26- Muhakkak ki Allah (cc), bir sivrisinek ve ondan büyüğü ile misal getirmeye çekinmez. İman edenlere gelince, bunun Rablerinden gelen bir hakikat olduğunu bilirler. Ama kâfirler ise ‘Allah (cc) bu misalle ne murat etmişti?’ derler. Allah (cc) bu misalle birçoğunu şaşırtır, birçoğunu da hidâyete eriştirir. Bununla fasıklardan başkasını şaşırtmaz.
Kullarına hep hayır murad eden Yüce Allah kitabında İlâhi buyruk karşısında üç sınıfın özelliklerini bildirip akıbetlerini beyan buyurduktan sonra; misaller vereceğini, vereceği misallerin niteliğini ve muhatapların misaller karşısındaki tavırlarını beyan buyuruyor.
Yüce Allah kullarını eğitirken irili ufaklı yarattığı varlıklardan misaller verir. İnkar eden kimseler Allah’ın sivrisinek, örümcek gibi küçük şeyleri misal getirmesini yadırgayıp, böyle basit şeyleri gündeme getirmesini uluhiyet-i ilâhiye yakıştıramazlar. ‘Bu misalle Allah ne murat ediyor?’ diye itiraz ederler. Bu eblehce soruya Rabbimiz cevap verir. ‘Muhakkak Allah sivrisinek veya daha büyük, daha küçük bir varlıkla misal getirmekten sakınmaz.’
Bir önceki âyette kullara yapılan ikramı yadırgamasınlar diye, daha önce dünyada kendilerine verilene benzer tarzda rızıklar verildiği bildirilmişti. Bu âyette de hakikatler aynı incelikle, zerafetle gönüllerine, beyinlerine sunulmaktadır.
Yüce Allah bilinmeyen, ilk bakışta anlaşılmayan hakikatleri insanların bildiği, tanıdığı açıklıkta misallerle anlatır ki anlama zorluğu çekmesinler.
İnsanların ekseriyeti avamdır. Onların da rahatça anlamaları için bu üslup tercih edilmiştir. Yani Cenâb-ı Hakk sehl-i mümteni; görünüşte kolay gibi gözüken fakat çok derin ve anlamlı bir üslupla kelamını inzal buyurmuş ki her sınıfta insan kendi görüş, anlayış ve bilgisine göre nasiplensin.
Çünkü Kur’an insanlar için (Vakıa, 82) rızıktır. Ondan uzak kalmak, ruhun ölümüdür. O bütün fertlere sunulan her bünyeye uygun latif, kerim bir kitaptır. Keremi, ihsanı herkese ulaşır. Ona yakın olan hiçbir kimse mahrum olmaz. Hele bilmeyen ümmi bir topluma inmesi ve onları cehâlet karanlığından ilim aydınlığına çıkarır nitelikte olması, serapa rahmettir. Dünyaya yeni gelen bebekleri içinde her türlü gıdanın, şifanın olduğu, kolay hazmedilir, kolay elde edilir ana sütü ile beslediği gibi, cehâlet, dalâlet içinden nur-u ilâhiyle dirilen fetret devri insanını da açık, net, berrak, bereketli âyetleriyle beslemiştir. Ve ilelebed besleyecektir.
Bilinmeyen, görülmeyen hakikatleri, bilinen ve görülen misallerle arz ederek idraklerine sunmuştur. Bunun için binlerce teşbih, istiare, kinaye âyetleri inzal buyurmuş.
Sadece bilgili kesime hitap edip avamı nası mahrum bırakmamış, onların seviyelerine inip onların anlayacağı üsluplarla hitap etmiş. Bir gerçeği bilgili, akıllı, tecrübeli bir kimseye anlatmak mı, yoksa bir çocuğa anlatıp izah etmek mi daha çok mahâret ister? Mesela bir doktorun tıbbi bir olayı doktor arkadaşına anlatması mı kolaydır, yoksa köyde yaşamış, mektep medrese görmemiş bir hastasına anlatması mı daha kolaydır? Tabi ki ikincisi zordur, maharet ister. Köylüye anlatmak için köylünün hayatını, yaşantısını, aklının derecesini bilmek, ona kendi kapasitesine göre yaklaşmak, ona değer vermek ve sabretmek, kolay ve kısa anlatmak, anlayabileceği misaller vermek gerekir.
Aynı zamanda konuşanın çok mütevazi, merhametli, yetenekli olması, engin, zengin bir ilme sahip olması gibi bir çok mümtaz vasıfı bulunmalıdır.
Bütün bu inceliklerden yoksun cehâlet ve dalâlet batağına saplanmış, inançsız insan, -haşa- Rabbine hesab sorarcasına, küstahca ‘Allah bu misalle ne murat ediyor’ diye kendi eblehliğini ortaya koyar.
Bir düşünelim; bir sanatkar için kocaman bir saati yapmak mı, yoksa küçücük bir saati yapmak mı daha fazla çaba, ilim, fehim ister? Fili de sivrisineği de yaratan Allahu Teâlâ, file de sivrisineğe de hortum vermiştir. Ancak, sivrisineğe verdiği cesareti file vermiş olsaydı, dünya savaş meydanına dönerdi. Ahsen-i takvim olan Allahu Teâlâ her şeyi yerli yerine olması gerektiği durumda yaratmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın varlıklarının küçük-büyük olması, onu için zor değildir. Bu, O’nun azameti ilâhiyesini, sanatı ilâhiyenin büyüklüğünü gösteriyor.
Müminler iman nuruyla baktıkları için zerreden küreye sanat-ı ilâhiyi hayranlıkla seyreder. Mele-i aladan kendine kadar kâinat satırlarını okur, tefekkür eder. Bu eşsiz sanat karşısında Sanatkarına mestü hayran olur. İbretle baktığı herşeyde O’nun ilminin, kudretinin hikmetini, büyüklüğünü hisseder. Sanatındaki incelik, zerafet, letafet karşısında O’nun kullarını ne kadar sevdiğini, ne kadar değer verdiğini fark eder.
Kışın ortasında, karın altında bile onun zevki için kardelen yetiştirir. Her mevsim ayrı ayrı nimetler, meyveler, çiçekler ihsan buyuran Rabbine şükran duyguları besler. ‘Allah’ı hakkıyla takdir edemediler’ (Zümer, 67) âyetini hazin hazin düşünmekten kendini alamaz. Konuşan kitap Kuran’a, susan kitap kainata bakıp mütalaa ettikçe imanı artar.
Sevgisi aşka dönüşür. Tek amacı Rabbini râzı etmek ve bu yüce sanatın Sanatkarını seyretmek olur. Onu incitmemek adına bütün mahlukuna hoş davranır. Haksızlık etmez. Ve istenen insan-ı kamil olur.
Artık onu harekete geçiren, sükuna erdiren tek güç, Rabbinin emir ve yasağıdır. O Rabbine kul, her şeyden özgür mutlu, huzurlu bir insandır. Rabbini gücendirmekten başka hiçbir gamı kederi yoktur. Şirkle şikakla, nifakla, inkarla, şüpheyle imanını zedeleyip gönlünü karartmaz. Dış alemi belalarla çevrilmiş olsa da, iç aleminde cennet hayatı yaşar.
Bediüzzaman şöyle diyor: Sivrisinek veya benzerini misal vermesi, temiz ve yüksek ruhları mülevves ve alçak ruhlardan ayırması içindir. Bunun sebebi de, yüksek istidatları neşvünemalandırmakla, pis istidatlardan temyizdir. Ta ki insan mükellef olduğu şeylerle imtihan olsun ve saadet-i beşer hasıl olsun.
İman gözüyle bakanlar bu misalin Allah (cc) tarafından hak olduğunu bilirler. Ama iman etmeyenler, yed-i kudret ile eşya arasında perde olan dış yüzeye, esbab-ı zahireye bakıp, ‘Allah (cc) azametiyle böyle hasis, hakir şeylerden bahsetmeye tenezzül eder mi’ derler.
O inatçı münkirler bilmezler ki, azamet-i ilâhiye eşyanın zahirinin vaz’ını iktiza ettiği gibi, vahdet-i izzet-i ilâhiye de kudretin bütün eşyaya şumulünü ve kelamının her şeyi ihatasını iktiza eder. Bununla beraber bir zerre üstüne zerrelerle yazılan bir Kuran, sema sayfasına yıldızlarla yazılacak Kuran’dan hüsün ve güzellikte aşağı değildir.
Bunun gibi, sivri sineğin yaratılışı sanatça filin yaradılışından aşağı değildir. (Sivrisinek hortumunu filin hortumuna batırsa fil kaçmaya başlar, sivrisinekten kurtulamaz.) Kelam sıfatı da, aynı kudret sıfatı gibidir. Bir çocukla konuşup söz anlatmak, bir filozofla konuşmaktan daha aşağı değildir.
Âlim, hakim olan Yüce Allah yarattığı kullarının halini, durumunu, kapasitesini bildiği için, kelamını onların fehmine uygun inzal buyurmuş. ‘Hiç yaratan bilmez mi’ (Mülk, 14)
Bir kitapla, her sınıf insana ders vermiş. Tıpkı tek bir su ile enva-i çeşit meyveler ihsan ettiği gibi, bir güneşle bütün dünyayı ışıtıp ısıttığı gibi. Bir tek tohumdan yüzlerce ürün verdiği gibi. Onun kelamına inkar ve şüpheyle bakan kimseler, kendi ahmaklık ve cehâletlerini ilan ederler.
Allah’ın yarattığı herşey büyük ve benzersiz, asla taklit edilemeyen, harika bir sanat eseri. İnsan bunu kendi küçük beyniyle asla çözemez. Sadece görüntüye bakar, yine zayıf görüşüyle kendince karar verir. Hikmeti anlamaz, sırrı çözemez ve cüssesine bakar, basit görür. Halbuki bir çekirdek zarını meydana getirmekten, tek bir kılı yaratmaktan acizdir.
Tıpkı şeytan gibi, Âdem’in (as) çamurdan cesedini gördü; küçümsedi, kıymetini anlayamadı. Fasid kıyaslar yapıp kendini beğendi ve sonunda hocaların hocası iken, mahcupların, suçluların başı oldu.
Sivrisinek, câhil, bilgisiz, inançsız bir kimsenin gözünde küçük, basit, elle dokununca hemen ölen bir hayvan. Ama ona ilâhi, hikmetli, nurlu bir göz ile bakıldığında sanki bir filin minyatürü. Filin koca bedeninde bulunan bütün cihazat sivrisineğin küçücük vücuduna yerleştirilmiş. O küçücük bedene gözü, kulağı, aklı, midesi, kanadı, hortumu mucizevi bir tarzda yerleştirilmiş.
Filden artısı var, eksiği yok. Filde olmayan cesaret ve cüretiyle insanların gözgöre göre damarına girer. Kanını emer, zarar vermemek için de pansumanını yapar, uçar gider.
‘Darb-ı mesel’ (ata sözü) deyimi, ‘mesel-i madrûb’ yani ‘söylenegelmiş’ meşhur mesel mânâsına kullanılır. Aslında ‘mesel darbetmek’ yani meseli yerinde kullanmak ve tatbik etmek, yerine göre ‘iyice yapıştırmak’ demektir, yeniden bir mesel koymak ve inşâ etmek değildir. Temsil ise geneldir. Fakat Kur'ân'daki meseller, genel olarak bağımsız bir şekilde kurulmuş temsiller olduğu halde, aynı şekilde tatbik de edilmiş olması itibariyle ‘darb’ tabir olunmuştur. Burada temsil yerine bu deyimin ve ‘istihya’ (utanmak) lafzının kullanılmalarında bile ayrı bir tatbik vardır.
Cenâb-ı Allah mesel ve misal getirmeseydi, insanlar hiçbir şey anlayamazlardı. Özellikle hissedilen şeylerden hiçbir şey bilemezlerdi. Çünkü bütün hissî ve hatta aklî suretler gerçeğe göre bir mesel, bir temsildir. Mâneviyatın ve aklî gerçeklerin mesel ile anlatımında büyük hikmetler saklıdır. Geçmişte inmiş olan kutsal kitaplarda mesel daha çoktu. Fakat Kur'ân, histen çok, akla hitap ettiği için açık hükümleri daha çok tercih etmiş, bununla beraber hisleri de mahrum bırakmamıştır. Bu misallerin mühim bir kısmında, geçmiş kitapların tahrife uğrayan mânâlarını tahkîk, düzeltme ve akla yakınlaştırma gibi hikmetler mevcuttur.
İman ehli her zaman bilirler ki, Allah'ın yaptığı mesel, Rablerinden gelmiş olması itibariyle mutlaka haktır. Ve ilâhî mesel, muhakkak bir denklik ve benzerlik tarafı içerir. Bu benzeyiş açık ise onu bilirler; gizli ise ‘İlim, Allah katındadır’ derler ve doğruluğuna iman ederler.
Hak, sabit ve aklın inkâr edemeyeceği derecede sabitliği kesin olan demektir.
Sivrisineğin Özellikleri
Yeryüzünde 3 bin 500'den fazla sivrisinek türü bulunur. Sivrisinekler çiçek özleri ile beslenir. Sivrisineklerin tamamı değil, sadece dişileri kan emer. Nitekim bu hakikat, asırlar önce sivrisinek anlamına gelen ‘ بَعُوضَةً ’ kelimesiyle, dişi sigasıyla getirilerek mûcizevi şekilde Kur’an’da beyan olmuştur. Bu yüzden bizim sivrisinek diye nitelendirdiğimiz varlık, aslında dişi sivrisinektir.
Dişi sivrisinekler döllendikleri zaman yumurtalarının olgunlaşması için kanda bulunan proteinlere ihtiyaç duymaktadır. Az kan emmiş olan dişilerin yumurtalıklarındaki yumurtalar olgunlaşmaz. Emilen kan vücut ağırlığının yarısından çok olursa yumurtalarda gelişme başlar.
Sivrisinek türünün varlığı, dişi sivrisineğin emdiği kana bağlıdır. Kuran'ın indiği dönemde insanlar etraflarında sıkça gördükleri, kanlarını emen sivrisineklerin dişi olduklarını bilemezlerdi. Günümüzde de sivrisinekleri özel olarak incelemeyenler bu farkı bilemeyeceklerdir.
Sivrisineğin Yaratılışındaki Harikalar
Erkek sivrisinekler biyolojik görevleri olan döllemekten kısa bir süre sonra ölürler.
Dişi sivrisineklerin döllendikten sonra kan emerek yumurtlamalarına değin geçen dönem üç evreden oluşur:
1- Kan emmeye yöneliş ve kan emme
2- Kanın sindirimi ve yumurtalıkta yumurtaların gelişimi
3- Tatlı sulara (jitlere) doğru uçmak ve buralarda yumurtlamak.
Yağmur mevsiminin yaklaşmasıyla birlikte, kurumuş gölcüklerde büyük bir hareketlilik yaşanır. Bu alanlar sivrisinekler için ideal üreme bölgeleridir. Gölcük tabanlarında ya da suyla dolma ihtimali olan her çukurda sivrisinekler hareket halindedir. Ancak bu sefer uçmuyor, yürüyorlardır. Dikkatli şekilde bir şeyler arıyor gibidirler.
Sivrisinek gibi uçabilen bir canlının, kendisi için dağlar tepeler sayılacak engelleri yürüyerek aşmaya çalışması oldukça ilginç bir manzara oluşturur. Binlerce sivrisineğin hepsi birden, sanki bir yerden emir almışçasına hareket ederler. Çünkü artık onlar için görev zamanı gelmiştir.
Dedektör Sivrisineğin Uzun Yolculuğu...
Anne sivrisinekler yumurtaları için uygun bir yer bulmak zorundadırlar. Yumurtadan çıkan sivrisinek yavrularının, büyüme evrelerini tamamlayabilmeleri için su birikintisine ihtiyaçları vardır.
Bu birikinti; çamurlu bir yağmur suyu, bataklık, çeltik, havuz suyu ya da teneke kapta birikmiş bir su bile olabilir. Durgun sular sivrisineklerin tercih sebebidir. Çünkü bu sularda fotosentez yapabilen bitkiler vardır. Bunlar suyu oksijen bakımından zengin hale getirirler. Oksijen, larvaların en önemli ihtiyaçlarından biridir.
Sivrisinek yumurtaları su bulunan her ortamda gelişebilirler. Boyutunun küçüklüğünü düşündüğümüzde sivrisinek için de uygun bir yer bulmanın zor, hatta imkansız olduğu akla gelebilir. Ne var ki sivrisinek hiç zorlanmaz, yumurtalarını bırakacağı yeri kolaylıkla buluverir: Karnının altında bulunan özel bir alıcı sayesinde, toprağın nem ve sıcaklık bakımından yumurtalarını bırakmaya uygun olup olmadığını tespit eder. En uygun yeri bulabilmek için de toprağı santim santim, hiç yorulmadan tarar.
Çiftleşme gerçekleştikten sonra dişi sivrisinek, erkeğin spermlerini özel bir kesede muhafaza ederek, haftalar boyu döllenmiş yumurta yumurtlayabilir. Dişi sivrisinek çiftleşme anından itibaren kan emmeye başlar, çünkü yumurtalarının gelişebilmesi için kana ihtiyacı vardır.
Gelişimlerini Durdurabilen Mucivevi Yumurtalar
İnsanlar gebelik süresini uzatamaz ama bazı canlılar bunu yapabilirler.
Sivrisinekler de bu canlılardandır. Bazı sivrisinek türleri yumurtlama dönemleri gelmiş olmasına rağmen ilk yağmurdan sonra değil, ikinci hatta üçüncü yağmurlardan sonra yumurtlarlar. Bu tedbir sayesinde sivrisinek nesli bir nevi koruma altına alınmış olur.
Sivrisineklerin yumurtalarını bırakmayı geciktirmelerinin nedeni, ilk yağmurlarla oluşan zemin neminin ve yerüstü su birikintilerinin kısa zamanda kuruma ihtimalidir. Sivrisinek bu ihtimali önceden bilirmişçesine hareket eder. İlk yağmura aldanmaz ve yumurtlamak için daha sonraki yağmurları bekler.
Kuluçka döneminin sona ermesi için bir kışın geçmesi gereklidir. Yumurtalar dayanıklı yapılarıyla soğuk bir kışı atlatıp ilkbaharda kuluçka dönemlerini bitirir.
Sivrisinekler, yumurtalarını yaz aylarında ya da sonbaharda bırakırlar. Isı, sivrisinek larvalarının gelişebilmesinde önemli bir faktördür. Isı belirli bir dereceye ulaştığında (en az 100C, en fazla 300C) gelişme hızlanabilir, bu sınırlar aşıldığındaysa ya gelişme yavaşlar ya da larva ölür.
Larvaların bu hassas durumlarına karşın yumurtalar, kuraklığa ve soğuğa karşı oldukça dayanıklıdırlar. Çatlamadan, yağmur yağmasını ve hava sıcaklığının artmasını bekleyebilirler. Hatta bu bekleyiş yıllarca sürebilir. Örneğin çöl sivrisineklerinden bir tür, 1-2 yıl sonra bile çatlayabilen kalın kabuklu yumurtalar bırakır.
Bu dayanıklılıkları sayesinde dünyanın hemen hemen her yerinde sivrisineklere rastlayabiliriz. Eksi 60 dereceye varan kutup soğuklarının hakim olduğu alanlarda, maden ocaklarının nemli, sıcak ve havasız ortamlarında ya da 2-3 kuyudan başka su kaynağı olmayan kilometrelerce genişlikteki çöllerde bile sivrisinekler yaşayabilir.
İzlanda'nın kuzeyinde, Kutup Dairesi'nin üzerinde ‘Sivrisinek Gölü’ adında bir göl bulunur. Buz göllerinin içinde donmuş olarak bulunan larvalar, buzların çözülmesiyle birlikte, sanki aylardır buzların altında donmuş olan kendileri değilmişçesine yumurtalardan çıkarlar. Gelişmelerine kaldıkları yerden devam eder ve erişkin sivrisineklere dönüşürler.
Sivrisinek Yumurtalarının Özellikleri
Dişi sivrisinekler bir seferde 40 ila 200 arasında yumurtayı suya bırakabilirler. Her üç haftada bir yumurtlayanları olduğu gibi, senede bir yumurtlayanları da vardır. Sivrisinek yumurtaları türlerin yaşadığı yerlere, o ortamdaki düşmanlarına ya da karşılaşabilecekleri tehlikelere göre değişik özelliklere sahiptir. Kimi çok özenle paketlenmiş, kimileri sıkıca bir yerlere tutturulmuş, kimileri de batmamaları için hava yastıklarıyla desteklenmiştir.
1 mm'den küçük yumurtalar tek tek ya da gruplar halinde sıraya dizilir. Bazı yumurta gruplarında 300 kadar yumurta vardır. Yumurtalar, jelatinimsi bir madde yığının içine, bir çerçeve veya ip şeklinde bırakılır. Jelatinimsi kitle yumurtaları mekanik etkilerden, kurumaktan, ani ısı değişimlerinden ve düşmanlardan korur. Ayrıca sivrisinek, bu madde sayesinde, yumurtaları bitki ya da taşlara yapıştırır ve böylece yumurtaların suyun içinde kaybolmalarını da engeller.
Kamuflaj Ustası Yumurtalar
Yumurtalar, anne sivrisineğin yanlarından ayrılmasından sonra tamamen savunmasız kalırlar. İlk bırakıldıklarında, parlak sarı renkte oldukları için, çabuk fark edilebilecek, hareketsiz, kolay birer avdırlar. Onları bekleyen pek çok düşmanları vardır.
Gece bırakılan yumurtaların renkleri, sabahın ilk ışıklarıyla beraber siyaha döner. Bu koyu renk sayesinde yavru, böceklerin ve kuşların görmesinden korunur.
Bazı sivrisinek cinsleri (Anofel), larva ve pupa evrelerinde de, içinde bulundukları mekana göre renk değiştirirler.
Suda Batmayan Disk Yumurtalar
Culex türünün yumurtası, alt kısmında taşıdığı huni şeklindeki oyuğa hava dolması sayesinde bir cankurtaran simidi gibi su üzerinde kalabilir.
Ancak bu oyuk, yumurtanın ‘alabora’ olması sonucunda işe yaramaz hale gelebilir. Sivrisinekler yumurtaları birbirine yapıştırarak bu sorunu çözerler. Bir disk şeklinde birbirine yanyana yapıştırılan yumurtalar, suyun üzerinde yüzen doğal bir sal oluştururlar. Çapı yaklaşık 11 mm olan bu disk suyun üzerinde kolaylıkla yüzer. Yumurtaların altındaki oyukta bulunan hava ve yumurtalar arasındaki boşluk, bir hava yastığı görevi görür ve diski suyun üzerinde tutar.
Eğer sivrisinek başka bir geometrik şekil kullansa (örne-ğin ince uzun bir dikdörtgen yapsa), sal kolaylıkla alabora olurdu. Ancak disk şekli, su kuvvetiyle oluşması muhtemel momentleri en uygun şekilde dağıtarak, güvenliği sağlar. Sürü sivrisinekleri olarak bilinen sivrisinek türü de, yumurtalarını saklamak için bu yöntemi kullanır.
Cankurtaran Simidi Yumurtalar
Sıtma mikrobunu taşıyan sivrisinek olan Anofelin yumurtaları, suya batmalarını engelleyecek ve su yüzeyinde kalmalarını sağlayacak özel bir şekle ve yapıya sahiptir. Yumurta kabuğunun dışındaki hava odacıkları ve yumurtayı saran yüzme kenarları yumurtayı su üstünde tutar. Yüzme kenarları suyun yüzey gerilimini artırır ve yumurtanın bu gerilim sayesinde batmamasını sağlar.
Yüzey gerilimi suyun yüzeyinde oluşan bir güçtür. Özellikle küçük canlılar bu gücü aşamazlar. Ancak bu çoğu kez olumsuz bir durum değildir çünkü bu sayede böcekler suyun üzerinde rahatlıkla yürüyebilirler. Kimi böcekler bacaklarında bulunan destek yapıları sayesinde -ayaklardaki tüycükler, ayağı kaplayan yağlı salgılar gibi- su üzerinde çok daha kolay hareket edebilirler.
Anofel sivrisineğinin yumurtalarının üzerindeki hava odacıkları ve yüzme kenarları da, yüzey gerilimi kanunundan en yüksek verimle yararlanacak özelliktedir.
Marangoz Sivrisinek
Sivrisinekler yumurtalarını her zaman durgun bir su birikintisinin içine bırakmazlar. Cylindrotoma türü sivrisinekler, yumurtalarını bir bitkinin dokusuna yerleştirir.
Herhangi bir böcek, bitki dokularını kolay kolay kesemez. Özellikle sivrisinek düşünüldüğünde bu zorluk, insanın hiçbir aleti olmadan kalın bir ağacı kesmesine benzer ki, böyle bir şey imkansızdır. Peki o halde sivrisinek ne yapar?
Sivrisinek başının üzerinde bulunan ve bir testere görevi gören kesici organla, bitki dokularını rahatlıkla keser.
Sonra üst kısmından kestiği bitkilerin içine yumurtalarını iter. Bazen bir yaprakta bu şekilde bırakılmış 70 yumurtaya rastlanabilir.
Bambu Sivrisineği
‘Leicester sivrisineği’ yumurtalarını bambu saplarının deliklerine bırakır.
Bu sivrisinek türü de yumurtalarını bırakırken arka bacaklarını bambu saplarındaki deliklerden, içeride birikmiş suya sokar, yumurtalar bu sayede suya güvenle düşer ve gelişimlerini burada sürdürürler.
Larva Dönemi
Yumurtadan çıkan yavru sivrisinek, erişkin haliyle hiç ilgisi olmayan bir görünümdedir. Sanki bambaşka bir canlıdır. Yaklaşık 1-1.5 mm uzunluğunda olan larvanın vücudu baş, göğüs ve karın olmak üzere 3 bölüme ayrılmıştır. Başı oval görünümdedir ve iki yanında birleşik gözler ve gözlerin önünde de kısa bir anten mevcuttur. Ancak larva, bu hale gelip erişkin bir sivrisineğe dönüşünceye kadar çok zorlu bir yolculuk geçirir.
Larvalar su altında yaşarlar. Sürekli yedikleri için, bir hafta içinde 6-7 kat büyürler. Bu dönem sivrisineğin yaşamı boyunca büyüdüğü tek dönemdir.
Larva Suyun İçinde Nasıl Beslenir?
Larvanın bu dönemde nefes alabilmesi için su üzerinde boğulmadan asılı durması gereklidir. Ancak suyun üzerinde asılı dururken yemeğine nasıl ulaşacaktır?
Larva zorunlu durumlarda suyun içine dalabilir. Ancak bu uzun süremez çünkü nefes almak için tekrar su yüzeyine dönmek zorundadır. Dolayısıyla dalarak beslenmesi imkansızdır.
Avına kendisi gidemeyen larva, suyu hareketlendirerek avını ayağına getirir. Ağzının iki yanında, 4 set halinde bulunan ince tüylü bir fırçayı hızlı bir şekilde sallayarak suda bir akıntı oluşturur. Böylece suda bulunan bakteriler, suyun hareketiyle larvanın ağzına gelirler. Larva da bu fırçalara takılan bakterileri yer. Bir sivrisinek larvası bu yöntemi kullanarak günde 100-1000 cm3 suyu süzebilir.
Başaşağı Nefes Almak
Suyun içinde başaşağı dururken, vücudunun arka tarafında bulunan solunum borularıyla nefes alır. Kimi larvalar da suya paralel durur ve karınlarında bulunan üç solunum deliğini kullanırlar. Bu sistemler, dalgıçların kullandığı şnorkel ve hava pompalarının bir benzeridir.
Şnorkele Su Kaçarsa...
Sivrisinek larvaları şnorkele benzer organları sayesinde suyun içinde rahatlıkla yaşamlarını sürdürürler.
Şnorkellerin havayla temas eden uç kısmı doğuştan özel bir yağla kaplıdır. Bu yağın özelliği suyu iten (hidrofob) bir yağ olmasıdır. Bu yağ sayesinde solunum borusunun deliklerinden içeri su giremez.
Bu salgı özel olarak su için yaratılmıştır. Larva sudan başka bir sıvının, örneğin petrolün içine konulduğunda, salgı görevini yapamaz. Petrol şnorkelden içeri girer ve larvanın boğulmasına neden olur.
Sivrisineğin solunumu şu şekilde gerçekleşir: Sivrisineğin aldığı hava, iki ufak torbacığa dolar. Bu torbacıklar vücuda yayılan kılcal hatlarla havayı her yere dağıtırlar. Torbacıkların arasında sivrisineğin ihtiyacına uygun bir kalp vardır. Kalp, düzenli atışlarla torbacıkları pompalayarak, havanın vücuda dağılmasını sağlar. Kalpten hemen sonra da mide ve bağırsaklar gelir.
Su Yüzüne Çıkmadan Nefes Alan Larva
Su altındaki oksijen, suda çözünmüş olarak bulunur ve burada yaşayan bütün canlılar (bitkiler ve hayvanlar) bunu kullanırlar. Ayrıca bitkiler köklerinde ve dokularında bu oksijeni biriktirirler. Mansonya türünün larvası, soluk alabilmek için su yüzeyine çıkmaz, bitkilerdeki bu ‘paketlenmiş’ oksijeni kullanır. Su bitkilerinin köklerini ve dokusunu delmeye ve bunların içindeki havayı çekmeye yarayan testere biçiminde bir organı vardır. Bunu kullanarak oksijen ihtiyacını rahatlıkla karşılar ve suyun altında sürekli olarak kalabilir.
Yanıbaşındaki Düşman
Bazı türlerin larvaları oldukça yırtıcıdır. Kimi larva türleri yiyecek bulamadıklarında birbirlerini yerler. Bu yüzden larvaların güvenliği için temiz sular değil, kirli sular daha uygundur. Temiz sularda, sal şeklindeki bir yumurta grubunun içinden kimi zaman yalnızca birkaç tane larva hayatta kalır.
Ancak anne sivrisinek adeta bunu bilir ve yumurtalarını bırakmak için daha çok kirli suları seçer. Kirli sularda, sal şeklindeki bu yumurtalardan yaklaşık 100 tanesi sağlam olarak çıkar.
Akıntılı Sularda Ne Yapılır?
Akıntı olan yerlerde büyüyen larvalar yaşamak için bir yerlere tutunmak zorundadırlar. Çok hızlı akan sularda bulunan bazı larva türlerinin arkalarında 45 derecelik bir eğim yaparak vücutlarıyla birleşmiş uzun bir itici bulunur. Bu iticinin ucunda bulunan küçük kitin kancaları sayesinde larva herhangi bir yere tutunabilir ve kendisini akıntıya karşı korumaya alır.
Sivrisineğin Evi
Bazı sivrisinek larvaları ise doğuştan mimardırlar. Vantuzları olmayan bu larvalar, hem düşmanlarından korunmak hem de akıntıya karşı koyabilmek için kendi evlerini kendileri yaparlar.
Larva, ev yapması için gerekli malzemeye doğuştan sahiptir. Kolaylıkla şekil verebileceği jelatinimsi bir madde salgılar ve kendisi için iki tarafı açık boru benzeri bir yuva yapar. Bu yuvayı ya çamura, ya kuma gömer ya da yanında taşır.
Güneş Altında ve Suyun İçinde Saatlerce Kalınca...
Su molekülleri, güneş ışınlarını çok fazla yansıttığı için, doğal olarak, zaman içinde larvanın da bundan olumsuz yönde etkilenmesi gerekirdi.
Oysa larva güneşten hiç etkilenmez. Çünkü sivrisineğin vücudunda bir pigment vardır. Bu pigment tamamı ürik asit granülleriyle doldurulmuş hücreler ağından oluşur. Ürik asit, şeffaf olan larva ve pupa için güneşe karşı koruyucu görevi görür, sivrisinek de bu sayede güneş altında kavrulmaktan kurtulur.
Pupa Dönemi
Sivrisineklerin çoğunda larva dönemi bir hafta kadar sürer. Bu sürenin uzunluğu daha çok ısıya bağlıdır ama beslenmeyle de dolaylı olarak ilgilidir.
Larva giderek büyür, derisi kısa bir süre sonra daha fazla büyümesini engelleyecek şekilde gerginleşmeye başlar. Bu da ilk deri değişim zamanının geldiği anlamına gelir. Artık larva pupa dönemine geçmeye hazırdır.
Büyük Değişim Başlıyor
İyice büyüyen larva sert derisini açabilmek için keskin bir alete ihtiyaç duyar. Larvanın başının arkasında, sert deriyi kırmaya yarayan bir organ vardır. Bu organ deri değişimin hemen ardından vücuttan atılır.
Alttan gelen yeni deri ise, yumuşak ve esnektir. Larvanın büyümesi de bu esnek deri sayesinde kolaylaşmış olur. Sivrisinek larvası gelişimini tamamlayıncaya kadar 3 kez daha deri değiştirecektir. Toplamda 4 defa deri değiştirerek gelişir ve sonunda 10 mm uzunluğuna varır.
Sivrisinek kurtçukları artık son aşama olan ‘pupa’ dönemine girmişlerdir. Bu en fazla birkaç gün süren çok kısa bir evredir ve bu dönemde pupa beslenmez.
Sivrisineğin ileride ayak ve kanatlarının yer alacağı göğüs (toraks) kısmıyla birleşmiş olan kafası büyük ve yuvarlaktır. Bu aşamada da sivrisinek yepyeni bir canlı gibidir ve ihtiyaçları da değişmiştir.
Yeni İhtiyaçlar
Larvadan pupaya geçiş döneminde solunum şnorkelleri kapanır. Bu, larvanın nefessiz kalması anlamına gelir. Ancak oldukça şaşırtıcı bir gelişme olur ve pupanın ön tarafında iki yeni hava borusu çıkar. Larva bu iki yeni hava borusunu su yüzeyine çıkartarak nefes almaya başlar.
Pupalar, soluk alabilmek için suyun yüzeyine yakın dururlar. Hareketleri çok süratlidir. Pupa döneminin sonuna doğru, sivrisineğin rengi iyice esmerleşir, derisi şeffaflaşır. Beş gün içinde, pupanın şeffaflaşan derisi açılır ve erişkin sivrisinek sudan dışarı çıkacak hale gelir.
Genç sivrisinek, suyun içinde yüzmekte olan pupasından, suya hiç değmeden çıkar. Bunu başarması şarttır, çünkü ıslanmış kanatlarla uçması mümkün değildir. Kanatlar ve bacaklar gelişimlerini tamamlamışlardır ve pupanın içinde kullanıma hazır beklemektedirler.
Sivrisineğin Zoru Başarması
Kozasından çıkmadan hemen önce pupa nefes alarak genişler. Bu genişlemenin etkisiyle koza ilk olarak baş tarafından çatlar. Eğer bu çatlama baş taraftan değil de, alt taraftan başlasaydı, sivrisinek suyun yüzeyine çıkamazdı ve boğularak ölürdü.
Kozanın yırtılan baş tarafı, sivrisineğin kafasının su ile temasını engelleyecek, yapışkan bir sıvıyla kaplanmıştır. Bu sıvı, tıpkı hayvanın daha önce kullandığı ‘şnorkel’in sıvısında olduğu gibi, suyu iten (hidrofob) bir yapıya sahiptir. Bu sıvı pupanın baş tarafında bulunmasaydı, çatlayan kozanın içine su dolardı. Kanatları ve vücudu ıslanan sivrisinek, kozayla beraber batardı.
Esebilecek en ufak bir rüzgar suya değip ıslanmasına ve neden olacağı için, sivrisinek pupadan çıkmak için rüzgarsız bir anı seçer. Sonra başını ve ön ayaklarını kozanın içinden yavaş yavaş çıkarır.
Ön ayaklarını su yüzeyine yaslayıp, vücudunun kalan kısmını suyun içindeki kozadan dışarı çeker. Burada sivrisineğin ayaklarının da mükemmel bir tasarımla yaratıldığı
görülür. Sivrisineğin ayaklarında, suya batmayı engelleyecek özel bir yapı vardır.
Kozadan çıktıktan sonra sivrisinek bir süre suyun üstünde dinlenir ve daha sonra da uçup gider.
Sivrisineğin vücudunda 3 bölge bulunur: Baş, göğüs ve karın bölgesi.
Tam Donanımlı Kumanda Merkezi: Baş Bölümü Sivrisineğin başının üst yanından iki anten çıkar. Bu antenler duyu hücrelerince zengin, çok hassas algılayıcılardır. Erkek sivrisineklerin antenleri, dişilere göre çok daha hassastır. Çünkü bu antenler sayesinde, çiftleşme zamanı geldiğinde, çok sayıda ses arasından dişinin kanat çırpma frekansını algılar.
Dişi sivrisineklerde, antenlerin arasında, sivrisineğin kan emmek için kullandığı emme tüpü bulunur. Bu hortum, çok özel bir kesme ve vakumlama mekanizmasının da kılıfıdır.
Sivrisinek ısırdığında bu kılıf geriye doğru esner ve kesici mekanizma devreye girer. Bu mekanizma 6 parçadan oluşur.
Bunlardan 4 tanesi kesici bıçaktır ve bu bıçaklar insan derisini kesebildikleri gibi, kurbağanın ya da bir yılanın pullu derisini de kesebilecek güçtedirler.
Diğer iki parça ise birleşerek içi boş bir boru meydana getirir. Sivrisinek bu tüpü bıçakların açtığı yaradan içeri sokar ve bu sayede kurbanın kanını emer.
Bıçaklardan birinden yaraya akıtılan sıvı, dokuları uyuşturur. Bu bir nevi lokal anestezidir. Böylece sivrisinek derinizi kesip, kanınızı emerken siz bir şey hissetmezsiniz. Ayrıca bu sıvı kanın pıhtılaşmasını engelleyerek, sivrisineğin kan emmeye devam etmesini sağlar. Sivrisineğin ısırdığı bölgenin daha sonra kaşıntı yapması ve şişmesinin nedeni bu sıvıdır.
Göğüs Bölümü
Bu bölüm, sivrisineğin kafasının arka tarafında bulunur. Sivrisineğin 6 ayağı da göğüs bölgesinden çıkar. Ayrıca yine burada bir çift kanat bulunur. Bu kanatlar pullarla kaplıdır ve içlerinden damarlar geçer.
Bazı böcek türleri 2 çift kanada sahiptir. Ancak sivrisineklerde ikinci bir kanat takımı yerine kalın ve küt yumrular vardır. Bunlar uçuş esnasında titreşerek kontrol sağlamaya yardımcı olurlar.
Sivrisineğin vücudu kıllıdır. Ayrıca kafa, kanat ve bacaklarda kelebek pullarını andıran pullar vardır.
Karın Bölümü
Sivrisineklerin vücutları kan emerken çok fazla genişleyebilir. Sivrisinekler bir seferde ortalama 2.8 mg. kan emerler ki, bu kendi ağırlıklarından (2.5 mg) daha fazladır. (Bu, 70 kg'lık bir insanın tek seferde, kısa bir sürede 70 kg'ın üzerinde yemek yemesine benzer)
Sivrisineğin aşırı kan emmesi sonucu patlayarak ölmesini engelleyen ne zaman kan emip ne zaman duracaklarını söyleyen gerginlik algılayıcılarıdır. Bunlar sinir sistemine bağlı olarak çalışır.
Sivrisineğin karın bölümündeki deri esnek ve saydam bir zardan oluşur. Kan içeri çekilirken bu zar açılarak karnının genişlemesini sağlar. Bu sayede sivrisinek de dilediği kadar kan emebilir.
Yapılan deneylerde, sivrisineğin karnının içindeki gerginlik algılayıcılarının alınması durumunda, sivrisineğin kan emmekten patladığı görülmüştür.
Bu sistemin benzerlerini insanlar da su depolama tesislerinde kullanırlar. Depolarda su seviye kontrolü yapan özel algılayıcılar bulunur. Depodaki su en üst seviyeye geldiğinde pompa otomatik olarak durur.
Sivrisinek gıdasını bitki özlerini yiyerek temin eder. Erkek sivrisinekler hiç kan emmezler. Sadece dişi sivrisinekler, yumurtlama döneminde yumurtaların protein ihtiyacını karşılamak için kan emerler. Emilen kanı sindirmek 3-4 gün sürer.
Avı Tespit Eden Hassas Alıcılar
Geceyarısı zifiri karanlık bir odada da uyusanız, sivrisinek kolaylıkla sizi bulur. Bütün vücudunuz yorganla örtülü olsa, ancak sadece bir eliniz açıkta kalsa, sivrisinek anında
bu eti tespit eder ve kanı oradan emer. Sivrisineğin ısı, gaz, nem ve çeşitli kimyasal maddelere duyarlı reseptörleri avının yerini karanlıkta kolayca tespit etmesini sağlar.
Sivrisineğin çok hassas bir ısı algılayıcısı vardır. ‘Tarsi’ adı verilen bu organ, sivrisineğin ön ayaklarında bulunur. Bunlar, bir vücuttan gelen ısı dalgalarını keşfettiklerinde sivrisinek hiç yanılmadan hedefine ulaşır. Dahası derinin altında kanın yoğun olduğu bölgeleri -çünkü damarlar dokulardan daha sıcaktır- kolaylıkla bulur.
İnsan ve hayvanların nefesinde bulunan karbondioksit de, sivrisinekler için oldukça çekicidir. Isıya hassas algılayıcılar kullanmak, günümüz askeri teknolojisinde de sık sık kullanılır.
Kanda bulunan aminoasitlerin, aminlerin, amonyağın ve laktik asitin karışımı da sivrisineği cezbeder; bu maddelerin 2000 defa seyreltilmiş hali bile, sivrisinek için, saf sudan 5 kat daha fazla çekicidir. Nem de sivrisineği çeken önemli faktörlerdendir.
Avını Sokması
Sivrisinek avının üzerine o kadar yumuşak konar ki, çoğu zaman hissedilmez. Daha sonra ağız bölgesinde bulunan bir çift alet yardımıyla, delmek için en uygun olan noktayı bulur. Bu aletlere ‘palpi’ denir.
İlk delme işlemi alt ve üst çene tarafından yapılır. Hortumun içinde bulunan 4 kesici bıçak deriyi derinlemesine keser. Sıcaklık, koku, tat ve dokunma duyu organları, deri altındaki kılcal damarların sık olduğu yerleri saptamada önemli rol oynar. Birkaç denemeden sonra sivrisinek damarı bulur.
Sivrisinek açtığı delikten içeri uzattığı tüp yardımıyla kanı emer. Bu tüp sayesinde küçük bir kan damarına girip, kanı doğrudan buradan içebilir. Ya da deriyi kestiğinde çevredeki dokularda biriken kanı emer.
Çoğu kez delici iğneler deriye dikine girer. Sivrisineğin iğnesinin en önemli özelliği belirli bir derinlikte eğilebilmesidir. Bu muhteşem özelliği sayesinde iğne deri altında kolaylıkla hareket eder, hatta derinin yüzeyine paralel uzanacak
hale bile gelebilir. Böylece iğnesini damarca en zengin bölgeye ulaştırır.
Uçan sivrisinek toplar damarın üstüne konar. Hâlbuki atar damar daha temiz kan içermektedir! Çünkü kainatta bir yardımlaşma (muavenet) vardır ve hiçbir şey anlamsız değildir. Toplar damar kirli kanı taşır. Sivrisinek bir yandan karnını doyururken, öbür yandan yararlandığı canlının kirli kanını emerek o canlıya fayda sağlar.
Üstün Uçuş Tekniği
Sivrisinek kanatlarını saniyede yaklaşık 500 defa çırpar. Bu yüzden kanatların sesi bir vızıltı olarak algılanır. Bu rakam çok hassas ölçümler sonucunda elde edilmiştir.
Bir örnek verirsek; Eğer insanın kolları bir makineye bağlanarak saniyede 500 kere açılıp kapanmaya zorlansa, kolun omuza bağlandığı eklem parçalanır, bağlantılar yanar, kolu tutan bütün lifler kopar ve kol tamamen sakat kalır. Eğer hareket bir saniyeden daha uzun bir süre yaptırılırsa, kol omuzdan çıkar ve kopar. Bu hareket, sivrisineğin günlük yaşamının bir parçasıdır. Kanatlarını saniyede 500 defa çırpabilmek için, sivrisineğin çok fazla oksijene ihtiyacı vardır.
İşte sivrisineğin solunum sistemi tam da bu ihtiyacı karşılayacak şekilde yaratılmıştır. Solunum sistemi hemen hemen her hücreye ulaşan özel bir solunum borusundan oluşur. Hücreler bu boru sayesinde havadaki oksijeni doğrudan alırlar. Atık maddeler de bu borular sayesinde hücrelerden atmosfere verilir. Bu yüzden, sivrisinek bir dakika içinde binlerce defa kanat çırpar ve hiç yorulmaz.
Sivrisineğin kanatlarını bu kadar hızlı çırpabilmesi, ona uçuş için birçok avantaj kazandırır. Dikey durumda aşağı yukarı uçabilir, kolaylıkla ileri geri hareket eder.
Sivrisinekler kan taşıdıkları için hastalık bulaştırma riskleri vardır. Örneğin sarı humma, fil hastalığı ya da sıtma gibi parazit hastalıklarını taşıyabilirler. AIDS'e sebep olan HIV virüsü ise bu canlılarda gelişme ortamı bulamaz. Virüsler sivrisinekler tarafından taşınmaz.
Bilim adamları, kimi insanların sivrisineklerce neden daha az ısırıldığını buldular. ''Bu insanların tatlı ter kokuları.''
Bilim adamları, kimilerinin sivrisineklerce ''tercih edilmesinin'', kimilerininse ''tercih edilmemesinin'' ardında yatan nedenin, vücut kokularındaki farkta yattığını, sivrisineklere dirençli olanların terlerindeki şekerimsi koku bileşiminin daha yüksek düzeyde olduğunu keşfettiler.
''Ketonlar'' olarak bilinen bu bileşimlerin sivrisinekleri savdığını belirleyen bilim adamları, vücudunda bu maddenin çok olduğu insanların sivrisinek ısırıklarına daha az maruz kaldıklarını söylediler.
Bilim adamları şimdi, bu bulgunun ışığında yeni bir sivrisinek kovucu geliştirmek için kolları sıvadılar.
Sivrisinek B vitamini kokusunu hiç sevmez.. Çocuklarda bile güvenle kullanılan bir çok sivrisineksavarın içinde yalnızca B vitamini vardır. Doğada olacağınız zaman bir B vitamini tablet almanızın ciddi faydaları olacaktır.
‘İnanmak istemeyeni kimse inandıramaz’ mantığıyla yola çıkarsak, inkarcıların itirazvari sorularının maksadı anlaşılır. Önce tek ilâha, onun elçisine, kitabına inanmayan inkarcılar, kendi inkarlarıyla yetinmeyip inananların akıllarını çelmek için fitne fesat çıkarır, hezeyanlar koparır. -Hâşa- Allah’ı sorgularlar, sözlerine, misallerine dil uzatma cesareti gösterirler. ‘Allah bu misalle ne murad etti?’ derler. Gadab-ı ilâhiyi celb edip (yudıllü bihi kesran ve yehdi bihi kesiran) tehdidine muhatap olurlar.
Yüce Allah kulları için hep hayır murat eder. Bütün insanlığın mutlu olmasını, doğru yola gitmesini, hidâyetini ister. Ne var ki kendi iradesine bırakılan insan, imtihanda olduğunu unutur.
Küçük, geçici zevklerin uğruna, baki olan bitimsiz saadetini feda eder. Şeytana bile ‘Ne kötü ticaret yaptın’ dedirtir.
Dalalete giden yolda bütün işlemleri yapar, gerekli bütün evrakları hazırlar. Bu işlemler sonunda alemlerin Rabbi onu damgalar.
Çünkü O; sapıklık yolunda gidenler için el-Mudill, hidâyet yolunu seçenler için el-Hâdi’dir. O mülkün sahibidir. Mükafat ve mücazatta son karar O’nundur.
Burada âyet mücmel olarak gelmiş. Fakat Kur’an’ın muhtelif yerlerinde sapanların neden sapıttığını, özelliklerini, akıbetlerini mufassal olarak anlatmıştır. Kur’an’ı bir bütün olarak düşünüp icaz yapılan (kısaltılan) âyetlerin mutlaka başka bir âyette tafsilatı olduğunu bilmemiz gerekir. Örnek olması açısından bu âyetimizin diğer bir âyetle nasıl açıklandığını görelim: ‘Allahu Teâla sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında hem de âhirette sapasağlam tutar. Zâlimleri ise Allah saptırır. Allah dilediğini yapar.’ (İbrâhim; 27)
Küfür ile nitelenmiş olanlar ‘Allah bu misalle ne demek istemiş? Bundan kastı nedir?’ derler. Bir taraftan hafife almak, diğer taraftan hidâyeti kötü yorumlayarak sapıklığa düşmek isterler. Bunlar, Allah'ın ne kastettiğini öğrenirlerse inanacaklar mı? İşte Allah bu sebeple birçoğunu sapıklığa düşürür, istedikleri sapıklığı yaratır. Birçoğuna da hidâyet verir, onlara da hidâyet yaratır.
Hidâyetin yaratıcısı Allah olduğu gibi, sapıklığın yaratıcısı da Allah'tır. Sapıklık da bir hak etmedir. Ve Allah Teâlâ'nın sapıklığı yaratması, onu isteyen mahluklarının -sorumluluk kendilerine ait olmak üzere- isteklerini yerine getirmesidir. Yoksa kullarından hiç birini Allah zorla sapıtmaz.
Kuran ile, Allah’ın âyetleriyle, misalleriyle kimse yoldan çıkmaz, kimse sapıtmaz. Ancak Rabbine asi olup haddi aşan kimseler Kur’an’ı kendi reylerine, kendi menfaatlarına uydurarak yanlış yorumlar yaparlar. Bu küstahlıkları, asilikleri yüzünden hem kendileri sapar, hem de gayrılarını saptırırlar. Bu tip kimselerin şerrinden emin olabilmek için onları tanımak gerekir. Rabbimiz bunların vasıflarını hemen peşinden gelen 27. ayette açıklıyor.
Fısk kelimesi Kur’an’da küfür, masiyet, yalan, günah, kötülük anlamlarında geçer.
‘Fısk’, asıl lügatta ‘huruc’ (çıkmak) anlamındadır. Araplar; ‘fesekati’r ratbetu ani’l kışri: Taze hurma kabuğundan çıktı’ derler. Nitekim delikten çıkan farelere ‘fevâsık / fasıklar’ denir.
Istılahta, büyük günah işlemek suretiyle Allah'a uymaktan dışarı çıkma, küçük günahlarda ısrar etmektir.
Fısk ya fiilî olur, ya hem fiilî hem itikadî olur. Fasık, kâfirden daha umumidir. Zâlim, fâsıktan da umumidir. Fâcir, kâfire de fasıka da ıtlak olunur.
Fıskın üç derecesi vardır:
Birincisi günahı çirkin saymakla beraber, ara sıra günah işlemek.
İkincisi üzerine düşerek devamlı yapmak.
Üçüncüsü çirkinliği inkâr ederek yapmaktır. Bu üçüncü tabaka, küfür derecesidir.
Fasık bu duruma gelmedikçe Ehl-i sünnet mezhebinde mümin adı kendisinden alınmaz.
❊ ‘ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْـيٖ ’; temsil. Belağat âlimleri iki şekilde açıklamışlar:
1- Mananın başta temsil ile başlaması.
2- İzah ve nefislere takrir için mananın sonrasında gelmesi. Bu da manaya güzellik giydirir, kıymetini yükseltir. Dokunulacak gibi kalpte yerleştirir. İnsanlar behaim, kuşlar ve haşaratla misal verirler. Araplarda farisiden tercüme edilmiş Kelile-Dimne, Fransa’da Lafonten masalları bu tarzdadır.
27- O fasıklar ki Allah (cc)’a kesin söz verdikten sonra ahitlerini bozarlar, Allah (cc)’ın birleştirmesini emrettiğini (akrabalığı) keserler, yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkarırlar. İşte ziyana uğrayanlar onlardır.
28- Allah (cc)’ı nasıl inkar ediyorsunuz ki, siz ölülerdiniz sizi O diriltti. Sonra sizi yine öldürecek, sonra tekrar diriltecek ve sonunda O’na döndürüleceksiniz.
Rabbimiz gaybi olarak kafirleri, onların Allah karşısındaki küstah tavırlarını ve kötü tınetlerini anlattıktan sonra kelamını hitaba çevirdi (iltifat sanatı.) Bütün insanların imanını dileyerek, akıllarını harekete geçirmek için sorgulayarak, sorarak mantık yollu kelam ediyor.
Düşünün bir defa; siz önceden yok idiniz. Size hayat verdi, yaşıyorsunuz. Her an ölebilirsiniz. Buna karşı koymaya mecaliniz, takatınız var mı? Eceliniz bitmişse, hangi kuvvet sizi hayatta tutabilir? Hayatınızı devam ettirecek rızkı, havayı, suyu ve tüm ihtiyaçlarınızı, tükettiğiniz binlerce nimeti size kim bahşediyor? Hayat meydanına giriş ve çıkışta en ufak bir güce sahip değilsiniz. Bu kadar aciz, bu kadar güçsüz iken, nasıl oluyor da sizi tekrar diriltecek yüce kudreti inkara cüret ediyorsunuz?
Yârı müşfiktir çalar saat beni âgâh ider
Ömrümün her saati geçtikçe bir kez âh ider.
✤ Küfre itecek hususlar:
1- Muhalefet arzusu,
2- Muhalif tarafı gerekli görme
3- Nefse dayalı evhamları haklı göstermek
4- Müşteri gibi sadece kusurları görmek
5- Çocuk tabiatı gibi bahaneler bulmak.
İki kere ihyadan sonra aradan bütün vasıtalar, bütün sebepler kaldırılır. Varlık ve devamı bizzat dest-i kudretten çıkar. Herkes hakiki malikini bilir.
İkinci diriliş sadece insanlara racidir. Haşir ve kıyâmette kâinat tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıdlar birbirinden ayrılır. Vasıtalar, sebepler, hicap ve perdeler ortadan kalktıktan sonra herkes yaratıcısını görür. Ve hakiki malikine kesin dönüş yapar.
Bu iki âyet bütün dünya ve âhiret ilimlerini bünyesinde saklar. Hayat, hayatın akışı ve hayatın gayesini gösterir. İnsana ait yaratılışın, Allah katındaki kıymeti anlatılıyor. İnsanın yer ve gökyüzü, hepsinden faydalanma hakkı kaydediliyor. Yaratılışın ve yaratıcının delilleri özetleniyor. Allah'ın yaratması, acıması, lütuf ve keremi isbat olunuyor. Özet olarak beşerin ruhu, yeryüzünden gökyüzüne, hissolunandan düşünülene yükseltiliyor ve bu gerçekler karşısında küfür ve inkâra nasıl sapılabileceği bir istifhâm-ı inkârî ile soruluyor.
Bu iltifat sanatındaki belağatın, nezahatin, ulviyetin, ilmîliğin, gerçeğin, ahlâkın parlaklığına ve hoşluğuna hayran olmamak mümkün değildir. Küfür ve küfrânı kötülemek ve insanları ondan uzak tutmak için bu sorudaki etkinin şiddeti ne kadar büyüktür!
Yüz yaşındaki bir Necran'lı ashabtan birine gelir. O da ihtiyara dünyayı nasıl bulduğunu sorar. İhtiyar şu cevabı verir:
- Bolluk yıllarını sıkıntı yılları, günler günleri, geceler geceleri kovaladı. Doğanlar doğdu, ölenler öldü! Doğanlar olmasa insan soyu tükenir, ölenler olmasa dünya insanlara dar gelir.
Bunun üzerine ashap ihtiyara dedi ki:
- Ne dileğin varsa söyle!
- Geçen ömrü geri getirebilir, yahut yaklaşan eceli savabilir misin?
- Buna gücüm yetmez.
- O halde benim sana ihtiyacım yok!
Ey insanlar, insan adını taşıyanlar ve özellikle ey kâfirler, ey münafıklar, ey fâsıklar! Allah'a nasıl nankörlük eder de ilmî ve amelî inkâra sapabilirsiniz? Halbuki hepiniz, başlangıçta ölü idiniz, o zaman şahsî olarak neyiniz vardı? Bir nutfe olduğunuzu hatırlayınız!.
Ölülerin kabre taşındığı gibi öteye beriye taşınıp duruyordunuz. Böyle iken Allah size hayat verdi. Nefes alıp veren, gıdalanan, duyan, düşünen, istediği işi yapan, çevresindeki olaylara fizikî ve ruhî kuvvetleriyle dayanan, karşı koyan bir insan olarak yarattı.
İnsaf edin, siz faydası dokunacağını sandığınız kimselerin karşısında iki büklüm eğilirsiniz. Halbuki düşünecek olursanız, bu hayatın sizin kendi malınız olmadığını anlarsınız. O halde bu hayatı size bahşeden Allahu Teâlâ'yı nasıl inkâr eder ve O'na nasıl nankörlük edersiniz?
Hem siz bu hayatı o kadar benimsemeyiniz. Çünkü Allah bundan sonra sizi yine öldürür, öldürüyor ve öldürecek. Öldürdükten sonra yine diriltecektir.
Buradaki ‘sonra sizi diriltir’, kabir hayatı ile de, kıyâmetten sonra dirilme ile de tefsir edilmiştir.
Sonra hepiniz ona döndürüleceksiniz. Bu ilk hayatta ne huy, ne amel kazandınızsa, ona göre tartıdan geçecek, mükâfat veya cezasına ereceksiniz. ‘Kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür.’ (Zilzâl, 7-8) sırrı ortaya çıkacaktır. Ve o zaman cennet ve rızâ ehli: ‘Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.’ (Zümer, 75) diyecektir.
✤ Küfrün direkleri
● Cefa, hakkı, âlimleri küçümseme.29- O yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra semaya yöneldi onları yedi gök halinde nizama koydu. O her şeyi hakkıyla bilendir.
Allah Teâlâ'nın lütuflarını dinleyiniz: O Allah, önce şu altınızdaki yeri ve bu yerde bulunan şeylerin hepsini; unsurları, bileşiklerini, denizleri, karaları, dağları, dereleri, ovaları, çölleri, ormanları, ırmakları, pınarları, madenleri, otları, ağaçları, çiçekleri, meyveleri, hayvanları, kuşları, hepsini sizin için, yarattı. Buna Fıkıh ilminde ‘ibâha-i asliyye / aslî mübahlık’ denir. Can, ırz ve namusun dışında eşyada aslolan mübah olmaktır. Özel bir haram olma delili bulunmadıkça mübah ile amel olunur. Yalnız akıllara kalsaydı, kimi hep mübah der, kimi hep haram der, kimi de şaşırırdı.
İnsanlar insan için yaratılmamış ve birbirlerine mübah kılınmamıştır. Bunun için insanların canları, ırzları, birbirlerine mübah değildir. Hatta bir insan kendi canını, ırzını bile dilediği gibi kullanmaya izinli değildir. İnsanlar, kendileri için değil, Allah'a kulluk için yaratılmışlardır. ‘Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.’ (Zâriyât, 56).
‘Bulut, rüzgar, ay, güneş, felek hepsi işlerinde çalışıyorlar. Tâ ki sen eline bir ekmek geçirebilesin ve gafletle yemeyesin.’ Şeyh Sadî
Allah Teâlâ insanı yalnız, yerde yaşayıp, yerdeki şeylerden faydalanabilecek bir halde yaratmamış, ona gökyüzünden de faydalanma hissesi ayırmıştır. İnsan, yerlerde daralırsa göklerden faydalanmaya izinlidir. Fakat bunun için önce ruhu semâvîlik hislerini duymalı ve Allah'ı tanımalıdır. Yeryüzünün şehvetli ve hayvanî düşüklüklerinde boğulanlar bu yükselişten mahrumdurlar.
Birisi yerden Venüs'e kadar bir; Venüs'ten Merkür'e kadar iki; Merkür'den Güneş'e üç; Güneş'ten Merih'e yahut yine yerden Merih'e dört; Merih'ten Jüpiter'e beş; Jüpiter'den Satürn'e altı; Satürn'den daha ilerisine kadar yedidir ki, sonradan keşfedilmiş olan Üranüs ve Neptün gezegenleri ve daha keşfedilmesi mümkün olanlar hep bu yedinci hudud içinde demektir.
Sâhib-i Mîrac Efendimiz (sav), Muaz’a hitâben buyurur ki:
Yâ Muaz, ben sana bir şey anlatacağım. Bunu muhâfaza edersen, sana faydası dokunur. Muhâfaza etmezsen, Allah katında bir hüccetin olmaktan çıkar.
Ey Muaz, Allah (cc), yer ve gökleri yaratmadan önce yedi melek yarattı, sonra gökleri halk etti. Her gök için bu meleklerden bir kapıcı ayırdı. Onlar her birini azâmetle bürüdü. Muhâfız melekler güneş gibi nur saçtığı halde, kulun amelini göklere çıkarırlar.
Birinci kat göklere çıktıkları zaman, ameli tezkiye ederler, büyültürler, fakat kapıcı melek: ‘Bu ameli götürün de sâhibinin yüzüne çarpın. Zira ben gıybet ile sorumlu bir memurum. Gıybet edenlerin amelini buradan ileri geçirmememi Rabbim bana emretmiştir’ der. Bu böyle gider.
Sonra melekler başka birinin amelini getirir, tezkiye edildikten sonra, ikinci kat göklere gider. Oradaki kapıcı melek: ‘Bu ameli götürün de sâhibinin yüzüne çarpın. Zira o, amelinde gösteriş yapardı. Riyâ ile karışık amelleri buradan ileri geçirmememi Rabbim bana emretmiştir’ der.
Sonra başka birinin daha parlak amelini, birinci ve ikinci kat göklerden geçirdikten sonra, üçüncü kat göğün kapısındaki melek: ‘Bu ameli götürün de sâhibinin yüzüne çarpın. Zira ben kibir ile sorumlu bir meleğim. Kibredenlerin amelini buradan ileri geçirmememi Rabbim bana emretmiştir’ der. Sonra daha parlak ameli dördüncü kat semâya çıkarırlar. Namaz, oruç, hac ve zekât gibi çeşitli ibâdetler, inciler gibi parlak bir vaziyette gelirler. Fakat buradaki kapıcı melek: ‘Bu ameli götürün de sâhibinin yüzüne çarpın. Zira ben ucub ile sorumlu bir meleğim. Bu adam, kendini beğenen, ucub sâhibi bir kimsedir’ der.
Yine hafaza melekleri başka bir ameli beşinci kat göklere kadar geçirirler. Bu amel süslenmiş bir gelin gibi kapıdayken müvekkel melek: Ben Hased meleğiyim, bunun sâhibi hasud bir insandır. Hased edenlerin amelini buradan ileri geçirmememi Rabbim bana emretmiştir.’ der.
Başka bir ameli, altıncı kat göklere kadar yükseltirler. Oradaki kapıcı melek: ‘Bu ameli götürün de sâhibinin yüzüne çarpın. Çünkü o, merhametsiz bir insandır. Felâkete uğrayan, darlığa düşen ve sıkıntılara mâruz kalan kimselere asla acımaz. Ben rahmet meleğiyim, merhamet etmeyenlerin amelini buradan ileri geçirmememi Rabbim bana emretmiştir’ der.
Namaz, oruç, infak, cihad ve verâ gibi amelleri gök gürültüsü gibi bir ses ve güneş gibi ziyâsı olduğu halde, üç bin melek yedinci kat göğe kadar yükseltirler. Oradaki kapıcı melek: ‘Bu ameli götürün de sâhibinin yüzüne çarpın, âzâlarına vurun ve kalbini bu amellerle mühürleyin. Zira ben, Allah rızâsı için olmayan amelleri buradan ileri geçirmemeye memurum. Bu adam ameli ile Allah rızâsından başka şeyler murat etti. Fakihler katında mevkii almak, âlimler nezdinde anılmak ve şehirlerde ün salmak maksadı ile amel etmiştir. Bu gibi amelleri geçirmemeyi Rabbim bana emretmiştir. Hangi bir amel hâlis olarak Allah rızâsı için yapılmazsa, riyâdır. Mürâinin amelini Allah kabul etmez’ der.
Sonra devamla, ‘Başka bir kulun; namaz, oruç, zekât, hac, umre, güzel ahlâk, tefekkür ve zikir gibi amellerini göklere yükseltirler. Her kapıdan geçer, göklerin meleklerin melekleri onu teşyi eder, uğurlarlar, perdelerin hepsini aşar ve Allah’ın huzuruna yükselirler, yalnız Allah rızâsı için hâlis amel olduğuna şehâdet ederler. Allah (cc): ‘Siz, kulumun amelinin koruyucusunuz, Ben ise murâkıbım. O, bu amel ile beni murad etmedi, başkasına gösteriş yaptı. Benim lânetim, onun üzerine olsun!’ buyurur. Meleklerin hepsi bu tel’ine iştirak eder, katılırlar. Yer ve gökler onu tel’in ederler.’
30- O vakti hatırla ki Rabbin meleklere: ‘Yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti de, melekler: ‘Biz seni hamd ile tesbih ve takdis ederken, orada fesat çıkaracak, kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın?’ demişlerdi. Allah (cc): ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim’ buyurdu.
Halife, yeryüzünde Allah’ın emirlerini tebliğ ve infaza memur olan insandır.
Önceki âyetlerle insanın ölümü, hayatı, yerin göğün oluşumu icmalen anlatıldı. Şimdi, insanın ibtidai serüveni anlatılarak bir önceki ‘yeryüzünde ne varsa sizin için yarattı’ âyetinden çıkan gizli sorunun (neden her şey insan için yaratıldı?) cevabı (istinaf).
Çünkü siz yeryüzünde Allah (cc)’ın halifesi, kainat ağacının meyvesi, esma-i İlâhinin aynası, hilkatin asli gayesisiniz. Cenâb-ı Hakk insandan yedi bin yıl önce cinleri yeryüzünde iskan etti. Önceleri ibâdet ve taat içinde yaşarken, daha sonra bozgunculuk çıkardılar.
Cenâb-ı Hakk, göklerin sakinlerine yeryüzünde bir halife yaratacağını ferman buyurdu. O zaman cinlerden olan Azazil (şeytan) onların hocasıydı. Onun tesiri ve tazyikiyle melekler bu nezaketen sorulan soruyu yanlış değerlendirip itiraz ettiler.
İnsan sıfatı, kendi
Hak Sen insana ibretle bak
Bu insanın sûretine
Cümle âlem hayran imiş
Her kim o insanı bile
Hayvan ise insan ola
Cümle yaratılmış kula
İnsan dahi sultan imiş Yunus Emre
Hz. Âdem yaratıldığı ilk andan itibaren daima meleklerle müşerref olmuş, onlar tarafından karşılanmış, onların secdesine kıblegah olmuş, yeryüzüne onların eşliğinde teşrif etmişti. Âdem’in meleklerle olan bu münasebeti, onun zürriyeti olan bizler için de devam etti. Âhiret âleminde de yine devam edecektir. Rabbimizin kullarına yardıma sevk ettiği, nurani varlıkları bizim de daha yakından tanımamız gerekir.
‘Melek’ kelimesi, ‘göndermek’ kökünden türetilmiştir. Meleklere bu adın verilmesi, Allah'ın Peygamberine ve kullarına gönderdiği elçileri olmalarındandır.
Allah (cc), Hz. Âdem’i ve Âdemoğullarını kendine halife seçti. Yâni insan, yeryüzünde Rabbinin temsilcisi; O’nun fermanlarını dilden dile, gönülden gönüle, aşkla-şevkle ulaştırmak, yaşamak ve yaşatmak durumundadır.
Bu, kâinatta hiçbir varlığa verilmeyen bir şeref, bir ihsan, bir pâye. Bu rütbe, bütün kâinatla barışık olmayı, irtibat kurmayı sağlayan en büyük imkân. Bu görevi ciddiye alan herkese, bütün kâinat hizmet etmeyi boynuna borç bilir. Çünkü hepsi Rabbin kulu, hepsi O Yüce Zâta isteyerek veya istemeyerek boyun eğmek zorundadır. Ama ne var ki, hepsi isteyerek itaat edeceklerini söylemiş, gönülden boyun eğmişlerdir.
Yeryüzünde bu halifelik görevini en güzel bir şekilde icrâ eden ve kendileri de tâvizsiz cânı gönülden itaat eden zâtlar ‘Peygamberler, sıddıklar, şehitler, sâlihler’, Allah’ın dostluğunu kazanan bahtiyar kimselerdir. Bunların hayat serüvenlerine baktığımızda, bütün kâinatla işbirliğinde, uyum içinde ve onların özel yardımına mazhar olmuş kimseler olduğunu görüyoruz. Çünkü Mevlâna’nın deyimiyle, ‘Mûsâ da kul, âsâ da kul.’ Âsâ Mûsâ’nın (as) elinde bâzen bir yılan, bâzen kuyudan su çeken bir ip, bâzen düşmanlara hücum eden bir ejderha oluyor.
İbrâhim’in (as) elindeki keskin bıçak, ciğerpâresi İsmâl’i kesmiyor. Ateşi, gülistan oluyor. Bütün bunlar, Allah’ın halifelerine özel ikrâmı değil mi?
Yüce Allah Hz. Âdem’i yaratmadan onun halifesi olacağını meleklere haber vermesinden anlıyoruz ki, onu, dünyaya inip Allah’a kulluk eden nice enbiyâ, evliya, esfiyânın atası, Peygamberi, lideri olsun diye yaratmıştı.
Bunun yanı sıra fâsık, bozuk, bedbaht kimseler de olacaktı. İktidarın karşısında muhâlefetin olması kaçınılmaz. Her şey zıddıyla ölçülür, tanınır.
Tarlaya yüz elma tohumu atsanız, doksanı boş çıksa, çıkan on ağaçtan binlerce elma ve tohum çıktığı hepimizin bildiği bir hakikattir.
İnsanlar içinde kötülerin, fesatçıların olması, hadden çok olması insan-ı kâmillerin yetişmesine engel değil, hatta gübre mesabesinde destektir. Âyette ‘Pisliğin çokluğu sizi aldatmasın’ buyruluyor.
Kendi irademden, kudret ve sıfatımdan ona bazı selahiyetler vereceğim, o bana bağlanarak, bana vekil olarak yarattıklarım üzerinde birtakım yetkilere sahip olacak, benim adıma hükümlerimi icra edecek. Sonra onun arkasından gelenler ona halef olarak aynı görevi icra edecek. ‘Verdikleriyle sizi denemek için, yeryüzünün halifeleri kılan ve kimini kiminizden derecelerle üstün yapan odur...’ (En'am, 165) sırrı belli olacak.
O, bu hususta asıl olmayacak, kendi zatı ve şahsı namına asıl olarak hükümleri icra etmeyecek; ancak benim irâdelerimi, emirlerimi, kanunlarımı tatbike memur bulunacak.
Burada halifeden maksat, Allah'ın emirlerini yaşayan, anlatan insanoğlu ve Hz. Âdem'dir. Zira Âdem (as) gibi her peygamber yeryüzünü tamir etmek, insanları sevk-u idare etmek, kendilerini geliştirmek ve Allah'ın (cc) emirlerini onlara tatbik ettirmekte Allah'ın (cc) vekilidirler. Bu; (hâşa) ‘Allah (cc) halifeye muhtaçtır’ anlamına değildir. Bilakis halk O’nun feyzini kabul etmekte kusurludur. Onun emirlerini doğrudan anlayamazlar. Onun içindir ki Allah (cc), halîfe vasıtasıyla emrini gönderdi.
‘Halife yaratacağım’ ifadesi, Allahu Teâlâ’nın, Hz. Âdemi, kulları arasında hüküm verme bakımından Halifesi olarak göndermesidir. Abdullah b. Abbas
‘Yeryüzünde bir halife yaratacağım’ (Bakara, 30) ifadesinden, Hz. Âdem yaratılmadan önce yeryüzünün yaratıldığını öğreniyoruz. Bazı âlimlere göre ‘Yeryüzü’ kelimesinden maksat, ‘Mekke-i Mükerreme’dir.
İnsanın ‘Halife’ olmasının iki hikmeti vardır:
1- Allahu Teâlâ insandan başka hiçbir mahluku halife kılmamıştır. Çünkü insanda âlemde olan her şeyi cem etmiştir. Ruhaniyat, cismaniyat, semaviyat, arziyat, dünyeviyet, uhreviyet, cemadiyet, nebatiyet, hayvaniyet, mükevvenat... Bütün bu âlemlerin hakikatte halifesi insandır.
2- Hz. Âdem, hakikatta Hakk’ın varlığına halifedir. Zira insanın varlığı mucidine delildir; bina banisine (kurucusuna) delil olduğu gibi. İnsanın vahdaniyeti Hakk’ın zatının vahdaniyetinden, sıfatı sıfatından, hayatı hayatından, kudreti irâdesinden, duyması duymasından, görmesi görmesinden, konuşması kelamından, ilmi ilminden halifedir.
Hayvanatta bu sıfatlardan bazısı olsa da, onlar Mucidi’nin varlığından, kendi varlıklarından habersizdir.
Melekler, varlıklarını ve kendilerini Yaratan’ı bilseler de, ne kendi sıfatlarının tamamını ne de Cenâb-ı Hakk’ın bütün sıfatlarını bilmeye ilimleri ulaşmaz.
İnsanda ise hem suret, hem de mana olarak hilafet vardır. Sureten; onda hem kendinin hem de Yaratan’ının bütün sıfatlarının ilmi olmasındandır.
Manen; insandan başka Allah’ın nuruyla nurlanacak varlık olmamasındandır. Sadece insanın kabiliyeti Allah nurunun feyzine müsaittir. Tevilâtı Necmiyye
‘ جَعَلَ ’ fiili bir mef'ule müteaddî (geçişli) olursa, ‘ خَلَقَ / yaratmak’ demek olur. Burada da ‘halk’ dan daha genel ve daha mutlaktır. Ve ikisine de ihtimali vardır.
‘ خَلٖيفَةً ’ kelimesinin aslı ‘halîf ‘dir. Sonundaki bitişik ‘ ة ’ (tâ-i merbûta), mübalağa içindir. İsim olarak kullanılan galip sıfatlardandır. Çoğulu ‘halâif’ ve ‘hulefâ’ gelir, masdarı da ‘hilâfet’dir. ‘Hılâfet’, başkasına vekil olmak, yani az veya çok onun yerini tutarak, onu temsil etmektir.
İmam Kurtubî bu âyetle, insanlar arasındaki ihtilâfı halletmek, kamu düzenini sağlamak için ekseriyetin tasvibiyle bir liderin seçilmesinin vücubunu istidlal etmiştir.
Her sözde nasihat var.
Her nesnede ziynet var.
Her işte ganimet var.
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Her kuluna her anda
Geh kahru geh ihsanda
Her anda o bir şanda
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler. İbrahim Hakkı Erzurumi
1- Olaya toptancı baktılar. Fesat edenlerin yanında ıslah edenler de vardı.Çoğunluk olmasa da dünyayı onlar onarıp düzene koyacaklardı. Yere ekilen yüzlerce tohumdan birkaç tanesi tutsa gayeye ulaşılmış olur. Nitekim babada bulunan binlerce spermin sadece bir tanesinden insan oluşuyorsa diğerleri zayi olmuş sayılmaz.
2- İçlerinde kibrini, hasedini, inadını örtbas eden, ileride şeytan olacak hocaları vardı. ‘Biz varken onlar niye’ duygusuna kapıldılar. Hocalarından etkilendiler.
3- Bir an acele edip, hükmün kim tarafından verildiğini unuttular. Hadlerini aşarak itirazvari cevap verdiler. Oysa o soru cevap almak, fikir beyan edilmesi için değildi. Yüce bir makamdan gelen yüce bir fermandı.
4- Yaptıkları takdis ve tenzihin Allah’ın ilmi ve kudreti, iradesiyle olduğunu hatırlarından çıkarıp kendilerinden bildiler. Bu ucub ile yeryüzüne gelecek halifeleri zemmettiler.
5- Allah’ın (cc) levhi mahfuza yazdığı kader tablosuna vakıf olmalarını kötüye kullanıp Allah’tan (cc) aldıkları ilimle Allah’a (cc) itiraz ettiler.
6- Kendi akıbetlerinden emin olup başkalarını kınadılar.
7- Allah’ın (cc) ilmini, adlini, rahmetini göz önünde bulundurmadan hükmüne itiraz ettiler.
8- Bütün ilmin kendilerine verilen ilimden ibaret olduğunu sanıp, her şeyi biliyormuş gibi kesin konuştular. ‘Ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ ikazına muhatap oldular. Bütün alemleri terbiye eden yüce Allah melekleri de terbiye etti, anlattı, eğitti. Örnekle izah etti.
İnsanoğlunu kınayan Harut ve Marut isimli meleklere nefis ve diğer insani özellikler vererek yeryüzüne gönderdi. Hakimlik yapmalarını emir buyurdu.
Habil’e inen bu iki melek mahkemeye müracaat eden kadına kötülük yaptılar ve kendilerini rezil rüsva edecek fiiller işlediler. Yeryüzünde fesad çıkaran insanları kınarken kendileri daha kötü bir duruma geldiler ve ayaklarından asıldılar.
Suya yakın olmalarına rağmen susuz, ağır bir ceza altında kıyâmetin gelmesini beklemekte ve çabuk kopması için sürekli duâ etmektedirler.
‘ سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَآ إِلَّا مَا عَلَّمْتَنَآ إِنَّكَ أَنتَ الْعَلِيمُ ٱلْحَكِيمُ ’ diye özür dileyen, yaptıklarına pişman olan melekler, Kâbe hizasında Beyt-i Mâmur etrafında tavaf edip müminlere af talebinde bulunup istiğfar ederler.
Şâyân-ı dikkattir ki; bir kere insanların ardından konuştular. Fakat kendilerini affettirmek için bir ömür kıyâmete kadar
insanlara duâ istiğfar ederek tevbelerini sürdürürler. (Ya, çekirdek yer gibi hiç aldırmadan daima müminleri çekiştirenlerin hali nice olur?)
Görüldüğü gibi yüce Allah’ın, hem Harut ve Marut’a nefis verip günah işleyince cezalandırması, hem de hamele-i arş meleklerini özür diler mahiyette müminlere istiğfar ettirmesi alemlerin Rabbi, terbiyecisi olduğunu birkez daha hatırlatır.
Meleklerin böyle yüce makamdan gelen soruya ‘Ya Rabbi, biz bilmeyiz, sen bilirsin’ demeleri gerekirdi. Bilemediler. Yüce Allah ‘Sizin bilmediklerinizi ben bilirim’ kavliyle ne söylemeleri gerektiğini tâlim buyurdu. Saygıyı, hürmeti, edebi, büyüklerin huzurunda nasıl konuşulması gerektiğini öğretti. Sadece cinsler arası değil, unsurlar arası iletişimi de sağladı.
Varlık alemi dört unsurdan yaratıldığı gibi, dört varlık da ayrı ayrı dört unsurdan yaratıldı. Melekler nurdan, Hz. Âdem topraktan, şeytan ateşten, canlılar sudan yaratıldı.
Melekler tâlim-i ilâhiye uyup buyruk tuttular. Âdem’e (as) secde ettiler. Şeytan secde etmedi, Âdem’i (as) küçümsedi. Kendi ateş unsuruyla övündü. ‘Beni ateşten, onu topraktan yarattın’ (Sâd, 76)
Şeytan meleklerin amiriydi. Ama kendisi Rabbinin memuru olduğunu hesaba katmadan emr-i ilâhiye karşı çıktı. Sayısız melekler ona itaat ederken o; bir olan Rabbine asi oldu, kibirlendi, yüz çevirdi, kafirlerden oldu. Kendisine ‘Neden secde etmedin?’ diye sorulunca küstahça cevap verdi, özür dilemedi, inadı kendisini mahvetti. Melekler hemen özür dilediler, affolundular.
İnsanlar da melek ilhamı, şeytan vesvesesi ile imtihan olurlar. Hangisi galip gelirse, insan ona yönelir. Ya insan şeytanı olur, ya da meleklerden üstün olur. İnsanı meleklerden üstün kılan özellik, ilimdir. İşte Âdem’e (as) esmanın ilmi verildi.
Tesbîh, Allah Teâlâ'yı tenzih etmek, yani en kudsî zatını inanç, söz ve amel bakımından layık olmayan her türlü kusurdan beri ve uzak tutmaktır. Aslı, suda pek iyi yüzerek uzaklara gitmek demek olan ‘sebh’ masdarındandır ki ‘tef'îl’ vezninden gelişi teksîr (çoğaltma) ifade eder.
Takdis ayıplardan, eş koşmaktan, eksiklerden tenzih etmektir. Bu da yine tefil babındandır. Esasında ‘pek uzağa gitmek’ anlamındaki ‘kuds’den alınmış olarak temizlemek, pek temiz tutmak mânâsınadır.
Belâğat
❊ ‘ اَتَجْعَلُ ’ kavlinde istifham, asli manasından çıkmış taaccup anlamındadır.
Allah (cc)’ın kitabında istifham 6 vecihte gelir: Tevbih, taaccup, tesviye, icap, emir, takrir.
Sahih istifham, Allah (cc)’tan vaki olmaz. Zira soran her şeyi daha olmadan evvel bilen Allah (cc)’dır.
İstifham örnekleri;
✻ Tevbih: ‘ أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ ’ gibi (Ahkaf; 20)
✻ Takrir: ‘ أَأَنْتَ قُلْتَ لِلنَّاسِ ’ gibi (Maide; 116)
✻ Tesviye: ‘ سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ ’ gibi (Yasin; 10)
✻ İcap: ‘ اَتَجْعَلُ فٖيهَا مَنْ يُفْسِدُ فٖيهَا ’ gibi (Bakara; 30)
✻ Emir: ‘ أَ أَسْلَمْتُمْ ’ gibi. (Ali İmran; 20)
31- Ve Allah (cc) Adem’e eşyanın bütün isimlerini öğretti. Sonra o eşyayı meleklere gösterip: ‘Eğer sadıklarsanız bunların isimlerini bana haber verin’ dedi.
‘Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti.’ Bu açıklama hilâfet istidadına malik olmanın çok taat ile olmadığının bilinmesi içindir. Mülkün maliki Allah’tır. Allah (cc) onu dilediğine verir. (Âl-i İmran, 26)
Cenâb-ı Hakk melekleri hem anlatarak, hem ikna ederek eğitiyor. Yeryüzünü, halifesi olarak yarattığı insanın özelliğini, farklılığını bizzat gösteriyor.
Melekler itirazvari sözleriyle kendilerinin Âdem’den (as) üstün olduklarını iddia etmişlerdi. Cenâb-ı Hakk, ‘Bu düşünceniz doğru ise isbat için Âdem’in bildiği bu isimleri bize bildirin’ buyurdu.
Hz. Âdem yokluktan varlığa, toprak bir ceset durumundan Allahu Teâlâ’nın halifesi insan konumuna geçerken, tarif edemeyeceği derecede muazzam bir merasimle karşılanmıştı.
Bu ona yapılan birinci ikramdı. Cenâb-ı Hakk Hz. Âdem’e olan nimet ve ikramını bu defa ona bütün isimlerini öğretmekle devam ettirdi.
Bütün eşyanın adlarını bildiren zarurî bir ilmi Âdem'de yaratarak veya kalbine ilham ve ilkâ ederek öğretti.
Cenâb-ı Allah ya o isimleri kendisi Hz. Âdem'in ruhuna nakş ve ilham etti. Veya bunları gerektiğinde kullanacak özel bir yeteneği haiz bir ruh üflemeyi takdir etti.
‘ عَلَّمَ ’ tefil babındandır. Bundan; Hz. Âdem'in isimleri birdenbire bir anlatma ile değil, terbiye sırrı ile tedriç (azar azar ilerleme) içinde öğreneceği anlaşılır. Ve bu sıfat beşerin mahiyeti ve ilk fıtratı demektir.
İnsanın tüm bilgileri, atası Hz. Âdem’e Allah tarafından verilen bilgiye dayanır. Bu bilgiler; kalp, akıl, fikir, zekâ, anlayış, hâfıza gibi Allah’ın ihsânı ettiği güçlere yüklendiği için ve gerçek bilgi vahiy olduğu için Allah’a aittir.
İsm-i Azam’ı Kim Bilir?
Adamın biri bir şeyhe giderek ona:
- Ben senden ism-i azamı öğrenmek istiyorum, der.
- Onu öğrenmek için sende bir ehliyet var mı? Adam:
- Evet, cevabını verir. Şeyh:
- Şehrin kapısına git otur. Sonra orada meydana gelen hadiselerden gördüklerini bana anlat, der.
Adam, gidip şehrin giriş kapısının önünde oturur. Orada, odun yüklü bir merkebi olan bir ihtiyarın bir asker tarafından dövüldüğünü, malının zorla alındığını, kendisine zulmedildiğini görür. Hemen şeyhe döner ve gördüğü bu hadiseyi olduğu gibi anlatır. Şeyh:
- Sen ism-i azamı bilseydin o adama ne yapardın? diye sorar.
- Ben o askerin helâk olması için duâ ederdim.
- İsm-i azamı bana öğreten o ihtiyardır. İsm-i azam ancak; zorluklar karşısında sabreden insanlara karşı şefkat ve merhamet üzere bulunan kimselere yakışır.
Bu âyet, ilmin faziletine delâlet eder. Çünkü melekler Âdem (as) ve zürriyetinden daha fazla ibâdet etmektedirler. Bununla beraber halifelik için seçilmediler.
Yine bu âyet hilâfette ilmin şart olduğuna delâlet etmektedir. ‘İlim rütbesi bütün rütbelerin üstündedir’ kavli nebisi bu hükmü ispatlar. Allah (cc) Hz. Âdem’e kendi isimlerini, eşyanın isimlerini ve bütün dilleri öğrettiği için ona kıymet vermişti.
Cenâb-ı Hakk, Âdem (as)’ı yaratmasındaki hikmetinin kemâlini, ancak onun ilmini izhar etmek sûretiyle göstermiştir.
Hz. Âdem’in (as) meleklerden üstün olması, onlardan daha âlim olmasıdır. En çok bilen, daha faziletlidir. Şu âyette olduğu gibi: ‘De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ (Zümer, 9) Allah (cc), Hz. Âdem’in şahsında insanın karşılaşacağı her türlü zorlukları yenme ve hayatı göğüsleyebilmesi için ihtiyaç duyacağı ilimleri, kıyâmete kadar gerekli bilgileri vermiş. Yani bu kâinatı bilgisayar sayarsak; Hz. Âdem onun hard diskidir. Hz. Âdem’de bulunan Muhammedî nûr, hâfızayı kuvvetlendiren ‘ram’ hükmündedir.
Bu âyet-i kerime, ‘tevhid ilmi’nden sonra evla olanın, lügat ilmini öğrenmek olduğunu göstermektedir. Zira Allahu Teâlâ, Âdem (as)’ın fazilet ve üstünlüğünü meleklere, lügat ilmiyle gösterdi.
Allahu Teâlâ Âdem'i (as) değişik parçalardan ve ayrı ayrı kuvvetlerden yarattı. Ona, aklî, hissi, hayalî ve vehmi özelliklerin tamamını idrak edebilecek bir kabiliyet verdi. Eşyaların isimlerini, özelliklerini, adlarını, ilimleri ve asıllarını, sanatları, kanun, âlet ve niceliklerini ona ilham etti.
Bu açıklama ile Allah, meleklere şöyle demek istiyor: ‘Ben Âdem’e sadece yetki değil; bilgi de veriyorum. Bu nedenle onun halife tayin edilmesinin iki yönü var: Karanlık yönü, onun yetkisini kötüye kullanarak fesat çıkarması, aydınlık yönü ise, bilgisinin yardımıyla iyiliğe yönelmesidir. Akıllı bir kimse, iyi özellikleri olan bir şeyden, sadece kötülük potansiyeline sahip olduğu için vazgeçmez
Âdem (as), isimleri bilmekle tahsis edildi. Çünkü Âdem (as), âlemin hülâsasıdır (özüdür). Âdem (as)’ın ruhu, âlem ağacının tohumuydu. Onun şahsı, âlem ağacının meyvesiydi. Bundan dolayı onun şahsı, (âlemin) içindeki her şey yaratıldıktan sonra yaratıldı. Meyvenin, ağacın yaratılmasından sonra yaratılması gibi. Meyve, ağacın bütün dallarında olduğu ve hatta ağacın en yüksekliklerinde göründüğü gibi, Âdem (as) da mevcudat ağacının dalları üzerinde olup, o ağacın alt ve üstünde bulunur.
O mevcudat ağacının bütün parçalarında (dallarında) onun için bir menfaat, zarar, maslahat ve mefsedet vardır. Mevcudat ağacında var olan her şey ‘isim’ ile isimlendirildi. Bu menfaat ve mazarratı Allahu Teâlâ’nın kendisine öğrettiği ilim ile kavradı. Bunlar, Allahu Teâlâ’nın Âdem (as)’a bildirip, meleklerin bilmediği şeylerdendir.
Allahu Teâlâ, her dilde bütün eşyanın isimlerini Âdem (as)’ın kalbine ilham etti. Sonra bu isimleri yanındakilere söyledi. Sadece eşyanın isimleri değil, o varlıkların halleri, onların dini ve dünyevi faydaları da kendisine öğretildi.
Gerçekte insanoğlunun eşya ile ilgili tüm bilgisi, onlara isimler vermesine dayanır. Bu nedenle Hz. Âdem’e her şeyin isimlerinin öğretilmesi, onlarla ilgili bilginin de öğretilmesi anlamına gelir.
İsimlerin öğretilmesi; aynı zamanda insanoğluna şahısları ve eşyayı isimlendirme kudretinin verilmesidir. Bu kudretin insan hayatında büyük önemi vardır. İnsana eşyayı isimlendirme kudreti verilmeseydi, bir insan diğerinden bir şey isterken veya o şey hakkında mâlûmat edinirken çok büyük zorluklar yaşardı. Meselâ, hurma ağacını anlatmak isteyen kişi, ağacı omuzlayıp getirmek mecburiyetinde kalacaktı.
Meleklerin bu kabiliyete ihtiyaçları yoktur. Zira vazifeleri böyle bir ihtiyacı icab ettirmez. İşte bu yüzden onlara bu kabiliyet verilmemiştir.
Hz. Âdem yaratıldıktan sonra Allah (cc) onun yalnızlığını gidermek, kendisine uygun bir yardımcı yapmak üzere her kır hayvanını, göklerin her kuşunu topraktan yapar ve Âdem’e getirir. Âdem de bütün sığırlara, göklerin kuşlarına ve her kır hayvanına ad koyar. Âdem’in hayvanların ismini belirlemesi, hem onların görevlerini tesbit etmesi, hem de onlar üzerinde hükümran olması şeklinde açıklanmıştır.
Allahu Teâlâ, Âdem (as)’a meleklerin isimlerini, zürriyetinin hepsinin isimlerini (tâ kıyâmete kadar yeryüzüne gelecek olan bütün insanların kendi dillerindeki isimlerini), hayvanların, devenin, sığırın, koyunun isimlerini, nebatat ve cemadatın isimlerini, her şeyi yapma sanatını, şehirlerin, köylerin, kuşların, karganın, güvercinin, ağaçların isimlerini, olacakların ve kıyâmet gününe kadar yaratılacak olan şeylerin (bugün kullandığımız bilgisayar, fax, internet ve yarın keşfedilecek diğer bütün teknik aletlerin) isimlerini, yiyeceklerin ve içeceklerin isimlerini, cennetteki bütün nimetlerin isimlerini, her şeyin; kalkan, siper, kap kacak, çanak çömleğin ismini, hatta süt sağacak kabın bile adını öğretti.
Âdem (as)’a, mahlukatın isimleri öğretildiği gibi, Hakk Teâlâ’nın isimleri de öğretildi.
İsimlerden maksad, Arapça, Farsça, Rumca vb. muhtelif dillerin isimleridir. Âdemoğulları bu dillerle konuşuyorlardı; Âdem (as) ölüp, çocukları âlemin her tarafına dağılınca, onlardan her biri, bu dillerden biriyle konuşmaya başladı. Böylece konuşulan bu dil, onlara hakim oldu. Zaman uzayıp nesiller peşpeşe ölünce, bunlar diğer dilleri unuttular. İşte Âdem (as)’ın çocuklarının farklı dilleri konuşmalarının sebebi budur. Dünyada 1400’den fazla dil olduğu varsayılmaktadır.
Batılı araştırmacıların açıklamasına göre dünyadaki bütün insanların konuştuğu dillerde ortaklaşa kullandıkları dörtyüz kadar kelime vardır. Bu kelimeler her dilde kullanılmakta ve insan hançeresinden çıkmakta, sonradan öğrenilmemektedir.
Lisan, Âdem'in hilafetinin eseri değil, hilafetinin sebebidir.
Benim ümmetim su ile çamur içinde bana gösterildi. Âdem'e bütün isimler öğretildiği gibi, bana da bütün isimler öğretildi. Hadîs-i Şerîf
Cenâb-ı Hakk, o isimler içerisinde sanatlardan bin sanatı öğretti ve ona şöyle buyurdu:
‘Zürriyetine söyle: ‘Eğer dünyasız sabretmiyorsanız bu sanatlarla dünyayı elde etmeye çalışınız. Dünyayı din ile elde etmeye çalışmayınız. Çünkü din sadece benimdir. Cehennem olsun o kimseye ki, din ile dünyayı istiyor, cehennem olsun o kimseye.’ Hadîs-i Şerîf
32- Melekler ‘Biz seni bütün eksikliklerden tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir ilmimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibisin’ dediler.
Melekler bu sözleriyle, acizliklerini ve kusurlarını, sorunun itiraz için değil anlamak için olduğunu itiraf ettiler. Çünkü kendilerine gizli bulunan insanın faziletini gördüler, yaradılışının hikmetini kavradılar.
Âdem'in yaradılışının başlangıcında melekler fısıltı halinde: ‘Cenâb-ı Hakk, hangi mahlûku yaratırsa yaratsın biz ondan daha bilgin ve Allah katında ondan daha şerefliyiz. Allah bizden daha hayırlı, bizden daha bilgin bir halkı yaratmaz’ demişlerdi.
Fakat Cenâb-ı Hakk, Âdem'i yarattığında onlara Âdem'e ta'zim secdesi yapmayı emretti. Bu secdeyle onlar kendilerinin Âdem'den daha hayırlı olmadıklarını anladılar. Bu sefer de;
- Biz ondan daha hayırlı değilsek de ondan daha bilginiz. Çünkü ondan daha önceyiz, dediler.
Böylece Allah, (cc) Âdem'e (as) bütün isimleri öğretti. Ve onları ümmet ümmet Âdem'e (as) arz etti. Sonra onları meleklere arz etti. ‘Eğer doğru iseniz bunların isimlerini bana haber veriniz’ dedi. Melekler tevbeye sığındılar. Katade
Onlar Allah'tan (cc) daha fazlasını sordular. Cenâb-ı Hakk onlardan yüz çevirdi. Onlar altı sene Allah'ın (cc) arşının etrafında dönüp durdular. Enes b. Malik
İlk telbiye yapan (Lebbeyk diyen) meleklerdir. Melekler hatalarını anlayınca ‘Buyur yâ Rabbi, emrine hazırız, sana özür dileriz. Buyur yâ Rabbi! Sana itaatkarız, senden mağfiret diler ve sana tevbe ederiz’ diyerek Arş’ı altı sene tavaf ettiler. Hadîs-i Şerîf
Melekler her gün arşı tavaf edip ağlayarak Allah’ın gadabından yine ona sığınırlardı. Hakk Teâlâ hallerine acıdı ve: ‘Ey meleklerim sizleri mağfiret etmemi ister misiniz?’ dedi.
Melekler: ‘İsteriz Ya Rabbi! Biz bilmediğimiz bir işe karıştık, bizi affedip gadabından emin eyle’ dediler. Hak Teâlâ buyurdu ki:
‘Arşın altında bir nehir vardır. Ondan abdest alın.’ Melekler abdest aldılar.
Hak Teâlâ buyurdu ki: ‘Şu duâyı okuyun: ‘Subhaneke Allahümme ve bi hamdike. Eşhedü en la ilâhe illa ente estağfiruke ve etubu ileyke.’
Melekler dediler ki ‘Ya Rabbi, bu amelin sevabı nedir?’
Hak Teâlâ: ‘Ellerin, ayakların, yüzlerin işlediği ve bilcümle bütün günahları affedip, temizlerim’ buyurdu.
Melekler: ‘Ey Rabbimiz, bu ihsan bize mi mahsustur? dediler.
Allah (cc) ‘Bu amel ümmet-i Muhammed’e mahsustur. Bu ümmette bir kimse çok günahkar olsa, abdest aldığı gibi onu bütün günahlarından temizlerim, cennetime koyarım.’
33- Allah (cc): ‘Ey Adem, eşyanın isimlerini meleklere haber ver’ buyurdu. Adem eşyanın isimlerini meleklere haber verince, Allah (cc): ‘Size demedim mi ki, göklerin ve yerin gizliliklerini ben bilirim. Gizlediğinizi de, açıkladığınızı da ben bilirim’ buyurdu.
Hz. Âdem Cenâb-ı Hakk’tan öğrendiği bilgiyi yine onun emri ile meleklere öğretti. Bu durum faziletin, değerin Allah’ın öğrettiklerini öğrenmek ve öğretmekte olduğunu, insanın ilim sayesinde melekten üstün ve kainatın halifesi olacağını ispatladı.
Ve yüce Allah yerin göğün gaybını, bütün varlıkların gizli açık herşeylerinden haberdar olduğunu aleme ilan buyurdu.
O’ndan gizli bir şey yapamayacağımıza göre yapacaklarımızın usturuplu, O’nun emir-komuta zinciri içinde, adaplı, saygılı olması gerektiğini anlıyoruz.
Bal peteğinin nasıl yapıldığını anlamak için, arıyı cam kavanoza yerleştirmişler. Ama arının ilk işi, cam kavanozun içini tamamen sıvayıp boyamak olmuş. Bir hayvan bile yaptığı işten haberdar olunduğunu sezince tedbir alıyor. Ya biz insanlar Bizi daima görüp gözeten huzur-u ilâhide nasıl olmamız gerekir?
Ya arı gibi kendimiz kapatırız ki; bu hiç olmaz. Çünkü muhatabımızdan bir şeyin gizli kalması mümkün değil. O zaman tek bir şey kalıyor: Semiul Basir, Allâm’ul guyûb, Kebir’ul Müteâl’in huzurunda olduğumuzu hiç unutmadan, hükümlerine uygun yaşamak. Cüzi irademizi O’nun külli iradesinde yok edip kul olmak. Aksi halde yedi bin yıl Allah’a aşık olup ibâdet eden ve meleklerin hocası olan iblisin haline düşme tehlikesini akıldan ırak etmemek gerekir.
Nebe’e fiilinin görünmek, yükselmek manalarıyla, Hz. Âdem’in bu ilimle yükselip bütün ehl-i sema tarafından tanındığını anlıyoruz. ‘Toplumun aziz gördüğünü aşağılamak şahsı küçük düşürür’ kaidesi ile, şeytan kendini rezil rüsva eyledi.
Aslında cinleri imha etme kabiliyetini gösterince, ‘Benim bu başarımdan dolayı melekler bana secde etmeli’ diye düşünmüştü.
Melekler de hocalarının yeteneğine hayran kalıp ona secdeye kapanmayı içlerinden geçirmişlerdi. Bu yanlış düşünceleri onları Hz. Âdem’e secde etmeye mecbur etti ve olanlar oldu.
Allahu Teâlâ Hz. Âdem’e eşyanın isimlerini öğrettikten sonra, o eşyayı meleklere arz etti. ‘Eğer ma'sum olduğumuz için Halife olmaya biz daha müstahakız, Âdemoğlunun bu yaratılışta ve bu sıfatta oldukları halde Halîfe seçilmesi Hakîm'e uygun değildir’ düşüncenizde doğru iseniz Bana şu eşyanın adlarını haber veriniz, dedi. Melekler her ne kadar böyle bir şeyi açıkça söylemedilerse de sözlerinin gelişi budur.
Sonra Cenâb-ı Hakk:
- Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini haber ver, buyurdu.Ve halifenin kim olacağına da bu hitap ile işaret etti.
Hz. Âdem saymaya başladı: Naka (dişi deve), cemel (erkek deve), Bakara (Sığır), Nace (çepiç), Şat (koyun), Feres (at)... Bunlar Rabbimin yarattıklarındandır, dedi.
Âdem’in (as) isim taktığı her şey, kıyâmete kadar o ismi taşıyacaktır.
Yüce Allah Âdem (as)´a ‘Hayvan cinsinden başka ne kadar mahlûkat varsa hepsini adlarıyla meleklere haber ver’ emrini verdi. Bunların yaratılmasındaki hikmet ve maksat nedir, hangileri helâl, hangileri haramdır, Âdem (as)´a cinsleriyle haber verdi.
Âdem (as) da bir minberin üzerine çıktı. Eşyanın isimlerini haber verirken melekler onun önünde oturmuşlardı. Âdem (as) her şeyin fayda ve menfaatini zikretti. Melekler bunlardaki hikmeti işitip Âdem´in üstünlüğünü anladılar.
‘Âdem’ isminin ‘üdme’den veya ‘edîmü'l-ard’dan türemiş ‘ef'alü’ vezninden Arapça bir kelime olduğu rivâyet olunur. Ancak A'cemî (yani Arapça olmayan) ve (fâalü) vezninde olması görüşü tercih edilir. (Zemahşerî, Beydavî, Ebû's-Suûd)
İmam Şa'bî bunun ‘azer’ ve ‘a'zer’ gibi İbranî dilinden olduğunu ileri sürmüş, Süryanice'de de ‘Âdem’in ‘toprak’ demek olduğunu söylemiştir. Bazıları da bunun aslı ‘hâtam’ vezninde Süryanice olduğunu ileri sürmüştür. Arapça ise; fiil vezninde özel isim olduğundan dolayı; Arapça değilse özel isim ve ucme (aslı Arapça olmayan) kelimelerden olduğundan dolayı gayr-i munsarıf (cer ve tenvini kabul etmeyen)dır.
Bununla beraber Hz. Âdem’in çeşitli dillerde başka isimleri olduğu da naklediliyor.
Cenâb-ı Allah Âdem'i halife olmak üzere yaratmış ve durumu meleklerine istişare eder gibi kısaca tebliğ etmiş. Malum cevap üzerine onu isimleri öğretmekle terbiye etmiş ve sonra melekler ile beraber imtihandan geçirip, meleklere güçsüzlüklerini açıklatmış, ona bilfiil ehliyetini isbat ettirmiştir. Böylece meleklere devamlı tesbih ve takdisle meşgul olmanın, bu yeni makama liyakatleri için yeterli sebep olmadığını da göstererek onları Hz. Âdem'e boyun eğdirmek için hazırlamıştır.
❊ ‘ السَّمٰوَاتِ ’ ve ‘ الْاَرْضِ ’ ile ‘ تُبْدُونَ ’ ve ‘ تَكْتُمُونَ ’ arasında tibak var. Tibak, manaları muhalif olan lafızların karşılaşmasıdır. Onun için bazı belağatçılar tibakı tezdat ve tekafu diye isimlendirmişlerdir.
Karşılaşmanın hakiki veya itibari oluşu, selp ve icap oluşu arasında fark yoktur. Manalarının iki tane veya daha fazla olması sonra mukâbili olan kelimenin tertip üzere gelmesi de sahihtir.
34- Hatırla ki, Biz meleklere: ‘Adem’e secde edin!’ demiştik de İblis’ten başka hepsi secde etmişlerdi. İblis yüz çevirip kibirlendi ve kafirlerden oldu.
Meleklerin Hz. Âdem’e secdesi ihtiram için (Şeriatimizde bu secde neshedilmiştir. Allah’tan başkasına eğilmek bile haramdır) olmakla beraber, insanlara yardımcı olup bu konuda emr-i ilâhiye boyun eğmeleri manasındadır.
Bu secde tahiyyat secdesidir. Hz. Âdem’i kıble edinmekten maksat, ona ve evlatlarına yardım etmekten ibarettir.
Şeytanın yüz çevirip, kibirlenip secde etmemesi, şeytanın insanoğluna muhalefet edip düşman olacağının belirtisiydi. Melekler buyruk dinleyerek mevkilerini muhafaza ederken, şeytan kafirler zümresinden olmaya hak kazandı.
Bu serüven aynı zamanda bütün varlıklara, özellikle de insanlara bir uyarı mahiyetinde. Teslimiyet gösterenle asi olanın akıbetini gösteriyor. Meleklerin secde edişinde uysallık, tevâzu, inkıyad, itaat, kulluk, mahviyet varken, şeytanın yüz çevirmesinde hased, kibir, inad, ukalalık, küstahlık, fesad, hayasızlık, nankörlük, bencillik, uyumsuzluk vardı.
Kur’an-ı Kerim’de yer yer bu olay hatırlatılarak sadece şeytanın ve şeytan tınetlilerin secde etmediğinin altı çiziliyor.
Secde, huzura baş koymak, ‘Her emrine amadeyim, hiçbir itirazım ve itiraza hakkım yok’ demektir. Şeytanın imtihanı tevâzuydu, bunu kaybetti. Kibrine yenik düştü. Şimdi imtihan sırası Hz. Âdem’de.
Allah'dan başkasına ibâdet için secde edilmez. O'ndan başkasına secde, hürmet ve tazim için olur. Meleklerin Âdem (as)'e secdesi, Yakup (as) ve oğullarının Yusuf (as)'a secdesi bu kabildendir. Zemahşerî
Melekler, Âdem'in ilmini gördüler, takdir ettiler ama secde etmediler. Secdeyi Allah emrettikten sonra yaptılar. Dolayısıyla Âdem'e yapılan secde, aslında Allah'a yapılmıştır. Çünkü O'nun emriyle olmuştur. Âdem ise, Allah'ın emriyle ‘kıble’ olmuştur.
Âdem (as), eşyanın isimlerini meleklere haber verdiği ve bilmediklerini onlara öğrettiği için, Allah (cc) meleklere, Âdem'in faziletini bildirmek ve onun hakkını yerine getirmeleri maksadıyla ona secde etmelerini emretti. Melekler bir de, Âdem hakkında söylediklerine bir mazeret olsun diye bu secde ile emrolundular.
Bu sözler meleklerden Allah (cc)’a karşı bir çeşit itirazdı. Âdem (as) ve zürriyetini de gıybetti. Melekler kendilerinin daha faziletli olduğunu izhar etmiş oluyorlardı.
1- Yaptığınız itiraza kefâret olması
2- Âdem (as)’ı gıybetin istiğfarı
3- Nefsinize de tevâzu olması için hemen Âdem’e secde edin.
Allah (cc) Âdem (as)’ı yarattığında bütün sıfatlarıyla onda tecelli etti. Âdem (as)’a verdiği celalet sıfatı için secde etmelerini emretti.
Veya Âdem secdenin farz oluşunun sebebi olduğundan Allah, ‘Âdeme secde ediniz!’, yani ‘Âdemdeki mânâları meydana getiren ilâha secde ediniz!’ dedi. Çünkü Âdem (as), rûhânî ve cismanî âlemlerdeki bütün eşyanın bir nüshası ve bütün yaratılmışların bir fihristidir; meleklerin kemâlâta kavuşmaları için bir vesiledir. İşte bütün bunlardan ötürü Melekler Âdem'in önünde eğilmeye memur kılındılar. Tâ ki, mazhar oldukları nimetlerin şükrünü edâ etmiş olsunlar.
Bu secde Melekler için imtihan, Âdem için fazilet belirtisidir, saygı ve selâmlama secdesidir.
Bu şeref, Âdem (as)' in şahsında, insan nevine verilen en yüce şereftir, yüksek bir ikramdır. Allah, bu yeni varlığa, onu meleklerden üstün kılacak sırlar verdi; irâde, mârifet esrarı gibi.
Bu secde, meleklerin, insana baş eğip itaat etmesinin, Âdem'e bey'at etmenin sembolü olarak da görülmüştür.
İnsan, Allah’ın emriyle yeryüzüne halife tayin edildiği için, Allah meleklere, yetkileri kötüye de iyiye de kullansa insana yardımcı olmalarını emretmiştir.
Melekler secde ettiklerinde, İblis imtina etti. Âdem (as)’a yönelmedi, hatta sırtını ona çevirdi. Bu şekilde secde eden meleklere doğru dikilip kaldı. Melekler secde halinde tam yüz sene kaldılar. (Başka bir rivâyette beş yıl kaldılar.) Başlarını kaldırınca Şeytanın hala ayakta olduğunu, hiç de pişman olmadığını gördüler. Bu halin dehşetinden tekrar hemen secdeye kapandılar. Melekler bu şekilde iki secde yapmış oldular. Secdenin biri Âdem (as) içindi, diğeri Allah (cc) içindi.
Şeytan Âdem (as)’a secde etmediğinden dolayı Allah (cc) onun sıfatlarını, halini, sûretini, şeklini ve nimetlerini değiştirdi. Böylece şeytan bütün çirkinlerden daha çirkin oldu.
Meleklerin Âdem'e secdeleri ima yoluyla idi. Yani işaretti. Cafer el-Mahzumi
Hz. Âdem’in secdeye layık oluşu
1- Vasıtasız yaratılmıştır.
2- Halifelik gibi büyük bir görev için yaratılmıştır.
3- Allah (cc) Âdem (as)’ı âlem-i halk ve âlem-i mülk ve melekûtun birleşme noktası kılmıştır.
4- Allah (cc), Âdem’i en güzel biçimde, en güzel şekliyle yaratmıştır.
Cenâb-ı Hakk Hz. Âdem’e öyle değer veriyor ki, secde sadece kendine has iken, ilmine saygı, alnındaki Muhammedî nûra ihtiram için ona secde edilmesini emrediyor. Tıpkı Efendimiz (sav)’e kendi ‘Raûf-Rahîm’ isimlerini vermesi gibi. (Bu durum, büyüklere saygıyı, ehemmiyet vermeyi, kadir-kıymet bilmeyi öğretiyor.)
Bu emrin muhatabı hangi meleklerdir? Cenâb-ı Hakk bu sözü bütün meleklere söylemiştir. Ancak bazı âlimler; ‘yerdeki melekler’, bazıları da ‘İblisle beraber cinlerle savaşan melekler’ olduğunu söylemişlerdir.
Ya da cinler de melekler gibi Âdem'e secde etmekle emr olunmuşlardı. ‘Secde ettiler’ fiilindeki zamir, hem meleklere, hem de cinlere aittir.
Sert Kabuk
Âdem (as) yaratıldığı zaman ağaçlar bile secde ederler. Yalnız, şeytana uyan ceviz ağacı secde etmez. O da lânete uğrar. Acı bir meyve verir. Bu meyve faydasız bir şekildedir. Altında çocuklar bile oynamazlar.
Bir gün yetim bir çocuk ceviz ağacının altındayken, ceviz ağacı; yapraklarıyla yetimin başını okşar. Onu, salıncak gibi oynatır. Çocuk salınıp uçarken sevinir. Melekler bile buna gülerler. Allah’a yalvarıp ceviz ağacını affetmesini isterler. Allah cevizi affeder. Fakat onun secdesizliğine işâret olarak kabuğu sert kalır.
✧ Melekler Âdem'e secde etmekle emrolunduklarında ilk secdeye kapanan İsrafil (as)’dir. Cenâb-ı Hakk bundan ötürü onun alnında Kur'an yazmayı nasib etti. Dumre
✧ (Bir başka rivâyete göre)
Âdem (as)’a ilk secde eden melek Cebrail (as) olduğundan Allah (cc) ona peygamberlere vahiy indirmek ve özellikle Efendimiz’e vahiy indirmek vazifesini vererek ikramda bulundu. Sonra Mikail, sonra İsrafil, sonra Azrail ve daha sonra da diğer melekler secde ettiler.
✧ Âdem (as)’a secde edildiği zaman Cuma günü zeval vaktinden ikindi zamanına kadar idi. İbn-i Abbas
✧ Allah’ın lütfu ve keremindendir ki meleklere babamız Âdem (as)’a secde etmesini emretti, bize de kendisinden başkasına secde etmeyi yasakladı.
‘Güneşe ve aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah (cc)’a secde edin.’ (Fussilet, 37)
Günahların ilki kibirdir. Allah'ın (cc) düşmanı İblis Âdem'e (as) secde etmekten tekebbür etti. Şeytanı isyana sevk eden en önemli kusuru kibri idi. Şeytan insanların kalplerine kibir sokarak onları da helâk etmeye çalışır. Bu tuzağa düşmemek, onun gibi rahmetten kovulmamak için, kalbimizi kibirden temizlemeli, hardal tanesi kadar dahi olsa içimizdeki kibirden kurtulmaya çalışmalıyız.
Kibir, kişinin nefsini başkalarından daha büyük görmesidir. ‘İstikbar’ ise, haksız yere kibir ve kibri büyük bir pişkinlikle istemektir. Yani kendisini bâtıl ile süsleyip aslında kendisinde olmayan bir şeyle üstünlük taslamaktır.
Bu âyet-i kerime, özellikle İblisi zikrediyorsa da, Allah'ın emir ve yasaklarına, böbürlenerek boyun eğmeyen herkesi de kapsamına almaktadır. Taberi
Bu âyet, gururlanmanın, kendini beğenmişliğin ve hasedin, bazen sahibini küfre kadar götürdüğüne işaret eder. Allah'ın emrini kayıtsız, şartsız kabul edip sırrına dalmamayı tenbihler.
Gökten inen yağmur, gül dibine yağınca gülü, diken dibine yağınca dikeni büyüttüğü gibi; bilgi, küçük adamı kibirlendirir, vasat adamı şaşırtır, büyük adamı alçak gönüllü yapar. Molla Câmi
Yol odur ki doğru vara,
Göz odur ki, Hakkı göre,
Er odur ki alçak dura,
Yüceden bakan göz değil. Yunus Emre
35- Ve biz demiştik ki: ‘Ey Adem, sen ve zevcen cennette sakin olun (yerleşin), ikiniz de dilediğiniz yerden, cennet nimetlerinden bol bol yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa ikiniz de kendilerine zulmedenlerden olursunuz.’
Hz. Âdem eşiyle cennete yerleştirilip rızkı meccanen verilmiş. Bir ağaç (veya bir ağaç türü) dışında istediklerinden bol bol yemelerine izin verilmişti. Umum-husus alakasıyla (mecazı mürsel) cennetin bütün nimetleri istifadelerine sunulmuştu. Rahatları, konforları yerinde idi. Rabbiyle hitaplaşıyor fakat O’nu göremiyorlardı.
Hz. Âdem için Rabbini görmek bir aşk, bir gaye, bir vuslat tutkusu olmuştu. Nihâyet Rabbinden bunu taleb etti. Rabbi şöyle buyurdu: ‘Ey Âdem! Bu kadar rahat ve konfor içinde benim cemâlimi göremezsin. Ancak meşakkatli bir hayatta imtihana tabi tutulup bu imtihanı kazanırsan o zaman cemâlimi görebilirsin. Bu, senin için de zürriyetin için de aynı şartlara merbuttur.’
Artık Hz. Âdem için cennet hayatı cazip gelmiyor, o; cemâlullahı hak edecek meşakkat dünyasını arzuluyordu.
Öte yandan kader silsilesi içinde şeytanın devreye girmesi, yalan yeminle Hz. Âdem’i şoka sokup yasak ağaçtan yedirmesi, dünyaya inmesine dış sebep teşkil ediyordu.
Hz. Âdem ve Havva Cennette mutlu, huzurlu, emniyetli bir halde yaşıyor, yorgunluk, korku, açlık, susuzluk nedir bilmiyorlardı.
Cenâb-ı Hakk, ezeli ilmiyle kevni plan programı ile Hz. Âdem’in hayat serüvenini bildiği için onu, henüz haberi olmayan gelecek günlerin zorluklarına zihnen hazırlıyor. Bugün cennette hiç sıkıntı çekmeden yeme-içme-giyme gibi, mübrem ihtiyaçları karşılanıyor. Fakat gün gelecek bu ihtiyaçlarını kendi alın teriyle kazanacak.
Biz insanların ana karnında, ana kucağında geçirdiğimiz rahat hayat dönemini Hz. Âdem de cennette geçirmiş, sonra mükellefiyetler, sorumluluklar ve emek karşılığı bir hayat idâmesi onlara verilmiştir.
Taha sûresi 118-119'uncu âyetlerde Hz. Âdem'in yerleştiği Cennet'in vasıfları, acıkmamak, susamamak, çıplak kalmamak, güneşte yanmamak şeklinde anlatılmıştır. Bunlar da, sevap ve mükâfat yurdu olarak mü'minlere va'd edilen cennetin özellikleridir. Bu vasıfta olan bir cennet (bahçe) dünyada yoktur. Öyle ise Hz. Âdem'in iskan edildiği Cennet, âhirette mü’minlere va'dedilen Cennet'tir.
‘ هُبُوط / inmek’ tabiri ve inilecek yer de arz (yeryüzü) olarak zikredilmiştir. İlk yerleşme noktası yeryüzü dışında bir yer olmalıdır ki, buradan yeryüzüne iniş söz konusu olabilsin.
‘ الْجَنَّةَ ’ lafzının başındaki ‘ ال ’ (lam-ı ta'rîf) umûm (istiğrak) için değil, ahd içindir. Bu ‘ ال ’, umûm ifade ederse Cennetlerin hepsi manasına gelir. Halbuki Hz. Âdem'in bütün Cennetlere (bahçelere) yerleşmesi imkansızdır. Öyle ise bu Cennet'in manasını müslümanlar arasında bilinen ve darü's-sevab (mükâfat yurdu) olan Cennet'e hamletmek gereklidir.
Bakara 35. âyette Allah Âdem’e ‘Burayı sana bağışladım’ demiyor, aksine ‘seni cennete yerleştirdim’ diyor. Allah onu yeryüzünde halife olması için yarattığından dolayı böyle söyledi. Cennette yerleştirilmesi, yeryüzü halifeliği için bir mukaddime kabilindendi.
Hz. Ömer ve İbn-i Abbas (ra)’dan:
Allah, meleklerden bir ordu gönderdi. Onlar Hz. Âdem ve Havva’yı padişahların taşıdığı gibi altından bir taht üzerinde taşıdılar. Onların elbiseleri nurdan idi. Her birinin başında inci ve yakutlarla süslenmiş bir kemer vardı. Böylece o ikisi cennete girdiler.
Âdem ve Havvâ, halife olarak yeryüzüne gönderilmeden önce denenmeleri için cennette tutuldular. Bu imtihan için cennet en uygun yerdi. Çünkü bu şekilde insana, esas uygun yerin cennet olduğu, fakat şeytanın aldatıcı sözlerine inanırsa cennetten mahrum olacağı gösterilmiş olacaktı. Cenneti tekrar kazanmanın tek yolu ise, insanı her an saptırmak için fırsat kollayan bu düşmana karşı başarı kazanmaktı.
Âdem (as) yeryüzünde yaratılmış, oradan da cennete götürülmüştür. Yeryüzünde yaratılmasının sebebi, orada ünsiyet etmesi içindir.
Cenâb-ı Hakk, Âdem'i cuma günü yarattı ve cuma günü onu 40 yaşında iken Cennet-i Firdevs'e koydu. Ebûl-Aliye
Firdevsten murad, cennettin en yüksek, en iyi ve en yeşillikli yeridir. Ona cennetin göbeği de denir.
Firdevs cennetleri dört tanedir. İki cennetinin alanları gümüştendir. Ve onların içinde olanlar da gümüştendir.
Diğer iki cennet alanları altındandır. Onların içinde bulunan her şey de altındandır.
Dört nehir oradan kaynar. Onun üzerinde de Rahman’ın arşı vardır.
Allah (cc)’tan cennet istediğinizde Firdevs cennetini isteyin. Hadîs-i Şerîf
Firdevs cennetleri, cennetliklerin ilk konukluk yerleridir. Orada kahvaltılarını yapar, sonra kendi cennetlerine geçerler. Oysa bugün sosyete takımı, bu ağırlanma usülünü kendilerinin icad ettiği yeni bir şey gibi kokteyl adıyla sunmaktadır.
Âdem Cennet'te üzüm, incir ve hurma yedi. Böylece Cennet yemeklerine ve meyvelerine rağbet eyledi. Cennet bağlarını, bahçelerini, Cennet köşklerini dolaşmaya başladı. Süt ve baldan olan ırmak kenarlarında yürüdü. Canı her ne isterse hemen hazır oldu.
Resûlullah (sav) şöyle buyurdu:
- İnsan, yaratılmamış şeyi isterse, hem kendini yormuş, hem de o nimete kavuşmamış olur.
Kendisine ‘O nedir?’ diye sorulunca, Resûlullah (sav):
- Bir gününün tamamının mutlu ve neşeli geçeceğini düşünerek, sevinmek, buyurmuştur. (Dünyada gamsız tasasız bir gün yok)
‘Bu ağaca yaklaşmayın’ ifadesi mübalağa ifade eder. Çünkü asıl yasaklanan, ağacın meyvesinden yemekti.
‘ الشَّجَرَةَ ’ kelimesi, müştakıyla yani ‘bu ağaçtan hazırlanan şeyden yemeyiniz.’ Burada nehyin yaklaşmamak için ifade edilmesi, yemeden, haramdan mübalağa içindir.
Yine ‘Bu ağaca yaklaşmayın’ kavlinde bu hatanın vuku bulacağına ve Âdem (as)’ın cennetten çıkarılacağına, Âdem (as) ile Havva’nın cennette yerleşmelerinin ebedi olmadığına işaret vardır. Zira cennette ebedi kalacak olana hiçbir tehlike ve onlara hiçbir yasak olamaz.
Hz. Âdem’in zellesinde hatalı ictihatın da payı vardır. Çünkü o ‘şu ağaca yaklaşmayın’ sözünden, yalnızca işaret edilen belirli bir ağacı anlamış, aynı türden bir başka ağaçtan alıp yemiştir.
‘Bu ağaca yaklaşmayın’ hitabı yalnızca Âdem (as) ile Hz Havva’ya has değildir, kıyâmete kadar yeryüzüne gelecek tüm kullara şamildir. Yani ‘Allah’ü Teâlâ’ya muhalefet ağacına yaklaşmayın’ demektir.
‘Dünyayı sevmek, her bir günahın başıdır’ hadîsinde bu yasak ağaca delâlet vardır.
Allah (cc) Âdem’i Aden bahçesine koyar. Bahçenin her türlü ağacından yiyebileceğini, ancak iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yememesi gerektiğini, aksi takdirde öleceğini bildirir.
Cennette bir ağaç vardır ki, bir kişi binek sırtında onun gölgesinde yüz yıl yol aldığı halde onu bitiremez; işte o Ebedîlik Ağacıdır. Hadîs-i Şerîf
Eğer babamız Hz. Âdem, zürriyetinden Muhammed Mustafa (sav)’in çıkacağını bilseydi, ağacın meyvesini değil damarlarını yerdi. Âdem (as) Muhammedî kemâlin ve Ahmedî cemâlin zâhir olması için yeryüzüne indi. Ebû Meyden
Sanki Allah şöyle buyurdu: ‘Ey Âdem! Cennet ve cennetin içinde bulunanları sana mübah kıldım. Ancak şu ağaç hariç. O muhabbet ve mârifet ağacıydı. Muhabbet mihneti doğurur.
Allah (cc)’ın insanı muhabbet ağacından nehyetmesi insanın muhabbete karşı çok haris olmasındandır. Zira insan kendisine yasak edilen şeye çok haristir. Âdem’in (as) nefsi, Hz. Havva cennet ve cennette bulunanlardan sükun buldu. Ancak nehyedilen ağaçta sükunet bulmadı. Çünkü nefsinde ona büyük bir istek duyuyordu. Hilâfet, muhabbet ve mihnetin sırrı bu şekilde izhar oldu. Bu celal ve cemâl tezahürünün gerçekleşmesidir.
Âdem (as) ve Hz. Havva’nın cennetten çıkmalarına yedikleri yasak bir meyvenin sebep olması aslında çok mânidardır. Sanki Allah’ü Teâlâ helâl lokmaya dikkatimizi çekerek şöyle buyurur: ‘Ey insanlar dikkat ediniz. Şeytanın sizinle olan mücadelesinde kullanacağı en mühim silahı, yemek ve kadındır.’
Hz. Âdem’e yasak edilen ağaç hakkında farklı görüşler vardır:
Haram edilen ağaçtan maksat, buğday ve başaktır. Onun meyvesi baldan daha tatlı, kaymaktan yumuşak, kardan beyazdı. Buğday ağacının her başağında bulunan her bir buğday tanesi, sığırın böbrekleri kadardı.
Allah (cc) dünyada onun evladının rızkını buğdaydan yaptı. Bundan dolayı denildi ki; insanoğlu başak yemek, başakları ekmekle mübtela olundu.
Yasak edilen ağaçtan murad üzümdür. Bundan dolayı üzümden yaptırılan şarap haram kılındı.
Veya haram edilen ağaçtan murad incirdir. Âdem (as) incir ağacından yediği için Hak Teâlâ onu incir yapraklarıyla örtünmeye müptela etti.
Bu ağaç, dalları birbirine girmiş bir ağaçtı. Melekler bunun meyvesini, ebedi olarak yaşamak için yerlerdi. Allah Teâlâ işte bu ağacın meyvesini Hz. Âdem’e yasaklamıştı.
Bu ağacın zeytin ağacı, hurma ağacı, kavun ağacı,‘erria’ isimli ve buğdaya benzer bir ağaç olduğu da rivâyet edilmiştir.
Bu ağacın;
✻ ‘İlim’, yani hayrı ve şerri bilme ağacı,
✻ Kâfur ağacı,
✻ Ebedilik ağacı (melekler bununla kaşınırlardı),
✻ Şarap ağacı,
✻ Mihnet ağacı,
✻ Şecere-i ilm-i Muhammed
✻ Şecere-i âl-i Muhammed olduğuna dair rivâyetler de vardır.
Bütün bunlara rağmen, ağacın cinsi üzerinde durmamak daha uygundur. Zira, Kur’ân-ı Kerim'de ağacın cinsi belirlenmemiştir. Hakikatini Allah (cc) bilir. Zaten maksud, ağacın tâyini değil; ondan kaçınmaktır. O ağaç sadece imtihan amacıyla seçilmişti, özünde kötü bir özellik yoktu.
Bu ağaçtan men olunmaları, mihnetten dolayıdır. Zira dünya, mihnet ve felâket evidir.
Allahü Teâlâ yasaklanan ağaçla Âdem´i imtihan etmiş, denemiştir. Dünyada onun çocuklarını da aynı şekilde helâl olan şeyleri yesinler, haramlardan kaçınsınlar diye imtihan etmektedir.
Rivâyete göre, cennette nitelikleri belirlenen iki ağaç vardı. ‘Hayat ağacı’ ve Âdem ile eşine yasaklanan ‘iyilik ve kötülüğü bilme ağacı’. Bu ağacın meyvesinden yemenin cezası ölümdür.
Şeytan insanın ebediliğine karşı olduğu için, Âdem'in hayat ağacına yaklaşmasına engel olmuş, fakat ölümsüzlük verir diye aldatarak bilgi ağacından yedirmiş ve bu nedenle de Âdem, eşi ve onlara bağlı olarak insan nesli ölümlü olmuştur.
Allahu Teâlâ Hz. Âdem ve Havva’yı uyarırken, onlara böyle hitap etmişti. Yasak ağaçtan yemek, onları zâlim hale getirecekti.
Zâlim kelimesi, çok geniş kapsamlı bir kelimedir. Zulüm; bir hak veya görevi ihlâl etmek, hak edene hak ettiğini vermemektir. Zâlim ise, bir hak veya görevi ihlâl eden kişidir.
Allah’a isyan eden bir kişi üç temel hakka tecavüz etmiştir: İlk olarak, Allah’ın haklarına, daha sonra isyanına âlet ettiği tüm varlıkların, kendi azalarının, diğer insanların, işlerine yardım eden meleklerin haklarına tecavüz etmiş olur.
Son olarak kendine zulmetmiş olur; çünkü kendi nefsinin de kendisi üzerinde, ziyana uğratmaktan korumak gibi bir hakkı vardır. Kendisi isyan etmek sûretiyle Allah’ın azabına uğradığında da, kendi kendisine zulmetmiş olur. Bu nedenle Kur’an, günahı, birçok yerde ‘zulüm’ olarak niteler.
Doğruların Yardımcısı Allah'tır
Zâlim bir vâli vardı. Bu vâli bir gün adamlarını göndererek Hasan Basri Hazretleri'ni yakalatmak istedi. O da bir vakit ders verdiği Habib-i Acemi Hazretleri'nin kulübesine gelip saklandı.
Valinin adamları geldi ve hışımla, Hasan Basri'yi gördün mü? diye sordular. O gâyet sakin Evet, dedi. Nerede? İşte şu kulübemde...
Adamlar kulübeye daldı, fakat bir türlü Hasan Basri Hazretleri'ni bulamadılar. Dışarı çıkınca tehdit edip, Yâ şeyh, niçin yalan söylüyorsun? dediler.
Ben yalan söylemedim, dedi. Siz göremedinizse, benim suçum ne? Tekrar girdi, aradı, fakat bulamadılar.
Onlar gidince, Hasan Basri Hazretleri Ey Habib! Biliyorum ki Rabb'im senin hürmetine beni onlara göstermedi. Fakat yerimi niçin söyledin, hocalık hakkı yok mudur? dedi. Habib-i Acemi mahcub bir şekilde
‘Ey Üstadım! Sizi bulamamaları benim hürmetime değil, doğru söylediğimizdendir. Çünkü bilirsiniz ki, doğruların yardımcısı Allah'tır. Eğer yalan söyleseydim, sizi de beni de götürürlerdi, dedi.
Tevil yapmaya, bir zâlimin elinden bir mazlumu kurtar-mak için yalan söylemeye ruhsatın olduğu yerler olsa bile, efdal olan, eğer Habib-i Acemi Hazretleri gibi bir teslimiyetiniz varsa, doğruyu söylemektir.
36- Nihâyet şeytan onları kaydırdı, onları içinde bulundukları nimetten, cennetten çıkardı. Biz de: ‘Biriniz birinize düşman olarak inin, sizin için yeryüzüne yerleşmek ve bir vakte kadar menfaatlenmek vardır’ dedik.
Âyette ‘şeytan ayaklarını kaydırdı’ ifadesi yaptıkları hatanın kasdi olmayıp, yanılarak, aldanarak işlendiğine işaret ediyor. Çünkü şeytan yemin ederek ‘Rabbiniz size bu ağacı melek olursunuz veya devamlı kalırsınız diye nehyetti’ demişti.
Onlar Allah (cc) üzerine yalan yemin edileceğine hiç ihtimal vermemişlerdi. Şeytan konusunda tecrübe sahibi değillerdi. Bu, şeytanın ilk hile ve aldatmasıydı. O anda Rablerinin ‘O ağaca yaklaşmayın’ emrini unutmuşlardı. Bu nedenle âdemoğullarına ‘İnsan-unutan’ ismi verildi.
Ayrıca insana verilen yaşama hırsı, beka arzusu (ebedi orda kalma) veya kendinde olmayana özentisi (melek olma) ezelde takdir olan mukadderatlarına götürmüş, dünyaya inmelerine sebep olmuştu. Artık cennet gibi ihtiyaçları emeksiz karşılanmayacak, çalışıp emek sarfedeceklerdi. Emir büyük yerden: ‘Birbirinize düşman olarak inin!’
Cennette beraber iken günahta, düşmanlıkta birbirlerine yardımcı olduklarından yere inerlerken de beraber yolculuk yapmaktan, yolculuk yükünü hafifletmekten mahrum kaldılar. Yeryüzüne ayrı ayrı inip birbirlerinden habersiz yerlerde yerleştiler.
Çünkü Havva Âdem’e (as) ağaçtan yemekte yardımcı olmuş, tavus, yılan şeytanın cennete girmesinde yardımcı olmuştu. Şeytan da yalan yere yemin ve sahte vaadlerle onları kandırdı.
Havva’nın Âdem’i (as) kandırması kasdi olmadığından, yüz yıl sonra ayrılıkları son buldu. Diğerleri hep düşman kaldılar. Artık tayin edilen zamana kadar yeryüzünde mesken tutup, çalışıp kazanıp yiyeceklerdi. Hayat tarzları artık bütün bütün değişmişti.
Selametten kınamaya, ferahtan üzüntüye, nimetten nikmete, muhabbetten zahmete, yakınlıktan garipliğe, ülfetten külfete, visalden firaka çıkarttı.
Yasak olan ağaçtan yemeden önce her şeyle ünsiyet ederdi. Bu yüzden insan ismini aldı. Ama ne zaman ki muhabbet ağacından yedi, her şeye yabancılaştı. İşte muhabbetin şartı da budur; mahbubdan gayrısına düşmanlık. Zira sevilen mahbub şirketi kabul etmez. Cenâb-ı Hakk’ın şirki kabul etmediği gibi...
Başka Kadın
Denilir ki, Hz. Havva cennet bahçelerinde gezinirken, karşısına bir yılan çıktı ve:
- Bu elmayı ye! dedi.
Daha önceden ilâhi uyarıyla uyarılmış olan Hz. Havva, yılanın bu teklifini reddetti. Ama yılan ısrar etti:
- Bu elmayı yersen erkeğine daha güzel görnürsün.
- Daha güzel görünmek mi? Burada benden başka kadın yok ki.
Yılan kahkahalarla güldü: - Elbette ki var!
Ve kendisine inanmayan Hz. Havva’yı yüksek bir tepeye çıkartıp bir kuyunun başına getirdi.
- O mağarada! Âdem onu orada saklıyor, dedi.
Kuyunun ağzına eğilen Hz. Havva, karşısında güzel mi güzel bir kadın gördü. Ve yılanın kendisine sunduğu elmayı hiç tereddüt etmeden yedi!
Şeytan, onları zelleye düşürdü; ayaklarını kaydırdı. Bu tâbir, onların hareket sûretini ne güzel canlandırıyor! Şeytanın onları cennetten kaydırdığını, ayaklarını iterek cennetten yere yuvarladığını âdeta gösterircesine güzel bir istiâre yapılmıştır.
İnsanın en büyük iki zaaf noktası vardır: Birincisi; ölümsüzleşmek, ebedî yaşama arzusu, ikincisi de yaşadığı hayatta mal, mülk, makam sahibi olmak, rahat bir hayat yaşamak. Şeytan insanların bu en büyük zaaf noktalarını çok iyi bildiği için, genelde bu noktadan onlara yaklaşır.
İnsanın mal, mülk ve makama sahip olmakla dünyada ebedîleşeceğini zanneder. Bunlara sahip olduğu zaman artık kimseye ihtiyacı olmadığı zehabına kapılarak müstekbirce bir tutum sergiler. Kur’an’ın pek çok yerinde azgınlaşan, tâğutlaşan, yeryüzünde tanrılığını iddia ederek Allah’a karşı savaş açma bedbahtlığında bulunan insanların genellikle mal, mülk, makam mevki, saltanat sahibi kimseler olduğunu görüyoruz.
Şeytan, Âdem (as)’ı cennetten çıkarmaya sebep olmak istedi. Hz. Havva annemizi gördü. Onu ölümle korkuttu. Ona:
- Şimdiki haliniz ne güzeldir! Ama sonra mutlaka öleceksiniz! dedi.
Şeytanın bu vesveselerini Hz. Havva gelip Âdem (as)’a anlattı. Hz. Havva ölümden çok korkardı.
Şeytan yaşlı bir kişi sûretinde onlara göründü. Âdem (as) ölüm ilacını ondan istedi.
Şeytan:
- Ey Âdem! Sana ebedilik ağacına kılavuzluk edeyim mi? Kim Huld ağacının meyvesinden yerse; asla ölmez. İsterse bu kişi olduğu hal üzere yaşar veya isterse melek olur, diye kandırdı.
Melekler kudret, güç, güzellik ve cemâl bakımından ari, saf ve temiz oldukları için insanlardan üstündürler. Zira melekler nurdan, Hz. Âdem topraktan yaratılmıştır. Âdem (as) bu hususlarda meleklere denk olmayı arzuladı. İşte iblisin aldatması da bu yönden oldu.
İblisin maksadı Hz. Âdem’e ve Hz. Havva’ya şüphe vermekti. En kuvvetli şüphe verme şekli de onlara o ağaçtan nehyolunmadıkları, nehyolunanların onlardan başkaları olduğu vehmini vermek olmuştur.
‘Şeytan onların ayaklarını kaydırdı.’ Yani bu izzet ve yakınlıktan onları uzaklaştırdı. Miskin şeytan bu konuda Yusuf (as)’ın kurdu gibidir. Hani cinâyeti işlediklerinde ağzını yalancı bir kana bulamıştı. Kardeşleri onu kuyunun dibine atmışlardı. Bedbaht şeytan yalancı bir nasihat kanıyla hortumunu buladı.
Şeytanın Planı
1- Onun bütün emeli, imanı yok edip ateşte kalmayı sağlamak.
2- Bunu yapamazsa kulu itaatten çıkarmak, kahredici bir zulme saptırmak.
3- En küçük emeli, hayırlı işlere engel olup derecesini düşürmek. Daha büyüğünü yapmaktan ümitsiz olmadıkça bu kadarcık şeye râzı olmaz.
4- Körü körüne ibâdet eden câhilleri şüpheye düşürüp aldatması.
5- Gaflete dalmış âlimleri şaşırtıp aldatması.
Şeytanın planı ne ile bozulur?
1- Kitap ve sünnete sarılıp helâk edici şeylerden sakınmak.
2- Kötü âdetlerden, Peygamber (sav)’in sünnetine uymayan bidatlardan kaçınmak.
3- Amellerde iktisada riâyet etmek, mûtedil davranıp, ifrat ve tefritten kaçınmak.
‘Hepiniz cennetten inin!’ emri, Hz. Âdem'in yaratılış gâyesinin yeryüzünde halife tayin edilmesi olduğunu gösterir. Zaten, Bakara 30. âyette Allah meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Buna göre, Âdem, ilk andan itibaren yeryüzünde yaşamak için yaratılmış bir varlıktı. O, sadece denenmek ve imtihan edilmek amacıyla cennette tutulmuştu.
Bu tecrübe, yeryüzünde halife olacak insanı yetiştirmek içindir. Varlığında gizlenmiş olan kuvvetleri uyarmak, onu dalâletle savaşa hazırlamak, acıları tattırmak, pişmanlığı yudumlatmak, düşmanını tanıtmak; bütün bunlardan sonra da tevbeleri kabul eden Allah'a iltica ettirmek için yapılmıştı. Bu nedenle tevbesinin kabul edilmesinden sonra cennette kalmasına izin verilmemiştir.
Yasaklanan ağacın hikâyesi, şeytanın lezzetle vesvese vermesi, günah işlememek hususunda verilen sözü unutmak, sarhoşluktan sonra ayılmak, nedâmet ve af dileyiş. Değişik bir tecrübe şekliydi bu. Allah'ın rahmeti, Âdem’in hilâfet makamına, ileride benzerleri ile çok kere karşılaşacağı şeylere ve şeytanla olan mücadelesine hazırlıklı olarak inmesini icab ettirdi.
Bu âyet, masiyetin sahibinden nimetleri giderdiğine delildir. Çünkü Âdem (as) sadece bir masiyet sebebiyle cennetten çıkarıldı.
Denilir ki; Âdem Cennetten indiğinde, kendisini dünyada daha iyi koruyabilmesi için, cennetten kendisine 3 emânet verilmiştir. Bunlar asa, taç ve kuşaktır. Bu üç emânet onun dünya üzerinde yaşamasını kolaylaştıran emânetlerdi. Bunlar onu vahşi hayvanlardan bile korumuştur.
Âdem (as) o ağaçtan yedikten sonra Allah (cc) ona: ‘Benim komşuluğumdan in. İzzetime yemin ederim, bana isyan eden komşuluğumda duramaz’ diye seslendi. Âdem (as) simsiyah kesilerek yeryüzüne geldi. Ağladı. Yeryüzünde Allah'a (cc) yalvardı. Cenâb-ı Hakk Âdem'e (as) vahy gönderdi:
‘Bugün benim için oruç tut.’ O gün ayın onüçüncü günü idi. Âdem o gün oruç tuttu. Âdem'in (as) üçte biri bembeyaz oluverdi.
Sonra Cenâb-ı Hakk ona ‘Bugün de benim için oruç tut’ dedi. O da ondördüncü gündü. Âdem de oruç tuttu. Üçte ikisi bembeyaz oluverdi.
Sonra ‘Bugün de benim için oruç tut’ diye vahy etti. O da, ayın onbeşinci günüydü. Ve bütün bedeni bembeyaz kesildi. İşte o günlere ‘Eyyâm- bîz / beyaz günler’ denilmesi bundandır. İbni Mesud
❋ Ey insan, düşmanların dört tanedir:
1- Dünya: Onun insanı vuracağı silahı insanlarla görüşmen, hapishanesi ise uzlettir. İnsanlarla görüşmemen, dünyanın zararını senden def eder.
2- Şeytan: Bunun silahı tokluk, hapishanesi ise açlıktır.
3- Nefis: Onun silahı uyku, hapishanesi uykusuzluktur.
4- Heva (kötü arzu): Bunun da silahı konuşmak, hapishanesi ise susmaktır. Ahmed ibn Sehl
Cennetten sonra, çileli dünya hayatı, tüketimden üretime, sevinçten kedere, vuslattan firkate geçiş. Bütün bunların akıl almaz hikmeti mükemmel bir gâyesi var. Biz anlamaktan âciz olsak da...
Nasıl ki, Rabbimiz mescidlerin anası olan Kâbe-i Muazzama’ya kulları dâvet edip oradaki ibâdeti feyz-ü bereketi gösteriyor ki; hacılar memleketlerine dönünce nasıl ibâdet edilirmiş öğretsin, anlatsın. Cemaat, ibâdet dersi alsın. İlk insanı da cennette yaşatıyor, oranın medeniyetini gösteriyor; tâ ki dönüp hayat süreceği dünyaya cennetvâri bir düzen versin. Öyle de oluyor.
Hz. Âdem’den başlayarak bütün Nebîler ve bağlıları dünyayı ilhâm-ı ilâhi ile icatlar, ilimler, gayretler neticesi bu günkü hale getiriyorlar. Nitekim âyette ‘cennet yaklaştırılmıştır’ (Kâf, 31) buyruluyor.
Âdem (as)’in cennetten indirilip yeryüzüne yerleştirilmesi bu konudaki ezeli hikmetin tezahür etmesindendir. Bu ezeli hikmet, yeryüzünde neslin çoğalması, şeriat ile mükellef olup imtihan olmaları, bunun neticesinde uhrevi sevap ve cezaya tabi tutulmalarıdır. Çünkü cennet ve cehennem mükellefiyet yurdu değildir. Kurtubi
Allah, onları imtihanın yapılabileceği bir ortam olan dünya imtihan salonuna yerleştirmiştir. Hayat için gereken atmosfer hazırlandıktan sonra Hz. Âdem (as) yaratılmıştır. Yani, önce evren yaratılmış, sonra yeryüzü hayat şartlarına uygun düzenlenmiş, insana hizmet edecek ay, güneş, deniz, hava, toprak, ateş, çeşitli yönden faydalı olan hayvanlar yaratılmış ve yeryüzü bir nimet sofrası halinde kurulduktan sonra Hz. Âdem ve eşi dünyaya yerleştirilmiştir ki, nesilleri daha kolayca bu hayata alışsınlar.
Âdem (as), yeryüzüne indikten sonra kırk gün bir şey yiyip içmedi. Boğazından bir yudum su bile geçmedi. Ancak tevbesi kabul edilince yemeye içmeye başladı.
❋ İnsanların istikrar ettiği yerler üçtür:
1- Anne rahmi (İnsan baba sulbünde emânettir. Anne rahminde karar bulur.)
2- Dünya
3- Âhiret
Hz. Âdem yeryüzüne inmeseydi mücâhidlerin cihadı ve âbidlerin ibâdeti hâsıl olmaz, tevbekârların nefesleri göklere çıkmaz ve günahkârların göz yaşı bir yöne dökülmez idi.
Balık Niye Dilsiz?
Hz. Âdem’in dünyaya indiğinden ilk önce deniz hayvanları haberdar olmuş. Cenâb-ı Hakk, ‘Bunu kimseye söylemeyin’ buyurmuş.
Balıklar dayanamayıp haber vermişler. Cenâb-ı Hakk da ceza olarak dillerini almış.
Meyvede gülsüz ……………… (incir)
Mahlukatta dilsiz………………(balık)
Surede ‘mim’siz………………(Kevser)
37- Derken Adem Rabbinden bir takım kelimeler aldı (belleyip yalvardı). Allah (cc) da tevbesini kabul etti. Çünkü Allah (cc) tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.
Hz. Âdem uzun yıllar nedâmet ateşiyle yandı. Gözyaşları sel oldu. Rabbine yalvarıp niyaz etti. ‘Bi hakkı muhammedin iğfır li; Muhammed (sav) hakkı için beni affet!’
- Ya Âdem, Muhammed’i nerden tanırsın?
- Canım tenime geldiğinde, arşın sütunlarında Zâtının isminin yanında onun ismi yazılıydı. Anladım ki O, nezdinde çok kıymetli olmalı.
- Evet, o senin zürriyetinden; senden sonra gelecek son Nebi. Ama o, ilk nurunu yarattığım, âlemlere rahmet olan nebiyi âhir zamandır. Seni onun hatırına affettim.
Hz. Âdem birtakım kelimelerle imtihan oldu. Bu kez imtihanı kazandı ve tevbesi kabul oldu. Çünkü Rabbisi tevbeleri kabul eden, çok merhamet sahibidir.
Merhamet kıl hâlime, etme perişan yâ Kerim
Rahmetin çok, eyledimse cürm ü isyan yâ Kerim
Sen dedin ‘Lâ taknatu min rahmetillâh’ ey Hüdâ
Kesmezem Senden ümidim eyle ihsan yâ Kerim. (Mehmet Şevket)
Hz. Âdem, bu günahına pişman olup Allah'a yönelerek tevbe etmek istediğinde, Allah'tan bağışlanma dilemek için uygun kelimeler bulamadı. Allah da, pişman olduğu için ona acıdı ve gerekli sözleri öğretti. Hz. Âdem, Rabbinden öğrendiği kelimelerle pişmanlığını itiraf etti. Rabbine Rabbinin kelimeleriyle duâ ettiler. Rabbimiz rahmetinden affetmek için kendisine nasıl yalvaracağımızı da öğretiyor.
Hz. Âdem'in Allah’tan aldığı kelimeler: ‘Sübhaneke Allahümme ve bîhamdike ve tebarekesmüke ve tealâ ceddüke lâilâhe illâ ente zalemtü nefsi fağfirlî innehû lâ yağfiru’z zünübe illâ ente / Ey Allah’ım! Seni ortaktan hamdinle tenzih ederiz. Sen'in ismin (zatın) ortaktan ve eksiklikten uzaktır. Sen'den başka ilâh yoktur. Nefsime zulmettim. Beni affet. Şüphesiz Sen'den başka günâhları affedici yoktur.’
Bu kelimelerin şu âyetler olduğu kanaati daha kuvvetlidir: ‘ رَبَّـنَا ظَلَمْنَا اَنْفُسَنَا وَاِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرٖينَ / Ey Rabbimiz! Nefislerimize zulüm ettik. Eğer bizi affedip bize merhamet etmezsen, kesinlikle biz zarar edenlerden oluruz.’ (A’raf, 23)
Burada Hz. Âdem'in durumundan bahsedilip, Hz. Havva’dan bahsedilmemektedir. Çünkü Hz. Havva, hükümde Âdem (as)’a tâbîdir.
Bundan ötürüdür ki, Kur'an ve Sünnet'te çoğu kez sadece erkek sigasıyla hükümler zikredilir. Kadınlar hakkındaki hükümler de tab'an bilinir. Dini konularda da erkek hanımından sorumludur ama, kadın erkeğinden sorumlu değildir.
Tevbe, Ne Zamana Kadar Kabul Olunur
Resûl-i Ekrem (sav)’in âhirete irtihalleri zamanında Cebrail (as) geldi ve Peygamber Efendimiz (sav)’e hitaben:
- Yâ Muhammed! Cenâb-ı Hakk sana selâm ediyor. ‘Ümmetinden kim ölmeden bir Cuma evvel tevbe ederse ben onun tevbesini kabul ederim’ buyuruyor, deyince Allah’ın Resûlü (sav):
- Bir Cuma çoktur, buyurdu.
Hz. Cebrail gitti ve sonra tekrar döndü.
- Cenâb-ı Hakk, ‘Kim ölmeden bir saat önce tevbe ederse, ben onun tevbesini kabul ederim’ buyuruyor, deyince Allah Resûlü (sav):
- Bir saat de çoktur, buyurdu.
Cebrail (as) tekrar gitti ve sonra yine döndü:
- Yâ Muhammed! Allah (cc) sana selâm ediyor ve buyuruyor ki: ‘Bir saat çok ise, can boğaza gelip de dili ile tevbe etmesi mümkün olmayıp benden hayâ ederek kalbiyle tevbe ederse, yine onun bu zayıf tevbesine hiç bakmadan onu affederim’ dediğinde Resûl-i Ekrem (sav):
- Kulun ruhu boğazına kadar çıkmadığı müddetçe Cenâb-ı Hakk onun tevbesini kabul eder, buyurdu.
Hz. Ali'den:
Resûl-i Ekrem'den Âdem'in (as) Rabbinden aldığı kelimelerin neler olduğunu sordum. Cenâb-ı Peygamber:
- Âdem Hindistan'da, Havva Cidde'de, İblis İbsan'da, yılan da İsfahan'da yere indiler. Yılanın ayakları vardı, devenin ayaklarına benzerdi. Âdem Hindistan'da yüz sene ağlayarak durdu. Cenâb-ı Hakk ona Cebrail'i (as) gönderdi:
‘Ey Âdem! Seni yed-i kudretimle yaratmadım mı? Sana ruhumdan üfürmedim mi? Meleklerimi sana secde ettirmedim mi? Havva ile seni karşılaştırmadım mı?’
Âdem:
- Evet Yarab! Bütün bunları yaptın.
- O halde bu ağlamak nedir?
- Beni ağlamaktan meneden ne olacaktır? Ben Rahman’ın komşuluğundan çıktım, onun için ağlıyorum.
Cenâb-ı Hakk:
- O halde şu kelimeleri tekrar et. Şüphesiz ki Cenâb-ı Hakk senin tevbeni kabul edecek, günahını affedecektir. De ki:
- Ey Allah'ım! Senden Muhammed'in ve al-i Muhammed'in hakkıyla istiyorum. Sen ortaktan münezzehsin. Senden başka mâbud yok. Bir kötülük işledim. Nefsime zulmettim. Benim tevbemi kabul et. Şüphesiz ki sen çokça tevbe kabul eden ve merhamet edensin.’
İşte Âdem, Rabbinden bu kelimeleri aldı.
İbni Abbas’tan: Resûlullah'tan (sav) Âdem'in (as) söylediği ve tevbesine vesile olan o kelimeleri sordum.
‘Âdem, Muhammed'in, Ali'nin, Fatıma'nın, Hasan'ın, Hüseyin'in hakkıyla Cenâb-ı Hakk’tan istedi. Kim ki bunlarla Allah'tan bir şey isterse, Allah onun tevbesini kabul eder’ dedi.
Âdem (as) şöyle demiştir:
‘Ya Rabbi bir vasıta olmadan beni kendi ellerinle yaratmadın mı?’
Cenâb-ı Allah ‘Evet’ diye cevap vermiş.
-Ya Rabbi, bana ruhundan üflemedin mi?
- Evet.
- Beni cennetinde yerleştirmedin mi?
- Evet, iskan ettim.
- Ya Rabbi, rahmetin gadabını geçmiş değil midir?
- Evet geçti.
- Ya Rabbi, eğer ben tevbe eder ve hâlimi düzeltirsem beni cennete geri döndürür müsün?
- Evet döndürürüm.
İşte Cenâb-ı Hakk’ın ‘Âdem Rabbinden birtakım kelimeler aldı’ âyetinin manası budur.
Nehâî şöyle demiştir: İbni Abbas’a geldim ve ona ‘Âdem’in Rabbinden aldığı kelimeler ne idi?’ dedim. O da bana şu cevabı verdi: ‘Allahu Teâlâ Âdem (as) ile Havva’ya hacc ibâdetini öğretti, onlar da hacc ettiler. İşte bu kelimeler, hacc esnasında söylenen duâ ve zikirlerdir. Onlar haccı tamamlayınca, Allah (cc) onlara ‘Ben sizin tevbenizi kabul ettim’ diye vahyetti.’
Ubeyd b. Umeyr, Hz. Âdem’in, Allah'tan aldığı sözlerin şunlar olduğunu söylemiştir: Âdem: ‘Ey Rabbim, benim işlemiş olduğum bu hatayı, benim alnıma beni yaratmadan önce sen mi yazdın, yoksa bunu ben kendim mi icad ettim?’ dedi. Allah: ‘Bunu, seni yaratmadan önce ben yazdım.’ dedi. Âdem de şöyle dedi: ‘Bunu bana yazdığın gibi tevbemi kabul et ve beni affet.’
Tevbe İlacı
Tevbe kökü ile istiğfar yaprağı karıştırılır... Kalb havanında tevhîd tokmağı ile dövüp, insaf eleğinden geçirilir, gözyaşıyla yoğrulur, aşk fırınında pişirilir... Akşam-sabah bol miktarda yenir...
38- Biz: ‘Hepiniz cennetten inin. Biliniz ki benden size bir hidâyet (yol gösterici) gelince kim benim hidâyetime tabi olursa onlara asla korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklar’ dedik.
İnsanlık ilâhi eğitime hazırlanıyor. Hidâyetin gelmesi müjdelenirken, hidâyete uyulması isteniyor ve sonuç bildiriliyor: Buyruk dinlerseniz korku ve hüzün yok.
Yağmurun, rahmetin, meleğin, Kur’an’ın inmesi ‘ أَنْزَلَ ’ ile gelmesine karşılık, cennetten inen bu gruba ‘ اهْبِطُوا ’ lafzıyla inmeleri emredildi. Çünkü bu fiil; düşüş, hafife almak, yuvarlanmak gibi manalar taşıyor. Çünkü inenler suçlu idi. ‘ أَنْزَلَ ’ fiili ise, şerefli şeylerin inmesinde kullanılır.
❁ ❁ ❁
Şeytanın Âdem'e musallat olması ve onu yanıltarak hata işlemeye sevketmesi, onun yeryüzüne gönderilmesinin başlıca sebebi olarak görülürse de, şeytanın ona musallat olmaması halinde, onun yeryüzüne gönderilemeyeceği ve hilâfet görevinin başlamayacağı düşünülmemelidir. Çünkü Âdem, yeryüzünde, Allah'ın halîfesi olmak üzere yaratılmıştır ve bu görev, şeytan ona musallat olmasaydı bile, onun omuzlarına mutlaka yüklenecekti. Bununla beraber, şeytanın ona musallat kılınması, Âdem'in (as) o hatayı işlemesi, sonra tövbe etmesi ve bağışlanması, hepsi de ilâhî bir hikmete dayanır.
Bu hikmet, yeryüzünde karşılaşacağı hâdiselere hazırlıklı bulunması ve şeytan karşısında tecrübe sahibi olmasıdır. Nitekim bu tecrübe sayesinde, düşmanını tanımış ve yeryüzünde onunla nasıl mücadele edeceğini öğrenmiştir. Herhalde bu mücadele çok çetin geçecek ve çetin olduğu kadar da, uzun sürecektir ki, Allah Tealâ onlara yeryüzüne inmelerini emrettikten sonra, ‘Kimler Benim rehberime uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; âyetlerimi inkâr edip yalanlayanlar ise, Cehennem'de dâimi kalacaklardır’ (Bakara, 38-39) buyurmuştur.
‘İniniz’ hitabı Âdem ile Havva'yadır. Çünkü Cenâb-ı Hakk başka bir âyette ‘İkiniz birden ininiz!’ diye açıkça Âdem (as) ile Havva'ya hitap etmiştir. Çoğul zamirinin kullanılması, bu iki kişinin insan cinsinin aslı olmasından ileri geliyor! Sanki Âdem (as) ile Havva bütün insanlar inmişler gibi onlara hitap edilmiştir.
Veya zamir, Âdem (as), Havva ve İblis'e râcidir. İblis, bu takdirde ikinci kez Cennet'ten kovulmuş olur. Cennet'e girişi, vesvese yapmak içindi.
Üçüncü görüş de şudur: ‘Âdem (as) ve Havva Cennet'ten, İblis de Semâ'dan indirilmişlerdir.’
Âdem, cennette ancak ikindi namazından güneşin batışına kadar kaldı. Yemin ederim Allah'a, o yaratıldığı günün güneşi daha batmazdan önce Âdem cennetten yere indirildi. İbni Abbas
İkinci inme emri hidâyetin verilme vaktine yakın oldu. Hidâyet insanı kurtuluş ve saâdete götürür. Tekliflerden (akaid ve ameli emirlerden) kastedilen şey, mükellefleri cezalandırmak değildir. O cezalandırma mükelleflerin su-i ihtiyarlarının bir neticesidir.
Çok ilginç bir hidâyet
İznik’i ziyâret eden Portekiz Lizbon üniversitesi Tiyatro başkanı Tarık (Cartos) Lizbon’da bir Türk derneğinde kelimei şehadet getirip Müslüman oldu. Süreci şöyle anlatır:
‘Yirmi beş yıl boyunca dinleri araştırdım. Merak ettiğim bir camiyi gezerken Cuma ezanı okununca namaza gelen cemaatin arasında kaldım ve dışarı çıkamadım, cemaate uyarak Cuma namazında saf tuttum. İşte o an aradığım huzuru bulduğumu anladım ve Müslüman oldum. Adımı da Tarık olarak değiştirdim. Elli beş yaşındayım. İznik’te özellikle camilerden çok etkilendim. Camileri gezdiğim vakit insanların Allah (cc) için beş vakit namaz kılmaları beni çok etkiledi. Yirmi beş yıllık araştırmam sonunda Lizbon’da bulunan bir Türk sayesinde Filistin asıllı bir imamın huzurunda Müslüman oldum ve Kur’an öğrendim.
39- Küfredip âyetlerimizi yalanlayan kimseler, işte onlar cehennem ehlidir, orada ebedi olarak kalıcıdırlar.
Hani derler; ‘Düşmez kalkmaz yalnız Allah’tır.’ Allah (cc) aziz eder, zelil eder, verir, çeker alır. Ezeli takdirle yere inen Hz. Âdem ve Hz. Havva, tevbe edip affa mazhar oldular. Yeniden yükselip yeryüzünün efendisi oldular. Cenâb-ı Hakk Hz. Âdem’i seçip peygamber yaptı. Çocukları oldu, onları büyüttüler, eğittiler. Kimi Hakk’ın hidâyetine tâbi oldu ve olmakta, kimi de inkar, tekzib içinde.
Hidâyeti bulanlara ne mutlu! Onlar cehennem korkusu, fakirlik korkusu, çevre korkusu, dışlanma korkusu gibi tüm menfi korkulardan emin olur. Korku ‘ خَوْف ’ masdar olarak geldiğinden, bilinir bilinmez her türlü korkuları ve korku menşelerini nefi cins لا ’sıyla nefyederek, dünyevi-uhrevi her türlüsünden emin olunacağına işaret.
‘ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ ’ Dünyevi hüzünleri de olmaz çünkü insan sevdiği şey uğrunda üzülür. Oysa ehli hidâyet dünyayı sevmez ki onun için mahzun olsunlar! Kader-i ilâhiye inandıkları için, kederden emindirler. Üzüntülerini teke indirmişlerdir. ‘Acaba Rabbim benden râzı mı, gücenik mi?’ Bütün dertleri, tasaları Rablerine itaatta kusur etmemektir.
İnsanlardan diğer bir kısmı hidâyet-i Rahman’a tabi olmayıp, inkar eder, yalan sayar, cehenneme arkadaş olur. Yani kendi de yanar, yakınlarını da yakar. Tıneti cehennem gibi acı verici, içi bozuk inançlarla toz duman içinde, azaları cehennem zebanileri gibi hep zarar ziyana çalışır. Gazab, kin ve nefrette cehennem alevini hatırlatır. Kötü tınet ve ahlâklar cehennemin yılan, çıyan, akrebleri gibi zarar vermekte. Merhametsizlikte kaynar su gibi acımasız, ikramı zehir zakkum, hafiyelikte de veyl gibi, gayya dereleri gibi derin.
Bütün bu manalar ‘ اَصْحَابُ النَّارِ / cehenneme arkadaş’ istiaresinden zuhur etmektedir. İnkarla Rabbinden rabıtayı kesen insan, kalbini, kalıbını, kabrini, âhiretini cehennem yapar. İki cihanda cehennemden kurtulamaz. Devamlı arada kaldığından, ayrılmayan, sadık arkadaşa benzetilmiş.
‘Ashab’ deyince, Efendimizin (sav) ashabını hatırlıyoruz. Onlar bir ömür, acı tatlı günlerde Efendimizden (sav) ayrılmadılar. Onda yok oldular, benliklerini Onda erittiler. Onu canlarından, mallarından, her şeylerinden çok sevdiler. Onun getirdiği din yolunda her şeylerini seve seve feda ettiler. Onun sevdiklerini kendi sevdiklerine, Onun sünnetini kendi arzularına, ölümü hayata, âhireti dünyaya tercih ettiler.
İşte ashabın Efendimize (sav) yakınlığı ne ise, ehli cehennemin cehenneme yakınlığı da öyle. Ayrılmaz, kopmaz bir beraberlik, bir ünsiyet. ‘Haviye onun annesidir’ (Karia, 9) âyeti de bu hali açıkça ifade eder.
Bazı müfessirler, ‘ كَفَرَ ’ inkar edip inanmayanlar, ‘ كَذَبَ ’ yaşamayıp tatbik sahasına koymayarak yalanlayanlar, diye tefsir etmişlerdir. Bu durumda bize düşen, inancımızı gözden geçirip pekiştirmek, amellerimizi kontrol edip eksiklerimizi tamamlamak, ihlâsla, sadakatla güzel amellere devam etmektir.
✦ Allah (cc) şu beş kişiye gadap eder, dilerse gadabını dünyada yürürlüğe koyar, dilerse onları âhirette cehenneme atar. Bu beş kişi şunlardır:
1- İdare ettiklerinden hakkını aldığı halde onlara karşı insaflı davranmayan ve uğradıkları haksızlıklara engel olmayan devlet başkanı.
2- İdare ettikleri kendisine bağlı kaldıkları halde, güçlüler ile zayıfların arasını bulmayan ve arzusu uyarınca konuşan yetkili.
3- Ailesine, çoluk çocuğuna Allah (cc)’a ibâdet etmeyi telkin etmeyen ve onlara dinleri hakkında gerekli bilgileri öğretmeyen kimse.
4- Çalıştırdığı işçiye hak ettiği ücreti vermeyen kimse.
5- Mehir konusunda karısına haksızlık eden erkek. Hadîs-i Şerîf
40- Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın, ahdime vefa edin (sözünüzü yerine getirin) ki, ben de size vaat ettiklerimi vereyim. Ve ancak benden korkun.
Efendimize (sav) vahiy indiğinde çevresinde Mekke müşrikleri, Yahudiler, Hıristiyanlar vardı. Hepsi de Efendimizi (sav) inkar ediyorlardı. Sanki daha önce hiç peygamber gelmemiş, hiç kitap inmemiş gibi davranıyorlardı. Kimi câhilliğinden, kimi de hased ve hainliğinden imana yanaşmıyorlardı. Cenâb-ı Hakk enfüsi (ruhi) ve afaki (maddi) bir çok delil getirdikten sonra genel olarak anlamaları için bütün insanlı-ğın babası Hz. Âdem’den bahsedip insanın yaradılış gayesini anlatmış. Ve yeryüzüne cennet medeniyeti görmüş olan Hz. Âdem’i peygamber olarak göndermiş, insanlara ‘Beni Âdem Âdemoğulları’ diye hitap etmiş.
Cenâb-ı Hakk, Efendimizi (sav) inkarda ileri giden yahudi güruha da ‘Ey İsrâil oğulları’ diye hitap ediyor. Ta ki kendi dedeleri olan Yakub’un da Allah’ın bir elçisi olduğunu düşünerek bu son peygamberi tekzibden kaçınsınlar.
‘Beni İsrâil’ hitabında (idmaç sanatıyla) hem medih hem zem yapılmış: Siz hem peygamber soyu olasınız, kitabınızda son peygamberin vasıflarını okuyup onu evladınız gibi tanıyasınız, hem de inkar edesiniz. Bu size yakışır mı? Üstelik size kendi âleminizde kimseye verilmemiş nimetler verdik. Sizden peygamberler, melikler gönderdik. Peygamberlerin nice mucizelerine şahit oldunuz. İnanmayanların nasıl helâk olduklarını gördünüz. Şimdi neden kitaplarınızda geleceği vaad edilen, vasıfları zikredilen Peygambere inanmıyorsunuz? Halbuki siz o peygamberin gelmesi için duâ edip yalvarıyordunuz.
İşte size inam ettiğim nimet: Son peygamber. Âlemi nura gark eden, zulmü, isyanı, fesadı, şirki, küfrü, vahşeti, tahakkümü ortadan kaldırıp asrını Asr-ı Saadet’e çeviren bir peygamber. Ben size vaad ettiğim ahir zaman nebisini gönderip verdiğim sözü gerçekleştirdim. ‘Siz benim ahdimi yerine getirin ben de sizin ahdinizi yerine getireyim.’ (Bakara, 40) Şimdi siz bana verdiğiniz ahdi yani son peygambere uyup ona tabi olacağınıza dair sözünüzü yerine getirin ki ben de size ‘Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.’ (Bakara, 274) ahdimi yerine getireyim.
‘Ancak benden korkun.’((Bakara, 40) (Vefayı terk hususunda benden korkun) Ona inanıp tabi olmakta hiç kimseden, hiçbir şeyden korkmayın. Horluktan, zilletten, dışlanmaktan, mevkiden düşmekten, şeytanın iğvalarından, çevreden, Allah’tan gayrı hiçbir şeyden korkmayın. Siz ehli kitap olarak zaten Allah’a inanıyorsunuz.
İnancınızı gözden geçirin, tazeleyin, kuvvetlendirin. Rabbinizi isimleri, sıfatları, sanatları ve hükümleriyle iyice tanıyın. Bütün kuvvetin, otoritenin O’na ait olduğuna kesin olarak inanın. O mülkün asıl sahibidir. Yükselten de alçaltan da, veren de alan da O’dur. Allah’a olan inancınız, bilginiz, sevginiz, güveniniz tam olursa peygamberin sizin soyunuzdan veya İsmailoğullarından olması fark etmez. Çünkü temelde hepiniz insansınız ve Âdemoğullarısınız. İbrahim peygamberin soyundansınız.
Hepiniz birbirinizdensiniz. Sizi bir anadan, bir babadan yaratıp şubelere, kabilelere ayıran Allah (cc) birbirinizi tanımakta kolaylık olsun diye ayırmıştır. Taassub için değil. Kibir ve gurura kapılasınız diye değil. Âhirete inanan insanlar olarak böyle yapmak size asla yakışmaz.
Bir düşünsenize Hz. Muhammed’den önce sizin soyunuzdan gelen peygamberlere nasıl davrandınız? Mesele sırf soy sop meselesi olsaydı o peygamberleri yalanlamaz, öldürmezdiniz.
Birçok mucizeleri görüp birçok felâketleri yaşayıp, peygamber sayesinde kurtulduğunuz halde ona öyle nankörlükler, öyle küstahlıklar yapmaz, Rabbinize asi olmazdınız.
Size denizi kupkuru yol yapıp Firavun’dan kurtardı. Düşmanınızı aynı denizde boğdu. Onların kıyılmaz mallarına, bağ bahçelerine sizi varis kıldı. Buna karşılık siz Musa’nın Tur’a gitmesini fırsat bilip buzağıya taptınız. Malumu ilama ne hacet? Siz soyunuzu, başınıza gelenleri zaten biliyorsunuz.
Şimdi nefis ve hevanıza uyarak, menfaatinize taparak inkar yolunu tutup buna başka gerekçeler bulmaya çalışmayın. Çalkalandıkça bulanıyorsunuz, durun durduğunuz yerde, deprenmeyin.
İnanın kurtulun. Arzularınızı, hevalarınızı bir düşünce, bir fikir saymayın.
Allah yaparsa işin mermere sapla dişin
Allah yapmazsa işin muhallebi yerken kırılır dişin.
Kur’an’da geçen İsrailoğulları hitabı, aslında kinaye yoluyla ümmet-i Muhammed’e târizdir. Çünkü kainatın Nebisi, ümmet-i Muhammed’in son zamanda bütünüyle İsrailoğullarına benzeyeceklerini haber vermiştir.
Cenâb-ı Hakk, raydan çıkmış, küfre-inkara sapmış kimselere hitap ederek aynı zamanda bu tip insanlara nasıl tebliğ yapılacağını da öğretiyor.
İnsanı, özellikle nefs-i emmareyi küfre ve nifaka, inkara sokan nedir, bunu düşünmek gerekir. Zaten Rabbimiz bunu soruyor: ‘Ey insan! Seni kerim olan Rabbinden aldatan nedir?’
Nefsin gayesi, hedefi, arzularını tatmin. En güzel şekilde yesin, içsin, giysin, gezsin, en güzel mekanlarda barınsın, cinsel duygularını tatmin etsin ve bu hal biteviye devam etsin, hiçbir şekilde sansür konmasın. Bütün iş bundan ibaret.
Bu nefsi taşıyan insan, kendini hayatta tutan cazibe (çekici), dâfia (itici), müdrike (akıl) kuvvetlerini hepsini arzularına esir eder, menfaatine alet eder ve bunları bu uğurda tepe tepe kullanır. Bu durumda insan, nefsini ilâh edinmiş, kendisine verilen bütün zîr-ü zeber ederek nefsin boyunduruğuna girmiştir. ‘Şu kimseyi görmez misiniz; nefsini ilâh edinmiş’
Sanki bu âyet-i kerime, böyle bir nefsi muhatap alarak şöyle diyor: Madem senin bütün gayen nefsini râzı etmen, isteklerine ram olman; o halde düşün, bütün taleplerine cevap vermeye çalıştığın bunca nimet kimin? Bu canı sana kim verdi? Hayatını idame için bu kuvvetleri, nimetleri, istekleri, havayı, suyu, harareti, gıdayı sana kim bahşetti?
Seni o kıyamadığın nefsi emmareni soğuktan, sıcaktan, her türlü tehlikelerden kim koruyup barındırıyor? Sen kimin arzında yiyip içiyor, kimin mekanında temekkün ediyorsun?
Seni görme, işitme, tadma, dokunma, hissetme, anlama, düşünme, akletme gibi eşsiz duygularla hassalarla kim bezedi? ‘De ki: O'dur ancak sizi yaratan, size dinleyecek kulak, görecek gözler, duyacak gönüller veren! Fakat sizler pek az şükrediyorsunuz!’ (Mülk, 23)
Seni hiç yoktan var eden, hayat hakkı veren, türeten, üreten, çoğaltan, sevindiren, güldüren, düşündüren, fark ettiren, hislendiren, ağlatan, hiçbir mahluka vermediği latif kabiliyetleri, fasih dilleri, ince bilgileri kim verdi?
Düşün bir kere; gökten suyu kesse halin ne olur? Paran, pulun, mevkin seni doyurabilir mi, susuzluğunu giderebilir mi? ‘Size kim bir akarsu getirebilir?’ (Mülk, 30)
O halde aklını başına al; Mün’im’i düşünmüyorsun, nefsin sana perde olmuş. O halde O’nun verdiği ve her an tepe tepe kullandığın nimetleri düşünme yolunu tut. O nimetin kaynağını, sahibini bul, O’nunla aranı düzelt. O’nu gücendirme ki, nimetin tamamına vasıl olasın. O’nsuz ne dünya olur, ne âhiretin. Ev sahibini, mülk sahibini râzı etmeden O’nun mülkünde rahatça yaşayabileceğini sanıyorsun, heyhat!...
O, sana belli bir zaman mühlet veriyor, imkan veriyor diye uzun emellere kapılıp cezalandırmayacağını mı sanıyorsun? Bu sese kulak ver ve irkil: ‘De ki az bir zaman metalanın (yaşayın, zevklenin), mutlaka dönüşünüz ateştir.’ (İbrahim, 30)
İsrail, Hz. Yakub'un lakabıdır ki, İbrani dilinde bunun mânâsı safvetullah (Allah'ın seçkini) veya Abdullah (Allah'ın kulu) demektir.
Nimet kelimesinin Allah'a izafesinde, nimetin değerinin büyüklüğüne, bolluğuna ve güzelliğine işaret vardır. Çünkü bu tür izafet, Allah'a izafe edilen şeyin şereflendirildiğini gösterir. Beytullah (Allah'ın evi), Nâkatullah (Allah'ın devesi) izafetlerinde olduğu gibi.
Nimetin kulları çok, nimeti verenin kulları ise azdır. Yüce Allah ‘nimetimi hatırlayın’ emri ile İsrail oğullarına verdiği nimetleri hatırlattı ki, nimetin kadrini bilsinler. Muhammed (sav)'in ümmetine gelince, ‘Öyleyse siz beni anın ki, ben de sizi anayım’ âyetiyle onlara, nimeti vereni hatırlattı ki, nimeti vereni düşünerek nimetin kadrini bilsinler. İkisinin arasında ne kadar fark var!..
Allah’ın kullarına en büyük nimeti, onlardan râzı olmasıdır.
Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç
Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç.
Yahya Kemâl Beyatlı
✧ Vefa, bir şeyi tam ve mükemmel bir şekilde yapmak demektir.
✧ Bir kimse birşeyi tam olarak yerine getirdiğinde ‘ أَوْفَى ’ ve ‘ وَفَّى ’ denilir.
✧ En yakın arkadaşınla bile şakaların zarif olsun. Dost ol, öyle ki, sana da dost olsunlar. Dostluğunu kötü gününde göster ki, kötü gün dostu bulasın. Dostlarına vefâlı, düşmanlarına müsâmahalı ol ve yere yıktığın düşmanını tekmeleme, âlicenaplık göster. Vefâ ve âlicenaplık, yüksek ahlâkın iki parlak şiarıdır.
✧ Hiçbir zaman mal, makam ve servet ile mağrur olma. Çünkü bunlar, ahde vefa eden dostlar değildir.
✧ Vefa imandandır.
✧ Kimseden vefa görmesem de, vefa göstermeye devam edeceğim. Hz. Ali
✧ Vefasız kimseler yıkık bir köprü gibidir. Mevlâna
✧ Hastalığı, sadakayı, musibeti gizlemek vefadandır.
❊ ‘ اُوفِ بِعَهْدِكُمْ ’ kavlinde müşakale fenni var. Yani cümlede lafzı aynı ile iade etmektir. Bazıları bu fenne müşareke derler.
41- Beraberinizdeki Tevrat’ı tasdik edici olarak indirdiğimiz Kuran’a iman edin. Ona inanmayanların ilki olmayın, âyetlerimizi az bir paraya satmayın ve yalnız benden korkun!
Sizin yanınızda bulunan Tevrat’ı tasdik edici olarak indirdiğim Kur’an’a iman edin. Siz buna daha ehilsiniz. Kitabınızda önceden size haber verildiği halde ilk inkar eden siz olmayın.
Ümmi Araplara destek olacağınıza, ehli kitap olarak küfürde öncü olmayın. Öncü olanlar sonrakilerin vebalini de yüklenirler.
Kitabınızda son peygamberin vasıfları yazılıdır. Siz para karşılığı az ve aldatıcı dünya metaına tama ederek O’nun vasıflarını Tevrat’tan silip değiştirmeyin. (Âyetlerimizi bir baha ile, bayağı bir menfaat mukabilinde değişmeyin) Bu büyük hıyanetin cezasından sakının. Başka ümitler ve korkular size bu cinâyeti yaptırmasın. Aklınızı başınıza alın ve yalnız benden korkun.
Önceki âyette ‘rehbet’, (korkmak) burada ‘ittikâ’ (sakınmak) ile emredilmesi, ‘rehbet’in avam (halk) tabakasına ve seçkin zatlara genel ve ‘ittikâ’nın havassa (seçkinler) özel bir hitabı hedef alması dolayısıyladır.
Şu dirhem ve dinarlar sizden öncekileri helâk etti. Onların sizleri de helâk edeceğini görüyorum. Rabbimize sığınırız. Hadîs-i Şerîf
Müslümanın paraya hâkim olması gerekirken, paranın müslümana hâkim olması kıyâmet alâmeti sayılıyor. Toplumda din ve iman duygusunun zayıflaması ‘dini imanı para’ sözü ile aksettirilen insanların oluşmasına sebep olmuştur.
Hasılı, paraya; dine imana sarılır gibi sarılmak, imanın gidip onun yerine paranın almasına sebep olur. Her müslümanın bundan son derece kaçınması gerekir. Böyle bir duruma düşmekten Cenâb-ı Hakk hepimizi korusun ve kurtarsın.
Altın ve paraya kıymet verenlerin hepsini Allah (cc) hor ve aşağı kılar. Hasan Basri
Altın ve gümüş akreptir. Zehirini tatmak istemiyorsanız, elinizi ona yaklaştırmayın. Yoksa zehiri sizi helâk eder. Onun zehiri, helâlden taşmak ve hakkı geçmektir.
İbrâhim (as): ‘Yâ Rabbi, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan koru’ buyurdu. Putlar sözü ile altın ve gümüşü kastetti. Çünkü herkesin putu yüzünü, kalbini döndüğü şeydir.
Kazanılan en şerefli para:
1- Âile fertlerini geçindirmek için helâl kazanç.
2- Din ve nâmusunu korumak için
3- Hayırlı iş ve dostları için harcanan paradır.
Dört şeyden elde edilen para, dört şeyde kabul edilmez: Hıyânet, hırsızlık, hile ve yetim malı ile, hac, umre, cihat, sadaka kabul edilmez.
Fitne, aklını çelmek, gönlünü çalmak, döndürmek, fikrini bulandırmak, tutkunluk, azap, sapıklık, mecbur bırakmak ve imtihan etmek manalarına gelir. Sevgiyi, düzen ve asayişi kemiren tehlikeli bir mikrop olan fitne için âyette; ‘kalplerinde hastalık vardır ’ (Bakara, 10) denilir, fitne, fesat ve nifak hastalığı vardır. Adam öldürmekten daha kötü sayılan fitne, haram kılınmıştır.
Fitnenin tehlikesi sadece bünyeyi tahrip etmekle kalmayıp bulaşıcı olmasıdır. Yapılacak ilk iş fitneden uzak durmak, fitne mikrobuna karşı aşılanmaktır. Fitne mikrobunun aşısı; sağlam bir iman, ilim, ve ameli sâlihtir. Bunlardan birinde bir zayıflık olunca fitne mikrobu oraya yerleşir, bilgisayar virüsü gibi bütün sistemi yok eder. Zararlı virüslere karşı yararlı güçlü virüsleri her an tetikte tutmak gerek.
✧ Kışkırtıcı tartışmalardan kaçınınız. Zira böyle bir tartışmanın fitne doğurması muhtemeldir. Ayrıca böyle bir çekişmeden hikmet doğmaz (nifak doğar). Ömer b. Abdülaziz
✧ Fitne zamanında evinizin demirbaşı olun (dışarı çıkmayın). Hadîs-i Şerîf
✧ Her ümmet için bir fitne vardır, benim ümmetimin fitnesi de maldır. Hadîs-i Şerîf
✧ Dini yaşamaya mâni olan engellere, insanın gönlünü çelen, hırsını artırıp, günaha sürükleyen altın ve gümüşe de iki fettan denir.
✧ En akıllı insan takvâ sahibi olandır. En ahmak ise, fitne ve fesat çıkarandır. Hz. Hasan
✧ Aşırı şaka, alay etmek, hava atmak, övünmek, çok konuşmak, düşüncesizlik, kabalık, hoyratlık, tembellik, rahata düşkünlük, oburluk, küstahlık, nankörlük, gıybet, nemime, soğukluk, donukluk, laubalilik, menfaatçilik, dikkatsizlik, doyumsuzluk, fitne ve fesadın kaynağıdır.
✧ Fitnenin büyüğüne küçüğüne bakılmaz. Büyük tomruklar küçük yongalarla tutuşturulur.
Âdemoğlu mevtten firar ve feryat eder
Halbuki mevt anı, fitnelerden azad eder.
Erzurumlu İbrâhim Hakkı
42- Hakkı bâtıla karıştırıp, gerçeği bile bile gizlemeyin!
Son peygamberin hak olduğunu, Kur’an’ın hak olduğunu biliyorsunuz. Ama onun şemailini, siretini örtbas etmeye, gerçeği kapatmaya çalışmayın.
Bu âyetlerle İsrâiloğullarının bütün foyaları meydana çıkıyor. Öte yandan onlardan son peygambere inanan kimseler de gerçeğin anlaşılmasına vesile oluyor.
Bunların inanmama sebebi, câhiliye Arapları gibi bilmemezlik değil. Bile bile, işin farkında oldukları halde hasetle, kibirle, inatla, taassubla, bilinçli olarak inkar ediyorlar. Cenâb-ı Hakk da onların iç dünyalarını sergileyerek inanacakların inanmasını sağlayıp, inanmayanların da hainliklerini ilan ediyor.
❀ ❀ ❀
Bu âyet, ‘İnsanları aldatmayınız, sahtekârlık yapmayınız.’ meâlindedir. Bununla beraber kelâmın sevki bilhassa ilmî değeri hedef alıyor. Nice kimseler vardır ki, ilmî gerçekleri bozarlar, kötüye kullanırlar, onları kendi gönüllerine göre evirerek çevirerek aslından çıkarırlar, bakırı yaldızlarlar, altın diye satarlar. Bu durum İsrailoğullarında çok vardı. Bunlar, kendi yazdıkları fikirleri, te'villeri, tercemeleri, Tevrat'ın aslı ile karıştırıyorlar, seçilmez bir hale getiriyorlar ve bazen de Muhammed (sav)'e ait vasıflar hakkında yaptıkları gibi geçmiş kitaplardaki âyetleri saklıyorlardı.
Kuyu Sahibi
Resûlullah (sav)’in vefatından on gün sonra bir köylü mescide gelip selamdan sonra dedi ki:
- Resûlullah’ın yakını hanginizdir?
Hz. Ebûbekir Sıddîk, Hz. Ali’yi gösterdi. Hz. Ali şöyle bu yurdu:
- Söyle ey Madar! Ey kuyu sahibi!
- Benim ismimi ve kuyu sahibi olduğumu nereden bildin?
- Resûlullah haber verdi. Sen Arabi köyündensin. Adın Madar’dır. Babanın adı Darim’dir. 360 yaşındasın. Sen yüz yaşında iken şöyle söyledin:
‘Bir peygamber çıkar, yüzü güneşten nurlu, sözü şekerden tatlı, kokusu miskten güzel, yetimlerin ve miskinlerin babası, adam öldürmekten ve faizden men eder, Peygamberlerin sonuncusudur. Ümmeti beş vakit namaz kılar. Ramazanda oruç tutarlar. Beytullah’da hac ederler. Ey kavmim ben ona iman ettim.’
Sen böyle söyleyince, üzerine yürüyüp seni dövdüler. Bir kuyunun içine bıraktılar. Bu zamana kadar orada mahbus idin. Resûlullah (sav) âhirete intikal edince, Allahu Teâlâ bir sel gönderip kavmini helâk etti. Sana bildirdi ki,
‘Ey Madar! Peygamber vefat etti, git kabrini ziyaret et!’ Sen de geceyi gündüze katıp buraya geldin.
Madar, bunu işitince sordu:
- Bunları sana kim haber verdi?
- Resûlullah haber verdi; ‘Madar, vefatımdan sonra gelir, ona selamımı söyle’ buyurdu.
Madar bunu duyunca mesrûr oldu. Hz. Ali, yüzündeki örtüyü kaldırmasını rica etti, kaldırınca mescidin içi nurla doldu. Madar dedi ki:
- Ey Ali, beni Resûlullah’ın mübârek kabrine götür. Hz. Ali onu götürdü. Madar, Resûlullah’ın kabrine göğsünü dayayıp yüzünü sürdü. Az sonra da vefat etti.
43- Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, rüku edenlerle beraber rüku edin!
Bir kimsenin mümin olduğunu isbatlaması için diliyle ikrar, kalbiyle tasdik etmekle beraber, namaz ve zekatına bakılır. Bu nedenle İsrâiloğullarına da imandan sonra namaz ve zekat emri verildi. Ayrıca onlar rükusuz namaz kıldıklarından namazı İslam adabına uygun olarak rüku ile cemaat ile kılmaları emredildi.
Bir insan mümin olduğunu dinin asli unsuru, iskeleti olan namazla ispatlayacak, Rabbine boyun eğme, inkıyad, bağlılık, saygı, hürmet, secde ile günde kaç kere huzura çıkıp tekmil verecek, rapor sunacaktır. Bedeniyle, ruhuyla buyruk dinleyen bir kul olduğunu bizzat ortaya koyacak. Günlük işlerden, telaşlardan, hüzünlerden bertaraf olup huzur-u ilâhide huzur bulacak. Bunun için Efendimiz (sav) sıkıldığında ‘Bizi namaza çağırarak ferahlandır ya Bilal’ derdi.
Bu huzura çıkış şuurlu, tefekkürlü olursa günlük hayat düzene girer. Namazdan aldığımız ilâhi mesajlarla hayatı dolduracak imanımızı koruyup pekiştireceğiz.
Bir düşünelim; içimizi dışımızı, öncemizi sonramızı bilen, bizi yoktan var edeni. Bize beş vakit huzura çıkmamızı emreden zat-ı kibriyanın bize sunduğu hayat nimetini. Onun gördüğünü bile bile zayi etmek ne büyük kayıp, ne hazin ayıp.
Cenâb-ı Hakk kendi rızâsını kazanmak, sevgisini derinden duymak, insanın manen yükselmesini sağlamak için namazı emretmiştir.
Namaz imanın alameti, kalbin nuru, ruhun kuvvetidir. Ve ihtiyacı, huzur kaynağıdır.
Vechullahı arayan musallinin sultanın huzuruna çıkması için ednas ve ercastan, kir ve rüsvaylıklardan temizlenmesi gerekir.
Temizliğin en evlası, günah kirlerinden temizlenmektir. ‘Ey iman edenler! Gerçekten bir pişmanlıkla (tam bir sıd-u hulasa malik bir tevbe ile) Allah (cc)’a yönelin, umulur ki Rabbiniz kötülüklerinizi örter.’ (Tahrim, 8)
Sonra dünyanın haramından, helalinden temizlenmek ki, o zühddür.
Sonra ahiretten sakınmak ki, bu marifet makamıdır.
Sonra amellere iltifattan temizlenmek ki, bu ihlas makamıdır.
Sonra iltifattan ademi iltifata yönelmek ki, bu muhsinin makamıdır.
Sonra bütün masivadan Allah (cc)’a yönelmek ki bu da sıddıklar makamıdır.
Sonra ayağa kalk, kıyam et. ‘O halde habibim sen yüzünü bir muvahhid olarak dine, Allah (cc)’ın o fitratına çevir ki O, insanları bunun üzerine yaratmıştır.’ (Rum, 30)
Sonra nefsinde alemlerin kısımlarını, ruhaniyatı, cismaniyatı hazır et ve ‘Allahu ekber’ de.
Yani beni gören, kelamımı duyan her şeyden büyük Allah (cc)’tır. Efendimiz ‘İhsan, Allah (cc)’ı görür gibi ibâdet etmendir. Sen O’nu görmesen de O seni görüyor’ buyurmuştur.
Dervişin Hanımı
Henüz yolun başında olan bir derviş vardı... Nefsin kötü arzularından kurtulmak için uğraşmaktaydı. Tam o günlerde bir iftara dâvet edildi. Yatsıya yakın bir zamanda, dâvet edildiği yerden evine döndü ve hanımından, mümkünse kendisi için hemen bir sofra hazırlamasını istedi. Karısı şaşkın bir vaziyette sordu:
- A efendi, sen dâvette değil miydin? Ne yemeği? Derviş cevap verdi:
- Sorma hanım, çok yersem, arkamdan ‘Halis derviş değilmiş’ diye konuşmalarından korktum, pek bir şey yiyemedim...
Sâliha bir kadın olan hanımı, bu cevap üzerine üzüldü ve ona bir ders vermek istedi:
- Tamam efendi, sen şu akşam namazını kıl da, ben o arada sofrayı hazırlayayım.
Derviş, şaşkın bir halde konuştu:
- Hanım, yatsı vakti yaklaştı. Akşam namazı hiç bu vakte kalır mı? Orada namaz kılamadığımı düşündün gâliba? Ben akşam namazını orada kıldım.
Zaten bu anı bekleyen kadıncağız cevabı yapıştırdı:
- Efendi, efendi! Sen arkamdan kötü konuşurlar diye pek yemek yiyemediğine göre, arkamdan iyi konuşsunlar diye de namazı uzatmışsındır! Hadi, yatsı vakti girmeden orada kıldığın akşam namazını iâde et de, bu arada ben de sofrayı hazırlayayım...
Hanımının bu ibretli sözlerinden sonra dervişin aklı başına geldi ve riyâdan kurtulup halis bir mümin oldu.
Zekata gelince; varlıklı müslümanlara mal ve parada dinin belirlediği oranda farz olan bir ibâdettir.
Zekat, zenginin sevap kazanması, fakirin de meşru kazanılan ve kimsenin yardımına muhtaç olmadan yaşama azmiyle çalışması için teşvik eder.
Zekat fakirin, zenginin malına kem gözle bakmamasını, zenginin de bu borcunu öderken küçümseme, başa kakma, eziyet gibi davranışlardan sakınmasını emreden dinin kesin hükümlerindendir.
Zekattan maksat:
✯ Fertlere birbirlerine yardım etme alışkanlığını kazandırır.
✯ Merhamet ve sevgi duygularını geliştirir.
✯ Sosyal dayanışma ve huzuru sağlar.
✯ Zengin fakir arasındaki çekişmeyi durdurup sevgi ve saygıyı husule getirir.
✯ Fakirin zenginin malına karşı kin ve ihtirasını azaltır.
✯ Sermayesi olmayan fakirlere iş görebilecekleri imkanları ve zaruri ihtiyaçlarını temin eder.
✯ Her yıl verilen zekat zenginle fakir arasında denge sağlar.
✯ Sermayenin kabarmasını önler. Ve böylece aşırı ceryanların yayılmasına mani olur.
✯ Zenginin malının selametini ve fakirlerin de tatmin olmasını, huzurlu olmalarını sağlar.
Hz. Mûsâ, huşu ve hudu ile namaz kılan bir adama uğrar.
Ve ona gıpta ederek kendi kendine:
- Yâ Rab! Bu adam ne güzel namaz kılıyor, deyince Cenâb-ı Hakk:
- O adam, her gün ve her gece bin rekat namaz kılsa, bin köle azad etse, bin cenazenin üzerine namaz kılsa, bin defa haccetse, bin gazaya gitse, malının zekatını vermediği müddetçe ona hiçbir fayda vermez, buyurdu.
Birlikte rüku etmek: Toplumsal ibâdetler bütün semavi dinlerde ayrı bir önem taşır. Çünkü toplumun dini duygular üzerindeki tesiri büyüktür.
Ferd, içinde yaşadığı cemiyetin tesiri altındadır. Onların inanç ve ibâdet şekillerini taklid ederek dinin esaslarını benimser ve cemaatı bu içsel dini bağlarla sever.
Aynı mabedde aynı ibâdeti yapmak, ruhlarda Azamet-i ilâhiye duygusu ve inançta tatmin doğurur.
Müşterek rüku ve secde, ruhları huzura kavuşturur. Dini tereddütten kurtarır.
Ferde iradeye hakimiyet, nefse fedâkârlık meziyetlerini kazandırır.
Ahlâki davranışların temeli olur. Ruhu huzur ve ahenge kavuşturur.
Yardım, hayır, merhamet duygularını yükseltir.
Ruhu derinleştirip, Allah’a yakınlaşma ve duâda zirveye ulaşmayı ve topluca yapılan duâların kabule şayan olmasını sağlar.
Kısacası aynı duygu ve inançlarla yapılan müşterek ibâdetlerde kardeşlik, birlik, beraberlik duyguları kuvvetlenir. Karşılıklı yardım, sevgi, saygı, merhamet duygularını eyleme dönüştürür.
44- Kitabı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Akıllanmayacak mısınız?
Bedeni, mali ibâdetleri anlattıktan sonra kalbi, ahlâki ibâdetlere değiniliyor.
Sebeb-i nüzule baktığımızda; Yahudi hahamları halka iyiliği, doğruluğu emrettiği halde kendileri öteden beri dini menfaatlerine alet ediyorlar, Tevrattaki gerçekleri gizlemek için Efendimizin (sav) vasıflarını, bisetini kitaptan çıkarıyorlar. Allah’ın (cc) kitabına müdahele etme cesaretini, küstahlığını gösteriyorlar. Halkı gerçek inançtan, gerçek peygamberden ve son kitab Kur’an-ı Azim’den mahrum ediyorlardı. Âyetler bu gerçeği ortaya koymak, onların iç yüzünü, sahte maskelerini, madde perestliğini ortaya koymak için indi.
Son peygamberi oğullarını tanır gibi tanıyıp vasıflarını Tevrat’ta okuyup sonra yalanlamak, bile bile kasden inkar, Yaradana karşı çıkmak, kulları aldatmak, kendi menfur gayeleri için halka masum, saygın görünüp güya iyiliği emrediyor. Kendilerini kul olarak görmüyor haşa ilâh yerine koyuyorlar. İnsan ve emir kulu olduklarını unutmuş gibiler.
Şimdi Cenâb-ı Hakk onları sorguluyor. Bilginiz var, neden akıl etmiyorsunuz? Bilgi aklın hammaddesi. Ne yazık ki ilimlerini hırsları uğrunda kötüye kullanıyor, akılları yokmuş gibi davranıyorlar. Kullanılmayan değer yok sayılır.
Âyetin sonunda onları insafa çağırıp sorguluyor: ‘Akıl etmiyor musunuz?’ Akl-ı meaşınız (yaşayış aklınız) var da, sonunu düşünme, sizi yalandan yanlıştan men edecek aklınız (aklı mead) yok mu?
Âyet ehli kitap âlimlerinin insafsızlığını anlatıyor. Hahamlar, papazlar asırlarca din kisvesi altında insanları sömürmüş, hala da sömürmektedirler. Kimi zaman Hz. İsa’yı, Meryem’i, kimi zaman düzmece putları, tanrıları peşkeş çekerek halkın mânevi duygularını sömürüp kendileri günlerini gün etmişler.
Güya günah çıkarma numarası ile mabede gelenleri hem günahlarını açığa vurdurup rezil ederek, hem de paralarını soyarak vicdan azabı çekmekten kurtardıklarına inandırıp, güya rahatlatıyorlar. Öte yandan kendilerinin yapmadığı çılgınlık, yapmadığı zulüm kalmamakta. Dünyanın beşte dördü hala bu bâtıl inançların kurbanı olarak yaşamını sürdürmekte, zaman zaman kilise devletin önüne geçmekte, kimi zaman atbaşı gitmekte, kimi zaman Papa devlet kurmakta (Vatikan gibi.)
Yahudi ve Hıristiyanların bu sömürüsü öyle büyük boyutlara ulaşmış ki; din adamı, dini dünyaya alet eden kişi olarak belleklere nakşolmuş. Malesef bu durum, yüzde doksanı Müslüman olan bizim ülkemizde de aynı. Hocaları hahamlar ve papazlarla karıştırıp onları halkın gözünden düşürmek için nice iftiralar atar nice yakıştırmalarda bulunurlar. Hocaları gözden düşürmek için, yaklaşık iki asırdır iç ve dış mihraklardan azami gayret gösterilmektedir.
Her Kula Helal Müslümana Haram Çeşme
Bursa’da bir müslüman, Arap Şükrü denen muhitte bir çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: ‘Her kula helâl, müslümana haram!’
Şehir, bu nasıl fitnedir, diyerek gitmişler kadıya şikâyete. ‘Dini İslam, ahalisi müslüman olan koca devlette sen kalk; hayrattır, sebildir diye çeşme yap ama suyunu müslümana yasakla! Olacak iş midir?’ diye çıkışmışlar adama.
Adam, ancak Sultan’a açıklayacağını söyleyince yaka paça Sultan’ın huzuruna çıkarmışlar. ‘Müsaade buyrun, sebebi vardır, ancak ispat ister, delil şarttır’ demiş.
Sultanım! Herhangi bir havradan (sinagog) rastgele bir hahamı izahsız yaka paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak?
Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında museviler: ‘Ne oluyor, bu ne zulüm? Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim!’ Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, mektup üstüne mektup getirmişler.
Bir hafta dolunca adam ‘Sultanım, artık bırakmak zamanıdır!’ demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu. Bu sefer sultana teşekkürler, hediyeler gelmeye başlamış.
Az zaman geçmiş ki, adam, ‘Aynı işi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırın sultanım’ demiş.
Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka paça alınmış pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış;teşekkürler, şükranlar... Din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine...
Sultan ‘Bitti mi?’ demiş adama. ‘Sultanım! Son bir iş kaldı, sonra hükmünüzü verirsiniz’ demiş. ‘Şimdi nedir isteğin?’ ‘Efendim! Payitahtımız Bursa’nın en sevilen, en sözü dinlenilen, itimad edilen âlimini alınız minberinden!’
Adamın dediğini yapmışlar, Ulu Câmi imamını cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka paça götürmüşler. Ve ne olmuş bilin bakalım? Bir Allah’ın kulu çıkıp da ‘Ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz? Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz!’ gibi tek bir kelam etmemiş; imamın peşinden giden, arayıp soran olmamış.
Geçmiş bir hafta, ‘Nerede imam?’ diye gelen giden yok! Sıradan bir imam tayin edilmiş yerine, ne konuştuğunu kendi kulağı duymayan tam cins biri. Halk halinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta derdest edilen koca âlim için: ‘Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik! Kim bilir ne halt etti de tevkif edildi! Vah vah, acırım arkasında kıldığım namazlara!’
Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup bitenleri. Sonunda padişah çeşmeyi yaptırana sormuş: ‘Ne olacak şimdi?’ Adam açıklamış: ‘Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lazımdır hocadan!’ Ve devam etmiş: ‘Sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle müslümanlara su helâl edilir mi?’ Sultan acı acı tebessüm ederek cevap vermiş: ‘Hava bile haram bunlara, hava bile!’
Aleyhte uydurulmuş fıkralar, yazılar, karikatürler, iftiralar, alaylar, ehilsiz kimselere görev vermeler, ehil kimseleri görevden almalar, yapılan hile ve desiselerin sadece bir bölümü. Âyette bu lider konumunda olan kimselerin halka yaptıkları zulümden bahseder.
Âyet ehli kitabı tarif ederken, tariz yoluyla bu tınette olan kimseleri de uyarıyor. Efendimiz (sav) ümmetinin son zamanlarda İsrailoğullarına çok benzeyeceklerini bildirmiştir. Bu nedenle Ümmeti Muhammed’e direkt söylenmeyip, ehli kitabın şahsında tariz yapılarak hitap edilmektedir. Ta ki Allah’ın habibi üzülmesin.
Nefsin karakterinde genelde iyiliği başkasına emredip, kendini unutma vardır. Nitekim gözler de kendini görmez, başkasını görür. Bu âyetlerden alınarak, iyi olan herşeyi hem yaşayıp hem yaşatma gayretinde olmamız gerekir.
Çünkü âmir Allah (cc). Hepimiz memuruz. Tebliğ yapıyoruz diye memurluğumuzu bırakıp kendimizi âmirin yerine koymamız affedilesi bir suç değil. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu, kendini ilâh sayan haham ve papazların cürmüdür.
Günlük hayatta, insani ilişkilerde bile bu insafsız tutum hoş karşılanmaz. Şöyle ki; bir kimsenin arkadaşına kendi yapmadığı şeyleri emretmesi, beklemesi zulüm, kendi yaptığını ondan beklemesi eziyet, arkadaşından birşey beklememesi fazilet olarak yorumlanmıştır.
İnsana sözün tesiri sadece % 8 iken, beden dilinin yani bizzat yaparak örnek olmanın tesiri % 92 olduğuna göre tebliğcinin herkesten önce kendinin uyması gerekir. Tıpkı Efendimiz (sav) gibi.
‘ البِرُّ ’, ‘geniş hayır’ mânâsına isim; ‘hayırda genişleme’ mânâsına masdar olur ki, esası ‘geniş alan’ demek olan ‘ البَرُّ ’ kelimesindendir. Bundan dolayı geniş, bol bol iyilik etmek demek olan ‘birr’ her türlü iyiliği, her türlü hayrı kapsar.
‘ البِرُّ Dünya ve âhiret işlerinde hayır ameller, güzel muameleler üç kısımdır:
1- Allah’a karşı birr
2- Akrabalığa riâyette birr
3- Çevresindekilere muamelede birr.
Hepsi vefada, ihsanda birleşir.
Birru'l-vâlideyn demek, ana-babaya itaat etmek demektir.
‘ نِسْيَان ’: Zihin zayıflığından dolayı insanın zihninden gitmesi. Yahut gaflet.
Bu âyette nisyan ‘terk’ yerine istiaredir. Kasıtlı veya kasıtsız vahyi gözardı etmek, terk etmek manasındadır.
İnsan gayrını müşahede edebildiği için ayıbını görür. Kendini müşahede edemediğinden kendi ayıbını görmez. Bunun şifası nefsi muhasebe etmektir.
Esasen âyette onların hallerinin feci olduğunu anlatır. Çünkü asi iyiliği emredip kötülüğü nehyetmez. Bu durumu ayetin tezyili اَفَلَا تَتَّقُونَ / Allah'tan korkmaz mısınız? olarak bildirdi.
Enfüs: Nefsin cemisidir. Ruh ile cesetten müteşekkil insanın zatına denir. Bu âyetteki gibi. Arapçada mana genişlemiş, nefs kelimesi bazen şahsı tekit için, bazen bütün, bazen kısım, bazen batıni hisler, bazen kendisinde idrak olan ruh için kullanılır olmuştur..
‘ اَفَلَا تَعْقِلُونَ / Akıl etmez misiniz?’: Nefsinden gafil olmak, salahını, tefekkürü ihmal etmek akılsızlar menzilesine tenzil edilmiştir. Ve lazımı murat edilir. Yani aklın gereğini yapın.
Akıl Cenâb-ı Hakk’ın kullarına ihsan ettiği en büyük nimettir. İnsanı hayvandan üstün kılan özelliktir. Akıl; aklı meaş (yaşayış aklı), aklı mead (sonu düşünme aklı) diye ikiye ayrılır. Aklı meaş hayvanlarda da vardır. Ama aklı mead ancak insana hastır.
Akıl bir makinedir. Hammaddesi bilgilerdir. Bilgiler sahih ve vahiy kaynaklı olursa akıl güzel çalışır, güzel ürün verir. Ama vesvese ve kuruntularla, bâtıl bilgilerle beslenirse, bozuk çalışır, defolu mal çıkarır. Âyette olduğu gibi.
Takvâ sahibi olmayıp da insanlara takvâyı emreden kişi, kendisi hasta olduğu halde, insanları tedavi eden doktor gibidir.
Fenalık emretmektense, iyilik emretmek elbette iyidir. Fakat aklı olan başkasının iyiliğini isterken kendini unutur mu?
Birinci olarak, emr-i bilmâruf ve nehy-i anil'münkerden maksat, başkalarına doğruyu göstermek suretiyle istifadeli olmaktır. Halbuki başkasını irşad edip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşaddan mahrum etmek, başkasını selamete çıkarıp, kendini ateşe atmak demektir.
İkincisi, insanlara va'z ve ders vererek ilmini ortaya koyup da kendisi, kendi emrini, kendi öğüdünü dinlememek, kendini ve ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında bir çelişki olduğu gibi, halkı bir taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan saptırmaktır ki, bu da bir çelişkidir, bunda da bir çeşit karıştırmak vardır. Aklı olan ise çelişkiye düşmez.
Üçüncüsü, söylediği sözün, verdiği nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin olması arzu edilir. Boşuna emir, boşuna gevezelik akıl kârı değildir. Halbuki verdiği emir ve öğüdün tersini kendisinin yapması, onun kıymetini kırmak ve herkesi ondan nefret ettirmektir. Daha açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu evi yıkmaktır ki, bundan büyük budalalık olmaz.
Ayet-i kerime vâizin, âmirin kendi hakkında ciddi olmasını ve öğüt verirken herkesten önce kendini düşünmesinin gereğini anlatıyor. Ve bunun akıl nokta-i nazarından çok şaşılacak şey olduğunu gösteriyor. Buharî ve Müslim'de bu konuda şu hadis-i şerif rivâyet edilmiştir:
Kıyâmet gününde bir adam getirilir, ateşe atılır, ateş içinde değirmen taşı gibi dönmeye başlar. Cehennem ehli onun etrafını çevirirler: ‘Ey falan! Sen bize iyilikleri emreder, fenalıkları yasaklar değil miydin?’ derler. ‘Evet ama, ben size emreder, kendim yapmazdım; sizi yasaklar, kendim yapardım’ der.
Şu halde insan, başkasına öğüt verirken, kendini unutmamalı, ele telkin verip de, kendi zakkum salkımı yutmamalıdır. İrşad (halkı aydınlatmak) için doğru söyleyenler böyle olursa, sapıtmak için eğri söyleyenlerin hali kıyas edilsin!..
İnsan, nasihata önce nefsinden başlamalıdır. Onu kötülükten nehyedip, o kötülüğe son verirse, işte o zaman bu tebliğci hakîm bir kişi olur, nasihati tutulur ve görüşüne uyulur. Öğretmek de fayda verir.
Huzeyfe (r.a.) :
- Hayatta olduğu halde ölü sayılan adamlar kimlerdir? diye soruldu. Huzeyfe:
- Gördüğü kötülüğü eli, dili veya kalbi ile bozup inkâr etmeyen kimselerdir, dedi.
Asr-ı saadette Medine'deki yahudi bilginlerinden bazıları, kendilerine gizlice gelip: ‘Muhammed hakkında ne dersin?’ diye soranlara: ‘Doğrudur, haktır’ derler, Resûlullah'a uymalarını emrederlermiş ve fakat kendileri, emirleri altında bulunanlardan ellerine geçmekte olan maddiyattan mahrum kalmamak için ona uyma arzularını açıklamazlarmış. Bazıları da: ‘Sadaka veriniz’ diye emreder, fakat kendileri vermezlermiş. Diğer bazıları da: ‘Allah'a itaat ediniz, âsî olmayınız’ derler, fakat kendileri sözleriyle amel etmezlermiş. Nihâyet bu âyet münasebetiyle: ‘Namaz kılınız, zekat veriniz’ diyenler olurmuş fakat kendileri hiç birini yapmazlarmış. İşte bunların biri veya her biri dolayısıyle bu âyet nâzil olmuştur.
45- Sabır ve namazla Allah (cc)’tan yardım isteyin (kendinize yardım edin). Gerçi bu namaz, huşu sahiplerinin dışındakiler için ağır bir iştir.
Kitap ehli yeni gelen İslam dinine girmekte zorlandıklarından kendilerine kolaylaştırıcı emirler gelmiş yani onların şahsında bütün insanlığa sabır ve namazdan yardım istenmesi emrolunmuş.
Sabır irade kuvvetidir. Bütün güzel ahlâklar, iyi haller onunla mümkündür. İmanın yarısı sabır, yarısı şükür olduğuna göre bu emir imanın bütününü kapsar. Namaz şükrü temsil eder.
Çünkü hamd-ü senanın her çeşidi namaza dercedilmiştir. Semadaki bütün meleklerin ayrı ayrı ibâdetleri namazda cem edilerek Mirac’ta Efendimiz’e (sav) hediye edilmiştir.
‘ اِنَّهَا لَكَبٖيرَةٌ / O ağır gelir’. Zamir mübhemliğin sembolüdür. Gizemli yapısıyla manayı genişletir. Ağır olan namaz mı, sabır mı, yardım istemek mi? Yoruma açık. Üçü de olabileceği gibi, sabır veya namaza raci olması da mümkündür.
İnsan unutan bir varlıktır. Aczini, zaafını, muhtaçlığını unutur. Kendini güçlü sayar, yardım almayı züll addeder. Yaratıcısına ihtiyacı yokmuş gibi müstağni davranır. Duâ etmekte tembelleşir, üşenir. Oysa Rabbimiz ‘Duâ etmezseniz ne kıymetiniz var?’ (Furkan, 77) buyurur.
Ağırlık, zorluk sabırda mı? Sabır nefsi kırıp, iradeyi kullanıp hakkı, doğruyu kabullenmek ve yaşamak olduğundan kötülüğü emretme kabiliyetinde olan nefse elbette zor gelir.
Günah işlememekte, şehvetin arzularını kırmakta sabır, sevap işlemekte sabır, musibetlere sabır olmak üzere, sabır üçe ayrılır. Nefis hepsinde sabırsızdır.
Ağırlık, zorluk namazda mı? Namaz için Aşur tefsiri ‘Nefsin zindanıdır’ demiş. Gerçekten öyle. Namazda nefsin işine gelen bir şey yok. Yemeyecek, içmeyecek, konuşmayacak. Gereksiz hareketler yapmayacak. Aklına başka şeyler getirmeyecek. Vaktine dikkat edecek, nezih olacak. Nefis için tam bir hapis hayatı.
O kötülüğü emreden nefis, dakikalarca iyi şeyleri emreden âyetleri okumak zorunda kalacak. O insanı cehenneme doğru çeken nefis, cenneti öven âyetleri okumak zorunda kalacak. Şehvet ve gadabtan başka bir tavrı olmayan nefis, günde beş kere şehvetine ve gadabına sahip çıkmak zorunda kalacak. Sabah uykusundan, öğlen işinden, ikindi piyasadan, akşam eğlence cümbüşten uzak kalıp yatsı vaktinde huzura gelecek. Abdest almak da cabası.
Kûfeli Arfece, gündüz beş vaktinin yanına beş daha katmakla kalmaz, gecenin büyük bir kısmını da ibâdetle geçirmeye devam ederdi.
Bir gece yatsıdan sonra ziyâretçiler geldiler. Arfece ise ziyâretçi kabul etmezdi. Meşgul olduğunu, boş vaktinde gelmelerini söylerdi. Ne var ki, annesi bu defâ ziyâretçilerin boş çevrilmesine râzı olmadı, oğlunun izni olmadan ziyâretçileri içeri alıp, gece yarısına kadar sohbet etmelerine sebep oldu.
Gece yarısından sonra giden ziyâretçileri müteâkip uykuya yatan Arfece’nin annesi gördüğü rüyâsını sabah şöyle anlattı:
– Rüyamda büyük bir cemaatle karşılaştım. Dizilmişler, bana şöyle sitem ediyorlardı:
‘Arfece’nin annesi! Bizim imamımıza niçin mâni oldun? Bizi gece yarılarına kadar ibâdetten niçin men edip, imamsız bıraktın?’
Anlaşılan, Arfece gece namazı kılarken, melekler de gelip ona uyar, cemaat olurlarmış. O gece de imamlarını niçin meşgul ettiğini sormuşlar.
Nitekim ashabtan pek çok zat, çölde namaz kılarken sahra dolusu meleğe imamlık etmiş, kuşlar gibi uçup gelen rûhâniler, tek başına sesli ibâdet eden muhterem zâta cemaat olmuşlardır.
✻ ✻ ✻
İmam Gazali İhya’da Kur’an okuma adaplarını sayarken ‘tahsis’ adabını şöyle açıklıyor:
‘Kur’an okuyan kişi okuduğu âyet sırf kendine inmiş gibi kendine tahsis edip ‘Bu âyette benim alacağım ders nedir? Bu âyete göre ben ne yapmalıyım? Ne yapmamalıyım?’ diyerek bütün âyetleri bu minval üzere değerlendirip benimsemeli, önemseyerek okuyup tatbik sahasına koymalı. Bu hakikatı Yüce Allah (cc) iki yüzü aşkın âyet ve çeşitli üsluplarla sık sık hatırlatıyor. ‘Düşünmez misiniz? Akletmez misiniz?’ Yine tefsir usulünde ‘Âyetlerin nüzul sebebinin hususi olması hükmün umumi olmasını engellemez’ kaidesi de, bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Düşünmek için de bilgi gerekir. En zeki insanın önüne bilmediği bir yabancı dili koysalar kırk yıl düşünse bir şey anlamaz.
Kur'an’ı ilimsiz sırf mantıkla anlamaya çalışmak hem tehlikeli, hem yasaktır. Efendimiz (sav) ‘Kur’an’ı kendi görüşüne göre tefsir edenler küfre girer’ buyurmuştur.
Şimdi âyetimize dönelim: ‘ وَاسْتَعٖينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِ ’
Dinimiz iki ana esas üzerinedir: Sabır ve şükür. Bunun için imtihanımız da bu minval üzeredir. Hz. Ömer ‘Ben zengin fakir olmaya aldırmam. Onlar iki binittir. Takdiri ilâhiye göre birinden inip diğerine binerim’ demiştir. Esas olan, imtihanın iki cephesi sabır ve şükür. Âyette sabır, hamd ve şükür nişanesi olan namaz zikredilmektedir.
Her taşıtın, her makinenin bir yakıtı, her canlının bir gıdası olduğu gibi, insanın mânevi dünyasının yakıtı da sabır ve namazdır.
Sırat-ı müstakimde yürümek için sabır ve namazla yardımı ilâhiyi cezbetmek gerek. Cümlede bulunan bağlılık (ilsak) manasına gelen ‘be’ harf-i ceri de bu anlamı pekiştiriyor. Demek ki yardım almak bir gayretin sonucu.
Sabır biraz da zaman
Güçten, öfkeden daha yaman
Dünya, mihnet ve sıkıntı üzerine kurulmuştur. Sıkıntının ise sabretmekten başka çaresi, katlanmaktan başka kurtuluş yolu yoktur.
Belâ gönderdiğim kimseler sabredip insanlara şikâyet etmezse, onlara imanla ölmeyi nasip ederim. Kudsî Hadîs
Âyeti sırasıyla düşünürsek; Rabbilerine kavuşup hesap vereceklerine, ibâdetlerine karşı ödüllendirilip günahlarına karşı cezalandırılacaklarına kesin inanan kimseler, yaptıkları kulluk vazifesinin karşılıksız olmadığına kanaat getirdiklerinden işi ciddiye alıp havf-u haşyet ile, ümitle, sevgiyle seve seve namazlarını kılar, günah işlememek için sabredip irade gösterirler.
İnsanoğlu yapısı gereği karşılığında birşey kazanmayacağı şeyi yapmak istemez. Bu ona çok ağır gelir. Bir kimsenin yaptığı işi güzel, zamanında yapması için o işi sevmesi gerektiğini hepimiz biliriz. Sevmek için de inanmak gerek. Âyette Rabblerine kavuşacaklarına inanan huşu sahiplerine namaz, sabır, duâ zor gelmez, buyruluyor.
Bir gün muhterem hocama sordum:
- Hocam niçin namaz çocuklara zor geliyor?
- Kızım görmez misin, âyette ‘Namaz ağır ibâdettir. Ancak huşu sahiplerine ağır gelmez’ buyrulmuş. Çocukta huşu ne arar?
Allah (cc) arşı taşıyan sekiz güçlü meleği yarattı, ama arşı taşıyamayıp, Rabblerine müracaat ettiler. Onlara ‘Sübhaneke’ duâsını öğretti. Bu sayede arşı taşımaya muvaffak oldular. Namaz da ağır ibâdet olduğundan, hangi namaz olursa olsun Sübhaneke’yi okumak gerekli kılınmıştır.
Efendimiz (sav) ‘Muhabbet benim binitimdir’ buyururken bu hakikate işaret etmiş. Sevilmeden, zoraki yapılan işler yürüyerek hatta sürünerek gitmek gibiyken, seve seve yapılan işler binitle, taşıtla, uçakla yolculuk yapmak gibi seri, kolay, heyecanlı, zevkli olur ve menzile çarçabuk ulaşılır.
Huşu: yüksek saygı demektir.
Zorluklar karşısında yine de solmaz rengi
Dengi olanlar ancak, takdir ederler dengi,
Allah’ın bir lütfudur, her fâni bunu bilmez.
Gönlü zengin olanın, hiç bozulmaz âhengi.
‘Sabır, acıya katlanmak, onu geçirmek için dayanmak ve karşı koymaktır ki, her ferahın, her başarının anahtarıdır. Baştaki darlığın, sıkıntının geçmesi için Allah'ın yardımını celbedecek sebeplerin birincisidir. Sabırsız ruhlar her zaman darlık içindedir. Onların, dünya olaylarına hiç dayanıklılıkları yoktur. Her şey ister, her şeyden rahatsız olurlar. Genişlik zamanında eldeki nimetin kıymetini bilmezler, gözleri daima başkasındadır. Az bir yokluk görünce tahammül edemez, hemen mahvolurlar.
Halbuki dünyada değişmeyen, tahavvül etmeyen hiçbir şey yoktur. Bunun için nefisleri sabra alıştırmalı, insan sabrı alışkanlık edinmelidir. Bu alışkanlık, acıyı bırakmak için değil, def etmek içindir. Ve bunun (yani sabra alışmakla nefsi süsleyebilmenin) en iyi çaresi oruçtur. Oruç insanı, her halde, sabra alıştırır, tiryakilikleri tedavi eder. Bundan dolayı, buradaki sabır, oruç ile de tefsir olunmuştur.
Bununla beraber namazın bu konuda da büyük önemi ve faydası vardır. İnsan yıkanır, temizlenir, ayıplarını, ayıp yerlerini kapatır. Bunları yapmak için emek ve mal da sarfeder. Yüzünü kıbleye çevirerek istikametini (yönünü) tayin eder. Kalbini iyi niyetle doldurur. Gönül buhranlarını, şeytan vesveselerini atarak, ruhunun birlik duruluğunu incelemeye çalışır, bütün uzuvlarıyle ve büyük bir saygı ile tekbirini alır ve ibâdete koyulur. Dünyanın acılarını, tatlılarını şöyle bir tarafa atar, Hakk Teâlâ'ya duâ eder, onunla konuşur. Kur'ân'ını okur, dinler, onun huzurunda hayatın akışını, başlangıcını, sonucunu arz eder. Kıyam etmek, eğilmek, defalarca kapanmak, yine kalkıp doğrulmak, nihâyet oturup dinlenmek ve sonunda selam ve esenliğe ermek...
O anda gaybtan şehadete geçerek, ruhî, bedenî büyük bir nizam ve intizam ile mirac yaşar. Ve bu ulvî manzaralar içinde nefisler, zahir ve batınlarında kaybetmek üzere bulundukları
intizamı yeniden temin ederler. Sabırdaki acılıkları da unutur, hafifletirler. Bütün bunlar ilâhî yardımın celbine aracı olur. Darlıktan patlayacak dereceye gelen nefisler kuvvetlerini, arttırır, sıkıntılarının kolaylıkla geçmesi için imkan bulurlar. Bu sayede yalan dolan, karıştırma, hakkı gizleme, aldatma, aldanmak, düşmanlık, tecavüz gibi zilletlerden, düşüklüklerden kendilerini kurtarırlar ve ilâhî yardımın büyük tecellilerine ererler.
Evet ama, bu sabır, bu namaz, böyle yardım dileme kolay mı? Şüphesiz bu da kolay değil, ağır ve büyük bir iştir ama ancak hâşiîn (layıkıyle korkanlar)e değil, başını öne alıp düşünen saygılı kimselere ağır gelmez, hatta zevk verir, meleke (alışkanlık) olur.
Hâşi', mütevâzi manasına gelir. Aslında boyun eğmek ve zillet manasınadır. Zeccâc şöyle der: Hâşi', üzerinde zillet ve sükûnet alâmeti görülen kimse demektir.
Kıl namazı elin harama salma
Çok yaşarım dünya hep kalır sanma
Beş namaza sarıl gençlik çağında
Ektiğin biçersin cennet bağında
46- O kimseler ki, Rablerine kavuşacaklarını ve O’na döneceklerini yakinen bilirler.
‘Zann’ bazan ilm-i yakîn (kat'i ilim) mânâsına gelir. Galib zan, amelin vacip olduğunu ifade eder. Yarın gelmesi galib zan ile zannolunan bir hayır veya şerre karşı akıllı insan kayıtsız davranamaz. Şu halde sabır ve namaz, galib zan ile hareket edildiği takdirde, insana ağır gelmiyeceği açıklanınca, bunun yakîn ve iman ile hareket edildiği takdirde hiç ağır gelmiyeceği ve hatta katıksız zevk olacağı öncelikle anlaşılır.
Hz. Ömer (ra), Üveys el-Karânî’nin yanına varmış ve:
– Yâ Üveys, bana nasihat eyle, demiş.
– Bu halk seni bilir, tanır mı?
– Evet, bilirler.
– Öyleyse halka kendini unuttur; zira Allah’ın (cc) seni bilmesi kâfidir!
– Yâ Üveys, bana daha nasihat et!
– Yâ Ömer, Allah’ı (cc) bilir, tanır mısın?
– Elbette bilirim!
– Başka şeyler de bilir misin?
– Evet, başka şeyler de bilir, tanırım.
– Diğer bütün bildiklerini unut; zira Allah’ı (cc) bilmen sana kâfidir!
47- Ey İsrailoğulları size ihsan ettiğim bunca nimetimi, sizi insanlara üstün kıldığımı hatırlayın.
Âyet-i kerime, kırkıncı âyetin tekrarı ile başlayıp, İsrailoğullarını adıyla sanıyla şükre, vefaya, insafa, saygıya, kadirbilirliğe davet ediyor.
‘Unutmayın! Siz, evladı yad ellerde uzak kalacak, Rabbini unutacak korkusuyla kırk yıl gözyaşı döküp gözlerini bu uğurda kaybeden, son nefesinde bile en büyük kaygısı neslinin imanını ‘Allah’a teslim olun...’ diye vasiyet eden vefa, sabır, hassasiyet, re’fet, metanet, merhamet, itminan sahibi Yakup peygamberin oğullarısınız. Bunu unutmayın. ‘Eğer biz babalarımızın izinden ayrılmayız’ diyorsanız, bunları gözardı edemezsiniz.
Size bir daha Yakub’un oğulları olduğunuzu hatırlatarak insafa davet ediyorum. Beni hatırlamıyorsanız bari size verdiğim bunca nimeti, fazileti hatırlayın. Size imanınızın pekişmesi için onlarca mucize gösterdim. Hz. Musa gibi ulul azim, cesur, sadık, müşfik bir peygamber gönderdim. Bazen menn u selva gibi ikramlarla, bazen Tur’u üzerinize kaldırıp secde ettirmekle korku ümit arasında med cezir yaşattım. Sonunda denizi size yol yapıp geçirdim. Aynı denizde size zulmeden Fravun ve avanesini gark ettim. Siz bunları hep görüp yaşadınız.
Sonra onların yurtlarını size miras kıldım. Neslinizden hem lider, hem peygamberler getirdim. Zamanınızın en gözdeleri oldunuz.
Bunları size hep Rabbiniz verdi. Onu unutup hevanıza, dünyanıza daldınız. Bari nimetlerimi hatırlayın, düşünün, akledin. İnsafa gelin. Nimetin sahibinin gücünü, şefkatini, şiddetini, celalini unutmayın. Bu nimetlerin sahibi, bu nimetleri alma gücüne de sahip. Alemler üzerine üstün kıldığı gibi, alemlerin en aşağısı da yapabilir.
Şimdi bir taraftan İsrailoğulları'nı nimeti yadetmekle İslâm'a davet eden bu hitabı kuvvetlendirmek ve te'yit etmek, diğer taraftan da geçmişte nail oldukları nimetleri hatırlatmak ve onlardan mahrum oluşlarının sebeplerini zikrederek İslâm dinini kabul ettikleri takdirde o geçmişten daha şanlı bir geleceğe nail olacaklarını, aksi halde dehşetli bir tehdide maruz bulunduklarını, bunların karşısında, düşük menfaatler arkasında dolaşmanın çok vahim (korkunç) olduğunu anlatmak için bir hitap daha yöneltiliyor ki, bu, bir taraftan kısaca bir özet, diğer taraftan bir tafsîl (etraflıca anlatma) başlangıcıdır.
✧ Allah Yahudilerin canını alsın. Allah onlara ölmüş hayvanların iç yağını haram kıldığı vakit bu yağı erittiler, sonra satıp parasını yediler. Buhârî
✧ Evinizi ve salonunu temiz tutunuz! Zira Yahudiler evlerini temiz tutmazlar. (evleri pis pis kokar.)
✧ Efendimiz (sav), ‘tahiyyatta’ sol elini yere koyup üzerine dayanmayı, Yahudilere benzememek için yasaklamıştır.
✧ Biriniz namaza başladığı vakit uzuvlarını kımıldatmasın. Namazın içerisinde Yahudilerin sağa sola meylettiği gibi yapmasın. Zira namaz içinde uzuvları teskin etmek, namazı tamamlayan sebeplerdendir.
✧ Hz. Allah, Yahudileri yok etsin. Çünkü onlar, (gösterilen kıbleyi terk ederek) peygamberlerinin türbelerini kıble edip, ibâdetlerini ona göre kıldılar.
✧ Bizden olmayan kâfirlere kendisini benzetenler de bizden değildir- O halde ey müminler! Kendinizi Yahudiye, Hristiyanlara benzetmeyiniz. Onların tüm adetleri bizim adetlerden farklıdır. Öyle ki, Yahudilerin selamlaşması parmakla, hristiyanların selamlaşması ise el işaretiyle olur. (Oysa Müslümanların selamlaşması ‘Esselamu aleyküm’ demektir.)
✧ Bıyıkları kısaltınız ve sakalı uzatınız; Yahudilere benzemeyiniz!
✧ Allah güzeldir, güzeli sever; temizdir, temizliği sever; lütufkârdır, lütufkârlığı sever; cömerttir, cömertliği sever. Avlularınızı temizleyiniz ve Yahudilere benzemeyiniz.
✧ ‘Ümmetimin yahudilerine selam vermeyiniz.’ ‘Ümmetinin yahudileri kimdir yâ Resûlallah?’ diye soruldu. Efendimiz (sav): ‘Namaz kılmayanlardır’ buyurdular.
✧ Yahudi ve Hıristiyanlara önce siz selâm vermeyiniz ve bir yolda onlardan biriyle karşılaştığınız zaman onu yolun en dar yerinden (kenarından) geçmeye mecbur ediniz.
Yahudiler üç şeyden ötürü bizi kıskanıyorlar;
1. Müslümanların birbirleri ile karşılaştıklarında selamlaşmaları.
2. Duâdan sonra ‘Amin’ demeleri.
3. Rukudan kalkınca ‘Allahümme Rabbena Lekel Hamd. ‘(Rabbimiz, yetiştiricimiz ancak sensin, her türlü hamd-ü senalar sana mahsustur.) cümlesinin söylenmesi.’ İbni Mace
✩ İşte âyet ve hadislerde görüldüğü gibi, nankörlüklerinin, kibir, haset ve taassuplarının feci akıbetine düçar oldular. Adeta dünyadan sürgün edildiler. Vatanları, yurtları kalmadı. Elalemin topraklarına sahip olmak için savaş, zulüm, desiselerine devam edip alemin nefretine, lânetine düçar olmaya devam ediyorlar.
✩ Cenâb-ı Hakk bize bu serüveni anlatıp ibret almamızı, kendimize gelmemizi tariz buyuruyor.
✩ ‘Allah’ın size verdiği değerin kadr u kıymetini bilin, şükrederek artmasını sağlayın. Nimetin sahibini hiç mi hiç unutmayın. Hemcinslerinize saygılı olun. Peygamberinize muti olun. İsyan, nisyan, gaflet, kibir, haset, taassupla Rabbinizi gazaplandırıp perişan olmayın.
✩ Buğz-u ilâhiyi üzerinize çekip iki dünyanızı da mahvetmeyin. Geçenlerden ibret alın ki, geleceğinize ibretlik olmayasınız.
✩ Unutmayın; kimin izini takip ederseniz gideceğiniz yer onun akıbeti olacaktır. Bunun için yüce Allah ‘Şeytanın izlerine tabi olmayın’ buyurdu.
✩ Gerek insan şeytanı, gerek cin şeytanı pusuda. Senin bir açığını, bir gafletini, bir zaafını bekliyor. Düşman uyanıkken uyuma gafletine düşmeyin.’
✩ İsrailoğullarını kendi zamanlarına üstün kıldığı gibi; Biz Ümmet-i Muhammed’i de ahir zamanın üstünü kıldı. Yani onlardan daha üstün, daha faziletli bir ümmet artık gelmeyecektir.
✩ Ayettte geçen hitaptan biz de alınıp, toparlanmalı, birbirimizi uyarmalı, ayağımızı denk almalıyız. Zaten Kur’an-ı Kerim okuma adaplarından biri de okuduğumuz her âyeti sırf bize inmiş gibi algılayıp ona göre okumamız değil miydi?
✩ Bütün hitaplar bize. Kur’an-ı Kerim’de ‘Ey kafirler’ diye hitap eden tek bir ayet var. Tahrim Suresi, 7. âyeti. Duygusallığımızı, alınganlığımızı, hassasiyetimizi bu yola yönlendirelim. İnsanların hal, davranış ve sözlerinden alınıp etkilendiğimizin onda birini Kurânî gerçekler karşısında kullansak, âyetleri benimseyerek, önemseyerek Hayy sırrını göz önünde bulundurarak ‘hakka tilâvetih’ formülüne uygun okusak, bugün bu halde bulunmazdık.
✩ ‘Sakın gafillerden olmayın’ hitabına kulak verip, irkilip uyanalım. Hakk’ın boyasına boyanalım. Âyetlerin lazım melzum manalarını iyi tefekkür edip içindeki mesajları iyi değerlendirelim.
✩ Kınayıp kınanacak hale gelmeyelim. Aksi halde bön, katı, câhil kimselerin düşündüğü gibi âyetleri ‘eskilerin masalı’ diye değerlendirme eblehliğine düşeriz.
Her İnsan Milyarderdir
Ben de mi? diyorsanız,
Evet, evet siz de sâhip olduğunuz inanılmaz servetlerin hepsine bir an olsun dikkat eder ve azıcık düşünürseniz, masallardaki hazineleri çok geride bırakan nice servetlere sâhip olduğunuzu hayretle fark edersiniz. İki gözünüzü yüz milyar liraya satar mısınız? Ya ayaklarınızı kaç milyara satarsınız?Çocuklarınızı? Âilenizi? Bütün vücudunuzu toplayın göreceksiniz ki, onları Rockefeller’in, Ford’ların elindeki bütün altınların toplamına değişmezsiniz! Fakat bunların hepsini takdir edip şükrediyor muyuz?
İnsanla kainat arasında mukayese yapan hatibin verdiği örnek dinleyenleri ziyadesiyle etkiledi. Okuyun siz de hak vereceksiniz:
‘İnsan kendini tanıyabildiği ölçüde kainatı gerçek var oluş hikmetleriyle tanıyabilir. Bedeni itibarıyla insan küçük bir alem gibi görünse de beden ve ruh birlikteliğinden oluşan gerçek mahiyetini dikkate alırsak büyük bir alem olarak düşünülmelidir. Kural şudur: ‘Kainatta ne varsa insanda da vardır.’
İnsan vücudu toprak gibidir; kemikler dağlar, beyin maddeler, uyluk deniz, bağırsaklar nehirler, sinirler ırmaklar, kaşlar toz ve çamur gibidir. Kıllar bitkiler gibidir. Yüzünden ayaklarına kadar vücut bir ülke gibidir; önü kuzey, arkası güney, sağı doğu, solu batı olan ülke. Nefesi rüzgarlar gibidir, kelimeleri gök gürültüsü, sesleri yıldırımlar gibidir.
Gülmesi öğle ışığı, gözyaşları yağmurlar, üzüntüsü gecenin karanlığı, uykusu ölüm, uyanması hayat gibidir. Çocukluk günleri ilkbahar, gençliği yaz, olgunluğu sonbahar, yaşlılığı kış mevsimi gibidir. Hareket ve faliyetleri yıldızların hareket ve dönmesine benzer. Doğuşu ve varlığı yıldızların yükselişi, ölümü ve yokluğuysa yıldızların batması gibidir. Nasıl Kabe’yi tavaf ederken Müslümanlar bir güneş etrafında kendi yörüngesinde seyreden gezegenleri temsil ediyorsa, aynı şekilde insanlar gelişmiş uzay araçlarıyla bile ulaşamayacağı kainatın nice noktalarına hayallerinde ve rüyalarında gidebilirler.
48- Öyle bir günden sakının ki, o gün kimse kimsenin adına bir şey ödeyemez, kimseden şefaat de kabul edilmez, azaptan kurtulmak için bedel alınmaz ve kafirlere yardım da yapılmaz.
Önceki âyette şükre, fikre, kulluğa davet edilmişti. O âyetle bu âyet arasında hazfedilmiş cümleler var. (Vasıtalı kinaye)
Cenâb-ı Hakk onu bizim anlayışımıza, kavrayışımıza, sezgimize emânet ederek devam ediyor. Ta ki aklı saf dışı bırakmayalım, hep hazıra konmayalım, düşünce filizlerini yeşertelim.
‘Size nimetler verdim, üstün kıldım ama bu benim size ihsanım, ikramım. Burada sizin dahliniz yok. Siz bu imtihan dünyasında verilen nimetlerle, gönderilen musibetlerle deneniyor, sınanıyorsunuz. Aksi halde hesabı veremez, mizan terazisinin sevap kefesi ağır getiremezseniz işiniz zor. O zaman hiçbir kimsenin kimseye birşey ödeyemeyeceği, şefaatin, bedelin, yardımın olmayacağı günden korkun. (Zamana isnad, mecaz-ı mürsel)
İnsan dünyada dara düşer, borçlanır, bunalır. Ama birilerinden borç alabilir. Veya adamın adamını bulup halledebilir. Ya da bir bedel, ipotek vs. bulur. Çevresinden yardım isteyip kurtulabilir.
Ama âhirette asla böyle bir şey imanını kurtaramayan kimse için mümkün değil. Neden? Çünkü herkesin o gün malı, mülkü, iktidar gücü, imkanları elinden alınmıştır. Herkes kendi akıbetinden korkmaktadır. Peygamberlerin dahi ‘nefsi, nefsi’ diyeceği bir gündür.
Sonra kendi sevaplarını verip onu kurtarmak istese bu da mümkün değil. Çünkü yeniden sevap işleyip açığı kapatmaya ne imkan var, ne izin.
Orada tek Hâkim Cenâb-ı Hakk. Ondan hiçbir şey gizli kalmaz. Bu nedenle kimse hile, torpil, haksızlık, kayırma, diploma, rütbe, mal, mülk, mevkisi ile bir şey yapma, bir çıkış yolu bulma durumunda değil.
Yardım da olunmazlar. Hiçbir melek, hiçbir görevli de yardım edemez. Onlar Rabbinin buyruğundan asla çıkamazlar. Geri dönüp sâlih amel işlemek istemelerine rağmen izin verilmez. Bu tekliflerin hiçbirinin kabul olmayacağını Rabbimiz (kevni lâhık alakasıyla) bildiriyor. Bu haber bizim için bir nimet, uyarıcı bir şefkat eli.
Nimet verildiğinin hatırlatılmasından sonra o günün dehşetinin anlatılması manidar. Âyetlerde de geçtiği gibi inkarcılar ve fasıklar şöyle şeytani bir fasit kıyas kurmuşlar: Allah bu dünyada bizi zengin edip bol imkan verdiğine göre, bizi sevip, ikram ettiğine göre âhirette de bize cenneti verecektir. Hal böyle iken, ibâdete, taata, nefsini sıkmaya ne gerek var?
Bu fasit kıyas öteden beri dilden dile yuvarlanan, menşei belli olmayan delilsiz, mantıksız bir iftira. Bu konuda tek bir âyet, tek bir hadis mevcut değil. Cenâb-ı Hakk ‘Sadıksanız delilinizi getirin’ buyuruyor. ‘Şeytan sizi Allah’la aldatmasın.’ (Fatır, 5) ‘İnsana ancak çalıştığı vardır ’ (Necm, 39) buyrukları bu fikri çürütmektedir.
Dünyada parasız, pulsuz, gayretsiz bir kulübeye sahip olunmazken, cennette altından ırmaklar akan zümrüt, yakut, ebedi köşklere bedavadan ulaşılır mı? Oraya namzet olanların ibâdet için ayakları şişerken, zamanımız insanının uykudan gözleri şişiyor.
Onlar açlıktan güçlükler içinde karınlarına taş bağlarken, biz çok yemekten habire yağ bağlıyoruz.
Onları Hud suresi yaşlandırırken, bizi dünya gamları kocatıyor. Şimdi bu iki zümreye aynı mükafatı vermek adalet olur mu? O zaman imtihanın bir değeri kalır mı? Bu olay yıllar önce yaşanmış, Kehf suresinde bize ulaşmış. Zengin kibirli kimse sahip olduğu imkanların hiç elinden çıkmayacağını söylerken inançlı zahit arkadaşı onu uyarıyor. Ama o şımarık tavrına devam ederek kıyılmaz bahçesinin, evinin, tarumar olmasını müşahede ediyor. (Kehf, 32-44)
Tarih bu örneklerle dolu.
İsrailoğulları kendilerinin babaları ve dedeleri olan peygamberlerin her halde kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlardı. Bu âyet, bunu reddediyor.
Ey kardeşlerim, sizi tehlike bekliyor. Oranın bir günü elli bin yıldır.
• O gün, bir ürperme ve bir heyecan günüdür.
• O gün, insanın sonunun geldiği günüdür.
• O gün, Kıyâmet günüdür.
• O gün, hasret ve nedamet günüdür.
• O gün, büyük bir gündür.
• O gün, insanların alemlerin Rabbi huzuruna divan duracağı gündür.
• O gün, münâkaşa günüdür.
• O gün, muhasebe günüdür.
• O gün, soruşturma günüdür.
• O gün, zelzele günüdür.
• O gün, bağırıp çağırma günüdür.
Önceki cümle fiiliyye olduğu halde isim cümlesi atıf oldu. Mübalağa ifadesi sübut ve devam ifadesi içindir. Yani onlar daima yardım olunmayacak demektir.
49- Bir vakit oğullarınızı boğazlayıp kızlarınızı hayatta bırakıp işkencenin en kötüsüne sürükleyen Firavun avanesinden sizi ve atalarınızı kurtardığımızı hatırlayın! Bunda Rabbiniz tarafından sizin için büyük bir imtihan vardı.
Cenâbı Hakk verdiği nimet ve faziletleri icmalen hatırlattıktan sonra İsrâiloğullarını tafsilen anlatıyor. (İbhamdan sonra izah itnabı) Ve savundukları geçmiş babalarına yapılan ikramları (kevni sabık alakası) kendilerine yapılıyormuş gibi anlatarak benzerlikleri dolayısıyla ibret alıp kendilerine gelmelerini ikaz etmektedir.
Aynı zamanda (lazım-ı faide-i haber yaparak) onların geçmişlerinin haberleri ümmet-i Muhammed’e çeşitli amaçlarla bildirilmektedir.
Önce genel olarak ‘Size azabın kötüsüyle azap ediyor’ diye bahsedip, sonra icmalen ‘Erkeklerinizi boğazlıyor, kızlarınızı diri bırakıyor’ cümlesiyle açıklamış. (İbhamdan sonra izah itnabı)
Bu büyük katliamı Firavun emrettiği halde, Firavun’un avanesine isnad edilmesi, müsebbebi söyleyip, sebeb kastetmek kabilinden mecazı mürsel olmuş. Şöyle ki; katliamı Firavun emrediyor, avanesi uyguluyor, asıl irade Firavunun elinde olmakla beraber etrafındakilerin onun zulmüne rızâ gösterip, itaat etmesi kınanıyor. Zulme rızâ zulümdür. Onlar bu zulme itaat etmeyip rest çekselerdi, kendi rütbelerini, canlarını, menfaatlerini düşünmeselerdi olayın seyri mutlaka değişirdi.
Firavunu şakşaklayarak, destekleyerek, dalkavukluk yaparak onu kötü işlere yüreklendiren, azdıran etrafındaki avanesi olduğundan bu kötü iş onlara isnad edilmiştir. Çünkü tek başına kimse böyle bir cinâyete cesaret edemez.
Suçlular kadar suça itenler de mesuldürler. ‘Günahkar ve nanköre itaat etme’ (İnsan, 24) ‘Kafirlere ve münafıklara itaat etme’ (Ahzab, 48) emirleri bu gerçeği beyan buyurmaktadır.
Kibir, baş olma sevgisi ne kadar kötü bir ahlâk, ne kadar aşağılık bir duygu ki, saltanat elden gider korkusuyla binlerce masum çocuk öldürülüyor. Kız çocuklarını utanılacak hallere sokuyor. Bir çoğu da bu üzüntüye dayanamayıp hayatını kaybediyor.
Bu duygular bugün de aynı kötülükleri yaptırmıyor mu? Birilerinin petrolüne, imkanlarına sahip olabilmek için binlerce masumun canına kıyılmıyor mu? Her türlü zulüm, işkence, adilik yapılmıyor mu?
Ayrıca erkekleri işten atıp, fonksiyonlarını yok edip, kadınları asgari ücretle işe almıyorlar mı? Korunmasız kalan kızları, kadınları kandırıp, aldatıp, zor durumda bırakıp kendi kötü arzularına alet etmiyorlar mı? Orada burada buldukları zavallı kadınları, kızları ticaret sermayesi olarak kötü yollara sevk etmiyorlar mı?
Merhum Fahri Hocamız bu âyetin yorumunda şunları söylemişti: ‘O zamanın Firavunu yetmiş bin çocuğu öldürdü ama hepsi cennete gitti. Bu zamanın Firavun zihniyetlilerinin ziyan edip fonksiyonunu öldürdüğü, hedefini şaşırttığı, aldatıp boş ve pis işlere sevk ettiği gençlik maalesef cehenneme gidiyor.’
Firavun ilâhlık dâvâsına kalkışmadan önce böyle bir niyette bulunduğunu veziri Hâmân’a açar ve görüşünü sorar. Hâmân şöyle der: ‘Şimdi zamanı değil. Hiç olmazsa yirmi sene sabret. Ondan sonra bu iddiâya kalkış.’
Firavun vezirinin sözünü tutar ve bekler. Yirmi sene tamamlanınca: ‘İşte verilen süre tamamlandı. Kararımı ilân edeceğim’ der. Hâmân, dişini sıkıp bir yirmi sene daha beklemesini söyler.
Firavun yirmi sene daha bekler. Bu sürede sona erince vezirine: ‘Artık bir diyeceğin kalmadı herhalde!’ der. Veziri de: ‘Kalmadı, ne yaparsan yap!’ Dedikten sonra Firavun, kırk sene niçin beklediğini sorar. Hâmân şöyle cevap verir: ‘İlk yirmi sene içinde senin nasıl rezil bir adam olduğunu bilenler hayattaydı. İkinci yirmi senede ise, bilenlerden işitenler sağ idi. Ama şimdi ne bilenlerden kimse kaldı, ne de işitenlerden... Dolayısıyla istediğini yap!’
Bu menfur tutumları karşısında bizler imtihan oluyoruz.
Evlatlarımızı yetiştirirken maddeyi mi, manayı mı, ahlâkı mı, parayı mı, dünyayı mı, âhireti mi, takvâyı mı, şöhreti mi tercih edeceğiz?
Bu durum gerçekten büyük bir imtihan. Çünkü bu zıtların arasında büyük gerginlik yaşamaktayız. Sanki şartlar bizi kötüye zorluyor. Allah’ın bizden istediklerini de az çok hepimiz biliyoruz veya bilmek zorundayız.
Biz bir ikilem yaşıyoruz. Çevremiz, evlatlarımız, duygu ve düşüncelerimiz, zaaflarımız, arzularımız, hevalarımız bizi bâtıla çekerken imtihanda olduğumuzu, Rabbimizi, akıbetimizi ve yanlış tercih yapanların akıbetlerini, Firavun, Karun, Haman gibi diktatörlerin geldiği noktayı, yaptıkları kepazelikleri ve en nihâyet Allah’ın gazabına, lânetine, buğzuna, hışmına nasıl uğradıklarını tefekkür edip imtihanı kazanmayı hedeflemeliyiz.
Büyük acılar, telafisi mümkün olmayan kayıplar kapımızı çalmadan aklımızı başımıza devşirmeliyiz.
Âyet, öncekilerin durumunu mazi fiil yertine müzariyle anlatıyor (kevni sabık alakası) ta ki ibret alalım.
Haya sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde
Ne çirkin yüzleri örtermiş, meğer o incecik perde
Vefa yok, ahde hürmet hiç, lafe-i bi medlûl
Yalan raiç, hıyanet mültezem, her yerde hak meçhul
Ne tüyler ürperir yâ Rab, ne korkunç inkılab olmuş
Ne din kalmış, ne iman,
Din harab, iman türab olmuş. Mehmet Âkif
Rivayete göre; bunlar sınıf sınıf esir, amele gibi ayrılmış ağır yapı yapmakta, yıkmakta, dağlardan kayalar yontup taşlar taşımakta, kerpiç, kiremit pişirmekte, marangozluk, demircilik ve daha bunlar gibi ağır hizmetlerde çalıştırılır, zayıflarına da vergiler konulurmuş.
İmam Râzî hazretleri der ki: ‘İnsanın başka bir el altında ve üzerinde istediği şekilde kullanılabilecek bir halde bulunması, özellikle bu hal içinde bir de ağır, zor, pis işlerde kullanılması azab şekillerinin en şiddetlilerinden olduğunda şüphe yoktur. Piramitlerin yapımı için 150 kiloluk taşları taşımaktan kemik veremi olmuşlardı.İşte Cenâb-ı Allah'ın burada açıkladığı birinci nimet bu kötü azabtan kurtulma nimetidir.’
Fir'avn, Mısır'da Amalika hükümdarının lakabıdır. Çoğuluna ‘ferâine’ denilir. Rum krallarının bazısına Kayser, bazısına Herakl (kral); Habeş krallarına Necaşî; Yemen meliklerine Tübba; İran hükümdarlarına Kisrâ; Türkler'inkine Hâkân denildiği gibi.
‘Âl’ kelimesi ‘Ehl’den alınmış ise de aralarında fark vardır. ‘Âl’, özellikle, kral ve benzeri önemli ve şânı yüksek kimseler hakkında kullanılır. Herhangi bir kimse için kullanılmaz. Meselâ ayakkabıcı ve yularcının âli denmez.
İsrailoğulları'ndan öldürülen çocukların toplamı yetmiş bin veya dokuzyüz doksan bine ulaşmıştı. Buna sebep de bunlardan doğacak bir çocuğun Firavun'un hükümetini yok edeceği hakkında kâhinlerin verdiği bir haber veya Firavun'un gördüğü bir rüya idi. Ne ibrettir ki, bu zulümler bir fayda vermemiş ve sonunda o çocuk doğmuş, Firavun'un kendisine beslettirilmiş, Hz. Musa olmuş ve yine Allah'ın takdiri yerini bulmuştur. Acaba buna gücü yeten Cenâb-ı Allah'ın o kadar masumun kesilmesine izin vermekte hikmeti ne idi?
Muhyiddîn Arabî hazretleri ‘Füsûs’unda şöyle demiştir: ‘Bu çocuklar hep Hz. Musa'ya hayatında imdat olmak ve onun ruhaniyetini takviye (kuvvetlendirmek) için öldürülmüşlerdir.
Çünkü bunların her biri Musa diye, Musa hesabına, Musa için öldürülüyorlardı. Çünkü Firavun ve Firavun ailesi Musa'yı henüz bilmiyorlarsa da Hakk Teâlâ biliyordu. Elbette bunların her birinin alınan hayatı Musa'ya ait olacaktı, zira gaye o idi. Bu çocukların hayatı ise hep fıtrat üzere bulunan temiz birer hayat idi. Nefse ait maksatlarla kirlenmemiş. -Âdem kıssasında açıklandığı üzere meleklerin secdesi devrindeki- fıtrat ve aslî yaratılış üzere bulunuyorlardı. Hz. Musa, Musa diye öldürülen bütün bu çocukların hayatlarının toplamı olacak ve Musa'nın hayatı bunların toplamına denk olacaktı. Her birinin ruhundaki yetenek ve kuvvet Musa'da tecelli edecekti. Demek ki bütün bunlar sağ olsalar ve öyle tertemiz büyüseler, toplamlarından nasıl ve ne kadar bir ruhî kuvvet hasıl olacaksa Musa'nın ruhunun kuvveti ona denk olacaktı.
Firavun'un başındaki orduya karşı, Musa, başlı başına böyle bir ordu idi. Bütün o kesilen çocukların ruhları, Musa'nın ruhunun emri altında idi. Bu da Hz. Musa'ya verilmiş bir ilâhî özelliktir ki, ondan önce peygamberlerden hiçbirine nasip olmamıştı...’
Allah (cc), Îsâ’ya (as) şöyle buyurdu: Ey Îsâ, Vakvak şehrine git, halkını îmâna dâvet et. Zîrâ onlar, benim nimetlerimi yerler, putlara taparlar. Eğer onlarda beş haslet olmasa, azap ederim:
1- Onlar yaşlılara ve kadınlara hürmet ederler.
2- Kadınları, erkeklerine bağlı ve çocuklarını güzel terbiye ederler.
3- Doğru sözlü olup, yalan konuşmazlar.
4- Gelecek için tasa çekmeyip, kendilerine verilen bir günlük nafakaya kanaat ederler.
5- Fazlasını yığmazlar.
Bu beş haslete sâhip olanın, âhirete îmânsız gitmesi uygun değildir. Git, dâvet et; onlar buna hazırdırlar.
50- Sizin için denizi yarıp hepinizi kurtardığımız, sizler bakıp dururken Firavun’un adamlarını boğduğumuz vakti hatırlayın.
Kâinat, sahibinin emrinde. Dilerse lehe, dilerse aleyhe çalışır, dilerse verir, dilerse çeker alır. Dilerse aziz eder, dilerse zelil eder. Dilerse ateşi gül bahçesi, dilerse denizi yol eder. İşte İsrailoğullarına yol olan deniz, Fravun avanesini gark edip boğdu. Hem de düşmanlarının gözü önünde.
Merhum Fahri Hocamız bu âyeti bize şöyle açıklamıştı: ‘Firavun’un kanunları arasında şöyle bir madde vardı: Rabbine asi olanın cezası gark olmaktır. (O kendini Rab ilan etmişti.)
Denizde boğulmak üzereyken Cebrail (as) kendi koyduğu bu kanunu onun gözü önüne getirdi ve öylece boğuldu. Sonra da cesedini kurtardı. Bunun sebebi de halkın onun güçlü bir ilâh olduğuna ve onun yine ölmeyip yeniden hayata döneceğine inanmalarıydı.
Ölü cesedini onlara göstererek bu yanlış inançlarını yıkmıştır. Cesedi şu anda Londra British Museum’da saklanmaktadır. Kıyâmete kadar gelecek insanlara ibret olacaktır. Bu durum Yunus Suresi, 92. âyetiyle açık olarak bildirilmektedir.’
Bir görüşe göre onların geçtiği kısım sazlık bir yer olup devamlı yoğun rüzgar eserek kurutmuş, Fravun avanesi geçerken tekrar onları sarıp, içine alıp boğmuştur.
‘İsaf ’ denilen bu deniz Mısır civarındaki denizlerden birisi idi. Bugünki adı ‘Bahr-i Kulzüm’dür. 'Kızıldeniz’ olarak bilinir. ‘Kulzüm’ şimdiki Süveyş'in yerinde kurulu bir şehir idi. ‘Kulzüm’ esasen yutmak anlamına gelmektedir. Ona ‘Kulzüm Denizi’ denilmesi, bu şehirden ve Firavun'un adamlarıyla birlikte orada suda gark olmasından dolayıdır.
51- Mûsâ’ya kırk gece vade verdiğimiz vakit, o Tur’a gittikten sonra buzağıyı tanrı edindiniz ve zâlimlerden oldunuz.
Yahudilerin dedelerinin yaptıkları kendileri yapmış gibi anlatılıyor. (Kevni sabık alakası) Çünkü onlar da aynı tiynette, aynı fikirde. Ayrıca onlar babalarının yolu üzerine olduklarını söyledikleri için bu ifade uygun görülmüş. Bunca mucizeler görmelerine rağmen peygamberlerinden sonra bir münafık adamın (Samiri’nin) sözüne uyarak dinlerine, peygamberlerine, kurtarıcılarına ihanet ettiler. Bir buzağı taslağını ilâh edindi ve zâlim oldular.
Doğruluk, vefa, kamil bir inanç gaybda da, hazırda da aynı olur. Hiçbir şey o inancı sarsmaz. Oysa bunlar Hz. Musa Tur dağına gider gitmez vaadleri, ahidleri bozdular. Geçmişte ineğe tapanlardan çektikleri işkenceleri unuttular. Tutup ineğin yavrusuna taptılar.
Vaktiyle Firavun ‘Siz zelil kimselersiniz. İneğe tapamazsınız. Ancak ineğin yavrusu buzağıya tapabilirsiniz’ demişti. Onlar da bu sebepten buzağıya tapıyorlardı. Asıl liderin sözünü bırakıp, zâlim ve gözleri önünde helâk olmuş Firavunun sözüne uydukları için de zâlim olmuşlardı.
Hz. Musa onların başına kardeşi Harun peygamberi koymuştu.Onu dinlemeyip, Samiri’yi dinlediler. Ve bunu canlarıyla ödemek zorunda kaldılar. Birbirini yanlış yolda etkilediler. Bu yüzden de zâlim oldular.
Bu kötü halleri sonradan gelen nesillerine de sirâyet etti. Babalarının yolunu yol edindi, doğruya, hakka yanaşmadılar. Soylarını putlaştırıp, o soy dışında kimseye değer vermediler, halen vermiyorlar. İnsanlığı fitne fesada vermeye devam ediyorlar.
Hz. Musa'nın denizi geçtikten sonra Allah tarafından vaad olunan kitap için bir mîkat olmak üzere tayin edilen ve Zilkâ'de ayının başından Zilhicce'nin onuna kadar gündüzüyle birlikte devam eden bir ay on günlük müddettir ki, Hz. Musa bu süreyi Tur'da oruçlu olarak geçirmiş ve nihâyet münâcât ile bizzat ilâhî kelama mazhar olmuş, Tevrat levhaları kendisine inzal buyurulmuştu.
Aylar geceden başladığı için gün ile sayılmayıp gece ile sayılmış ve ‘kırk gece’ denilmiştir. Bunda bir incelik daha vardır; ilâhî tecelliler fecir gibi daima geceleri takip eder. Kara günler de geceden sayılır. İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri der ki; tarikat ehli kırk günlük sülûkü bu âyetlerden almıştır.
Dilimizdeki ‘çile’ tabirinin de aslı yine budur. Farsça kırk mânâsına ‘çil, çihil’ kelimesinden gelir ve ‘kırk’ demektir. İşte Hz. Musa İsrailoğulları'nı denizden geçirdikten sonra Tur'da ilâhî emre uygun olarak çile çıkarırken onlar buzağıya tapmaya başlamışlardı ki, bu ne kadar haksız ve nankörce bir tutumdur. Bununla beraber yine ilâhî affa uğradılar ki, burada işte özellikle bu af nimeti onlara hatırlatılıyor. Bu affın nasıl gerçekleştiği hemen aşağıda ayrı bir nimet olarak beyan edilecektir.
52- Bundan sonra şükredersiniz diye sizi affetmiştik.
Cezalarını canları pahasına öderlerken affa mazhar oldu lar. Bu, şükrü gerektirir.
Bütün musibetleri, işlediğimiz günahlarla üzerimize çekeriz. Cezayı hak ettiğimiz halde affa uğramamız çok büyük bir nimet. Af gelmese ceza gelir. Müebbet hapis veya idamı hak etmiş birinin affedilmesi onun için ne büyük nimet ise, nezdi ilâhide affa uğramak ondan çok daha büyük nimet. (Âyette melzumdan lazıma intikalle mecazı mürsel var.)
Şükredilmesi gerekiyorsa, demek ki ortada bir nimet var.
Âlimlerimiz, mağfiretin cennetten de büyük bir nimet olduğunu âyetlerdeki işaretlerden sezmişlerdir. Çünkü nimetlerden önce af ve mağfiret gelmektedir.
‘Biz ona doğru yolu gösterdik. Artık onun bileceği şey. İster şükredip (inanır), ister nankörlük edip (inkâr eder.)’ (İnsan, 3)
Bu âyetten de anlıyoruz ki, insanın hayatta iki tavrı var; ya verilen nimetlerin ve nimeti verenin kıymetini bilir minnettar olur, şükran duyar ya da nimeti önemsemez beğenmez. Daha iyisini ve daha başkasını isteme hırsıyla, huzursuz, huysuz olur, nimeti de nimeti vereni de görmezden gelir. Bu nankör tavrı onu sevimsiz, asık suratlı, çatık kaşlı, kendiyle dahi barışık olmayan bir hale iter. Kefur vasfını alır. Sevimsizliği ilâhi hüccetle tescil edilir.
Ehli şükür için, kalpte ‘bazı operasyonlar gerek. Öncelikle kibri atıp, tevâzuyu yerleştirmeli. Rabbinin ilmine, kuvvetine, kullarını sevdiğine, verdiği her şeyin ve her hükmün kulun lehine olduğuna yakîn derecesinde inancı kuvvetlendirip tevekkülü arttırmalı. Kendi cüz’i irâdesini Rabbinin külli irâdesine teslim edip, nefsin ağlarından, bağlarından kurtulup hürriyetin geniş meydanlarında huzura kavuşmalı. Rabbini, her gün biraz daha tanımalı, en büyük görev bilmeli ki, sevgi artsın. Sevginin olmadığı yerde hoşgörü olmaz. Sevginin olduğu yerde, kabullenme ve teslimiyet vardır.
İnsan bu gâye peşinde olursa, bütün gönlüyle O’na yönelir. Ona yönelmenin neşesi, bütün benliğini sarar, zevklerin en güzelini tadar, Rabbi ile barışık olduğundan, kendi ile de barışık olur. kendisiyle barışık olan cümle alemle barışık olur. Gazâli ‘İnsanın kalbinde şükür olursa, o şükür dışa yansır ve bu kişi güler yüzlü ve tatlı dilli olur’ tespitini yapmıştır.
Şükür, sözlükte hayvanların bedenlerinde yedikleri gıdanın etkisinin apaçık ortaya çıkmasıdır.
Şükür, Allah’ın nimetinin etkisinin kulun dilinde itiraf ve övgü olarak, kalbinde şahitlik ve muhabbet olarak, organlarında da itaat etme ve boyun eğme olarak ortaya çıkmasıdır.
Şükür, kişinin kendine ulaşan nimeti bilmesi ve bunu çeşitli şekillerde açığa vurmasıdır.
Şükür, nimet vereni, boyun eğerek itiraf etmektir.
Şükür, ihsan yapan kimseyi, ihsanını anarak övmektir.
Şükür, Allah’ın nimet vermesinden dolayı O’nun ihtiyacı olmadığı halde O’nu övmekle lezzet duymaktır.
Hakkıyla Şükür
Resûlullah (sav), yakından bir müfrezeyi muhâbereye gönderirken:
– Ey Allah’ım! Eğer onları sağ sâlim gönderirsen, sana hakkıyla şükretmem üzerime borç olsun, buyurdu.
Çok zaman geçmeden sağ sâlim döndüler. Bunun üzerine Resûlullah (sav):
– Allah’ın bol nimetlerine karşı, bütün hamdler Allah’a mahsustur, buyurdu.
Hz. Ali bunun üzerine:
– Yâ Resûlallah! Siz hakkıyla şükredeceğim buyurmadınız mı? dedi. Efendimiz de (sav):
– Yapmadım mı? buyurdu.
53- Bir vakit Mûsâ’ya doğru yolu bulasınız diye, hakla bâtılı ayıran Tevrat’ı vermiştik.
Peygamberler Hakk’tan getirdikleri ilâhi mesajlarla, semavi kitaplarla kavimlerini doğru yola, hidâyete sevk ederler. Onların doğru yola girmemelerine hiçbir neden yok. Olsa olsa inat, taassub, kibir, haset gibi nefsani engeller olabilir.
Bu engelleri aşmak iradeleri dâhilindedir. Yine âyet öncekilerin hallerini şimdikilerin şahsiyetinde anlatıyor. (Kevni sabık) Çünkü küfür bir millet, kalpler aynı.
Kitap söylendikten sonra Furkan’ın zikri tekit amaçlı Tecrit’tir.
Gelen kitap, Zebur gibi bir duâ kitabı değildi. Hakk ile bâtılı birbirinden ayıran hüküm kitabıydı. Doğru yolu gösterip insanları hidâyete çağırıyordu. İnsanlar ondan bigane olamazdı.Okuyup, anlayıp, mucibince amel etmeliydiler. Bu yüzden âyeti kerime hem kitabı tanıtıyor, hem kitabın geliş amacını açıklıyor. Hidâyete sevk ve teşvik ediyor.
Hz. Musa'nın nesebi; Musa b. İmrân b. Yashir b. Kahis b. Levi b. Yakub b. İshak b. İbrahimdir. Levi soyundan olduğu meşhur olmakla beraber İmrân ile Levi arasında daha fazla kişi bulunması ve silsilede zikrolunan isimlerin bu soyun meşhurları olması da muhtemeldir. Zira Hz. Yusuf'un Mısır'a girmesi ile Hz. Musa'nın Mısır'dan çıkışı arasında dörtyüz sene geçmiş olduğu naklediliyor. Doğrusunu Allah bilir.
‘Furkan’ aslında iki şey arasını kesin olarak ayırmak demektir. Hak ile bâtılı, küfür ile imanı, helâl ile haramı birbirinden kesip ayıran her şeye furkan denilir. İşte bu mânâ ile, Kur'ân'ın özel lakabı olmuştur. Tevrat da esasen hak ile bâtılı ayıran ilâhî bir furkandır. Bununla birlikte alimler şu manaları da vermişlerdir:
Furkan; Kur'ân'ın sıfatı olduğu gibi, Tevrat'ın da bir sıfatıdır.
Tevrat'taki şer'î hükümlerdir.
‘Yed-i beyza’ ve ‘asâ’ gibi mucizelerdir. Hz. Musa’ya verilen zafer ve ferahlıktır.
Burada atıf dolayısıyla furkanın Hz. Musa'ya kitap ile birlikte verilmiş olan başka kudret ve hakimiyet olması da mümkündür. Tur'dan kitap ile dönüp gelmesinde de bunun, hususî bir tecellisi olmuştur ki, gelecek âyet kısmen bunun açıklaması demektir. Şu halde dördüncü nimet Hz. Musa'nın Tur'dan kitap ile gelmesidir.
Ümmetimin dalâlet üzere birleşmemelerini Rabbimden diledim. Kabul edildi. Hadîs-i Şerîf
Yolların en iyisi, Allah (cc)’ın kitabıdır. Yolların en iyisi Muhammed (as)’ın gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü, bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bidatlerin hepsi dalalettir, sapıklıktır. Hadîs-i Şerîf
54- Ve o zaman Musa kavmine: ‘Ey kavmim! Siz buzağıya tapmakla kendinize zulmettiniz. Yaradanınıza tevbe edin de nefislerinizi (kötü huylarınızı) öldürün. İşte bu, yaradanınız katında sizin için daha hayırlıdır’ demişti de Allah (cc) tevbenizi kabul etmişti. Çünkü o tevbeleri en çok kabul eden, esirgeyendir.
Hz. Musa çok üzülüp gadaplandığı halde kavmine şefkatle yaklaşıp tevbekar olmalarını sağladı. Öncelikle buzağıya tapmakla kendilerine haksızlık ettiklerini söyleyerek onlara benlik ve menfaatçilik damarlarından girdi. Ve çözüm üretti, yol gösterdi: ‘Yaratıcınıza tevbe edin.’ (İdmaç sanatı) Nefsinizi öldürün.
Sizi kimin yarattığını düşünün. Şu elinizle yaptığınız zavallı heykele tapmakla ne kadar aptalca bir iş yaptığınızı anlayın. Bu yanlış iş ve inançtan dönün, vazgeçin. Merhamet, kudret, azamet sahibi Rabbinize yönelin. Nefsinizi dize getirin, ıslah edin, öldürün.
Bu; Bâri olan Rabbiniz nezdinde en hayırlı olandır. Rabbiniz tevbenizi kabul edecektir. Çünkü O tevbeleri kabul buyuran rahmet sahibidir.
Görüldüğü gibi âyette Bâri ism-i celili iki kere geçiyor.
Bâri; her şeyin vücudunu birbirine münasip hayat cihazları, unsurları itibarı ile uygun olduğu gibi her şeyin hizmetini ve faydasını umumi ahenge uygun kılan yaratıcı manasındadır.
Bârî, yaratırken ayıpsız ve noksansız yaratan demektir, ki, ‘hâlîk’dan daha özeldir. İlk yaratılışı hatırlatır.
Bütün her şey birbirine mülayim ve birbirine lazım olarak yaratılmış. Bütün alemler sanki bir makine gibi her şey bir şey için, bir şey her şey içindir.
Bâri kelimesinin diğer bir manası da ‘hoşlanılmayan şeye yakın olmamak’ olduğundan, işari olarak; bu çirkin davranışınızdan uzaklaşın, anlamını taşır.
Nasıl olur da herşeyin vücudunu mütenasip, azalarını, hayat cihazlarını, asli unsurlarını nicelik ve nitelik bakımından birbirine uyumlu yaratan Bârii’nize bir buzağı heykelini eş koşuyor, O’nu bırakıp buzağıya tapıyorsunuz?
Söyleyin bakalım Samiri’nin sizin ziynetlerinizi toplayarak yaptığı heykelde, bırakın ilâhlığı bir mahluk özelliği var mı?
Normal buzağılarla karşılaştırın. Hareketi, hissi, büyümesi, tüyleri, ebeveyni, yemesi, koşması, bakması, sempatisi, sevimliliği var mı? Daha mahluk olma niteliğinden uzak bir heykeli nasıl olur da ilâh edinirsiniz?
Hz. Musa Tur dönüşü bu olaydan son derece üzgün ve gadaplı olmasına rağmen kavminin helâk olmasından korkarak onlara mülayim davranıp ikna etme yoluna girdi. Onların yerine vekil bıraktığı Harun’a kızdı. Başını sakalını çekiştirdi.
Samiri’yi, kavmini ayrı ayrı dinledi. Onları bu yanlıştan vazgeçirip yeniden iman etmelerini sağladı ve tevbeye davet etti. Son derece nezaket ve şefkatle onları azarlamadan sevgi dolu ifadelerle ‘Ey benim kavmim. Siz buzağıyı ilâh edinmekle kendinize haksızlık ettiniz’ dedi.
Haydi şimdi sizi eşsiz, benzersiz yaratan, yaşatan Rabbinize dönün, nefsinizi öldürün. Bu, yaratıcınız nezdinde sizin için en hayırlı olandır. O size çok merhametli ve tövbeleri kabul edendir. O sizin tevbenizi de kabul eder.
Hz. Musa ve peygamberlerin hepsi ilâhi terbiyeden geçmiş şehir efendileri, zarif, kibar, samimi, fasih, diksiyon dersini bizzat Allah’tan almış harika insanlardır. Kıyâmete kadar örnek, müminlerin dillerinde yad, gönüllerinde tad, yollarında sirac olarak kalacak, ölümsüzlüklerini sürdüreceklerdir.
Tevbe günah kirinin bir temizlik kurnası
O çeşmeye gel de sil, gönül aynandan pası. M. Necâti Bursalı
Tevbe, yapılan günahların çirkinliğini gördükten sonra, dinde övülen bir hususa rücu etmektir. İstiğfar ise, mağfiret talep etmektir. İstiğfar, tevbeden sonra yapılırsa kabule şayan olur.
İçerisinde istiğfar bulunan bütün duâlara da istiğfar duâsı denmiştir.
İstiğfar, insanın bir kul olarak kendinin, Allah’ın büyüklüğü karşısındaki aczini ve kusurunu bilmesi, Allah’ın her şeye sahip olduğunu anlaması demektir.
✧ Tevbesiz gelen ömür baştan sona can çekişmektedir.
✧ Tevbenin başlangıcı üç şeyi hatırlamaktır:
1. Günahların sonunun çirkinliği
2. Allah’ın azabı ve gücenikliği
3. Zayıflığı ve imkansızlığı
✧ Hata etmek bir şey değil, hata ettiğini unutmak kötüdür.
✧ Bir kimse, kusur, günah işlediği zaman utanmıyorsa, yaşlandığı zaman pişmanlık duyup kötü işlerinden vazgeçmezse ve tenhâ bir yerde olduğu zaman Allâhu Teâlâ’dan korkmazsa, onda hayır yoktur. Câfer-i Sâdık
✧ İyi ahlâklı bir günahkâr ile arkadaşlık, kötü huylu bir âbidle sohbetten benim için daha hayırlıdır. Cüneyd-i Bağdâdî
✧ Tevbekârlarla arkadaş olun. Zîrâ onların kalpleri daha incedir.
✧ Affa, mağfirete, müsamahaya kavuşurum diye günahlardan tevbe etmeyi terk etmek o günahı işlemekten daha beterdir. Tevbe ve pişmanlıkta Allah (c.c.)’ın hoşnutluğu vardır. Ebu Ali Rodbari
❊ ‘ فَاقْتُلُوا اَنْفُسَكُمْ ’ kavlinde mecaz-ı mürsel tevil alakası ile yani ‘ اُقْتُلُوا اَسْلَمُوهَا ’ manasında. Denildi ki nefsinizi öldürmekten maksat, zelil etmek, nefsini gemlemektir.
❊ ‘ فَتَابَ عَلَيْكُمْ ’ kavlinde mütekellimden gaibe iltifat vardır.
55- O vakti hatırlayın ki, siz: ’Ey Mûsâ! Allah (cc)’ı aşikare görmedikçe sana asla inanmayacağız’ demiştiniz de bakar dururken o yıldırım sizi çarpıverdi.
Yaptıkları yanlıştan tevbe edip döneceklerine, Hz. Musa’dan olmayacak şeyler istemeye başladılar. Hem suçlu, hem güçlü tabirine uygun biçimde kibir, küstahlık ve menfaat ihtiraslarını ortaya koydular.
Kıssa âyetleri ibret, kıssa kahramanları semboldür. Bütün nefsi emmarelerin karakteri de aynıdır. Bu nedenle âyetlerden alınmalı, nefsimize pay çıkarıp hayatın akışını değiştirmeliyiz. Şimdi bu âyeti beraberce tefekkür edelim:
Nefis hep ruha baskı yaparak delil ister, itiraz eder, işine gelmezse inkar yolunu tutar; bu olayda olduğu gibi. İstediği delil kendine getirilir, o bununla da yetinmez, küstahlaşır. Aşırı gider, saçmalamaya başlar.Tarih boyu olaylara baktığımızda hep aynı tavırla karşılaşırız.
Gün olur hitap duyar, görüntü ister; kuş eti, helva gelir, o sarımsak soğan ister. Özgürlüğün, vatan, yurt sahibi olmanın kapısı açılır, ‘Biz burada oturacağız, sen Rabbinle git savaş’ der. Taştan deve çıkmasını taleb eder, gerçekleşince deveyi öldürür. Bolluk, kolaylık verilir, ‘Biz böyle yakın seferler istemeyiz’ der. Fetih ister, son peygamberin hasretini çeker, gelince ‘Biz eski atalarımızın peşini bırakmayız’ der.
Bütün bu azgınlıklar, nankörlükler, asilikler gadab-ı ilâhi yıldırımlarını üzerine çeker, helâka düçar olur.
Nefsin cehennemden yaratıldığı, doymaz olduğu anlatılır. Cehennem de öyledir.
Nefis süt emen çocuk gibi, arzularını kesmeden ıslahı mümkün değildir. Arzularının sonu gelmez. Islah edip gemini ele alıncaya kadar, şirretliğini, hile ve desiselerini sürdürür. İnsanoğlunun canı birşey yapmak istemediğinde ipe un serer. Elli dereden elli su getirir. Bilmediği için, anlamadığı, kafasına yatmadığı için kabul etmediğini, yapmadığını öne sürer.
Ama asıl sebep bu değil. Eğer bu olsaydı delil gelince tatmin olur, kabul eder, boyun eğerdi. Asıl sebep heva-i nefs, meyli dünya ve hubbu şöhret.
Bir insanın bir şeye kaygılanması diğerinden kopmasını gerektirir. Bitimsiz arzularından, nefsani heveslerinden, geçici dünya menfaatlerinden kopmadan, kalp, akıl, beden taati ilâhiyeye, rızâ-ı Rahmaniyeye, hayat-ı uhreviyeye bağlanamaz. ‘Hiç kimseye iki kalp vermedik’ âyet-i kerimesi (Ahzab, 4) bu durumu net olarak ortaya koymaktadır.
✽ ✽ ✽
Tefsircilerden bir çoğu bunu, bakıp dururken yıldırım çarpmıştı, ölmüş idiniz, mânâsına anlamışlardır. Halbuki ‘siz de bakıp duruyordunuz’ cümlesi atıf veya hâl cümlesi olarak bilhassa böyle bir zanna meydan vermemek içindir.
‘Ahz’, bakmaya ârız olan bir hal değil, ‘nazar’ (bakmak) ahze mukarin (yakın) olan bir hâl olarak gösteriliyor veya atfediliyor. Nitekim bu yıldırım çarpmasının ayrıntılı olarak açıklandığı ‘Musa, kavminden yetmiş kişi seçti.’ (A'râf, 155) âyetinde ‘onları titreme yakalayınca’ buyurulmuştur.
Vehb hazretlerinden rivâyet edildiğine göre de bunlar ölmemişler, o korkunç hali gördükleri zaman kendilerini bir titreme, bir zangırtı almış, mafsalları kopuyor, belleri kırılıyormuş. O zaman Hz. Musa ağlamış, Rabbine duâ edip yalvarmış, Cenâb-ı Allah da bir açıklık ihsan eylemiş, ondan sonra kendilerine gelebilmişler.
Zikirle meşgul olan kimseye yıldırım dokunmaz.
Hz. Mûsa, kavmiyle dağa yaklaşırken bir bulut direği üzerlerine kapanıverdi. Hz. Mûsa bu bulutun içine girdi ve kavmine de girmelerini söyledi. Bu sırada Allah (cc) Hz. Mûsa ile emir ve yasaklarını bildirerek konuştu. Kavmi de, Allah’ın Hz. Mûsa’ya: ‘yap’ ve ‘yapma’ tarzındaki kelâmını işitiyorlardı.
Bu sırada kavim, Allah (cc)’ı görme duygusuna kapıldılar ve Hz. Mûsa’ya diyeceklerini dediler. Bunun üzerine kendilerini yıldırım çarptı, hepsi ölüler gibi yere düşüp kaldılar.
Bir gün bir gece bu halde kaldıklarından, Hz. Mûsa ağlayarak Rabbine yakardı. ‘Ey Yüce Rabbim! İsrailoğullarından seçkin yetmiş kişiyi, tevbelerinin kabul edildiğine ilişkin şahitlerim olmaları için alıp getirdim. Şimdi gidince onlara ne söyleyebilirim? Çünkü Sen onların seçkinlerini de helâk ettin. Keşke Sen, bunları bugün değil de, buzağıya tapanlarla birlikte helâk etseydin!’
Hz. Mûsa Rabbine durmadan yakardı. Sonunda Allah onları diriltti.
56- Sonra şükredersiniz diye, o ölümün ardından sizi dirilttik.
İsrâiloğulları bu serüveni kitaplarından okudukları için biliyorlardı. Efendimizin (sav) onlara malumu ilam edip (lazımı faidei haber) bildirmesi risaleti tasdik eden bir mucize idi.
Ayrıca âyet öldükten sonra dirilmenin büyük bir nimet olduğuna da işaret ediyor. İnsanlar dünyada birbirine zulmeder, haklarını gasbeder. Irz ve namuslarına halel getirir. Haklarını çoğu zaman savunamazlar, alamazlar, haksızlığa uğrarlar. Dünya hayatında kimi zengin kimi fakir, kimi sağlam kimi hasta, kimi şen kimi perişan, kimi zayıf kimi güçlü. Bunların paydası eşitlenip sabitlenmeli değil mi?
Zâlimden mazlum hakkını almalı, ağlayan gülmeli, üzülen sevinmeli. Bunun için bir mahkeme-i kübra kurulmalı. Öyle bir mahkeme ki; hâkimi bizzat ahkem’ul hâkimin olan Allah (cc) olmalı. Şahidi Resûlullah (sav), yer, gök ve suçlunun kendi azaları olmalı.
Hak yerini bulmalı. Boynuzsuz koç boynuzludan hakkını almalı. Kul hakkından korkup, haramdan sakınıp aza kanaat eden sabır ehli mükâfatını almalı. İbâdet edenler semeresini görmeli. Rahatı rızâ-i ilâhi için terk edenler huzura ermeli. Yanlarını yataklarından ibâdet için ayıranlar atlas yataklarına konmalı.
Ağlayanlar gülmeli. Aşıklar maşuklarına kavuşmalı, gözyaşları dinmeli. Ruh sükun bulmalı, yorgun bedenler dinlenmeli, gönüller muradına ermeli. Bütün bunlar için diriliş, büyük hem de çok büyük nimet olduğundan âyetin sonu ‘lealleküm teşkürün- olur ki şükredersiniz’ şeklinde güzel bir biçimde bitiyor. (hüsnü intiha)
Kural: Sözün güzel başlaması ‘Hüsnü ibtida’ güzel devam etmesi ‘Fasl’ul hitab’, güzel bitmesine ‘Hüsnü intiha’ veya ‘İktidap’ denir.
✾✾✾
Bu kadar nimetten sonra ‘Allah'ı görmeden sana inanmayız’ diye Hz. Musa'ya isyan etmek ne büyük bir küfür ve nankörlüktür. Bu âyet mârifetullah (Allah'ı bilme) meselelerinin en mühimlerinden birini ve insanların alçalış ve yükselişleri ile ilgili ruh hallerinden en dikkat çekici olanını bir cümlede hatırlatıvermiştir.
İnsanlar terakki edecekleri zaman görüşleri ve kalpleri yükselir, idrakleri yalnızca görüntülere bağlanıp kalmaz, akıllarıyla görünebilenin ötesine geçerler. Gaybın hakikatına iman ederler, görülmedik ve işitilmedik saadetlere ererler. Bunun aksine alçalacakları ve çöküntüye uğrayacakları zaman da akılları kalmaz, kalbleri körlenir, gözleri görülebilene saplanır, görmediklerine inanmazlar, inanmak için mutlaka görmek isterler, fenalıktan sakınmazlar, gelecek felâkete de bilfiil başlarına gelmedikçe inanmazlar. Halbuki felâket gelince hükmünü icra eder. Derecesine göre ya ezer, ya imha eder.
Böyle, maddeden başka bir şey tanımayanlar sopasız yürüyemeyen körlere benzerler, mabutlarını da elleriyle tutmak isterler. Bunların gözünde mâneviyat, mâkulat, mücerredat, evham sayılır. Tapmak için, cisim cinsinden put ararlar, bulamazlarsa yaparlar ve ona taparlar. Çünkü insanlarda ibâdet ihtiyacı yaratılıştan gelen bir ihtiyaçtır.
İsrailoğulları'nın bir kısmı da gerek Mısır ve civarındaki görgüleri, gerek henüz yükselememeleri veya tekrar çöküntüye uğramaları dolayısıyla Hz. Musa'ya ‘Allah'ı açıktan açığa görmeyince sana inanmayız’ diye diretmişler, akılsızlıklarından kendilerini Musa ile bir tutup, ‘Sen konuştum, kitap getirdim, diyorsun ya! Haydi bize de göster!’ diye isyana cür'et etmişler, bununla Allah'ı bir cisim gibi, karşılarında bütünüyle görmek istemişlerdi.
Bütün gördükleri nimetler ve o harikalar, akıl yürütmelerine kafi gelmemiş, böyle nankörce bir tutumla, olmayacak hayallere saplanıp kalmışlardı. Bundan dolayı başlarına yıldırım musibeti gelmiş ve bu musibetten de yine Allah'ın rahmeti sayesinde kurtulmuşlardır.
57- Sizi bulutla gölgelendirdik, size bıldırcın, kudret helvası indirdik: ‘Sizi rızıklandırdığımız bu helâl ve temiz olandan yiyin’ dedik. Onlar bize zulmetmedi, kendilerine zulmettiler.
Firavun ve avanesi kızıldeniz sularında boğulduktan sonra Hz. Musa ve inananlar Tih sahrasına geldiler.
İsrailoğullarına Tih çölünde şiddetli sıcaklık, ifrat derecesinde açlık ve susuzluk isabet etti. Bu durumu Musa (as)’a şikâyet ettiler. Allah onlara merhamet etti. Onlara aydınlık olması için gökten nurdan bir direk gönderdi. O nur, geceleri onlar ile yürür ve hareket ederdi. Ayın yerine onlara ışık verirdi. Allahu Teâlâ onların üzerine bir bulut gönderdi. Bu bulut, çok ince ve yağmur bulutundan daha güzeldi. Bu bulut, gündüzleri güneşin sıcağından korurdu.
Sonra israiloğulları, Musa (as)’dan yemek istediler. Musa (as) Rabbine duâ etti. Allah duâsını kabul buyurdu. Gökten inen kudret helvası, kardan daha beyaz, yağ ile yoğrulmuş bal macununa benziyordu.
Üzerlerine kuzey rüzgarı eserdi. Rüzgar, bıldırcınların boğazını keser, karnını yarıp içini temizler, tüylerini yolardı. Güneş de onları kızartırdı.
Kudret helvası, fecrin doğuşundan itibaren tâ güneşin doğuşuna kadar yağardı. Bıldırcın da onlara gelirdi. Herkes kendisine ertesi güne yetecek kadar alırdı. Bir kişi kendisine yetecek şeyden az fazla bir şey alacak olsaydı, o aldığı fazlalık hemen bozulurdu. Cuma günü iki günlük alırlardı. Çünkü Cumartesi çalışma günü değil, ibâdet günü idi.
Dikkat: Biriktirirseniz ya bozulur atarsınız zarar, israf olur. Ya bozulmuşları yersiniz, size zararı olur. Ama bozmadan zamanında fazlasını verirseniz israftan, cimrilikten, tamahkarlıktan kurtulur, itibar ve sevgiye, sevaba mazhar olursunuz.
Âyette de görüldüğü gibi, şartlar ne olursa olsun, kul ne kadar asi olursa olsun Allah (cc) tayin ettiği zaman doluncaya kadar kulunu başıboş ve rızıksız bırakmıyor. (Rızık endişesi uğrunda ilâhi sınırları çiğneyenlerin kulakları çınlasın.) O anki ihtiyacı neyse ihsan ediyor. Her şartta, her ortamda imkan hazırlıyor, lutfediyor. Fevkalade nimetlere mazhar ediyor.
Düşünsenize, suçlusunuz ve bir çölde gözaltındasınız. Görünüşte hayat şartlarınız sıfır. Çünkü gündüz çok sıcak, gece çok soğuk. Yiyecek yok. Bir yere gidemiyorsunuz. Yürüyüp yürüyüp aynı yere geliyorsunuz ve yol alamıyorsunuz.
Rabbiniz sizi unutmuyor, size kahretmiyor, rahmetini esirgemiyor. Bulutları gölge yapıyor. Gece nurlu bir sütun indirerek aydınlatıyor. Gökyüzünden hazır yemek indiriyor. Sizi dağ başında krallar gibi besliyor. Şartlar daraldıkça rahmet genişliyor.
Açık ceza evi suçlularını havadan, sudan, güneşten, gıdadan mahrum etmiyor. Üstelik kırk yıl çocuk olmayıp nesil durdurulduğundan masumlar cezadan muaf tutuluyor.
Alemlere hidâyet olan yüce Kur’an şimdi de cezaevlerine dikkat çekiyor. İnsan suçlu da olsa insandır. Kendisine hayvan muamelesi, insanlık dışı muamele yapılmamalı, zulüm, işkence, hakarete maruz kalmamalı. Haklarında hüküm verilinceye, haklı haksız ayırt edilinceye kadar ehliyetsiz, merhametsiz, zâlim zorbaların eziyetlerine maruz kalmamalı. Kaldıkları yerler havasız, güneşsiz, gıdasız olmamalı.
Çocuklara her türlü suç işleme ortamı hazırlayıp her türlü fırsatları ellerine verip sonra da hapislerde ırzlarını, namuslarını tar u mar etmemeli. Ceza verilecekse bile merhameten insaflı, ölçülü olmalı. Suç bıçaklarını bileyip daha da keskin hale getirmemeli.
Yapılan muamelelerle insanlıktan çıkarıp, şahsiyetleri, haysiyetleri öldürülüp bir daha insanlığa dönme şanslarını yitirmemeli.
Başıboş bırakıp yeni işleyecekleri suçların planlarını yapmalarına fırsat vermemeli. Onları eğiterek, öğreterek, çalıştırarak her sahada sanat sahibi yaparak kabiliyetlerini fark ettirmeli. Ta ki oradan çıktıkları zaman bir baltaya sap olabilsinler. Adap, ahlâk, fazilet dersleri verilmeli ki, oradan çıkınca eski bozuk hayatlarına geri dönmesinler.
Rızık sözlükte devam eden bağış demektir. Çoğulu erzaktır.
Rızkın Kur’an’daki manaları:
1. Dünyaya ve âhirete ait devam eden bir bağış.
2. Canlılara nasip olan şey.
3. Faydalanılan gıda.
✧ Rızık aynı zamanda mânevi nimettir. Hatta Şuayb (as) bunu kendisine verilen Peygamberlik diye anlatmaktadır. (Hud, 88)
✧ Genişlediğin zaman Allah’ı tanırsan O da seni darlık zamanında lütfuyla karşılar. Hadîs-i Şerîf
✧ Rızık istemekte orta yolu seçin. Telaşın manası yoktur. Size ayrılan rızık sizi sizden çok arar. Ama kısmetiniz olmayanı hırsla ele geçiremezsiniz. Hadîs-i Şerîf
✧ İstemeden bir kimseye verilen şey, Allah’ın gönderdiği rızıktır. Hadîs-i Şerîf
✧ Cebrail (as) benim kalbime hiç kimsenin rızkını tamamlamadan asla ölmeyeceğini bildirdi. Buna göre güzel rızık isteyiniz. Hadîs-i Şerîf
✧ Allah’ın taksim ettiği rızka râzı ol, insanların en zengini olursun. Hadîs-i Şerîf
✧ Rızık kapısı mezara kadar açıktır. Allah (cc) kullarını ihtiyaçlarına ve gayretlerine göre rızıklandırır. Hadîs-i Şerîf
✧ Bir kimse câhil iken varlıklı olduğu halde, âlim olunca muhtaç hale düşebilir. Eğer rızık akla ve ilme göre verilseydi, hayvanlar cehâletleri sebebiyle helâk olurdu. İmam Maverdi
✧ En temiz rızık kişinin elinin emeği ile, içinde şüphe olmayan düzgün alışveriştir.
✧ İbni Abbas şöyle demiştir: Bir abid mağarada ibâdet ediyordu, bir karga her gün kendisine ekmek getiriyordu, onda herşeyin tadını buluyordu, abid ölene kadar böyle oldu.
Arap şairlerinden Arve, Halife Haşşam’ın yanında bulunuyormuş. Halife, bir ara şaire sormuş:
- Sen, şiirlerinin birinde: ‘Allah rızka kefildir. Ben nerede bulunursan bulunayım, rızkım beni arayıp bulur!’ diyordun. Madem ki öyledir, o halde caize (bahşiş veya hediye) ümidiyle niçin buraya kadar geldin?
Arve, hiç sesini çıkarmadan halifenin yanından ayrılmış ve devesine binerek köyüne dönmüş. Halife biraz sonra şairin arkasından adam koşturmuş ise de, onu bulduramamış ve câizesini köyüne göndermiş.
Arve, bunun üzerine halifeye bir mektup yazarak:
- Beni yalancı çıkarmak istemenize rağmen, yine de haklı çıktım, demiş. Allah, gördüğünüz gibi rızkımı ayağıma gönderdi.