanmaktır.’
Bu konuda anne-baba’nın rolü çok büyüktür. Konuşmada, davranışlarda hayayı, edebi elden elden bırakmayan, yaşantısıyla yavrusuna iyi örnek olan ebeveyn ona iki cihanda yapılabilecek en büyük iyiliği yapmış olur. Çünkü çocuk gözünü dünyaya açtığında onları görür onları tanır ve onları sever, onlara güvenir. Onların yaptıkları yanlışlıkları yanlış olarak kabul etmez, onlar yaptığına göre doğrudur mantığıyla hareket eder.
Hadîs-i Șerîfler...
✧ Allah’u Teâlâ Adn cennetini şu kimseler için hazırladı: Günah işleyecekleri zaman, O’nun büyüklüğünü düşünüp, O’ndan haya ederek günahtan kaçınanlar için.
✧ Hayanın azlığı küfürdür.
✧ Hayânın hepsi hayırdır, hepsi öğülmüştür. Ancak, seni bir nasihatın zikredilmesinden veya bir sapığı geri çevirmekten veya irşaddan men ederse o zaman değil.
✧ Hayâ etmediğin zaman dilediğin şeyi yap.
✧ Haya ile sükut iman ağacının iki dalı, çirkin söz ile beyan da münafıklığın iki budağıdır.
✧ Haya imanın nizamıdır. Bir şeyin nizamı bozulunca parçaları darmadağın olur.
✧ Bir kardeşin, diğer kardeşi kendisine söz söylediği zaman sükût edip onu dinlemesi, mürüvvetten, yâni insâniyetten (sohbet âdâbından)dir.
✧ Yatakta olandan bahseden kimse, yol ortasında çiftleşen iki eşek gibidir.
✧ Resûlullah şöyle buyurdu:
– Ey nâs! Allah’dan utanmaz mısınız?
– Bu bahsettiğiniz utanmak nedir?
– Dünyalıktan yiyemeyeceğiniz ölçüde topluyorsunuz. Erişemeyeceğiniz şeyleri arzuluyorsunuz. İhtiyacınız ötesinde binalar yapıyorsunuz. Allah imanı müsâmaha ve hayâ içinde; küfrü de cimrilik ve eğlence içinde yarattı. Ağaçların hayatı su ile olduğu gibi, yüzün hayatı da haya iledir. Kulaklarının duymak isteyip hoşlandığı şeyleri yap, duymak istemediğin ve hoşlanmadığın şeylerden sakın. Allah’tan, Resûlün’den, meleklerden, kendinizden hayâ edip utanın.
Allahu Teâlâ bir kimseyi helâk etmek istediğinde önce hayayı çeker alır. Hayası gitti mi sen ona artık herkesin nefretini kazanmış kimse olarak rastlarsın. Herkesin nefretin kazanandan emânet çekip alınır. Artık o güvenilmeyen kuşkulu kişidir. Kişiden emânet (güven) çekilip alınınca onu artık hep hain herkesçe de hain bilinen biri olarak rastlarsın. Böyle olunca da sıra ondan merhametin çıkarılmasına gelmiştir. Ondan rahmet çekip çıkarıldığı vakit, artık ona Allah’ın rahmetinden kovulmuş lânetlenmiş olarak rastlarsın. Böyle olunca da ondan İslâmiyet bağı çözülüp atılır.
✧ Haya perdesini üzerinden atanlara gıybet yoktur.
✧ Mârifet, yukarıdan aşağıya kanat çırpar; hayâ ile kaplı bir gönlü tespit ettiğinde iner, oraya konar. Seriyy es-Sakatî
✧ Kulu yükselten ilim, edep, emânet ve iffettir. Seriyy es-Sakatî
✧ En büyük ilim (olan mârifetullahın neticesi) heybet ve hayâdır. Bir kimsenin kalbinden heybet ve hayâ duygusu gitti mi, artık onda hayır kalmaz. İbni Ata
✧ Utanmaktan ve sıkılmaktan bahsedip de Allah’dan sakınmayan kimseye ne kadar şaşılır. Abdullah b. Menzil
✧ Dört şey yüzün güzelliğini alır: Yalan, câhilâne sorular, hayâsızlık, çok günaha dalmak.
✧ İnsanın rütbesi arttıkça, utancı ve hayası azalır.
✧ Hayâ kavileştiği zaman, iyi huyluluk da kavileşir. Hayâ zayıfladığı zaman yaramaz kötü huyluluk kavileşir.
✧ Çok süs ve zinet, edep ve hayâyı kaçırır.
✧ Yüksek sesle konuşmak, örtüsüzlük, namahremden sakınmamak, hatalarından utanmamak hayâsızlıktır.
✧ Hayâ, ruhun gizli kapısıdır; kötü fikirler oradan girer. C. Şahabettin
✧ Bugün insanlar eksiklik, sakatlık, fakirlik gibi şeylerden utanırken atalarımız büyüklerin yanında konuşmaktan ve tartışmaktan, ehliyle konuşmaktan, evladını sevmekten, para lafı etmekten, çamaşırlarını göstermekten utanırdı.
✧ Edep, dinin hizmetkarıdır.
Burnunu göstermekten çekinirdi sütninem
Kızımın gösterdiği kefen bezine mahrem.
✧ ‘Elhamdülillâhi rabbi’l âlemin’ cümlesi, Kur’an’da yedi yerde geçmektedir. ‘Elhamdülillah’ cümlesi ise Kur’an’da yirmi üç yerde tekrarlanır.
✧ Ya Ali! Her kim yirmi defa ‘Elhamdülillâhi kable külli ehadin, velhamdulillahi ba'de kulli ehadin, velhamdülillâhi yebkâ rabbünâ ve yemûtu küllü ehadin velhamdülillâhi alâ kulli hâl / Herkesten evvel hamd Allah’a olsun. Herkesten sonra hamd Allah’a olsun. Hamd, herkesin ölüp, kendisi bâki kalan Allah’a olsun’ dese günahları, ne kadar çok olursa olsun affolunur. Hadîs-i Şerîf
✧ Eğer bütün dünya kenarı ve köşesiyle ümmetimden bir adamın elinde olsa, sonra o kişi ‘Elhamdülillâh’ dese, elbette ‘Elhamdülillâh’ bütün dünyadan üstün gelir.
✧ ‘Subhânallah’ mizanın yarısıdır. ‘Elhamdülillâh’ ise mizanı doldurur. ‘Lâ ilâhe illâllah’ için de, Allah’a varıncaya kadar hiçbir perde yoktur. Hadîs-i Şerîf
✧ ‘Lâ ilâhe illâllah’ cennetin bedelidir. ‘Elhamdülillâh’, bütün nimetlerin bedelidir. Ve kullar cenneti amellerine göre bölüşeceklerdir. Hadîs-i Şerîf
✧ Allah’ın hamdi ile başlamayan her hatırlı ve kıymetli işin sonu kesiktir. Hadîs-i Şerîf
✧ Zikrin en üstünü ‘Lâ ilâhe illâllah’, duânın en üstünü de ‘Elhamdülillâh’ tır. Hadîs-i Şerîf
✧ Övülmeyi Allah’tan daha çok seven hiçbir şey yoktur. O yüzden kendini övmek üzere ‘Elhamdülilllah’ buyurdu. Hadîs-i Şerîf
✧ ‘Nasılsın’ sorusu ‘Elhamdülillah’ dedirtmek içindir.
✧ ‘Elhamdülillâh’ şükrün hem başı, hem de sonudur. Şükrün başı olduğu için Allah (celle celâlühû) Kur’anın başlangıcı yapmış, şükrün sonu olduğu için cennetliklerin son sözü kılmış.
✧ Allah (celle celâlühû) bir kuluna bir nimet verir de o kul, o nimete karşı Allah’a (celle celâlühû) hamd ederse, muhakkak onun Allah’a hamd etmesi, kendisine verilen o nimetten daha üstündür, o nimet ne olursa olsun.
✧ Seriyyüs Sakatî; ‘Bir kere elhamdülillâh dediğim için 30 yıldır istiğfar ediyorum’ dedi.
- Bu nasıl iş? denilince,
- Bağdat’ta yangın çıkmıştı, bir çok dükkân ve ev yanmıştı. Benim dükkânımın yanmadığı haber verilince elhamdülillâh demiştim. Bu bütün dükkânlar yanarken benim sevinmem demekti, kardeşlik ve insanlığa aykırıydı. Bundan dolayı istiğfar ediyorum, dedi.
✧ ‘Hamd’ kelimesinin;
‘ح’sı vahdaniyetten,
‘م’i mülkten,
‘د’ı deymûmiyetten (devamlılık, beka) gelir. Allah’ı deymûmiyet, vahdaniyet ve mülküyle bilen gereğince tanımış olur. ‘Elhamdülillah’ın hakikati budur.
1- Temcit, Rahmâniyete.
2- Senâ, Rahimiyete.
3- Şükür, Rubûbiyete.
4- Medih, İlâhiyata.
✧ Biriniz aksırıp, ‘elhamdülillâh’ dediğinde, melekler ‘Rabbi’l-âlemîn’ derler. Kendisi de ‘Rabbi’l-âlemîn’ derse, melekler ‘Yerhamükellah’ derler. Hadîs-i Şerîf
✧ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), aksırdığı zaman, başını eğer, yüzünü kapatır, sesini kısardı.
✧ Bir kimse, üç defâ aksırırsa, onun kalbine iman yerleşir. Hadîs-i Şerîf
✧ Bir kimse aksırırsa onu teşmit (rahmet dilemek) et. Sonra aksırırsa yine teşmit et. Bir daha aksırırsa ona, ‘Sen nezle olmuşsun’de
✧ Bir kimse, Allah’a hamdetmekte aksıranı geçerse diş ağrısından (veya sırt ağrısından), kulak ağrısından (veya yan ağrısından), karın ağrısından emin olur. Hadîs-i Şerîf
✧ Her kim duyduğu her aksırma ânında ‘Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn alâ külli hâlin mâ kâne’ derse, ebediyen diş ve kulak ağrısı çekmez. Hadîs-i Şerîf
✧ Allahu Teâlâ Hz. Süleyman’a şöyle vahyetti:‘Eğer bir kişi yedi denizin ötesinden aksırsa beni hatırla, bana hamd et.’
Nimetin kıymetini bilmek; muvaffak olduğu hayır hasenatın Rabbinin fadlından olduğunu bilmek, kendinden bilmemektir. Yani haddini bilmektir. Gezegenler kendisine has yörüngesinden bir milim ayrılmazlar, ayrılsalar sistem bozulur, dünya tarumar olur. Göklerdeki sisteme insan eli değmediğinden asırlardır düzeni bozulmuyor. Güneş büyüklüğünü bilip, ay’a ulaşmayı, onun yörüngesine yaklaşmayı kendine yakıştırmıyor, gece de gündüzü geçme küstahlığında bulunmuyor. Büyük büyüklüğünü, küçük küçüklüğünü biliyor. Herşey kendine Mâlik Yaratıcısının hükmüne teslim olduğu için, varlıklarını çok güzel bir düzen içinde asırlardır devam ettiriyor.
Yeryüzüne beşer eli, beşer iradesi karışmış, yeryüzü trafiği gökyüzü gibi değil; karışıklıklar, karmaşıklıklar, kazalar, belâlar eksik olmuyor. İnsan bozulunca herşeyi bozuyor. ‘Ekini, nesli helâk ediyor.’ Buyruk tanımamak, kadir bilmemek, hiçe saymak, nefsi putlaştırmak, nankörlük yeryüzünü fesada veriyor. Herşeyi mükemmel Yaradanın, kanunlarının, tüzüklerinin, emir ve yasaklarının da mükemmel olduğuna, ah şu insanlık bir inansa. O zaman herşey sütliman olacak, göz yaşları silinecek, feryatlar dinecek, zulümler ortadan kalkacak, dünya altun devrini yaşayacak, tıpkı Asr-ı saadet gibi.
Verdiği nimete şükür, hükme itaat, gönülden rızâ, gerçek mü’min’nin özelliğidir. Rabbimizin nimetlerine minnettar olup, nankörlükten sıyrılmak için çareler aramalıyız. Mesela bir şükür günlüğü tutabiliriz. Kafamızın zinde, gönlümüzün hoş olduğu, duygusal olduğumuz vakitlerde ve ortamlarda binlerce nimet içinde fark ettiğimiz, hissettiğimiz nimetleri kaleme alıp canımızın sıkkın, nefsimizin nankör zamanlarında okusak, hem gönlümüz ferahlar, hem tahdis-i nimette bulunmuş oluruz. Mevcut nimetlerin kıymetini bilmeden, şükrünü eda etmeden başka nimetlerin peşine düşmez, hırs tuzağına düşüp elimizle kendimizi esarete düşürmemiş oluruz.
Yüce Mevlâmız «Aranızdaki fazileti unutmayın» (Bakara:237) buyurarak bizi vefaya, minnettarlığa, güzellikleri hatırlayıp gündemde tutmaya çağırıyor. Ta ki insanlar arasında irtibat, iletişim, yardımlaşma, sevgi, saygı, şefkat kesilmesin.
Yıllarca emek çektiği, yüksek tahsil yaptırdığı evlatlarından hizmetçi muamelesi görmesin, hiçe sayılmasın, kenara itilmesin, emekler zayi olmasın.
Ya da köyden getirip, her türlü ihtiyacını karşılayıp, iş güç sahibi yaptığı akrabası, hemşerisi tarafından rekabet hırsıyla zulme uğrayıp, hain tavırlara düçar olmasın.
Senelerce ilim öğrendiği, onun için nice cefalara, olumsuzluklara katlanan hocasını, belirli bir yerlere gelip halk tarafından pohpohlanmaya başlandığında hiçe saymasın, onun önüne geçme yarışı içinde küstahça, alçak davranışlarda bulunmasın. Babasının bağışladığı bağdan bir salkım üzümü babasından esirgemesin.
Hayatı boyu yaşamasında, çalışmasında, tahsilinde kendisine iyilikte bulunan hak sahiplerini unutmayıp, elinden geldiği kadar haklarını ödemeye çalışıp, iyiliklerini unutmasın.
Resûlullah’ın kendine, malını, canını, kalbini feda eden nur topu evlatlar hediye eden Haticesini ömrünce unutmayıp, vefatından sonra bile ahbaplarına hediyeler gönderip, iltifatlarda bulunmasını unutmasın.
Süt kardeşi Şeyma’ya kırk elli yıl sonra da olsa en büyük iyilikleri yapıp onu ve kabilesini, canını esaretten, kalplerini küfrün karanlığından kurtarışını hatırdan çıkarmasın.
Kendini büyütüp barındıran amcasının maddi imkânları zorlanınca, oğlu Ali’yi alıp, evine getirip, banyosuna kadar bizzat eliyle yaptırıp, büyütüp, eğitip, sonra da en sevgili ciğerparesini onca isteyenlere rağmen ona verip gönlünü mesrur etmesi düşünülsün. Mekkeyi fethettiği ve orayı çok sevdiği halde Medine halkına minnettarlığı yüzünden Mekkeye geri dönmeyip Medine’de kalması ve hayatının her safhasında billur billur akıttığı vefa çeşmesinden asrının insanlarına kana kana içirmesi, gelecek nesle numuneyi imtisal olması daima göz önünde bulundurulsun.
Yüce Allah «Ben nankörü sevmem» (Hacc, 38) buyurduğuna göre nankörü kimse sevmez. Sevgisiz yaşamak ölümden beter bir şey. Bu nedenle sevilmek uğrunda riyâlara, insaflara, masraflara girme yerine minnettar olma, teşekkür etme, kıymet bilme, gördüğü iyiliği saklamadan gerekirse yüzüne söyleyip minnettarlığını bildirmek. Arkasında gördüğü iyiliği müsait ortamlarda anlatmak. İtibarını yükseltmeğe çalışmak Ahlâk-ı Muhammedî’den sevilen bir meziyettir.
1- Onu verene sevgi, hürmet.
2- O nimeti değerlendirip, yerinde kullanmak.
3- Nimeti, onu verenin yolunda sarf etmek.
4- O nimetle övünmeyip, sahibine hamd ü sena etmek.
5- O nimetlerin bize ulaşmasına vesile olan sebeplere minnettar olmak.
6- Allah’ın kullarını o nimetten istifade ettirmek.
7- Âhiret yatırımı yapmak.
8- Lüks, konfor peşine düşüp israf etmemek.
9- Hevay-ı nefse uyarak şımarmamak.
10- O nimeti isyan, günah yolunda kullanmamak.
Bunlar sadece Allah’a hamd etmenin niteliğini bildiren birkaç cümledir. Yani sırf dil ile ‘elhamdülillah’ demek yeterli bir hamd sayılmaz.
Ucuz alan, ucuz verir. Bir çocuk, mücevheri bir somun ekmeğe değişir. Altının kıymetini sarraf bilir.
İlim hali, hal ameli doğurur.
İlim: Nimeti vereni ve nimetin O’ndan geldiğini bilmek.
Hal: Verdiği nimete o anda sevinmektir.
Amel: Nimeti verenin maksadına ve arzusuna uygun olarak hareket etmektir. Nimetin emânet olması bunu gerektirir.
İmamı Azam tanıdığı herkese iyi davranırdı. Oğlu Hammad’a Fetih sûresini ezberleten hocaya beş yüz dirhem hediye vermişti. Bazen herhangi birine beş yüz dirhem verdiği olurdu. Eğer bu adam herkesin ortasında ona teşekkür ederse, üzülür ve şöyle derdi: ‘Bana teşekkür ediyorsun ama, bu verdiğim, Allah’ın sana nasip ettiği bir rızıktır.’ İsmail b. Hammad
✧ Dört şey vardır ki, bunların kıymetini ancak, dört kimse bilir:
1- Gençliğin kıymetini, ancak ihtiyarlar bilir.
2- Afiyetin kıymetini, ancak belâya dûçar olan bilir.
3- Sağlığın kıymetini, ancak hastalar bilir.
4- Hayatın kıymetini, ancak ölüler bilir. Hatem Zahid
✧ Kimileri vardır ki; hayatları berrak ve açık olduğu halde, sonsuz mâvi göklerinde küçük bir karartı görseler, söylenerek şikâyet ederler. Kimileri de vardır ki; gecelerinin karanlığını Allah’ın tek bir lütfu aydınlatacak olsa, yürekleri büyük bir şükranla dolar.
Dilini döndürene, ağrını dindirene
Nimeti gönderene, şükür gerekir şükür
Gülümseyen yüzüne, ağrımayan dizine
Gören iki gözüne, şükür gerekir şükür
Tuttuğun iki ele, doğru konuşan dile
Kötü haline bile, şükür gerekir şükür
✧ Nimete karşı şükür; Allah’a hürmet, mala maddi mânevi bereket, bedene sıhhat ve mânevi dilencilik zilletinden kurtaracak izzet sebebidir.
✧ Bedenin içinde nice iş yapan organlar vardır. Her biri bir işle meşgul olurken, insan tatlı bir uykudadır. Onlar insana hizmetten bir an bile geri durmuyor. İnsan ise onları tanımıyor ve bu işlere şükretmiyor.
✧ Bir kimse hizmetçisini bir gün sana hizmet ve yardıma gönderse, hayatın boyunca ona teşekkür edersin. Ama bu kadar sanatkarları bedenin içinde hizmetinde bulunduran, hayatın boyunca onları hizmetten bir an geri bırakmayanı hatırlamazsın.
✧ Nimete şükür, elden çıkıp gitmemesini sağlayan bir ganimettir. Hadîs-i Şerîf
✧ Allah (celle celâlühû), yemeğini yiyip, içeceğini içtikten sonra, bunları nasip ettiği için, kendisine hamd edenden râzı olur. Hadîs-i Şerîf
✧ İki nimet var ki, insanlar onun kıymetini bilmez: Sıhhat, boş zaman. Hadîs-i Şerîf
✧ Bir kimse, üzerinde nimet izleri belli olmamaya başlayınca, ‘Allah’a hamd olsun’ duâsını çok yapsın.
✧ Nimetlerin adedi ve bolluğu şükran ve saygıdadır.
✧ Nimete şükretmek, seni doyurur ve tok gözlü eder de, fakirlere yüzlerce nimet verirsin.
✧ Nimete şükür, nimetin içinde kendini bir tufeyl gibi görmendir. Hamdun el-Kassar
✧ Dört şey var ki, bunlar bir kimsede olursa, ona dünyanın ve âhiretin iyilikleri verilmiş olur: ‘Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden, sâliha ve mümin bir zevce.’
✧ Büyük nimetler üç tanedir:
1. Hayat nimeti: Ömrün, Allah’a kullukla geçmesidir.
2. Ölüm nimeti: Rûhun, kelime-i şehâdetle teslim edilmesidir.
3. Kıyâmet nimeti: Kabirlerden çıkıldığı zaman, cennet müjdesi almaktır. Ebû Bekir Vâsıti
✧ İlmin şükrü ameldir, amelin şükrü ise ilimdir.
İşittiğin kulağa, yürüdüğün ayağa
Tepeden tâ tırnağa, şükür gerekir şükür
Yaptığın hayrat için, sağlıklı hayat için
Hayırlı evlat için, şükür gerekir şükür
Hakka eğikse boyun, akıyor ise suyun
Kötü değilse huyun, şükür gerekir şükür
✧ İki nimet var, eğer Allah onları sana nasip etmişse, onları verdiği için Allah’a hamd et ve ona daima şükret:
1- Devlet kapısından uzak oluşuna.
2- Doktor kapısına muhtaç olmayışına. Süfyan-ı Sevri
✧ Bir zevcesi, bir evi, bir binit vasıtası, bir de hizmetçisi olan kimse, hükümdarlardan sayılır. Abdullah b. Abbas
✧ Cafer b. Süleyman, «...ve Allah’ın açık ve gizli bir çok nimetlerini sizin üzerinize bol bol tamamladığını görmediniz mi?» (Lokman:20) âyetinin açıklamasında, İbn-i Abbas’tan şunları aktardı:
‘Açık nimet: İslâmdır. Yaratılış ve rızık olarak sana yapılan ihsanlardır. Gizli nimet ise: Yüce Allah’ın senin ayıp ve günahlarından insanlar için gizli tuttuğu şeydir.’
İmran b. Hattan El-Hârici çirkin, hanımı ise güzel idi. Hanımı bir gün ona baktı ve ‘Elhamdülillâh’ dedi. Bunun üzerine kocası, ‘Ne oldu?’ deyince de, ‘Hem ben, hem de sen cennetliklerden olduğumuz için, Allah’a hamdettim. Çünkü sana, benim gibi bir kadın nasip oldu ve şükrettin. Bana da senin gibi bir adam nasip oldu ve sabrettim. Şüphesiz ki Allah (celle celâlühû), hem şükreden kullarına, hem de sabreden kullarına cennetini vaad etmiştir’ demiştir.
✧ Resûlü Ekrem Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetinden olma nimetine nâil bulunuyoruz. Ya Rabbi! Bu ne büyük nimet! Bu kudsi nimetin icab ettiği yüzbinlerce şükran vazifesinden yalnız birisini ifa için O Nebiyy-i Zişan’ımızın ve onun muhterem âl ve evladıyla, ashab-ı kiramının faziletlerini ve güzelliklerini hayatımız boyunca yazmakla, anmakla meşgul olsak, yine bu şükran vazifesini asla yerine getirmiş olmayız. Bu bir hakikattir.
✧ Nebiyy-i âli Şanımızın kudsiyetini, âl ve evladının necabet ve ulviyetini Ashab-ı Kiram’ın mübeccel kadr-ü kıymetini tasvirden aczini itiraf etmeyen kim vardır? Evet, bu yüce zatların kudsiyetini, faziletlerini ve güzelliklerini yazmaya hangi kalem muktedir olabilir? Ömer Nasuhi Bilmen
✧ Yüce makamdan bana bildirildiğine göre ümmetimin en hayırlıları;
✦ Rabbimin rahmetini genişliği karşısında açıktan gülen, azabın şiddetinin korkusundan dolayı gizliden gizliye ağlayanlardır.
✦ Onlar, sabah akşam Allah’ı (celle celâlühû) anar, korku ve ümitle duâda bulunur, kalpleriyle onu arzularlar.
✦ İnsanlara verdikleri zahmet hafif, kendilerine verdikleri ise pek ağırdır.
✦ Yeryüzünde vakar, tevâzuyla yürürler, Allah’a (celle celâlühû) vesilelerle yaklaşırlar.
✦ Kur’an okur, Allah’ın (celle celâlühû) buyruğuna uyarlar.
✦ Kulları gözlerinin içine bakıp tanırlar. Ülkeler üzerinde fikir yürütürler.
✦ Onların ayakları yerde, kalıpları göktedir. Allah’ın (celle celâlühû) gözeticileri onları bekler, tehlikelerden korur.
✦ Nefisleri dünyada, canları arşın altındadır.
✦ Onların âhiretten başka bir endişeleri yoktur.
✦ Onlar, insanların en akıllılarıdır, çünkü gayeleri Rablerine kavuşmak, O’nu râzı edecek işler yapmaktır.
✦ Dünyanın geçici nimetlerinden ve makam hevesinden uzak dururlar.
✦ Onlara dünya değersiz göründü. Kısa zaman sabrettiler, uzunca zaman dinlenmeyi hak ettiler. Hadîs-i Şerîf
✧ Her şerefli iş ki, ona Allah'a hamd ile başlanmamıştır; o iş bereketsizdir. Hadîs-i Şerîf
✧ Eğer bütün dünya kenarı ve köşesiyle ümmetimden bir adamın elinde olsa, sonra o kişi ‘Elhamdülillâh’ dese, elbette ‘Elhamdülillâh’ bütün dünyadan üstün gelir.
✧ ‘Elhamdülillâh’ hem zikirdir, hem şükürdür. Ondan başka hem zikir, hem de şükür olan hiçbir şey yoktur. Hadîs-i Şerîf
✧ Zikrin en üstünü ‘Lâ ilâhe illâllah’, duânın en üstünü de ‘Elhamdülillâh’ dır. Hadîs-i Şerîf
✧ ‘Elhamdülillah’ en güzel başlangıçtır. Zımnen Muhammed’le başlıyor.
✧ Hamdle rahmete nâil olunur.
✧ Esaslı nimetler ‘Elhamdülillah’ ile başlayan sûrelerde cem olmuştur.
✧ ‘Elhamdülilllah’ın katlı mükâfatı gibi hiçbir zikrin mükâfatı olamaz.
Hamd Evi
Bir kulun çocuğu ölünce Allah (celle celâlühû) meleklerine:
- Kulumun çocuğunun ruhunu aldınız mı? buyurur. Onlar:
- Evet, derler.
- Hayatının meyvesini kopardınız mı?
- Evet, derler.
- Kulum ne dedi? deyince, melekler:
- Sana hamd ve istirca etti, diye cevap verirler. Bunun üzerine Allah (celle celâlühû):
- Kulum için cennette bir ev yapın, ‘Hamd evi’ diye de isimlendirin, buyurur. Hadîs-i Şerîf
✧ Söze ve her güzel işe hamd ile başlamalı. Allah (celle celâlühû) kitabına hamd ile başlamış. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de beş sûrenin başında (Fâtiha, En’am, Kehf, Sebe ve Fatır) kendini meth-ü senâ etmiştir.
✧ ‘Elhamdülilllah’ demek, namazda vâcip; duâdan önce, yiyip-içtikten sonra sünnettir. Her hatırladıkça söylemek mübahtır. Pis yerlerde söylemek mekruh, haram işlerden sonra söylemek haramdır, hatta kişinin küfrüne sebep olur.
✧ Her kitab yazanın, ders okuyanın, ders okutanın, hutbe okuyanın, kız isteyenin ve önemli diğer işlerde bulunanın, Allah'a hamd ile başlaması müstahabtır.
✧ Cuma hutbesinde ve diğer hutbelerde Allah Teâlâ'ya Hamd etmek rükûndur; bunsuz hutbe olmaz. Hamd getirmenin en azı: ‘Elhamdülillah’ sözüdür. Faziletli olan, bu övgüye ilâve yapmaktır. Fıkıh kitablarında bunun tafsilâtı vardır. Hutbedeki Hamdin Arabça ifade ile olması da şarttır.
✧ İnsanın yapmış olduğu duâyı, âlemlerin yaratıcısı olan Allah'a hamd ile başlaması müstehab olduğu gibi, duâsını hamd ile bitirmesi de müstehabdır.
✧ Bir nimet elde edildiği zaman yahud hoş olmayan bir şey yok olduğu zaman, Allah Teâlâ'ya hamd etmek müstehabdır; ister bu iş kendisi için, ister arkadaşı veya diğer müslümanlar için olsun... Hatta âlimler Neml 59. âyetten, zâlim kavmin helâkından sonra hamdetmenin vâcip olduğunu çıkarmışlardır.
Hamd, ihtiyâri (istekle), yapılan bir iyiliğe karşı, tâzim yoluyla, gönül hoşluğuyla, güzel sıfatlarla medh-ü senâ olunmaktan ibârettir.
‘Elhamdülillâh’ diyen bir insan, Allah’ın büyüklüğüne delâlet eden bütün isim ve sıfatları sayarak O’nu yüceltmiş gibi olur. Ancak kişi ‘Elhamdülillâh’ cümlesini lisânen söylerken, bu cümlenin mânâsını kalbiyle düşünmelidir. Zira insan ruh ve bedenden yaratılıp bu ikisinin bir araya gelmesiyle tamamlandığı gibi, ‘Elhamdülillâh’ derken lisanıyla kalbini birleştirirse, o hamd, kâmil ve tam olur.
Allah’a hamd mevzuu öyle bir duygudur ki, müminin kalbi, onu sadece anmakla bile cûş-u huruşa gelir. Bir işin başında Allah isminin bulunması, ilâhi nimetlerin füyuzâtından başka bir şey değildir. Allah’a hamd ve senânın şevkini artıran bu füyuzâttır.
Hamd; aynı zamanda tevhid etmektir. Zatında, sıfatlarında, isimlerinde, eserlerinde, hükümlerinde, fiillerinde, onu birlemek, tanımak, itaat etmek, sevmektir.
Hamd, kalbin sıfatını ifade eden bir terimdir ki; hamd edilenin Mün’im (lütufta bulunan, nimet veren ve yüceltilmeyi hak eden) olduğuna inanmaktır.
Yine bu siga emredilen kişinin de hamdedilenin bu hamde layık olduğuna kani olduğunu ifade eder.
Fâtihada geçen beş âyette saygının ve övgünün bütün şekilleri zikredilmiştir. Sanki yüce Allah (celle celâlühû) kullarına şöyle hitap ediyor:
1. Sadece iyiliğe olgunluğa saygı gösterenlerdenseniz ‘lillâhi-ben ilâhım’.
2. Kudret ve iyilik etmeye saygı gösterenlerdenseniz, ben ‘Rabbü’l âleminim’.
3. Geleceğe tama ederek saygı gösterenlerdenseniz ben ‘Rahman ve Rahimim’.
4. Korku ve ürkme ile saygı gösterenlerdenseniz ben ‘Mâliki yevmid dinim’.
5. Bunları duyan muhatap ‘acaba nasıl hamdederim?’ diye sorarken ‘elhamdülillah’ diye cevap veriliyor. Elmalı
Şeyh Davud Kayseri der ki: Hamd kavli, fiili ve hâli olmak üzere üç kısımdır.
1- Kavli Hamd: Cenâb-ı Hakk kendisini nasıl sena ettiyse ve hamdini enbiyasının lîsânlarında, nasıl icra ettiyse lisânın öylece hamd-ü senâ etmesidir.
2- Fiili hamd: Allah’ın rızâsını umarak, O’na teveccüh ederek bedeni ibâdet ve hayrata devam etmektir. İnsana lîsânıyla hamdetmek nasıl vacib ise her bir uzvu ile hamd etmek de öylece vâciptir. O yüzden Kur’an bazı yerlerde namaza ‘Hamd’ ismini vermiştir.
Nebi (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Elhamdülillâhi a’lâ külli hâl / her bir hal için Allah’a hamdolsun’ buyurmuşlardır. Kulun Allah’a hamd etmiş olabilmesi için her bir uzvunu ne için yaratılmışsa Allah’a kulluk ve O’na kurbiyet yolunda Şer-i Şerif’in beyan ettiği istikamette kullanması lazımdır.
3- Hâlî hamd: Ruh cihetiyle yapılan hamd’dır. İlmi ve ameli kemâlat ile muttasıf olunacak ahlâk-ı ilâhiyye ile ahlâklanmaktır.
Kavli hamd ile hamdeden, hamdettiği kemâl sıfatlarını ona isnat ile ta’rif etmiş olur. Evvela mârifet ehli olmak lazımdır. Nitekim kulun hamdi Allah’ı bildiği ölçüde kıymet kazanır. Arif bütün âzalarıyla hamdeder.
Kur’ân’da niçin Allah’a (celle celâlühû) hamdetmek gerektiğiyle ilgili olarak şu gerekçeler belirtilmiştir:
✧ Semavât, arz, karanlıklar ve nuru yarattığı için, (Enâm; 1)
✧ Eğrilik bulunmayan kitabını kuluna indirdiği için, (Kehf; 1)
✧ Zâlim kavimden kurtardığı için, (Müminun; 28)
✧ Bizden hüznü giderdiği için, (Fâtır; 34)
✧ Bizi hidâyet ettiği için, (A’raf; 43)
Hamd canlı bir kavramdır. Allah’ı tanıyıp sezdikçe hamd de derinleşir.
Hamd, gönülde iki yönde tezahür eder. Biri zevk, sevda ve ilâhi sanatın hayranlığıdır. Hamdin ikinci etkisi ise rızâ, sabır, bunun yanında pervasız bir yürekliliktir. Her Fâtiha okudukça kendi gölgemizi gönlümüzde izleyelim: Bu noktalara yaklaşım var mı?....
Kur’ân’da Allah’a (celle celâlühû) hamdettiği ifade edilen varlıklar:
1–Bütün varlıklar: «Her şey Allah’ı (ce ) hamd ile tesbih eder,» (İsra; 44)
2– İnsanlar: (İsra; 111, A’raf; 43, Müminun; 28, Neml; 15)
3– Melekler: «Biz seni hamdinle tesbih ederiz,» (Bakara; 30)
4- Gök gürültüsü: «Gök gürültüsü hamd ile tesbih eder,» (Ra’d; 13)
Şükür kayd-ı (bağlamak) nimeti mevcudedir
Sabır sayd-ı (avlamak) nimeti mefkuredir. Azmi Efendi
1- Hamîdiyet (hamd etmek).
2- Mahmûdiyet (övülmeye değer olmak).
3- Hamîdiyet ve Mahmûdiyet.
4- Mahmûdiyet ve Hamîdiyet.
Neden ‘Ahmedullah’ değil de ‘Elhamdülillah’?
1- Hamd kalp işidir. Kalbinde hazır olmazsa ‘hamd ederim’ demesi yalan olur. Ama ‘elhamdülillah’ dediğinde hamdın aslı kalbinde ister olsun, ister olmasın hak ve gerçektir. Gâfilâne de olsa bu sözü söylemek ibâdet ve itaat olur.
2- Kul, ‘Ahmedullah’ dese, sadece kendi hamdini ifade eder. Ama ‘elhamdülillah’ dese, hem kendi hamdı, hem de âlemin ilk yaratılışından mükelleflerin, Cennetlerin derecelerinde, Cehennemin derekelerinde yerleşmelerine kadar bütün hamdler dâhil olur.
3- Allah (celle celâlühû), ‘Ahmedullâhe’ demiş olsaydı, lâyıkı vechile hamdetmiş olmazdı. ‘Elhamdülillâh’ dediği zaman, insan sanki, ‘Ben kimim ki, O’nu öveyim. O, hamd edenlerin hepsinin hamdi ile övülmüştür’ demiş olur. Bu, şuna benzer: Şâyet sana ‘Falancanın senin üzerinde hakkı var mıdır?’ denilse, sen de ‘Evet’ desen, onu övmüş olursun. Fakat zayıf bir şekilde... Cevap olarak: ‘Benim değil, bütün insanların üzerinde hakkı vardır’ dersen, o takdirde onu en mükemmel bir şekilde övmüş olursun.
Hz. Mûsâ, sahrada elden, ayaktan, yoksun birinin cân-ı gönülden Allah’a hamdettiğini görür, sorar: Şu halinle neyine şükrediyorsun?’ Adam: ‘Ey Mûsâ, bir çok kimseye verilmeyen iman nimete hamd ediyorum, o gönlümdeyken sonu toprak olacak âzâların noksan oluşunun ne kıymeti var?’