Tefsire Dair

Tefsire Dair


 

Kur’an’ı anlamadan okumak ibâdet yerine geçip, her harfine on sevap alınır. Fakat Kur’anın tenzil gâyesi, bundan ibâret değildir. Kur’an, sultanlar sultanının tebasına olan fermânıdır. Yolunu kaybetmiş, düz yolda şaşırmış, dertli kulların dermânıdır.

Kur’an, Arapça, fasih bir lisanla inmiştir. Bu lisan, bütün lisanların en detaylısı, en kapsamlısı olup, cihanşumul bir dildir. Tüm dünya müslümanları, ana dili olarak bu dili öğrenmeyi en büyük görev bilmeli. Arapça, yabancı bir dil değildir, Arapçanın dışındaki diller yabancıdır. Kur’an bunu: «E arabiyyun em acemî / Arap'a yabancı dil mi?» (Fusilet, 44) sözleriyle ispat eder.

Yüce Kur’an, Peygamberin hanımlarının bizim annelerimiz olduğunu beyan eder. O halde Arapça bizim ana dilimizdir. Arapçanın başındaki ‘A’ yı kaldırdığımızda ‘Rab’ça olur ki, bu da Arapçanın kendi kendini tefsir etmesidir.

Maddi bir ticârette bile, ithâlât-ihrâcat yaparken muhatabımızla anlaşmak için yabancı dil öğrenme zorunluluğu hissederiz. Bu sebeple, onlara hizmetçi olma zilletine katlanarakta olsa, çocuklarımızı, yaban diyârlara salar, bununla gurur duyarız.

Asli vazifemiz, Allah’a (celle celâlühû) kulluk olup, Kur’an da bizim kulluk kitabımız olduğuna göre, onun lisânını, mânâsını, tefsirini, beyânını öğrenmek gerekmez mi?

Kuran’ın meali, âlimlere kolaylık olsun diye hazırlanmış, Kur’an’ın fihristesi mesâbesinde eksik mânâdır. Önüne gelen insan ondan okuyup, anlayamaz. Bu nedenle câhil ve itikâdı bozuk bir insanın meal okuması, çoğu kez Kur’anı basit görmesiyle neticelenir. Şöyle de diyebiliriz: Bir Doçentin ders notlarından bir ilkokul talebesi ne anlarsa, câhil bir insan da mealden o kadar anlar.

Mümine düşen, Kur’an’ı kurallarıyla, lûgatıyla, edebiyatıyla, on iki çeşit ilmi tahsil ederek, tefsirlerini öğrenmek ve öğretmek hususunda azami gayret sarfetmektir. Rabbimizle bağlantılarımız, ancak bu sayede gerçekleşir. Kur’an'ın Allah kelâmı olduğunu, büyük bir mûcize olarak indirildiğini o zaman sezer ve yakinen inanırız. O zaman şüpheler gider, fırtınalar diner, iman gemisi Kur’an deryâsında rotasını çizer, cennet sâhillerine kadar selâmetle gider.
 

Terceme: Bir kelimenin manasını başka bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir.

Tefsir: Bir mananın üzerinden örtüyü açmaktır. Yani bir kelimenin içinde veya altında gizli bulunan manayı açığa çıkarmaktır.

Tevil: Bir kelimenin aslına dönmek demektir. Yani bir şeyi ilmen veya fiilen kendisinden murad olunan gayeye çevirmektir. Mesela sudan kastolunan sonuç hayat olduğuna göre, suyu hayat diye tabir etmek bir tevildir. Çok defa tefsir ile tevil eş anlamda kullanılırsa da tefsir rivâyete, tevil ise dirayete dayanır.

Tevil ilmini bilmeyen bir kimsenin, Kur’an’dan tam bir mana çıkarması mümkün değildir. Bu tevil ilmini bilmeye herkes muvaffak olamaz. Cenab-ı Hakk bu ilmi bazı kullarına has kılmıştır.

Kalp ilhama mahal olmaz ise, ilimde rüsuh peyda edilemez. Kalpleri ilham medarı olmayan kimseler ancak zanna tabi olur; ilme tabi olan kimselerden sayılmazlar. Allah’ın (celle celâlühû) muradı her şeyde bir mana, bir yarar göstermektir.

Tefsir, ‘fe-se-ra’ kökünden gelmektedir. Lügatte; keşfetmek, beyan etmek, ortaya koymak ve izah etmek manalarına gelir. Istılahta ise; Kur’ân-ı Kerimdeki kelimelerin anlamlarını, âyetlerin hükümlerini, kıssalarını, muhkem ve müteşabih olanlarını, nasih ve mensuh olanlarını ve nüzüldeki sebepleri izah etmek şeklindedir.

Tefsir ilmi; Kur’ân-ı Kerim’i mana ve maksat bakımından inceler, hükmünü istihraç eder, hikmetini anlamayı sağlar. Bunun için de lugat, nahiv, sarf, ilm-i beyan, usul-ü fıkıh ve kıraatten yardım alır. Âyetlerin nüzulü, şuunu(menzil rütbe, nicelik) kıssaları, sebeb-i nüzulleri, Mekki-Medeni oluşları, muhkem-müteşabih, nasih-mensuh, has-amme, mutlak-mukayyed, mücmel-müfesser, helâl-haram, vaad-vaid, emir-nehiy, misaller ve diğerleri tefsir ilmi sayesinde bilinir.

Ebû Hayyan der ki: Tefsir ilmi Kur’an’ın lafızlarının, nutkunun ve medlulünün keyfiyetini, müfret-mürekkeb oluşunu, terkib halinde ona yüklediği manayı ve bu tetimmeleri söz konusu eder.

Kur’an’ın lafızla nutkunun keyfiyeti, lugat ilmiyle; ahkamı, efrat ve terkibi Sarf-Nahiv-Beyan-Bedi ile öğrenilir.

Zerkeşî der ki: Tefsir ilmi ile Allah’ın gönderdiği kitab anlaşılır, ahkamını istihrac için usul-ü fıkıh ve kıraatlardan yardım alır.

Tefsir için oniki ilme ilaveten iştikak, ilm-i kıraat, kıssalar ve ilm-i mevhibeye ihtiyaç vardır.

Begâvî der ki: Tevil, âyeti önceki ve sonraki âyete uygun tefsir etmek, âyeti kitab ve sünnete muhâlif olmadan ihtimallendirmektir.
 



Tefsir İlminin Konusu; Kur’ân-ı Kerim âyetleridir.

Gayesi; İnsanların dini ihtiyaçlarını temin etmek sûretiyle, onları dünya ve âhiret saadetine kavuşturmaktır.

İki türlü tefsir metodu vardır:

1- Rivâyet tefsiri (Tefsir bi’r rivâye): Kur’ân-ı Kerim’i Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ashabının sözleri ile tefsir etmektir. Taberi ve İbni Kesir tefsirleri gibi.

2- Dirâyet tefsiri (Tefsir bi’d dirâye): Arap dili ve edebiyatına, lugat, belagat, usul, vesaire ilimlere vakıf olan bir insanın kendi dirâyet ve kabiliyeti ile yaptığı tefsirdir. Zemahşerî (Keşşaf) ve Ebûssuud tefsirleri bunun örneklerini teşkil eder.
 

Kur’ân-ı Kerim âyetlerinin hangi metodlara göre tefsir edildiğine gelince, buna tefsir dereceleri denir.

1- Âyetlerin âyetlerle tefsiri: En kuvvetli tefsir metodu budur. Kur’an’ın bir kısmı bir kısmını tefsir eder.

2- Sahih hadislerle tefsiri: Kur’ân-ı Kerim’in izaha muhtaç yerlerini zaman zaman Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) izah etmiştir. Müfessir, tefsir edeceği âyetin manasını Kur’an’dan bulamazsa Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in hadisleri içinde araştırır. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in yaptığı tefsiri Kur’ân-ı Kerim tasvib etmiş ve onun ümmetçe kabul edilmesini istemiştir. «Allah’ın Resûlü size ne getirdiyse onu kabul ediniz, sizlere neyi yasak ettiyse ondan da çekininiz.» (Haşr; 7)

Mesela Resûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Bakara, 238. âyetindeki ‘salatü’l vusta’yı, ikindi namazı olarak tefsir etmiştir.

3- Nüzul sebepleri yardımı ile yapılan tefsir: Kur’ân-ı Kerim umumiyetle birtakım hadiselerle ilgili olarak nâzil olmuştur. İşte bu hadiselere Sebeb-i Nüzul denir.

Sebeb-i nüzul herhangi bir haber olabileceği gibi, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) sorulan bir soru da olabilir. Nüzul sebebinin bilinmesi, âyetin manasının anlaşılmasını kolaylaştırır. Nüzul sebebinin özel olması, bu âyetten çıkacak hükmün genellik ifade etmesine mâni değildir.

4- Sahabilerin tefsirlerine istinaden tefsir etmek: Sahabilerin tefsirleri ya nakle müsteniddir ya da kendi görüşleridir.



Tefsirde meşhur olan sahabiler on tanedir:

✧ Hz. Ebûbekir                   ✧ Hz. Ömer

✧ Hz. Osman                       ✧ Hz. Ali

✧ Abdullah b. Mesud           ✧ Abdullah b. Abbas

✧ Übeyy b. Kab                   ✧ Zeyd b. Sâbit

✧ Ebû Mûsâ el-Eşari            ✧ Abdullah b.Zübeyr

Dört halife içinde en çok tefsir rivâyet eden Hz. Ali’dir.
 

Kitab-ı Aziz’i tefsir etmek isteyen, öncelikle Kur’an’dan taleb eder; sonra sünnete, sonra sahabi sözüne bakılır. Çünkü onlar nüzul zamanındaki ahvale şâhittirler. Onlar tam fehim, sahih ilim, sâlih amel ile mümtaz kimselerdir. Sonra tabiin’den öğrenir. Çünkü onlar hüccete itibarda şek etmezler. Sonra lugata bakılır.

İbni Abbas hazretleri şöyle der: Tefsir dört vecih üzeredir:

1- Arabın bildiği (kelâmlarından)

2- Bilmemekle kimsenin mazur olmadığı

3- Ulemanın bildiği

4- Allah’tan başka kimsenin bilmediği


Tefsirin hafî kısmı ancak nakil ve ictihadla, tefsir-i celi ise tefhim ile olur.

Dini anlatan tefsirler öyle bir bahçedir ki, herkes eli yetiştiği kadar meyve toplar, hiç kimse eli boş dönmez.


Tevil

Kur’an, derinliğinin sınırı olmayan bir ummandır. Balıklar, kendi cüsse ve kabiliyetlerine göre deniz katmanlarında farklı tabakalarda yer aldığı gibi, Kur’an ilmiyle uğraşan bahtiyarlar da bu ummanda inanç, akıl, ilim, gayret ve takvâsı nisbetinde Kur’an’dan istifade eder.

Kur’an’ın sırf mealini okuyan, bilen kimse büyük bir zevk almakla birlikte Sarayburnu’ndan denizi seyreden gibidir. Denizin derinliklerine dalıp inci mercan toplayan dalgıçlar gibi geniş çapta yararlanamaz. Bunun için dalgıç elbiseleri mesabesinde olan alet ilimlerini -yani on iki ilmi- tahsil edip özümsemesi gerekir.

Fahri Hoca’mızın deyimiyle; Kur’an meali; bir tabak envâi çeşit meyvelerin çekirdeği, tefsir tevil ise, onların ekilip yetiştirilip meyvelerini almak gibidir. Nitekim, ‘Güzel bir söz, kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir.’ (İbrâhim, 24) âyeti bu gerçeği tasdik etmektedir.
 

✧ Kim Kur’an hakkında kendi görüşüyle bir söz söylerse, doğru söylese de hata etmiştir. Hadîs-i Şerîf - Ebû’d Derda

✧ Âvam olan bir kimsenin ilim hakkında konuşması, onun zina ve hırsızlık yapmasından daha kötüdür. İmam Gazâli

✧ Kuran’la birlikte kendini tevil et. Hevaya tâbi olarak Kur’an’ı tevil ediyorsan senin tevilin ile âli mana alçalıyor, çarpılıyor.

✧ İrabta ihtilaf edilse de hükümde ihtilaf olmaz. Kur’an’ın irabını bilmemek umumi bir noksanlıktır.

✧  Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Kuran’ı irablayınız ki acaip garaib manalarına nüfuz edesiniz. ‘Kuran’ı irabıyla hatim edenene şehid sevabı vardır’ çağrısına kulak vermeliyiz.


Yedi Harf (Seb’a Ahruf)

 

Kur’an Yedi Harf üzerine nâzil olmuştur. Bunlardan hangisi kolayınıza giderse onu okuyun. Hadîs-i Şerîf

Hadîs-i Şerîfte geçen yedi harfin manası şöyle açıklanmıştır:

1- Yedi Mana üzerinde: Emir-Nehiy-Vaad-Vaid-Cedel-Kıssalar-Mesel

2- Haram ve helâlde hükmü değiştirmeyen yedi lugat üzere

3- Fesahat lugatlarından yedi lugat üzere. Arabların bazısı bazısından daha fasihtir. Yedi Arab kabilesinin fesahati üzerine indi.

4- Lafızların sigasında yedi Arab lugatı murad edilmiş. Manaları muvafık, kıraatleri farklı.

Bütün bunlardan anlıyoruz ki, ziyade teemmül, fazilet, rüyet gerekir. Bedihi teviller onu noksanlaştırmaz. Fikre gelenle iktifa edilmez. Allah’ın (celle celâlühû) kitabı fikir ve rivâyetten münezzehtir.

Kur’an’ın mana denizinden rasih âlimlerin yaptığı yorumlar farklılık arzetse de gerçeğe ters düşmez. Onun için yorum yaparken ‘Bu konu hakkında şöyle demişler ama yanlış, doğrusu şudur’ şeklindeki ifadelerden kaçınmak gerekir. Cenab-ı Hakk’ın âlim kullarına ilhamı kendi ilim, anlayış ve derinliklerine göre farklılık arzedebilir. Bu bir zenginliktir. Rahmetin genişliğidir.

Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘İhtilafi ümmeti rahmetün vasiatün: Ümmetimin ihtilafı geniş bir rahmettir’ buyurmuştur. Elverir ki bu kutsi göreve câhil, zındık, ne idüğü belirsiz kimselerin dili karışmasın. Nitekim âyet-i kerimede «Onun tevilini ancak Allah ve ilimde kökleşmiş âlimlerden başkası bilmez» (Âli İmran, 7) buyrulurken Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de ‘men fessera’l Kur’âne bira’yihi fekad kefera: Kim Kur’an’ı kendi görüşüyle tefsir ederse küfre girer’ buyurmuştur.

Her işi erbabına bırakmalı. Kanun-u ilâhi kapsamında olan hiçbir konu için ‘Bence şöyledir, bence böyledir’ diye fikir yürütmek câiz değildir. Bu konudaki cesaret câhillerin işidir.


Arapça

Arabça bizzat Allah’ın seçtiği dildir. Arabçanın ‘a’sını kaldırın Rabça kalır. Diller içinde en kapsamlı, en kurallı dil Arapçadır. Peygamberin hanımları bizim annelerimiz olma hasebiyle de, Arapça biz müslümanların ana dilidir.

Arapçayı öğrenip ve bunu beynelminel dil haline getirebilsek, hem kelâm-ı ilâhiyi anlamak, hem tüm dünya müslümanlarıyla konuşma imkanına sâhip olurduk. Bunun bize sağlayacağı avantajları siz takdir edebilirsiniz.

Üç şeyden dolayı Arapları ve Arapçayı seviniz; çünkü ben Arabım, Kur’ân-ı Kerim Arapçadır ve cennet ehlinin kelâmı da Arapçadır. Hadîs-i Şerîf

Arapça konuşarak peygamberlik edenler Hûd, Sâlih, İsmâil, Şuayb ve Resûlullah’dır (sallallâhu aleyhi ve sellem).


İbâdetlerimiz neden Arapça?

İslâmiyet herhangi bir bölgenin, ırkın veya milletin dini olsaydı, hiç şüphesiz sâdece bu bölgenin, bu ırkın veya bu milletin dili kullanılabilirdi. Fakat cihanşumul bir dinin bâzı müşterek esasları olacaktır. Bu konuda ezan ve kıraat, şüphesiz iki esas unsuru teşkil eder. Meselâ Çince bilmeyen bir Türk Çin’e gittiğinde, sokaklarda bir takım seçme Çince sesler işitecek ve onlardan hiçbir şey anlamayacaktır. Eğer bu sözler ezanın veya ‘Allahu Ekber’in tercümesi ise, hiçbir şeyin farkına varamayacak ve meselâ cumâ namazını kaçıracaktır.



[Seb'ul Mesânî Fâtiha Tefsiri Kitabı - Medine Balcı]