Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla
O’nun ismi kainatı hazır ola geçiriyorsa, ya kendisi nasıl bir kudretin sahibidir?
Ayrıca isim kelimesi ‘sümuvv’ kökünden yükseklik manasına gelmesi hasebiyle ‘bütün yüksekliklerin sahibi, yani âli, azim, kebir, aziz olanın ismiyle başlarım’ anlamına gelir.
Ya da onun ismini lisanına alan, ona gönülden saygı duyan mümin, bu şerefli ismin tecellisine mazhariyet kazanır.
Yahya ibn Said (ra) anlatıyor. Hz. Peygamber bol sütlü bir deve hakkında ‘Bunu kim sağacak?’ diye sordu.
Bir adam ayağa kalkmıştı ki Hz. Peygamber ‘İsmin ne? dedi. Adam ‘Mürre’ (acı) dedi. Ona ‘otur’ dedi. Hz. Peygamber tekrar ‘bunu kim sağıverecek?’ diye sordu. Bir başkası ayağa kalktı. Ona ‘ismin nedir?’ diye sordu. Adam ‘Harb’ dedi. Hz. Peygamber ‘bu deveyi kim sağacak?’ diye sormaya devam etti. Bir adam daha kalktı. Ona da ‘ismin nedir?’ diye sordu. ‘yaiş’ (yaşıyor) cevabını verince ‘sen sağ’ diyerek müsade etti. (Muvatta -isti’zan 24)
«En güzel isimler Allah’a âittir. O isimlerle O’na duâ edin» (Araf, 180)
Bu âyet-i kerimede zarfın başa geçmesiyle takdim kasrı vardır. En güzel isimler sadece ve sadece Allah’a (celle celâlühû) âit, O’na has, O’na özgü. İsimlerin çok olması müsemmanın kadrü kıymetini bildirir.
‘Hüsna’; ism-i tafdil. Yani en güzel, güzelliği mukayese edilemeyecek kadar güzel isimler o zata mahsus. Cümlenin isim cümlesi olarak gelmesi sübut, devam ifade eder. Dolayısıyla O’nda o güzellik ezeli, ebedi bitmez, tükenmez, sürekli, daima gündemde, daima işlerini devam ettirmektedir. Her iyiliğin, her güzelliğin, her hayrın zuhur ettiği o yüce kapıya bu güzel isimlerle gidip vasıtasız müracat etme fırsatını veren ve bunu yüce kitabında ilan eden Zat-ı Kerime hamdü senalar olsun.
O’nun sadece isimleri değil her şeyi güzel. Cüz söyleyip kül murat edilmiş. Tağlib sanatıyla uyarılmış. O’nu tanısanız tanısanız ancak ismen tanıyabilirsiniz. O’nu tanımaktan nasip almak, ehl-i aşka, ancak Cemâl-i Bari’ye mazhar olmakla mümkün olur. Cemâlini seyre dalan Hakk’a vasıl olanlar da her an ayrı özelliklerini, güzelliklerini fark edip, mestü hayran olacak, gün be gün hayranlıkları artacak.
Maddi aşklarda vuslat olunca aşk biter, merak diner. Ama O yüceler yücesi, güzeller güzelinin cemâliyle daima müşerref olan zatlar aşklarını dindiremeyecek, her an sevdaları artacak. Biz Ümmet-i Muhammed’e o güzel isimlerden yüz tanesini bahşedip Kur’an’ımızın muhtelif yerlerine serpiştirmiş. O yüz ismini bile anlayabilsek, düşünebilsek O’na karşı sevgimiz, ilgimiz, sorumluluk duygumuz, huşumuz her gün biraz daha artar, mânevi boşluklarımız, o isimlerin nuruyla, bereketiyle dolar.
İsim yapan ünlü bir firma ya da ünlü bir kişinin kitleleri arkasından nasıl sürüklediğini görüyoruz. İnsanoğlu bunca aczi, bunca noksanlığıyla biraz gayret ve başarı sonucu böyle bir makam elde ederse, onun bir selâmı, bir kartı, bir telefonu günlerce sürüklenen zor işleri bir anda hallederse, ya Yüceler yücesi bütün mülk ve saltanatın sahibi, her şeye kadir, kimseye muhtaç olmayan yüce Mevlâ’nın isimlerinin açamayacağı kapı, çözemeyeceği düğüm, halledemeyeceği mesele olabilir mi? Ama ahmak insan, O’ndan gafil habersiz, bütün kapıları çalar, bütün şartları zorlar, çaresiz kalır. ‘İşimiz Allah’a kaldı’ gibi küfürvari sözler eder. En son çare Allah’a (celle celâlühû) yalvarmaya başlar.
Oysa ilk önce O’na müracat edip yalvaracak, sonra sebepleri takip edecek. İşlerin hallini sadece ve sadece kainatın sahibinden bekleyecek. Padişahı görmezden gelip de kölesinin elini ayağını öpmeye kalkışmayacaktı. İşte bunun için ‘Duânız olmasa ne kıymetiniz var?’ (Furkan, 77) (şimdi etmeseniz de sonunda duâ etmeye mecbur kalacaksınız) buyurmuştur.
İsm-i Sübhan virdin mi var, bahçelerde yurdun mu var?
Bencileyin derdin mi var, garip garip ötme bülbül.
‘Güzel isimlerle duâ edin’ âyetinden şöyle bir ders almamız da mümkün: Biz aciz, muhtaç, hem de bütün mahluklardan daha fazla muhtacız. Birbirimize ihtiyacımız olduğunda iyi geçinmek ve güzel konuşmak, güzel isimlerle hitap etmek durumundayız ve uyarılıyoruz. ‘Kötü lakaplarla çekişmeyin’ (Hucurat, 11)
Bugün birilerinden güçlü olsak da yarın ona muhtaç olabiliriz. Bu nedenle birbirimizle alay etmek, argo konuşmak, çekiştirmek, lakap takmak gibi adi davranış ve sözlerden uzak durmamız menfaatimiz icabıdır. Aksi halde kendimize kötü akıbet hazırlamış oluruz. Atalarımız ‘tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır, acı söz insanı zıvanadan çıkarır’ demişler. Dili leziz olan, gönüllerde aziz olur.
İşte Rabbimiz bize metod öğretiyor, yol gösteriyor. Birilerine ihtiyacınız olduğu kesin. O halde O’nun hoşlanacağı isimlerle O’na ihtiyacınızı arzedin. ‘fed’u’ davet manasına da gelir. İnsanları hayra, iyiliğe, sevgiye, insafa, işe, ilme, namaza, ibâdete, camiye, cemaate davet ederken hep güzel isimlerle, tatlı hitaplarla davet etmemiz işâreten beyan oluyor.
Cenâb-ı Hakk’ın ‘En güzel isimler’diye altını çizmesi çocuklara isim koyarken nasıl bir yol takip edeceğimizi gösterir. Başka isimler aramayalım, zati isimler olan Allah, Rahman, Halık, Ehad isimleri haricinde diğer sıfat isimleri en güzel isimlerdir. Bunlarla isim vermemiz teşvik ediliyor. Yukarıda verdiğimiz zat isimleri de başına abd (kul) getirilerek izafetle yine kullanılabilir. Abdullah, Abdurrahman gibi.
İsim koymak ebeveyn için çok mühim bir görev ve mesuliyettir. Olur olmaz isim koymak yasaklanmış, bizzat Rasulullah tarafından uygunsuz isimler değiştirilmiştir. İsimlerin müsemmalar (isim verilenler) üzerinde etkileri vardır. Bunu göz önünde bulundurarak isim vermelidir.
Mesela Kur’an’da geçiyor diye kezban (yalancı), bura (helâk) gibi isimler konulmaz. Ya da sırf kulağa hoş geliyor diye Funda (bunak kadın), Can (cinlerin babası) gibi isimler konulmaz. İsim koyarken esmaül hüsnadan, Resûlullahın (sallallâhu aleyhi ve sellem) isimlerinden, ehli beytin, ashabın isimlerinden koymak gerekir ki feyz alınsın.
Canlı bir örnek vermek gerekirse hocamızın muhterem pederleri Ethem Efendi hayranlıkla okuduğu Tefsir-i Kebirin müellifi Fahreddin Razi’yi düşünerek ‘Oğluma bu âlimin ismini koyayım da âlim olsun’ demiş. Ve gerçekten 21 yaşından 86 yaşına kadar durmadan dinlenmeden ilimle uğraşan, ümmete, serapa faydalı olan sadaka-i cariye bir evlat nasip olmuş.
O, lafza-i celal... O, zata mahsus özel isim... O, bütün isimleri bünyesinde taşıyan sedef... O, aşıkların virdi zebanı... O; zatından başka kimsenin isimlenmediği ve asla isimlenmeyeceği Vacibu’l Vücud’un en özel, en kapsamlı ismi. ‘Hiç O’nun adaşı olan birini biliyor musun?’ (Meryem; 65) Kul ‘Allahımın adıyla’ dediği zaman, bütün akan sular durur, yeter ki samimi söylesin.
Nâil olmak istediğimiz her güzel işin başında, endişe duyduğumuz her güzel konuda, Yüce Sultânın en büyük âyetleri okunur, O’nun yüce isimleriyle başlanır. Bu sâyede, korku ve endişelerimiz diner, ümitlerimiz yol bulur, rûhumuz inkişaf eder.
Aşkın ve muhabbetin yaratıcısı, yaşatıcısı ve mercii olan Mevlâ-i Müteal, Bakara’nın sonuna derç ettiği bu hıfz-u eman âyetlerine bir aşk adayı gözüyle baktığımızda, bütün isimleri derûnunda saklayan ‘Allah’ ismiyle başlaması dikkatimizi çeker. Ez-Zâhir ismine remz olan bu zâhir (hem de en zâhir) ismi ağızlara tad, gönüllere şifâ sunuyor.
Lisanımız, bu isimle bereketleniyor. Bu ismi söylerken, içimizin rahatladığını, gönlümüzün berraklaştığını, rûhumuzun sükûn bulduğunu hissediyoruz.
Gaflet uykusuna dalan nefsimiz dâhi kıpırdanıp depreniyor, etkileniyor; O Yüce Zâta karşı yaptığı hatâları düşünüp pişmanlık duyuyor. ‘Ben, O Yüce kerem sâhibi, O Aziz kudret sâhibi Zât-ı zü’l-Celâle nasıl olmuş da âsi olup, buyruğunu tutmamışım, O’nun koyduğu sınırları aşmış, O’nu gücendirmişim. O Âlemlerin Rabbi karşısında, beni görüp duruyorken, sözlerimi işitirken, cansız cemâdat, şuursuz hayvanat dâhi O’nun buyruğundan bir lahzâ ayrılmazken, ben O Yüce Zâta hangi cüret ve hangi cesâretle isyan ediyorum?’ diye hayıflanır; yaptığı azgınlıklara pişman olup, göz yaşları döker.
Dilindeki ‘Allah’ virdi, onu halden hâle sokar. Gafletin kuyularından, isyânın korkunç uçurumlarından kurtaran sağlam bir kulp olur. O sağlama kulpa sarılır, sarıldıkça korunur, korundukça arınır; günah vâdilerinden kurtulur.
Şâirin: ‘Allah de, bâki her nefes; pes gayrıdan ümidi kes’... çağrısına kulak verir. Anlar ki, Rabbisine karşı olan her günah, her isyan, her gaflet, kendi hürriyetini kısıtlayan bir zincirmiş.
Lisânı ‘Allah’ ismiyle bitimsiz bir zevkle meşgulken, gönlü mevlâsını râzı etme sevdâsıyla yanar. Hayatının bundan sonraki bölümünde, ‘Hayyu’l-Kayyum’ olan kâinatın sâhibini gücendirmeden geçirmeye kesin karar verir. Zikrin ritmine ayak uydurur; sırât-ı mütakîm deryâsına yelken açar.
Artık hedefi tekleşmiş, tevhid rûhu belirip, kul gerçekte ‘Lâ ilâhe illâ hû’ (O’ndan başka ilâh yok)’ demeye başlamış, ‘yazık etmişim ömrüme; bunca yıldır O’ndan gayrı için sevinip, O’ndan gayrı için üzüldüm, değer miydi?
Gayretim, göz yaşlarım, kıymetli vakitlerim boşa geçmiş. Ömrümün sayılı günlerini, sayısız günahlarla zây etmişim. Mârifetullahla süslemem gereken gönlümü, faydasız bilgilerin mezarı hâline getirmişim.
‘Allah’ ismi Rabb Teâlâ’ya mahsus alemdir. Onun ism-i Azâm’ı olduğu da söylenmiştir. Çünkü bütün diğer isimlerle mevsuftur. Nitekim Haşr Sûresinde Hüvallahüllezi la ilâhe illa hu, el melikül kuddüs-üs selâmül.. şeklinde tüm isimler ona sıfat olmuştur. İbni Kesir
Allah, ihsan eden, ceza veren, mükâfatlandıran, kahru galebe sahibi, 99 ismini içinde cem eden.
‘Allah’ ismi Allah’ın en büyük ve en şumullu ismidir.
Allah’ın ilâhi sıfatlarını, rububiyetinin na’tlarını ifade eden ve hakiki varlığa konulmuş tek isimdir.
Mürtecel bir isimdir. Mâbud’u bil Hakk’tan başkasına konulmaz.
‘Allah’ isminin ‘ve-le-he’ kökünden türediği söylenmiştir. Bu kökten olursa kullarının kalbini kendine bağlayan demektir.
Eğer ‘i-la-he’den türemişse mana, kullarının kalplerinin kendisine yönelip bağlandığı zat demektir.
‘Allah’ lafzı birdir, tesniyesi, cemîsi yoktur.
Bir kere ‘Allah ’ dese aşk ile lisan
Dökülür cümle günah, müsl-ü hazan
Bu isim lugat yönüyle de;
Kendisine bütün varlıkların kulluk ettiği,
Her varlığın kendisine iltica ettiği,
Her varlığa mekan ihsan eden,
Her feryadın imdadı ve
Sonsuz ilim, kudret, rahmetinde varlıkların hayrete düştüğü zat anlamındadır.
Besmeleyi bu açıdan düşünüp, her hayırlı işte söylersek, bu güzellikleri sık sık hatırlar, mutlu oluruz. Besmelede geçen üç mübarek esmanın nurları, tecellileri ruhumuzu sarar. Menfi enerjilerimizden sıyrılır, kendimizi kuş gibi hafif hissederiz.
‘Allah’ ile ‘ilâh’ arasındaki fark: ‘Allah’, Zât-ı mukaddesin özel ismi. Mânâsı mâbudun bi’l-hak. ‘İlâh’ ise, Allah’a da, gayrıya da konulan bir isimdir.
Besmele’de ‘Allah’ ism-i celilinin başta olması, tahsis içindir. Yani ‘Yalnız senin isminle başlarım’ anlamına gelir.
‘Allah’ kelimesinin aslı ‘el-ilâhe’ dir. Bu, altı harftir. Bu kelimeyi ‘Allah’ kelimesi ile değiştirince geriye dört harf kalr. ‘hemze – lâm – lâm – hâ’. Hemze, boğazın en alt tarafından, ‘lâm’ dilin kenarından, ‘hâ’ ise hemze gibi boğazın alt tarafından çıkar. Bu çok ilginçtir. Çünkü boğazın en alt tarafı, harflerin telâffuzlarının başlangıcıdır. Sonra bu iş, yavaş yavaş dilin kenarına varıncaya kadar yükselir. Sonra boğazın içinde bulunan ve nefesin mahalli olan ‘hâ’ harfine doğru dönüş yapar.
Kul da böyledir. İlk hâli olan tanımama ve cehâlet durumundan yola çıkar, sonra yavaş yavaş kulluk makâmlarına yükselir, böylece gücünün yettiği, üstesinden gelebileceği mertebelerin en sonuna ulaşır ve mükâşefe âlemine girer. Tevhid denizinde fâni oluncaya kadar, ilâhi nurlar yavaş yavaş ona dönmeye başlar ki, bu da ‘nihâyet başlangıca dönüştür’ sözüne işâret etmektedir.
Bütün eşya esmanın, bütün isimler ise zatın mazharıdır.
Kimin kalbinde ‘Allah’ olursa, iki cihanda Allah onun yardımcısıdır. Eğer kalbinde Allah’dan gayrısı olursa, iki cihanda Allah onun hasmıdır.
Her Cumâ günü, bin kerre ‘Ya Allah’ diyen kimse, evliya zümresine dâhil olur.
Cumâ günleri, taharet-i kâmile ile -ki gusül abdesti almaktır- Cumâ namazından evvel, yüz kerre ‘Ya Allah derse’, ne gibi dileği varsa matlûbuna nâil olur.
Her gün bin kerre ‘Ya Allah’ derse, ilme’l-yakin'e yükselir, kalb-i selime nâil olur.
Bir hastaya iki yüz kerre Ya Allah okunsa, eceli gelmemişse şifaya kavuşacağı muhakkaktır.
Şam’da, zâtın biri mescitte oturuyordu. Açtı... Kalbinden: ‘Ne olurdu, İsm-i Âzâm duâsını bilseydim, dedi.’
O anda iki şahıs göründü. Yanına gelip oturdular. Biri diğerine sordu:
− İsm-i Âzâmı bilmek ister misin?
− İsterim.
− O halde ‘Allah’ de.
− Ben bunu içimden her zaman söylerim...
− Hayır öyle değil. O’nu söylemek istediğin zaman, kalbinde O’ndan başkası olmayacak.
Daha sonra yanından ayrıldılar ve semâya doğru yükseldiler.
‘Rahman’: Yarattığı bütün varlıklara ivezsiz, garezsiz, ayrımsız her birinin her türlü ihtiyacını gideren, merhametlilerin en merhametlisi .
Bu dünya imtihan yeri olduğundan, mümin, kafir, münafık aynı nimetlerde müşterektir. Herkese âdeta ‘hodri meydan’ denilmiştir. Kimi elindeki imkanlarla şükür yolunu, kimi de küfür yolunu tutar. Kimi pişman olur, kimi hak yolda sabit kalır. Ama imtihan sonuçları haşirde açıklanacağı için dünyada herkese insan muamelesi yapılır.
Rahman olan yüce zat kimsenin havasını, suyunu, ekmeğini, aşını kesmez. Hatta âhirette nasibsiz olana dünya imkanlarını açar da açar. Maalesef nankör insan, bu ihsan ve ikrama karşı minnettar olacağına isyanını, şımarıklığını arttırır. «Yaşantıları onları şımarttı.» (Kasas, 58) Yığın yığın nimetleri Karun gibi kendinden bilir, azar da azar.
Ama yüce Rahman kullarına kötülüğe karşı iyilikle muameleyi emrettiği gibi, Zât- ı âlisi de şaşkın, zavallı kendini bilmezlere öyle muamele eder. Onlara sıhhat, imkan, makam, mühlet, serbestlik verir. Rahmetiyle, sabrıyla, keremiyle ellerinde fırsat varken dönmelerini, tevbe etmelerini ister.
Hatta Rahmâniyetinin eseri olarak, gerçekten tevbe edenlerin geçmişteki günahlarını sevaba çevirmeyi bile vaad eder. (Furkan,70) ‘Tevbe eden benim sevdiğimdir’ diye teşviklerin en kalitelisi ile tevbeye davet eder. Affını, mağfiretini, merhametini sık sık gündemde tutar.
Besmelenin daima gündemde tutulmasını istemesi de kullarına sık sık merhametini hatırlatarak, isyanı terk edip Rablerinin rahmetine koşmaları ve O’ndan asla ümit kesmemeleri için değil mi? Her şey zıddını hatırlatmaz mı? Merhamet gadabını ve gadabına sebep olan davranışları, onlardan vaz geçilmesini çağrıştırmaz mı?
‘Rahim’: Bu isim, dünyadaki rahmetini iyi değerlendirenlere ödül olarak ebedi rahmet müjdesi ifade eder. Çünkü bu siga devamlılık anlamı taşır. Oysa dünya fâni, devam öbür tarafta.
Rahmandan sonra Rahim, biz kullar için kâr üstüne kârdır. Ebedilikle, türlü nimetlerle, bitimsiz zevklerle, cennet ve cemâlullah ile müjdeleniştir.
‘Rahim’ ismi Kur’an’da 114 defa geçer. Bunlardan sadece üç yerde tek başına kullanılmış, diğer yerlerde farklı isimlerle terkip halinde gelmiştir.
Bismillah celal sıfatına, Rahman ve Rahim cemâl sıfatına delâlet eder.
Rahman’da umumi mana, Rezzaku’d dünya; Rahim’de hususi mana; bütün müminleri özel merhametiyle bağışlaması manası vardır.
Rahman Rahim’den daha mübalağalıdır. Çünkü Rahman’ın lafzı ve manası müteaddidtir. Rahim ise sadece manası müteaddid olur, lafzı olmaz.
Rahman ve Rahim biri diğerinden ince olan iki sıfat. ‘Zü rahmetin / Rahmet sahibi’ manasında tekit için gelir. Besmele’de ikisi cem edilmiştir. İbni Abbas der ki; ehl-i rağbetin kalbi mutmain olması için biri diğerinin ardından gelmiştir.
Ey akıl, nasıl da delinmez küfen?
Ebedi oluşun urbası kefen!
Kursa da boşluğa asma köprü, fen;
Allah derim, başka hiçbir şey demem! (N.Fâzıl)
Hamd, salat ve selâmla... Her şeyin yaratıcısı, sahibi, Hakim-i ezeli, ebedi Kadir-i mutlak kainata hitab ediyor:
‘Ey, benim ahsen-i takvimle yaratıp yaşamaları için gerekli olan her şeyi temin ettiğim kâinat sâkinleri! Size bir teminat kartı veriyorum. Onunla istikameti bulur, onunla müşkülleri çözersiniz. Onunla geçilmez yollar geçilir, aşılmaz yollar aşılır. Onunla bütün kainatla tanışır, birlik bahçesinde uhuvvet gülleri derersiniz. Onunla bereketlenir, onunla rahmete erersiniz. Onu bütün kâinat tanır. O en yüce rütbenin simgesi...
Onun önüne geçecek, onu aciz bırakacak, onun kahr-ı galebesinden kendisini kurtaracak kimse yoktur. O; herşeyin, herkesin yegâne muhtaç olduğu zatın bütün mevcudata armağan ettiği hayat iksiri... O; bütün esmanın sedefini bünyesinde taşıyan, Kebirü’l Mütealin her yerde geçen kartı...
O ‘Bismillâhirrahmânirrahim’... Onsuz hiçbir iş bitmez. Bitse de kimseye faydası yoktur. O her şeyin anahtarı... O kainatın şifresi... O rahmet madeni.’
Bugün besmelenin sırrına yol almak daha da kolaylaştı. Şifresi elinde olan herkes internet vasıtasıyla istediği siteye girebiliyor, istediği ile görüşebiliyor. Dünyanın neresinde olursa olsun elindeki kartla nakit çekebiliyor. Nakit miktarı ne kadar fazla ise o kadar alma imkanına sahip.
İnsan zayıf aklı, cüzi iradesiyle, gayreti, çabası, imkanı nisbetinde şifrelerden yararlanıp bazı isim ve rakamlarla işini en kısa, en kestirme yoldan halledebiliyorsa; bir düşünelim!
Ezel ve ebed sultanının bütün kudret ve kahrı galebesiyle kainata verdiği şifrenin tesirini anlamak zor olmasa gerek. Varlıklar bu şifreden samimiyeti, acziyeti, mahviyeti, tevâzusu ve ihlâsı nisbetinde nasiplenir. Hele bütün mevcudattan aciz olan ve bitimsiz ihtiyaçlarla mübtela olan insan, bu mübarek şifreye her varlıktan daha fazla muhtaçtır.
Bir Başka Açıdan
Besmeleye kurallar zinciri ile baktığımızda büyük bir rahmet deryasıyla karşılaşıyoruz.
Allah’ın adıyla başlaması, İslâmın âdâbındandır. Bu âdâbı, ilk nâzil olduğu ittifakla kabul edilen Kur’ân-ı Kerimin: «Rabbinin adıyla oku» âyetinde Allah (celle celâlühû) Peygamberine (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiy sûretiyle tâlim etmiştir. Bu edep düsturu: «Evvel, âhir, zâhir ve bâtın O’dur.» (Hadid, 3) âyetinin muktezâsıdır.
Her varlık, varlığının sırrını Vâcibü’l-vücut olan Allah’dan (celle celâlühû) alır. Şu halde her şey onunla başlar ve her başlangıç, her hareket, her yöneliş O’nun ismiyle olur. Allah’ın (celle celâlühû) Rahmân ve Rahîm sıfatları, rahmetle ilgili bütün tecelliyatı ihtivâ ettiği için, başlangıç olan Besmele’de kendisini bu sıfatlarla tavsif buyurmuştur.
Besmelenin manası: Her şeyden önce Allah’ın ismiyle ve zikriyle başlarım. Bütün işlerimde O'ndan yardım isterim. Ben yardım talibiyim, O herşeye kadirdir.
Besmele, Kur’an sûrelerinde yer alan âyetlerin bir parçası değil, bağımsız ve başlıbaşına bir âyettir. Sûrelerin birbirinden ayrılması ve ilk başlangıçta teberrük (bereket istemek) için konulmuştur. Kur’ân-ı Kerimin mevzuu, mücmel olarak Besmele’de mevcuttur.
Besmele tam bir âyettir. İstiâzenin (euzü’nün) Besmeleden önce gelmesinin hikmeti, namazdan evvel tahâret gibidir. Kalbi güzel şeylerle süslemeye başlamadan önce, kötü şeylerden temizlemek, mâsivâdan tecerrüd edip tümüyle Allah’a yönelerek, Allah’dan başka her şeyden bütün yönleriyle ilgiyi kesmek içindir.
Besmele ile başlamak demek, Allah’ın (celle celâlühû) birliğini anmak ve O’na karşı gereken edep dâiresinde İslâmi esasların ilk rüknünü îfâ etmek demektir.
Allah (celle celâlühû), bizi katl ve savaş için yaratmamış; ancak fazl ve ihsan için yaratmıştır. Bu yüzden işin önemini daha iyi anlayalım diye Allah (celle celâlühû), savaş âyetinde Besmeleyi anmamıştır.
Besmele, Kur’anın anahtarıdır. Levh-i mahfuzda Kur’anın yazdığı ilk şeydir. Hz. Âdem’e (as) ilk inen âyet de Besmeledir. Hz. Âdem Besmele inince ‘Zürriyyetim Besmele’yi okuduğu sürece azaptan kurtulur’ buyurmuştur.
Daha sonra Besmele göğe çekildi ve ikinci defa yeryüzüne Hz. İbrâhim zamanında indirildi. Hz. İbrâhim Nemrud tarafından ateşe atıldığında Besmeleyi okudu ve ateş kendisine zarar vermedi.
Daha sonra Besmele yine göğe kaldırıldı ve üçüncü defa Hz. Süleyman’a indirildi.
Hz. Süleyman’dan sonra tekrar göğe kaldırıldı ve son olarak Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) indirildi. Kıyâmete kadar da devam edecektir.
‘Bana öyle bir âyet indirildi ki Dâvut oğlu Süleyman’la benden başka kimseye indirilmedi. Bu Bismillâhirrahmânirrahim’dir.’ Hadîs-i Şerîf
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), İslâmın ilk yıllarında Besmeleyi Kureyş hattı ile ‘Bismikallahümme-Senin adınla başlıyorum Allah’ım’ şeklinde yazmıştı. Ne zaman ki, «(Nuh) dedi ki ‘Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah’ın adıyladır. ‘Bismillâhi mecraha ve mürsaha’» (Hûd, 41) âyeti nâzil olunca Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Bismillah’ demeye ve yazmaya başladı.
Daha sonra, «De ki:İster Allah deyin ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O’na hastır.» (İsrâ, 110) âyeti nâzil olunca, Resûlullah (sav) ‘Bismillâhirrahmân’ şeklinde yazdı.
«Mektup Süleyman’dandır, Rahmân ve Râhim olan Allah’ın adıyla (başlamaktadır)» (Neml, 30) âyeti nâzil olunca Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) artık Besmeleyi bu şekilde kullanmaya başladı.
Buradan anlaşılıyor ki, Besmelenin cüzlerinin hepsi Kur’an’dadır. Bundan dolayı onu Kur’an’dan saymamak, Kur’an’a dil uzatmaya sebep olur.
Hz. Peygamberin Besmele yazma sünneti tüm ümmeti tarafından devam ettirilmekte, bugün pek çok kitabın önsözüne, dilekçelere, diplomalara Besmele yazarak başlanmaktadır. Meşhur bir Alman filozofu da bir şeref olarak diplomasına Besmele yazdırmıştır. Bu diploma da şu anda bir Alman müzesinde korunmaktadır.
Her hâdise Bismillah’la meydana gelir. Kıyâmet de Besmele’yle kopacak, Cennet-Cehennem Bismillah’la kurulacak, müminler ‘Bismillah’ dediklerinde cennetin kapısı açılacaktır. Âlem, Besmele’yle başladığı gibi Besmele’yle bitecektir.
Tek neşe bu dünyada var olmanın sevinci
Ve tek ilim, varlığın bilinmeden bilinci. (N.Fâzıl)
Be: İlsak (bağlantı)
Allahım! Senin isminle, sana bağlanarak bütün acziyetimi itiraf ederken, senin sonsuz kudretinden medet bekliyorum. Ben bir sarmaşık gibi dayanmadan ayakta duramam, varlığımı sürdüremem. Ne var ki Senden başka ne varsa âciz, hepsi nâçar. Kime dayanacak olsam benden önce yıkılıyor. Hepsi Senin kahrınla makhur. Her şeyin bağlandığı tek varlık, vacibül vücud Sensin.
‘ب’ harfi cerinin müteallakı (bağlı olduğu iş, fiil) hazfolmuştur. Bu da demek oluyor ki ‘Yaptığın işe değil, o işin de, senin de Rabbin olan Allah’a bağlan. Ona güven, ona sarıl. Ona kul olduğunu yaptığın iş sana unutturmasın. İşini putlaştırma. Herşeye kıymeti kadar değer ver. Gerçek manada bağlılığın, hedefin, gayen sırf Allah’a olsun.’
‘ب’ ilsak içindir. Konuşmada veya yazmada ‘ب’ varsa iki taraf olduğu anlaşılır. Makama uygun mahzuf bir fiile müteallıktır. Yani Besmele’ye münasip her fiil takdir edilebilir.
Tahsis, istila, irtifa, istiane manalarına gelir.
‘Bismi’, ba-i ilsak ile eliften müstağni olmuştur. Ayrıca çok kullanıldığı için elif hazfolmuştur. ‘Sin’ de o elife işâret olsun diye yazılışta uzatılır. ‘Bâ’ harfi ‘sin’ harfine doğru uzatılıp, birleştirilmiştir. Çünkü onlar Allah’ın kitabına yüce bir harf ile başlamak istediler.
Ömer b. Abdülaziz, kâtiplerine şöyle derdi: ‘Allah’ın kitabını tâzim için, ‘bâ’ harfini uzatın, ‘sin’ harfini iyice belirtin ve ‘mim’ harfini iyice yuvarlak yapın.’
Tasavvuf ehli, ‘bâ’ harfinin şekil olarak engin olduğunu, Lâfzatullah’la berâber yazıldığında yükseldiğini ve yüceldiğini söylemişlerdir. Böylece kalp, Allah’ın (celle celâlühû) hizmetiyle meşgul olduğunda, onun halinin yükseleceğini ummuşlardır.
Hz. Ali ‘ be’ harfinin tek noktalı oluşunu vahdet işâreti kabul eder ve ‘be’yi şöyle söyletir: ‘Ben bir noktayım tahtında bâ’nın; ki remz-i vahdetim tahtında ânın’
ب - Behaullah’ı (Allah’ın kadri-kıymeti), evlattan beri olduğunu, Bari ismini, behasını, bereketini, birrini, basiretini
س - Senaullah’ı (Allahın övgüye layık olduğunu), sesleri işittiğini, seyâdetini (azametini) senayı, Settaru’l uyub vasfını
م - Memleketullah’ı, duâları kabul ettiğini, Mecid, Mü’min, Metin, Muhyi, Mumit, Müheymin, Melik sıfatlarını, Mennan ism-i şerifini hatırlatır.
Besmelede ‘b’ harfinden sonra ‘ismun’ kelimesi gelir. Anlamı ‘İsimler’ dir. Bu da Allah’ın doksan dokuz isminin hepsini kapsar. Yani Besmele çeken Allah’ın bütün isimlerini anmış olur.
Hakk bir gönül verdi bana
Ha demeden hayran olur. (Yunus)
Bir görüşe göre ‘be’ harf-i cerinden sonra bir nefs-i mütekellim ya’sı hazfolmuş. Yani ‘Her şey benimle, herşey bana bağlı ve her şeyi başlatan, devam ettiren, bitiren benim.’
O halde, o Zat-ı zülcelalin adını anacağımız iş, ona layık, onun rızâsına uygun olmak zorundadır. Bu nedenle harama, mekruha besmele çekilmez. Hatta Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı boyunca çiğ soğan ve sarımsak yemediği için, soğan sarımsak ile yemeğe başlayanın besmele çekmesi mekruh kılınmıştır.
Kur’an’da bütün sûreler besmele ile başladığı halde Tevbe Sûresi besmelesiz başlamıştır. Tevbe Sûresi’nde kıtalden bahsettiği için, besmelesiz nâzil olması son derece dikkat çekicidir.
Hz. Nuh’un gemisinin gidiş dönüşü (Hud, 41), Belkıs’ın tahttan inip müslüman olarak Hz. Süleyman’a eş oluşunun da Besmele ile vukua geldiği âyetlerde bildirilmiştir. (Neml, 30)
Besmelenin sonsuz, bitimsiz faydalarından biri de, şeytanın bizim yiyecek, giyecek, hatta evladımıza ortak olmasını engellemesidir. Besmele, şeytanı aç, çıplak, aciz bırakan çok güçlü bir silahtır.
Besmele çekmenin büyük bir faydası da her lahzada Rabbi Rahimi hatırlamak, nimetle nimet vereni düşünüp minnetdar olmak, Allah’ı her an gündemimizde tutmaktır. Her an çektiğimiz besmele, gönlün asıl sahibini, gönlümüze masaüstü yapar gibi büyük bir nimete bizi mazhar eder.
Bir düşünelim; yaptığı her iş için yürekten, inanarak, ayık bir kalp ile besmele çeken bir mümin, her an Rabbi ile hemhal olup, onunla ünsiyet etmez mi? O’na danışarak, O’nun izni, O’nun ismiyle iş yapan, işinde muvaffak olmaz mı?
Allah’ı hatırlayan bir mümin, elinde dünyevi bir iş olsa da, bu işin bitimli, dünyanın fâni olduğunu da hatırlar. Sonra baki olan dünyayı, Mevlâ’ya kavuşmayı düşünür. Bunu kaybetmemek için sicili olmamasına dikkat eder. Yaptığı işi güzel yapar. Kötü hesapla karşılaşıp, Mevlâ’nın nazarından düşmemek için gayret eder. Günahtan sakınır, hele kul hakkına çok dikkat eder.
Her amelini Allah için, Allah adına, Allah adıyla yaptığından, daima özenli ve çok dikkatlidir, işini büyük bir hazla yerine getirir. Gün be gün Rabbine olan yakınlığı, sevgisi artar. Ne mutlu besmeleyi dilinden düşürmeyen bahtiyarlara!
Besmele, kalemin Levh-i Mahfuz’a ilk yazdığı şeydir. Kalem Besmeleyi Levh-i Mahfuz’a 700 senede yazdı.
Resûlullah (sav), Besmeleyi okudu ve yirmi defâ tekrarladı. Onun her okumasında ayrı bir anlam, her kelimesinde bir ilim olurdu.
Ebû Hureyre bir seferde bir gece ‘Bismillâhirrahmânirrahim’ okudu. Yere düşünceye kadar ağladı. Yirmi kere okudu, her defasında ağladı. Sonra şöyle buyurdu: ‘Rahman ve Rahim olan Allah’ın (celle celâlühû) esirgemediği kimseler hüsrana uğrayacaktır.’
‘Âriflerin kalbi neyle huzur bulur?’ diye sorulduğunda Ebû’l-Abbas şu cevabı vermiştir: ‘Bismillâhirrahmânirrahim’ ile! Çünkü Allah isminde bir heybet, Rahman isminde yardım ve zafer, Rahim isminde ise sevgi, merhamet ve aşk vardır. Bu isimlerin içinde en güzel mânâları birbirinden ayrı olarak koyan Allah’ın şanı ne yücedir, o tüm yaratılmışlardan uzaktır. Hiç bir şeye benzemez.’
İnsanın ilk duyduğu, ilk gördüğü, ilk söylediği çok önemlidir. Biz de Besmele ile başlarken, Rabbimizin üç güzel ismiyle ağzımızı tatlandırarak işimize, sözümüze başlamış oluyoruz.
Bu dünyayı bir yolculuğa benzetirsek, biz yolumuzu Besmele çekerek yürürüz. Kralı, padişahı temsil eden bir sembol veya bir yazıyla yürüyenlere yolda kimse bir zarar veremediği gibi, bu dünya mülkünde biz de mülkün sahibinin adıyla yürürüz.
Bismillah diyen Allah’ın himayesine girmiş, ona güvenmiş ve ona dayanmış olur. Allah adıyla hareket ettiği için kendini güvende hisseder çünkü arkasında Allah vardır.
‘Bismillâhirrahmânirrahim’ diyerek yürüdüğümüz zaman dağlar ile taşlar ile zikretmeye başlamış oluruz. Herşeyin Allah’ı zikrettiğini düşünmek, eşya ile dost olmaktır. İnsana cemaat şuuru verir.
Besmele kulluğun izharıdır. Hayatımızın hiçbir anında Besmele çekmeyeceğimiz bir işimiz olmamalıdır.
Besmele’de Allahu Teâlâ ismini takdim etti ve Resulü Muhammed’i (sav) Esmaül Hüsnasını bütün işlerde takdim etmekle edeplendirdi. Bu bütün kullara tabi olunacak bir sünnet, bir yol kılındı. Ve onu konuşmalarının evveli, risaletlerinin çıkış yeri, hacetlerinin kitabeti yaptı. Ta ki ‘Bismillâhirrahmânirrahim’ diyen kimsenin zahir ve batın muradını söylemeye hacet kalmasın.
‘Rabbinin adıyla oku’ demekle sanki Rabbinin adıyla otur, Rabbinin adıyla kalk ve diğer fiilleri de yine besmeleyle yap, demiş oldu. (Taberi)
Kur’an’ın dört ana konusu vardır: Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adalet. Bu dört ana konu her sûrede olduğu gibi, Besmele’de de vardır.
Besmele’nin başında gizli olan ‘Ya Muhammed! Bu cümleyi insanlara söyle ve öğret’ emri, Nübüvvete işârettir. Çünkü peygamber olmasa, tebliğ ve tâlim olmazdı.
Besmele’deki ‘Allah’ lafzı, tevhide işârettir.
Rahman sıfatı, nizam ve adalete işârettir. Çünkü Allah bütün canlıların rızkını adil şekilde verir, mümin-kafir ayırmaz.
Rahim sıfatı haşre delâlet eder, tam adalet orada tecelli edecektir.
Cabir (ra) şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu işittim: ‘İnsan evine girer de, girdiği zaman Allah Tealâ'yi anarsa, yemek yediğinde de anarsa (Bismillah, derse) Şeytan (arkadaşlarına) der ki ‘Size (burada) gecelemek ve yemek yoktur.’
Fakat insan evine girer de, girdiği zaman Allah Tealâ'yı anmazsa şeytan şöyle der: ‘Siz geceleyecek yere kavuştunuz.’
İnsan yemeğinde Besmele çekmezse (Allah Tealâ'yı anmazsa), Şeytan der ki; ‘Hem geceleyecek yere, hem de akşam yemeğine kavuştunuz.’
♦ Besmele her kitabın anahtarıdır. Hadîs-i Şerîf
♦ Cebrail bana ilk geldiğinde kalbime ilk ilka ettiği ‘Bismillâhirrahmânirrahim’ oldu. Hadîs-i Şerîf
♦ Besmele Allah’ın isimlerinden bir isimdir. Onunla Allah’ın en büyük ismi arasında, gözün siyahıyla beyazı arasındaki kadar yakınlık vardır. Hadîs-i Şerîf
♦ Başında Besmele bulunan duâ reddedilmez. Hadîs-i Şerîf
♦ Abdest alırken Allahu Teâlâ’nın ismini zikreden, Besmele ile başlayan kimsenin bütün bedeni, besmele söylemeyenin sadece yıkadığı azaları (küçük günahlardan) temizlenir. Hadîs-i Şerîf
♦ Besmele-i Şerif inince, bulut doğuya doğru kaçtı. Rüzgar sâkin oldu. Deniz dalgalandı. Bütün hayvanlar kulak verdiler. Şeytanlara da semadan taşlar yağdı. Allah (celle celâlühû), Besmele-i Şerif hangi şey üzerine okunursa muhakkak o şey üzerine bereket yağdıracağına dair izzet ve celaline yemin etti. (Cabir b. Abdullah)
♦ Besmele indiği zaman gökteki melekler çok sevindiler; Arş titredi. Bismele ile birlikte bin melek indi. Bu, meleklerin imanını artırdı. Cinler yüzü koyun yere kapandılar. Felekler bundan dolayı harekete geçti. Melekler besmelenin azametinden dolayı baş eğip küçüldüler.
♦ Besmele indiği zaman, dağlar tesbih getirdi. O kadar ki bu tesbihi Mekke ehli ve o bölgede bulunanlar işitti. Bunun üzerine dediler ki: ‘Muhammed dağları büyüledi.’ (Hadîs-i Şerîf, Ebû Nuaym)
♦ Kim Bismillah'ı gönülden inanarak okursa, onunla birlikte dağlar da tesbih getirir. Ancak ne var ki dağların tesbih sesi duyulmaz. Hadîs-i Şerîf
♦ Allahü Teâlâ'nın üç bin ismi vardır. Bin ismini sadece meleklere öğretmiştir. Bin ismini de yalnız peygamberlere öğretmiştir. Üç yüz ismi Tevrat'ta, üç yüz ismi İncil'de, üç yüz ismi Zebur'da, doksan dokuz ismi de Kur’ân-ı Kerim'de mevcuttur. Bir ismini de Cenâb-ı Hak kendine seçip ayırmıştır. Bahsedilen üç bin ismin mânası Besmele’deki üç isimde toplanmıştır, onlar da Allah, Rahman ve Rahim’dir. Kim bunu öğrenir ve söylerse, Allah'ın bütün isimlerini anmış gibi olur.
♦ Miraca çıktığım gece, bana cennetin her tarafı gösterildi. Cennette dört tane ırmak gördüm. Bir ırmak sudan, bir ırmak şaraptan, bir ırmak sütten, bir ırmak da baldandı. Dedim ki,
- Ey Cebrail! Bu ırmaklar nerden gelir, nereye gider?
- Kevser havuzuna gittiğini biliyorum. Ama nerden geldiğini bilmiyorum. Allah’tan (celle celâlühû) iste de sana göstersin, dedi.
Rabbimden istedim. Bunun üzerine bir melek geldi ve bana selâm verdi. Sonra dedi ki;
- Ya Muhammed! Gözlerini yum. Ben de yumdum. Sonra melek,
- Gözlerini aç, dedi. Ben de açtım. Bir de baktım ki bir ağacın yanında duruyorum. Orada bembeyaz inciden bir kubbe gördüm. Onun som altından kapısı vardı ve kilitliydi. Eğer dünyada bulunan cinler ve insanlarla bulunan herşey o kubbenin üzerine konsaydı bir dağın üzerine konan kuş gibi olurlardı. Bu dört ırmağın o kubbenin altından çıktığını gördüm. Geri dönmek istediğimde melek bana dedi ki:
- Kubbenin içine niçin girmiyorsun?
- Nasıl gireyim? Kapısı kilitli, anahtarı da yok, dedim. Melek dedi ki:
- Onun anahtarı ‘Bismillâhirrahmânirrahim’dir.
Anahtara yaklaşıp ‘Bismillâhirrahmânirrahim’ deyince kilit açıldı. Kubbenin içine girdim ve gördüm ki bu ırmakların herbiri kubbenin dört direği altından akıyor. Ve kubbenin dört direğinin üzerinde de ‘Bismillâhirrahmânirrahim’ yazılıydı.
Su nehrinin, ‘bismi’nin mim’inden
Süt nehrinin, Allah lafzının he’sinden
Şarap nehrinin, Rahman’ın mim’inden
Bal nehrinin de, Rahim’in mim’inden çıktığını gördüm. Bu dört ırmağın aslının Besmele olduğunu o zaman anladım. Bunun üzerine Allahu Teâlâ dedi ki:
- Ya Muhammed! Senin ümmetinden her kim ki riyâdan halis bir kalple bu isimlerimle beni anarsa ve ‘Bismillâhirrahmânirrahim’ derse, Ben ona bu ırmaklardan içiririm.’
Müminler su nehrinden içince; ölümsüz bir hayat bulurlar.
Süt nehrinden içtiklerinde; noksansız bir vücuda sahip olurlar.
Bal nehrinden içince; kendisinden sonra hastalık olmayan bir şifa ve afiyet bulurlar.
Şarap nehrinden içince; bir dinçlik ve ferahlık hissederler ki, artık mahzun olmazlar. (Ruhul Beyan)
♦ Varlık ağacı ‘Bismillâhirrahmânirrahim’ kökünden dal budak salmıştır. Bütün âlemin mufassal ve özel olarak dayanağı odur. Onun için çok Besmele çekene ulvi ve süfli âlem katında İlâhi heybet lutfedillir.
♦ Besmele Arş-ı âzamdan insanların kalbine uzanmış nurani bir iptir. Manasını kavrayıp, feyzinden istifade eden insanlar o ipe tutunarak Arş’a çıkabilir.
♦ Besmele ondokuz harftir. Cehenneminin de on dokuz zebanisi vardır. Bedende de günah işleyen ondokuz hassa vardır ki bunlar cehennem zebanisi hükmündedir. Besmele’nin feyiz, bereket ve tesiriyle bunlardan emin olunur. Bunlar, beş zahir, beş batın duyu, yedi tabii kuvvet, gadap (kuvvet-i dâfia), şehvet (kuvvet-i cazibe) ve tabii yedi kuvvet.
♦ Yine kim Besmeleyi çok okur, bunu âdet haline getirirse, Allah; okuyanı Zebanilerden korur. Ayrıca okuyanın rızkını çoğaltır, dünya ve âhirette makam ve mevkisini arttırır. (Okuyacak kişi haram yememiş olmalı, tam bir itikat ile şüphe duymadan, kalben inanarak, abdestli olarak okumalıdır.)
Besmele muazzam bir fırsattır. Bu fırsatı kullanmanın yolu da niyetten geçer. Mesela bir bardak su içtik, bunda herhangi bir günah veya sevap yoktur. Ama o suyu içerken ‘Bismillah’ dersek işte bu su içme işimiz ibâdete dönüşür. Çünkü Allah’ı hatırlamak, O’nu anmak ibâdettir. Ne kadar meşru işimiz varsa hepsini Besmele ile ibâdete dönüştürebiliriz.
Gün, yirmi dört saattir. Beş vakit namazın dışında on dokuz saat kalır. Bir kimse beş vakit namazı edâ ettikten sonra her mübah işin başında besmeleye devam ederse, bütün vaktini ibâdetle geçirme sevabı alır. Bu zaman zarfındaki günahlar on dokuz harfli Besmele hürmetine affolur.
Herbir ağaç ‘Bismillah’ der; rahmet hazinelerinden ellerini doldurur, bize tablacılık yapar.
Herbir bostan ‘Bismillah’ der; ibret mutfağından bir kazan olur. Çeşit çeşit, pek çok muhtelif leziz yemekleri bir anda pişirir.
Herbir inek, deve, koyun gibi mübarek hayvan ‘Bismillah’ der; rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur.
Herbir bitki ve ağaç, otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları ‘Bismillah’ der; sert taşı ve toprağı deler geçer.
Olaylara Besmele ile bakan o olayın arkasındaki gerçek tasarruf sahibinin Allah olduğuna inanır.
Bir eşya onu kullanan isme göre değer kazanır. Bir sanat eseri de sanatkarının adına nispet edilerek değer kazanır. Mesela bizim kullandığımız çay kaşığını satışa çıkarsak para etmez. Ama o kaşığın Fatih Sultan Mehmed’e ait olduğu ortaya çıksa milyarlar eder. Demek ki bir varlık, ilişkili olduğu isme göre değer kazanır. İşte insan da Allah’ın bir eseri olarak bakıldığında, bir kıymet kazanır.
Ne dünyadan safâ bulduk, ne ehlinden recâmız var.
Ne dergâh-i Hüdâ’dan mâada bir ilticâmız var. Nef’î
♦ Kıyâmet günü ümmetimden bir kavim ‘Bismillahirrahmanirrahim’ derler. Hasenatları günahlarından ağır gelir. Diğer ümmetler:
‘Subhanallah! Ümmet-i Muhammed’in hasenatı ne acib!’ derler. Peygamberleri cevap verir:
- Onların kelâmının evvelinde esma-i ilâhiye’den üç isim var. Teraziye konsa, semavat ve arzdan ağır gelir. O isimler, Besmeledeki ‘Allah, er Rahman, er Rahîm’dir.
♦ Hoca çocuğa Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü Teâlâ çocuğun ana-babasının ve hocasının Cehenneme girmemesi için berat yazdırır. Hadîs-i Şerîf
♦ Amel defterinde 700 Besmele bulunanı Allahü Teâlâ Cehennemden çıkarır. Tergibussalat
♦ Her kim sıdk ile Besmele çekse, kendisine dört bin hasenat yazılır, dört bin günahı silinir, makamı dört bin derece yükseltilir.
♦ Eve girerken Besmele çekilirse, şeytan, ‘Bu eve girmeme imkan yok’ der, dönüp gider. Tibyan
♦ Besmele ve ‘la havle ve la kuvvete’yi çok söyleyin. Zira Allah (celle celâlühû) bunların şerefiyle musibetin bütününü def eder. Hadîs-i Şerîf
♦ Besmele yazılı bir kağıdı yerden kaldıran sıddıklardan yazılır. Tergibussalat
Nitekim Bişr-i Hafi’yi de Allah dostu yapan Besmele yazılı kağıdı çamurların arasından alıp, güzel koku sürerek hürmet etmesidir.
♦ Besmele ile yazı yazanın haceti kolaylaşır, Allahü Teâlâ da râzı olur. Deylemi
♦ Sıkıntıya düşen, ‘Bismillahirrahmânirrahim ve lâ havle ve lâ kuvvete illa billahil aliyyil azim’ derse, her türlü sıkıntıdan kurtulur. Deylemi
♦ Akşam karanlık basınca, çocuklarınızı eve alıp, kapınızı Besmele ile kilitleyiniz. Kandilinizi Besmele ile söndürünüz. Su tulumu ve diğer kapların ağzını Besmele ile örtünüz. İbn Kesîr
♦ Besmelesiz koku sürünen, şeytanlara da koku sürmüş olur. İbni Sünni
♦ Fâtiha ile Besmeleyi kim okursa, onu affettim, hasenâtını kabul ettim, günahlarından geçtim, dilini ateşte yakmam, onu Kıyâmet dehşetinden korurum, o Bana evliyâ ve enbiyâdan önce mülâki olur.
♦ Yemeğe başlarken, Allahü Teâlânın adını anın, yani Besmele çekin! Başında Besmele çekmeyi unutan, hatırladığı zaman, ‘Bismillahi alâ evvelihi ve âhirihî’ desin! Hadîs-i Şerîf, Ebû Davud
♦ Yemeğe Besmele ile başlayıp, sonunda Elhamdülillah diyenin, daha sofra kalkmadan günahları af olur. Hadîs-i Şerîf, Taberani
♦ Besmele ile yenen yemek bereketli olur. Hadîs-i Şerîf, İbni Mace
♦ Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashaptan altı kişiyle beraber yemek yiyorlardı. Bir arabi geldi, iki lokmada yemeği bitirdi. Efendimiz: ‘Eğer besmele çekseydi, yemek hepinize yeterdi’ buyurdular.
♦ Helaya girerken çekilen Besmele, cinlere perde olur, avret yerlerini göremezler. Tergibu’s Salat
♦ Bir arabi besmelesiz yemeğe başladı, sonra hatırlayıp besmele okudu. Rasulullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebessüm ettiler. Sebebi sorulunca Efendimiz ‘Besmelesiz yemeğe başlayınca, şeytan da onunla yemek yiyordu. Besmeleyi okuyunca; şeytan yediklerini istifra etti’ buyurdular.
♦ Elbise çıkarırken Besmele çekenin cinlerle arasında perde olur.
♦ Gemiye ve vasıtaya binerken ‘Bismillâhi mecrâhâ ve mürsâhâ inne Rabbî leğafûrurrahîm’ (Hud, 45) demek, selamet ve hasenata sebep olur.
♦ Besmeleyi günlük hayatta dilinden hiç düşürmeyenin Allah ölüm acısını hafifletir, kabir sorularını basitleştirir, kabir azabından korur, hesabı kolay ve zahmetsiz olur.
♦ Besmele ile işe başlayanın günahları af olur. İ.Rafii
♦ Rum Kayseri Hz. Ömer’e; ‘Deva bulunmaz baş ağrısına müptelayım. Bir ilaç gönder’ der. Hz. Ömer, bir takkenin içine Besmele yazıp gönderir. Kayser takkeyi başına koyar ağrı kesilir; kaldırır ağrı hemen gelir. ‘Bunda ne var?’ diye araştırır, içinde Besmelenin yazılı olduğunu görür.
♦ Müminler, Besmele yardımı ile, Sırat’tan geçer. Cennet davetiyesinin imzası Besmeledir.
♦ Bir grup Yahudi, Hz. Halid’e;
- Bir ayet, bir keramet göster; Müslüman olalım, dediler.
Hz. Halid de bir şişe zehri Besmele’yle içti, zarar görmedi. Onlar da İslâmı kabul ettiler.
♦ Hayvana binerken ‘Bismillahi velhamdülillahi’ diyene hayvanın adımları adedince sevap yazılır.
♦ İsa (as) bir ölünün kabrinde azap olunduğunu gördü, üzüldü. Sonra ona ikram olunduğunu gördü. Mevlâ’dan hikmetini sordu:
- Bu kişinin çocuğu büyüdü, muallime gitti, Besmele’yi öğrendi. Arz üzerinde evladı ism-i pâkimi okurken, arzın karnında babasına azap etmek şan-ı uluhiyyetime layık değildir, buyurdu.
♦ Besmele her çeşit afetten, yangından, hırsızdan korur. Rızka sebep olur. Kalp gözünü açar. Hastalara şifadır. Ticareti verimli olur. Avın bereketine vesile olur. Ehlullahla görüşmeyi sağlar.
♦ Besmele çekenlerin dışında herkes dünyadan susuz çıkar.
♦ Günahlar gece, gündüz, gizli, aşikar olmak üzere dört çeşittir. Besmele dört kelimedir. Kim onu telaffuz ederse, günahları bağışlanır.
Suriye’nin çeşitli üniversitelerinde tıbbın farklı alanlarında uzman 30 profesörden oluşan bir araştırma grubu Şam’da üç sene süreyle Besmeleyle kesilen hayvan etleriyle Besmelesiz kesilen hayvan etleri arasındaki farkı ortaya koymak üzere laboratuvar ortamında incelemelerde bulundular.
Bilim adamları, hayvan ve kuş kesimi sırasında dinen söylenmesi zaruri olan ‘Bismilllâhi Allahuekber’ sözünün kesilen etler üzerinde tam manasıyla mucize denebilecek etkisiyle karşılaştılar.
Grup adına açıklama yapan Prof. Dr. Halid Halave, yapılan deneylerde Besmelesiz kesilen sığır, küçük baş ve kuşların et dokularında pıhtılaşmış kan, çoğalmaya müsait bakteri ve mikroplar tespit edilirken, Besmeleyle kesilen hayvan eti dokularında ise kan, mikrop ve bakterilere rastlanmadığını ifade ederek, araştırmanın bu sürpriz sonucunun insan sağlığı açısından bir devrim olduğunu belirtti.
♦ Zebihde (hayvan keserken) ve Kurbanda Besmele çekmek vâciptir.
♦ Sûre okurken, Euzü Besmele okunur. Âyet-i kerime okurken, âlimlerin çoğuna göre, yalnız Euzü okunur. Sûre veya âyet okumaya başlarken Euzü okumak vâcip, Fatiha okumaya başlarken Besmele okumak da vâciptir. Diğer sûrelere başlarken Besmele okumak sünnettir.
♦ Namazda, Sübhaneke okuduktan sonra Euzü Besmele okumak sünnettir. Allahü Teâlâ, «Kur’ân-ı kerim okuyacağın zaman Eûzü... söyle» buyuruyor. (Nahl 98)
♦ Haram olduğu kesin olan birşeye başlarken Besmele çeken küfre girer. Mesela şarap içerken veya domuz eti yerken Besmele çekmek gibi.
♦ İyi işlere Besmele ile başlamalıdır. Hadîs-i Şerîfte buyuruldu ki: ‘Küllü emrin zî bâlin lâ yubdeu fîhi Bismillahi fe hüve ebteru / Besmele ile başlanmayan her önemli iş noksan kalır.’ Beyhaki
♦ Ulemâ, kişinin ‘Besmele’ ile işe başlamasının müstehap olduğunda ittifak etmişlerdir. Meselâ uyuduğunda ‘Bismillâh’, kalktığında ‘Bismillâh’, ibâdete niyetlendiğinde ‘Bismillâh’, eve girdiğinde ‘Bismillâh’, yiyip içerken ‘Bismillâh’... der.
♦ Ebenin, çocuğu annesinden alırken Besmele çekmesi müstehaptır. İşte bu, çocuğun dünya hallerinden ilkidir. Öldüğünde, kabre sokulduğunda ‘Bismillâh’ denilir ki, bu da onun dünya hallerinin sonuncusudur. Kabirden kalktığında ‘Bismillâh’ der, böylece de cehennem, ‘Bismillâh’ demesinin bereketiyle, o kimseden uzaklaşır.
♦ Besmeleyi 786 defa suya okuyup içen, vesveseden kurtulur,
♦ Besmeleyi, kişi yatmadan abdestli olarak 21 kere okursa, o gece; şeytan, cin, insan şerrinden, yangından, zelzeleden ve eceli gelmemişse ani ölümden emin bir şekilde uyur. Gece boyunca güven içinde olur.
♦ Besmeleyi 786 defa bir bardak suya okuyup 7 gün sabah güneş doğarken içilirse içen kişinin zihni açılır, unutkanlığı gider.
♦ Kayıp insanın bulunması için yedi sabah 786 besmele okunur.
♦ Tarlanın verimini ve bereketini arttırmak için bir kağıda 101 Besmele yazılır ve tarlaya gömülürse hem bereket hasıl olur, hem de afetlerden korunur. Yetişme devresi zarara ve afete uğramadan tamamlanır. Meyvesi, sebzesi güzel ve bol olur.
♦ Hastanın şifa bulması için, hastaya 1000 defa besmele okunur. Ardından 1000 defa Fatiha sûresi okunur. 1000 defa Salavat getirilir ve hastanın şifaya kavuşması için duâ edilir.
Çanakkale savaşlarında bulunan bir topçu subayı anlatır:
Çanakkale’de savaşırken Besmele çekmedikçe tetiğe dokunmazdık. Besmele çektikten sonra da, mermilerimiz mutlaka hedefine varırdı. Düşman cephaneliğinin bir tek deliği vardı. Türk mermisi oradan içeri girip cephaneliği havaya uçurdu. Bu, tesadüf olamazdı...
Bir avuç ordunun, tüm dünyaya karşı savaşarak zaferler elde etmesi, bir tesadüf sonucu değildir; Allah’ın kudreti...
♦ ‘Besmele’ işlerin başlangıcı için, ‘Elhamdülillâh’ da işlerin sonu içindir.
♦ ‘Besmele’ zikir, ‘Elhamdülillâh’ şükürdür.
♦ Kul ‘Bismillâh’ deyince, rahmete müstehak olur. ‘Elhamdülillâh’ deyince bir başka rahmete müstehak olur. Bundan dolayı, ‘Bismillâh’ ile Allah’ın Rahmân isminden olan rahmete hak kazanır. Bu mânâdan dolayı, ‘Ey dünyanın Rahmânı, âhiretin Rahîmi’ denilir.
♦ Cuma hutbesinin her iki bölümü de hamd cümleleriyle başlar. İslâmi eserlerin ilk cümlelerini genellikle Besmele ve Hamdele oluşturur. Bir yazıda hamdeleye yer verilmemesi, o yazının önemli olmadığının işâreti sayılmıştır. O yüzden Müslümanların bütün resmi yazışmalarında, önemli akitlerinde besmeleden sonra hamdele zikredilirdi. Ayrıca hamdele Müslümanların uykuya yatma, uykudan kalkma gibi günlük faaliyetlerinin başında ve sonunda zikredilen bir duâ cümlesi haline gelmiştir.
2- Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Cenab-ı Hak ezeli ve ebedi kelâmına «Hamd Allah içindir» cümle-i mübarekesiyle başlıyor. Bu söz, insanın hem hidâyetini, hem de asıl gayesini anlatan mana hazinesi bir cümle. Edebi sanatlarla dolu (hüsn-ü ibtida, vasıtalı kinaye, icaz, tecrit gibi).
Hamd, lugat manası ile çok zengin bir kelimedir: İsmi güzel eylemek, akıbet, maksude, faziletini bilmek, muvafık, aşk ve muhabbete medar, her türlü senaya layık gibi manalara gelir.
İştikak-ı kebirine göre; medih, geniş, bereket, ilerletmek, methiye, tuzak, güneş ışığının tesiri, pür hiddet olmak, asıl, esas gibi manaları içermektedir.
Bütün bu anlam zenginliği ile birçok teşbih, kinaye, istiare ve mecazlarla doludur. Her bir manada bir dosya, her goncadan katmer yapraklı mana gülleri açılır mârifet sahiplerine. Allah’ın sadırlarını İslâm’a açtığı bahtiyarlara hikmet pınarları çağlar.
Şimdi ‘hamd’ kelimesinin geldiği manaları göz önünde bulundurarak tefekkür edelim. Belki Rabbimizin izn-i inayeti, lütf-u keremiyle, mana denizinden bir damla alabiliriz.
Kainatın efendisi olan insan vücuda gelmeden onun iskan edeceği âlemleri yaratan, gökyüzünü güneş, ay ve yıldızlarla donatan yüceler yücesi Rabbi rahimimiz, dünyayı insan hayatına uygun bir şekilde yaydı, bezedi, döşedi. Dağlarla mıhlayıp sağlamlaştırdı. Bitkiler, hayvanlar, denizler, balıklar, ırmaklar, ovalar, yollar, kaynaklar, yağmurlar, bulutlar, gemiler, bilip bilmediğimiz neler, neler… Haddi hesabı bilinmeyen, sayılmayan nimetler verdi de verdi.
Kainat insan hayatına elverişli şekilde hazırlandıktan sonra insan en güzel bir yaradılışla yaratıldı. Yurdu-yuvası, yiyeceği-giyeceği, bedeni, kalbi bütün ihtiyaçları göz önünde bulundurularak mükemmel bir hayat tarzı ihsan edildi.
Görsün diye mehtaplar, manzaralar, yürüsün diye yollar, meydanlar, yesin diye meyveler, taamlar, duysun diye sözler, sesler, terennümler, koklasın diye güller, sünbüller, cennet kokulu bebekler, sevsin diye gönüller, anlasın diye diller ihsan etti yüce Mevlâ.
Bir damladan yarattığı kulunu ana kucağında baba ocağında nazlı nazenin bir gül gibi büyüttü.
Akıl verdi, fikir verdi, vicdan verdi. Önüne onu cennete dek götürecek nurlu İslâm yolunu, sırât-ı müstakimi açtı. Kitap ve peygamber gönderdi. Bediüzzaman’ın deyimi ile;
‘Canlıların en mümtazı, müstesnası olan insan, benzersiz, latif bir mizaçla yaratılmış. O mizacı yüzünden de çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiş.’
İnsan nefsiyle dünyaya, ruhuyla ukbaya, nefsiyle nimete, ruhuyla Mün’im’e meyle hazır. Bu arada bocalarken Sultanlar Sultanı yüce kitabıyla uyarıyor: Sakın başka yönlere yönelme!
Dünyanın zevkleri, lezzetleri, ziynetleri Halikımızı, Mâlikimizi, Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde cennet olsa bile cehennemdir. Çünkü fânidir. İnsan ebed için, dâimi saadete namzet olduğu için, her amelinden hesap görüp ya taltif görecek, ya da tokat yiyecektir.
İçinde bulunduğumuz bütün nimetlere, semereleri, zatları için muhabbet edilse, maddi lezzetlerinden gafilce zevklenilse, o muhabbet nefsani olur. O lezzetler de geçici olur. Oysa dünya da, lezzetleri de, insan da durmuyor, gidiyor.
Halbuki insandaki ebede uzanmış emeller, kainatı kuşatan fikirler, ebedi saadetin tamamına yayılmış arzular, insanın ebed için yaratıldığını ve ebede gideceğini gösterir. O halde ‘bu beden ülkesini ben yöneteceğim, burada benim dediğim olur’ diyen nefsi emmareye ‘Ben asla sana tabi olmam. Ben yeri, göğü, her şeyi yaratana kulluk ederim. Nimetlere değil nimet verene boyun eğer, tazim ederim,’ diye payını vermelidir.
Bir padişaha kul ol ki; mülkü zâil olmaz ola,
Bir gülşene bülbül ol ki; hiç sararıp solmaz ola... Aziz Mahmud Hüdâi
Nimet ile nimet veren arasında nereye meyledeceğini bilemeyen şaşkın insana yüce Allah, ‘Hamd, övgü, âlemleri sadece yaratmakla kalmayıp terbiye eden, rızık veren, devam ettiren âlemlerin Rabbine’ diye uyarıyor, sesleniyor, öğretiyor, tâlim ediyor, yön veriyor. Kendine gelmesini, iki cihan saadetini gösteriyor.
Hamd ona mahsustur. Çünkü en büyük nimet olan hayatı veren, yaratan yalnız O’dur. Bütün kainatın ruhu, mayası, neticesi, hülasası hayattır. Hayatı veren kim ise, bütün kainatın Halikı odur.
Hayattan sonra nimetlerin en büyüğü rızıktır. Yaradana, rızık verip yaşatana, besleyip büyütene, kulluğun, ricanın, duânın, en zengin menbaı hamd ve şükürdür. İnsan nankörlük içinde kendini başıboş sanıp bedbaht ve gafil olmamalı.
Kainat bütün ihtişamı, bütün güzelliği ile sanatkarını tanıtırken, O’nu sana bildirip sevdiren bir Celal sahibini, İkram sahibini tanıyıp hayran hayran ‘Elhamdülillah’ diyemiyorsan o lisanını susturmalısın.’
Hamd, ihtiyâri (istekle), yapılan bir iyiliğe karşı, tâzim yoluyla, gönül hoşluğuyla, güzel sıfatlarla medh-ü senâ olunmaktan ibârettir.
Daha açık bir ifâdeyle ‘Elhamdülillâh’ diyen bir insan, Allah’ın büyüklüğüne delâlet eden bütün isim ve sıfatları sayarak O’nu yüceltmiş gibi olur. Ancak kişi ‘Elhamdülillâh’ cümlesini lisânen söylerken, bu cümlenin mânâsını kalbiyle düşünmelidir. Zira insan ruh ve bedenden yaratılıp bu ikisinin bir araya gelmesiyle tamamlandığı gibi, ‘Elhamdülillâh’ derken lisanıyla kalbini birleştirirse, o hamd, kâmil ve tam olur.
Allah yolcusu, Allah’ı kastetmeden bin yıl Allah dese, maksuda eremez. Çünkü asıl maksat isim değil, o ismin sâhibi Mevlâyı hatırlamak,sevgisini kazanmaktır.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), yakından bir müfrezeyi muhârebeye gönderirken: ‘Ey Allah’ım! Eğer onları sağ sâlim gönderirsen, sana hakkıyla şükretmem üzerime borç olsun’ buyurdu. Çok zaman geçmeden sağ sâlim döndüler. Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Allah’ın bol nimetlerine karşı, bütün hamdler Allah’a mahsustur’ buyurdu. Hz. Ali bunun üzerine: ‘Yâ Resûlâllah! Siz hakkıyla şükredeceğim buyurmadınız mı?’ dedi. Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Yapmadım mı?’ buyurdu.
Hamd, lisanla vâcip olduğu gibi, her uzuvla yapılması da vâciptir.
Hamd, gerçekten Allah’a mahsustur. Hamd edilen sadece O’dur. Çünkü;
1- İyiliğin yapılması, iyiliğin kalpte teşekkül etmesi ancak Allah’tandır. Aksi halde o iyilik yapılamaz.
2- İnsanların iyilik yapması menfaati celb ya da mazarratı def için olur. Dünyevi ve uhrevi fayda için kalbine elem veren rikkatinden kurtulmak için zararı def eder.
3- Allah hakiki mânâda yukarıdaki sebepler olmaksızın ihsan buyurduğu için hamd Allah’a mahsustur.
4- Mahlukâtın ihsanından istifade etme, Allah’ın ihsanı ile tam ve mükemmel olabilir.
Allah (celle celâlühû), aklı ezeli ilminde saklı ve gizli bir nurdan yaratmış; ilmi onun canı, anlayışı onun rûhu, zühdü onun başı, hayayı onun gözü, hikmeti onun dili, hayrı onun kulağı, acımayı onun kalbi, merhameti onun düşüncesi ve sabrı da onun karnı kılmıştır. Sonra da akla ‘Konuş’ denildi. Bunun üzerine o da: ‘Eşi, zıddı, misli ve dengi olmayan, izzetinden ötürü her şeyin zelil olduğu Allah’a hamd olsun’ dedi.
İnsanın cânı gönülden hamd edebilmesi için kalbinde karalıkların ve karanlıkların olmaması gerekir. Bu durumda kalbinin nûra ihtiyacı vardır. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ‘Nur bir kez kalbe girince, o kalp açılır ve ferahlık kazanır.’ ‘Bunun belli bir işâreti var mı?’ sorusu üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Aldatıcı dünyadan uzak durmak, ebedi dünyaya yönelmek ve henüz ölüm gelip çatmadan önce ölüme hazırlıklı olmaktır’ buyurmuştur. Ehl-i şükür insan, hamd edici ve şükredici olur.
Hakkın nimetini saymaya güç yeter mi?
Aklı vicdanı olan şükrü hiç terk eder mi?
• Namaz şükürdür, oruç şükürdür, Allah için yaptığın her şey bir şükürdür. Şükrün en üstünü ise, ‘Elhamdülillâh’ dır.
• Hamd ve şükür, ikisi de hakikat sevgisiyle gönlün dolması ve ahlâka uygun olarak gerçekleşmesidir.
• Hamdde, sevinç ve arzu mânâsı; şükürde ise içten bağlılık ve dostluk mânâsı daha açık bir şekilde bulunur.
• Hamd, şükürden umûmidir.
• Şükür, gerçekten bir geçmişin ululaması olduğundan dolayı daha zordur, yapanları da daha azdır.
• Hamd Arap kelâmında kâmil sena manasındadır. Elif lâm cinsin istiğrakı içindir. O da Cenabı Hakk’ın bütün hamdlere müstehak oluşudur.
• Sena mutlaktır. Hamd zemmin zıddıdır.
• Hamd sadece dille olur. Şükür, kalp, lisan ve cevarihle olur. Yani şükür saygı olarak kalple, övgü olarak dille, taat ve itaat olarak organlarla yapılır.
• Şükür nimetlerle ilgilidir, sıfatlarla ilişkisi yoktur. Allah’ın hayat, irade, görme, bilme sıfatlarına şükredilmez. Bu sıfatlar övülür, şükrün değil hamdin konusudur.
• Hamd, sena ve medih ihsan olmadan da O'nun sıfatıdır. Bu nedenle hamd şükürden daha umumidir.
• Hamd, nimet ve benzeri için güzel olanı sevgiyle yücelterek övmektir. Sadece canlı, akıllı olanlara yapılır.
• Şükrün bazısı (dille şükür) hamd, hamdin de bazısı şükürdür. Şükür olmayan hamdler olabildiği gibi, hamd olmayan şükürler de vardır.
• Hamd, verdi, verecekler gibi geçmişle gelecek arasında gidip gelen bir şevkten, şükür ise işte verdi gibi gerçekleşene kavuşma zevkinden ileri gelen bir mutluluğu ilandır.
• Hamdde şevk anlamı, şükürde sadakat anlamı daha barizdir. Şükür geçmiş bir nimetin tebcili olduğundan yapanları daha azdır. Hamdde tazim ve takdir manası daha yüksektir, zira gelecek olan iyilik henüz ulaşmadığı için daha garazsızdır. Ayrıca iyilik kendisine ulaşmasa bile, ulaşanların sevincine ortak olmak gibi bir kardeşlik duygusu da vardır.
• Hamd Allah’tan ihsan gelse de gelmese de kulluğumuzu izhar bakımından karşılıksız Allah’a teveccüh olduğundan, şükürden daha üstündür.
• Hamd sana veya başkasına nimetin ulaşmasını içine alır. Şükür ise sadece sana ulaşan nimetlere mahsustur.
• Şükür sadakat; hamd ihlâs makamıdır.
• Kalbî şükür gizlidir, fiilî şükür de ihtimallidir. Bu nedenle en mükemmel şükür, dille yapılan hamddir. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz de: ‘Hamd şükrün başıdır. Allah’a (celle celâlühû) hamdetmeyen ona şükretmemiş olur’ buyurmuştur.
• Dille yapılan güzel zikirler, saygı ifadeleri hep hamddir. Hamd kelimesi de bu manaya uygun olduğundan HAMDOLSUN denildiğinde bütün bu saygılara yaraşır güzellik ve iyilik doğrultusunda bir mutluluk hazzı, bir bahtiyarlık duygusu ilan edilmiş olur. Bir yandan o güzellik ve iyiliğin sahibini övmek, diğer yandan da o saadetle övünmek manalarını ifade eder.
• Hamd herkesin ulaşmak istediği fakat pek az kimsenin ulaşabildiği en yüksek ve en mükemmel bir gayedir.
Tâbiin neslinden Mârib ibn Hazn anlatıyor:
Bir gün deveme binmiş gidiyordum. Bir adamın tekbir getirdiğini duydum. Deveyi sürüp arkasından yetiştim ve onunla konuşmaya başladım:
- Kim bu tekbir getiren?
- Ebû Hureyre!
- Ne tekbiri bu?
- Şükür tekbiri.
- Neye şükür?
- Yetim olarak büyüdüm; yoksul biri olarak hicret ettim. Bir zamanlar Gazvan kızı Büsre’nin yanında karın tokluğuna çalışan bir işçiydim. Bir de yolculuk esnasında sıram gelince deveme binme hakkına sahiptim. Onlar seyahat ederken develerini sürer, mola verdiklerinde odun toplayıp hizmet ederdim. Daha sonra Rabbim beni Büsre ile evlendirdi. Şimdi o benim eşim.
1- Kanaat
İnsan, kendine ilâhi taksimle bahşedilmiş nimetlerle yetinmiyor, başkalarının elindekine göz dikiyor, onlarda olanı çok değerli, kendinde olanı az ve kıymetsiz görüyorsa, hele de haset ediyorsa, bu kişi diliyle ‘Elhamdülillah, çok şükür’ dese de gerçek manada bir şükür olmaz.
Çünkü bu insan kendine hiçbir karşılık olmadan, bir bedel ödemeden taraf-ı ilâhiden lütfedilen nimetleri saymaya bile gücü yetmezken, nankörlük ve küstahlık etmektedir.
İktifa, yetinme demektir; kanaat anlamı taşır. Yüce Allah her şeyi bir ölçüyle yaratmış ve ölçülü olmayı emretmiş. Koyduğu sınırları son derece mükemmel, son derece hassas koymuş ve ferman buyurmuş: «Muhakkak Allah haddi aşanları sevmez.» (Mâide, 87) Demek bize düşen helâl dairesinden ayrılmamak, harama şüpheliye meyletmemek. Zaten ‘helâl keyfe kafidir.’ Aksi halde nefis doymaz bir haris olduğundan tatmini imkansız. En uygun yöntem arzularına kulak asmayıp verilen ölçüleri uygulamak.
Kanaat, yanlış anlaşılmamalıdır. Aza râzı olup az çalışmak, yoksulluğu kabul edip tembelce oturmak değildir. Belki, aç gözlülükten kaçmak, başkalarının elindekine göz dikmeyip, hakkına râzı olmaktır.
Kanaat, kişinin gayret ve çalışması sonunda elde ettiği neticeyi rızâ ile karşılamasıdır. Elde mevcut olanı yeterli bulup çalışmayı terk etmek ise; kanaat değil himmetsizlik ve tembelliktir.
Kanaat kararını bilmek, eldeki ile yetinmek, ihtiyaç dışındaki şeylere göz dikmemek, az mala sahipken korkmamak ve çok mal içinde şımarmamaktır.
Dost ararsan Allah yeter
İbret ararsan ölüm yeter
Düşman ararsan nefsin yeter
2- İktisat
Verilen nimetleri israf etmeden cimrilik yapmadan yerli yerine kullanmayan, faydasını ihtiyaçlıya vermekten kaçınan, har vurup harman savuran kimse, nimetin kadrini bilmediğinden nimet verenin de kıymetini bilmez. Bu kimse de Cenab-ı Hakk’ı hakkıyla sena edememiş bir nankördür.
İktisat; yani tutumlu olmak nimete karşı bir hürmettir, şükr-ü mânevi sayılır. Rahmet-i ilâhiye hürmet, kat’i sûrette bereket sebebidir. Bedene perhiz gibi sıhhate sebep olur. Hem mânevi dilencilik zilletinden kurtarmak için izzet sebebidir. Nimetin içindeki lezzeti tatmaya kuvvetli bir sebeptir.
İsraf ise bunların zıddını neticelendirir. Yani israf etmediğimiz zaman zillete düşmeyiz. İsraf etmeyen insan riyâkâr olmaz. Bakın arada bağlantı var; ‘Kim iktisat ederse fakir olmaz.’ Muhtaç olmaz bir kere, fakir olmayınca kimseye muhtaçlığı olmaz. Kimseye muhtaç olmayınca da insanlara gösteriş yapma ihtiyacı olmaz. Niye gösteriş yapsın ki? Zaten bir şeye ihtiyacı yok. İsraf etmemek, bizi gizli şirk olan riyâdan koruyor.
İktisat; her işte dengeli olmak, ölçülü olmak, orta yolu tutmak güce göre yük almak, israftan kaçmak ve aşırılıktan sakınmaktır.
3- Rızâ
Kendine adaletle, şefkatle, sonsuz ilim ve hikmetle taksim edilip verileni beğenmeyen, râzı olmayan kimse de gerçekten hamdü sena etmiş sayılmaz, çünkü verilen nimetten dolayı Mün’ime minnettar olup o nimete layık olmadığını itiraf etmek yerine nimetten râzı olmadığını ifade etmektedir.
4- Kıymet Bilmek
İnsan öylesine nankör, tutarsız, öylesine huysuzdur ki, kendisine ne verilirse verilsin neye sahip olursa olsun o hep itiraz, hep şikayet içindedir.
Onu memnun etmek asla mümkün olmaz. İşte bu tip insanlar dilleriyle hamd etseler de bu asla samimi ve hakiki bir hamdü sena olmayacaktır.
Dehr sûresinde (insan suresi) bildirildiği gibi, insan ya nankör olur, ya müteşekkir. Bu durum, insanın kibri ve tevâzusu, gayreti ve tembelliği, ilmi ve cehli ile orantılıdır.
Gönlünde şükran duygularını taşıyan bahtiyar insan, kavuştuğu her nimette Rabbine şükür, sebep olan insanlara teşekkürün ilâhi bir emir olduğunu hiç aklından çıkarmaz. En ufak bir iyiliği es geçmez, karşılığını vermeye gayret eder. İyilikleri taş üzerine kazmışcasına unutmaz. Saygıyı, hürmeti, vefayı elden bırakmaz ve bunun iki cihanda karşılığını görür.
Bir işin görülmemesi onu, lâyık olmayandan istemekten daha hayırlıdır. Hz. Ali
Zaman yumağını şöyle geriye sarsak; yelkenin bezi için iplik eğiren bir kadının, yelkeni tutan geminin direğinde marangozun emeği ‘Ben de buradayım’ der.
Ayranım önümde olduktan sonra, kimsenin bal şerbetini düşünmem.
Kendi ekmeğini yiyip oturmak, altın kemer takıp, huzurda ayakta durmaktan iyidir.
Elinizden geldiğince başkasının minneti altına girmeyin! İzzetle kuru ekmek yemek, minnetle ziyâfet sofrasına oturmaktan iyidir. Şayet mecbur kalır da birisinin minneti altına girerseniz, en kısa zamanda onu telâfi edin.
Kerem sahibi mümin daima din kardeşinin iyiliklerini hatırlar ki, bu sayede ona sevgisi ve saygısı artar.
Cüneyd-i Bağdadi’ye:
- Şükür nedir? diye soruldu.
- Şükür, Allah'ın verdiği nimetlerle günah işlemeye yaklaşmamaktır. Yani Allah'ın verdiği nimeti harama sarfetmemektir, buyurdu.
Hamd; Lugat-ı Okyanus’ta ceza vermek, bedel, râzı olmak, takdire layık iş yapmak, gadap etmek manalarına gelir.
1- Ceza verme
a) Ceza’nın ilk manası karşılık vermektir.
Cenabı Hakk; adildir, rahimdir, âlimdir, ganidir, muğnidir, kerimdir, ehaddir.
O her kulun yaptığı iyi işleri bilir, takdir eder, değer verir, unutmaz. Görmezden gelmez, hiçe saymaz. Az şeye çok mükâfat veren Şekur ve Hamid'dir. «ve men ya’mel miskâle zerratin hayran yerah / Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görecektir.» (Zilzal, 7)
Kulu mükâfatlandıran, yaptığının karşılığını eksiksiz hatta fazlasıyla veren ancak Allah’tır. Çünkü O yaratmıştır. Onun kadr-u kıymetini O’ndan başka bilen olmaz. «Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.» (Mülk, 14)
O bol bol verir. Çünkü herşeyin anahtarları O’nun elindedir. O Muğni’dir. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Kendine birşey ayırmak, bir çıkarı olmak veya sermayeyi kurtarmak gibi eksiklikten münezzehtir. Kulun kazancı kat kat olarak kendine döner.
O adildir. Kimsenin emeğini boşa çıkarmaz, eksiltmez. Kimsenin de eksiltmesini, zayi etmesini istemez. Bu konuda yasaklar koymuştur. Kulunun niyetini, tiynetini, maksadını, gayretini, sabrını, tahammülünü en iyi bilen O’dur. Sadece yaptığı iyi işlere mükâfat vermek şöyle dursun, iyi bir şeyi yapmaya kesin niyet etmişse onu da mükâfatlandırır. Zâlimden mazlumun ahını alır. Mazlumun duâsına kesin icâbet eder.
O Kerim’dir. Bol bol verir, kat kat verir. Ivezsiz, garezsiz, sebepsiz de verir. Onun eşi, ortağı, çocuğu yoktur ki onlara ayırsın, onları kayırsın. Mükâfatlandırmak gerçek manada O’na mahsustur. İnsanların birbirine maaş, mükâfat, karşılık vermesi mecazi ve eksiktir.
Çünkü insan;
♦ Fânidir; herşeye muhtaçtır.
♦ Zayıftır; kendini düşünür.
♦ Menfaatçidir; haksızlık yapar.
♦ Bilinçsizdir; kimin ne yaptığını, kıymetini, niyetini bilemez, anlayamaz. Yanlış anlayabilir.
♦ Cimridir; mahluk olma hasebiyle içinde haset ve cimrilik potansiyel olarak mevcuttur.
♦ Acımasızdır; insanı o yaratmamıştır ki; onun kadru kıymetini bilsin, zaaflarını idrak edip merhamet etsin.
♦ İnsan tarafsız değildir; anası, babası, eşi, evladı, akrabası, yakınları vardır. Onlara meyli daha fazla olduğundan haksızlık yapabilir.
Bilâl-i Habeşî hazretleri birgün Mescid-i Nebî'de iken büyük bir neş'e içinde coşuyor, cezbeye geliyordu. Hz. Ömer bu hâlini görünce sordu:
- Yâ Bilâl bu hâlin nedir? Buranın mescid olduğunu unuttun mu?
- Benim hâlimde ne var ki? İstersen gidip hâlimi Resûlullah'a arz edelim yanlışım varsa tevbe ederim ve bir daha yapmam.
Beraberce Resûlullah'ın huzûruna gittiler. Hz. Ömer Peygamber Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) durumu arz etti:
- Yâ Resûlallah, Bilâl mescidin huşûunu bozuyor. Burada neşelenip coşuyor.
Peygamber efendimiz Hz. Bilâl'e sordu:
- Yâ Bilâl böyle neşeli olmanın sebebi nedir?
- Yâ Resûlallah! Cenâb-ı Hak bana hidâyet nasip etti. Ben bir köleydim. Mekke'nin ileri gelenlerinden nice kimseler bu saâdete eremediler. Ebedî saâdetten mahrûm kaldılar. Onlara hidâyet nasip olmadı. Eğer hidâyet etmek senin elinde olsaydı bu kadar akrabandan benim gibi Habeşli bir köleye nasıl sıra gelirdi? Ben neş'elenmiyeyim de kim neş'elensin?
- Bilâl'e dokunmayın! Sevinip neş'elensin.
b) Ceza diğer anlamıyla suçluyu yargılayıp hak ettiği hükmü vermektir.
Bu anlamıyla ceza vermek gerçekten Allah’a mahsustur. Çünkü O,
♦ Suçu, suçluyu, suç sebeplerini, masumu, caniyi en iyi bilen Âlim,
♦ Kimseye haksızlık etmeyen Âdil,
♦ Mühlet veren Sabur,
♦ İntikam alan Müntakim,
♦ Zâlimi verdiği cezalarla engelleyen Mâni’dir.
«Onun gibi kimse azab edemez, O’nun vurduğu bağ gibi kimse bağ vuramaz.» (Fecr; 26-27)
Kullar cezalandırırken bu özelliklere sahip olamadıkları için ceza konusunda da acizdirler.
♦ Ya gerçek suçluyu bilemezler, ya suçun sebeplerini bilemezler.
♦ Ya da ne kadar ceza verilmesi gerektiğini kestiremezler.
♦ Ya menfaat karşılığı serbest bırakırlar.
♦ Ya cezalandırma fırsatı bulamazlar, araya ölüm vs. girer.
♦ Taş yüreklidirler. Haksız ceza verirler. Mazluma zâlim muamelesi yaparlar.
♦ Verdikleri ceza türü ıslah edici olmak yerine azdırıcı olabilir.
♦ Araya rüşvetler, akrabalıklar, tarafgirlik girip adil davranmayabilirler.
Ben Onlardan mıyım?
İlk Müslümanlardan Abdurrahman ibni Avf bir gün Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) hanımlarından Ümmü Seleme (ra)’ın yanına gitti ve:
- Anacığım! Kureyş halkının en zengini benim. Bir arazimi kırk bin dirheme sattım. Bu kadar çok mala sahip olmanın beni mahvetmesinden korkmaya başladım, dedi.
Ümmü Seleme de ona şunları şöyledi:
- Bak oğlum! Malını ihtiyaç sahiplerine bol bol dağıtmanı tavsiye ederim! Çünkü Rasulü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in: ‘Ben aralarından ayrıldıktan sonra, bazı sahabelerim beni bir daha göremeyeceklerdir’ buyurduğunu duydum.
Bunu duyan Abdurrahman ibni Avf büyük bir korkuya kapıldı. Oradan ayrıldıktan sonra Hz. Ömer ile karşılaştı ve ona Ümmü Seleme’den duyduklarını anlattı. Hz. Ömer bunu öğrenir öğrenmez Ümmü Seleme’yi ziyaret ederek; ‘Allah aşkına bana söyle! Peygamber Efendimizi göremeyecekler arasında ben de var mıyım?’ diye sordu.
Ümmü Seleme annemiz ona şu cevabı verdi: ‘Hayır sen onlardan değilsin. Ama senden sonra hiç kimsenin bu konudaki sorusuna cevap vermeyeceğim.’
2- Bedel
Hamd’in bedel manasıyla da, bir varlığın aynısını, bedelini oluşturmak Allah’a mahsustur. O herşeyi çift yaratmıştır.
Onun için olmayacak şey yoktur. O «Kün / ol deyince» «feyekün / hemen olur.»
O istediği gibi tebdil eder, değiştirir. Yerine daha iyisini veya hikmete binaen daha kötüsünü getirme kudretine sahiptir.
Dilerse bir beldeyi yok edip yeni bir belde kurar.
Dilerse sûretleri değiştirir.
Dilerse âyetleri nesheder, yerine başkasını getirir.
Dilerse âdetlerini bozar değiştirir, kesen bıçağı kesmez, yanan ateşi yanmaz eder.
Dilerse iklimi, mevsimleri değiştirir.
Dilerse fikirleri değiştirir.
Dilerse evlilikleri değiştirir.
Dilerse zamanı, mekanı değiştirir, genişletir, darlatır. Bir terzinin kumaş üzerinde yaptığı çalışma kolaylığında bütün mükevvenatı değiştirir.
Ama onun değiştirdiği de değiştirmediği de hep hikmetli ve rahmetinin eseridir. Onun gazabının içinde bile rahmet gizlidir. Kulların değiştirmesi çok cüzi ve mecazidir. Çünkü ilimleri mahdut, iradeleri, güçleri zayıftır.
İnsanoğlu durmadan kanun tüzük değiştirir bir türlü oturtamaz. Plan program değiştirir tuttturamaz. Eşya, kılık, kıyafet değiştirir yakıştıramaz.
Ev değiştirir, iş değiştirir, binit değiştirir, eş değiştirir bir türlü randıman alamaz. Bir çok şeyleri de değiştirmek istese de gücü yetmez. Asıl değiştirmesi gerek ve elzem olanları da değiştirme çabasına girmez.
Bu nedenle Hamd, değiştirme anlamıyla da sırf Allah’a mahsustur.
3- Râzı olmak
Cenabı Hak râzı olup olmayacağı şeyleri kitabında bildirmiş. Kullarını bu konuda şuurlandırmış. Her iyi, güzel, tatlı, hoş şeyden râzı, bunların zıtlarından râzı olmaz.
Kulunu yaratıp kulluğa münasip birçok kabiliyet ve meziyetlerle donatmış. Râzı olup olmayacağı şeylerin dokümanını, listesini eline vermiş ve bunu ebediyen değiştirmemiş. Bilinçli bir kul daima Rabbinin neden hoşnut olup olmayacağını kavramıştır.
O bu üslupta devam ettiği müddetçe Rabbini râzı etmekte başarılı olur. Cenabı Hak kendine yaklaşmak isteyenlere, rızâsını arayanlara yardım edeceğini de vaad buyurmuş.
Kullara gelince kullar aciz, muhtaçtır. Bugün râzı olduğuna yarın itiraz eder. Ne zaman ne isteyeceği, nerede ne yapacağı belli olmaz. Nefis, şeytan, dünya üçlüsüne her an mağlup olabilir. Aklı nefsine, vicdanı menfaatına, gazabı merhametine her zaman galebe çalabilir. Bu yüzden insanoğlunu râzı etmek, memnun etmek mümkün değildir.
Kullarının tiynetini, hilkatini çok iyi bilen yüce Allah «Allah’ı hakkıyla takdir edemediler» (Zümer, 67) buyurur. Bütün nimetlerin, kemâllerin sahibi merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ı takdir edemeyen aciz, câhil, nankör, ahmak kullar insanı nasıl takdir etsinler? Nefsi emmarelerinin keyfini bozup nasıl iyilik yapan, fedâkar, diğergâm, emektar hemcinslerinden râzı olsunlar?
İşte bunun için hamd, râzı olmak manasıyla da Allah’a mahsustur.
4- Takdire layık iş yapmak
Cenabı Hakk’ın bütün işleri akıl almaz biçimde takdire layık ve her türlü noksanlıktan, eksiklikten, yanlışlıktan uzak. Herşey yerli yerinde. «Ferciıl basara hel terâ min fütur / Haydi gözünü çevir görebilir misin hiçbir çatlak, bir kusur?» (Mülk, 3)
Hem muhkem, hem mükemmel. Hem güzel, hem yerinde. Benzersiz, örneksiz, hammaddesiz, yoktan var olmuş. Son derece zarif, nakkaş-ı âlimin elinden çıkmış eşsiz sanat. Ve asla abes işi yok.
İnsanlara gelince; yapması gerekeni yapmaz, yapamaz. Gücü yetmez. Gevşeklik, tembellik yapar. Zamanında yetiştiremez. Kaliteli yapmaz, hile yapar. Yorulur, yaşlanır, aklı işlemez olur. Unutur, aldatır, aldanır. Bilmez, sonunu kestiremez, rengini, boyutunu, şeklini, hammaddesini, işçiliğini tutturamaz. Gücü yetmez, şekilsiz, modelsiz bir şey yapamaz.
Başkasının modelini çalar, haksızlık yapar, haksızlığa uğrar. Sabredemez, üşenir, bıkar. Gücünü, bilgisini, aklını ve nihâyetinde hayatını kaybeder. Sanatında mahir olsa da devamlılığı sözkonusu değildir.
İşte bu cihetten de hamd takdire layık iş yapma manasıyla da sırf Allah’a mahsustur. «Külle yevmin hüve fi şe’n / O hergün (her an) bir şe'n (ayrı bir tecelli, yeni bir oluş, yeni bir iş) üzerindedir.» (Rahmân, 29)
Sümbül Sinan Efendi, birgün müridlerine sordu:
– Şâyet Cenâb-ı Hakk, -farz-ı muhal- bu kâinâtın sevk u idâresini size vermiş olsaydı, ne yapardınız?
Beklemedikleri bu değişik suâl karşısında mürîdler, şaşırmakla beraber, muhtelif mütâlaalarını serdettiler. Kimi:
‘Dünyâda bir tek kâfir bırakmazdım!’
Kimi:
‘Bütün kötülükleri yok ederdim!’
Kimi:
‘İçki içenleri helâk ederdim!’ gibi devam edip giden cevaplar verdiler.
İçlerinde bir tanesi ise cevap vermeden susuyordu. Sünbül Sinan Efendi ona bakarak:
– Evlâdım! Ya sen ne yapardın? dedi.
Edebinden yüzü kızaran mürîd, büyük bir mahfiyet içinde boyun bükerek, yetmiş istiğfardan sonra cevaben hafif bir sesle:
– Efendim! Allâh’ın bu kâinâtı sevk u idâresinde -hâşâ- bir noksanlık mı var ki, ben farklı bir şey yapabileyim? Bir mü’min ölür, yerine bir mü’min, bir kâfir ölür, yerine bir kâfir. Kâinâttaki ilâhî tanzîm, tasavvurların ötesinde bir kudret akışı içinde devam ederken benim, âciz, kısıtlı, mahdûd akıl ve irâdemle ‘Şunu şöyle yapardım, bunu böyle yapardım!’ demek ne haddime!.. dedi ve utancından gözlerini yere indirdi.
Hazret-i Pîr ise, bu cevaptan son derece memnûn kaldı.
– İşte şimdi iş merkezini buldu! dedi.
Bundan sonra o mürîdin adı Merkez Efendi olarak kaldı. Asıl ismi olan Mûsâ Muslihiddîn unutuldu, «Merkez» lafzı, kendisine sıfat ve isim oldu.
5- Gazab etmek
Gazab da sevgiden olan bir durum. Sevilen şey kaybolursa ya da sevilen kimseden sevilmedik haller zuhur ederse gazab olunur.
Gazab beklenmedik şeylerin sonucu kanın galeyana gelmesi anlamında insan için kullanılan bir terimdir. Cenab-ı Hak noksan sıfatlardan beri olduğu için bu sıfat O’nun zatı hakkında mecazidir.
Cenab-ı Hak neden gazab ettiğini açıkça bildirmiş. Herşeyi mükemmel yapan, bütün kainatı düzene koyan yüce Mevlâ, yeryüzünde kullarının huzuru için de kurallar, kanunlar koymuş. Ve ‘bu hudutları aşmayın’ buyurmuş.
Kullar bu hududu aştığı zaman hem kendilerine hem diğer varlıklara zarar vermiş olacaklarını bildirmiş.
Tam ölçüsünde gazab etmek ancak Allah’a has bir vasıftır. Bu yönüyle de hamd, gadab anlamıyla da sırf O’na mahsustur.
Övmek, medhü sena etmek tanıyıp bilmeyi, bilmek de sevmeyi gerektirir.
Cenab-ı Hakk’ı tanıyan ve seven sonsuz saadete, nimete, nurlara, sırlara ya bil fiil, ya bil kuvve mazhar olur.
Cenab-ı Hakk’ı gerçekten tanıyamayan, sevemeyen, bedbahtlık, elem ve evhamlara mübtela olur.
Çünkü onu tanımayan sevemez, sevmeyince de itaat etmekten yüz çevirir. Haramlara, günahlara, fitne fesatlara dalar, işlediği hile, desise ve günahlar ayağına dolanır, acı çeker. Acılarını duymamak için sefahate düşer.
Hamd ve şükrün faydası hamd edenedir. Hamd edilen yüce Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. O kıyam bi nefsihidir. Muhalefetün lil havadistir. İlgiye, sevgiye, övgüye hiçbir şeye muhtaç değildir. Her emir, her yasak, her tavsiye kulların hayrına, yararınadır.
Cenab-ı Hakk’ı tanıyan, tanıdığı oranda sever ve sevilir. Onun sevgisini kazanan bütün kainatın sevgisini kazanacağından sonsuz bir saadete, şükredilen nimet artırıldığından bitimsiz nimete, nur olduğundan, nihâyetsiz nurlara ve sırlara mazhar olur. İşte ikram sahibi yüce Allah hamd etmemizi, şükretmemizi bunun için istiyor, öğretiyor, telkin ediyor.
Hamd etmek, sena etmek, övmek; anlıyorum, tanıyorum, seviyorum, sevdiğimi ilan için sevgiye layık olduğunu izhar için ve sevdirmek için hayranlığımı izhar ediyorum, demektir.
Kudsi hadiste; ‘Men talebenî vecedenî ve men vecedenî arefenî ve men arefenî aşekanî ve men aşekanî aşaktühû ve men aşaktühû kateltühû ve ene diyetühû / Kim beni taleb ederse, beni bulur. Kim beni bulursa beni tanır. Kim beni tanırsa bana aşık olur. Kim bana aşık olursa ben de ona aşık olurum. Ben kime aşık olursam onun canını alırım. Onun diyeti de benim zatımdır’ buyrulması bu gerçeği te'yid etmiyor mu?
Hamdeden mümin gönlünde ferahlık duyar. Allah Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) sıkıntılı zamanlarında hamd etmesini öğütlemektedir; «Andolsun ki söyledikleri şeylerden gönlünün daraldığını biliyoruz. Rabbini hamdederek an.» (Hicr, 97-99)
Bütün bulanıkları durultmak istersen ey ulu kişi!..
Rûhunu temizle, sonra halk kendiliğinden durulur!..
1- Allah Sevgisi
Güneş cazibesiyle bütün gezegenleri kendine çekip, onların yörüngelerinden ayrılmadan yüzüp gitmelerini sağlamıştır. İnsan da diğer insanlarla birlikte yaşamak, anlaşmak, etkili olmak, etkin kılmak için sevgi ve merhametle kuşanmış nezâket ve zerâfet câzibesini istimal etmelidir. Aksi halde zorbalık, hoyratlık, baskı, kabalıkla insanları bir arada tutmak, görev şuuru aşılamak mümkün değildir.
İnsanlara yapılacak en büyük iyilik yaptığı işi sevdirmektir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Sevgi benim binitimdir’ buyurmuştur. Sevgisiz sürünerek gidilen yollar, sevgiyle uçularak aşılır. Gerek eğitimde, gerek sanatta insan yetiştirmenin yolu değer vermek, saygı duymak, güler yüz, tatlı dil ve ikramla mümkün olur.
Dinimizde av köpeklerinin yaralamadan getirdiği avları yemek câizdir. Eğer yaralarlarsa kendileri için avladıkları kanaatiyle onu yemek haram kılınmıştır. Bu demek oluyor ki hayvana bile zorla iş yaptırmak câiz değildir. Ve atalarımız ‘bir köpeği zorla ava götürürseniz, o köpek av yapmaz’ demişlerdir.
Rabbimiz kitabında sık sık ‘fazıl’ kelimesini zikreder. Bu kelime zerâfet anlamı taşır. Allah bütün kâinatı zerâfet tülüyle süsleyip, merhametiyle kuşatmış, bütün emir ve yasaklarını da zerâfete endeksli olarak vaz etmiştir.
Eziyet etmeyin, dedi-kodu yapmayın, zulmetmeyin, güzel konuşun, çekişmeyin, temiz olun, birbirinize yardımcı olun, sarhoş olmayın, kumar oynamayın, sesiniz büyüklerinizden yüksek çıkmasın, mütevazı yürüyün, yüzünüzü insanlardan çevirmeyin, yetime merhametli olun, isteyeni boş çevirmeyin, insanlarla iyi geçinin emirleri, bunlardan sadece birkaçı.
Hakiki kul, gönlünü ancak Sultanlar Sultanı'na hasreder. Zâhir âzâlarını, tüm bedenini, O’na kulluğa ve hizmete memur eder. Yaptığı her işi, Allah nâmına yapar. Gâyesi, Rızâ-i Bâridir.
1- Allah’ı seven, ölümden korkmaz. Onun geleceğini misâfir bekler gibi bekler. Çünkü sevenin sevgilisine kavuşması ancak ölüm ile mümkündür
2- Allah’ı seven kul, dünyadan sevdiği şeyleri severken, Allah’ın da onları sevdiğini bildiği için sever. Sevdiklerini de onun yolunda harcar.
3- Allah’ı seven kul, gece-gündüz daima O’nu anar, O’nu zikreder ve O’nu düşünür.
4- Allah’ı seven kul, kelâmı olan Kur’an’a hürmet eder. Peygamberlerine, velilerine hatta bütün mahlukata şefkat ve merhametle muamele eder. Tatlı dilli ve yumuşak olur.
5- Allah’ı seven, insanlardan uzak kalmaktan hoşlanır. Gecenin olmasını dört gözle bekler.
6- Allah’ı seven kula, ibâdet etmek zor gelmez, bilâkis kolay gelir. Mârifetname
Kul Allah sevgisini tattığı vakit, Allah onu kendi kusurlarına muttali kılar. Böylece o başkalarının kusurlarını görmez olur.
Aşk-ı ilâhi bütün ibâdet biçimlerinin temelidir. İbn-i Abbas
Allah sevgisi, diğer sevgileri gönülden çıkarıp mâsivâdan ilgiyi kesmekle, mevki, mal ve mesken sevgisini gönülden çıkarmakla mümkün olur.
Allah’ı sevmenin sonucu: Çok oruç tutmak, geceleri namaz kılmak, ibâdet etmek, az konuşmak.
Ebû Yezid el Bestâmi anlatıyor:
Rüyamda kendimi dördüncü kat gökte gördüm. Melekler beni karşıladılar. Üstlerinden âdeta nur damlıyordu. Tüm gökler sanki onların nuruyla aydınlanıyordu. Bana selâm verdiler. Selamlarını aldım. Sonra bir nur parladı, bana Rabbimin aşkını verdi. O nur bütün gökleri öylesine aydınlatmıştı ki, meleklerin saçtığı nur, onun yanında güneş karşısındaki kandil ışığı gibi kalıyordu.
2- Allah’a Dostluk
• Allah dostu; Allah’ın zikrine doymayan, O’nun emânında sükûnet bulan, zenginler ve kibirlilerden uzak duran, fakir ve yoksullarla arkadaşlık eden, eceli konusunda basiretli olan, uzun emelden sakınan, kendine ağlayan, Hakk’a yönelen, âhireti için telaş, korku ve hazırlık sahibi olandır.
• Allah dostları o kişilerdir ki, insanlar dünyanın görünüşüne baktıkları zaman, onlar dünyanın iç yüzünü görürler.
• Allah dostları; malları varsa onu verirler, malları yoksa bedenlerini verirler, kendilerini yakıp yandırırlar, eritirler, Allah’a kavuşmaktan başka bir şey istemezler.
• Allah (celle celâlühû) buyurdu ki: ‘Kim Benim bir velime (dostuma) düşmanlık yaparsa, onunla savaşmayı ilân ederim. Kuluma farz kıldığım şeylerden daha sevimli hiçbir şeyle kulum bana (rahmetime) yaklaşamaz. Ben onu sevdiğim zaman, işitmekte olduğu kulağı, görmekte olduğu gözleri, iş yapmakta olduğu elleri, yürümekte olduğu mânevi ayağı olurum. (râzı olduğum şeyleri işitir, görür, yapar ve hayra koşar.) Benden istese istediğini veririm ve eğer Bana sığınırsa, korktuğundan onu emin kılarım.’ Hadîs-i Kudsi
• Allah dostlarının anılması meclise rahmetin inmesine vesile olur. Hadîs-i Şerîf
• Allah dostlarının üç huyu vardır: Her şeyde Allah’a güvenmek, her şeyde Allah’a muhtaç olduğunu bilmek ve her şeyde Allah’ın rızâsını aramak.
• Açıktan herkesin yanında Allah dostu, gizli ve herkesten uzak bir yerde Allah düşmanı olma. Bilal b. Sa’d
• Allah dostları, kendilerini insanlardan dilenmekten koruyan iş ve sanatları, nâfile ibâdetlerinden ve vakti müsâit olan vâciplerden öne alırlardı.
• Allah dostlarının özelliği ve kerameti:
1- Cömert olmak; zîrâ cömertlik bir deryâdır, iyi huylar hep ondan türer.
2- Şefkat sâhibi olmak; şefkat güneş gibi aydınlatır.
3- Tevâzu sâhibi olmak; zîrâ tevâzu toprak gibidir, hayatın kökü ondadır, onda gül biter.
İbrâhim’e (as) sordular:
– Allah (celle celâlühû) seni hangi işinden dolayı halil (dost) eyledi?
Şöyle anlattı:
– Şu üç şey sebebiyle:
1- İki şeyden birini seçeceğim zaman, Allah için olanı seçtim.
2- Allah’ın kefil olduğu rızkım için hiç gam çekmedim.
3- Akşam olsun, sabah olsun yemeğimi misâfirle yedim.
Allah’ın yüce kitabı «Hamd, övgü Allah’a mahsustur» diye başlar. Bu çok büyük bir derstir. Hamdde tahsis vardır; sırf Allah’a has bir özelliktir. Allah’dan gayrı ne varsa herşey, O’nun var edip ortaya koyduğu eserleridir. Yarattığı her şeyi güzel yaratıp hepsini ayrı ayrı kabiliyetlerle techiz etmiş, bir bütünün parçaları olarak her şeye tek tek görev vermiş.
Şimdi bir insan düşünelim; bir çok motorlu makinaları icat edip onları harekete geçirip işler hale getirsin, ilmini, kuvvetini, sanatını bu eserlerinde göstersin, sonra bu makinalar yaptıkları işlerde övünsün bu reva mıdır? Aynen bunun gibi insan gerek fiziki yapısıyla, gerek kafa konforuyla Rabbü’l Âlemin’in eseridir.
Hadîs-i Şerîfte ‘Allah her sanatın ve sanatçının yaratıcısıdır’ buyurularak bu gerçek dile getirilmiştir. Mahlukun en akıllısı olan insana kendisine tevdi edilen bu nimetlerle övünmek ya da övgü beklemek yakışır mı? Oysa ne hayvanlar, ne de bitkiler böyle bir tavırda bulunmuyor. Övülmek, yerilmek onları kesinlikle etkilemiyor vazifelerini büyük bir titizlikle icra ediyorlar. ‘Kadrim bilinmedi, takdir edilmedim, teşekkür etmediler’ diye ne arı bal yapmaktan, ne ipek böceği koza yapmaktan, ne de ağaç meyve yapmaktan vazgeçmiyor. Çünkü emri komutanlarından almışlar; O’na itaat ediyorlar, diğer askerlerin tavırları onları etkilemiyor.
Cansız varlıklar da öyle, koca sanayi makinaları tonlarca ürün çıkarıyor, övme ve yerme onları etkilemiyor. İnsandan başka her mahluk bir karşılık, bir teşekkür beklemeden, büyük bir fedâkarlık ve özveriyle Rablerine itaat edip, görevlerini aksatmadan icra ediyor. Güneş, ay, yıldız, yerler, gökler, dağlar, denizler hepsi emre âmâde.
İnsan, içindeki rububiyyet sıfatını yenemeyip benliğinden, egosundan, hevâsından geçemeyince, nefsi emmarenin emir ve komutlarına uyup emre boyun eğmiyor. Nefse uymayı asli görev, Rabbine teslim olmayı, emir ve yasaklara uymayı angarya bir iş sanıyor, nazlanıyor. Ya yapmıyor, ya da zorlanarak yarım yamalak yapıyor. Bu asli görevi Rabbinden aldığını, yapmak zorunda olduğunu, yapmazsa Allah tarafından iki cihanda zelil, hakir, perişan edileceğini kendine anlatacak altı yüz küsür sayfalık bir bildiri mektubu geldiğinin farkında değil. Kendine gelen bu kitabın fonksiyonunu bile bilmiyor.
İşte insan dünyaya geliş gayesini, Rabbinin azizliğini, kudretini, büyüklüğünü, nefsinin âcizlik, fakirlik ve zilletini iyice kavramayınca nasıl aziz olacağını, nasıl zelil olacağını bilemez. «İzzeti, şerefi başka yerde arar, halbuki izzetin hepsi Allah’ındır.» (Yunus, 65)
Kafasını, kalbini ‘Rabbimin yanında nasıl sevimli olabilirim, Rabbimi gücendirecek şeylerin neler olduğunu nasıl öğrenip onlardan sakınabilirim’ diye kurarsa, övmek ve yerilmek onun için bir anlam taşımaz. Allah’dan başka kimseden maddi mânevi hiçbir beklentisi olmaz. Allah’dan başka kimsenin alçaltıp yükseltemeyeceğine (yücelten ve alçaltan) kesin inanır. Yaş tahtaya ayağını basmaz ‘sizden ne teşekkür, ne karşılık beklemiyoruz’ diyen, müjdelenen kullar arasına girer.
‘Bir kimsenin, insanlar arasında övülerek parmakla işâret edilmesi, günahkâr olması için kâfidir. Zira, eğer iyi ise bu onun için bir zillettir, ancak Allah’ın rahmetine mazhar olan müstesna, gururlanmaya sevk eder. Eğer kötü bir kimse ise, bu (övüş) bir şerdir. Zira kötüye iyi demekle yalan söylemiş olursun. Nitekim diğer bir hadiste, ‘Sizden biriniz, Allah’ı şâhit tutarak hiçbir kimseyi temize çıkarmasın ve methetmesin’ buyurulmuştur.
Komşunun Duâsı
Dini bütün yaşlı ve fakir bir kadın her sabaha duâ ve hamd ile başlardı:
- Allah’ım, bize verdiğin nimetler için Sana şükürler olsun.
Kadının sefaletine rağmen nasıl şükredebildiğine şaşıran yan komşusu hemen onu tersleyerek,
- Allah seni unuttu zavallım, unuttu! derdi.
Bir akşam komşusu yaşlı kadına oyun oynamak maksadıyla içinde meyve, sebze, ekmek vs olan torbayı kapısının önüne bıraktı.
Ertesi sabah teyze kapıyı açıp da yiyecekleri görünce sevinçle:
- Bu gönderdiğin yiyecekler için Sana şükürler olsun Allah’ım! dedi.
Bunun üzerine, onu seyreden komşusu seslendi:
- Allah seni unuttu be kadın! O yiyecekleri ben aldım!
Ancak yaşlı kadın hiç istifini bozmadı:
- Yüce Allah’ım! Sana ne kadar şükretsem azdır. Hem bu yiyecekleri göndermişsin, hem de parasını Seni unutup gaflete dalan bir kuluna ödetmişsin!
Hamd, isteyerek yapılmış bir iyiliğe veya o iyiliğin ortaya çıkmasına sebep olan bir güzelliğe karşı, sahibine saygı ifade eden gönül rahatlığıyla yapılmış güzel bir anıştan ibarettir. Medihle şükrün arasında bir övgü türüdür.
Medih can ve ihtiyar sahibi olana da olmayana da yapılır, Hamdin ise can ve ihtiyar sahibi olana yapılması şarttır. Güzel bir inci (can ve ihtiyar sahibi değil), ve at (can sahibi ama ihtiyarı yok) medhedilebilir, ama hamde muhatap olamazlar. Burada hamd, bu ikisini ihsan edene yapılır.
Ayrıca medih iyilikten önce de, sonra da yapılabilir. Hamd ise mutlaka bir iyilikten sonra, ki bu iyiliğin hamd edecek olana ulaşması şart değildir. Şükürde ise şükredecek olana iyiliğin ulaşması da şarttır. Çünkü şükür gelmiş olan bir nimete söz, fiil, kalp ile o nimeti ulaştırana tazim ile mukabelede bulunmaktır. Sadece fiil veya kalp ile yapılan şükür medih de hamd de olmaz. Dille yapılan şükür ise hem medih hem hamd olur. Asılda bu şekildeki hamd şükrün de başıdır.
Her hamd bir medihtir, ama her medih hamd olmaz.
Medih vakıaya nazaran boş bir ümidin itmesiyle kuru bir yalandan, bir dalkavukluktan ibaret kalabilirken, hamd ve şükür daima vakıaya uygun bir hakikati ifade eder. Hamd delile dayalı haklı bir ümidin sevinci ile veya şükür gibi nimetlenmenin verdiği mutluluğun zevki ile yapılır.
Hamd ve şükür tamamen ahlâki iken, medih genellikle gayri ahlâkidir. Hamd ve şükürde maksat nimeti ulaştırana yapılırken, medihte nimetin hayalidir. Medihte dalkavukluk da olabilir. Bu yüzden yerilmiştir.
Bir övmenin hamd olabilmesi için şu unsurlara sahip olması gereklidir:
1– Övülenin gerçekten güzel vasıflarının bulunması,
2– Övene lütuf ve ihsanın ulaşması,
3– Bu lütuf ve ihsanların irade ve ihtiyar ile yapılmış olması.
1- Medhedendeki âfetler:
• Medihde aşırıya giderek yalan söyler.
• Medhettiği kimseye olan muhabbetinden dolayı sözlerine riyâ karıştırır. İçinden kendisinin bile kabul etmediklerini medhe katar da, mürâi olur.
• Bazen aslında bilmediği ve hakikate uymayan şeylerle de medheder. Huzurunda birisi, diğer birini överken, Rasûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem); ‘Yazık sana. Adamın boynunu kopardın. Eğer bu söylediklerini o duymuş olsaydı iflah olmazdı’ buyurdu.
• Yine bir başka Hadîs-i Şerîfte; ‘İnsanların medh-ü senâsından hoşlanmak, (ayıbını görmek ve işitmekte) insanı kör ve sağır eder’ buyurmuştur.
• Öven kişi bazen fasık ve zâlimi medh ederek onu ferahlandırır. Halbuki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Fasık övülünce Allah-u Teâlâ gazap eder’ buyurdu.
• Hasan-ı Basri Hazretleri şöyle demiştir: Yeryüzünde zâlime uzun ömürle duâ eden, Allah’a isyan edilmesini istemiş olur.
Bir insanı övdüğümüzde de, yerdiğimizde de sınırı aşmamalıyız. Kişiyi asıl değeriyle ele alıp övmemizde bir sakınca yoktur, yeter ki yüzüne karşı olmasın. Aksi halde günahkâr oluruz.
Adamın biri bir yolculukta İbn-i Muhayriz’e arkadaş olmuştu. Ayrılacağı zaman: Bana bir öğüt ver, demişti.
İbn-i Muhayriz de:
- Mümkünse bil, fakat bilinme.
- Yürü, fakat peşinden kimseyi sürüklemeye kalkışma.
- Sor, fakat kendine soru sordurup da bilgiçlik taslama, dedi.
2- Medhedilendeki âfetler
• Kendini beğenip böbürlenmeye ve helâke sebeb olur.
• Medh olunan kimse ferahlık duyar, tembelleşir de elinde olanla iktifa ederek, fazla çalışmak istemez. Halbuki kendisini noksan ve kusurlu gören kimse, ibâdete sarılıp gayret eder. Bu sebeble Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem); ‘Yüzüne karşı medh ettiğin insanı kızgın ustura ile boğazlamış olursun. Keskin kılıçla bir adamın peşine düşmek, onu övmekten hayırlıdır’ buyurdular.
• Hz. Ebûbekir (ra) övüldüğünü işittiği zaman şöyle duâ ederdi: ‘İlâhi, Sen beni benden daha iyi bilirsin! Ben de kendimi, övenlerden daha iyi bilirim. Onların bende bulunduğunu sandıkları şeyleri sen bana ihsan et ve bilmedikleri kötülüklerimi de bağışla! Hakkımda söylenen şeylerle beni günahlandırma!’
• Medh eden ve medh edilenler bu âfetlerden sâlim olursa medhetmek zarar vermez. Zîra Rasûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sıddık-ı Ekber (ra), hakkında, ‘Ebûbekir’in imanı, bütün âlemin imanı ile tartılsa, ağır gelir’ buyurdular.
• Gereksiz medih bâtıldır. Cenâb-ı Hak medhin iktizası olan Rabbul âlemin, Rahmanur Rahim’i, Mâliki yevmiddin’den önce zikretti.
• Allah (celle celâlühû) bizim huyumuzu da kendi huyuna uygun, kendi sûretine göre yarattı; bizim vasfımız da O’nun vasfından bir örnektir. Yaratıcı Allah (celle celâlühû) kendisine şükür ve hamd edilmesini ister. Bu yüzden insanın huyu da böyledir, o da kendisinin övülmesini ister.
• Kul kendisini öven insanla, tenkit eden insanı bir gördüğü vakit, ihlâslı sayılır. Yahya b. Muaz
Elbet put olurlar öpülen eller, etekler.
Elbet öpen oldukça olur, öptürecekler. M. C. Kuntay
İlişkilerimizde başarılı olmanın temel yolu, başkalarına moral vermektir. Tanıştığımız her insana ya moral veririz, ya da ondan moral alırız.
İnsanları geliştirmenin bir yolu da, onları takdir etmektir. İnsanları takdir etmek, belli bir güç sağlar. Birini takdir ettiğimizde; onda, bizde ve ilişkimizde olumlu şeyler olmaya başlar. Ancak laf olsun diye değil, çevremizdeki insanların olumlu özelliklerini dürüstçe arayıp bulmalı ve takdir etmeliyiz.
Başkalarını överek ve cesaretlendirerek huzurlu olmalarına yatırım yapmak, bir nevi mutluluk aşısıdır.
İzleyeceğimiz yollar
Tanıdığımız neşeli biri var mı? Çalışkan? Dürüst? Öyleyse, onlara bu özelliklerini ne kadar takdir ettiğimizi söyleyelim. Bunu bir sözle, kartla ya da telefon görüşmesiyle yapabiliriz.
Günde en az 5 iyi davranışı takdir etmek hedefimiz olmalı. Emek isteyecektir; ama mümkündür. Yalnızca disiplin ve biraz çaba gerektirir.
Nasıl yaparsak yapalım, insanların iyi yönlerini takdir etmek güç kazandırır. Önce onlara, sonra da bize!
‘Hamîd’ ismi çoğunlukla ‘Ğanîy’ ismiyle birlikte gelir. Bu da Allah’ın (celle celâlühû) başkalarının kendisini övmesiyle Hamîd olmadığını, buna ihtiyacının da bulunmadığını vurgular.
Bu ismiyle Allah (celle celâlühû)
1– Zât, sıfat ve fiillerinin mutlak manada kemâli ve bu hususta tek oluşu sebebiyle hamde lâyık olan yalnızca O’dur.
2– Hiçbir şey yokken de, her şey varken de hamde lâyık olandır.
3– İlâhî düzlemde, yanlış, hata, eksik, kusur, çirkin… söz konusu olamayacağı için O’na yalnızca hamdedilir.
4– Kendisinden başkalarının hamdine ihtiyacı yoktur.
5– Kendisine hamdedenleri över. Az ibâdetleri çok, az hamdleri çok hamd ile karşılar.
6– O’nun övdüğü şahıslar, vasıflar, davranışlar bulunduğu gibi övmedikleri (yerdikleri) de vardır.
7– O güzelliklerin kaynağı, yaratıcısıdır. Övülen bütün güzellikler asılda Allah’a (celle celâlühû) hamdden ibarettir.
‘Hamîd’ ismi hem ism-i mef’ul, hem de ism-i fâil olabilir.
1– İsm-i mef’ul olduğunda (MAHMÛD), zâtı, sıfatları ve fiilleri övülen demek olur. Yaratıklarına nimet vermiş olduğu için onlar tarafından yapılan hamde müstahak, zâtı gereği hamde müstahak olan demektir.
2– İsm-i fâil olduğunda ise (HÂMİD)
a– Az amele çok karşılık vererek onlara müteşekkir olan,
b– Kendisini hiç kimse övmese bile kendisini kendisi öven,
c– Kendisi için yapılan hayır ve hasenatı daha yüksek in’am ve hasenat ile karşılayan demek olur.
Cenâb-ı Hakk kendi zâtını sahip olduğu kemâl sıfatlarıyla anlatması cihetiyle ezelen hamîd (yani HÂMİD), kulların kendisine Hamdi cihetiyle de ebeden hamîd (yani MAHMÛD)dir. Mahlûkatına her türlü rahmetini ulaştırdığı için Allah (celle celâlühû) hamde lâyıktır.
Her halükârda ve her dilde mutlak sûrette hamde lâyık olan yegâne zât O’dur.
Kulların bu isimden nasibi:
• Hiçbir şeyin Allah’a (celle celâlühû) hamdetmemizi engellememesi,
• İnsanların hamdlerine sebep olmak,
• Hâl, kâl ve kalp olarak hamdedici olmak,
• Her vesile ile hamdetmek,
• Allah’ın (celle celâlühû) övdüğü vasıf ve davranışların sahibi olmak,
• Lâyıkı şekilde hamd edemeyeceğinin farkında olmak
• Elhamdülillâh sözünün zaman ve yerini iyi belirlemek.
Ahmed; hamd edenlerin en hayırlısı ve efdali demektir. Ef'alu veznindendir. Hamd sıfatında mübalağadır.
Resulu Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) enbiyanın en çok hamd edenidir. Onun İncil’de ve göklerde bilinen meşhur ismi Ahmed’dir. Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurur: ‘Benim sıfatım, Allah'a çok hamdetmek ve O'na dayanmaktır. Sertlik ve kabalık değildir.’
Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kur'ân'da geçen isimleri (ism-i has olarak):
En çok hamd eden manasında Ahmed, övülmeye layık ve hamd eden anlamında Muhammed olarak da dört yerde geçer.
1– Yeryüzünde Ahmed’dir: En fazla hamdeden,
2– Mahmud’dur: İnsanların en çok övdüğü kişidir,
3– Mahmud’dur: Allah (celle celâlühû) tarafından övülmüştür,
4– Muhammed’dir : Meleklerin övdüğü kişidir,
5– Hâmid’dir: Allah’a (celle celâlühû) hamdeder. Güzel davranışlarda bulunanları över, onlara güzel karşılıklar verir,
6– İnsanların, Allah’a (celle celâlühû) hamdedici olmalarına çalışır, onların hamdleri için vesileler oluşturur,
7– Allah’ın (celle celâlühû) övdüğü insan olmak, övdüğü vasıfları bulunduran insan olmak, onu öven insan olmak gayretindedir,
8– Hamdin yalnızca Allah’a (celle celâlühû) ait olduğu bir dünya oluşturma çabası içindedir,
9– Makam-ı Mahmud’un ve Livâü’l-Hamd’in sahibidir.
Kıyâmet günü, layık olmadıkları halde cennete giren iki kişi cennete girme sebebini sorunca, Allah (celle celâlühû):
- Ben Ahmed ve Muhammed isimli kullarımı cehenneme koymaktan haya ederim, buyurmuştur.
Allah’ın (celle celâlühû) ‘seyyâhîn’ isimli melekleri dâim gezip, Ahmed veMuhammed isimli şahısları tesbit eder, onlara selam verirler.
«Hamd, Allah için» kelime-i mübârekesi, hamdin Allah’a (celle celâlühû) has, Allah’a (celle celâlühû) mahsus olduğunu ifade eder. Bu, şu demektir: Her şey düzgün, mükemmel, yerli yerine, kusursuz olmalı ki övgüye değer olsun. Bu da ancak Yüce Allah için mümkündür. O, isimleri, sıfatları, eserleri, hükümleri, sözleri, fiilleriyle noksanlıktan münezzeh, her şeye gücü yeten, Alim, Kadir, Semi, Basir olan ezel-ebed Sultanıdır. Sanatı da, sanatçıyı da, fiili de, fâili de yaratan, her şeyin melekûtunun (hammadde-asıl) sahibi O’dur. Onun için hamd O’na mahsustur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in Miraç’ta ‘Ben Seni sena edemem, Seni ancak, kendini sena ettiğin sözlerle sena ederim’ buyurması, bu hakikatı beyan etmektedir.
Hamd etmek, tam ve mükemmel kabul etmek, eksiksiz, kusursuz bilmek demektir. Bu manada hamd yalnız Allah’a aittir. Allah dışındaki herşey nakıstır.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimizin Mirac’ta: ‘Ben seni senâ edemem, sen kendini nasıl senâ ettiysen öylesin’ diyerek hakikaten değil mecazen ancak senâ edebileceği beyanına göre, elbette bizim onu hamdimiz taklid ve mecaz yoluyladır. Bundan anlaşılır ki bizim onu hamdimiz ve onu hamd için, emre imtisal ve ubudiyeti ızhar gereklidir. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) da bunun için ‘Sen kendini nasıl sena ettiysen öylesin’ buyurarak teslimiyet ve ubudiyetini göstermiştir. Bize de düşen taklittir.
Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz. Allah için çalışınız, Lillah, Li-eclillah rızâsı dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.
Allah için yardım eden ve Allah için yardımı kesenin imanı kemâle erer.
Gerçek müminin sevgisi, kızması, bir şeyi alması, yapması ve terki hep Allah için olur. Hz. Ali
Allah’ın dört bin ismi vardır:
Bini Tevrat’ta, bini İncil’de, bini Zebur’da, bini Kur’an’dadır. Allah’ın (cc), Kur’an'da bize bildirdiği isimleri doksan dokuzdur. Bu isimlerin kimi zatının, kimi efalinin, kimi de sıfatının isimleridir. Bu isimlerden Allah, Rahmân isimleri zat ismi olup, kimseye isim olarak konulmaz. Diğer isimler sıfat isimleridir. Ayrı ayrı sıfatlarını vasfederler.
‘Allah’ ismi, ulûhiyyete mahsus sıfatları toplayan O ekmel Zâta delâlet ettiği için, kendisine İsm-i Câmi denir. Yine Allah’ın zât ve sıfat ve fiillerinin tamamını içine almakta hepsini birlikte ifâde ettiği için, ‘Müstecmiu cemîi esmâ ve sıfat’ denir.
Allah ismi, Esmâ-i Hüsnâ’yı içine alan bir sedef gibidir. Lafız ve gramer açısından, beş ayrı mânâyı bünyesinde toplar.
1- Mâbud: Yer, gök ve arasında olan her varlığın kendisine ibâdet ve kulluk ettiği zât demektir. İbâdet, kulluk-kölelik mânâsından mecaz olarak alınmıştır. Şöyle ki, savaşta esir olanlar, esir pazarında satılır. Onları para karşılığı alıp, insanlar eve götürür. Artık o kimse ölmek yerine, efendisinin buyruğu altında köle olarak hayatını sürdürür. Efendisinden izinsiz hiçbir şey yapamaz. Onun emir ve yasaklarına uymak zorundadır. Çalışıp kazandığı, hep efendisine âittir. Efendisi âzât etmedikçe, hiçbir özgürlük hakkına sâhip değildir. Bu sınıf insanların erkeğine ‘عَبْد –köle’, kadınına ‘أَمَةٌ –câriye’ denir.
İşte kulluk, ibâdet, bu tâbirden mecaz olarak alınmış, Allah’ın emir ve yasaklarından sorumlu olan mükellef varlıklara, cin ve insanlara isim verilmiştir. Biz bu istiârenin ortak yönünü düşünürsek, kulluğun hakikatini sezmeye başlarız. Biz Allah’ın kuluyuz, O’ndan geldik, O’na gideceğiz. O, bize bir takım görev ve mesûliyetler vermiş. Sonunda bizim tutumumuza göre cezâ veyâ mükâfat vaad etmiş. Esâsen kulluk, bir günün gece-gündüz her diliminde Allah’ın istediği gibi yaşamaktır. Kişinin, irâdesini Rabbine teslim etmesidir.
O, bizi dâima görüyor, hallerimizi Kirâmen Kâtibin adlı melekler vâsıtasıyla zapt ediyor, kayda alıyor. Gizli kameralara çekip, ileride bize göstermek ve şâhit kılmak için saklıyor. Yapılan iyi veyâ kötü amellere sûret verip, onları, bizim için kurulan yeni dünyaya malzeme olarak kullanıyor, tâ ki, yarın mahşerde itirâzımız olmasın. İşte amelin, işte karşılığı. ‘İnsana ancak çalıştığı vardır.’ (Necm:39)
Ancak O Zât-ı zü’l-Celâl, kulunu, kölesini kendi menfaatına, çıkarına çalıştırmaz. İtaat ve kulluğu, hep kendi yararınadır. Çünkü O Kerim Zât, her türlü ihtiyaçtan beridir. Kullar O’na itaat ederek, kendi derecelerini yükseltir, kalitelerini artırırlar. Bedenleri, ruhları disipline alışır, kalpleri berraklaşır. Bu sayede birlikte yaşamak zorunda oldukları hemcinsleriyle uyumlu bir şekilde yaşar, birbirlerini incitmeyip, sevgi-saygı ekseni etrâfında huzurlu bir hayat yaşarlar. Gösterdikleri sabır, tahammül ve özverilerine karşılık, iki cihanda karşılık alır, Rableri tarafından mükâfatlandırılırlar. Aksi halde, hem kendileri huzursuz olur, hem çevredekileri huzursuz eder, hem de mülkün sâhibini gadaplandırır. Ettiklerinin cezâsını iki cihanda da çekerler.
❀ ❀ ❀
İçinde bulunduğumuz şu dünyada başıboş değiliz. Bizi dâima seyreden, kontrol eden, cezâ veren, mükâfatlandıran Rabbimiz, bizi görüyor, duyuyor, biliyor, içimizden geçenlerden, kalbimizin künhünden, en derin duygularımızdan haberdar ve bize şah damarımızdan daha yakın.
İçinde yaşadığımız zamanlar, mekânlar, imkânlar bizim değil; bu mülkün ve saltanatın sâhibi var. Biz sâdece O’na muhtaç, âciz ve fakir bir köleyiz.
Rabbimiz Kerim , bizi nimetlerine gark etmiş , bize güzel yaşam ortamları sunmuş diye haddi aşıp, Rabbimizi ve bize verdiği vazifeyi ve âkibetimizi unutmamalıyız. ‘Yalancı şımarığın kim olduğunu yarın bilecekler.’ (Kamer:26) Âyetin belirttiği şımarıklık, lâkaytlık, şuursuzluk girdâbına düşmemeliyiz. Allah (cc) imhal eder (mühlet verir), ama ihmal etmez. O’nun sabır ve hilmine güvenip, Azizü’n Zü-ntikam (güçlü ve intikam alıcı) vasıflarını görmezden gelmemeliyiz. Bu konuda rahmetten kovulmuş şeytanın, ‘Allah affedicidir, affeder. Sen keyfine, zevkine bak. O, hiç kulunu yakar mı? O’ndan hiç korkulur mu?’ gibi telkinlerine kulak asmamalı. Bunun için Yüce Allah bizi uyarıp, ‘Sakın, aldatıcı şeytan sizi (Benim rahmet ve affımla) aldatmasın’ ‘Ey Âdemoğlu! ‘Şeytana tapmayın; çünkü o, sizin için (Rabbinizden) ayıran bir düşmandır, Bana ibâdet edin. İşte dosdoğru yol budur diye size emretmemiş miydim.’ (Yâsin:60) buyuruyor.
✽ ✽ ✽
Kendisine irâde verilip, kullukla mükellef tutulan insan ve cinden gayrı, O Yüce Zâtın buyruğuna uymayan başka varlık yoktur. Yer, gök, güneş, ay, hepsi O’nun emrine bağlı ve mûtî. Kâinatta hiçbir varlık, bu iki zümreden gayrı, keyfi hareket etmez. Ama, zâlim ve câhil (Ahzab:72) diye nitelenen insan aczine bakmaz, O Yüce Sultana âsi olur. ‘Câhil cesur olur’ gereğince, isyana cüret edip, kendini mahveder. Sonunda pişman olacağı yanlışlar, telâfi edemeyeceği kusurlar işler. Rabbine kulluk ve itaatla mahlûkatın efendisi olacakken, en şerli mahlûk. «Yeryüzünde yürüyen hayvanların Allah katında en kötüsü, o inkâra saplanmış olanlardır.’ (Enfal:55) ‘Andolsun ki Biz, cin ve insanlardan çoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, bununla idrak edemezler; gözleri vardır bununla göremezler, kulakları vardır bununla işitemezler, bunlar hayvan gibidirler, hatta daha sapık ve şaşkındırlar. İşte ancak gâfiller (Araf :179) bu duruma düşer.
Oysa itaat etseydi, kâinâtın sâhibine boyun eğseydi, her şey ona itaat edip yardımcı olacak ve yol gösterecekti. Ne yazık ki, nefsinin hevâsı, şeytanın iğvâsı, dünyanın aldatıcı metâsı çoğunlukla insanı aldatır, Rabbine isyâna sevk eder. Bu isyanla, kendine gösterilen doğru ve nurlu yoldan hem sapar, hem de sapıtır. Hayır, iyilik ve güzellikler için seçilmişken bunu teper, bir şer makinesi haline gelir. Başını derde, bedenini ateşe sokar; dağ gibi isyanlarının uçurumuna yuvarlanır. Özgür olacağını sanarak tutsak olur. Hürriyetini, itibârını, şahsiyetini, tüm değerlerini bir hiç uğrunda kaybeder. Oysa gerçek hürriyet kulluktadır. ‘Allah’ın kulu hürdür.’
✽ ✽ ✽
Kulluğa mülâyim yaratılan kul, Allah’a kulluk yapmazsa, nefsin, paranın, hevânın, dünyanın, çevrenin kulu-kölesi olur. Yağmurdan kaçarken doluya tutulur. Yaptığı günaha paralel olarak, onurunu, şerefini, aklını, nâmusunu kaybeder.
Bu korkunç duruma düşmemek, insanlık şerefini kaybetmemek ve alnı açık, başı dik yaşamak için, Allah’a kul olup, O’nun koyduğu yasalara saygı duymak gerekir.
O, Ehad ve Samed olan, kimseye muhtaç olmayan, her varlığın ihtiyacını karşılayan, her şeyin hazinesi elinde olan, on sekiz bin âlemin sâhibine itaat etmek ve her türlü zilletten, minnetten, illetten, kılletten kurtulmak, ne büyük bahtiyarlık. O’na itaat, ne güzel özgürlüktür.
Rabbinin kitabına, elçisine saygı duymak ve buna diğer kulları teşvik etmek, bizim kulluk görevimiz. Bu konuda ne kadar sâdık, ne kadar samimi ve ihlâslı olursak, ihlâsımız o kadar artar. Aksi halde hayırsız, uğursuz, parazit bir varlık olarak, iki cihan saadetinden mahrum oluruz.
Rahmet yağdırsın bütün âleme, in’âmın sayısı gelmez kaleme.
İhsanınla Rabbim bizi deneme, hangi nimetine şükredeyim.
Mavi semâ verdin, melek mâbedi, hem arz ihsan ettin, dünya serveti.
Gönüllere derç ettin muhabbeti, hangi nimetine şükredeyim.
2- Mülteceun ileyh: İlticâ, bir tehlikeden veyâ düşman baskısından canını kurtarmak için emin bir yere sığınmaktır. Biz emir âleminden halk âlemine gelmiş, emir komuta zinciri altında Allah’ın askerleriyiz. Görevimiz, O’ndan yana olmak, O’nun için yaşamak, O’nun verdiği görevleri yerine getirmek ve bu sayede tüm evrenle barışık olup, huzur içinde yaşamak.
Ne yazık ki, işlediğimiz günah ve isyanlar yüzünden, bu birlik ve dirliği bozup düşmanlıklar oluşturuyor, zûlümler îras ediyoruz. Ortamın düzeni bozulunca, gerek iç bünyemizde, gerek dış âlemde anarşi oluşup emniyetimizi bozuyor, huzurumuzu kaçırıyor. Başımızdaki akıl, zehirli fikirler üreten bir yılan; gönlümüz, fâniyi râzı edip, Bâkiyi darıltan bir münâfık; bedenimiz, yaptığı hareketlerle bizi cehenneme çeken bir düşman oluyor. Bulunduğumuz ortam, âile ve çevre ise, bizi özümüzden koparıp, pişmanlıklar diyarına fırlatmak için elinden gelen gayreti gösteriyor.
Biz, bu zorluklar ve baskılar altında kalıp, ruhumuz vicdanımızı inim inim inletirken, bizi bu kötü durumdan kurtaracak, affına, güvenine , ilmine, kudretine sığınabileceğimiz tek ve eşsiz varlık yüceler yücesi Allah’dır (cc). O, tehlikeye düştüğümüzü fark edip, kapısına yöneldiğimizde, ihlâsla el açıp yalvardığımızda bizi reddetmeyen, tevbe kapısını sonuna kadar açık tutan Yüce Gaffar.
✽ ✽ ✽
Sâdece biz insanları değil, canlı cansız her varlığı koruyan, selâmete ulaştıran Yüce Sultan. O ki, Rahmeti gadabını geçen, affetmeyi fazilet olarak bildiren, affedenin affına mazhar kılacağını vaad eden Erhamurrâhimin’ dir.
Her kapının yüzümüze kapatıldığında, her ümidin söndüğünde açık olan tek ümit kaynağımız.
Ve kendisine ilticâ etmek için aracıya, muâmeleye, birinin iznine, icâzetine, pasaportuna, vizesine ihtiyaç bırakmayacak kadar Ganiyy-i Mutlak.
Abdestini alıp, kıbleye bedenini, kıblenin sâhibine gönlünü döndürdüğün an, her şey bitmiştir. Hele de gece yarıları, seher vakitleri mübârek zaman ve mekânlara denk geldi mi, artık bütün içtenlik ve samimiyetinle yalvarıp, hâlini arz etmenin zamanıdır.
Semân sağanak sağanak rahmet yağdırır, arzın cezil cezil rızık dağıtır
Kar, yağmur, rüzgârın paklar arıtır, hangi nimetine şükredeyim.
Göller, denizler, ırmaklar verdin, semâyı mehtap ile bezedin
Nimetini daim serdin de serdin, hangi nimetine şükredeyim.
3- Mefzeun ileyh: Her derdin dermanı, her feryâdın imdâdı olan yüce Zât. Yediden yetmişe dara düşen herkesin mürâcaat ettiği Ehad, Samed olan yüce Dergâh.
Çâresiz dertlerin, hastalıkların çâresini halk eden. Fakir, yoksul, dul, yetim ve âcizleri umulmadık yerden rızıklandıran. İç huzursuzluklarını, duâ, münâcaat, tazarrû yoluyla gideren.
Her başı daralanın, ‘Allah!’ diye yalvarıp yakardığı, kendine isyan edenlerin bile cürm-ü isyânına bakmadan, imdâdına koşan hakiki mercii.
Kuyu dibinde Yusuf’u, bıçak altında İsmâil’i, ateş içinde İbrâhim’i, balık içinde Yûnus’u, doğum sancısında Meryem’i, Kızıldeniz’de Mûsâ’yı, çarmıha gerilmeden İsâ’yı koruyan, selâmete çıkaran Yüce Makâm.
Hz. Nûh, O’na yalvarıp, ‘Ben mağlûbum, yardım et!’ (Kamer:10) dedi. Rabbisi ona tüm dünyayı deniz yaptı, gemi yapmayı öğretti, inananlarla birlikte kurtardı.
Hz. Eyyûb, ‘Bana zarar dokundu, Sen Erhamürrâhiminsin’ (Enbiyâ:83) diye yalvardı. Allah (cc) ona sıhhat, âfiyet, mal ve evlâdını geri verdi. Bir o kadarını daha bahşetti.
Rabbine yalvarıp ‘Benim hüznüm, şikâyetim Rabbimedir.’ (Yusuf:86) diye kırk yıl hasret çekip gözyaşı döken Yâkub’u (as), Yusuf’una kavuşturdu.
Mekke’den hüzünle hicret eden Habibine ‘Muhakkak ki O, Kur’anı üzerine farz kılan, seni döndürülecek yere döndürecektir. De ki ‘Rabbin kimin doğru yolu tuttuğunu, kimin de apaçık sapıklıkta bulunduğunu herkesten iyi bilir.’ (Kasas:85) vaadini yerine getirdi, Mekke’nin fethini, İslâm devletini nasip eyledi.
Gönüllere sundun îmân ile Kur’an, gönderdin Ahmed gibi candan bir yâran
Aşk-ı sevda verdin ümmeti saran, hangi nimetine şükredeyim.
Rızık verdin, âzâ verdin, zevk verdin, âlemi dört mevsim bezeyip sardın
Güneş, ay, yıldızla bize nur verdin, hangi nimetine şükredelim. M.Balcı
Kaliteli-kalitesiz, mûti-mücrim, nice bağrı yanık dertlilerin derdine derman verip, duâlarına icâbet eden, herkesin her ihtiyacını karşılıksız temin eder.
Mülkünde onca insan O’na âsi olur da, O Kerim Zât, onların rızıklarını iâşelerini kesmez. Ömür boyu, maddi-mânevi tüm ihtiyaçlarını karşılar. Hem yiyebilecek dil, diş, mide, sindirim sistemi, tad alma duygusu; hem yemek isteği, hem yiyecek, hem o yiyeceği kazanacak güç kuvvet ihsan eder. Hem değirmeni hazırlar, hem buğday gönderir. Her mahlûkuna aynı derecede şefkat, merhamet ve ihsânını esirgemez. Karşılık beklemeden bol bol ihsan eder, imkân verir.
4- Meskûnun ileyh: Yarattığı her şeyi barındıran, her şeye uygun mekânlar, imkânlar bahşeden. Ana kucağında, baba ocağında, toprağın bağrında her şeyi yerli yerine yerleştiren, hayatında-memâtında, dünyasında-âhiretinde, yedisinde yetmişinde her şeye bir mesken, bir mekân, bir makâm tâyin eden.
Yüce Mevlâ insanı, babanın belinde, annenin göğüs kemiğinde yerleştirdikten sonra, ana rahminde belirli vakte kadar en güzel bir şekilde koruyup saklar.
Bâzen ibret-i âlem olsun diye, çocuklar bir-iki ay erken doğar. İnsanlar onları kuvözde koruyacağız diye nice sıkıntı çeker, ana karnındaki ısıyı ayarlamada bayağı zorlanır. Bütün âile seferber olur. Bu gibi olaylar, yüce kudreti, sanat-ı ilâhiyi hatırlatan kader cilvelerinden başka nedir ki?
Yeni doğan çocuğun mutfağını, sevginin merkezi olan kalbin üzerine inşa eden ve şefkat dolu kolların arası, cennet kokulu, gül yüzlü bebeğin cenneti kılan.
Sevgi ve merhamet dolu yuvalar ve bu yuvalarda ihtiyacı olan her şeyi ihsan eden Yüce Allah.
✽ ✽ ✽
Kulları büyüdükçe, onlara muhtaç oldukları eğitim, iş, istirahat, tâtil, ibâdet mekânlarını, ihtiyaçlarını ihsan eden.
Evlilik sınırına gelenlere, izdivaç imkânları sağlayan, tanıştırıp, buluşturan, ayrı ayrı diyarların insanlarına bir arada yaşama imkânı sağlayan, aralarına sevgi ve muhabbet yerleştiren.
Issız sahraları şenlendiren, korkulu yürekleri sâkinleştiren, heyecanları dindiren, ağlayanları güldüren Yüce Kerim.
Küçükleri şefkatle, yaşlıları hürmetle barındırıp ilgilenmek için, gönüllere sevgi, merhamet yerleştiren, vâdesi yeteni yeryüzünde sellerin, yellerin, canavarların eline bırakmayıp, toprak ananın kara bağrına defnettiren Hallâk-u Âlem.
Sâdece insanları mı? Tüm yaratıklarını besleyen, büyüten, üreten, çoğaltan, barındıran hep O Sultan. Kimini yuva, kimini in, kimini kovan, kimini kovuk, kimini ağ ile barındıran hep O Yüce Kudrettir. ‘Yarattığı her şeyi güzel yaratan.’(Secde:7)
Lütfettin nimet dolu, bağ, bahçeler, türlü çiçeklerle hoş râyihalar.
Seherlerde şakıyan âşık bülbüller, hangi nimetine şükredeyim.
Kereminden gözler diller bahşettin, zihinlere bilgileri nakşettin.
Âzâlara hidâyet nasib ettin, hangi nimetine şükredeyim.
5-Mutehayyerun fih: Bütün akılların hayrette kaldığı Zat. O’nu tanıyan, O’nun aşk denizine dalan, O’nun ilminde, sanatında, adâletinde, lütfunda, ihsânında mest-u hayran olup hayran kalmışlar.
Zâtını düşünmek, yasak ve tehlikeli. O’nun benzeri yok ki, mukâyese edilsin, hayal edilsin. O’nu ancak güzel isimleriyle, eşsiz sıfatlarıyla, hârika fiilleriyle benzersiz sanatlarıyla, tadına doyulmayan kelâmıyla, engin ilmiyle tanımak mümkün. Bu nedenle, bu sayılan özelliklerini her gün biraz daha tanıyıp kavramalıyız. O’nu tanıdıkça hayranlığımız artacak, gönlümüz mârifet nûruyla genişleyip, aydınlanacak. Yüreğimiz yufkalaşacak, O’nun mahlûkuna şefkat dolu gözlerle bakacak, bal gibi sözlerle hitap edeceğiz. Her gün aşkımız artacak, tazelenecek.
Nice taşıtlar kıldın musahhar, rahmetin önce tatlı bir rüzgâr.
Cennet nimetleri verdin her bahar, hangi nimetine şükredeyim.
Halil'e gülistan ettin ateşi, kolaylığa sebep kıldın elektiriği.
Akla ilham ettin bilim tekniği, hangi nimetine şükredeyim.
Allah (cc), ibâdete lâyık olandır. İbâdete müstehak olmak ise, vâr etme ve yaşatmada tek başına olan için söz konusudur. Bunlarda, tam bir kudret, geçerli bir irâde ve her şeyi kuşatan bir ilmi gerektirir. İşte bunlar, izâfi sıfatların toplamıdır
Her konuda kendisine muhtaç olduğumuz Ganiyy-i Mutlak’ı, her an düşünüp, buyruklarına boyun eğerek, O’na gönülden bağlanıp, yakın olmamız, bizim iki cihan mutluluğumuza vesiledir.
O, bizi birbirimize bağlayıp irtibatlandırmış; bu irtibatların devâmı için özel hisler, duygular, câzibeler, menfaatler ihsan etmiş, irtibatların kopmaması için ilâhi düsturlar, kânun ve tüzükler belirlemiş. Anne babaya ihsan, akrabâya infak, komşularla arkadaşlarla iyi geçim, eşler arasında dirlik, büyüklere itaat, küçüklere şefkat ve bütün bir ümmeti kapsamına alacak büyük bir sevgi bağı, gönül ağı oluşturmayı her vesileyle anlatmış. Ancak her şey birbirine bağlanırken asıl gâye ve hedef, O Yüce Yaratıcıya, merkeze bağlanmak, O’na yaklaşmaktır. Çünkü yüzeysel temelsiz yakınlıklar, sevgiler, bağlantılar, çözülmeye, dağılmaya, darma dağınık olmaya mahkûmdur.
Ey Allah’ım beni Sen’den ayırma
Beni Senin didârından ayırma
Seni sevmek benim dinim îmânım
İlâhi din-i imandan ayırma. Eşrefoğlu Rûmî
✦ Beni sevdiği halde bana kavuşan kimseyi Cennetime koyarım. Benden korktuğu halde bana kavuşan kimseyi ateşten uzaklaştırırım. Benden sakınıp utandığı halde bana kavuşan kimsenin günahlarını Hafaza meleklerine unuttururum. (Kul hakkı müstesnâ) Hadîs-i Kudsi
✦ Allah’a kavuşulmadan, mü’min için rahat yoktur. İbn-i Mesud
✦ Şâyet üç şey olmamış olsaydı, Allah’a kavuşmayı tercih ederdim:
1- Eğer Allah için secdeye kapanıyor olmasaydım.
2- Meyvelerin en güzellerinin seçildiği gibi, sözlerin en iyisinin seçildiği meclislere iştirak etmemiş olsaydım.
3- Allah yolunda yolculuğa, cihada çıkmamış olsaydım.
✦ Rabbime tevâzu için fakirliği severim, O’na kavuşmak için ölümü severim ve günahlarıma keffâret olması için hastalığı severim. Ebû-d Derdâ
✦ Ölümün kapısını herkes yalnız çalacak. Ölmek felâket değil. Asıl felâket, başına gelecekleri bilmemektir. İmâm-ı Rabbânî
✦ Zü’n-Nûn anlatıyor: ‘Câminin birinde bir köşeye çekilmiş, beti-benzi soluk, zikirle meşgul bir genç gördüm. Kendisini sevgi ve aşk konusunda kurcalamak, düşüncelerini öğrenmek istedim. Hareketimi yadırgadığını gösterir bir tavırla bana:
– Bilmez misin ki, yakınlığın mihnet ve zorluğu, uzaklığın eleminden daha şiddetlidir. Çünkü yakınlıkta mahrum oluş, zeval, elden kaçırma korkusu vardır. Uzaklıkta ise ulaşma, kavuşma umudu. Zeval korkusu can yakarken, visal ümidi tahammül bahşeder, dedi.
✦ Kula âfet okları atıldığı zaman, onlara karşı gözlerini kapaması gerekir. Gözünü yumduğu an, yakınlık ve şevk gelir.
Bir Yâsin okuyun gelmesin şeytan; o mel’undur benim belimi büken.
Hak yolu dururken bâtıla çeken; ana sûretine girecek bir gün.
Ruh çıkınca kalır, bir kuru beden; olmaz beni bir gün misâfir eden.
Şu fâni dünyadan eli boş giden; âhirette cezâsını çekecek bir gün.
Çenemi bağlarlar, evlâdım, yârim; kimseler işitmez, ah ile zârim.
Bütün amelimden yok ise kârım; topuzu başıma çakacak bir gün. Ahmet Bertizli
Rızâ, hoşnut olma, kabullenme, memnun olma, bir şeye itiraz etmeyerek kabul etme anlamlarına gelir. Rabbimizin adâletiyle, fazlıyla, lûtfuyla hiçbir hakkımız ve dahlimiz olmadan ihsan ettiği şeyleri gönülden kabul edip teslim olmak, bizi rızâ kapısına götürür. Aksi halde, yolumuzu kaybeder perişan oluruz.
Bir Kuds-i hadiste ‘Nimetime şükretmeyen, belalarıma sabretmeyen, hükmüme rızâ göstermeyen, Benden başka Rab arasın’ buyurulmuştur. Bu, müslümanın iliklerini titretecek müthiş bir ihtar ve aynı zamanda rızânın menşeini haber veriyor.
Kul, bazen musibet, belâ, hastalık, fakirlik ve zillet gibi belâlarla denenir. Sabrı ölçülür, derecesi yükselir, azgınlığı önlenir. Bir bakıma şefkat tokadı yer. Bu durumda da Rabbisinden râzı olup olmadığı, gösterdiği sabırla ortaya çıkar. Kimisi (Hâşâ), ‘Bula bula beni mi buldu? Nedir benim bu çektiğim’ gibi hezeyanlar koparıp, isyan bayrağını çektiği için, gadab-ı ilâhi ile karşılaşır. Kimileri de:
Hoştur bana Senden gelen; ya gonca gül, yâhut diken.
Ya hil’atu yahut kefen; lûtfun da hoş, kahrın da hoş
diye teslimiyetini ifâde eder de, rızâya erer. İşte Allah’ın kendilerinden râzı olduğu kimseler, bu kalitede mümtaz şahsiyetlerdir.
✦ Bir kimse, insanların darılmasına aldırmadan Allah rızâsını ararsa, Allah ondan râzı olur, insanlar da râzı olur. Bir kimse, Allah’ın darılmasına aldırmadan insanların rızâsını ararsa, Allah ona darılır, insanlar da ondan râzı olmaz.
✦ Muhakkak ki Allah, sizin namaz kılarken abesle iştigal etmenizden, oruçlu iken şehevi ve kaba sözler söylemenizden, kabristanda gülmenizden hoşlanmaz.
✦ Allah, sizin üç şeyinizden hoşnut olur ve üç şeyinizden de hoşnut olmaz.
Hoşnut oldukları:
1- Allah’a ibâdet edip O’na ortak koşmamak.
2- O’nun hidâyet ipine sımsıkı sarılıp ayrılığa düşmemek.
3- Başınıza tayin edilen âmirlere uyarıcı ve yardımcı olmak.
Hoşnut olmadıkları:
1- Dedikodu yapmak.
2- Çok soru sormak.
3- Malları israf etmek.
✽ ✽ ✽
✦ Allah’ın rızâsı için yapılmayan her şey birer birer kaybolur. Rebi b. Haysem
✦ Hz. Mûsâ, Âlemlerin Rabbine münacat ederek sordu:
- Yâ Rab! Rızâ ve gadabının alâmeti nedir?
Âlemlerin Rabbi ona vahyetti:
- Yâ Mûsâ! İnsanların üzerine en hayırlı olanlarını getirdiğim zaman; o benim rızâmın alâmetidir. İnsanlar üzerine şerlilerini getirdiğim zaman; o da benim gadabımın alâmetidir.
✦ Abdullah b. Mübârek’in bir devesi vardı. Savaşa her zaman onunla çıkardı. Bir gün ziyaretine bir misafir geldi. Ona ikram etmek üzere o deveyi kesti. Hanımı buna çok içerledi ve kocasıyla münakaşa etmeye başladı. Derken iş kavgaya dönüştü. Abdullah b. Mübârek öfkelendi ve onu boşadı. Aradan çok geçmeden bir adam geldi:
- Ben sana kızımı vermek istiyorum, diye teklif etti. Abdullah genç ve güzel kızı almak için hiç tereddüt etmeden ‘evet’ dedi.
Adam kızını gönderirken beraberinde on tane de deve gönderdi. Abdullah buna çok memnun oldu. Sonra rüyasında kendisine şöyle nidâ edildi:
‘Sen sırf bizim rızâmız için yaşlı bir kadını boşadın, biz sana genç bir kız verdik. Sonra bizim hoşnutluğumuz için bir deve kestin, biz sana tam on deve verdik.’
Allah’ın (celle celâlühû) Sevgisi
O, kullarına merhamet eden, düşenlerin ellerinden tutan bir Kerim’dir; bol bol verir. O, hataları bağışlayan, özürleri kabul eden bir Rahim’dir.
Öyle bir büyüktür ki, O’nun kapısından baş çeviren insan, hangi kapıya gitse izzet bulamaz.
Büyük pâdişahlar, O’nun dergâhında başlarını yere koyarak O’na niyaz ederler, yalvarırlar.
Buyruğuna karşı gelenleri hemen cezâlandırmaz; özür dileyenleri kapısından kovmaz. Kulların günahlarını görür, hilim ile örter. Fenâ bir işinden dolayı bir kuluna gazap edecek olsa, kul tevbe edince o işin üzerine kalem çeker.
Birisi babasına karşı gelse, şüphe yok ki, babası ona çok kızar; birisi akrabâsından memnun değilse, onu yanına uğratmaz; köle emredilen işi yapmazsa, efendisi ona hakâret eder; arkadaşlarına karşı şefkat göstermezsen, senden bir fersahlık yere kaçarlar; askerler vazifelerini yapmazsa, kumandan onları ağır cezâya uğratır. Fakat yerlerin, göklerin sâhibi olan Allah (celle celâlühû), isyan eden kullarına rızık kapısını kapamaz. Her günahı görür, fakat hilim ile örter. O’nun ilim denizine nisbetle, iki cihan, bir damla su gibidir.
Yeryüzü, O’nun umûmi sofrasıdır. Canlılar destursuz gelir, yer, yedikten başka istedikleri kadar da alır götürürler; hem bu sofrada dost düşman birdir. Zâlimi kahretmek istediği zaman, elinden kurtulmak imkânsızdır.
O’na karşı duracak bir zıt olmadığı gibi, eşi ve benzeri de yoktur.
Öyle ulu bir pâdişahtır ki, cinlerin, insanların, bütün yaratılmışların taatinden müstağnidir.
Karıncalar, sinekler, kuşlar, insan, herkes, her şey O’nun emrine boyun eğmektedir. Kerem sofrasını öyle enine boyuna yaymıştır ki, Kaf dağındaki Zümrüd-ü Anka da rızkını o sofradan yemektedir.
Eğer Celâl sıfatıyla tecelli edecek olsa, meleklerin de dehşetten kulakları işitmez olur, dilleri tutulur.
Eğer Cemâl sıfatıyla ‘buyurun lütfuma’ diyecek olsa, şeytan bile ‘bu lütuftan benim de payım var’ demeye başlar.
Darda kalanlara acır; onlara yakın olur; yalvaranların duâlarına icâbet eder.
Henüz vukû bulmamış halleri, ifşâ edilmemiş sırları hep bilir.
Yukarıyı, aşağıyı, kudretle tutup hıfz eden O’dur; hesap günü kurulacak divânın hâkimi yalnız O’dur.
Herkes O’na itaate mecburdur. Kimse, O’nun sözünden bir harfine bir parmak uzatamaz.
O’nun mâhiyeti öyle bir girdaptır ki; bu girdapta binlerce akıl gemileri batmış, hem de, öyle batmış ki, bir tahtası olsun kenara çıkamamıştır. Sâdi-i Şirâzî
Olmak ya da olmamak değil, sevmek güç.
Aşktır, kulu Allah’a yücelten tek güç.
Allah’da yokolmak bir mertebedir,
Güçtür o büyük rütbeye ermek, pek güç
Allah (celle celâlühû) bir kulu sevdiği zaman, Cebrâil’e şöyle buyurur:
– Ben falan kulu sevdim, sen de sev... Cebrâil o kulu sever ve göktekilere şöyle seslenir:
– Rabbiniz falan kulu sevdi; siz de seviniz...
Böylece semâ ehli de o kulu sever. Sonra, o kulun sevgisi yerdekilerin kalbine konur. Ve Allah bir kulu sevmediği zaman da aynı tertipte hareket olur. Hadîs-i Şerîf
1- Zâhirin ve Bâtının temiz olması: Zâhiri temizlik, her şeyin temiz ve helâl olmasıdır. Bâtının temiz olması ise; kalbin kötü huylardan bozuk itikatlardan arınıp ahlâk-ı Muhammedî ile bezenmesidir. Çünkü kalb, Allah’ın nazargâhıdır. Kalb temiz olmazsa ibâdetlerin lezzeti alınamaz, mârifete kavuşulamaz.
2- Dilin temizliği: Dilin zararlı, münâsebetsiz ve uygun olmayan sözleri söylemeyip susması, Kur'ân-ı kerîm okuması, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker, zikir, duâ, salâvat ile meşgul olmasıdır.
3- Mümkün olduğu kadar kötü insanlardan ve çevreden uzak durmaya çalışmak: Bu sebeple göz, haram şeylere bakmamış olur. Zîrâ kalb, göze tâbidir; her harama bakış, kalb aynasını karartır.
4- Oruç tutmak: İnsan oruç tutmak sûretiyle meleklere benzemiş ve nefsini kahretmiş olur.
5- Allah’ı (celle celâlühû) anmak: En fazîletli olan zikir, ‘Kelime-i tevhid’dir, ihlâsa vesiledir, nefsin arzu ve isteklerinden kurtarır.. Her işinde rızâ-ı ilâhiyi düşünmek, kanunu ilâhiye ayak uydurmaktır, Allah’ı (celle celâlühû) gündemde tutmaktır, zikrullahtır.
6- İyi düşüncelere sahip olmak: İnsanın kalbine gelen düşünceler dört kısımdır; Rahmânî, melekî, şeytânî, nefsânîdir. Rahmânî; gafletten uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaktır. Melekî; ibâdete, tâate rağbet etmektir. Şeytânî; günahı süslemektir. Nefsânî de; dünyâyı talebtir. Şeytânî ve nefsânî düşüncelerden kurtulmak gereklidir.
7- Allah’ın hükmüne rızâ göstermek, irâdesine teslim olmak: Havf ve recâ, korku ve ümid arasında yaşamaktır. Zîrâ Allah'tan korkan kimse, günah işlemez. Ayrıca mümin, ümitsizliğe de düşmez. Allahü Teâlâ, ümitsizliğe düşmemeyi emretmektedir.
8- Sâlihlerle, iyi insanlarla beraber olmak: Sâlihlerle sohbet edildiği takdirde, günahlara perde çekilir, haramlar gözüne kötü görünür, rahmet iner.
9- İyi ve güzel hasletlerle bezenmektir: Bu da, her şeyi yaratan Allahü Teâlânın ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Çünkü Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem); ‘Allahü Teâlânın ahlâkıyla ahlâklanınız’ buyurdu.
10- Helâl ve temiz lokma yemek: Bu da farzlardandır. Nitekim Allahü Teâlâ, Bakara 168’de «Yeryüzündekilerden helâl ve temiz olanını yiyiniz» buyurmaktadır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de ‘İbâdet on cüzdür; dokuzu helâli taleb etmektir’ buyurmuştur. Helâl yemeyen kimse, Allah’a itâat etme gücünü kendisinde bulamaz. Helâl yiyen kimse de, Allah’a isyânkâr olmaz. Helâl ve temiz yer, isrâf etmez.
Bunları yapanı Allahü Teâlâ sever. Allahü Teâlâ’nın sevdiğini ise herkes sever. Ali Râmitenî
✽ ✽ ✽
Seni seviyorum Yüce Yaradan,
Bütün engelleri kaldır aradan
Hiçbir şey istemem fâni dünyadan
Ben seninle daha mutluyum yâ Rab!
✧ Kulun Allah'a yakınlığı önce imanı ile, sonra ihsanı ile vukua gelir. Allah'ın kuluna yakınlığı dünyada, ona lutfedeceği irfan ile; âhirette de, rıdvan ile vukua gelir. Bu ikisi arasında Allah'ın çeşitli nimetleri, ikramları ayrıca tecelli eder. Kulun hakka yakınlığı halktan uzaklığı ile kemâlini bulur. Ebû'l-Kasım el-Kuşeyrî
✧ Allah'ın ilim ve kudretiyle yakınlığı, bütün insanlara şamildir. Lütuf ve nusretiyle yakınlığı ise, havassa mahsustur. Ünsiyetiyle yakınlığı ise, velilere hastır.
✧ Kulun Allah'a yakınlığı, sadece Allah'ı tavsifte kullanılması câiz olan bir kısım sıfatları -Allah'ı tavsif ölçüsünde olmasa da- kullara da tahsis etmektir; hikmet, ilm, hilm, rahmet vs. gibi sıfatlar bu gruba girer. Bunlar kulda, cehl, hafiflik, gadab vs. bir kısım mânevi pisliklerin izalesiyle beşeri takat ölçüsünde hasıl olur. Bu yakınlık bedenî değil, ruhanî bir yakınlıktır.
✧ Kulun Allah’a olan yakınlığı, O’nu mârifeti nisbetinde olduğu gibi, uzaklığı da cehâleti nisbetindedir.
✧ Bana yaklaşmak farzlarla başlar, nafilerle gelişir.
✧ Allah'a yakın olan en iyi amel, Allah yolunda yapılan cihattır... Derece bakımından buna yaklaşacak hiç bir amel yoktur.
✧ Her kim yeni bir elbise bulup giyince, giydiği elbise vücudundan aşağı doğru indiği zaman: ‘Bu elbise ile hayatımı süsleyen ve avret yerlerimi kapayan Allah' a hamd olsun’ der ve elbiseyi eskittiği zaman da başkasına tasadduk ederse, o kimsenin ölüsü ve dirisi Allah'ın emniyetinde olur. Ve bu kimse Allah'a yakın olur.
✧ Kıyâmet günü insanlar, Cumâ namazına geliş sıralarına göre Allah’a yakınlık kazanacaklardır. Birinci, ikinci, üçüncü… şeklinde. Hadîs-i Şerîf
✧ Sevgi üzere ölenler, efendisini candan arzulayan iyi bir kölenin efendisiyle buluşması gibi bir hal alır. Yalnız efendisine bir daha kavuşmuş olduğuna sevinci ona yeter ve artar.
✧ Kim Allah’a (celle celâlühû) yakın olmak istiyorsa, altı şeye yapışması gerekir:
1- Allah’ın (celle celâlühû) emir ve nehiyleri.
2- Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünneti.
3- Güzel ahlâklı olmak.
4- Allah’ın rızâsını kaybetmekten korkmak.
5- Allah’ın rızâsını kazanmak için tutkulu olmak.
6- Affedici ve cömert olmak.
✧ Bu altı şeyi önemsemeyen, kâmil imana eremez, aklı güzel şeyleri yakalayamaz, yaşamını mübârek kılamaz ve ibâdetin tadını alamaz. S. Abdullah
✧ Kulun Rabbisine en yakın olduğu yer ve vakit, gecenin en son vaktidir. Sen de Allah'a yakın olanlardan olmak istiyorsan o saatte zikirde bulun.
Âriflerden biri can çekişmekte olan bir Hıristiyan hastanın ziyaretine gider.
- Haydi müslüman ol da cenneti hak et, diye teklifte bulunur.
- Benim buna ihtiyacım yok!
- Öyleyse müslüman ol da cehennemden kurtul.
- Buna da ihtiyacım yok, ben cehenneme de aldırmam.
- Öyleyse müslüman ol da Allah’ın cemâlini müşahede et.
- İşte şimdi oldu, der ve müslüman olur. Çok geçmeden müslüman olarak ruhunu Hakk’a teslim eder. O gece onu rüyada görüp halini soranlara şu cevabı verir:
- Rabbim beni huzurunda durdurup, ‘Bana kavuşmak için müslüman oldun değil mi?’ diye sordu. Ben de, evet, dedim. Bunun üzerine, ‘Ben de senin bütün günahlarını bağışladım. Rızâ ve lika senindir artık’ buyurdu.
✧ Takvâ; sevgi, umut ve korkunun insan ruhunda meydana getirdiği hâlettir. Sevgi, umut ve korku, üçü birlikte yalnızca Allah için duyulur. Bunların üçünü birden Allah’dan başkasına tahsis etmek, tahsis edilen o şeyi ‘ilah’ edinmektir. Fakat bunları tümüyle Allah’a tahsis etmek, kişiyi övgüye en lâyık makama ulaştırarak ‘müttaki’ yapar. Bu üç ayrı ruh hali, insandaki ‘Ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyet’ bilincinin dinamiğidir.
✧ Takvânın organlardaki hakikati, hakkı yerine getirmek ve günahları terk etmektir. Vicdandaki hakikati ise, farzlarda ihlâsla Allah’ın irâdesini hâkim kılmak; Allah’ın kullarını teşvik ettiği, ancak onlara acıdığından ötürü farz kılmadığı namaz ve oruç gibi nâfile ve benzeri bütün amellerde ise ağlamak ve hüzünle amel etmektir. Kulların teşvik edildiği ibâdetler, ancak takvâ ve irâdeyi O’na has kılmakla olur. Verâ da takvâdandır. Çünkü kul Allah’dan ittikâ edince, verâya kavuşur.
✧ «Kim de Rabbinin makamından korkup, nefsini heveslerden alıkoyduysa.» (Naziat, 40) Allah’ın huzurunda hesap vermekten korkmak için, mutlaka önceden O’nun bilinmesi gerekir.
✧ «Ey iman edenler! Allah'dan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.» (Âl-i İmran, 102)
✧ «O halde gücünüz yettiği kadar Allah’dan (celle celâlühû) korkun.» (Teğabun, 16)
✧ Bir kulda iki korkuyu ve iki emniyeti birleştirmem. Dünyada Ben’den korkarsa âhirette onu emin kılarım. Dünyada Ben’den emin olursa kıyâmette onu korkuturum. Kudsi Hadis
✧ Sen, bir şeyi Allah’tan korkarak bırakırsan, Allah da sana, ondan daha hayırlısını verir. Hadîs-i Şerîf
✧ Üç şey vardır ki, bunlar kime verilmişse, Dâvud’un eline verilen gibi ona da verilmiştir: Bunlar, hiddetli ve hiddetsiz zamanlarda adâlet, varlık ve yoklukta iktisat, gizli ve âşikârda Allah’dan korkmaktır. Hadîs-i Şerîf
✧ Nerede olursan ol, Allah’tan kork. Kötülüğün ardından onu silecek bir iyilik yap. İnsanlara iyi ahlâkla davran. Hadîs-i Şerîf
✧ Takvâ sahipleri, yaptıklarına bir karşılık istemezler; yalnız Allah’ı ve O’nun yakınlığını talep ederler. O’nun sevgisini isterler. O’ndan uzak kalmayı ve aralarına kara perdenin girmesini arzu etmezler. Onlar ne dünyayı ister, ne de öbür âlemi. Abdulkâdir-i Geylânî
✧ Takvâ bir ağaçtır; bu ağacın kökü Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, budakları Sahabe ve Tâbiin, meyvesi ise sâlih ameldir. Ebû’l-Vefâ
Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır.
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır. M. Âkif
✽ ✽ ✽
✧ Allah’tan korkan bir kimse, O’nun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya, titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz.
✧ Kendine kötülük yapanlara sabır, yaptığı kusurlara tevbe eder.
✧ Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar.
✧ Kimsenin malına, canına, namusuna göz dikmez. Çalışırken hile yapmaz. Alış-veriş yaparken kimsenin hakkını yemez.
✧ Herkese iyilik eder. Şüpheli şeylerden kaçınır.
✧ İlim ve ahlâk sâhiplerine saygı gösterir.
✧ Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir, kötü arkadaşlara uymaz.
✧ Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Misâfirlerine ikrâm eder.
✧ Kimseyi çekiştirmez. Keyif peşinde olmaz.
✧ Zararlı ve faydasız şeyleri söylemez. Kimseye sert davranmaz.
✧ Cömert olur. Mal ve mevkiyi herkese iyilik etmek için ister.
✧ Riyâkârlık, iki yüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez.
✧ Allah’ın, onu her an gördüğünü ve bildiğini düşünerek, kötülük yapmaz. O’nun emirlerine sarılır, yasaklarından kaçar.
✧ Allah’dan korkanlar, bilgi sâhibidir. Ve bildiklerini konuşurlar.
✧ Bilirler, bildikleri ile amel ederler; ayrıca bilmeyenlere de öğretirler.
Müsevvir b. Mahreme, fazla korktuğu için Kur’ân-ı Kerim dinlemeye tahammül edemezdi. Hatta bir gün Hasem kabilesinden birisi bunun yanında: «Müttakileri çok esirgeyici Allah’ın huzuruna süvâri elçiler gibi toplayacağımız, günahkârları ise susuz olarak süreceğimiz gün» (Meryem, 86) âyetini okuduğu vakit, ‘Ben mücrimlerdenim, müttakilerden değilim. Sen onu bir daha oku’ dedi. Adam da tekrar okuyunca, derin bir nefes alarak yıkıldı ve öldü.
Allah bilgisi, insanı kendi zihin âleminde bütün evham ve hayalattan, her çeşit hurâfelerden, bâtıl faraziyelerden kurtarır. Allah’ın buyruklarına itaat etmek de, insanın hakiki saadet ve bahtiyarlığını vücuda getirir, onu ruhen, cismen temizler ve yükseltir, Allah’ın muhabbetine lâyık bir hâle getirir.
Hakikaten Allah, insanı mükellef tutmakla ona ne kadar parlak bir şeref vermiş ve onu ne kadar yükseltmiştir. Bu sayededir ki, insan mâsivaya tapmaktan, canlı cansız herhangi bir kuvvet karşısında korkup titremekten, göz yaşları dökerek onlardan beyhûde merhamet dilenmekten kurtulmuş ve bir hamlede bütün kâinatı geçerek, yalnız Allah’dan korkmak, yalnız Allah’ı sevmek ve yalnız Allah’a kul olmak makamına gelmiştir.
Her gün namaz sonrası çektiğimiz tesbihler, bizi mârifetullah’a yaklaştırma gâyesi güder. Bunu Fahrettin Râzi şöyle açıklar: Mükâfat derecelerinin en büyüğü, mârifetullah ve muhabbetullah’a dalmaktır. Dolayısıyla insan, ‘Subhânallah’ dediğinde, Allah’ın her şeyden münezzeh olduğunu anlamış olur. Bu anlamanın tahakkuk etmesi ise insan için büyük bir mutluluk ve mükemmel bir sevinçtir.
İnsan bu bilgi ile birlikte ‘Velhamdülillâhi’ dediğinde, Hak Subhânehu ve Teâlâ’nın kendisine yakışmayan her şeyden münezzeh olduğu gibi, gerekli olan her şeyi vermenin ve bütün hayır ve kemâlleri bol bol akıtmanın mebdei olduğunu da ikrar etmiş olur. Böylece mârifet dereceleri kat kat artar.
Bununla berâber kul, ‘Lâ ilâhe illallah’ dediğinde, muhakkak ki her şeyden münezzeh olan o Zâtın, uygun olan her şeyin mebdei olduğunu ve varlık âleminde bu özellikte ancak tek bir mevcut olduğunu ikrar etmiş olur. Böylece de mârifetin mertebesi üç olmuş olur.
Kul, ‘Allahu Ekber’ dediğinde ise bunun mânâsı, ‘Allah kibriyâsının ve celâlinin künhüne ulaşmaktan akılların âciz kalacağı bir yücelik, büyüklük ve aşkınlıktadır.’ Böylece mârifetin dereceleri de dörde ulaşmış olur, yine böylece mükâfatın dereceleri de dört olur.
Mârifet âleme verir hayat
Mârifetsiz insanı hayvana kat.
✧ En efdal amel, Aziz ve Celîl olan Allah’ı bilmektir.
✧ Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve zinetleri Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde cennet olsa bile cehennemdir. Evet öyle gördüm ve öyle de zevkettim. Bilhassa şehvetin ateşini söndürecek, mârifetullahtan başka bir şey var mıdır? Evet mârifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi cennete bile iştiyak geri kalır. Mesnevi-i Nuriye
✧ Mârifetin en son mertebesi insanın nefsini bilmesidir.
✧ Cennet ehlinin dereceleri arasındaki fark, sâhip bulundukları hakiki ilimlerine ve ilâhi mârifetlerine göredir.
✧ İnsanların mârifete ulaşmaları, akılları ölçüsündedir. Ancak kendisinde şu üç haslet bulunan kimse, Allah’ı akletme konusunda kâmil sayılabilir:
1. Allah’tan korkmak ve emirlerini yerine getirmek.
2. Allah’a, emirlerine, vaad ve vaidine kuvvetli bir şekilde inanmak.
3. Allah’ın dinini güzel görmek.
✧ Şeriat beden için, tarikat kalp için, hakikat ruh için, mârifet Hakk içindir. Mârifetin sonu hayret ve Allah’dan (celle celâlühû) heybettir.
✧ Ulûhiyyeti bil; intihar etme!
✧ Keremini bil; meyus olma!
✧ Birliğini bil; şirkten kurtul!
✧ Büyüklüğünü bil; azametinden kork!
✧ Hilmini bil; akıbetini düşün!
✧ Kutsiyetini bil; mahlukun aciz, muhtaç, eksik olduğunu tespit et!
Emniyet ve selâmetin yalnız Allah’dan (celle celâlühû) olduğunu bilen yalnız O’na yalvarır. İzafet ve kibriyayı bilen, haysiyet ve şerefini yok etmez.
Tek neşe bu dünyada var olmanın sevinci
Ve tek ilim, varlığın bilinmeden bilinci. N. Fâzıl
✽ ✽ ✽
‘Hamd Allah’a mahsustur’ cümle-i tayyibesinden, iki zarif işâret rûhumuzu sarıyor, ufkumuzu açıyor, üzerimize muhabbetullah pırıltıları saçıyor.
Birinci işâret: (Lillâhi’deki lâm’ın istihkak manasıyla) Hamd, övgü, şükür, senâ O’na mahsus, O’na has, O’na özgü, O’nun hakkı... Çünkü cümle övülenleri övülecek hâle getiren, yaratan, yaşatan O’dur. Her güzellik O’ndan gelir ve iyilikten ne isâbet ederse Allah’tandır. Öven de O’nun, övülen de. Gönüller de O’nun, diller de. Aziz eden de O, zelil eden de.
«Ey mülkün sahibi Allah’ım! Mülkü dilediğine verir ve dilediğinden alırsın. Dilediğini aziz ve dilediğini zelil edersin. Hayır ve şer Sen' in elindendir. Muhakkak ki Sen herşeye Kadirsin. Geceyi gündüze, gündüzü de geceye idhal edersin ve ölüden diriyi, diriden de ölü çıkarırsın. Dilediğine hesapsız rızık verirsin.» (Âl-i İmran, 26-27)
Her yerde O’nun yâdı.
Her dilde O’nun adı.
Her kuluna imdâdı.
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
Her şey, O’nun sanatı, eseri. Her bilgi, her anlayış, her fikir, her kudret, her kaynak, her iştiyak, her yöneliş, her gayret, her hasenat O’ndan. Bu nedenle el açıp yalvarıyor «Rabbenâ, âtinâ, fi’d-dünyâ haseneten... / Rabbimiz bize dünyada da hasene ver, âhirette de hasene ver, bizi cehennem ateşinden koru» (Bakara; 201) diyoruz. Bu güzel duâya, Rükn-ü Yemâni’de görevli yetmiş bin melek âmin diyor.
Övülecek ne varsa, hepsini halk eden Yüce Kerîm, seçip ayırdığı güzelliklerle donattığı kullarını bizzat överek tanıtıyor «O ne güzel kul, O Rabbine yönelmiş)» (Sâd, 44) buyuruyor. Kullarına kadr-ü kıymet bilmeyi öğretirken, bir yandan da onlara örnek, nazar-ı dikkatlerini çekiyor. Şükrü teşvik edip, «Enişkür lî / Bana şükret» (Lokman, 14) buyuruyor.
İkinci işâret: (Lillâhi’deki lâm’ın tahsis manasıyla) ‘Hamd O’na mahsustur.’ Gerçek mânâda kimse O’nu hamd edemez. Çünkü O’nun künhünü bilmekten akıllar âcizdir. O’nun kadr-ü kıymetini sezip anlamak, hamd edebilmek için, O’nun bütün nimetlerini saymak, her birini ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. Bu da, bir beşer için mümkün değildir. Bu nedenle, O’nun yüce kadrini kendinden başka kimse bilmez. Kimse O’nu hakkıyla hamd-ü senâ edemez.
Her sıfatta tam ve kâmil olan Yüce Mevlâ, hamd etmekte de eşsiz ve yücedir. ‘ve lillâhil esmâü’l-hüsnâ’ (En güzel isimler O’na âit) olduğu gibi, en güzel hamdler de O’na mahsustur.
Kullar içinde O’nu en güzel hamd edenler Peygamberler; özellikle de Peygamberimizdir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Çünkü bu mümtaz ve kerim zatlar, Allah’ı en iyi bilen, en iyi anlayan ve en iyi anlatanlardır. Bunlar, hem Allah tarafından övülüp mahmud; hem de Allah’ı, kulları arasında en iyi hamd-ü senâ eden hamiddirler.
Gelmiş geçmiş derecelerin en üstünü makâm-ı mahmud (övülme makamı), Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) verilecektir. Bütün ümmetler, asırlardır her ezan okunuşunda, bu makâma Allah (celle celâlühû) tarafından eriştirilmesi için, ‘veb’ashü makâmen mahmûdenillezî veadtehu....’ duâsını yaparlar.
‘Rabbim, Habibini Mâkâm-ı Mahmûd’a, bizi de Habîbine ulaştır.’ Hamdi Yazır ne güzel söylemiş;
‘İlâhî! Hamdini sözüme sertâç ettim, zikrini kalbime mi’râc ettim, kitabını kendime minhac ettim. Ben yoktum vâr ettin, varlığından haberdâr ettin, aşkınla gönlümü bîkarar ettin. İnayetine sığındım, kapına geldim, hidâyetine sığındım lûtfuna geldim, kulluk edemedim afvına geldim. Şaşırtma beni, doğruyu söylet, neş’eni duyur hakikatı öğret. Sen duyurmazsan ben duyamam, sen söyletmezsen ben söyleyemem, sen sevdirmezsen ben sevemem. Sevdir bize hep sevdiklerini, yerdir bize hep yerdiklerini, yâr et bize erdirdiklerini.
Sevdin Habibini kâinata sevdirdin. Sevdin de hıl’atı risaleti giydirdin. Makam-ı İbrâhim’den Makam-ı Mahmud’a erdirdin. Serveri asfiyâ kıldın. Hatemi Enbiyâ kıldın. Muhammed Mustafa kıldın. Salât ü selâm, tahiyyât- ü ikram, her türlü ihtiram ona, onun Âl-ü Eshab-ü etbaına yâ Rab!’
Hiçbir eksiği, noksanı, kusuru olmamış ve olmayacak olan Zât, tabii ki övülmeye, hamd-ü senâya lâyıktır. O’nu ne kadar iyi tanırsak, hamdimiz, aşkımız o kadar artar ve biz, hamdimiz ölçüsünde mükemmelleşir, insan-ı kâmil oluruz.
«O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur» (İsrâ, 44) âyetinde belirtildiği gibi, meleklerin, insanların ve tüm varlıkların hamdi, asıl olarak hamdin, adâlet bakımından övgünün ve gerçeklik bakımından da mâbudluğun kendisine olması dolayısı ile Allah’adır.
Bazı insanların başkalarından görmüş olduğu nimetlere karşılık o kimseyi senası ve bilhassa ümmetlerin peygamberlerini, talebelerin üstadlarını sena etmeleri zahirde Allah’dan gayrıyı sena ise de, asılda her şeyin hâlıkı Allahu Teâlâ olduğu için, o medihler bile Allahu Teâlâ’ya racidir.
Hamd Allah’a mahsustur, çünkü:
İnsan eliyle gelen nimeti ve getireni yaratan ancak O’dur.
O nimeti o insanın emir ve tasarrufuna veren O’dur.
Onu mahalline vermek için gönlünde arzu uyandıran,
Vermeyi kolaylaştıran
Verme yollarını açan,
Buna mâni olacak engelleri kaldıran hep Allah’tır.
✽ ✽ ✽
‘Hamd Allah’adır’ ile ‘Hamd yalnızca Allah içindir’ arasındaki ayrım çok önemlidir. Çünkü bu, O’nun yaratıklarından herhangi birine ibâdet etme durumunu ortadan kaldırır. Yaratıklardan hiç biri hamde lâyık olmadığı için, hiç biri ibâdete de lâyık değildir.
Hiçbir insan, hiçbir melek, hiçbir Peygamber, hiçbir ilâh, hiçbir yıldız, hiçbir put, kısacası O’nun yarattıklarından hiçbiri bizâtihi (kendi başına) iyi niteliklere sâhip değildir. Eğer yaratıklardan biri iyi bir niteliğe sâhipse, bu Allah tarafından verilmiştir. O halde bağlılık, ibâdet ve şükür, O’nun yaratıklarına değil, bu nitelikleri Yaratana lâyıktır.
«Hamd Allah içindir» cümlesindeki tahsis bizi alıp «İnna lillâhi ve inna ileyhi raciun» gerçeğine götürüyor.
Biz Allah içiniz, yine ona döneceğiz. Biz bütün insanlar Allah için varız, ona ibâdet maksadıyla yaratıldık. Onun kulu kölesiyiz. Neyimiz varsa ondan, bizim dışımızda yaratılan ne varsa bizim istifademiz için var olmuş, biz de O’nun içiniz. Her şeyin sahibi Mâlikül mülk O. Bizim dünyada sahibi olduğumuz her şeyi bize emânet vermiş, vakti, zamanı gelince alacak. Biz bir bekçi, bir imtihan talebesiyiz.
Biz de, varlığımız da O’nun olduğumuza göre bütün sevgiler, saygılar, hamdler, şükürler, ihtiramlar da O’nadır. O’nun mülkünde O’ndan gayrıya meyil, sena, övgü yakışık almaz. Padişah sarayında, padişah seni işitirken, görürken onu bırakıp kölesini övmek, ona ihtiram etmek ne denli zillet ve alçalmak ise, Allah’tan gayrıya teveccüh, meyil, ihtiram da o denli, zillet ve meskenettir. Sadece sebebe, aracıya teşekkür etmemizi, minnet duymamızı O emrettiği için teşekkür ederiz.
«enişkür lî velivâlideyk / Bana ve anana babana şükret.» (Lokman, 14)
Büyüklerimize, bizi yetiştirenlere yardımcı olanlara, eğitenlere 'bikaderi meratibihim' (mertebelerine göre) saygıda, hürmette, minnette, teşekkürde kusur etmemeli. Bununla beraber onları yaratan, onlara bu iyilikleri yaptırma gücü ve meyli verenin Allah olduğunu hiçbir zaman unutmamalı. Hakiki şükre, hamde, sırf O’nun layık olduğunun bilincinde olmalıyız. Aksi halde kendi özgürlüğümüzü kısıtlayıp kula kul olma esaretine düşeriz. Hakiki nimet vereni unutur da, nankörlük damgası yeriz.
Bediüzzaman uyarıyor, kulak verelim:
Sen bir memursun. Öyleyse O’nun namına çalış. O’nun hesabına sa’y et. Muhtaç olduğun her şeyi sana bahşeden ve rızık veren, muktedir olmadığın şeylerde seni hıfzeden O’dur.
İnsanın sonu gelmez ihtiyaçlarını ifa edecek ancak nihâyetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sahibi Allah’tır. Öyleyse kulluğa, hamde, övgüye sahip olan da O’dur.
O halde eli şakaklara koyup derin derin düşünmeli; madem cismen fâniyim, fânilerden ne hayır gelebilir? Madem ben acizim, acizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak Baki sermedi (ebedi) bir kadir-i ezelidir.
Hamdler, senalar, övgüler; kendine layık ve ait olan, her şeyin yaratıp yaşatıcısı, besleyip büyütücüsü, yüceler yücesi Allah’a mahsus. O’ndan gayrı herşey fâni, bitimli, muhtaç ve sonradan olma. Övgüye layık neleri varsa, hepsi O zülcelâlden emânet; resmi geçit gibi gelir geçer, konar göçer.
Aklı başında hiç kimse, emânet aldığı bir şeyle övünmez, elinden gitti diye üzülüp dövünmez. Ne var ki sınanmak için dünyaya gelen insan, gayesini, görevini unutur, fâni lezzetlere, geçici güzelliklere dalar. Menfaati için övülür, över, aldanır, aldatır. Görev şuurunu kaybeder, dalanlarla dalar. Ma’bud-u Hakiki ve bütün övgülerin gerçek sahibinden gaflet eder, fânilere âşık olur, onları över de över. Şiirler, terennümler, ilan-ı aşklar yerküreyi çınlatır. Ama sonuç alamaz, mutlu olamaz. Çünkü gönül kuşunu yaban kafeslere hapsedip, hürriyetini kaybetmiştir. Oysa gönlün hakiki maşuku, her şeyin sahibi, ezeli ebedi, güzeller güzeli, yaratan, yaşatan, hak edenlere her şeyin bitimsiz olanını ihsan eden yüce Allah (celle celâlühû); âlemlerin Rabbi.
O’nu tanımalı ki, muhabbet olsun, muhabbet olmalı ki hamd, sena, övgü, tenzih yerini bulsun, kainatın yaratılış gayesi gerçekleşsin. Çünkü Hz. Âdem cennette Rabbisiyle söyleşirken, cemâlini görmek isteyince, Cenâb-ı Hakk ‘Böyle rahat bir ortamda yaşayarak benim cemâlimi göremezsin; meşakkatli bir hayatta benim sevgimi kazanarak hak edebilirsin’ demiş. Bu durum, Hz. Âdem’in dünyaya inişinin asıl gayesi olmuştu.
Gönülden sevgin coşar, hamdin bizleri aşar
Bütün kainat teslim, her dem secdene koşar.
Her âlemde bir âhenk, rahmet nakışta renk renk
Atlas sema yayılmış, ne bir destek, ne direk
Harika sema zemin, sâkinler mutlu emin
Her mevsim türlü nimet, gül, erguvan, yasemin. M. Balcı
Kur’an’ın hülasası olan Fâtiha sûresi, âlemlerin Rabbine hamd ile başlar. Demek ki âlemlerin terbiye edilmeleri insan için bir ihsan, bir ikramdır; ona Rabbinin bir lütfudur. Güneş bir terbiyeden geçmiş de ziya veriyor, ısı veriyor, gezegenleri etrafında döndürüyor. Onu böylece terbiye eden Allah’ı (celle celâlühû) medih ve sena ederiz. Güneşin böylece terbiye görmesi sayesinde insanoğlu ondan istifade edebiliyor, bu terbiye de insana bir ihsân-ı ilâhi.
Bu mahsûsat âlemindeki göklerin, yerlerin, dağların, denizlerin, mâdenlerin, bitkilerin ve hayvanların onları idâre eden bir Müdebbire, onları yoktan var eden bir Mûcide, onları terbiye eden bir Mürebbîye ve onların hayatını devam ettiren Kadir ve Hakim bir Zâta muhtaç olmaları açık bir delildir.
‘Rabbi’l-âlemîn’ sözü, her bölünme kabul etmeyen nesnenin, her cevher-i ferdin (atom) ve her bir maksadın güçlü ve kadim bir ilâhın varlığına kesin bir delili ve açık bir hüccettidir.
Burada ‘âlemlerin Rabbi’ ifâdesi, Allah’ın zat ve sıfatları açısından, dünyevi ve uhrevi her türlü hamde müstehak olduğunun bir delili niteliğindedir.
Besmele’deki ‘Rahman ve Rahim’in ardından ‘Rabbül âlemin’in gelmesiyle korku ve rağbet birleştirilmiştir.
‘Rabbul âlemin’de Yahudilerin inancını red vardır. Çünkü onlar Allah’ın Beni İsrail’in Rabbi olduğunu iddia ediyorlardı.
‘Âlem’ kelimesi, cemi müzekker akil kalıbından. Bundan şunu anlıyoruz; terbiyeye, en çok aklı başında, sözünün eri, mert insanlar müsait.
Rabbin, sanki senden başka kulu yokmuşçasına seni yetiştirirken, sen de âdetâ O’nun dışında bir Rabbin varmış gibi O’na hizmet etmektesin.
‘Rabb’, mahluku yaratmak ve terbiye etmektir. Bu da mâlik, muslih, mâbud, seyyid, muti anlamlarında Cenâb-ı Hakk için kulllanılır. Allah’tan gayrı için ancak izafetle kullanılır.
Kelime anlamları:
‘Rabb’, lugatta terbiye eden, idareci, başbuğ, mâlik, toplayıcı, küçüğü tedricen besleyip büyüten, ikram eden, ayrılmayan, nimeti artırıp fazlalaştıran, boya, ıtır, hoş koku katarak güzelleştiren, cila, sürme ile güzelleştiren, kötü kokuyu gideren, yağmur yağdırmaya devam eden, yakın olan, besleyen, kavmi toplayan, sahip çıkan, yoğunlaştıran, dost, efendi, düzene sokan, tedbir eden, nimet veren, özünü çıkaran, ahd ve misak alan, ihsan eden, tatlı ve bol su veren, sağlam düğüm yapan, âlim, kâmil, dirlik, bolluk veren, sabırlı vb. Lugat-ı Okyanus
Ayrıca ‘Rabb’, bir şeyi ıslâh edip tamamlayan demektir. Kitapla amel edenlere de bu sebeple Rabbâni denmiştir.
‘Rabb’, hidâyet manasına da gelir:
Tohumdan ağaca, bebeklikten ihtiyarlığa, kekeleyen yavrudan afacan çocuğa, mümeyyize, çalışkan delikanlıya, halsiz ihtiyara, piri fâniye, tüm mahlukatını ana karnından ölünceye kadar muhafaza eden, tekâmül ettiren, ihsan eden, koruyan, başıboş bırakmayan, kemâle ulaştıran, ıslah eden, mâbud, itaat edilen efendi, artıran, tamamlayan, tasarruf sahibi, menfaati celbeden, mazarratı def eden, sahip, terbiye ve ıslah edici, zorlama yetkisine sahip olan, âlemin mürebbisi, bütün âlemin ve eczasının herbirinin Rabbi.
İnayet, zabt (muhafaza), telkin (öğretme), irşad (yönlendirme), terhib (korkutma), terğib (teşvik), taltif, tekdir, terakki, takdir, mâlik, kudreti baliğa (son derece kudret) ile zabt, tedbir ve terbiye eder.
‘Rabb’; gıdalarla besleyen, eğiten, yetiştiren.
İnsanların bedenini yemekle, iç dünyasını rahmetle eğitir.
Âbidlerin nefislerini şeriat hükümleriyle, aşıkların kalplerini tarikat adabıyla, sevenlerin sırlarını hakikat nurlarıyla eğitir.
Allah insanı bazen tavırları ve organlarında var olan güçlü nurların feyziyle terbiye eder.
‘Rabb’ kelimesinin Kur’an’da kullanıldığı manalar:
1- Yaratma, (Âlemlerin yaratanı)
2- Yol gösterme
3- İlâh
4- Sahip, efendi, idareci
5- Eğitmek, öğretmek (Âli İmran, 79)
6- Veli (arka çıkmak, sahip olmak)
7- Şeref sahibi olmak (Saffat, 180)
8- Af ve merhamet sahibi olmak (Kehf, 58)
9- Korumak (Sebe, 21)
10- Dönüp varılacak yer (Necm, 42)
‘Rabb’, birinci babdan masdardır. Allah (celle celâlühû) dâima yetiştirme sıfatı üzere bulunduğundan, mübâlâğa için kendisine masdar kullanılmakla, sanki O, yetiştirmenin ta kendisi olmuş demektir. Çünkü masdar mübalağa ifade eder ('Ömerun adlun' gibi).
‘Rabb’, Kur’ân-ı Kerimde 970 kez geçer.
‘Rabb’ın sıfatı müşebbehe olarak gelmesi, devam ifade eder.
‘Rabb’, canlıların yetişmesinde gösterilen itinaya da işâret eder.
Allah kullarını yetiştirme ve terbiye işinde bazı kanunlarını zorunlu, bazı kanunlarını da ihtiyari kılmıştır.
Zorunlu olanlar; kainatta hakim kıldığı kanunlardır. Kimse çocuk kalma veya yaşlanmama gücüne sahip değildir.
İhtiyari olanlar ise; emir ve yasaklardır. Kul dilerse uyar, dilerse uymaz. İhtiyari konularda Rabbin emirlerine uyan, Rububiyet tevhidini gerçekleştirmiş olur.
‘Rab’ sıfatına Allahu Teâlâ’nın Alim, Semi, Basir, Kayyum, Mürid, Melik ve benzeri bir çok sıfatı dâhil olur. Çünkü bu isim ve sıfatlar Rab sıfatını gerektirir.
‘Rab’, Allah’ın en büyük adlarındandır. Çünkü duâ edenler bu ismi kullanarak çokça duâ ederler. Meselâ Âl-i İmran’ın sonlarında, İbrâhim Sûresi’nde ve diğer sûrelerdeki duâlar böyledir.
Ayrıca bu kelime, her durumda şefkat, merhamet, Rabbe olan ihtiyacı ifade eder. Allah yarattıklarının işlerini çekip çevirdiğinden ve onları terbiye ettiğinden dolayı bu kelime Allah’ın fiil sıfatı olur.
Kabirde bize ilk sorulacak soru ‘Men rabbüke / Rabbin kim?’ olacaktır. Yani dünyada iken yaptığımız, yapmadığımız amellerin Rabbi kimdi? Kimi memnun etmek için giyindik? Ya da giyinmedik? Yedik veya yemedik? Ali Küçük, Besairu’l Kur’an
Burada Allah’ı tanıtırken ilk olarak Rab isminin seçilmesinin sebepleri:
Birincisi, mahlukatın yaratılırken olduğu gibi bu dünyadaki hayatını devam ettirebilmek için de Rab sıfatına ihtiyaç duymasıdır.
İkincisi de, 6. âyette «bizi doğru yola ilet» ifadesine uygun olması içindir.
İnsanların hatalarını, kendinizi Rab yerine koyup araştırmayın.
Her canlıya Allah layık olduğu cevheri verdi
Tırtıl eğer iki diş bulabilseydi ormanı yerdi
Şayet kediler haftada bir gün uçabilse
Bütün serçelerin nesli biterdi. Bekir Sıtkı Erdoğan
✦ «Şüphesiz Rabbiniz, yeri göğü altı günde yaratan, sonra Arş’a hükmedendir. O, gece ile onu durmadan tâkip eden gündüzü bürür. Emrine âmâde olan güneş, ay ve yıldızları da yaratmıştır. İyi biliniz ki yaratmak ve (insanlara) emretmek yalnız ona özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah yüceler yücesidir.» (Â’raf, 54)
✦ ‘Âlem’ ism-i cinsdir. ‘Enam’ gibi müfredi yoktur. ‘Âlemin’ şeklinde Kur’an’da 73 kez geçer. Bunların 42’sinde ‘Rabbil âlemin’ terkibiyle kullanılır.
✦ ‘Âlem’ kelimesinin lugat manaları: Sınır, kesin bilgi, bilgi dalı, desen, başkan, havadis, sonradan olan her şey, emek.
✦ ‘Alâmet ve nişan koymak’ manasındaki a-le-mu, veya ‘bilmek’ manasındaki ilmu kökünden türetilmiştir. Başkasının bilinmesine vesile olan şey, demektir.
✦ Istılahta ise Allahu Teâlâ’nın varlığına alâmet olan, O’nun bilinmesine vesile olan şey, demektir.
✦ Yaratıcı sanatkarını tanıtan Allah’dan gayrı herşeye âlem denir. Araplar indinde âlem başlangıçtan sona kadar yaratılan herşeydir. Ehli nazar indinde sonradan olmuş herşeyin ismidir, Felek, sema, arz ve arasında ne varsa.
✦ ‘Âlem’, duyu veya akıl yoluyla kavranabilen, veya varlığı düşünülebilen, Allah’ın dışındaki varlık ve olayların tamamını ifade eder. Bir görüşe göre de âlem, kainatın türleri ile bütünü arasında müşterek bir mana ifade etmektedir. Çünkü ‘bitkiler âlemi, hayvanlar âlemi’ de denir. ‘Âlem sonradan yaratılmıştır’ şeklinde kainatın tamamı için de kullanılır.
✦ Bir diğer görüşe göre âlem, melekler, insanlar ve cinlerden olan akıl sahiplerini kapsar. Bunların dışındaki varlıkları kapsaması dolaylı yoldandır. Çünkü bu cemi kalıbı akıllılara has bir cemidir. Ebû Ferrâ, Ebû Ubeyde, İbn-i Abbas
✦ Her tür bir âlemdir. Her bir âlem de kendi arasında âlemlere ayrılır. Bütün sınıflar ayrı ayrı âlemdir. Mânevi âlemler, kainat, mahlukat, mevcudat, mümkinat, mâsiva, yaratılmışların tümü, bütün eşya ve varlıklara âlem denir.
✦ Âlem, gayb ve şehâdet âlemi diye ikiye ayrılır. Şehâdet âlemi de ikiye ayrılır: Görünenler, bilinebilenler.
Bilinebilenler:
- Boyutsuz olan namus, akıl gibi şeyler.
- Tek boyutlu olan, zaman, zevk ve sayı.
- İki boyutlu olan, resim ve gölge.
- Üç boyutlu olan, madde
Madde;
İradeli:erkek, kadın.
İradesiz: ruhlu ve ruhsuz
Ruhlu: Bitki ve hayvan
Ruhsuz : Hava, ateş, su, toprak.
✦ ‘Âlem’; hakim, müdebbir, vucud-u Sani’ye delâlet eder.
✦ Âlimlerimiz kelimenin akıl sahiplerine özel cemi kalıbıyla gelmesinden, yaratılan herşeyin kendine özel anlayışı olduğu hükmünü çıkarmışlardır. İbni Kesir
✦ Âlemler sayısızdır. Çünkü Allahu Teâlâ «Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir» (Müddessir, 31) buyurdu.
✦ Âlemler 80 bin tanedir. Kırk bini karada, kırk bini denizdedir. Mukatil
✦ Allah’ın 40 bin âlemi vardır. Doğusundan batısına kadar dünya bir âlemdir. Ebû Said el-Hudri
✦ Allah’ın 18 bin âlemi vardır. Dünya da bu âlemlerden biridir. Vehb b. Münebbih
✦ Cinler bir âlemdir, insanlar bir âlemdir. Bunların dışında yeryüzünün dört bucağı vardır. Bu bucaklardan herbirisinde binbeş yüz âlem vardır. Allah bunları ibâdet için yaratmıştır. Ebû’l Âliye
✽ ✽ ✽
1- Âlem-i A’lâ: En yüce âlem olup kâinatı yaratan Rabbü’l-âleminin Rubûbiyet âlemidir.
2- Âlem-i Berzah: Berzah, iki şey arasına giren engel, iki nesneyi birbirinden ayıran şey demektir. Dünya ile âhiret arasına girdiği için ölüm ânından kıyâmete, insanların tekrar dirilmelerine kadar geçecek olan zamana da Berzah denir.
3- Âlem-i Ceberût: Ceberut; cebir ve zorlama demektir. İlâhi kudret ve irâdenin etkili olduğu âleme denir. Burada insan veya başka hiçbir mahlûkun güç ve irâdesi etkili değildir.
4- Âlem-i Emr: Maddi olmayan, akıl ve hisle kavranmayan âlemdir. Âlem-i emr ile Âlem-i halkın üzerindeki herşey akla ve hisse kapalıdır. Ruh ve melekler bu âleme dâhildir.
5- Âlem-i Ervah: Ruhlar âlemi demek olup, insan ruhlarının beden vâsıtasıyla dünya hayatına kavuşmadan önce ve öldükten sonra bulundukları yere verilen isimdir. Dünyaya gelip insanın bedenine giren ruh dâima bu asli vatanını özlemektedir. Burada yaratılan ruhlar, hem kendilerini, hem de diğer ruhları tanırlar.
6- Âlem-i Esmâ ve Sıfat: Allah’ın isim ve sıfatlarının oluşturduğu âleme verilen isimdir.
7- Âlem-i Halk: Mahlûkat yâni yaratılmışlar âlemidir. Burada sebep ve sonuç ilişkisi geçerli olup, her şey akıl ve duyu organlarıyla bilinebilir. Âlem-i Halk, Âlem-i Emr’e bağlıdır.
8- Âlem-i Kübrâ: En büyük âlem anlamında olup, Âlem-i Ekber de denilir. Âlem-i Kübrâ, kâinat; Âlem-i Suğrâ da insandır.
9- Âlem-i Melekût: Buna gayb âlemi de denir. Mana ve ruh âlemidir. Yalnız düşüncede yaşayan ve görünmeyen varlıkların bulunduğu âlemdir.
10- Âlem-i Suğra: En küçük âlem demektir. Bu da insanın kendisidir. İnsan küçük âlem, âlem ise büyük insandır. İnsan ile kâinat arasında ilişki kuranlar, kâinatta var olan her şeyin bir benzerinin insanda da var olduğunu kabul etmişlerdir.
‘Rabbi’l âlemin’ âyetini okuyan, galaksileri, genetik şifreleri atom çekirdeğini düşünerek, bir buğday tanesinin toprağa düşüşünü ve onun çimlenişini seyrederek hamd etmeli.
✾ Göz vermemiş olsaydı
Eğer Allah rüzgâra göz vermemiş olsaydı Ad kavminin mü’min ve müşrik olanlarını nasıl ayırt edebilirdi?
Dağ ve taşların gören gözü ve işiten kulağı olmasaydı Davud (as) Zebur okurken onun sesine cevap verip yankı yapar mıydı?
Eğer şu yeryüzünün can gözü yok idiyse Karun’u o şekilde neden yutmuştu?
Eğer Hannane direğinin gönül gözü olmasaydı, Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğine Ebû Cehil’in avucunun içinde nasıl şehâdet ederdi?
Ey akıl, sen idrak ve anlayış kanatlarını aç da ‘izâ zülziletil ardu zilzâlehâ’ (zilzal, 1) sûresini oku!
Bu yeryüzü iyiliğe ve kötülüğe dair kıyâmette şehâdet edecektir. Görmeseydi görmediği şeylere nasıl şehâdet edebilirdi?
Allah’tan gayrı bütün varlıklara âlem denir.
Âlem, kainat, bütün yaratılmışlar, mahluklardır. Âleme âlem denilmesinin sebebi, onunla Allah’ın (celle celâlühû) isimleri ve sıfatları bakımından bilinmesidir. Çünkü âlem kelimesi ‘bilmek’ masdarından türemiştir. Tasavvufta çok çeşitli âlem kavramları ve tarifleri vardır.
Araplar indinde ‘âlem kelimesi’ mevcut olan taş, toprak gibi her şeye ıtlak olmaz. Fertlere ayrılmış cümlelerin hepsine ıtlak olunur. İnsan âlemi, hayvan âlemi gibi.
Ayrıca kelime kökü (iştikakı kebir) açısından âlim, bayrak, büyük dağ, alâmet, işâret, amel, parlaklık gibi manaları bünyesinde taşır. Şimdi bunları açıklayalım:
1- Bütün kainatın yegâne sahibi.
Kendi varlık, birlik ve kudretine işâret nişanesi olan her şeyi terbiye eden, yaratan, geliştiren zat.
O Yüce Zâtın yarattığı her şey, bir tertip, bir âhenk ve bir ölçü içinde varlıklarını idâme ettirirken, bir yandan da yarattığı her şeyi Zâtının varlığına, birliğine delil kılmıştır. Zerreden kürreye her şey, bir bayrak gibi sâhib-i hakikisinin, bütün mülkün mâliki olduğunu sembolleştirir.
En küçük, gözle görülmeyen mahlûkunu bile akıl almaz sanatıyla nakşeden, besleyip büyüten, çoğaltıp üreten, hayatını devam ettirerek her şeyi ona temin eden, hayatının her sahasında nasıl hareket edeceğini, ne yiyip ne içeceğini, nerede nasıl yaşayacağını, kendini tehlikelere karşı nasıl koruyacağını telkin edip yönlendiren Âlemlerin terbiye edicisi, elbette her türlü hamd-ü senâya lâyıktır.
2- Bütün âlimlerin Rabbi.
Maddi mânevi ne kadar ilimler ve onları tahsil eden âlimler, bilginler, sanatkarlar varsa, ilim, bilim, teknik adına ne biliniyorsa, bilgiyi de bileni de yaratan, yönlendiren mürebbi.
‘Lâm’ harfinin esre okunmasıyla ‘Âlimlerin Rabbi’ anlamını taşıyan bu yüce âyet, cüz-kül alâkasıyla mecâz-ı mürsel olurken, tağlib tarikıyla da âlimlere verdiği değeri ilân ediyor.
İnsanlar, yaratılış açısından farklı değerler taşımazlar. Farklılıkları, yaptıkları eğitimden kaynaklanır. Kimin bilgisi, hüneri, becerisi ve sanatı daha fazla ve etkiliyse, onun fazileti diğerlerinden üstün olur. «İnsana ancak sâ’y-u gayret ettiği vardır.» (Necm, 39)
İnsan, her hangi bir yararlı iş üzerinde çalışıp gayret etse, inceliklerini öğrenip künhüne vâkıf olsa, o konuda uzmanlaşsa, bilgisi nisbetinde ve o bilginin kullanım alanının genişliği nisbetinde kalite kazanmış, kıymetini artırmış olur.
‘İlim, mâlûma tâbidir’ kâidesini biraz düşünecek olursak, bilinen şey ne kadar kıymetli olursa, bilen o kadar kıymetli olur. Bilinen ya da bilinmeye çalışılan her şey ya O Zâtın kendisidir, ya da O’nun vâr ettiği bir eseri, bir nimetidir. Yarattığı bu eser ve nimetler, kendisine ihtiyaç duyulması açısından kalite kalitedir. «Allah bazısını bazısına üstün kılmıştır» (Nisa, 34) Bu nedenle bilinen şey ne kadar kıymetliyse bilen kimse o kadar kıymetlidir.
Meselâ, kalaycılık da bir sanattır, uçak kullanmak da bir sanattır. İkisi için de bilgi, hüner ve beceri gerekir. Ama birbirine kıyas mümkün mü? Kalaycılık, hem basit bir iştir, onu yapmak için çok eğitim-öğretim gerekmez; hem de zamanımızda ihtiyaç olan bir sanat değildir.
Her gönülde ayrı ayrı sevgin var
Bu kulların ayrı ayrı derdi var
Benim senden başka acep kimim var?
Ben seninle daha mutluyum yâ Rab
Kâinattaki varlıklar üzerinde yapılan inceleme-araştırma sonucu, Yüce Mevlânın sonsuz ilim ve kudretinin çok az da olsa sezilip anlaşılması, yine Rabbimizin bir lütf-u keremi. Fizik, kimya, astronomi, her türlü ilim adamını yaratan, yaşatan, akıl veren, fikir üreten, ilham ve telkin eden, yönlendiren, keşf ettiren, ‘âlimlerin Rabbi olan Allah’tır.
Bu ilimlerle Mevlâsını bulan, O’nun yüce sanatını fark edip Rabbinin sonsuz ilim ve kudreti karşısında hayrette kalan ve O Yüce Sanatkâra aşk derecesinde bağlanan âlimler, ne bahtiyar insanlardır. Ne var ki, O’nun sanatı olan mahlûku üzerinde araştırma yapan, çoğu kez bu işe dalıp gidiyor, «Dalanlarla dalmıştık» (Müddessir, 45) Asıl yaratıcısını tanıma ve düşünme yoluna girmiyor. Zirveye çıkmadan yokuşlarda yorulup kalıyor.
Koca bir ömür tükenip, sermâye bittiği halde kul hâlâ Rabbisini tanıyamıyor. O’na karşı yapması gereken görevleri yerine getiremiyor. Mâdenle, toprakla, ağaçla, yaprakla uğraşırken ömür güneşi batıyor. Şu dünya sahrasına atılan kul, işe yaratıcısını tanımakla başlasa, aklını, fikrini, irâde ve kuvvetini o yolda harcasa, iş başka olurdu. Rabbini tanımak, gönül bahçesine bir tohum olur; itaat suyuyla büyür, meyvesi muhabbetullah (Allah sevgisi) olur.
Rabbini tanımak uğrunda attığı her adım, onu yükseltir, kıymetlendirir. İşte bunun için âşıklar sultanı Yüce Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Allah’ım, Seni tanıyamadığım, mârifetullah elde edemediğim gün üzerine güneş doğmasın’ buyurmuştur. Habibullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) mârifetullah’dan aldığı zevki ve buna olan ihtiyacını, bu Hadîs-i Şerîften anlıyoruz. Yüce Rehber (sallallâhu aleyhi ve sellem), bize yol-yordam gösteriyor. «Nereye gidiyorsunuz?» (Tekvir, 26) Gel Mevlâya Mevlâya, dön Mevlâya Mevlâya.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ferman buyuruyor: ‘Sizin en akıllınız, Allah’dan en çok korkanınızdır.’ Yine buyuruyor: ‘Ben, sizin en çok bileniniz ve Allah’dan en çok korkanınızım.’ Ve Kur’an, âyetiyle ilân ediyor: «Allah’dan ancak âlimler korkar.» (Fâtır, 28)
İlim, mâlûma tâbidir. Sineği bilen, sineği tanır; kumaşı bilen, kumaşı tanır; mâdeni bilen mâdeni tanır. Rabbini bilen, Rabbini tanır. Rabbini bilen, O’nu sever; O’nu seven, O’na itaat eder; O’na itaat eden, O’nun merhametine mazhar olur.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak.
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak. N. Fâzıl
3- Amellerin Rabbi.
Zerreden küreye, yapılan bütün işlerin hammaddesini, kuvvetini, kudretini, ilmini var eden, her ameli ve amel ediciyi yaratıp, yaşatan, yönlendiren.
Bir dut yaprağını arıya yedirip bal yapan, tırtıla yedirip ipek yapan, koyuna yedirip süt yapan, akrebe yedirip zehir yapan muazzam kudret. ‘O her gün bir iş, bir icattadır.’ (Rahmân; 29)
4- Bayrakların, medeniyetlerin Rabbi.
Her ülkeyi temsil eden bayrağa alem denir. Bu nedenle nerede bir medeniyet kuruldu, nerede bir medeniyet yükseldi, nerede çöktü ise, hepsinin Rabbi O’dur.
5- Büyük dağların Rabbi.
Yeryüzünde en çok dikkat çeken, en büyük gözüken varlık yeryüzünün çivisi olan dağlardır. Kiminin başı dumanlı, kiminin alevli, kimi alçak, kimi yüksek, kimi yaylalı kimi yaylasız, kimi yalnız, kimi sıradağ şeklindedir.
Ediplere, şairlere konu olan yüce dağlar... Yeryüzünü ana gibi kucaklamış dağlar... Yeryüzü sularını bünyesinde saklayıp, menbaalayan ve ihtiyaca göre akıtan gözeler, ırmaklar, şelaleler sahibi dağlar...
Yüksek olduklarından yıldırımları sinesine çekip, varlıklara siper olan dağlar... Heybetli, kuvvetli, düşmana karşı siper dağlar...
Vasıfları saymakla bitmeyen dağların ve ona zemin olan yeryüzü ve içindekilerin terbiye edicisi.
6- Parlaklıkların Rabbi.
Işıkların, nurların, güneşin, ayın, yıldızların, feyizlerin, ceryanların, yanan, parlayan, aydınlık veren her şeyin ve ışığa vesile olan maddelerin (atom, petrol, benzin, mazot, yağ, kömür, odun, doğal gaz vs.) Rabbi, yaratıcısı, koruyucusu... Kullanma kabiliyetini öğretip, ilham eden.
Bütün bunların minyatürü olarak ateş böceğini örnek gösteren, âlemleri aydınlatan, gözlere gönüllere nur bahşeden. Sevapları nura çeviren kadir-i mutlak...
Bu kelime ayrıca; çeşitli renklerde dokumak, ileri görüşlü, zarif, zeki, yumuşak, götürmek, göstermek manalarını da içerdiğinden, Âlemlerin Rabbinin kainatı renk renk, mevsim mevsim, iklim iklim donatıp bezediğini, çeşit çeşit bitkileri, rengarenk çiçekleri, böcekleri, şirin kuşları, şırıl şırıl akan suları, akla hayale gelmeyen nice güzellikleri yaratıp, yaşattığını, sergilediğini hatırlatır.
Gökyüzünü sayısız yıldızlarla donatan, hepsini kendi yörüngesinde gezdiren, bütün güzelliklerin sahibi. Yarattığı her şeyin öncesini sonrasını bilen, gören ve hikmetle (insan için akıl kelimesi kullanıldığı gibi, Allahu Teâlâ için de hikmet kelimesi kullanılır) takdir eden, programlayan. Ecelleri tayin eden, ezelden ebede hakimi mutlak olan Zât-ı Zülcelâl. Herşeyi zarif, güzel, muazzam, akılları durduracak mükemmellikte vücuda getiren ve kullarından zarif olmalarını isteyen.
Her varlığa halim, yumuşak davranan merhametliler merhametlisi. İnsan olsun, hayvan olsun bütün analara şefkat duygusunu fazlaca verip, gelecek nesli koruma altına alan. Dostlarını ilim ve hilimle süsleyen Rabb.
‘Âlem’ kelimesinin kökünde, acele yapma, rahatsız etme, bozarak seri yapma manaları da mevcut. Bu yönüyle de Rabbü’l âlemin isterse bir anda her şeyi bozar dağıtır, yok eder. Onun kudreti önüne geçecek yoktur. Bir anda aydınlatır, bir anda gece yapar. Bir anda yaratır, bir anda öldürür. Bir anda verir, bir anda alır. Ve bize kendini şöyle tanıtarak duâ öğretir:
«De ki: "Ey mülkün sahibi olan Allah'ım!
Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.»" (Al-i İmran; 26)
Tüm bunları irade, kudret, sonsuz ilim ve hikmetiyle yerli yerine yapar. Nimetlerine şükretmeyen nankörlere de haddini bildirir. Bunun için kitabına hürmeti telkin ederek başlıyor.
Benim Mevlâm
Ariflerden biri, atı üzerinde böbürlenen birini görür ve sorar:
- Neden böyle böbürleniyorsun?
- Ben sultanın (padişahın) kölesiyim!
- Öyleyse ona olan yakınlığının derecesini bana anlat!
- Yalnız olduğu zaman ona eşlik ederim. Uyuduğu zaman da onu korurum. Acıktığında ona yemek getiririm. Susayınca kendisine su veririm, o her gün bana üç kere bakar.
- Pekala, bu görevlerinden bir tanesini ihmal etsen sana ne yapar?
- Döver!
- Peki ya bir suç işlersen?
- Cezalandırır!
- Öyleyse benim senden daha çok övünme hakkım vardır. Çünkü benim Mevlâm bana yedirir, içirir, yalnız kaldığımda hiç ayrılmaz. Üstelik suç işlediğimde beni bağışlar. Senin mevlân sana günde üç kere nazar ediyorsa şunu iyi bil ki benim Mevlâm bana yüz altmış defa bakmaktadır.
- Çok doğru söylüyorsun! Ben de bu andan itibaren senin Mevlânın hizmetinde olacağım! der ve atından iner. Üstündeki allı pullu elbiseleri çıkartıp yerine gayet mütevazı bir elbise giyer. Sultanın hizmetini terkedip Vahid ve Mennan olan Allah’ın hizmetine koyulur. (Kitabul Akaik’den)
7- Hudutların, Sınırların Rabbi.
İki ülke, iki şehir, iki köy, iki bina, iki bahçe arasına sınır yapılarak insanların ulu orta girmeleri, başkasının mülküne tasarruf etmemeleri, koruma altına alınmaları ve daha birçok faydalar için sınırlar koyulur. Sınır boyu askerler, polisler, bekçiler tayin edilir, korunmaya alınır. Bugün toplu konutlarda bu koruma sistemi yaygınlaşmış durumda.
İşte şahsın bedeninden yani en küçük birimden başlayarak bütün bir varlık bu koruma sistemi altındadır. Görünürde korumalar olduğu gibi görünmeyen nice nurani varlıklarla kainat korunmakta, her bir âlemin sınırı, askeri, silahı kendi nevine münhasır biçimde hudutlar içinde muhafaza edilmekte.
Cenâb-ı Hakk sonsuz kudreti, ezeli ilmi, geniş rahmetiyle bütün varlıkları akıl almaz kanun ve tüzükleriyle idare eder. Tayin ettiği malum zamana kadar varlıklarını sürdürebilmeleri için gereken tüm ihtiyaçlarını hiç ertelemeden en mükemmel bir şekilde karşılamaktadır.
Ecel denen sınır taşıyla iki dünya arasında irtibat kurup saati saatine ertelemeden, ileri almadan âlem-i dünyayı doldurup boşaltmaktadır.
Ali dede ebedi yolculuğuna çıkarken torun Ali hayata gözlerini açmakta, biri kefenini giyerken diğeri kundağına sarılmakta. Tek ortak yönleri her ikisi de yalnız, elbisesiz, hiçbir şeysiz gelip gidiyorlar. Ecel denilen posta treni kimini getirirken kimini götürüyor. Kimini güldürüp kimini ağlatıyor. Aldığı ezeli komutla, kimi nerede, saat kaçta alacağını, kimi nerede bırakacağını biliyor.
İşte âlem kelimesi ‘iki yer arasındaki sınır’ anlamıyla Kur’ân-ı Kerim’de çokça geçen ‘ecelin müsemma’nın müradifi olmaktadır.
8- Nişanların, alâmetlerin Rabbi
Alem, yollara nişan için dikilen kilometre levhaları anlamına da gelir.
İnsan tutturduğu bir yolda almış başını giderken nereye geldiğini fark edemeyecek bir gafletle yol alır. Cenâb-ı Hakk ömür dilimleri arasında zaman zaman şefkat tokatları, rahmet serpintileri ile kullarını uyarır. Yaşını, maaşını, sorumluluklarını hatırlatır. Bu hatırlatma âlemin bin bir türlü halleriyle olduğundan bu manaları içine almaktadır.
Hakimiyeti, hikmeti, rahmeti, kudreti ile akıllara hayranlık veren Rabbimiz, yarattığı herşeye birlik nişanını koymuş, vahdet imzasını atmıştır. Varlıkları cins cins ayırmış, her cinsi nevilere bölmüş, hepsinin hangi türden olduğunu belirten özelliklerle bezemiş.
Mesela ‘Kuş’ denince herkesin gözünde canlanan tek bir şekil geliyor akla. Bu şekli her bir cinste görüyoruz. Nevileri, boyutları ayrı olsa da kuş cinsi olduğu belli.
İnsan denilince gözümüzde bir tip canlanıyor. Irkları, renkleri, dilleri, fizikleri ayrı ayrı olsa da onları ‘insan’ ismi altında toplayan alâmet-i farikası ondan hiçbir şekilde ayrılmıyor. Çokluk içinde birlik her zaman müşahede ediliyor. Her nesnede, her lahzada ‘La ilâhe illallah’ damgası görülüyor.
Ezelde Allah (celle celâlühû) vardı. O’ndan önce hiçbir şey yoktu. Allahu Teâlâ, kainatı yaratmak murat etti de; önce Arşı, sonra suyu, rüzgarı, yeryüzünü, gökyüzünü, bitkiler ve hayvanları, melekleri, cinleri yarattı. Meleklerin kainattan önce yaratıldığı rivâyeti de vardır. En sonunda Âdem (as)’ı yarattı. Onun eğe kemiğinden de Havva validemizi yarattı.
Allah (celle celâlühû), yokluğa Hz. Muhammed nurunu tohum olarak attı. İşte bu varlık, ondan meydana geldi. Arş-ı azamdan bize doğru uzanan ve yokluğa atılmış Hz. Muhammed çekirdeği üzerinde boy salan kainat ağacı meyve verdi. O meyve insandır. O meyvenin meyvesi de insanlığın hülasası Allah’ın ‘safi, öz, hülasa’ manasına Mustafa adını verdiği Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’dir.
Allah (celle celâlühû), celâliyle kainatı çalkalıyor, bir ağaç meydana getiriyor. Rahimiyyetiyle bizlere irade veriyor; kainatın manasını, büyüklüğünü anlamaya muvaffak kılıyor.
Âlemdeki Canlılık
''Hava da, su da, kıvılcım saçan ateş de bize karşı habersiz, cansız, duygusuz gibi duruyorlar. Fakat Allah’ın emrini yerine getirmek için bekliyorlar. Çünkü onların her şeyden haberleri var, her şeyi biliyorlar, görüyorlar.
Âlem de donmuştur. Adı ‘cemad’ (cansız) olmuştur. Üstadım cemad donmuş demektir. Mahşer güneşi doğuncaya dek sabret de âlem cisminin hareketini gör. Mûsâ’nın elinde asa yılan oldu ya… Bütün âlemi de buna kıyas et. Allah senin bir parça topraktan ibaret olan varlığını nasıl insan yaptı. Bütün toprakları ve cansız sandığın şeyleri de böyle bilmek ve tanımak gerekir.
Gördüğümüz cansızların hepsi de bu âleme göre cansızdır, ölüdür, hakikat âleminde canlıdır. Burada susup duruyorlar, ama orada konuşmaktadırlar. Allah onları hakikat âleminden bizim tarafa gönderince Mûsâ’nın asası gibi bize karşı ejderha kesilirler.
Dağlar Davud’un sesine ses verir, onunla birlikte ilâhi okur, demir bile onun avucunda mum gibi yumuşar. Rüzgar Süleyman’a hamal olur, onu taşır. Deniz Mûsâ’ya söz söyler, onunla konuşur. Ay Ahmed’in işâretini, emrini anlar ve ortasından ikiye ayrılır. Nemrud’un ateşi İbrâhim’e gül bahçesi olur. Toprak Karun’u ejderha gibi sömürüp yutar, Hannane direği akıl, fikir sahibi olur.
Efendimizden ayrı düşünce ağlar, inler. Taş Ahmed’e selâm verir. Dağ Yahya’ya söz söyler.'' Mevlana
Cihanın bütün cüzleri, parçaları avama göre ölüdür. Fakat Hakk’a karşı canlıdır, bilgi sahibir, O’na sahip olmuştur. Bu hakikati bildirmek için Cenâb-ı Hakk âlem kelimesini cemi müzekker sâlim akil kalıbında getirmiştir.
Hikmet Âlemi
Cenâb-ı Hakk’ın eser ve fiillerindeki incelikleri, hikmetleri bugün sadece Müslümanlar değil gayr-i müslimler bile anlayıp itiraf etmekteler. Batıdan doğan fen güneşi, hergün Allah’ın eserleri üzerinde yaptıkları incelemelerden ortaya çıkan hikmet-i ilâhiyi belgesellerle yayınlayarak bilmeden âlemi var eden ve en güzel şekilde besleyip idare, idame eden Sultanlar sultanının eserleriyle tanınmasını sağlıyor.
Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurduğu gibi; ‘Allah isterse, bu dini facirler vasıtasıyla da yükseltir.’
Hayyu’l Kayyum esrarı ile âlemi en güzel şekilde düzene koyan Rabbimiz bir kar tanesine varıncaya kadar herşeyi özenerek nakış nakış işlemiş. Ve bunu çok seri olarak gerçekleştirmiş ve gerçekleştirmektedir. Herşey miktarıyla, şekliyle, boyutuyla, rengiyle ve bütün vasıflarıyla yerli yerine düzenlenmiş.
Cenâb-ı Hakk, kanın içinde olması gereken karışımları belirli bir ölçüde düzenlememiş olsaydı bugün tahliller nasıl, neye göre yapılırdı? Asıl değerlerin ölçüsü bilinmeseydi şeker, kolesterol, tansiyon neye göre ölçülecek, vücuttaki hastalıklar neye göre tespit edilecekti?
Her sanat sahibi, Allah’ın hangi sanatı üzerinde çalışıyorsa bu yüce kudreti görmekte ve hayranlığını gizleyememektedir. Bir elmanın içinde demiri, vitamini, karbonatı cem ettiği halde güzel kokusundan, renginden, şeklinden hiçbir taviz vermeden en güzel şekilde, mevsimini hiç geçirmeyen, herşeyde Seriu’l hisab (hesabı çok çabuk olan) yüce kudret karşısında saygıyla, muhabbetle, hayranlıkla eğilmekten başka ne gelir elimizden?
✧ «Kime hikmet verilirse ona çok hayır verilmiştir.» (Bakara, 269)
✧ Hikmet, şerefli (itibarlı) kimsenin, (itibar) şerefini artırır ve köle olan kulu, hükümdarlarının meclislerinde oturacak kadar yükseltir. Hadîs-i Şerîf
✧ Hikmet, doğru ve hızlı karar verebilmek, doğruya iletmektir. Ruhların sükun ve güvenliğinin son durağıdır. Kettani
✧ Hikmet, dört şeyle fışkırır:
1- Günaha nedamet,
2- Ölüme hazırlık,
3- Midenin boş olması,
4- Zahidlerle sohbet.
✧ Hikmet her işi yerli yerinde yapmaktır, anlatılanlardan hisse almaktır, mutedil olmaktır.
✧ Hikmeti al, hangi kutudan çıkarsa çıksın, sana zarar vermez.
✧ Câhillerin yanında hikmetli şeyler konuşmayın; hikmete zulmetmiş olursunuz. Hikmeti ehlinden de esirgemeyin; zîrâ onlara zulmetmiş olursunuz. Birbirinize zulmetmeyiniz. Zâlime zulmü ile karşılık vermeyiniz, faziletinizi götürür.
İlim, mal ve şeref arkadaş olmuş gidiyorlardı. Yolun sonuna varınca ilim dedi ki:
- Ben şu mektebe gidiyorum, beklerseniz geri dönerim.
Mal da dedi ki:
- Ben de şu köşke gidiyorum, beklerseniz geri dönerim.
Söz şerefe gelince o da şöyle dedi:
- Ben sizin gibi değilim, bir gidersem bir daha geri dönemem.
Hikmet âlimleri şu notu koymuşlar:
- Şerefinizi koruyacak bir dikkat ve dürüstlük içinde olun. Zira onu bir kaçırırsanız bir daha zor geri getirirsiniz.
’Rabbü’l âlemin’de geçen ‘Âlem’ kelimesi hakkındaki görüşlerden biri de şudur: Âlemle kastedilen sadece insanlardır. Çünkü küçük âlem (alem-i suğra) sayılan her insan, büyük âlem olan kainattaki maddelerin ve renklerin birer misalini taşır. Nasıl her âlem başlı başına Yüce Yaradan’ın varlığının, birliğinin ve eşsiz kudretinin delilidir. İşte bundan dolayı insan hem kainatı, hem de kendini inceleyip ibret almakla emrolunmuştur. Ve beden bu âlemde bir şirket vaziyetindedir. Sermayeleri ise istidatlarıdır.
Allah (celle celâlühû), insanı kâinatın fihristi, efendisi kılmış. Ona Emâneti Kübra’yı yüklemiş, hilâfet istidadı vermiş, ‘Siz benim hâlifemsiniz’ buyurmuş, din-i ilâhiyi yaşayıp, anlatacaksınız. Cenâb-ı Hak kendi gözükmediği için, gözüken kullarını hâlifesi kabul ediyor. ‘Her müslüman din eğiticisidir, din görevlisidir.’ O hâlde bizim makamımız, rütbemiz Allah katında çok yüksek.
Bu rütbenin kadrini bilip iyi değerlendirmeliyiz. Bu görevi hacı, hocanın işi sanıyoruz, halbuki hepimiz mes’ulüz.
‘Hepiniz çobansınız.’ ‘Hepiniz raiyesinden mes’uldür. ‘Nefsinizi ve ehlinizi ateşten koruyun.’ Emirleri küllidir. Kendimizi, çocuklarımızı, ailemizi koruyup, kadroyu genişletmeliyiz. Bir ağaç tomruğu kesilince iç içe halka halka büyüyor. İşte aynen tebliğ o şekilde olmalı, kendimizi, çocuklarımızı daireyi genişletip, akrabalarımızı, komşularımızı, sonra çevredeki müslümanları, sonra İstanbul müslümanlarını, Türkiye müslümanlarını ve dünya müslümanlarını... Öyle genişledikçe genişleyecek ama baştan kendimizden başlamalıyız. Kendimizi düzeltirsek çok şeyleri elde etmiş oluruz biiznillahi Teâlâ...
İnsan: Rabbânî nimetleri unutan, huy ve ahlâkı yüksek, eğlendirmek, avutmak, hissetmek, görmek, işitmek, bilmek, cana yakın, sempatik, mahlûkatın gözbebeği manalarına gelir.
İnsan kelimesi unutan, ünsiyet eden anlamında, hem tekdir hem takdir manasını içerir.
Tekdir; nasıl olur, kul olup da unutursun!..
Tevbih; seni mazur görüyorum unuttun. Unutmasaydın yapardın, şeklinde bir mana ifade eder.
Dünya Allah’ın tarlası, insanlar tarlanın ürünleri, ölüm tırpanı, Azrail biçicisi, kabir toplandığı yer, kıyamet harman yeri, cennet ile cehennem de ekinlerin ambarlarıdır. İnsanların bir bölümü cennete bir bölümü cehenneme gider.
İnsanlar bir çok nevidir: Tatlı bir rüzgar gibi hayatını yaşayan kimseler vardır ki üfler menfaat verir ve selâmetle eser. İnsanlardan bazıları da vardır ki, dünyada fırtına gibi eser hiçbir şeyi sağlam bırakmaz. İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, çalışır, kazanır ve kuvvete dayanır, imar ve tamir eder. İnsanlardan bir kimse de vardır ki gelir ve gider, kendisinin bir eseri olmadığı halde, onun için bir kıymet yoktur. Hayatının da ölümünün de bir manası yoktur. O halde sen hangi insanlardan olmayı istiyorsun?
İnsan ne durumda bulunursa bulunsun, daima iyinin özlemi içindedir. İnsanın gizli ve saygın tarafı budur. İnsan küçümsenmekten ve dışlanmaktan hoşlanmaz. Bu nedenle önemli olan insanlar, herkesin önemli olduğunun farkındadırlar.
✧ Ey insan, sen küçük bir cisim olduğunu iddia edersin, ama en büyük âlem senin içinde gizlidir. Hz. Ali
Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinden
✧ İnsanlık derecesine ulaşmak için:
1- Nimet kapısını kapatıp, şiddet ve sıkıntı kapısını açmak.
2- İzzet kapısını kapatıp, zillet kapısını açmak.
3- Rahatlık kapısını kapatıp, cehd ve gayret kapısını açmak.
4- Uyku kapısını kapatıp, uykusuzluk kapısını açmak.
5- Zenginlik kapısını kapatıp, fakirlik kapısını açmak.
6- Tûl-i emel kapısını kapatıp, ölüme hazır olma kapısnı açmak.
✧ İnsan şişirilmiş tulum gibidir; ağzı açılınca söner.
✧ İnsanlar üç kısımdır. Bir kısmında, kalp, göz, kulak vardır, hakikati görmezler, bunlar kâfirlerdir. Bir kısmı, vücutları vardır, ruhları şeytandır, bunlar münâfıklardır. Bir kısmı da melek gibidir, kimseye zarar vermezler, bunlar da müminlerdir.
✧ Bozulduğu zaman insandan daha korkunç yaratık yoktur.
✧ Bana benzemeyen kişi, incitmek şöyle dursun, zenginleştirir beni çünkü insandır, ortak yanımız.
✧ İnsan iç dünyadır. İnsan, ruh, kalp, görüş ve duyuş zenginliğidir. Erdemin güce dönüşü ancak insanın elindedir.
✧ İnsanlar üç sınıftır; tam adam, yarım adam, sıfır adam.
✧ İnsanların bazısı gıda gibidir, her zaman lazımdır. Bazısı ilaç gibi, bazen lazım olur. Bazısı hastalık gibidir, hiç aranmaz.
✧ İnsan, her zaman kahraman olamaz ama, her zaman insan olabilir.
✧ İnsan bir an olur ki, kurtluk zuhur eder; bir an olur, ay gibi Yusuf yüzlü bir güzel haline gelir.
✧ İnsan, insanla yeşerir.
✧ İnsanda öyle bir kabiliyet vardır ki, sadece insanları değil, hayvanları bile terbiye eder. İnsan bu kabiliyetini kendi nefsi için kullanmalıdır.
✧ Köpeğe insanın huyu geçer, nihâyet çoban olur, av avlar, yahut sürüyü korur.
«Kudretimizle’ yapısını bizzat üstlendiğimiz, hiç kimsenin müdahalesi ve ortaklığı olmadan ‘kendileri için’ ve faydalanmaları için ‘nice hayvanlar yarattığımızı görmediler mi?» (Yasin, 71) yani, düşünmediler ve görme derecesinde yakînen bilmediler mi?
Söz konusu hayvanlar, deve, inek, koyun ve keçi gibi yürüyüşlerinde hafiflik ve yumuşaklık bulunan hayvanlardır. At, katır ve merkep bu kapsama girmez. Çünkü bunların yere basmaları ağır ve şiddetlidir. Allah (celle celâlühû) burada, kendisinin yarattığı madenler, bitkiler ve diğer hayvanlar arasından bu hayvanları özellikle anmıştır. Çünkü onlarda, devede olduğu gibi yaratılış orijinallikleri; inek, koyun ve keçide olduğu gibi pek çok faydalar söz konusudur. Bu nedenle ‘onlar’ mâlik kılmamız sayesinde ‘bunlara’ yani bu hayvanlara, ‘sahip oldular,’ tasarruf hakkına mâlik oldular. Artık onlardan istedikleri gibi yararlanabilirler ve kendilerine bu konuda başkaları karışamaz.
İki milyon hayvan türü vardır. Hayvanların midelerinde et ve kemiği sindirecek mayiler, asitler vardır.
Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında bir defâsında çekirgeler azaldı. Hz. Ömer bunun hikmetini sordu, cevap alamayınca üzüldü. Sonra Yemen’e, Şam’a, Irak’a adamlar göndererek, çekirge olup olmadığını araştırdı. Yemen tarafına gönderdiği bir kişi bir avuç çekirge getirdi. Hz. Ömer çekirgeleri görünce ‘Allahu Ekber’ diye üç defâ tekbir getirdi. Sonra şöyle dedi:
- Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu işitmiştim: ‘Allah (celle celâlühû) bin tane ümmet yaratmıştır. Bunların altı yüzü denizde, dört yüzü karadadır. Ve bu ümmetlerden ilk helâk olacak çekirgelerdir. Onlar helâk olunca, ipi kopmuş boncuklar gibi diğer ümmetler de ard arda helâk olacaklardır.’
Hayvanlar en anlayışlı dostlardır; ne soru sorarlar, ne de kusur kabahat bulurlar.
Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
O zümrüd tahta kondun, bir semâvi saltanat kurdun;
Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun. M. Âkif
Ufi denen bir yılan cinsi, yüz yaşına varınca kör olur. Allah ona zeryane denen yaş bir bitkinin yaprağını gözlerine sürmesini ilham eder. Ta ki, gözleri açılsın. Kör olduğu o ıssız yerle zeryane bitkisinin bulunduğu yer arasında uzun bir mesafe vardır. Mesafenin uzunluğuna ve körlüğüne rağmen yolları kat eder, zeryane ağacına ulaşıncaya dek bahçeleri geçip şaşmadan hedefe ulaşır. Ağacın yaprağını gözlerine sürer ve Allah’ın izniyle gözleri açılır.
Timsahın yiyecekleri çıkaracak dübürü yoktur. Yediği şeylerin artıkları ancak ağzından çıkar. Allah bu iş için ona bir kuş tahsis etmiştir. Kuşun gıdasını Allah, bu artıklar olarak takdir etmiştir. Timsah bu kuşu gördüğü zaman ağzını açar, kuş girer ve içeridekileri yer.
Deve ve merkep akşam karanlığında yola çıksalar, ikinci defa aynı yoldan hiç hatasız geri dönerler.
Fare ile akrep bir cam kavanoza konsa, fare akrebin iğnesini koparır ve böylece onun ısırmasından emin olmuş olur.
Fare kuyruğunu yağ şişesine sarkıtır. Sonra kuyruğuna bulaşan yağı yalar.
Balık: Allahü Teâlâ, balıkların suda kolayca gidebilmeleri için yüzgeçler yaratmıştır. Suda boğulup ölmemeleri için akciğer yaratmamıştır. Su içindeki oksijeni alabilecek solungaçlar yarattı. Balığın ayağı olmadığı halde suda çok süratli hareket edebilir. Deniz üzerinde uçan kanatlı balıklar da vardır.
Mürekkep balığı tehlikeyi sezdiği zaman, derhal bir boya ifraz ederek görünmez olur, nereye gittiği anlaşılamaz.
Bukalemun, hareket kabiliyeti az olduğu için düşmanlarından kaçamaz. Fakat Allahü Teâlâ ona renk değiştirme hususiyeti vermiştir. Kırmızı, yeşil veya sarı renge bürünebilir. Bulunduğu yerin rengine uyarak, kamufle olur, düşmanlarından korunabilir.
Gözleri her tarafa dönebilecek şekilde yaratılmıştır. Bir gözüyle karşısına bakarken, öteki gözüyle de arkasını görebilir. Vücudunun uzunluğu kadar dili vardır. Arkasındaki avına kolayca ulaşabilir, dilini bir ok gibi fırlatır. Dilinin ucu yapışkan olduğundan avını hemen yakalar. Dilin ucundaki yapışkan kısma isabet eden avın kurtulma ihtimali yoktur.
Karınca, sellerin zarar vermemesi için yuvasını yüksek yere yapar. Karınca kendisine zahire biriktirmek için çalışır. Yerin rutubetli olduğunu hissederse daneyi ikiye böler ki, çatlayıp filiz çıkarmasın. Şayet rutubet daneye sirayet ederse onu, kurusun diye güneşe çıkarır.
Bir karınca kendinden 52 kat ağır olan yükü taşımaktan çekinmez.
Tilki, üzerine bir sinek ve üvez toplanınca bir deri parçası alır, suya dalar. Sinekler deride toplanınca deriyi suya atar ve kendisi sâlimen çıkar.
Karasinek, altı ayaklı olarak yaratılmıştır. Dördü ile yürür, ikisi yedektir. Yürüdüğü ayakları çamurlanırsa yedek ayakları ile bunları silip kurular.
Örümcek, yuvasını yapmak ve avına tuzak kurmak için ağ deposu ile yaratılmıştır. Kurduğu ağ, sineklerin ve bazı böceklerin ayaklarına takılır. Örümcek, tuzağa yakalanan haşereyi, sıvı bir madde ile etrafını sararak, her an taze yiyebilmek için konserve haline getirir. Acıkınca biraz yer, sonra yediği yeri mumyalar.
Tahtakurusu, kan emmek için, ısı ve koku alma yolu ile kan emeceği insanı tanır. Çünkü hassas bir anteni vardır. Bununla, hafif bir ısının yol açtığı hava dalgasını fark eder. Kanını sevdiği bir insanın etrafına birkaç sıra kanını sevmediği kişilerden barikat kurulsa, tahtakurusu hepsini geçip kanını sevdiği insana gelir.
Allahü Teâlâ, deveyi çöl şartlarına uygun yaratmıştır. Ayaklarının tabanı yastık gibi yumuşak olduğundan, diğer hayvanların aksine kuma batmaz. Kum fırtınasında kumların burnuna kaçmaması için burnu hemen kapanacak şekilde yaratılmıştır.
Deve, uzun müddet yiyip içmeden yaşayabilen bir hayvandır. Çölde aç kalınca, vücudundaki yağları yakarak lüzumlu gıdasını temin eder. Hörgücü yağ deposudur. Uzun çöl yolculuğunda yedek gıda deposu olan hörgücünün yavaş yavaş azaldığı görülür. Böylece kendi kendini besleyebilir.
Devenin, ikinci mühim hususiyeti de susuz yaşayabilmesidir. Kızgın kumlar üzerinde ağır yükün altında bir hafta su içmeden yol alabilir. Devenin hörgücü aynı zamanda bir su kaynağıdır. Aklın almadığı kimyevi hadiseler neticesinde, hörgüçteki yağ suya da dönmektedir. Yağ, hem gıda, hem de su ihtiyacını karşılamaktadır.
Nemli bir yere çöken deve, ihtiyacı olan suyu, yerin neminden alır. Tüyleri, güneşin sıcaklığını yansıtabildiğinden, sıcağın yakıcı tesirinden korunarak su ihtiyacı hissetmez. Devenin başka bir özelliği de, vücuttaki suyun kaybolmaması için hemen hemen hiç terlemeyecek şekilde yaratılmasıdır.
Otlarken dilini çıkarmadığı için su kaybı daha az olur. Az idrar çıkarır. İdrardaki ürenin çoğu yeniden protein yapılarak hem gıda, hem de su kazanmak için karaciğerinden geçer. Bütün bunları yaratan Rabbü’l Âlemin’dir.
Seher vakti kumrular, söyleşirler rızk için
Göğü süsler turnalar, vaktidir şimdi göçün
Rengarenk kelebekler, haydi özgürce uçun
Kırlangıç yuvasına, dalsan kuşlar ne güzel (Alıntı)
Kuşlar baştan aşağı yaratış harikasıdır. Allahu Teâla Fazla soğuk ve sıcaktan etkilenmemesi için kuşun vücudunu tüylerle kaplı olarak, ayak derilerini de kalın ve dayanıklı olarak yaratmıştır. Kuşların ayak derileri de tüylü olarak yaratılsaydı, çamura girince çamur tüylere yapışıp uçuşa mâni olurdu. Tüyler, uçuş esnasında kolayca kopup kuşlar çıplak kalmasın diye, deriye çok sağlam raptedilmiştir. Bunun gibi, yağmurdan etkilenmeyecek biçimde tüyleri kaygan bir özellikte yaratmıştır.
Kuşlardaki kalın tüyleri tutan kemiğimsi çubuk olmasaydı, tüyleri bütün vücutta kıl gibi bitseydi, rüzgara karşı mukabele edemezdi. Tüyleri tutan çubuk kalın olduğu halde içi boş olduğundan uçuşa mâni değildir. İçi boş olduğu için de kolay kolay kırılmaz.
Allahü Teâlâ, her cins kuşa, beslenmelerine uygun şekilde gaga yaratmıştır. Gaga, keskin olduğu için bıçak vazifesini görür. Gaga ile parçalanıp yenen şeyler, karındaki yüksek ısı sayesinde gayet ufak olarak öğütülür, böylece dişlere lüzum kalmaz. Kuşlar çiğnemeden yutarlar. Taşlıkları hazmederler.
Cenâb-ı Hakk, kuşların üremesini yumurtlama yoluyla yapmıştır. Eğer yavrusunu karnında yaratmış olsaydı, bu hâl, kuşun uçmasına mâni olurdu. Kuluçka müddeti boyunca yumurtaların üzerinde yatması kuşa ilham olunmuştur. Güvercinler, kuluçkadaki yumurtalar soğuyup bozulmasın diye biri çıktığı zaman diğeri ona vekalet ederek kuluçka müddetince nöbetleşe yumurtalar üzerinde yatarlar. Sanki kalkınca yumurtaların bozulacağı kendilerine öğretilmiştir. Kuşlara bunları kim öğretmiştir? Bütün bunlar Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin tezahürüdür.
Rabbimiz Leylek gibi uzun ayaklı kuşların suda kolayca gıdalarını almalarını sağlamak için boyun ve gagalarını da uzun yaratmıştır. Ayaklar uzun olduğu halde boynu kısa olsaydı veya ayakları kısa olduğu halde boynu uzun olsaydı gıdalanmaları mümkün olmayacak kadar zor olurdu. Mesela gagası kısa olsaydı, su içinde boğulabilirdi.
Göçmen kuşlar, uygun rüzgarlar bulabilmek için yerden 6 km yukarılara kadar çıkarlar. Yiyecek bulmak ve soğuktan korunmak için göç ederler. Seyahate çıkmadan önce vücutlarına yağ depo ederler. Yağın, aynı miktardaki protein ve karbonhidrata göre iki misli enerjiye sahip olması, kuşlar için en iyi bir yakıt olmasına sebeptir. Kuşlar, eski yuvalarını bulmak için Güneşi pusula olarak kullanırlar. Sisli ve bulutlu havalarda ise, yerin manyetik sahasını, geceleri ise yıldızları pusula olarak kullanırlar. İnsanlar frekansı 160 binden az olan sesleri işitemediği halde, kuşlar rahatça işitebildikleri için yollarını kolayca bulabilirler.
Amerika’da ötleğen denilen kuşlar, Kanada’daki yazlık yuvalarından, 4-5 bin km.lik bir seyahatten sonra G. Amerika’daki kışlıklarına ulaşırlar. Üç gün, hiç durmadan kafile halinde uçarlar.
Ayrı bölgelerde yaşayan iki aynı kuş, aralarında lehçe farkı bulunduğundan birbirleriyle anlaşamadıkları tespit edilmiştir. Aynı ve ayrı bölgelerin erkek kuşlarının sesleri kayda alınmış, ayrı bölgede yaşayan kuşun sesine hiç alâka duymadığı, fakat kendi bölgesindeki kuşun ötüşüne alâka duyduğu tespit edilmiştir.
Memeli hayvanlar içinde uçabilen tek hayvan yarasadır. Yarasa ses dalgalarına karşı çok hassastır. 200 bin frekanslı sesleri rahatlıkla duyar. Halbuki insan, azami 20 bin titreşimi ses olarak duyar. Karanlık gecede rahatlıkla bir yere çarpmadan uçar. Uçarken, kanat çırparken insanların duyamayacağı yüksek frekanslı sesler çıkarır. Bu sesler bir cisme çarpınca hemen yarasaya geri akseder. Yarasa bu cisimlerin hareketli veya sabit olduğunu anlar. Ona göre vaziyet alır. Bu sayede avını yakalar, düşmanından kaçar.
Yarasa çevresindeki cisimlerden yansıyan süpersonik sinyaller sayesinde, gözleri kör olduğu halde, birkaç düzine piyano telinin gerildiği karanlık bir odada bir tek tele bile sürtünmeden serbestçe uçup gider.
Yarasa, dinlenirken baş aşağı durur. Kanatları ile vücudunu öyle örter ki, yağan yağmurlar kanatları üzerinden aşağı akarak vücudu ıslatmaktan korur. Kapalı yerlerde de tavana yapışıp baş aşağı durur.
Yarasa, kışlık yiyeceği koyacak yer bulamaz. Kışın aç kalmamak için Allahü Teâlâ bu çeşit hayvanlara kış uykusu ihsan etmiştir. Yarasa, kış uykusu esnasında vücudundaki yağı azar azar tüketir. Yağ tabakası aynı zamanda hayvanın üşümemesini sağlar.
Her hayvanın yaşaması için çeşitli imkanlar yaratan ve hayvanlardan çeşitli şekilde istifade sağlayan hikmet sahibi Rabbimize hamd olsun!
Yeryüzü canlıya meydan, hurma, hububat, hem reyhan
Herkes için hodr-i meydan, ikram üstüne ikram. M. Balcı
Rengarenk çiçekler, ağaçlar, meyveler, yeşilin her tonundan yapraklarla müthiş bir uyum içinde. Bakmaya doyulamayan manzara nakış nakış, ilmek ilmek dokunmuş sanat-ı ilâhi. «(Ey Müminler! Deyin ki, biz Allah'a iman ettik, o da bizi) Allah'ın boyası (ile boyadı bizi iman'ı ve Hakkı kabul etme kabiliyeti üzere yarattı) boya bakımından Allah’tan daha güzel olan kimdir?» (Bakara, 138)
Hele insanı mestu hayran eden ıtırlar, kokular, güller, leylaklar, yasemenler, fesleğenler, karanfiller, isimlerini bile saymaktan aciz olduğumuz nazenin nimetler. O çiçeklerdeki modeller, yapraklarındaki şekiller, pırıltılar. Sapın yaprağa, yaprağın çiçeğe muhteşem uyumu, bin bir çeşit cennetten dünyamıza tanıtım amacıyla gelmiş envai çeşit çiçekler. Hepsi nakkaşı âlemi, Rabb’ül müsteanı, Kebiru’l müteâli remz ediyorlar, gören göze, duyan kulağa, ayık kalplere.
Bütün bu güzellikleri dört mevsim devam ettiren yüce Sultan, yeryüzünün, toprak ananın itiyacı olan suyu gökten her bir damlasını muvazzaf meleklerle indirirken hiçbir goncayı incitmeden indirmesi, O’nun re’fetini, rahmetini, takdirini, Rabliğini göstermiyor mu?
Bir tek sudan sulanan topraktan üç bin çeşit nebatı var eden kudretin, her birine ayrı lezzet, ayrı renk, ayrı şekil vermesi akıllara durgunluk veriyor. “Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar vardır. Üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir tek su ile sulanır. Halbuki meyvelerinde birini öbürüne üstün kılıyoruz. Aklı eren bir kavim için bunda muhakkak ibretler vardır.” (Ra’d, 4)
Üstelik her bir nebat hangi mevsimde çıkacaklarını bilip sıraya giriyor. Kimse kimsenin sırasını almaya çalışmadan gayet saygılı, gayet medeni bir halde verilen komuta uyan askerler gibi muvakkat zamanlarda resmî geçitlerini yapıp gidiyorlar. Asırlardır aralarında bir uyumsuzluk söz konusu değil. Hepsi ezel sultanı Rabbü’l âleminin emir ve komutasında muti ve musahhar.
Nasıl ki müminler ezanla huzur-u ilâhiye davet edildiklerinde camide hemen cem oluyorlar. Öyle de bütün âlem de emr-i ilâhi ile zamanı gelince kıyam ediyor, tohumdan fidana, fidandan ağaca doğru belirli bir ritimle gelmeleri gereken son noktaya doğru gelip mevsim mevsim zevalden kemâle, kemâlden zevale yolculuklarını devam ettiriyorlar. Emr-i ilâhiye seve seve uymanın mutluluğunu yaşayıp akıl sahiplerine ders veriyorlar.
Her fikir her inanış, tek mevsimlik vesselâm;
Zaman ve mekân üstü, biricik rejim İslâm. N.Fâzıl
Tabiat bir sanat-ı ilâhiyedir, Sâni olamaz. Bir kitab-ı Rabbânidir, kâtip olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Bir kanundur, kudret olamaz.
Görünüşte bir ağacın dalı, meyvenin aslıdır, Çünkü yemiş dalda bulunur. Fakat hakikatte o dal, o meyve için var olmuştur.
Meyve elde etmeye bir meyli, meyve vermeye bir ümidi olmasaydı hiç bahçıvan ağaç diker miydi? Şu halde meyve görünüşte ağaçtan doğmuştur, ama hakikatte ağaç meyve çekirdeğinden vücut bulmuştur.
Acve isimli hurma, Cennet meyvesidir. O, zehirlenmeye şifadır. Ebû Hureyre
Karpuzlar tatlı, ekşi güzel kokulu ve acı olmak üzere dört çeşittir. Tatlısı et bitirir. Ekşisi kurtları öldürür. Güzel kokulusu iç yağı yapar. Acısı basuru keser.
Vehb b. Münebbih kitaplarda şöyle okuduğunu söyler: Karpuz yemektir; içecektir; meyvedir. Dışı temizleyendir. Hilaldir, çöğendir, reyhandır. Kalbi iyi eder; yemek iştahını açar. Rengi güzelleştirir. Erkeklik suyunu artırır.
Kem’e olarak bilinen kırmızı mantar, Allah’ın ihsanıdır. Suyu göze şifadır.
Muaviye b. Ebû Süfyan evine konuk olarak gelen kimselere yemek ve soğan çıkardı ve şöyle dedi: ‘Buyrulduğuna göre, bir kimse konakladığı yerin soğanından yerse, oranın suyu ve havası dokunmaz.’
Hangi nar olursa olsun, onda Cennet suyundan vardır. (İbni Abbas) Onun için narı bir kişinin tek tanesini ziyan etmeden yemesi, bu şifâya kavuşmaya vesiledir.
Nar yediğiniz zaman iç zarı ile yiyiniz. Çünkü o mideyi temizler. Hz. Ali
Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) en sevimli gelen, karpuz ve yaş hurma idi. En sevimli yemeği ise, kabaktı. Ebû Hureyre
Talha b. Abdullah babasından naklen şöyle anlattı:
– Resûlullah’ın yanına girdim, elinde ayva vardı. Onu bana verdi ve şöyle dedi:
– Yâ Ebâ Muhammed! Bundan uzak olma. Çünkü bu kalbe rahatlık verir.
✦ ‘Âlem’ kelimesinin sözlük anlamlarından biri de ‘alâmet’tir. Bize alâmetleri hatırlatmaktadır.
✦ «Gerçekten göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişip durmasında, akıl sahibleri için (Allah'ın kudret ve azametine delâlet eden büyük nişanlar ve) alâmetler vardır. Ayakta iken, otururken, yatarlarken Allah'ı zikrederler ve göklerle yerin yaratılışı üzerinde düşünürler.» (Âl-İ İmrân, 191)
✦ «...Kim Allah'ın alâmetlerini (din işlerini) büyük tanırsa, muhakkak ki bu kalblerin takvâsındandır.» (Hac, 32)
✦ «Rüzgârları, (yağmurları) müjdeleyiciler olarak göndermesi Allah'ın (kudretini gösteren) alâmetlerdendir.» (Rum, 46)
✦ «De ki: Allah'a hamd olsun; O, yakında size azab alâmetlerini gösterecektir.» (Neml, 93)
Her varlık ustasının, mucidinin alameti olduğu gibi kainat da yaratıcısının alametidir. Her işin malum veya meçhul bir fâili olduğu dilbilgisi kuralıdır. Evladı askere gitmiş bağrı yanık anne odasında oğlunun kalemini, çorabını görse hüzünlenir, gözleri dolar. Çünkü onlar ona evladını hatırlatmıştır. Yahut her gün aynı saatte gelen eşine zilin çalması bir delil, bir alamet olur. Veyahut havanın bulutlanması yağmurun yağmasına alamet olur. Bu alametler karşısında duygular harekete geçer, akıl sinyal verir, hatıralar deprenir. Yıllar önce olsa da belleklere kaydolmuş iyi ya da kötü hadiseler yeniden tesirini gösterir.
Gözüken alametler gözükmeyen olayları hep gündemde tutar. İnsanın önemsediği, sevdiği, gönül verdiği, uğrunda nakdini, vaktini harcadığı, nezdinde kıymetli, değerli olan biri bu hatırayı serileştirir. Gözümüzün gördüğü, elimizin tuttuğu, kulağımızın duyduğu her ses, her nefes, her manzara, her mehtap, canlı cansız her şey Yüce Yaratıcımızı hatırlatmaz mı? O’nun varlığına, birliğine, kudretine delil ve alamet olmaz mı?
✦ Resulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün Hz. Ali’yi huzuruna çağırıp şöyle buyurdu:
‘Yâ Ali! Sen bana Hârun (as)’ın Mûsâ (as)’a olduğu gibisin. Fakat benden sonra Resul gelmez. Sana vasiyet ederim. Dinleyip ezberlersen, şükredenlerden olursun ve şehit olursun. Allahu Teâlâ seni kıyâmet gününde fakih ve âlim olarak diriltir.
Bil ki müminin üç alâmeti olur: Namaz kılmak, oruç tutmak ve sadaka vermek.
Riyâkarın üç alâmeti olur: Başkalarının yanında namazın rükuunu ve secdesini tam yapar; tenhada hiçbir rüknü yerine getirmez. Methettikleri zaman seve seve yapar. Allah’ı açıkta çok zikreder.
Zâlimde üç alâmet olur: Kendinden olana baskı yapar. Gücü yetince halkın malını zorla alır. Yiyip giyindiğini hiç incelemez.
Kıskançlarda üç alâmet olur: Yanında iken, karşısındakine yaltaklanır. Uzaklaşınca gıybet eder. Her kime musibet erişirse, sevinir.
Münafıkta üç alâmet olur: Yalan söyler, sözünde durmaz, emânete hyanet eder.
Tembellerde üç alâmet olur: Allahu Teâlâ’nın emirlerini yapmakta tembellik eder. Kusurlu amel edip ameli boşa gider. Namazı tehir eder, hatta vaktini de geçirir.
Tevbe eden kimsede üç alâmet olur: Haramlardan kaçınır, ilim öğrenmekte gayretli olur, günaha bir daha geri dönmez.
Akıllı kimsede üç alâmet olur: Dünya malına bağlanmaz, sıkıntı çeker, kıtlıkta sabreder.
Ahmak olanın üç alâmeti vardır: Allahu Teâlâ’nın farzlarında tembellik eder. Abes sözleri çok söyler. Mahlukata eziyet eder.
İyi bahtlı olanın üç nişanı vardır: Helâl yer, ilim meclisinde bulunur, beş vakit namazı cemaatle kılar.
Kötü amelli olanın üç alâmeti vardır: Allahu Teâlâ’nın emirlerini yapmakta tembellik eder. Herkese ziyanı dokunur. İyilik edene kötülük eder.
Günahkarların üç alâmeti olur: Çok yanılır ve hata eder. Oyun ve çalgı ile meşgul olur. Unutkan olur.
Süfli (âdi) olanın üç alâmeti vardır: Akrabayı azarlar. Komşuya eziyet eder. Günah işlemeyi sever.
Allahu Teâlâ’nın reddettiği kimsenin üç alâmeti vardır: Yalanı çok söyler. Yalan yere çok yemin eder. Halka sıkıntı verir.
Dost olanın üç alâmeti vardır: Malını sana feda eder. Nefsini sana feda eder. Senin sırrını gizli tutar.
Kâfirin üç alâmeti vardır: Dininde şüphe eder. Allahu Teâlâ’nın dostlarını düşman tutar. Rabbine taat ve ibâdet etmez.
Hadîs-i Șerîfler...
✧ Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyet edildiğine göre; Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e îsrâ (miraç) gecesinde, sütten ve cennet şarabından iki kadeh getirildi de onlara baktı. Sonra sütü aldı. Cibrîl (as) Peygambere şöyle dedi: ‘O Allah'a hamd olsun ki, seni İslâm alâmetine iletti. Eğer şarabı alsaydın, ümmetin sapıtırdı.’ Müslim
✧ Yaptığın iyilik seni sevindirirse, yaptığın kötülük seni üzerse, bil ki müminsin.
✧ Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vadedince yerine getirmez, kendine bir şey emânet olunduğunda hıyanet eder.
✧ İnsanlarla ünsiyet, iflâs alâmetidir.
✧ Hayanın alâmeti, başı ve içinde olan azaları, karnı ve içinde olan azaları günahtan korumak, ölümü ve toprak olacağını hiç unutmamaktır.
✧ Münâfığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler. Söz verdiği zaman cayar. Kendisine güvenildiği zaman hıyanet eder.
✧ Kısa emelli olmanın alâmeti, amel etmeye başlamak, bunun için çok acele etmek ve kendisine verilen bir nefeslik zamanın kıymetini bilmekle olur.
✧ Tesbih tanelerinin birbirini takip etmesi gibi, kıyâmetin alâmetleri de birbirini takip edecektir.
✧ Kur'an okuyucusunun ağlaması, ağlayamıyorsa ağlar halinde bulunması müstehabdır; çünkü okurken ağlamak, ariflerin sıfatı ve Allah'ın sâlih kullarının alâmetidir.
✧ Bir insanın kalbinde olan halin değişmesi kötü zan alâmetidir.
✧ Güzel ahlâkın alâmeti, ezâ ve cefâ vermekten kaçınmak, verilen ezâ ve sıkıntıları sineye çekmektir. Kirmân
✧ Üç şey ihlâs alâmetlerindendir: İnsanlardan olacak övme ve yermeyi eşit tutmak; yapılan işlerde, işleri görmeyi unutmak (eziyet edip başa kakmamak) ve işin sevabını âhirette beklemek... Zünnûni Mısrî
✧ Düşünce, ibâdetin anahtarı, isâbet etmenin alâmetidir. İsâbetin anahtarı, nefis ve hevâya muhâlefet etmektir. Muhâlefet ise şehevi duyguları terktir. Zünnûni Mısrî
✧ Haccın kabul olduğunun alâmeti, geldikten sonra takvâ üzere yaşamaktır.
✧ Cimriliğin alâmeti, verdiğine üzülmektir.
✧ Haram ve şüpheli kazancın alâmeti, haram ve şüpheliye harcanmasıdır. İmam-ı Âzam
✧ Çocuğun hayalı olması, ileriki hayatta olgun insan olmasının alâmetidir. Vehb b. Münebbih
✧ Gözün donuklukluğu, kalp katılığı, hırs, uzun emel, bedbahtlık alâmetidir.
✧ Düzgün abdest almak ve hayalı olmak, iman alâmetidir.
✧ Şöhret peşine düşmemek, kimseden bir şey beklememek, dünyaya meyletmemek hakiki âlimin alâmetidir.
✧ Sevginin alâmeti, saygı, hoşgörü, fedâkarlık, özveri, samimiyet ve mesuliyet duygusu, mümin kardeşinin menfaatini, kendi menfaatinden üstün tutmaktır.
✧ İsâbet etmenin alâmeti, nefis ve hevâya muhâlefet etmektir.
✧ Kesin imanın alâmeti, Allah’a (celle celâlühû) uymak ve insanlara hakkı tavsiye etmektir.
✧ Doğruluğun alâmeti, sabırlı olmaktır.
✧ Allah’ın hükmüne râzı olmanın alâmeti, doğruyu gördüğü halde, gururdan kaynaklanan karşı koyma ve ihtilâf arzusunu yok etmektir.
✧ İbâdetleri kaçırmamak için aceleci olmak, tevfik alâmetlerindendir.
✧ Allah’ın emrine isyan etmemek ve günahtan geri durmak, emâneti korumanın alâmetidir.
✧ Sırları korumak, uyanık olmanın alâmetidir. Kendinde bir şey var vehmiyle çeşitli kerâmet iddiâlarıyla ortaya çıkmak, beşeri saçmalıklardandır.
✧ Fâtiha’nın ikinci âyet-i kerimesinde Allahu Teâla ‘Rabb’ ismi şerifini zikretmiştir. ‘Rabb’; terbiye manasındadır. Bu nedenle âyet-i kerime bizi terbiyeyle ilgili hususları düşünmeye sevk etmektedir.
✧ Terbiye başkasının halini düzeltmek, işine riayet etmektir. Terbiye ya üzerinden kazanç sağlamak için ya da terbiye edilen kazanç sağlasın diye yapılır. Kudsi hadiste ‘Ben benden kazanç sağlayasınız diye sizi yarattım. Yoksa sizin üzerinizden kazanç sağlamak için değil’ buyrulmuştur.
✧ Terbiye, bir şeyi kademe kademe tedricen kemâle eriştirmek demektir. İnsan hakkında kullanılınca, dış dünyası olan bedenini nimetle, iç dünyası olan kalbini de rahmetle eğiten anlamınadır.
✧ Muhakkak Hz. Allah terbiyesizleri, çirkin söz ve hareketlerde bulunanları, sokakta bağıranları sevmez. Hadîs-i Şerîf
✧ İnsanı terbiye etmek, ona ihsanda bulunmaktan daha hayırlıdır.
✧ Allah (celle celâlühû), bir kimse hakkında hayır murât ederse terbiyeli kılar; ölünceye kadar öyle götürür. Bir kimse hakkında şer diliyorsa, o adam da bulunduğu halde yaşar ve öyle ölür. Ancak Allah’a yalvaran ve O’na sığınan, her zaman kurtulur.
✧ Terbiyenin kökü acıdır meyvesi tatlı.
✧ İnsan terbiye istikametinde kendisinden meyve alınabilecek bir muameleye tabi tutulmazsa bozulur. Nasıl ki ağaçtan beklenen meyvesidir. İnsandan da beklenen bir meyvesi vardır; o da kab-ı kavseyni beşeriyyeye çıkmaktır.
✧ Yükselmek için ilim ve ibâdetten daha iyi bir merdiven yoktur.
✧ Eğer insanları oldukları gibi kabul edersek onları daha kötü hale sokarız. Eğer onlara karşı olmaları gerektiği gibi davranırsak, onları görmek istediğimiz yere getirmiş oluruz.
✧ Terbiyeli adam terbiyesizle geçinmesini bilendir.
✧ İnsanı büyüten yaşı değil yaşadıklarıdır. Yaşanarak elde edilen bilgiler taş üzerine yontulmuş yazılara benzer.
✧ Ahlâkı kötü olan insandan ailesi bile usanır. Hz. Ali
✧ Hayvanı terbiyeden gâye, terbiyenin kendisi değil, terbiye edilen hayvana binip onunla mesâfeleri aşmaktır. Bunun gibi, beden de âhiret yolunu aşmak için kalbin bir binitidir.
✧ İlmin bereketi ve faidesi üstadına olan bağlılık, hürmet ve hizmetledir.
✧ İyiliği emreden ve kötülükten sakındıran her âmirin ve her terbiye edicinin bu iş üzerinde hitab ettiği kimseye şöyle demesi câizdir: Sana yazıklar olsun, ey zayıf halli adam, ey kendini az düşünen adam, ey nefsine zulmeden ve benzeri sözler, öyle ki yalan söze kaçmaz, açık ve kinaye yolu ile sövme lâfzı kullanmaz; söylediği doğru olsa bile... Söz nefse daha tesirli olsun diye kötülükten alıkoymak ve terbiye etmek maksadı ile anlattıklarımız câiz olur.
✧ Aslanı terbiye ederler, kaplanı uslandırırlar.
Terbiyenle rüzgarlar ılgıt ılgıt eserler
Her canlı görev almış yavruları beslerler
Serin sıcak ve yağmur vakitlice gezerler
Cemâlin aynası, her güzelden güzeller. M. Balcı
Rabbimiz, mükemmel yaratılış sistemini pek çok mahlukatında bize göstermiş. Her canlıya karar kılacağı müsait uygun mekanlar lutfetmiş. Cinsler arasında uyum, savunma korunma, yardımlaşma sistemi kurarak birlikte ve fert olarak yaşama biçimlerini kendilerine ilham etmiş.
Başta insan olmak üzere bütün canlılara şefkatli analar, centilmen babalarla, koruyucu, yardımcı akraba sistemi kurarak sıcak bir ortam oluşturmuş.
Hayvanların beslenme, üreme, korunma gibi zaruri ihtiyaçları karşılanırken kainatın gözbebeği olarak yaratılan insana bunların yanı sıra duyularının, duygularının, kalbinin, ruhunun, aklının ihtiyaçları, zevkleri için de bütün kainat, güzellikleri teşhir eden bir tablo, bir fuar, bir panayır olarak sunulmuş. Her mevsim yenilenen müthiş bir sergi gözünün önüne açılmış. «Yeri biz döşedik, biz ne güzel döşeyiciyiz.» (Zariyat, 48)
Kainatta zerreden küreye, arştan ferşe ne varsa hepsini yaratıp düzene koyan, varlığının devamı için gerekli her şeyi temin eden, taşın içindeki ufacık böceği yeşil yaprak ile besleyen âlemlerin Rabbi. O Rab ki bir damladan benzersiz güzellikte eşsiz sûrette en mükemmel biçimde yaratmış. «O ki, birbirine uygun yedi gök yaratmıştır. O Rahman'ın yarattığında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Haydi çevir gözü(nü), görebilir misin hiçbir çatlak, bir kusur?» (Mülk, 3)
Her varlığın iâşesini kendi bünyesine göre ihsan buyurmuş, arayıp bulmaları için de iz’an ihsan etmiştir. Bu konuda binlerce örnek verilebilir, somon balıklarının göç yolculukları da bu eşsiz örneklerden biridir.
Somon balıkları yumurtlamak için kendi doğdukları ırmak yatağını seçer ve oraya göç eder. Bu yolculukta, somonların binlerce kilometre yüzmeleri gerekmektedir. Örneğin, bir kırmızı somon 1600 kilometreden daha fazla yol kateder.
Somonlar bu yolcuğu Allah’ın kendilerine verdiği mükemmel sistem sayesinde, en ideal zamanda, tam yumurtlama dönemlerine denk getirecek şekilde planlarlar.
Bir balık, gençliğinde gezindiği akarsuyun denize dökülen ağzını kendi kendine bulabilir mi? Elbette Allah’ın bildirmesi olmadan asla bulamaz. Bunun delili de yıllardır tüm somonların bu konuda hiç hata yapmamalarıdır. Somon balığı kendisinin bir zamanlar denize açıldığı ırmağın ağzını tek bir denemede kolaylıkla bulur.
Somonlar bize Allah’ın verdiği güçle küçücük hayvanların neler yapabileceğini göstermektedir. Göç eden somon, nehrin kuvvetli akıntısına karşı yüzmeye başlar. Su yüzeyinden yaklaşık 4 metre kadar yükseğe sıçrayarak şelale ve çağlayanları aşar. Yolculuk sırasında, üst yüzgecinin su dışında kalmasını sağlayacak kadar sığ sulardan geçer. Bu sığ sularda, kendilerini avlamak için bekleyen hayvanların tehditleriyle karşılaşır. Üstelik nehir ikiye ayrıldığında, doğru tarafa yönelmekte de hiç hata yapmaz.
Göz gezdirdim dört köşeyi aradım
Ne sen var, ne ben var, bir tane Gaffar.
İstersen dünyayı gez adım adım
Ne sen var, ne ben var, bir tane Gaffar.
Somonlar hayatlarında sadece bir defa geçtikleri yolları Allah’ın izni ve bildirmesiyle şaşırmadan bulurlar. Yolculuğu boyunca olağanüstü çaba gösterir, fakat herhangi bir gıda almazlar. Gerekecek enerjiyi önceden vücudunda depolamıştır. Ayrıca bu mübârek hayvanlar, deniz ve akarsuların tuz oranı, su sıcaklığı gibi farklı özelliklerine uyum sağlayacak donanımla yaratılmıştır.
Somon balıkları güç yolculuklarını başarıyla tamamlar; doğdukları ortamlarda yumurtalarını bırakırlar. Bu yolculukta onlara yardımcı olan en büyük özellikleri koku alma duyularıdır.
Somonların iki delikli bir burnu vardır. Su bir delikten girer, diğer delikten çıkar. Bu delikler balığın soluk almasıyla eş zamanlı olarak açılıp kapanır. Herhangi kokulu bir su buruna girdiğinde, balığın burnundaki alıcılar kimyasal olarak uyarılır. Bu kimyasal uyarı bir enzim reaksiyonuyla elektrik sinyallerine dönüştürülür ve merkezi sinir sistemine ulaştırılır.
Her akıntının kendine has bir kokusu vardır. Genç somon denize doğru yaptığı ilk yolculuğu sırasında kokuları tek tek hafızasına almaktadır. Dönüş yolculuğunda da hafızasındaki kokuların yardımıyla doğduğu yeri bulmaktadır. Somon balığına bu yön bulma yeteneğini veren Rabbimizin şanı ne yücedir!
Rabbimizin ilâhi terbiyesi sadece hayvanlar âleminde tecelli etmemiştir. Bitkiler de bu yüce terbiyenin tecelligahıdır.
Laboratuarda bulunan bir saksı çiçeğinin yanına deney için on kişi girer. İçlerinde birisi çiçekten bir yaprak koparıp, ayağının altında ezer. Sonra bu saksı çiçeği başka bir odaya alınıp, ibresi olan hassas bir cihaza bağlanır. Az önceki on kişi odaya girip teker teker çiçeğe yaklaşırlar. On kişiden dokuzuna çiçek herhangi bir tepki vermez. Ancak en son, çiçekten yaprak koparıp ezen kişi yaklaştığında, hassas cihazın ibresi hızlı hızlı hareket etmeye başlar. Çiçek ‘İşte katil bu’ der gibi kendisine zarar veren şahsı tanımış ve tepki göstermiştir. Acaba kendisine zarar vereni tanıyıp tepki gösteren bu bitkinin, onu yaratan, besleyen Rabbini tanımaması, O’nu zikretmemesi mümkün mü?
Sadece bitkiler değil. Yumurtaların da hissiz ve ruhsuz olmadıkları anlaşılmıştır. Bir laboratuarda bir yumurtayı göstergeli hassas bir cihaza bağlamışlar. Başka bir yumurtayı aynı yerde ilkinden biraz uzakta kırdıklarında, ilk yumurtanın bağlı olduğu cihazın ibresi hareketlerle ‘eyvah kardeşim gitti’ der gibi tepki göstermiş.
Japon bir profesörün yaptığı araştırma da, suyun cansız bir madde değil, canlı ve duyguları algılayan kristallerden oluştuğunu ortaya çıkarmıştır. Mesela suyun yanında ‘şeytan’ dendiğinde kristaller geometrik şekil alırken, güzel sözlerle duâ edildiğinde mükemmel bir altıgen meydana geliyor. Bu deney de gösteriyor ki, su da Allah’ın bir mahlûkudur. İyiyi kötüyü ayırabildiği gibi yaratıcısını da tanır ve O’nu hamd ile tesbih eder.
O cihana sığmaz ondadır cihan
O mekana sığmaz ondadır mekan
O devrana sığmaz ondadır devran
Ne sen var, ne ben var, bir tane Gaffar.
Allah (celle celâlühû), insanın ve bütün hayvanların gıdâsı olan ekin, meyve ve sebzeleri, güneş, ay, yıldız, rüzgâr, bulut ve yağmur gibi sebeplerle terbiye eder. İnsan bunları gıdâ olarak midesine indirir.
Bu gıdâlar, kimyahâne gibi olan midede ilâhi kuvvet ile halledildikten sonra, insanın içindeki organlar vâsıtasıyla bedenin her uzvuna lâyık ve uygun olan cüz seçilip, sevk edilir. Göze gidecek madde seçilip göze, kulağa gidecek madde seçilip kulağa, tırnağa gidecek madde seçilip tırnağa gönderilir. Bunun tersi olursa, organlar çalışmaz hale gelir.
«Ve andolsun ki biz, insanı çamurdan (ibâret olan) bir hülâsâdan (öz) yarattık. Sonra onu metin (sağlam) bir karargâhta bir nutfe (meni, insanın yaratıldığı su) kıldık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik, o kan pıhtısını da bir parça et kıldık, sonra o et parçasını da kemiklere çevirdik, o kemiklere de et giydirdik. Bilâhare onu başka bir yaratılışla yarattık. Artık musavvir (sûret verici), mukaddir (her şeyi ölçü üzere yapıcı) olanların en güzeli olan Allah (celle celâlühû), pek mübârektir (çok yücedir).» (Müminun, 12-14)
Bu sayılanların hepsi maddi terbiyedir. Bir de mânevi terbiye vardır ki, asıl terbiye odur. Allah (celle celâlühû) bunu da, tarafından inen kitaplar, Peygamberler ve onların vârisleri olan ulemâ ve meşâyıh vâsıtasıyla yapmaktadır.
Terbiyesini Rabbul âlemin’den alan, bütün kâinata rahmet olarak gönderilen, «esselâmu aleyke eyyühennebiyyu ve rahmetullâhi ve berekâtühu» hitabına mazhar olan gönüller sultanı, nezâketin, zerâfetin her cephesinde önderimiz, örneğimizdir.
O öyle bir zat-ı kerimdir ki; çöl bedevilerini, evlat katillerini, Kâbe’yi putlarla sömürenleri, develerle güreşenleri, ince ruhlu, yüksek seciyeli, gönlü şefkat, muhabbet dolu mümtaz şahsiyetler haline getirmiştir.
Onlara severek sevmeyi, vererek vermeyi öğretti. Onlar yeryüzünde diken iken, gök yüzünde yıldız oldular. İnsanlık haşre dek onlarla yolunu bulacak.
Çünkü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onları tevâzu kanadı altına alıp, muhabbetle kuşatmış, onlara yardım etmiş, değer verip, şeref kazandırmıştı. Aralarında birlik, beraberlik, kardeşlik tesis etmişti. Onları bozuk inanç ve ahlâkların pençesinden kurtarıp fıtrat-ı asliyelerine döndürmüştü.
Yetim kimsesizlere şefkatli bir baba, gariplere destek, rahmetten bir menba olup sevgiyi, zarâfeti, nezâketi onlara doya doya yaşatmıştı.
Huzuruna mahzun gelen neşeli, fakir gelen zengin, câhil gelen bilge olarak dönerdi. İçi mahzuniyetle doluyken o tebessümü yüzünden hiç eksik etmezdi. Fem-i saadetlerinden sözleri bal damlası gibi dökülür, her derde şifa olurdu.
Öyle bir mektebe oldu ki müdâvim
Zâtına Allah idi muallim.
✧ Hz. Enes, Peygamberimizin eşsiz nezâketini şöyle anlatıyor:
✧ Kendisine bir şey soranı can kulağıyla dinler, soruyu soran yanından ayrılmadıkça, onu terk etmezdi, bir kimse tokalaşırsa veya bir kimse tokalaşmak için elini uzattığında, karşısındaki kişi elini çekmeden Resûlullah elini çekmezdi.
✧ Biriyle yüz yüze gelince de karşısındaki, yüzünü çevirip ayrılmadıkça Resûlullah o kimseden yüzünü çevirmezdi.
✧ Önüne oturan kimseye hiçbir zaman ayaklarını uzatmazdı. Karşılaştığı kimseye önce kendisi selâm verirdi. Ashabıyla tokalaşmaya önce kendisi başlardı.
✧ Kendisini ziyarete gelenlere ikramda bulunurdu. Oturmaları için çok kere hırkasını sererdi. Bazen de altındaki minderi misafire verir, üzerine oturması için işâret eder, kendisi açık yere otururdu.
✧ Sahabîlerine güzel unvanlar verirdi. Hz. Ali'ye 'Ebû Turab', bir başka Sahabîsine 'Ebû Hüreyre' gibi lâkaplar vermişti. Onlara şeref kazandırmak için, hoşlarına giden isimle çağırırdı.
✧ Kimsenin sözünü kesmezdi. Konuşmasını yarıda bırakmazdı. Konuştuğu kişi sözünü bitirmedikçe yahut gitmek üzere ayağa kalkmadıkça sohbetine devam ederdi.
✧ Namaz kılarken birisi gelip oturursa, namazı uzatmaz, kısa keserdi. Hemen namazını bitirip onun ne istediğini sorardı. İhtiyacını gördükten sonra tekrar namazına devam ederdi.
✧ Medineli bir çocuk gelir, Resûlullahın elinden tutar, istediği yere götürürdü. Resûlullah, gitmem demezdi.
✧ Resûlullah birimize kızacak olsa, 'Bu kardeşimiz kendisini niçin lekeliyor?' derdi.
Ümmete sevgi dolu, eşi bulunmaz ulu
Allah’ın sâdık kulu, tebessüm Peygamberi!
İçi hüzün dolsa da, dertler onu sarsa da
Hicran dolu olsa da tebessüm Peygamberi! M. Balcı
✧ Resûl-i Ekreme on sene hizmet ettim. Bir defa olsun yaptığım bir iş için 'Niçin yaptın?' yapmadığım bir iş için 'Niçin yapmadın?' dediğini hatırlamıyorum. Vallâhi, bana 'Öf bile demedi.
✧ Hiçbir zaman kötü söz söylemedi, fiske vurmadı, yüzünü asmadı.Yapmakta geciktiğim veya yapmadığım bir emrinden dolayı beni azarlamadığı gibi, ailesinden azarlayan olursa, onlara da, 'Ona dokunmayın. Bu işi yapması takdir edilmiş olsaydı yapardı' buyururdu.
✧ Bir gün bir iş için bir yere gitmemi emir buyurdu. İlk önce, 'Gitmem' dedimse de, Allah'ın Peygamberi bana emrettiği için gitmeye karar verdim. Huzurlarından çıktıktan sonra sokakta birkaç çocuğun oynadığını gördüm ve onları seyretmeye daldım. Derken arkadan birisi iki eliyle başımı tuttu. Döndüğümde baktım ki, kendisi. Gülüyor; bana:
– Enesciğim sana söylediğim yere gittin mi? dedi.
– Hayır, daha gitmedim, gideceğim, dedim.
✧ Peygamberimiz davetlilere ve misafirlerine karşı da nâzik davranırdı. Davet edilenler arasında bazıları, kalkıp gidilmesi gerektiği halde kalkıp gitmeseler dahi Peygamberimiz onlara doğrudan gitmelerini hatırlatmaz, nâzik davranarak dolaylı bir biçimde hissettirirdi.
✧ Resûlullahın nezaketi tabiydi. Hiç zorlanmadan, içinden gelerek yaptığı bir davranıştı zarif olmak. Belki de herkes bu yüzden O’nun hayranıydı.
✧ Hatem-i Tâi’nin oğlu Adiy’in müslüman olması da O’nun bu yüce özelliğinden kaynaklanır. Adiy Kavminin reisi, o müslüman olsa bütün kavmi İslâm’a girecekler. Efendimiz’in yanına gelmiş, tam konuşurlarken yaşlı bir hanım gelip Efendimizi bir iş için çağırır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç düşünmeden Adiy’den izin alır ve gidip o hanımın işini halleder. Sonuç; tabi ki Adiy ve kabilesi müslüman olur. Çünkü bu küçük ama çok özel hareket, Adiy için en büyük nübüvvet delilidir.
Yaradanın kadri yüce Elçisi
Gönüllerin hiç solmayan sevgisi
Vasfına tek kelime yetişmez
Yeryüzünün yakut, zümrüt, incisi.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) nezaket ve zerafetin hanımlar için daha önde olduğunu çevresine daima hissettirmişti. Bir yolculuk sırasında hanımlarının devesini süren Enşece’ye şöyle diyordu: “Dikkatli ol! Sırçalar kırılmasın”
Kâbe tamirinde de görmüyor muyuz aynı zerâfeti? Ortam gergin, herkes öfkeli, tedirgin. Hacer’ül Esved’i yerine koyma şerefi paylaşılamıyor. Ama Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) mükemmel bir incelikle hepsini barıştıran ortak payda çözümünü sunuyor onlara. Ridasını seriyor ve hepsine bir ucundan tutturarak kendilerini değerli hissetmelerini sağlıyor. Belki de bu hareketle nezaketin en odak noktasını öğretmek istiyordu ümmete: Kimseyi incitmeden çözüm sunabilmek.
Efendimiz için muhatabının kim olduğu önemli değildir. Değil mi ki insan, değil mi ki Allah’ın yarattığı bir varlık, anında nezaketini ona yöneltir. Akşama idam edilmeyi bekleyen Beni Kurayza Yahudilerine, öğlen yemeği vermiştir. Hâin olmalarına, ona kötülük yapan suçlular olmalarına bakmadan.
Yetim yoksul güldüren, çıplakları giydiren
Kayıba yol bulduran, tebessüm Peygamberi
Gönülleri mest eden, kulu kula dost eden
Karamsarlık gideren, tebessüm Peygamberi M. Balcı
Yürürken ayaklarını sürtmez, adımlarını canlı ve uzun atardı. Sanki yüksekten iner gibi önüne eğilir, bu yürüyüş tarzından dolayı üzeri çamur olmazdı. Maddi, mânevi sıçramalardan ve sürçmelerden uzaktı.
O gözler ki hayata açıldığında göğün nuru yere inmiş, kapandığında melekler Cebrail’i teselliye gelmişlerdi. Nasıl böyle olmasın ki; o gözler bir ömür yetim, öksüz, hür, köle, esir, dul, fakir, zengin, genç, ihtiyar, kadın erkek her ırktan tüm insanlığa hidâyet, mağfiret için gözyaşlarıyla geceleri secdeleri ıslatmıştı. O siyahı simsiyah, beyazı bembeyaz iri güzel gözler, öyle gözler ki; insanlar asırlardır onu özler.
Elleri cömertlik çeşmesi yetimlerin tesellisi yoksulların, dulların kesesi, secdelerin, mucizelerin ülkesi, taşların zikirhanesi, tüm hastaların eczanesi, tüm güzel işlerin zuhur ettiği daima niyazla Rahman’a açılan eller. Okşadığı başlarda güzel kokusunun sindiği, göz yaşlarının dindiği eller...
Aşk-ı ilâhi vücudunun bütün zerrelerinde zuhur etmişti. Mübârek ayaklarında taşa basınca iz bırakacak kadar ateşi aşka giriftar olmuştu. Hizmette el pençe divan duran, emir gelmeden huzurundan ayrılmayan bir gelin gibi Rabbinin huzurunda ayakları şişen, ayaklarında takat kalmayınca tek ayak üzere namaza devam eden, ‘ayağını yere bas, biz sana Kur’an’ı meşakkat olsun diye indirmedik’ emri gelinceye kadar kıyamdan ayrılmayan muti isminin benzersiz sahibi...
Hz. Mûsâ’ya ‘mukaddes Tuva Vadisi’ndesin, ayakkabını çıkar’ emrinden etkilenip miraçta ayakkabısını çıkarmak isterken, ‘Hayır ayakkabını çıkarma, Arş senin ayak tozundan iftihar edecek’ iltifatı ilâhisine mazhar olmuş bir güzel. Vasfetmeye hangi söz, hangi kalem, hangi yürek takat getirir? Yahudi âlimi Abdullah bin Selâm o güzel yüzü görünce ‘Bu simada yalan olamaz’ der ve derhal Müslüman olur.
Hz. Âişe: ‘Yusuf’u görüp ellerini kesen kadınlar, ya benim efendimi görselerdi ellerindeki bıçakları sinelerine saplarlardı’ demiştir.
Bağışlama Yolunu Tutmak
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cebrâil (as)’e:
‘Af ile muamele et’ (Araf, 199) ayetindeki ‘af ile muamele nedir?’ diye sordu.
Cebrâil (as) ‘bilmiyorum, sorayım’ dedi
Cenâb-ı Hakk’tan öğrenerek:
‘Ya Muhammed! Rabbin sana, sana vermeyene vermeni, senden alakasını kesene duâ etmeni ve sana kötülük yapana iyilik yapmanı emrediyor’ dedi.
✧ «Allah’tan ancak âlimler korkar.» (Fâtır, 28)
✧ ‘Sizin en akıllınız Allah’tan en çok korkanınızdır.’ Hadisi Şerif
Allah (celle celâlühû), adilce herkese en büyük nimet olarak aklı ihsan buyurmuş. Bu nimetin taksiminin adil olduğunu herkes kabul etmiş durumda çünkü hiç kimse kendi payından şikayetçi değil.
Akıl çok kıymetli bir cihaz; sahibi ona kaliteli hammaddeler getirirse, çok güzel neticeler elde eder. Bozuk hammadde getiren, çok büyük zarar ve tehlikeye girer.
Allah (celle celâlühû) aklı, koyduğu kanunları kavrasın, gönderdiği hükümleri buyrukları anlasın diye vermiştir. Ama akıl akılsızlık eder, Yaratıcısına isyan edip kendi kanun ve tüzük üretmeye ya da nefsin emrinde çalışmaya koyulursa, kendini tehlikeye atıp derbeder etti demektir.
Vahye dayalı ilimlerden nasip almamış bir akıl, cenneti cehennem yapar. Çünkü bilgisiz, tecrübesiz, rehbersiz akıl bir iş beceremez.
Kötülük düşünmek, câhillik ve tembellik, aklın azılı düşmanlarıdır. Bunlar aklı ya çalışmaz hale getirir, ya kötülüğe alet olarak kullanır ya da ukalalık yaptırır.
Akıl lugatta bağlayıcı anlamı taşır. Kur’anda akıl «ulü’nnüha / nehy edici» ve «ulu’l elbab / özü kavramaya ehil» tabirleri ile tarif edilir.
Akıl duygularla ilişki kurmadığı müddetçe, saf kalıp bilginin tercümanlığını yapacaktır. İnanç akılla değil, akıl inançla tartılır ve şu neticeyi verir. İnsan inancı kadar takvâ, takvâsı kadar akıllıdır. İnsan aklın yularını nefse ve hisse verdiğinde bi nevi hayvanlaşır. Hatta Kur’an tabiriyle daha aşağı olur “Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.” (Âraf, 179)
Akıl, deneyip yanıldığı şeyi unutmamalı; ‘Mü’min bir ısırıldığı yerden bir daha ısırılmaz’ hadisini rehber edinmeli. Hele de bütün görevi mü’mini aldatıp cehenneme sürüklemek, en azından günaha sokmak, sevaptan mahrum etmek, kaliteyi düşürmek olan aldatıcı şeytana hiç mi hiç aldanmamalı. Bir kere aldandıysa tecrübe olmalı, bir daha o kadim düşmanın tuzağına düşmemeli, Allah’ın ölçülerine dikkatle uyup bu konuda ürkek korkak olmamalı.
Bu konuda cesaret sahibi olanlara bilginler budala demişlerdir. Câhillikten gelen cesaret bizi sonunda akıl fukaralığına düşürür. Allah bize sormayı, danışılmayı, müşavere etmeyi tavsiye buyurmuş ve danışmanın ne denli önemli olduğunu daima gündemde tutmak için Kurân’ın sûrelerinden birine ‘ŞURA’ (danışma) ismini vermiştir.
Her şeyi akılla çözmeye kalkışmak ahmaklıktır, hep kötü netice verir. Dünyanın en zeki adamının önüne bilmediği bir lisandan bir yazı koyun, kırk yıl düşünsün aklıyla çözebilir mi? O halde hakkında bilgimiz olmayan ilâhi hükümleri küçük aklımızla çözmeye çalışma insafsızlığında bulunmamalıyız.
✧ Akıllı, Cenâb-ı Allah’a ve Peygamberine inanan ve emirlerini yerine getiren kişidir. Hadîs-i Şerîf
✧ Akıllı insan, kendini hesaba çeken ve ölüm sonrası için çalışandır. Hadîs-i Şerîf
✧ İnsanlara yapılabilecek en büyük iyilik, onlara akıllarını kullanmayı öğretebilmektir.
Akıllının Alâmeti :
1. Câhile hilm göstermek
2. Nefsi bâtıldan almak
3. Hak yeri gelince mal harcamak
4. Dostunu, düşmanını ayırt edip bilmek.
5. Dünyayı bilip bırakmak
6. Edeple Mevlâ’ya hizmet
7. Âhiret için şevk ve onu istemek
✧ Akıl noksanlığı iki türlü olur. Biri delilikten, öbürü câhillikten.
✧ Aklı iki çeşit gördüm: Biri fıtri, diğeri de kesbîdir. Fıtrî akıl olmasa, iktisâbi akıl bir fayda sağlamaz. Gözü kör olan kimselere, güneşin faydası olmadığı gibi. Hz. Ali
✧ Câhil emele, akıllı amele dayanır.
✧ Hâfızayı kuvvetlendiren ve ezberlemeyi kolaylaştıran sebepler
1- Az yemek.
2- Çok tekrar etmek.
3- Geceleri namaz kılmak ve ibâdet etmek.
4- Salât-ü selâmı çokça okumak.
5- Kur’ân-ı Kerim’i çok okumak.
6- Bütün günahlardan el çekmek.
7- Misvak kullanmak.
8- Her sabah aç karnına bal yemek.
9- Her gün aç karnına besmeleyle yirmi bir tâne kuru üzüm yemek. Mârifetâme
Arapça’da, görüş, tahmin ve anlamada dikkatli düşünüp isabetli olma anlamında bir kelimedir. Hz. Peygamber, ‘Müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü o Allah’ın (celle celâlühû) nuruyla bakar’ buyurmuştur. Feraset herkeste az veya çok vardır. Bu umumidir. Bazı ipuçlarına bakarak doğru sonuçlara varma gibi. Buna ‘tabi feraset’ denir. Bir de Allah’ın (celle celâlühû) bazı kullarına lutfettiği, kalbi ilhamla bir şeyleri sezip bilme şeklinde ‘hususi feraset’ vardır ki, buna da ilâhi lütuf sonucu olan feraset denir.
Mü'min Allah’ın (celle celâlühû) nuruyla görür, sözü saçma değil. Allah’ın (celle celâlühû) nuru gökleri bile delip geçer. Senin gözünde o nur yok. Yürü! Sen hayvani duygulara kapılıp kalmışsın! Sen gözünün zayıflığından ayağının önünü görürsün. Zayıfsın, kılavuzun da zayıf.
Câhilin sonradan göreceği şeyi akıllılar önceden görür. İşlerin sonucu başlarda gizlidir, ama akıllı kişi sonunu önceden görür.
Hak ile bâtılı, iyi ile kötüyü ayırt edene oyun edilemez.
Hele de anlayışlı, aklı gizli şeyleri gören biri olursa.
Sahabeden Amr İbnü’l Cemuh (ra), İslâm’dan önce Medine’nin önde gelen şahıslarındandı. Ağaçtan yaptığı ‘Menaf’ adlı bir puta büyük saygı duyardı. Üç oğlu ise müslüman olmuştu.
Bir gece Amr b. Cemuh’un oğulları, bir arkadaşlarıyla birlikte Menaf’ı yerinden aldılar, götürüp bir lağım çukuruna attılar. Kimseye görünmeden de geri döndüler. Sabahleyin saygı için putuna giden Amr, onu yerinde bulamadı...
- Yazıklar olsun size! Bu gece tanrımızı kim çaldı? diye söylenmeye başladı. Bağıra çağıra, çevresine tehditler savurarak putunu aramaya koyuldu. Sonunda onu bir çukurda başaşağı devrilmiş olarak buldu. Kaldırıp temizledi, güzel kokular sürdü ve eski yerine koyarak şöyle dedi:
- Bu işi yapanı bir bilebilsem, onu perişan ederdim...
Ertesi gece gençler yine putu çalıp, bir gün önceki gibi yaptılar. Sabah olunca adam yine onu aradı ve pislikler içinde buldu. Alıp temizledi, güzelce kokulayıp yerine koydu.
Gençler ertesi gece yine aynısını yaptılar. Amr’ın sabrı taşmıştı. Yatmadan önce puta gitti, kılıcı boynuna taktı ve dedi ki:
- Ey Menaf! Bu işi sana kimin yaptığını bilemiyorum. Şayet sende bir hayır varsa, al sana kılıç! Artık sen kendini koru!
Gençler, yaşlı Amr’ın derin uykuya daldığını anlayınca, putun boynundan kılıcı attılar. Evin dışına götürdüler ve bir köpek leşine bağlayıp bir lağım kuyusuna atıverdiler.
Adam uyanıp putunu bulamayınca, yine aramaya başladı. Bu kez de bir lağım kuyusunda, üstelik bir köpek leşine bağlı ve yüzüstü devrilmiş vaziyette buldu. Fakat bu defa onu çukurda olduğu gibi bıraktı ve şöyle dedi:
- Vallahi sen tanrı olsaydın, köpek leşine bağlı olarak bu kuyuda böyle bulunmazdın!
Amr müslüman oldu. Canını, malını ve çocuklarını Allah yolunda Resûlullah’ın hizmetine verdi.
Cenâb-ı Hakk hayatımızı sürdürmek, kendimizi maddi mânevi tehlikelerden korumak, görevlerimizi müdrik olmak için bize cüzi olsa da irade vermiş ve bizi serbest bırakmış. Küçük bir çocuğu belinden kuşakla bağlayıp serbest bırakmak gibi bizi hem rahatlatacak hem koruyacak bir irade.
Bu iradeyi güzel kullanarak, iyi terbiye ederek iki cihan saadetini elde edebiliriz. Bu cüzi iradeyi Allahu Teâlâ’nın külli iradesine ram ederek, damlayı denize katarak sırât-ı müstakîmde aşmadan taşmadan yol alarak güzellikler diyarına selametle ulaşabiliriz. Bunun için de aklımızı, irademizi, dengemizi, hislerimizi masivaya kaptırıp aldatanların, kandıranların, şaşırtanların kuklası olmamak gerekir. Bizi yönlendiren kitapları, okulları, arkadaşları, programları, alışkanlıkları iyi seçmeli; bu seçimde tecrübeli, zeki, samimi, sadık kimselerden yardım almalı ve asla sürüden ayrılmamalıdır.
İnsan; içindeki gücü, ruhunun bütün enerjisini tek bir nokta üstünde toplamak ve bütün varlığını tek bir güç haline koymakla hür olarak kanatlandırabilir. Bu ise, kendinden hiçbir parçanın ihmaline göz yummayacak bir akıl ve irade gücü ile başarabilir.
Ünlü bir ilim adamı soruyor:
- Hayatta muvaffak olmak için ne lâzımdır?
- Sıhhat mi? Hayır.
- Para mı? Hayır.
- Zekâ mı? Hayır.
- Yüksek bir ilgi mi? Hayır.
Yazar kendi sorusunu şöyle cevaplıyor:
- Hayatta muvaffak olmak için, her bakımdan beslenmiş, büyütülmüş bir irade kuvveti lâzımdır.
Hayattan şikâyete sevk eden şey, karşılaştığımız zorlukların büyüklüğü değil, irademizin zayıflığıdır.
Ey insan! Senin elinde gâyet zaif, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kısa, cüz-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duâyı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfar ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkumu cehenneme yetişmesin. Demek duâ ve tevekkül, meyelanı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelanı şerri keser, tecâvüzatını kırar.
Gençlerin enerjisi, azim ve irâdesi ile ihtiyarların tecrübesi mutlaka birleştirilmelidir. Bazı kimseler 60-70 yaşına varınca, irâde zaafına uğruyor, kendi kendisine fenâ bir telkinle hiç bir işe yaramayacağını zannediyor ve köşesine çekiliyor. Bu yanlıştır. Ebû Eyyüb El-Ensari (ra) Hazretleri 85-90 yaşları civarında genç mücâhitlere katıldı. Emevi orduları ile İstanbul’a kadar geldi. Cihad yaptı ve orada şehit oldu, geri dönemedi.
Mimar Sinan da 85 yaşında Edirne’de Selimiye Câmii gibi en değerli eserini yaşlılığında ortaya koymuştur. İhtiyar büyüklerimiz bunu örnek almalı da irâde pısırıklığına düşmemelidirler.
Ziyad oğlu Hasan isminde bir âlim, ilim tahsiline 80 yaşında başlamıştır. Bu zat, 40 sene yatakta yatmadan çalışmıştır. 40 sene de müftülük yapmıştır. 160 yaşında vefât etmiştir. Binaenaleyh ilim tahsili için hangi yaş olursa olsun geç kalınmamıştır.
Hani hep duyarız; ruhumu okşadı, ruhum açıldı, ruhum sıkıldı, ruhi bunalım, ruh hastalığı. Bunlarla iç alemde olan bitenleri dile getiririz.
Ruhun hakikatlerini bilme kudretinde değiliz. Bu konuda çok az ilim verildiği ayetle sabit. Ancak zahir azalarımızı yönlendiren, sıkılan, sevinen, daralan, genişleyen bir içyapımız var. İsmi ister kalp, ister ruh, ister derun, ister vicdan olsun bir yönetim kadromuz mevcut. Söz, fiil ve davranışlarımız bu kadromuzun altında. Bu üst düzey yetkililerinin yetkilerini iyiye kullanması, sağduyulu olması ve tebaasını adil bir şekilde yönetmesi için iyi eğitilmiş, terbiye süzgeçlerinden geçip arınmış, emr-i ilâhiye râm olmuş olması gerekir. Aksi halde ‘Kendisi himmete muhtaç dede, gayrıya nasıl himmet ede?’ durumuna düşer.
✧ Rûhunu kaybedenin dünyayı kazanması hiçbir şeye yaramaz. Önemli olan para ve şerefler değil, kendi hayatını idâre edebilmektir. Aklını ve kalbini mümkün olduğu kadar yükseltebilen, hayatta başarmış demektir.
✧ Sefahat aleminde insanın ruhu kendi vücudundan iğrenir.
✧ Allah’ım, ben Senden, Seninle mutmain olan, Senin likâna inanan, kazâna râzı olan ve Senin bahşişine kanaat eden bir ruh istiyorum.
✧ Ruhtaki ayıpları örtmek için şekilperestlik yamaları satmayın!
✧ Rûhâni mutlulukların yüceliği, mâneviyatı kuvvetli birinin yanında diğerlerinin kendilerini aşağı görüp ona hizmetkâr olma arzusundan anlaşılır.
✧ Ruha muhâlefet delilik, akla muhâlefet gerilik, nefse muhâlefet ise veliliktir.
✧ Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur’an ve imandır. Said Nursi
✧ Herkes korktuğundan kaçar, Allah’dan korkan ise O’na doğru yaklaşır. Ruh, ibâdetlerden alacağı huzur ve gıdâyı hiç bir şeyden alamaz, Çünkü ibâdetler, ruhu geliştirmeye, onu gıdalandırmaya yönelik ilâhi sofranın nâdide gıdalarıdır.
✧ Güzellik bulmak için tüm dünyayı dolaşsak da, onu içimizde taşımıyorsak aslâ bulamayız.
✧ Özü doğru olanın, sözü de doğru olur. Hz. Ali
✧ Ünlü müctehid Süfyan-ı Sevri; şu dokuz şeyin ruhun cilasını azaltıp ona eziyet verdiğini belirtmiştir:
1- Kendi nefsi için duâ edip, ana babası ve müminler için duâ etmemek.
2- Zaman zaman Kur’an okumak. Ama onu vird haline getirip günde yüz âyet okumamak.
3- Kabristanın yanından geçerken ölüler için duâ etmemek ve onların ruhuna fatiha okumamak.
4- Cuma günü bir şehir ve kasabaya gidip Cuma namazını kılmadan oradan ayrılmak.
5- Semtlerine gelip yerleşen âlime gitmemek, ondan istifade etmemek.
6- İki adam bir araya gelip birbirleriyle arkadaş olup da birbirlerinin ismini öğrenmeden ayrılmak.
7- Meşru bir ziyafete dâvet edilip ona gitmemek.
8- Gençliğini ilim ve ahlâktan uzak tutup tüketmek.
9- Kendisi tok yattığı halde komşusunun aç yatması.
Resûlullah Efendimizin psikiyatri konusunda da değerlendirme ve tavsiyeleri vardır. ‘Üzüntüsü çok olanın vücudu hasta olur’ buyuruyor. Böylece insanın psikolojik durumuyla vücudu arasında bağ olduğuna işâret ediyor. Modern tıp da ruhi sıkıntıların psikolojik hastalıklara ve bu gibi hastalıkların da bedeni hastalıklara sebep olduğunu ispat etmiştir.
Bir adam Efendimize gelerek öğüt vermesini istedi. Resûlullah ona ‘kızma’ dedi. Adam isteğini tekrarladıkça Resûlullah da aynı cevabı tekrarladı. Öfkenin vücudu tahrip ettiği ve birçok hastalıklara zemin hazırladığı artık kabul edilmektedir.
Vücudumuza batan ve orada kalan mikroplu bir cisim, haberimiz olmasa dâhi bir gün iltihap yapar, yara oluşur. Bunun gibi, günahlarımız da rûhumuzda derin yaralara yol açar. İşte bu ruh cerehatlerini dışarı atmanın yolu ibâdettir.
İbâdet etmeyen ve duâdan kaçınan insanlar, ne kadar lüks ve konfor içinde olsa da, mesud olamazlar. Onların eğlence ve kahkaha atmaları içlerindeki yangını söndüremez. Bunlar da bunalımlara sebep olur.
İnsanlar yıllarca çeşitli miroplarla berâber yaşayıp hasta olmadığı halde, rûhi gerginliklerden sonra neden o mikropların pençesinde kıvranır? Çünkü üzüntü ve gerginlikler vücûdun direncini kırarak meydanı mikroplara bırakır.
Organlarımızın hareketi ruhumuza bağlıdır. Ruhumuza iyi alışkanlıklar yerleşirse organlarımızın fiil ve davranışları iyi olur. Buna iyi ahlâk denir.
Şibli, bir ara hastalanmıştı. Halife ona tedâvisi için Mecûsi bir doktor gönderdi. Doktor Şibli'ye sordu:
- Gönlün ne istiyor?
Şibli:
- Senin müslüman olmanı... dedi. Doktor:
- Eğer müslüman olursam sen iyileşip, hasta döşeğinden kalkacak mısın? dedi. Şibli:
- Evet! deyince doktor İslâmiyeti kabul etti.
Bunun üzerine Şibli döşeğinden sıhhat bulup kalktı. Bunu duyan Halife dedi ki:
- Ben sandım ki hastaya hekim gönderdim, oysa ki, hekime hasta yollamışım.
Ahlâki vazifelerden birisi nefse hakim olmaktır. Yani insanın sözlerine ve fiillerine hakim bulunmasıdır. Nefsine hakim olanlar, iradelerine de sahip olacakları cihetle, his ve heyecana kapılmadan her şeyde iradenin hakimiyetine müracat ederler.
Nefsine hakim olmayanlar ise, ya fevkalade sert ve heyecanlı olurlar, yahut büsbütün uysal ve yumuşak. Birincisi gazap ve öfke hali, ikincisi de zemmedilen kötü ahlâktır. Gazap bazı âriflerin dediği gibi ani bir cinnettir. Binaenaleyh bunu yenemeyenler çok zarara uğrarlar.
Akılsız uysallığa gelince, bu da zillet ve meskenet demek olduğu cihetle, güçlükleri göğüslemeyi değil, hukuku korumaya bile engeldir. Bu derece halim ve uysal olan insanlar, herkesin tariz ve tahkirine hedef olmaktan kurtulamaz. Kendilerinde vakar ve haysiyet namına bir şey kalmaz. O halde ‘nefse hakim olmak’ fazilet, gazap ve aşırı uysallık ise rezilettir.
Cenâb-ı Hakk: ‘İnsanı kötülüğe sevkeden nefistir’ buyurmaktadır.
İran şahı Nüşirevan’ın veziri Büzürg-ü Mir, ehemmiyetsiz sebepten eline, ayağına zincirler geçirilip zindana atılır. Her gün ekmek ve sudan başka bir şey verilmez.
Bir müddet böyle yaşar, hiç şikayet etmez. Bunun üzerine şah dostlarının yanına gönderilmesini ve onun söyleyeceği sözlerin yazılmasını ferman buyurur:
Altı ilacım var ki onları kullanıyorum da kendimi koruyorum:
1- Allah’a (celle celâlühû) güvenmek
2- Başa gelene dayanmak
3- Sabretmek
4- Yılmamak
5- Daha kötüsüne düşmemiş olmak yüzünden teselli bulmak
6- Her lahza kurtuluşu ümitle beklemek
Nefis düşman olduğuna göre bize doğru yolu göstermez, engeller. Doğru yolu, bizi terbiye eden Allah (celle celâlühû) gösterir. Nefsi iyi tanıyan onun hatalarını, yanlış fikirlerini, aldatıcı telkinlerini, bitmez tükenmez arzularını, vereceği zararı bilir, ondan emin olmakla tedirgin olur. Her şey zıddıyla tanınır kaidesiyle nefis kötüyü, Cenâb-ı Hakk iyiyi emreder.
✧ Nefsi kötü tanıyan elbette ki Rabbinin emirlerini benimser ve ondan hoşlanır. Emir ve nehiylerin hikmetini bildikçe amirini tanır, mârifetullah hasıl olur.
✧ Nefsiyle meşgul olan, Rabbiyle meşgul olmaya fırsat bulamaz, Rabbini tanımaz.
✧ Kalbe, isyan ve şehvetlerin kiri ve karanlığı çöktüğü gibi, şehvetleri terkederek yapılan ibâdetlerin nûru da kalbe yükselir.
✧ Taatin nûru ile, mâsiyetin zulmeti kaybolur. Nefis insanın içinde şiddetli bir istek kaynağıdır.
✧ İnsan bununla işine gelen, hoşuna giden her şeyi kendine maleder. Nerede ve kimin elinde olursa olsun çekip alır. İşine gelmeyen her şeyi yok etmek ister. Bu sıfat hayvanda da mevcuttur. İnsan hayvanla bu sıfatta müşterektir.
✧ İstekleri verildikçe istek kaynakları taşar. Sırnaşık insanlar gibi ziyade arsızlanır, sahibini yener. Akıl nefsin isteklerini gözden geçirip rızâya uygun olanı kabul eder, diğerlerini reddeder. Dizgini elinde tutarsa, kötü yollara bırakmaz.
✧ Nefsini yenen kimseden mahluk da râzıdır, mutazarrır olmaz. Halkın memnun olduğundan Hakk da râzıdır.
✧ Terbiyenin en makbulü kendi kendini terbiye etmektir. Zübeyr Gündüzalp
• Yapacaklarını hatırlatıp uyarmalı.
• Teşvik etmeli, dürtmeli.
• Azmettirmeli, riyâzet (perhiz) yaptırmalı.
• ‘Dediğimi yapmazsan cezalandırırım’ deyip korkutmalı.
✧ Nefsi en iyi şu dört şey terbiye eder: Susmak, açlık, yalnızlık, uykusuzluk. Feridüddin-i Attar
✧ Cenneti arzulayan bir kimse, mutlaka arzularından fedâkarlık etmelidir. Hz. Ali
✧ Nefsin taşkın isteklerine uyma ki rahat edesin. Hz. Ali
✧ Herhangi bir özrü olmaksızın seher vaktinde uyuduğu halde sâlihlik ve ermişlik iddia eden bir kimse yalancıdır. Bunu da böyle bilesin ey kardeş. İmam-ı Şarani
✧ Allah’dan (celle celâlühû) korkan kimse, nefsinin her istediğini yapmaz. Hz. Ömer
✧ Bir insan ne kadar ibâdet ve taatla meşgul olsa da, Kur’an terbiyesine girip ondan aşı almadan nefsin ıslah ve tekâmülü mümkün değildir. Zira, aşısız ağacın meyvesi itibar görmez.
✧ Kalaysız kapta pişen yemek yenmez. Bozuk makinaya ipek ip de versen düzgün kumaş dokumaz. Güneş görmeyen ağaç meyve vermez, ancak odun olur. İşte mânevi ziyâdan mahrum olan insan da böyledir.
✧ Nefsin arzuları, Cenâb-ı Hakk’ı tanımaya perdedir.
✧ Kuvvetli bir nefis terbiyesine dayanmayan ahlâk, en küçük bir ihtiras rüzgârıyla sarsılmaya ve yıkılmaya mahkûmdur.
✧ Terbiye edilmemiş nefs, huysuz kadın gibidir.
✧ İster fert, ister toplum olsun bakılmayan tarlanın akibeti neyse; gözetilmeyen ruhun akibeti dikenli, faydasız, boğucu inançlar, düşünceler, hafakan, sıkıntı ve kabustur.
✧ Sâlihlerden biri der ki: Dünya kadınlarından hiç birine benzemeyen güzel bir kadın gördüm. Hemen kendisine evlenme teklif ettim.
- Beni babamdan isteyip mehrimi verirsen olur, dedi.
- Söyle bakalım, mehrin nedir?
- Nefsi şehevi isteklerden men etmek.
Eşlerin bir araya gelerek, toplumun en küçük birimini oluşturduğu kuruma, âile denir. Âile; Arapça bir kelime olup, manası ‘Karşılıklı birbirine muhtaç olan, birbirine dayanan ve güvenen’ demektir. Mutlu bir yuva kurmak isteyen bireylerin, sevgi-saygıya önem vermeleri, birbirlerini destekleyip, kenetlenmeleri ve birbirlerine güven duymaları gerekir.
Bir mü’min, kendisinin doğru yolu bulmasından, kalbinin ıslah olmasından sorumlu olduğu gibi, âilesinin doğru yolu bulmasından, evinin ıslâh olmasından da sorumludur. Müslüman ev, müslüman cemaatin çekirdeğidir.
Bir ev, inanç sisteminin kalelerinden biridir. Bu yüzden kale içerden dayanıklı ve sağlam olmalıdır. Her fert bir giriş noktasının, bir gediğin önünde durmalı ve sızmaları önlemelidir. Aksi takdirde orduyu kalenin içinde bozguna uğratmak kolaylaşır.
Bir mü’minin davetini uzaklara götürmeden önce âilesindeki gedikleri kapatması bir zorunluluktur. Bunun için müslüman bir anne gereklidir. Çünkü onlar geleceğin tohumu ve meyvesi olan neslin koruyucu bekçileridir. Anne ve babanın el ele vererek kızları ve erkekleri eğitmeleri kaçınılmazdır.
Mü’minin hem kendisine, hem de âilesine karşı olan sorumluluğu ağır bir sorumluluktur. İleride korkunç bir ateş... O ve âilesi bu ateşle karşı karşıyadırlar... Kendisini bekleyen bu ateşten hem kendini, hem de âilesini uzak tutmak zorundadır. Evet ateştir bu. Alev alev yanan dehşet verici bir ateş...
✧ Âilenin kazandığı zenginliği hiçbir şey kazandırmaz. Âilenin verdiği eğitimi-öğretimi hiçbir okul vermez.
✧ Âile, çocuğun kütüphanesidir.
Eskiler, erdemin ışığıyla ortalığı aydınlatması için önce devlet işlerini yoluna koyarlardı. Devlet işlerini yoluna koymak için, önce ev işlerini yoluna koyarlardı. Ev işlerini yoluna koymak için, önce kendi kendilerine çeki düzen verirlerdi. Kendilerine çeki düzen vermek için, önce düşüncelerini yoluna koyarlardı. Düşüncelerini yoluna koymak için, önce bilgi eksikliklerini giderirlerdi.
✧ Çoluk çocuğu çoğaltınız; şüphesiz siz niçin rızıklandırılıyor olduğunuzu bilemezsiniz. Hz. Ömer
✧ Nikâhta beş fayda vardır: Evlât yetiştirmek, şehveti teskin etmek, ev idâre etmek, yakınları çoğaltmak, nefis mücâdelesi yapmak. İmâm-ı Gazâlî
✧ Bir gün Hz. Fatıma validemiz Resûlullah’ın huzuruna geldi. Babasını görünce ağladı, Resûlullah sebebini sordu:
‘Ey Fatıma! Seni ağlatan nedir?
‘Dün gece zevcim ile aramızda bir konuşma oldu. Kasıtsız söylediğim bir söz yüzünden bana kızdı. Onun kızgınlığını görünce özür diledim, benden râzı olmasını istedim, ama kendisini râzı edemedim.’
‘Yavrum bilmez misin ki kocanın rızâsı Allah’ın (celle celâlühû) rızâsına sebeptir. Rızâsızlığı da O’nun rızâsızlığına sebeptir. Ey Fatıma! Ne mutlu o kadına ki kocası ondan râzı olur. O ise her gece ve gündüz kocasının rızâsını arar. Böyle olan kadının bu hali bin sene ibâdet etmesinden daha iyidir. Ey kızım! Kadınlar için amellerin en üstünü, kocasının emrine itaattir.’
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Gerçekten yazıyı öğretmek, güzel isim takmak ve bulûğa erdiği zaman ise evlendirmek çocuğun babası üzerindeki haklarıdır.
✦ Şüphe yok ki, bir babanın çocuğunu bir defa terbiye etmesi, onun için sadaka vermesinden daha hayırlıdır.
✦ İmtihan için (Allah tarafından) kendisine kız evlât verilen bir baba, onları İslâmiyete göre terbiye edip iyilik yaparsa, (kıyâmet günü) babaları için cehenneme karşı bir kalkan gibi olurlar.
✦ Çocuklarınızı şu üç huyu aşılayacak şekilde terbiye ediniz: Peygamberini, O'nun ehli beytini sevdiriniz ve Kur'an-i Kerim'i okutunuz. Çünkü Kur'an okuyanlar hiçbir gölgenin bulunmadığı mahşer günü Peygamber ve evliyalarla beraber Allah'ın (rahmet) gölgesinde bulunacaklardır.
✦ Kendi iyiliğine çocuğuna yardım eden babaya (isyan ettirmeyen) Allah (celle celâlühû) merhamet etsin.
Hayat denizine yelken açayım
Dalgaları aşıp Hakk’a varayım
Senin şefkatini nerde bulayım
Bugünden tedbirin al anneciğim. M. Balcı
✧ Sakın küçük demeyin, terbiye beşikten başlar.
✧ Kararlı olmak, çocuğu kötü hareketten önler.
✧ Hatasını kızarak değil, öğreterek düzeltmelidir.
✧ Düşünceler inandırılarak benimsettirilir.
✧ Çok sertlik gibi, çok şefkat de zararlıdır.
✧ Sözünden çok, yaptığına değer vermelidir.
✧ Onun yanında asla başkalarını çekiştirmemelidir.
✧ Kibirlenmesine göz yummamalıdır.
✧ Başkalarına yardıma alıştırmalıdır.
✧ Her istediğini yapmamalı, sabırlı olmasını öğretmelidir.
✧ Yalancılıkla suçlamamalıdır.
✧ Temizliği öğretmeli.
✧ Çocuğu süslü elbise ve tatlı yemeklerle alıştırmamalı. Zîrâ, sonradan bunlardan ayrılamaz.
✧ Dili açılmaya başlayınca ‘Allah’ dedirtmeli.
✧ Yemek yeme edebini öğretmeli.
✧ İslâmi kıyâfet giydirmeli, Kur’an öğretmeli.
✧ İyi iş yapınca sevmeli, övmeli.
✧ Kusuru iki kere görmemezlikten gelmeli. Sık sık dövmemeli.
✧ Büyüğü tanıtıp, büyüklüğünü hissettirmeli. Babasıyla korkutmalı.
✧ Gündüz uyutmamalı, zîrâ gevşek olur.
✧ Yumuşak yatakta yatırmamalı. Böylece bedeni kuvvetli olur.
✧ Her gün bir saat oynamasına izin vermeli; terbiyeli olur, sıkılmaz.
✧ Herkese karşı mütevâzı olmasını öğretmeli.
✧ Çocuklar arasında övülmemeli, kendini methetmemeli.
✧ Başkasından bir şey aldırmamalı, vermeyi öğretmeli.
✧ Oturup kalkmasını, edep öğretmeli.
✧ Sormadan konuşmamasını, katiyyen yemin etmemesini, lânet, sövme, kötü söz etmemesini öğretmeli.
✧ Hocası dövünce, feryat etmemesini, sabretmesini öğretmeli.
✧ Başkasının malını çalmamayı, haram yememeyi öğretmeli ve böyle kimselerden bahsetmemeli.
✧ Dünyaya geliş maksadını bildirmeli.
✧ Cennet ve cehennemin hallerini anlatmalı.
✧ Küçük yaşta böyle terbiye edilirse, taş üzerindeki yazı gibi olur. Terbiye sonradan yapılırsa, duvardaki toprak ve sıva gibi dökülür.
Gençler herşey demektir. Meseleye bir haksızlık karşısında kükreyen gence bakarak ‘gençliği olmayan bir millet mahvdır’ diyen Hz. Ömer’in ifadeleri içinde bakacak olursak, âlî duygularla mücehhez bir gençliğin cemiyet hayatının hayatı olduğu hükmüne varırız.
Böyle bir millet yeni yeni medeniyetler inşâ etme istidadındadır. Bunun aksi ise hükmün de aksidir. Öyleyse bir milletin yücelmesindeki en mühim faktör gençliktir. Ama âhiret inancıyla dopdolu bir gençlik. Hülâsa; inanan insanlar huzurlu bir hayat yaşama hakkına sahip olacaklardır... Gençlik bir milleti ya yatırır veya kaldırır. Millet gençlikle ya cankeş veya berhayat olur.
İnsanın ebedi hayatını ve bu dünyadaki vazifelerini hatırlamaktan alıkoyan mâniler, en çok gençlik devresinde insanın karşısına çıkmaktadır. Çünkü gençlik, hislerin insana en fazla hükmettiği çağdır.
Gençliğin ebedi hayata ve onun tükenmeyen lezzetlerine teşvik edilmesine her şeyden fazla ihtiyacımız vardır. Çünkü gençlerin, hem dünyada, hem de âhirette saadeti buna bağlıdır. Bu hakikatleri ruhlarına sindirip, dizgin tanımayan hislerini kontrol altına alan gençler, kendilerini bir takım aşırılıklardan kurtararak, iffet, istikâmet ve saadet içinde yaşayacaklar ve ebedi hayatlarında da sonsuz mükâfatlara nâil olacaklardır.
Hadîs-i Șerîfler...
✧ Gençlik taşkınlıklarına kapılmadan, kendisini tamamen ibâdete verip hiç isyan etmeyen genci Allah sever.
✧ Ümmetimin günah işlemeyen gençlerinin duâsı kabul olur.
✧ Kalbi Allah’a bağlı gençler, arş altında gölgelenen yedi grup kimseler arasındadır.
Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik…
‘Zaman bendedir ve mekân bana emânettir!’ şuurunda bir gençlik…
Devlet ve milletinin 7 asırlık hayatında dört devre…
Birincisi iki buçuk asır… aşk, vecd, fetih ve hakimiyet…
İkincisi üç asır… kaba softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet…
Üçüncüsü bir asır… Allah’ın, Kur’an’ında ‘belhüm adal / hayvandan aşağı’ dediği cüce taklitçilere ve batı dünyasına esaret… ya dördüncüsü ?…
Son yarım asır!.. İşgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde plânında kurtarıldıktan sonra ruh plânında ebedi helâke mahkumiyet…
İşte tarihinde böyle dört devre bulunduğunu gören… bunları, yükseltici aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi… beşinci devrenin kapısı önünde nur infilakı yeni bir şafak fışkırışını gözleyen bir gençlik…
Gökleri çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün ‘dikey’leri ‘yatay’ hale getirecek bir çığlık kopararak ‘mukaddes emâneti ne yaptınız?’ diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik…
Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik…
Halka değil, Hakka inanan, meclisinin duvarında ‘Hakimiyet Hakk’ındır’ düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti hakka kölelikte bilen bir gençlik…
Emekçiye ‘Benim sana acıdığım ve seni koruduğum kadar sen kendine acıyamaz, kendini koruyamazsın.! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zâlim patronlardan daha zâlim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın!’ diyecek…
Kapitaliste ise ‘Allah buyruğunu ve Resûl emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın!’ ihtarını edecek… kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik…
Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk’ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübârek oluş sırrını, her sistem ve mezhebe ortada ne kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayâli varsa hakikatinin, İslâmda olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslâm âlemine ve bütün insanlığa model teşkil edecek bir gençlik…
‘Kim var?’ diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert ‘ben varım!’ cevabını verici, her ferdi ‘benim olmadığım yerde kimse yoktur!’ fikrini besleyici bir dâva ahlâkına kaynak bir gençlik…
Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette usule, stratejiye uygun bir gençlik...
Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle zifiri karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin; ve gerçek kahramanlık mâdeniyle sahtesini ayırdetmekte kuyumcu ustası bir gençlik…
Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı, çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş fabrikası, fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi, hasılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz tâlim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik…
Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski mümin nesillerden hiçbirini beğenmeyecek, onlara ‘siz güneşi ceplerinizde kaybetmiş marka müslümanlarısınız! Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi!’ diyecek ve gerçek müslümanlığın ‘nasıl’ını ve ‘ne idüğü’nü her haliyle gösterecek bir gençlik…
Tek cümleyle, Allah’ın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı sevgilisinin fezâyı bütün yıldızlariyle manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak, ve o’ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak tanımayacak ve o’nun düşmanlarını ancak kubur farelerine lâyık bir muameleye tâbi tutacak bir gençlik…
İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizlerini karşımda görüyorum. Şekillenmesi, billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbazlık kodamanların viski çektiği kamış borularla kalemime ciğerîmden kan çekerek yırtındığım, paralandığım ve zindanlarda süründüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah’a hamd etme makamındayım.
Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil! Necip Fâzıl
Hatama kusuruma yumma göz,
El kapısından getirmeyim sana söz
Beni ince doku, eleklerden süz,
Ağırına gider laf anneciğim.
Elindeyken yumağını iyi bük
Çok ziyan ettirir bana gevşeklik
Uzun sürmez seninle beraberlik
Yarın olmayayım yük aneciğim. M. Balcı
Edebin esâsı, kendini nâkıs, başkalarını kâmil görmektir. Edebi az olanlar ise tam tersine, kendilerini kâmil, başkalarını nâkıs görürler.
İnsan yaratılışta edep, haya perdesiyle dünyaya gelir. Bunu zorlayarak yırtmazsa, fıtratın bu güzelliği her çağda kendini gösterir. Bütün dini kurallar insan fıtratına uygundur. Çünkü yaratan da, kanun koyan da O Yüce Zattır. «Hiç yaratan bilmez mi...» (Mülk:14)
İnsan dininin gereğini öğrendikçe güzelliğine güzellik katar. Bişri Hafi demiştir ki: ‘Her şeyin kendisine yakışan bir ziyneti vardır. Hayanın ziyneti günahları terk etmektir. Her şeyin bir meyvesi vardır, hayanın meyvesi de hayır kazanmaktır.’
Bu konuda anne-baba’nın rolü çok büyüktür. Konuşmada, davranışlarda hayayı, edebi elden elden bırakmayan, yaşantısıyla yavrusuna iyi örnek olan ebeveyn ona iki cihanda yapılabilecek en büyük iyiliği yapmış olur. Çünkü çocuk gözünü dünyaya açtığında onları görür onları tanır ve onları sever, onlara güvenir. Onların yaptıkları yanlışlıkları yanlış olarak kabul etmez, onlar yaptığına göre doğrudur mantığıyla hareket eder.
Hadîs-i Șerîfler...
✧ Allah’u Teâlâ Adn cennetini şu kimseler için hazırladı: Günah işleyecekleri zaman, O’nun büyüklüğünü düşünüp, O’ndan haya ederek günahtan kaçınanlar için.
✧ Hayanın azlığı küfürdür.
✧ Hayânın hepsi hayırdır, hepsi öğülmüştür. Ancak, seni bir nasihatın zikredilmesinden veya bir sapığı geri çevirmekten veya irşaddan men ederse o zaman değil.
✧ Hayâ etmediğin zaman dilediğin şeyi yap.
✧ Haya ile sükut iman ağacının iki dalı, çirkin söz ile beyan da münafıklığın iki budağıdır.
✧ Haya imanın nizamıdır. Bir şeyin nizamı bozulunca parçaları darmadağın olur.
✧ Bir kardeşin, diğer kardeşi kendisine söz söylediği zaman sükût edip onu dinlemesi, mürüvvetten, yâni insâniyetten (sohbet âdâbından)dir.
✧ Yatakta olandan bahseden kimse, yol ortasında çiftleşen iki eşek gibidir.
✧ Resûlullah şöyle buyurdu:
– Ey nâs! Allah’dan utanmaz mısınız?
– Bu bahsettiğiniz utanmak nedir?
– Dünyalıktan yiyemeyeceğiniz ölçüde topluyorsunuz. Erişemeyeceğiniz şeyleri arzuluyorsunuz. İhtiyacınız ötesinde binalar yapıyorsunuz. Allah imanı müsâmaha ve hayâ içinde; küfrü de cimrilik ve eğlence içinde yarattı. Ağaçların hayatı su ile olduğu gibi, yüzün hayatı da haya iledir. Kulaklarının duymak isteyip hoşlandığı şeyleri yap, duymak istemediğin ve hoşlanmadığın şeylerden sakın. Allah’tan, Resûlün’den, meleklerden, kendinizden hayâ edip utanın.
Allahu Teâlâ bir kimseyi helâk etmek istediğinde önce hayayı çeker alır. Hayası gitti mi sen ona artık herkesin nefretini kazanmış kimse olarak rastlarsın. Herkesin nefretin kazanandan emânet çekip alınır. Artık o güvenilmeyen kuşkulu kişidir. Kişiden emânet (güven) çekilip alınınca onu artık hep hain herkesçe de hain bilinen biri olarak rastlarsın. Böyle olunca da sıra ondan merhametin çıkarılmasına gelmiştir. Ondan rahmet çekip çıkarıldığı vakit, artık ona Allah’ın rahmetinden kovulmuş lânetlenmiş olarak rastlarsın. Böyle olunca da ondan İslâmiyet bağı çözülüp atılır.
✧ Haya perdesini üzerinden atanlara gıybet yoktur.
✧ Mârifet, yukarıdan aşağıya kanat çırpar; hayâ ile kaplı bir gönlü tespit ettiğinde iner, oraya konar. Seriyy es-Sakatî
✧ Kulu yükselten ilim, edep, emânet ve iffettir. Seriyy es-Sakatî
✧ En büyük ilim (olan mârifetullahın neticesi) heybet ve hayâdır. Bir kimsenin kalbinden heybet ve hayâ duygusu gitti mi, artık onda hayır kalmaz. İbni Ata
✧ Utanmaktan ve sıkılmaktan bahsedip de Allah’dan sakınmayan kimseye ne kadar şaşılır. Abdullah b. Menzil
✧ Dört şey yüzün güzelliğini alır: Yalan, câhilâne sorular, hayâsızlık, çok günaha dalmak.
✧ İnsanın rütbesi arttıkça, utancı ve hayası azalır.
✧ Hayâ kavileştiği zaman, iyi huyluluk da kavileşir. Hayâ zayıfladığı zaman yaramaz kötü huyluluk kavileşir.
✧ Çok süs ve zinet, edep ve hayâyı kaçırır.
✧ Yüksek sesle konuşmak, örtüsüzlük, namahremden sakınmamak, hatalarından utanmamak hayâsızlıktır.
✧ Hayâ, ruhun gizli kapısıdır; kötü fikirler oradan girer. C. Şahabettin
✧ Bugün insanlar eksiklik, sakatlık, fakirlik gibi şeylerden utanırken atalarımız büyüklerin yanında konuşmaktan ve tartışmaktan, ehliyle konuşmaktan, evladını sevmekten, para lafı etmekten, çamaşırlarını göstermekten utanırdı.
✧ Edep, dinin hizmetkarıdır.
Burnunu göstermekten çekinirdi sütninem
Kızımın gösterdiği kefen bezine mahrem.
✧ ‘Elhamdülillâhi rabbi’l âlemin’ cümlesi, Kur’an’da yedi yerde geçmektedir. ‘Elhamdülillah’ cümlesi ise Kur’an’da yirmi üç yerde tekrarlanır.
✧ Ya Ali! Her kim yirmi defa ‘Elhamdülillâhi kable külli ehadin, velhamdulillahi ba'de kulli ehadin, velhamdülillâhi yebkâ rabbünâ ve yemûtu küllü ehadin velhamdülillâhi alâ kulli hâl / Herkesten evvel hamd Allah’a olsun. Herkesten sonra hamd Allah’a olsun. Hamd, herkesin ölüp, kendisi bâki kalan Allah’a olsun’ dese günahları, ne kadar çok olursa olsun affolunur. Hadîs-i Şerîf
✧ Eğer bütün dünya kenarı ve köşesiyle ümmetimden bir adamın elinde olsa, sonra o kişi ‘Elhamdülillâh’ dese, elbette ‘Elhamdülillâh’ bütün dünyadan üstün gelir.
✧ ‘Subhânallah’ mizanın yarısıdır. ‘Elhamdülillâh’ ise mizanı doldurur. ‘Lâ ilâhe illâllah’ için de, Allah’a varıncaya kadar hiçbir perde yoktur. Hadîs-i Şerîf
✧ ‘Lâ ilâhe illâllah’ cennetin bedelidir. ‘Elhamdülillâh’, bütün nimetlerin bedelidir. Ve kullar cenneti amellerine göre bölüşeceklerdir. Hadîs-i Şerîf
✧ Allah’ın hamdi ile başlamayan her hatırlı ve kıymetli işin sonu kesiktir. Hadîs-i Şerîf
✧ Zikrin en üstünü ‘Lâ ilâhe illâllah’, duânın en üstünü de ‘Elhamdülillâh’ tır. Hadîs-i Şerîf
✧ Övülmeyi Allah’tan daha çok seven hiçbir şey yoktur. O yüzden kendini övmek üzere ‘Elhamdülilllah’ buyurdu. Hadîs-i Şerîf
✧ ‘Nasılsın’ sorusu ‘Elhamdülillah’ dedirtmek içindir.
✧ ‘Elhamdülillâh’ şükrün hem başı, hem de sonudur. Şükrün başı olduğu için Allah (celle celâlühû) Kur’anın başlangıcı yapmış, şükrün sonu olduğu için cennetliklerin son sözü kılmış.
✧ Allah (celle celâlühû) bir kuluna bir nimet verir de o kul, o nimete karşı Allah’a (celle celâlühû) hamd ederse, muhakkak onun Allah’a hamd etmesi, kendisine verilen o nimetten daha üstündür, o nimet ne olursa olsun.
✧ Seriyyüs Sakatî; ‘Bir kere elhamdülillâh dediğim için 30 yıldır istiğfar ediyorum’ dedi.
- Bu nasıl iş? denilince,
- Bağdat’ta yangın çıkmıştı, bir çok dükkân ve ev yanmıştı. Benim dükkânımın yanmadığı haber verilince elhamdülillâh demiştim. Bu bütün dükkânlar yanarken benim sevinmem demekti, kardeşlik ve insanlığa aykırıydı. Bundan dolayı istiğfar ediyorum, dedi.
✧ ‘Hamd’ kelimesinin;
‘ح’sı vahdaniyetten,
‘م’i mülkten,
‘د’ı deymûmiyetten (devamlılık, beka) gelir. Allah’ı deymûmiyet, vahdaniyet ve mülküyle bilen gereğince tanımış olur. ‘Elhamdülillah’ın hakikati budur.
1- Temcit, Rahmâniyete.
2- Senâ, Rahimiyete.
3- Şükür, Rubûbiyete.
4- Medih, İlâhiyata.
✧ Biriniz aksırıp, ‘elhamdülillâh’ dediğinde, melekler ‘Rabbi’l-âlemîn’ derler. Kendisi de ‘Rabbi’l-âlemîn’ derse, melekler ‘Yerhamükellah’ derler. Hadîs-i Şerîf
✧ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), aksırdığı zaman, başını eğer, yüzünü kapatır, sesini kısardı.
✧ Bir kimse, üç defâ aksırırsa, onun kalbine iman yerleşir. Hadîs-i Şerîf
✧ Bir kimse aksırırsa onu teşmit (rahmet dilemek) et. Sonra aksırırsa yine teşmit et. Bir daha aksırırsa ona, ‘Sen nezle olmuşsun’de
✧ Bir kimse, Allah’a hamdetmekte aksıranı geçerse diş ağrısından (veya sırt ağrısından), kulak ağrısından (veya yan ağrısından), karın ağrısından emin olur. Hadîs-i Şerîf
✧ Her kim duyduğu her aksırma ânında ‘Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn alâ külli hâlin mâ kâne’ derse, ebediyen diş ve kulak ağrısı çekmez. Hadîs-i Şerîf
✧ Allahu Teâlâ Hz. Süleyman’a şöyle vahyetti:‘Eğer bir kişi yedi denizin ötesinden aksırsa beni hatırla, bana hamd et.’
Nimetin kıymetini bilmek; muvaffak olduğu hayır hasenatın Rabbinin fadlından olduğunu bilmek, kendinden bilmemektir. Yani haddini bilmektir. Gezegenler kendisine has yörüngesinden bir milim ayrılmazlar, ayrılsalar sistem bozulur, dünya tarumar olur. Göklerdeki sisteme insan eli değmediğinden asırlardır düzeni bozulmuyor. Güneş büyüklüğünü bilip, ay’a ulaşmayı, onun yörüngesine yaklaşmayı kendine yakıştırmıyor, gece de gündüzü geçme küstahlığında bulunmuyor. Büyük büyüklüğünü, küçük küçüklüğünü biliyor. Herşey kendine Mâlik Yaratıcısının hükmüne teslim olduğu için, varlıklarını çok güzel bir düzen içinde asırlardır devam ettiriyor.
Yeryüzüne beşer eli, beşer iradesi karışmış, yeryüzü trafiği gökyüzü gibi değil; karışıklıklar, karmaşıklıklar, kazalar, belâlar eksik olmuyor. İnsan bozulunca herşeyi bozuyor. ‘Ekini, nesli helâk ediyor.’ Buyruk tanımamak, kadir bilmemek, hiçe saymak, nefsi putlaştırmak, nankörlük yeryüzünü fesada veriyor. Herşeyi mükemmel Yaradanın, kanunlarının, tüzüklerinin, emir ve yasaklarının da mükemmel olduğuna, ah şu insanlık bir inansa. O zaman herşey sütliman olacak, göz yaşları silinecek, feryatlar dinecek, zulümler ortadan kalkacak, dünya altun devrini yaşayacak, tıpkı Asr-ı saadet gibi.
Verdiği nimete şükür, hükme itaat, gönülden rızâ, gerçek mü’min’nin özelliğidir. Rabbimizin nimetlerine minnettar olup, nankörlükten sıyrılmak için çareler aramalıyız. Mesela bir şükür günlüğü tutabiliriz. Kafamızın zinde, gönlümüzün hoş olduğu, duygusal olduğumuz vakitlerde ve ortamlarda binlerce nimet içinde fark ettiğimiz, hissettiğimiz nimetleri kaleme alıp canımızın sıkkın, nefsimizin nankör zamanlarında okusak, hem gönlümüz ferahlar, hem tahdis-i nimette bulunmuş oluruz. Mevcut nimetlerin kıymetini bilmeden, şükrünü eda etmeden başka nimetlerin peşine düşmez, hırs tuzağına düşüp elimizle kendimizi esarete düşürmemiş oluruz.
Yüce Mevlâmız «Aranızdaki fazileti unutmayın» (Bakara:237) buyurarak bizi vefaya, minnettarlığa, güzellikleri hatırlayıp gündemde tutmaya çağırıyor. Ta ki insanlar arasında irtibat, iletişim, yardımlaşma, sevgi, saygı, şefkat kesilmesin.
Yıllarca emek çektiği, yüksek tahsil yaptırdığı evlatlarından hizmetçi muamelesi görmesin, hiçe sayılmasın, kenara itilmesin, emekler zayi olmasın.
Ya da köyden getirip, her türlü ihtiyacını karşılayıp, iş güç sahibi yaptığı akrabası, hemşerisi tarafından rekabet hırsıyla zulme uğrayıp, hain tavırlara düçar olmasın.
Senelerce ilim öğrendiği, onun için nice cefalara, olumsuzluklara katlanan hocasını, belirli bir yerlere gelip halk tarafından pohpohlanmaya başlandığında hiçe saymasın, onun önüne geçme yarışı içinde küstahça, alçak davranışlarda bulunmasın. Babasının bağışladığı bağdan bir salkım üzümü babasından esirgemesin.
Hayatı boyu yaşamasında, çalışmasında, tahsilinde kendisine iyilikte bulunan hak sahiplerini unutmayıp, elinden geldiği kadar haklarını ödemeye çalışıp, iyiliklerini unutmasın.
Resûlullah’ın kendine, malını, canını, kalbini feda eden nur topu evlatlar hediye eden Haticesini ömrünce unutmayıp, vefatından sonra bile ahbaplarına hediyeler gönderip, iltifatlarda bulunmasını unutmasın.
Süt kardeşi Şeyma’ya kırk elli yıl sonra da olsa en büyük iyilikleri yapıp onu ve kabilesini, canını esaretten, kalplerini küfrün karanlığından kurtarışını hatırdan çıkarmasın.
Kendini büyütüp barındıran amcasının maddi imkânları zorlanınca, oğlu Ali’yi alıp, evine getirip, banyosuna kadar bizzat eliyle yaptırıp, büyütüp, eğitip, sonra da en sevgili ciğerparesini onca isteyenlere rağmen ona verip gönlünü mesrur etmesi düşünülsün. Mekkeyi fethettiği ve orayı çok sevdiği halde Medine halkına minnettarlığı yüzünden Mekkeye geri dönmeyip Medine’de kalması ve hayatının her safhasında billur billur akıttığı vefa çeşmesinden asrının insanlarına kana kana içirmesi, gelecek nesle numuneyi imtisal olması daima göz önünde bulundurulsun.
Yüce Allah «Ben nankörü sevmem» (Hacc, 38) buyurduğuna göre nankörü kimse sevmez. Sevgisiz yaşamak ölümden beter bir şey. Bu nedenle sevilmek uğrunda riyâlara, insaflara, masraflara girme yerine minnettar olma, teşekkür etme, kıymet bilme, gördüğü iyiliği saklamadan gerekirse yüzüne söyleyip minnettarlığını bildirmek. Arkasında gördüğü iyiliği müsait ortamlarda anlatmak. İtibarını yükseltmeğe çalışmak Ahlâk-ı Muhammedî’den sevilen bir meziyettir.
1- Onu verene sevgi, hürmet.
2- O nimeti değerlendirip, yerinde kullanmak.
3- Nimeti, onu verenin yolunda sarf etmek.
4- O nimetle övünmeyip, sahibine hamd ü sena etmek.
5- O nimetlerin bize ulaşmasına vesile olan sebeplere minnettar olmak.
6- Allah’ın kullarını o nimetten istifade ettirmek.
7- Âhiret yatırımı yapmak.
8- Lüks, konfor peşine düşüp israf etmemek.
9- Hevay-ı nefse uyarak şımarmamak.
10- O nimeti isyan, günah yolunda kullanmamak.
Bunlar sadece Allah’a hamd etmenin niteliğini bildiren birkaç cümledir. Yani sırf dil ile ‘elhamdülillah’ demek yeterli bir hamd sayılmaz.
Ucuz alan, ucuz verir. Bir çocuk, mücevheri bir somun ekmeğe değişir. Altının kıymetini sarraf bilir.
İlim hali, hal ameli doğurur.
İlim: Nimeti vereni ve nimetin O’ndan geldiğini bilmek.
Hal: Verdiği nimete o anda sevinmektir.
Amel: Nimeti verenin maksadına ve arzusuna uygun olarak hareket etmektir. Nimetin emânet olması bunu gerektirir.
İmamı Azam tanıdığı herkese iyi davranırdı. Oğlu Hammad’a Fetih sûresini ezberleten hocaya beş yüz dirhem hediye vermişti. Bazen herhangi birine beş yüz dirhem verdiği olurdu. Eğer bu adam herkesin ortasında ona teşekkür ederse, üzülür ve şöyle derdi: ‘Bana teşekkür ediyorsun ama, bu verdiğim, Allah’ın sana nasip ettiği bir rızıktır.’ İsmail b. Hammad
✧ Dört şey vardır ki, bunların kıymetini ancak, dört kimse bilir:
1- Gençliğin kıymetini, ancak ihtiyarlar bilir.
2- Afiyetin kıymetini, ancak belâya dûçar olan bilir.
3- Sağlığın kıymetini, ancak hastalar bilir.
4- Hayatın kıymetini, ancak ölüler bilir. Hatem Zahid
✧ Kimileri vardır ki; hayatları berrak ve açık olduğu halde, sonsuz mâvi göklerinde küçük bir karartı görseler, söylenerek şikâyet ederler. Kimileri de vardır ki; gecelerinin karanlığını Allah’ın tek bir lütfu aydınlatacak olsa, yürekleri büyük bir şükranla dolar.
Dilini döndürene, ağrını dindirene
Nimeti gönderene, şükür gerekir şükür
Gülümseyen yüzüne, ağrımayan dizine
Gören iki gözüne, şükür gerekir şükür
Tuttuğun iki ele, doğru konuşan dile
Kötü haline bile, şükür gerekir şükür
✧ Nimete karşı şükür; Allah’a hürmet, mala maddi mânevi bereket, bedene sıhhat ve mânevi dilencilik zilletinden kurtaracak izzet sebebidir.
✧ Bedenin içinde nice iş yapan organlar vardır. Her biri bir işle meşgul olurken, insan tatlı bir uykudadır. Onlar insana hizmetten bir an bile geri durmuyor. İnsan ise onları tanımıyor ve bu işlere şükretmiyor.
✧ Bir kimse hizmetçisini bir gün sana hizmet ve yardıma gönderse, hayatın boyunca ona teşekkür edersin. Ama bu kadar sanatkarları bedenin içinde hizmetinde bulunduran, hayatın boyunca onları hizmetten bir an geri bırakmayanı hatırlamazsın.
✧ Nimete şükür, elden çıkıp gitmemesini sağlayan bir ganimettir. Hadîs-i Şerîf
✧ Allah (celle celâlühû), yemeğini yiyip, içeceğini içtikten sonra, bunları nasip ettiği için, kendisine hamd edenden râzı olur. Hadîs-i Şerîf
✧ İki nimet var ki, insanlar onun kıymetini bilmez: Sıhhat, boş zaman. Hadîs-i Şerîf
✧ Bir kimse, üzerinde nimet izleri belli olmamaya başlayınca, ‘Allah’a hamd olsun’ duâsını çok yapsın.
✧ Nimetlerin adedi ve bolluğu şükran ve saygıdadır.
✧ Nimete şükretmek, seni doyurur ve tok gözlü eder de, fakirlere yüzlerce nimet verirsin.
✧ Nimete şükür, nimetin içinde kendini bir tufeyl gibi görmendir. Hamdun el-Kassar
✧ Dört şey var ki, bunlar bir kimsede olursa, ona dünyanın ve âhiretin iyilikleri verilmiş olur: ‘Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden, sâliha ve mümin bir zevce.’
✧ Büyük nimetler üç tanedir:
1. Hayat nimeti: Ömrün, Allah’a kullukla geçmesidir.
2. Ölüm nimeti: Rûhun, kelime-i şehâdetle teslim edilmesidir.
3. Kıyâmet nimeti: Kabirlerden çıkıldığı zaman, cennet müjdesi almaktır. Ebû Bekir Vâsıti
✧ İlmin şükrü ameldir, amelin şükrü ise ilimdir.
İşittiğin kulağa, yürüdüğün ayağa
Tepeden tâ tırnağa, şükür gerekir şükür
Yaptığın hayrat için, sağlıklı hayat için
Hayırlı evlat için, şükür gerekir şükür
Hakka eğikse boyun, akıyor ise suyun
Kötü değilse huyun, şükür gerekir şükür
✧ İki nimet var, eğer Allah onları sana nasip etmişse, onları verdiği için Allah’a hamd et ve ona daima şükret:
1- Devlet kapısından uzak oluşuna.
2- Doktor kapısına muhtaç olmayışına. Süfyan-ı Sevri
✧ Bir zevcesi, bir evi, bir binit vasıtası, bir de hizmetçisi olan kimse, hükümdarlardan sayılır. Abdullah b. Abbas
✧ Cafer b. Süleyman, «...ve Allah’ın açık ve gizli bir çok nimetlerini sizin üzerinize bol bol tamamladığını görmediniz mi?» (Lokman:20) âyetinin açıklamasında, İbn-i Abbas’tan şunları aktardı:
‘Açık nimet: İslâmdır. Yaratılış ve rızık olarak sana yapılan ihsanlardır. Gizli nimet ise: Yüce Allah’ın senin ayıp ve günahlarından insanlar için gizli tuttuğu şeydir.’
İmran b. Hattan El-Hârici çirkin, hanımı ise güzel idi. Hanımı bir gün ona baktı ve ‘Elhamdülillâh’ dedi. Bunun üzerine kocası, ‘Ne oldu?’ deyince de, ‘Hem ben, hem de sen cennetliklerden olduğumuz için, Allah’a hamdettim. Çünkü sana, benim gibi bir kadın nasip oldu ve şükrettin. Bana da senin gibi bir adam nasip oldu ve sabrettim. Şüphesiz ki Allah (celle celâlühû), hem şükreden kullarına, hem de sabreden kullarına cennetini vaad etmiştir’ demiştir.
✧ Resûlü Ekrem Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetinden olma nimetine nâil bulunuyoruz. Ya Rabbi! Bu ne büyük nimet! Bu kudsi nimetin icab ettiği yüzbinlerce şükran vazifesinden yalnız birisini ifa için O Nebiyy-i Zişan’ımızın ve onun muhterem âl ve evladıyla, ashab-ı kiramının faziletlerini ve güzelliklerini hayatımız boyunca yazmakla, anmakla meşgul olsak, yine bu şükran vazifesini asla yerine getirmiş olmayız. Bu bir hakikattir.
✧ Nebiyy-i âli Şanımızın kudsiyetini, âl ve evladının necabet ve ulviyetini Ashab-ı Kiram’ın mübeccel kadr-ü kıymetini tasvirden aczini itiraf etmeyen kim vardır? Evet, bu yüce zatların kudsiyetini, faziletlerini ve güzelliklerini yazmaya hangi kalem muktedir olabilir? Ömer Nasuhi Bilmen
✧ Yüce makamdan bana bildirildiğine göre ümmetimin en hayırlıları;
✦ Rabbimin rahmetini genişliği karşısında açıktan gülen, azabın şiddetinin korkusundan dolayı gizliden gizliye ağlayanlardır.
✦ Onlar, sabah akşam Allah’ı (celle celâlühû) anar, korku ve ümitle duâda bulunur, kalpleriyle onu arzularlar.
✦ İnsanlara verdikleri zahmet hafif, kendilerine verdikleri ise pek ağırdır.
✦ Yeryüzünde vakar, tevâzuyla yürürler, Allah’a (celle celâlühû) vesilelerle yaklaşırlar.
✦ Kur’an okur, Allah’ın (celle celâlühû) buyruğuna uyarlar.
✦ Kulları gözlerinin içine bakıp tanırlar. Ülkeler üzerinde fikir yürütürler.
✦ Onların ayakları yerde, kalıpları göktedir. Allah’ın (celle celâlühû) gözeticileri onları bekler, tehlikelerden korur.
✦ Nefisleri dünyada, canları arşın altındadır.
✦ Onların âhiretten başka bir endişeleri yoktur.
✦ Onlar, insanların en akıllılarıdır, çünkü gayeleri Rablerine kavuşmak, O’nu râzı edecek işler yapmaktır.
✦ Dünyanın geçici nimetlerinden ve makam hevesinden uzak dururlar.
✦ Onlara dünya değersiz göründü. Kısa zaman sabrettiler, uzunca zaman dinlenmeyi hak ettiler. Hadîs-i Şerîf
✧ Her şerefli iş ki, ona Allah'a hamd ile başlanmamıştır; o iş bereketsizdir. Hadîs-i Şerîf
✧ Eğer bütün dünya kenarı ve köşesiyle ümmetimden bir adamın elinde olsa, sonra o kişi ‘Elhamdülillâh’ dese, elbette ‘Elhamdülillâh’ bütün dünyadan üstün gelir.
✧ ‘Elhamdülillâh’ hem zikirdir, hem şükürdür. Ondan başka hem zikir, hem de şükür olan hiçbir şey yoktur. Hadîs-i Şerîf
✧ Zikrin en üstünü ‘Lâ ilâhe illâllah’, duânın en üstünü de ‘Elhamdülillâh’ dır. Hadîs-i Şerîf
✧ ‘Elhamdülillah’ en güzel başlangıçtır. Zımnen Muhammed’le başlıyor.
✧ Hamdle rahmete nâil olunur.
✧ Esaslı nimetler ‘Elhamdülillah’ ile başlayan sûrelerde cem olmuştur.
✧ ‘Elhamdülilllah’ın katlı mükâfatı gibi hiçbir zikrin mükâfatı olamaz.
Hamd Evi
Bir kulun çocuğu ölünce Allah (celle celâlühû) meleklerine:
- Kulumun çocuğunun ruhunu aldınız mı? buyurur. Onlar:
- Evet, derler.
- Hayatının meyvesini kopardınız mı?
- Evet, derler.
- Kulum ne dedi? deyince, melekler:
- Sana hamd ve istirca etti, diye cevap verirler. Bunun üzerine Allah (celle celâlühû):
- Kulum için cennette bir ev yapın, ‘Hamd evi’ diye de isimlendirin, buyurur. Hadîs-i Şerîf
✧ Söze ve her güzel işe hamd ile başlamalı. Allah (celle celâlühû) kitabına hamd ile başlamış. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de beş sûrenin başında (Fâtiha, En’am, Kehf, Sebe ve Fatır) kendini meth-ü senâ etmiştir.
✧ ‘Elhamdülilllah’ demek, namazda vâcip; duâdan önce, yiyip-içtikten sonra sünnettir. Her hatırladıkça söylemek mübahtır. Pis yerlerde söylemek mekruh, haram işlerden sonra söylemek haramdır, hatta kişinin küfrüne sebep olur.
✧ Her kitab yazanın, ders okuyanın, ders okutanın, hutbe okuyanın, kız isteyenin ve önemli diğer işlerde bulunanın, Allah'a hamd ile başlaması müstahabtır.
✧ Cuma hutbesinde ve diğer hutbelerde Allah Teâlâ'ya Hamd etmek rükûndur; bunsuz hutbe olmaz. Hamd getirmenin en azı: ‘Elhamdülillah’ sözüdür. Faziletli olan, bu övgüye ilâve yapmaktır. Fıkıh kitablarında bunun tafsilâtı vardır. Hutbedeki Hamdin Arabça ifade ile olması da şarttır.
✧ İnsanın yapmış olduğu duâyı, âlemlerin yaratıcısı olan Allah'a hamd ile başlaması müstehab olduğu gibi, duâsını hamd ile bitirmesi de müstehabdır.
✧ Bir nimet elde edildiği zaman yahud hoş olmayan bir şey yok olduğu zaman, Allah Teâlâ'ya hamd etmek müstehabdır; ister bu iş kendisi için, ister arkadaşı veya diğer müslümanlar için olsun... Hatta âlimler Neml 59. âyetten, zâlim kavmin helâkından sonra hamdetmenin vâcip olduğunu çıkarmışlardır.
Hamd, ihtiyâri (istekle), yapılan bir iyiliğe karşı, tâzim yoluyla, gönül hoşluğuyla, güzel sıfatlarla medh-ü senâ olunmaktan ibârettir.
‘Elhamdülillâh’ diyen bir insan, Allah’ın büyüklüğüne delâlet eden bütün isim ve sıfatları sayarak O’nu yüceltmiş gibi olur. Ancak kişi ‘Elhamdülillâh’ cümlesini lisânen söylerken, bu cümlenin mânâsını kalbiyle düşünmelidir. Zira insan ruh ve bedenden yaratılıp bu ikisinin bir araya gelmesiyle tamamlandığı gibi, ‘Elhamdülillâh’ derken lisanıyla kalbini birleştirirse, o hamd, kâmil ve tam olur.
Allah’a hamd mevzuu öyle bir duygudur ki, müminin kalbi, onu sadece anmakla bile cûş-u huruşa gelir. Bir işin başında Allah isminin bulunması, ilâhi nimetlerin füyuzâtından başka bir şey değildir. Allah’a hamd ve senânın şevkini artıran bu füyuzâttır.
Hamd; aynı zamanda tevhid etmektir. Zatında, sıfatlarında, isimlerinde, eserlerinde, hükümlerinde, fiillerinde, onu birlemek, tanımak, itaat etmek, sevmektir.
Hamd, kalbin sıfatını ifade eden bir terimdir ki; hamd edilenin Mün’im (lütufta bulunan, nimet veren ve yüceltilmeyi hak eden) olduğuna inanmaktır.
Yine bu siga emredilen kişinin de hamdedilenin bu hamde layık olduğuna kani olduğunu ifade eder.
Fâtihada geçen beş âyette saygının ve övgünün bütün şekilleri zikredilmiştir. Sanki yüce Allah (celle celâlühû) kullarına şöyle hitap ediyor:
1. Sadece iyiliğe olgunluğa saygı gösterenlerdenseniz ‘lillâhi-ben ilâhım’.
2. Kudret ve iyilik etmeye saygı gösterenlerdenseniz, ben ‘Rabbü’l âleminim’.
3. Geleceğe tama ederek saygı gösterenlerdenseniz ben ‘Rahman ve Rahimim’.
4. Korku ve ürkme ile saygı gösterenlerdenseniz ben ‘Mâliki yevmid dinim’.
5. Bunları duyan muhatap ‘acaba nasıl hamdederim?’ diye sorarken ‘elhamdülillah’ diye cevap veriliyor. Elmalı
Şeyh Davud Kayseri der ki: Hamd kavli, fiili ve hâli olmak üzere üç kısımdır.
1- Kavli Hamd: Cenâb-ı Hakk kendisini nasıl sena ettiyse ve hamdini enbiyasının lîsânlarında, nasıl icra ettiyse lisânın öylece hamd-ü senâ etmesidir.
2- Fiili hamd: Allah’ın rızâsını umarak, O’na teveccüh ederek bedeni ibâdet ve hayrata devam etmektir. İnsana lîsânıyla hamdetmek nasıl vacib ise her bir uzvu ile hamd etmek de öylece vâciptir. O yüzden Kur’an bazı yerlerde namaza ‘Hamd’ ismini vermiştir.
Nebi (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Elhamdülillâhi a’lâ külli hâl / her bir hal için Allah’a hamdolsun’ buyurmuşlardır. Kulun Allah’a hamd etmiş olabilmesi için her bir uzvunu ne için yaratılmışsa Allah’a kulluk ve O’na kurbiyet yolunda Şer-i Şerif’in beyan ettiği istikamette kullanması lazımdır.
3- Hâlî hamd: Ruh cihetiyle yapılan hamd’dır. İlmi ve ameli kemâlat ile muttasıf olunacak ahlâk-ı ilâhiyye ile ahlâklanmaktır.
Kavli hamd ile hamdeden, hamdettiği kemâl sıfatlarını ona isnat ile ta’rif etmiş olur. Evvela mârifet ehli olmak lazımdır. Nitekim kulun hamdi Allah’ı bildiği ölçüde kıymet kazanır. Arif bütün âzalarıyla hamdeder.
Kur’ân’da niçin Allah’a (celle celâlühû) hamdetmek gerektiğiyle ilgili olarak şu gerekçeler belirtilmiştir:
✧ Semavât, arz, karanlıklar ve nuru yarattığı için, (Enâm; 1)
✧ Eğrilik bulunmayan kitabını kuluna indirdiği için, (Kehf; 1)
✧ Zâlim kavimden kurtardığı için, (Müminun; 28)
✧ Bizden hüznü giderdiği için, (Fâtır; 34)
✧ Bizi hidâyet ettiği için, (A’raf; 43)
Hamd canlı bir kavramdır. Allah’ı tanıyıp sezdikçe hamd de derinleşir.
Hamd, gönülde iki yönde tezahür eder. Biri zevk, sevda ve ilâhi sanatın hayranlığıdır. Hamdin ikinci etkisi ise rızâ, sabır, bunun yanında pervasız bir yürekliliktir. Her Fâtiha okudukça kendi gölgemizi gönlümüzde izleyelim: Bu noktalara yaklaşım var mı?....
Kur’ân’da Allah’a (celle celâlühû) hamdettiği ifade edilen varlıklar:
1–Bütün varlıklar: «Her şey Allah’ı (ce ) hamd ile tesbih eder,» (İsra; 44)
2– İnsanlar: (İsra; 111, A’raf; 43, Müminun; 28, Neml; 15)
3– Melekler: «Biz seni hamdinle tesbih ederiz,» (Bakara; 30)
4- Gök gürültüsü: «Gök gürültüsü hamd ile tesbih eder,» (Ra’d; 13)
Şükür kayd-ı (bağlamak) nimeti mevcudedir
Sabır sayd-ı (avlamak) nimeti mefkuredir. Azmi Efendi
1- Hamîdiyet (hamd etmek).
2- Mahmûdiyet (övülmeye değer olmak).
3- Hamîdiyet ve Mahmûdiyet.
4- Mahmûdiyet ve Hamîdiyet.
Neden ‘Ahmedullah’ değil de ‘Elhamdülillah’?
1- Hamd kalp işidir. Kalbinde hazır olmazsa ‘hamd ederim’ demesi yalan olur. Ama ‘elhamdülillah’ dediğinde hamdın aslı kalbinde ister olsun, ister olmasın hak ve gerçektir. Gâfilâne de olsa bu sözü söylemek ibâdet ve itaat olur.
2- Kul, ‘Ahmedullah’ dese, sadece kendi hamdini ifade eder. Ama ‘elhamdülillah’ dese, hem kendi hamdı, hem de âlemin ilk yaratılışından mükelleflerin, Cennetlerin derecelerinde, Cehennemin derekelerinde yerleşmelerine kadar bütün hamdler dâhil olur.
3- Allah (celle celâlühû), ‘Ahmedullâhe’ demiş olsaydı, lâyıkı vechile hamdetmiş olmazdı. ‘Elhamdülillâh’ dediği zaman, insan sanki, ‘Ben kimim ki, O’nu öveyim. O, hamd edenlerin hepsinin hamdi ile övülmüştür’ demiş olur. Bu, şuna benzer: Şâyet sana ‘Falancanın senin üzerinde hakkı var mıdır?’ denilse, sen de ‘Evet’ desen, onu övmüş olursun. Fakat zayıf bir şekilde... Cevap olarak: ‘Benim değil, bütün insanların üzerinde hakkı vardır’ dersen, o takdirde onu en mükemmel bir şekilde övmüş olursun.
Hz. Mûsâ, sahrada elden, ayaktan, yoksun birinin cân-ı gönülden Allah’a hamdettiğini görür, sorar: Şu halinle neyine şükrediyorsun?’ Adam: ‘Ey Mûsâ, bir çok kimseye verilmeyen iman nimete hamd ediyorum, o gönlümdeyken sonu toprak olacak âzâların noksan oluşunun ne kıymeti var?’
3- (Rahman) rahmeti tüm varlıkları kapsayan, (Rahim) çok merhametli,
‘Rahman’, herkese olan fıtri rahmeti ifade eder. Cenâb-ı Hakk’tan ayrılmama, ehline ihsan ve hayır iradesi, ikabı (azabı) terk, hayra isabet, belayı kaldırmak, yolu beyan (tebyin) eden, yüce ve değerli nimet sahibi, kuldan suduru düşünülmeyen nimetleri ihsan eden. Bir kan pıhtısından bülbül gibi insan yaratması onun sonsuz ilim, kudret ve rahmetine işâret değil mi?
‘Rahman’; rahmeti her şeye vâsi olan. Bütün yaratıklarına umûmi ihsan eden, iki cihanda kullarına rızık veren, iki cihan saadetine hidâyet eden.
‘Rahman’da cebrilik vardır. Allah kainatı yaratırken bize sormamıştır. İşte bu cebrilik Allah’ın vahidiyetinin lafz-ı celâlden sonra gelen Rahman’ın muktezasıdır.
‘Rahman’, sırf Cenâb-ı Hakk’a has bir isimdir.
‘Rahman’, çocuğa tek başına isim olarak konulmaz. Resûlullah ‘Konursa, o çocuk şeytan olur’ demiştir.
Allah’ın tüm isim ve sıfatları Rahman ismine bağlıdır. Meselâ Allah ‘Hâdi’dir. Eğer sonsuz merhamet sahibi olmasaydı kullarını hidâyete ulaştırmazdı.
‘Rahman’ kelimesinin Kur’an’daki manaları:
1- Yaratmak (Mülk, 3)
2- Öğretmek (Rahman, 1-4)
3- İzin vermek (Taha, 109)
‘Rahman’ ismi Kur’an’da 57 yerde geçer. ‘Allah’ isminden sonra ikinci has isimdir.
‘Rahman’, lugatta ziyade acıyıcı, manasını ifade eder. Acıyıcılık ise acınması gereken bir mahluka başka bir mahlukun acıyıp tesirlenmesi demektir. Bu tesirlenme neticesinde acıdığı kişiye ihsan ve iyilikte bulunur.
Rahmet, kalp inceliği manasındadır. Allahu Teâlâ kalp vs. aza ve cevarihten münezzeh olduğu için kalp inceliğinin lazımı ve gayesi olan ihsan manasında mecaz olarak zatını Rahman ve Rahim sıfatlarıyla tavsif buyurmuştur. Şu halde Rahman ve Rahim demek, in’am ve ihsan edici demektir. Çünkü rahmetin asıl manası olan kalp inceliği ihsana sebeptir.
Rahmet in’am fiilini intac eder. Cenâb-ı Hakk tegayyür ve infialden münezzeh olduğundan, Onun için mecazidir. Bizim için acıma manasına olan rahmet, Cenâb-ı Hakk için irade-i hayr manasını taşır.
Varlıkların birbirine cazibesi, elektromanyetik olaylar ve interaksiyon hep Rahman tecellisinin hikmetidir.
290 defa ‘yâ Rahman’ diyerek duâ edenin dileği gerçekleşir.
Namazlardan sonra ‘Rahman’ ismini yüz defa okumak rızâ-i ilâhiye ve rahmetin yağmur gibi yağmasına vesile olur.
✧ Rahman Allah’tır. Çünkü bu kelimenin içerdiği şeyler kullardan meydana gelmez. Halbuki ‘Rahîm’ sıfatı, kullar için de kullanılır.
✧ Rağbet edicinin kalbi mutmain olsun diye, biri diğerinin ardından gelmiş.
✧ Rahman, yaratılmışların erzak ve maslahatlarında vus’ata şumulle rahmet sâhibi. Mümin ve kâfire umûmi. Rahim ise müminlere hastır. Nitekim âyette «ve kâne bi’l-müminîne rahîma.» (Ahzap, 43)
✧ Rahmet-i cemil ve dâimi ihsan sâhibi Rabb-i Celil’dir.
✧ ‘Rahim’, esirgeyip, bağışlayan; kendisinden istenildiğinde veren, istenmediğinde öfkelenendir. Oysa insan, kendisinden bir şey istendiğinde öfkelenir.
✧ ‘Rahim’, devamlı rahmettir. Zîrâ ‘faîlün’ sigası, kerim, zârif gibi dâimi sıfatlarda kullanılır. Sanki şöyle denmiştir: Azimü’r-rahmet, dâimü’l-ihsan.
✧ ‘Rahim’ kelimesinin Kur’an’daki manaları:
1- Ana rahmi (Ali İmran, 6)
2- Sevgi (akrabalık bağı) (Enfal, 75)
✧ Rahmetten çıktığı için nimete de rahmet denmiştir. Rahmanın takdimi mübalağa içindir.
✧ ‘Rahim’ ismi sabah namazından sonra yüz defa okunursa bütün yaratılanlar o kimseye merhamet eder.
✧ 288 defa ‘yâ Rahim’ diyen her türlü tehlikeden korunur.
✧ ‘Rahim’ ismi okunan su, ağaç köküne dökülürse meyvesi bol olur.
✧ ‘Rahman’ sıfat-ı müşebbehe, ‘Rahim’ ism-i fâil. Rahmetin fiilî kısmı. Karşılık vermek, ceza.
✧ Rahmet, hamd ve senâ zevkini artırır. Şu halde rahmete karşılık hamd etmek fıtrî bir vazifedir.
Rahmân, yüce ve değerli nitelikler içindir. Bunun hemen ardından da Rahim sıfatı geliyor. Bunun sebebi, kulun istekte bulunurken, Allah’dan değersiz bir şey istemesinin edebe aykırı olduğu vehmini def etmek içindir. Bu bakımdan ‘sen, ayakkabının bağından, çorbanın tuzuna varıncaya kadar herşeyini Allah’dan iste’ demek gibi bir anlam bulunmaktadır.
Rahîm, Rahmân’dan daha şiddetli, özel bir merhamettir ki, muhâtaplarını tüm dış tesirlerden muhâfaza ederek koruyan, kollayan anlamına gelir.
Rahmân ve Rahîm arasındaki derece farkını, ana ile çocuğu arasındaki merhamet bağıyla ifâde etmek mümkündür. Rahmân, ananın dünyadaki çocuğuna merhameti; Rahîm ise ananın rahmindeki çocuğuna merhameti gibidir. Çocuk ana rahminde iken onun özel koruması altındadır. Ona hiçbir dış etki tesir etmez. Çocuk dünyaya geldiğinde, ona şefkatle muâmele ederek yaptığı yaramazlıkları bile bağışlar ve onu korumaya devam eder. Fakat çocuk yine de dış tesirlere açıktır.
Yâni buna göre Rahmân özelliği tüm yaratıkları kapsar; Rahîm özelliği ise, sadece kendi hidâyetine tâbi olarak rahmine sığınanlara âittir.
Arapça ‘Rahmân’ kelimesi, mübâlâğa sigasıyla rahmet ve merhamet anlamlarını ihtivâ etmesine rağmen, bu ifâde bile Allah’ın sınırsız sıfatlarını ifâde etmekte yetersiz kalır. Bu nedenle bu yetersizliği kapatmak için aynı kökten türeyen bir kelime olan ‘Rahim’ kelimesi kullanılmıştır.
Bu âlemin durumu, hayır ile şerden, sevilen ve sevilmeyen şeylerden meydana gelmiş bir karışımdır. Şer her ne kadar çok ise de, hayır daha çok; hastalık çok ise de, sıhhat ondan daha fazla; açlık çok ise de, tokluk ondan daha çoktur. Bu durumda her akıllı insan, nefsinin dâima değişiklikler ve halden hale geçişler içinde olduğunu müşâhade eder. Sonra bu değişikliklerde baskın çıkanın, esenlik, huzur, güzellik ve rahatlık olduğunu görür. Yokluğundan sonra bir şeyin meydana gelmesini netice veren bu değişiklikler, kâdir bir ilâhın varlığına delâlet ederler. Bu değişikliklerde gâlip gelenin rahatlık ve hayır olması, bu ilâhın Rahîm, ihsan sâhibi ve kerim olduğuna delâlet eder.
Rahmân vâhidiyetin, Rahim ise ehadiyetin tecellisidir. Mesela güneş vahidiyetiyle bütün çiçeklere aynı anda ışık ve renk verirken, ehadiyetiyle de her çiçeğin yanında, her cam parçasının içindedir. Rahman olmasa var olmayacaktık. Rahim olmasa Allah’ın sanatını inceleyemeyecektik.
Suyun soğumakla ağırlaşması, moleküller arasındaki Rahman sırrından doğar. Ancak buz soğukla ağırlaşmamakta, aksine hafifleşerek dünyamızdaki hayata imkan vermektedir. Fizikteki bu kanun da Rahim tecellisidir.
Dünyanın kendi etrafındaki dönüş sürati evvela bir cazibe şeklinde vardır. Bu Rahmân tecellisidir. Fakat sonradan bu dönüş yirmidört saatlik bir gündüz gece ayarında sistemleştirilmiştir. Bu da Rahim sıfatının tecellisidir.
✾ Rahman
• Kullarla ilişki
• Günahı af.
• Korumak.
• Tevfik.
• Kullardan sudûru tasavvur olunan nimetleri verici.
✾ Rahim
• Fıtri rahmet, herkese.
• Cenâb-ı Hakdan ayrılmaz.
• Ehline ihsan ve hayır irâdesi
• İkâbı terk, hayra isâbet.
• Belâyı kaldıran.
• Yolu beyan, tebyin.
• Kuldan sudûru düşünülmeyen nimetleri ihsan eden.
Bu isimler Besmele’de zikrolunduğu halde, Fâtiha’da tekrar gelmesi, rahmet ve inayet-i ilâhiyenin herşeyden ziyade olduğuna, rahmetin çokluğuna işâret içindir. Rabbimiz âdeta şöyle diyor: ‘Rahman ve Rahim olduğumu iki kere söyledim ki benim rahmetle olan yardımımın, başka şeylerle olan yardımımdan daha çok olduğunu bilesin.’
Bu tekrarın hikmetleri:
1- Besmele’de geçen ‘Rahmân ve Rahim’ sıfatlarından anlaşılan iki rahmet, Allah’ın (celle celâlühû) Zâtına âittir. Buradaki rahmetler ise, kâmil sıfatlara mensuptur (yüksek sıfatlarla alâkalıdır).
2- Bu tekrar, Besmelenin Fâtihadan olmadığına işâret etmektedir. (Hanefi mezhebine göre böyledir.)
3- ‘Rahmân ve Rahim’ kelimelerini tekrar etmekle Allah (celle celâlühû) kullarını kendisini çok anmaya teşvik etmiştir. Zaten Allah’ı (celle celâlühû) çok sevmenin alâmeti, O’nu çok zikretmektir.
4- Allah (celle celâlühû) bütün âlemlerin Rabbi olduğunu zikrettikten sonra ‘Rahmân ve Rahim’ oluşunu tekrar ederek, bu Rabliğini ya Rahmâniyet, ya da Rahîmiyet sıfatıyla yaptığını beyan etmektedir. Bu sıfatlardan sonra da, cezâ gününün mâliki olduğunu zikretmektedir.
5- Bu tekrarlar, kulun bu rahmetlere hamd ederek kavuşacağına işâret eder. Zira beşerden Allah’a (celle celâlühû) ilk hamd eden, Âdem (as) olmuştur. Şöyle ki; o aksırınca ‘Elhamdülillâh’ dedi. O anda Allah (celle celâlühû) tarafından ‘Yerhamüke Rabbüke’ (Rabbin sana rahmet etsin) hitabına mazhar oldu.
6- Bu tekrar, tâlil içindir. Yani Allah (celle celâlühû) bu sıfatları takındığı için, bütün hamdlerin kendisine mahsus olduğunu beyan etmiştir. Zira bütün iyilikler O’ndan olduğu için, bütün hamdler de sâdece O’na mahsustur.
Esmaü’l Hüsna, Rahman ve Rahim’in tefsiridir.
Rahman ve Rahim; Latif, Rauf, Vedud, Veli isimleriyle anlam yakınlığı içindedir.
Abdullah İbnü Ömer rivâyet etti: Gazvelerin birinde Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile beraberdik. Derken bir kavme uğradık. ‘Siz kimsiniz?’ diye sordular.
‘Bizler Müslümanlarız’ dedik. Bir kadın tandıra yakacak atmakla meşguldü ve yanında oğlu vardı. Tandırın alevi yükseldikçe kadın çocuğunu uzaklaştırıyordu. Sonra kadın Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in yanına geldi ve: ‘Sen Allah Resûlüsün öyle mi?’ dedi. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Evet’ deyince, ‘Anam babam sana feda olsun! Allah (celle celâlühû) Erhamü’r Rahimin değil mi?’ diye sordu. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yine: ‘Elbette!’ buyurdu. Kadın: ‘Anne çocuğunu asla ateşe atmaz! Daha merhametli olan Allah (celle celâlühû) kullarını nasıl cehenneme atar?’ dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ağlayarak başını eğdi. Sonra başını kaldırarak: ‘Şüphesiz Allah (celle celâlühû), hak yoldan sapıp ona itaat etmeye tenezzül etmeyen ve tevhid kelimesini söylemekten imtina eden, kaçınan azgın kulundan başka kullarına azab etmeyecektir’ buyurdu.
«İbrâhim dedi ki: Rabbimin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?» (Hicr, 56)
«De ki: Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.» (Zümer, 53)
«Ey Rabbimiz! Rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve Senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru.» (Gafir, 7)
Bâzı olaylar vardır ki, insan bunu rahmet olarak değerlendirirken, bir külfet ve cezâ olabiliyor. Bâzen de bir külfet ve cezâ olarak kabul ederken, bir rahmet olabiliyor. Nitekim âyette şöyle buyurulmuştur: «Hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda iyi olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir.» (Bakara, 216)
Küçük bir kötülüğe uğramaktan korkarak büyük bir iyiliği terk etmek, en büyük kötülüktür. İnsanlara bir takım sorumluluklar yüklenmesi, ruhların bedensel ilişkilerden arındırılmasına yöneliktir. Nitekim cehennemin yaratılması, kötüleri iyilerin amellerine özendirmek; şeytanların yaratılması da kullar arasında dürüst ve samimi kimseleri ortaya çıkarmak içindir.
İnsan tabiatının hoşlanmadığı bir çok şeyde gizli sırlar ve hikmetler yatabilir. Eğer Allah’ın (celle celâlühû) rahmeti olmasa ve bu rahmet gadabını geçmeseydi, kâinatın varlığından söz edilemez ve Allah’ın Mün’im (nimet verici) isminin de bir anlamı olmazdı.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Eğer mümin, Allah katındaki cezâ miktarını bir bilse hiç Cenneti ummaz. Eğer kâfir, Allah’ın rahmetinin bolluğunu bir bilse rahmet ümidini hiç yitirmez.
✦ Allahu Teâlâ’nın yarattığı hiçbir şey yoktur ki ona galip geleni yaratmış olmasın. Rahmetini de gadabına galip kılmıştır.
✦ Nefsimi kudreti elinde bulunduran Allah’a (celle celâlühû) yemin ederim ki, Allahu Teâlâ kuluna, şefkatli bir annenin yavrusuna olan merhametinden çok daha şefkatli ve merhametlidir.
✦ Allah’ın (celle celâlühû) rahmeti gönlü kırık olanların yanındadır.
✦ Dilini tutana, zamanının kıymetini bilene, istikamette olana Allah (celle celâlühû) rahmet eder.
✦ Allah’ın rahmeti olmadıkça sizden birini ameli cennete sokamaz.
✽ ✽ ✽
Hayrı getiren sadece Allah’ın rahmetidir. İyilik hazinelerinin tamamı Allah’ındır. Bu hazinelerin kapısı ise, rahmettir. Kapı, kendi anahtarından başka anahtarla nasıl açılabilir ki? Allah’ın rahmet kapısının anahtarı ise, kulluk etmek ve yakarmaktır. Kim bu anahtarı korur ve onunla gelirse, kapılar açılır ve hazinelere girer. Kim de o hazinelere girerse, orada gönüllerin arzuladığı ve gözlerin lezzet duyduğu sayısız nimetler bulur.
Allah’u Teâlâ Tevrat’ta Hz. Mûsâ (as)’a şöyle vahyetti:
‘Ey Mûsâ! Muhammed Ümmeti senede bir ay oruç tutar. Bu da Ramazan ayıdır. Onların tuttuğu her bir güne karşılık, Cehennem azabıyla onların arasına yüz gün uzaklığında bir mesafe koyarım. Onların yaptığı tatavvu (güzel ve müstehab) olan amelin karşılığında farz amelin mükâfaatını veririm. Bu ay içinde, onlardan günahlarına bir kere dahi samimi olarak tevbe edenler için bir gece ayırdım. Bu gecede ya da bu ay içinde ölürse otuz şehit sevâbı alır.
Ey Mûsâ! Muhammed ve Ümmeti benim kutsal beldeme (Belde-i Haram) koşuyorlar. Âdem (as)’ın haccını, İbrâhim (as)’ın sünnetini yapıyorlar. Onlara, Âdem (as)’a verdiğimi vereceğim. İbrâhim (as)’ı dost edindiğim gibi onları da dost edineceğim.
Muhammed (as) ve ümmeti zekât veriyor. Bu zekât ile onların ömürlerini uzatacağım. Âhirette de onlara mağfiret edeceğim, ebedi olarak Cennette kalacaklar. Ey Mûsâ! Ben, çok verenim. Oysa bana ibâdet edenden çok şey istemem.
Evet, ey Mûsâ! Ben onlara bir şeyi farz kıldığımda, yerine getirilmesini isterim. Oysa diğer ilâhlar kullarına benim yaptığım muameleyi yapmazlar. Ey Mûsâ! Ben anlatılamayacak kadar cömert bir Rabbım. Ey Mûsâ! Rahmetim, Ahmed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ümmeti için şart olmuştur.’
Allah (celle celâlühû) Dâvud’a şu emri verdi: Günahkârları müjdele. Hiçbir günah, bağışlamamdan, affımdan büyük olamaz. Sıddıkları korkut; amelleri ile övünmesinler. Çünkü bir kişiye adâletimi ve hesabımı tatbik edersem, o ancak helâk olur.
İnsan 70-80 senelik koca bir ömrü isyan ve günahla geçirmiş olsa; ne kadar kötü, ne kadar gaddar, ne kadar merhamet ve şefkatten yoksun olsa bile, onun bütün kusurlarını ‘tevbe ettim’ sözüyle silen Allah’ın (celle celâlühû) rahmetine, kerem ve ihsanına hayran olmamak mümkün mü?
Rahmet-i ilâhi olmadıkça hiçirşey vücut bulmaz.
Allah’ın insanlara karşı rahmeti o kadar çok olur ki, Allah’ın rahmetinin ve şefaatçilerinin şefaatinin bolluğunu gören şeytan bile ümitlenip ortaya çıkacaktır.
Allah’ın rahmeti, insan merhameti gibi değildir. Çünkü insan merhametinin mizacında, gam ve keder vardır.
Mahlûkun merhameti elemle karışıktır. Hakk’ın rahmeti ise, gam ve gussâdan münezzehtir.
Allah’ın rahmeti, vehme bile sığmaz, yalnız eseri gözükür.
Allah’ın rahmeti, eserleri ve meyveleri meydanda olduğu için onları herkes görür.
Günah işlemek kulu rahmet-i ilâhiden uzaklaştırır.
Allah (celle celâlühû), kullarını, kendi emirlerini ifa etmekte tembelce hareket edeceklerini bildiği için, emirlerini kulları üzerine farz ve vâcip kıldı. Bu farz ve emirlerde kullarını zincirle cennete çekmiş bulunuyor.
Allah her fakirin gözeticisi, her düşkünün yücelticisi, her zayıfın kuvveti ve her dertlinin sığınağıdır. Halid b. Velid
Rahim lafzı, Besmelede ve Fâtihada olmak üzere, her rekâtta ikişer kere tekrar edilir. Tek bir rahmetin zikri, Hz. Meryem’in kurtulmasına sebep olunca, ömür boyu bu kadar rahmeti zikretmek, müslümanların cehennemden, rezil rüsvay olmaktan kurtuluşlarına sebep olmaz mı?
Ruhu’l Beyan Tefsiri’nde anlatıldığına göre karga, yumurtadan yeni çıkan yavrusu kızıl et gibi olduğundan korkup kaçar, sinekler de gelip yavrunun başına üşüşürmüş. Karga yavrusu da başına üşüşen sinekleri yutar ve onlarla gıdalanırmış. Tüyleri bitmeye başlayınca da ana karga yavrusunun yanına dönermiş. Bu yüzden Allah'a: ‘Ey yuvasındaki âciz karga yavrusuna bile rızkını veren’ diye nidâ edilir. Nesillerini devam ettirebilmeleri için hayvanlara sevgi veren Allahü Teâlânın kudreti sonsuzdur.
Yırtıcı kuşlar ve bazı hayvanlar yavrularına hiçbir zarar vermeden uzak yerlere götürürler. Yarasalar emin yer bulana kadar 2-3 gün yavrularını sırtlarında taşırlar.
Aksilokop hayvanı yumurtladıktan hemen sonra ölür, yavrusunu hiç görmez buna rağmen yumurtadan çıkacak yavrusuna gösterdiği ihtimam dikkate şayandır. Yavrusu bir sene gıdasını temin etmeye muktedir değildir. Bundan dolayı anne, bir ağaç parçasında uzunca bir oyuk meydana getirir. Çiçek yapraklarını ve bazı yumuşak dalları buraya doldurmaya başlar ve oraya bir yumurta bırakır. Sonra ağaçtan çıkardığı tozları hamur haline getirip tavan yapar. Bundan sonra başka bir yuva yapmaya koyulur. Buraya bıraktığı yiyecekler, bu yavruya tam bir sene yeter.
Eşek arısı toprakta kazdığı çukura yumurtasını bırakmadan önce avladığı hayvanları da yumurtanın yanına bırakır. Sonra üstünü örter.
Yapılan araştırmalarda, bir serçenin yeni çıkmış bir yavrusu için günde 1217 kere gıda aramak için sefer yaptığı tespit edilmiştir.
Küçük kurtçuklardan bazıları vardır ki yavruladığında karınca ısırmasın diye yavruyu iki gün havada tutar. Çünkü yavru başlangıçta et parçasıdır sonra kademe kademe gelişir.
Yavrularının kaybolması üzerine hayvanlardaki üzüntünün, araştırmalara göre insanlardan daha çok olduğu tahmin edilmektedir.
At, yavrusu öldüğünde acı acı kişner, gözlerinden yaşlar akar, ölüsünün başına kimseyi yaklaştırmaz. Gömdükten sonra başında bekler. Yemeden içmeden kesilir. Bazılarında bu üzüntü, ölümle neticelenir.
Kanguru, tehlike görünce yavrularını karnındaki torbaya doldurup kaçar.
Akrep yavruları, anne akreplerin vücutlarının içinde gelişirler ve ince bir keseye dolanmış olarak doğarlar. Anneleri bu doğum kesesini, kuyruğunun ucundaki iğnesiyle yırtarak açar. Yavru akrepler serbest kalır kalmaz annelerinin sırtına tırmanırlar. İlk başta zayıftırlar ve sık sık yere düşerler. Ayaklarının altındaki özel tabanları, onların tekrar tırmanmalarına yardımcı olur. Yavrularına karşı aşırı derecede koruyucu olan anne akrep, gece avlanmaya giderken de yavrularını beraberinde götürür.
Su kuşlarından olan Grebeler yavrularını sırtlarında taşırlar; bu nedenle ebeveynler yavrular için âdeta yüzer bir yuva gibidir. Yavrular anne babalarından birinin sırtına çıkar. Anne, yavrularının üstünden düşmemesi için kanatlarını hafifçe yukarıya doğru kaldırır ve başını yana doğru uzatarak yavruları gagasına aldığı besin parçalarıyla besler. Fakat Grebeler'in yavrularına verdikleri ilk şey gerçek bir besin değildir. Grebeler yavrularına ilk olarak su üstünden topladıkları ya da göğüslerinden kopardıkları tüyleri yedirirler. Her yavru oldukça fazla miktarda tüy yutar. Peki acaba bu ilginç ikramın sebebi nedir?
Yavruların yedikleri bu tüyler sindirilemez, ancak yavrunun midesinde birikir. Bir kısmı bağırsağa açılan noktada keçeleşir. Balıkların kılçıkları ve diğer besinlerin sindirilmeyen kısımları burada birikir. Böylece sivri kılçıkların veya böceklerin sert bir parçasının yavruların midesinden geçerken, bağırsakların narin çeperlerine zarar vermesi önlenmiş olur. Bu tüy yeme tecrübesi, kuşun tüm hayatı boyunca devam edecektir. Ancak ilk yedirilen tüyler yavruların sağlığı açısından alınan önemli bir tedbirdir.
Kapına her varlık muhtaç, Lütfundan bize kapı aç
Hergün yeni bir rahmet saç, Rahmeti vâsi Allahım. M. Balcı
Penguenlerin kuluçkaya yattıkları dönem kutup kışına rastlar. Üstelik kuluçkaya yatan da dişi değil, erkek penguendir. Penguen çiftini bu zamanda -40°C'ye kadar düşen soğuğun yanında bir de buzul dağları zorlayacaktır. Kış boyunca buzullar gittikçe büyüyecek, kuluçka yeri ile en yakın besin kaynaklarının bulunduğu deniz kıyısı arasındaki mesafe fazlasıyla artacaktır. Bu mesafe bazen 100 km'yi geçer.
Dişi penguenler sadece bir yumurta yumurtlar ve kuluçka görevini erkeklerine devredip denize dönerler. Erkek kuluçkaya yattığı dört ay boyunca hızı zaman zaman 120 km'yi bulan kutup fırtınalarına karşı koymak zorundadır. Bu süre içinde sürekli yumurtaların başındadır, bu yüzden avlanamaz. Zaten en yakın yiyecek kaynağı birkaç günlük mesafededir. Dört ay boyunca hiçbir şey yemeden yatan erkek bu süre zarfında yarı yarıya kilo kaybeder. Ama asla yumurtayı terk etmez. Aylarca aç kalmasına rağmen av bulmaya çıkmaz, açlığa katlanır.
Dört ay sonunda yumurtalar kırılmaya başladığında, dişi geri gelir. Bu dört ay boyunca, yavrusu için çalışmış, kursağında yemek biriktirmiştir. Kursağındakileri boşaltarak bakım işini üstlenir. Bahar geldiğinde buzul erimeye başlar ve buz tabakası üzerinde denizin ortaya çıktığı delikler belirir. Artık anne ve baba bu deliklerden balık avlayarak beslenir, yavrularını da aynı yiyecekle beslerler.
Yavrunun beslenmesi için ebeveynler bazen uzun süre hiçbir şey yemezler. Ayrıca her yerin buzlarla kaplı olduğu ortamda yuva yapma olanağı yoktur. Anne ile babanın, yavruyu buzun soğuğundan korumak için yapabilecekleri tek şey, yavruyu ayaklarının üstüne koyup, karınlarıyla ısıtmaktır.
Şefkat konusunda babaların önde olduğu bir diğer örnek: Kedibalığı. Kedi balığının dişisi yumurta zamanında yumurtalarını rasgele ortalığa serpiştirir. Onu takip etmekte olan baba bu yumurtaları ağzıyla toplar ve tam iki veya üç hafta bunları dişlerinin arasında patlatmadan sımsıkı saklar. Rahmet-i ilâhinin verdiği babalık şefkati ile, bu süre zarfında hiçbir şey yemediği gibi, dalgınlıkla ağzını açsa yumurtaları yutması işten bile değildir. Baba ve yavrular yalnız rahmetle beslenirler ve zamanı geldiğinde babanın ağız boşluğunda çatlayan yumurtalardan yavrular sağ sâlim çıkar.
Alytes obstetricans türü kurbağalarda dişi kurbağa sadece yumurtalarını bırakır. Bu yumurtaları baba kurbağa görüp gözetir. Yavrular yumurtadan çıktı mı, onları sırtına alan veya karnına yapıştırarak yüzmeye alıştıran yine babadır.
Çıkarırısın inci mercan, gemilere medar umman
Sonunda yok olur her can, Gafûru’r Rahim Allahım. M. Balcı
Babalık şefkati konusundaki asıl rekor, Güney Amerika’da yaşayan ‘Rhinoderma’ ismindeki küçük kurbağa türündedir. O kadar ki, dişisinin bırakıp gittiği yumurtaları, erkek bir saniye bile terk etmez ve bu bekleyiş en az yirmi gün sürer. Nihâyet yumurtaların birinden bir embriyon çıkınca, babanın ilk işi onu yutarak, omuz-boyun bölgesindeki ses torbasının içine yerleştirmektir.
Derken embriyonlardan yirmi tane kadarı burada istiflenir ve değişim safhalarını orada geçirmeye başlarlar. Ses keseleri şeffaftır ve tıpkı torba biçiminde bir akvaryuma benzemektedir, Rahmet-i Sonsuz tarafından ses keselerinin içine yavruların beslenmesini sağlayacak bir sıvı yerleştirilmiştir.
Küçükler büyüdükçe burası onlara dar gelmeye başlar ve nihâyet büyüme işi bir yerde durur. O vakit baba için kurtuluş günü geldi demektir. Bacaklarının üzerinde şöyle bir doğrulur ve ağzını mümkün olduğu kadar açarak içindeki kurbağaları teker teker dışarıya boşaltır. Bütün bu eziyet ve sıkıntılar, erkek kurbağaya sevk-i İlâhi ile verilmiş olan babalık şefkatinin neticesidir.
Merhametliler merhametlisi belki de babanın gösterdiği bu merhameti zayi etmemek maksadıyla, kurbağaların öldürülmesini yasaklamıştır.
Bunun daha ileri bir derecesi, ‘denizatı’ veya ‘deniziğnesi’ dediğimiz, suda dikine yüzen, sert kabuklu ve vücudu halka halka olan balıklarda görülür. Bunların dişisi ile erkeği dikine olarak karşı karşıya geldikleri vakit, birbirlerinin etrafında sanki raks ederler.
Aslında bu bir kovalamacadır ve dişisi erkeğin peşindedir. Zaman zaman birbirlerine değdikleri de olur. İşte bu birkaç saniyelik dokunmalar esnasında dişi, erkeğin karnında taşımakta olduğu kanguru cebine benzer bir yere içinde bulunan iki-üç yüz yumurtalık bir paket bırakıverir. Ondan sonra da bu bir anlık eşinin yanından uzaklaşıp gider. Bir süre sonra babada hamileliğin ilk belirtileri başlar: Vücudu yuvarlaklaşır ve kırkbeş gün süre ile karnı burnunda dolaşır. Sonunda vakti gelince bir sürü minik denizatını doğuruverir.
Kuzey Amerika’nın orta ve güney kısımlarında, yumurtadan yeni çıkan yavru su kaplumbağaları ile levrek balıkları, gölde birlikte yaşar. Levrekler, yavru su kaplumbağaları büyüklüğündeki diğer canlıları, mesela karidesleri yerken bu minicik kaplumbağaları yememektedir.
Kaplumbağa yavrularının kendilerini levreklerden nasıl koruduğunu araştıran ilim adamları, şu tespite ulaştılar: Levrek, kaplumbağa yavrularını yutmaya kalktığında, minicik yavru çenesiyle sesler çıkararak ve pençeleriyle de levreğin ağzını tırmalayarak balığı rahatsız edip; levreklerin ağzından kurtulmaktadır.
Bunun sebebini araştıran zoologlar, yavrunun gövdesinin altında parlak ve koyu renkte şekillerin olduğunu gördüler. Muhtemelen bu şekiller levreklerin hafızasında unutamayacakları acı bir ikaz hatırası olarak kalmakta, aç olmalarına rağmen bir daha onlara saldırmamaktadırlar. Rahmet-i Sonsuz, büyüyünceye kadar korunabilmeleri için kendilerine böyle bir savunma mekanizması ihsan etmiştir. Zira kaplumbağalar, levreklerin kendilerini yiyemeyecekleri kadar büyük bir hale geldikleri zaman bu şekiller de yok olmaktadır.
✽ ✽ ✽
İki arkadaş kampa giderler. Gece çadırlarında uykuya dalarlar. Birkaç saat sonra biri uyanır ve arkadaşını dürtükler.
– Yukarıya bak ve ne gördüğünü söyle!
– Milyonlarca yıldız görüyorum.
– Bu sana neyi gösteriyor?
– Astronomik olarak; milyonlarca galaksinin ve dolayısıyla milyarlarca gezegenin varlığını gösteriyor. Yıldızların konumuna bakarak; saatin dört olduğunu çıkarıyorum. Teolojik olarak; Allah’ın bu muazzam kudretini ve kendi acizliğimizi görüyorum. Meteorolojik yönden de; yarın havanın çok güzel olacağını tahmin ediyorum. Peki sen bunu bana neden sordun?
Diğeri bunları dinledikten sonra, arkadaşına serzenişte bulunur:
– Yapma arkadaşım. Baksana! Çadırımızı çalmışlar!
✽ ✽ ✽
Üstünde yaşadığımız dünyayı ve kâinatı düşündüğümüzde; o kadar muhteşem bir düzen ve intizam görürüz ki, milyonlarca yıldan beri tekrarlanıp duran bu olağanüstü güzelliğin, tesâdüfen meydana gelmesi imkânsızdır. İsterseniz bâzı örnekler verelim:
1- Yerkürenin kabuğu şimdiki durumundan birkaç ayak uzunluğunda daha kalın olsaydı, karbondioksit oksijeni emerdi. Böylece dünyada canlılar yaşayamazdı.
2- Atmosfer tabakası şimdikinden daha ince olsaydı, her gün atmosferin dışında meydana gelen akkor göktaşları (meteor) yeryüzünün her tarafına çarparak yanabilecek her şeyi yakıp kül edecekti.
3- Güneşimiz şimdiki ışığının yarısını verseydi, donardık. Aksine bir kat daha fazla verseydi, yanar kül olurduk.
4- Ay, şimdikinden 20 bin mil daha yakın olsaydı, her gece meydana gelen iki med (deniz kabarması) olayı yüzünden, bütün yeryüzü dağlarıyla birlikte suların altında kalırdı.
5- Geceler şimdikinden on kat daha uzun olsaydı, yaz güneşi gündüzleri ekinlerimizi kavuracak, gece soğuğu da donduracaktı.
6- Havadaki oksijen % 20 yerine % 50 veya daha fazla olsaydı, dünyada yanmaya müsâit herşey, bir şimşek çakmasıyla tutuşup kül olacaktı. O durumda tutuşan bir dal, çevresindeki tüm ormanları mutlaka yakardı.
7- Yağmur olmasaydı, yeryüzü, üzerinde hayat bulunmayan bir çöle dönerdi. Rüzgârlar, denizler ve okyanuslar olmasaydı hayattan eser kalmazdı. Su, tuzdan süzülmeden buharlaşsaydı, hayat olmazdı. Yine buhar, havadan hafif olmasaydı hayat olmayacaktı.
8- Suları tatlı olsaydı okyanuslar kokar; bu koku yüzünden de dünyada hayata yer kalmazdı. Zira tuz, kokuşma ve bozulmayı önler. Klor, sodyumla birleşmemiş olsaydı tuz bulunmayacak, bu yüzden de hayat olmayacaktı.
9- Dünyanın ekseni, şimdiki 23 derece eğim yerine düz ve hareketsiz olsaydı, okyanus ve denizlerden buharlaşan sular, dünyanın sâdece iki yerine, kuzeyle güneye yağmur hâlinde inecek; buz kütleleri oluşacak, yaz ve kış hep devam edip gidecekti. Neticede canlılar ve insanlar yok olacak, hayat olmayacaktı.
10- Dünya Merkür gibi olsaydı, sadece bir tarafı sürekli olarak güneşe karşı dönecek; güneş etrâfındaki dönüşü sırasında kendi ekseni etrâfında ancak bir kere dönebilecekti. Başka bir tâbirle, dünyanın bir tarafı her zaman gece, öbür tarafı da her zaman gündüz olsaydı, hiçbir kimse gece ve gündüz boyunca hayatını sürdüremeyecek, böylece hayat kalmayacaktı.
11- Çekim kânunları olmasaydı, atom ve atomun parçaları nereden bulunacaktı? Güneş nasıl güneş, yer nasıl yer olurdu? Şâyet vârolsaydılar şimdiki yerlerinde nasıl duracaklardı? Yerlerinde durmuş olsalardı, dünyada hayat nasıl olur, insan nasıl yürüyüp hareket ederdi?
12- Çekim kânununun olmasıyla birlikte, dünya ay kadar küçük, ya da şimdikinin dörtte biri kadar olsaydı; onu koruyan atmosfer tabakasıyla denizin koruyuculuğu ortadan kalkacak, ısı derecesi öldürücü seviyeye yükselecekti.
13- Elektronlar, protonlarla birlikte birbirine yapışık olsaydı, dünya yumurta büyüklüğünde olurdu. O zaman insan ve diğer varlıklar olamazdı.
14- Elementler birbirleriyle uyuşup kaynaşmasalardı, ne toprak, ne su, ne ağaç, ne hayvan, ne de bitkiler olurdu...
15- Isı kânunu mevcut olmasaydı, yeryüzü soğumayacak ve yaşamaya elverişli hâle gelmeyecekti.
Rahmetli hocam Fahri efendi hazretleri anlatmıştı;
‘Üsküdar’a her hafta vaaza giderken iskelede bildik bir poğaçacıdan poğaça alıyordum. Bir tane de, her hafta aynı yerde hazır bulunan bir köpeğe...
Köpek paketi açmadan poğaçayı alıp gidiyordu. Merak edip araştırdım, meğer bu köpeğin sahibinin gözleri görmez olmuş, o bu poğaçaları sahibine götürüyormuş. Kudret-i İlâhiye karşısında şaşırmamak mümkün mü?’
✧ Kulum, rahmetime kavuşmayı severse, ben de onun rahmetime kavuşmasını isterim. Benim rahmetime kavuşmaktan hoşlanmayan kulumun ise, rahmetime kavuşmasından hoşlanmam. Hadîs-i Kudsî
✧ ‘Rahmetim gadabımı geçti’ buyuran Yüce Rahman, bu rahmetin ancak yüzde birini dünyada, doksan dokuzunu âhirette ihsan edeceğini bildiriyor. Bu bizim gibi günahkar, biçare kullar için muazzam bir sığınak. Çünkü o zaman her zamankinden çok buna muhtacız. Çünkü elimizden bütün imkanımız kaybolmuş, fırsatlar kaçmış, alemin düzeni bozulmuş, O’ndan başka barınak, sığınak kalmamış. Ne feryadımıza imdat eden, ne perişanlığımıza acıyan kimse yok. Çareler tükenmiş, ümit kapısı kapanmış, Kebirü’l Müteal’den başka kimsede güç, takat, imkan yok. Kimseden bedel alınmaz, kimseye fidye ödenmez. Acizliğin, imkansızlığın doruk noktası. Rabbimizin engin rahmeti olmasa halimiz nice olur? Bize kim acır? Ana-babanın evladından kaçtığı gün bize kim imdat eder?
✧ Aziz ve celil olan Allah (celle celâlühû) semavat ve arzı yarattığı gün, yüz rahmet yaratmıştır. Bunlardan birini arza indirmiştir. İşte bunun sayesinde bir anne çocuğuna karşı şefkat duyar, hayvanlar, kuşlar birbirlerine şefkat duyarlar. Allah geri kalan doksan dokuz rahmeti, kıyâmet günü için saklamıştır. Kıyâmet gününde onları yüze tamamlayacaktır. Hadîs-i Şerîf
✧ Kesilecek kuşa bile merhamet eden kimseye, Hz. Allah kıyâmet günü rahmet eder. Hadîs-i Şerîf
✧ Benim ümmetime merhamet olunmuştur. Onların azâbı, dünyada fitne ve zelzele olur. Kıyâmet günü gelince, her birine bir kâfir verilir ve cehennem için ‘bu sana fedâ olmuştur’ denir. Hadîs-i Şerîf
Merhamet, insanların başka yaratıklara iyilik etmeye ve onlara acımaya yönelten bir duygudur. Yaratılmışların hepsine sevgi ve şefkatle yaklaşma, onlara iyilikte bulunma, onları koruma ve kurtarma, onlara zor durumlarda yardım etme, bağışta bulunma, gerektiği zaman affetme gibi bütün güzel davranışlar merhamet anlayışından, merhamet duygusundan kaynaklanır.
Merhamet ve rahmet, muhtaç ve belaya uğramış birini sıkıntıdan kurtarmayı ve beraberinde ona iyilik etmeyi, yardımda bulunmayı hedef edinen bir acıma duygusudur. Bu duygu, şefkat ve acıma ile başlar, yardım ve nimet vermekle sonuçlanır.
Merhametli kişi ayrım yapmaz. Çünkü merhamet, karşı tarafın kimlik ve kişiliğini gözetmeden herkese eşit dağıttığımız bir acıma duygusudur. Merhametin zıddı egoizmdir. Bu iki duygu, tahterevallinin iki ucu gibidir. Merhamet arttıkça bencillik, bencillik arttıkça merhamet azalır.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Cennete ancak merhametli olan girer.
✦ Merhamet ve ibâdetin en hayırlısı gizli sadaka vermek ve inziva köşesinde ibâdet etmektir.
✦ Allah’a en sevimli kul, iyaline merhametli olandır.
✦ Küçüklerimize acımayan ve büyüklerimize saygılı olmayan bizden değildir.
✦ Bir kimse, dünyada din kardeşinin bir ayıbını örterse, Allah da (celle celâlühû) dünya ve âhirette onun ayıbını gizler. Bir kimse, din kardeşinin dünyalık sıkıntılarından birini kaldırırsa, Allah da (celle celâlühû) onun Kıyâmet günü sıkıntılarından birini alır. Kul, müslüman kardeşinin yardımında oldukça, Allah da (celle celâlühû) onun yardımındadır.
✽ ✽ ✽
✧ Merhamet hem zekayı aydınlatırken hem de kalbi ısıtır.
✧ Her tutku ölür, her aşk tükenir; fakat merhamet duygusu her şeyden fazla yaşar. Onu hiçbir şey yıpratmaz. Yaşam, onu durmaksızın besler.
✧ Bağışlanmak ve merhamet karşılıklıdır.
✧ İmanın ilk meyvesi merhamettir. Ondan uzak bir gönül canlı değildir. Her hayrın başı olan besmele ve Fâtiha, Allah’ın Rahman ve Rahim (merhamet) isimleri ile başlar.
✧ En güzel huy merhamet, yumuşaklık ve inceliktir. En kötü huy kibir, alay ve cefadır.
✧ İnsanların Hak katında değeri arttıkça merhameti de artar. Gönenli Mehmed Efendi
✧ Rahmet ve merhamet, musibet nisbetindedir.
✧ Merhametin gereği defi mazarrat, celbi menfaattır. Hoşgörü, diğergamlık, değer vermek, üretmek, çoğaltmak, dengelemek, sahip çıkmak, korumak hep merhamet eseridir.
✧ Kendine şefkatli davranan başkasına zulmetmez. Hz.Ali
✧ Katı kalp, korku ve şükür için akıtılan gözyaşıyla yumuşar. En sevimli kalp yumuşak ve ince olandır.
✧ Kuvvet merhametle, kurtuluş doğrulukla beraberdir.
✧ Muhakkak Allah yeryüzündekilerin duâsından dolayı kabirdekilere dağlar kadar rahmet verir. Dirilerin ölülere hediyeleri duâ ve istiğfardır. Hadîs-i Şerîf
✧ Merhamet ancak ilim ve takvâ ile elde edilir.
✧ Kulun iyi ve ermişlerden olmasının alâmeti, bütün müslümanlara karşı şefkat ve merhametinin çok oluşudur. Merhamet, din rütbelerinin en yükseklerindendir. Hasan-ı Basrî
Yaratan rahmetini kahrından üstün saydı
Ne olurdu halimiz gözyaşı olmasaydı? N. Fâzıl
✧ Sana kötü huylu bir kimse anlatıldığı zaman ona acımak sûretiyle iyiliğine ihtimam göstermezsen ondan daha kötü biri sayılırsın. Yanında iyi bir kimse anlatıldığı zaman Rabbine kulluk tadını kalbinde bulamazsan kötü bir kimsesin. Şakik
• Ölçüyü kaçırdığında
• İfrat ve tefritte
• Namaza seslemeye kıyamayınca
• İslâm dışı kıyafetlere göz yumunca
• Saygısız davranışlarına tepki göstermeyince
• Günah işlemesine yardımcı olunca
• Allah için tepki gösterenleri yalnız bırakınca
• Kötü alışkanlıklara göz yumunca
• Bütün arzulara cevap verince
• Yapabileceği şeyi yapmayıp, sorumluluktan kaçmaya alıştırınca
• İsrafa, vakit harcamasına, çok yiyip, çok uykusuna, çok giymesine engel olmadıkça
• Farz olan ilimleri öğrenmekteki gevşekliğine göz yumunca
• Darılıp küsmesini önemseyince.
✧ Allah’ın zikri dışında kalan konuşmaları uzatmayınız, sonra kalbiniz katılaşır. Katı kalp ise Allah’tan uzaktır. Ancak siz bunu anlayamazsınız. Rabbinizin güzel vasıflarını taşımaya çalışınız, kulların ayıbını görmeyiniz. Onları görmek isterseniz, kendinizi kul kabul ediniz de öyle görünüz.
✧ Belaya çarpılmışlara merhamet duygusu besleyiniz. Afiyet üzerine olunca da Allah’a hamd ediniz. Mâlik b. Enes
✧ Kendine merhameti olmayanın başkalarına merhameti olmaz. Sâdık dost, dostunun sevincine ve üzüntüsüne ortak olandır.
✧ Kulun iyiliğinin alâmeti, bütün Müslümanlara karşı şefkat ve merhametinin çok oluşudur.
✧ Acıma duygusu bireyde yoksa, toplumda; toplumda yoksa, bireyde olmaz.
✧ Bütün yasaları, tasarıları, inançları tek bir sözcüğe indirgerseniz sonuç merhamettir.
✧ Herkesin acımasız olduğu bir dünyada, acıyı acıda olandan başkası duymaz, bilmez, görmez, algılamaz.
✧ Müslüman, insanlarla alakasında haşin ve gaddar değil, müşfik ve mülayim olur.
✧ Merhamet duygusu eğer kalplerden çıkarılsa, akıl ve zeka o insanların kötülüklerini artırdıkça arttırır. Onları dehşetli canavarlar haline getirir.
✧ İnsanlara merhameti öğretiniz; bir gün size de lazım olur.
✧ Merhameti kalpte muhafaza etmek için mümkün olduğu kadar kalbi temiz tutmaya, mânevi kirlerden tevbe ve istiğfarla arınmaya gayret etmek gerekir.
✧ Dünya ve içindekiler insandan merhamet bekler.
✧ Allah’ın (celle celâlühû) cehennem ateşinden korumasını isteyen kimse, müminlere karşı çok merhametli ve ince kalpli davransın. Hz. Ebûbekir
✧ Allah (celle celâlühû) her fakirin gözeticisi, her zayıfın kuvveti ve her dertlinin sığınağıdır. Halid b. Velid
✧ Çokluk, israf, merhameti yok eder.
Merhamet; muhtaca ilgi, bilgisize bilgi, dertliye hakkı ve sabrı tavsiye, güçsüze yardım, yaşlıya danışmak, hürmet ve ilgi, saygıya layık olana saygı, kederliye teselli, aç olanı doyurmak, gadaplıya sabır, alttan alma, kötülüğe iyilik, şüpheciye delil, çocuklara zaman ayırma, isteyeni boş çevirmeme, günahkara nasihat
En az merhamet gösterenler, en büyük günahları işleyenlerdir.
Seni seveni araman, seni arayanı hatırlaman nefsinin emridir. Asıl kişi o kimsedir ki, sevmeyenleri sever, aramayanları sorar. Ahmed Eflâki
Dehşeti maziyi getir yâdına
Kimse yetişmez yarın imdadına.
Merhametin yok diyelim nefsine
Merhamet etmez misin evladına?
✧ Rahmet Umûmi Olursa Rahmettir. Hadîs-i Şerîf
✧ Allah (celle celâlühû), sonsuz merhamet sahibidir. İnsanları bu merhameti sebebiyle yaratmış ve onlara sayısız nimetler vermiştir. ‘Rahman’ ismini kâinat sayfalarında okumak mümkün.
✧ Ağaçlar çamur emip, meyvelerine özsu içiriyor. Hayvanlar, yavruları uğruna yüzlerini yerlere sürüyor. Bitkiler ve hayvanlar, ellerine verilen nimetleri insanlara takdim edebilmek için âdeta birbiriyle yarışıyorlar.
Bizim yaşayabilmemiz için güneş parlıyor, rüzgâr esiyor, yağmur yağıyor, mevsimler değişiyor. Dünyanın efendisi olan insanlar uğruna bulut su taşıyor, toprak bitkilere annelik ediyor. Bahar ve yaz sofraları bizim için seriliyor, meyve ve sebzelerde hep büyük bir rahmet sergileniyor.
Bu durumda iki ihtimâl var: Ya bütün varlıklar insanı tanıyor, ihtiyaçlarını biliyor ve onlara acıdığı için yardıma koşuyor. Veya bizi bilen, merhametiyle bütün unsurları emrimize veren bir Rabbimiz var.
Akılsız, şuursuz ve câhil yaratıkların insanı tanıması ve ihtiyaç anında imdadına koşması ise mümkün değildir. Şu halde, o Rahman’ın şefkatiyle nimetleniyoruz.
✧ Kim insanlara acımazsa, Allah da ona acımaz. Fudayl b. İyad
✧ Oturup kalktığın kimselerle kaba ve sert olmak yerine yumuşak ve şefkatli olmayı tercih etmek, Allah’ın (celle celâlühû) merhamet sıfatının, kahır sıfatı üzerine geçtiğinin delillerindendir. Sen, merhamet, şefkat ve yumuşaklık meydanında yarış et ki, rahmeti, gazabının önüne geçmiş olan Allah da sana rahmet ve merhamet etsin.
✧ Merhametin olmadığı yerde insan yoktur.
✧ Ebû’l-Hüseyin en-Nûri bir gün yıkanmak için suya girdi. Öteden bir hırsız geldi. Nûri’nin elbiselerini çaldı. Nûri suyun ortasında elbisesiz kalmıştı. Fazla beklemedi, hırsız biraz sonra döndü, elbiseleri aldığı yere bıraktı. Ebû’l-Hüseyin bir elbiselere baktı, bir de hırsızın işlemeyen sağ eline. Sonra: ‘Ya Rab! Bu adam elbiselerimi geri getirdi. Onun kolunu iyileştir!’ diye duâ etti. Allah, adamın koluna can verdi, kolu felçten kurtuldu.
✧ İnsanlık bir vücuttur. Bir kişiye yapılan haksızlık herkese yapılmıştır. Kim olursa olsun tanısın ya da tanımasın biri zulme uğradığı zaman hemen tepki gösterilmelidir. İnsan, sürüden birini kurt kaptığı zaman, önce ürküp sonra otlanmaya başlayan koyunlar gibi olmamalıdır.
✧ Haksızlık öyle aç bir canavar ki, bir iki tane kurban yetmez. Sıra diğerlerine gelir. İnsan, haksızlık yaparak kurt; haksızlığa uğrayarak kuzu olmamalıdır.
✧ Hayvana karşı yapılan haksızlık da büyük suçtur. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir gün yüzü dağlanan bir eşek görünce: ‘Bu yüzü dağlayana Allah lânet etsin’ buyurdu.
✧ Abdullah b. Mesud’un dünya tatlısı bir oğlu vardı. Bir gün serçe çocuğun başına pisledi. Çocuk da serçeyi öldürmek isteyince, babası engelledi ve: ‘Abdullah ailesinin ölümünü ve ardından tüm soyunun tükenmesini, şu serçenin haksız yere ölümüne eşit tutarım’ dedi.
Kerem sofrasını kaldırma
Dere kenarında gezinen bir çocuğun ayağı sürçtü, birden suya düşüverdi. Çocuğu suda çırpınırken gören ananın canı yandı, su kenarında çırpınmaya, yanıp yakılmaya başladı.
Su akmakta, çocuk da suyun içinde bata çıka gitmekteydi. Derenin ucu gide gide bir değirmenin arkına vardı. Çocuk arka kapılacağı sırada ana suya atladı, çocuğunu çekip sudan çıkardı.
Dere kenarına çıktıklarında, ana çocuğa öyle bir sarıldı, onu öyle bir bağrına bastı ki, görenler yıllardır hasret kaldıklarını sanırdı...
Ey, şefaati yüzlerce ana kadar büyük Peygamber! Ben de dibi gözükmeyen, kıyısına varılmayan bir suya düştüm. Şaşkınlık girdabına yakalandım, hasret suyunun arkına doğru sürüklenip gitmekteyim. O çocuk gibi ben de şaşkınlık içinde bata çıka ilerliyorum.
Ey kendi yolunun yolcularına acıyan, onları esirgeyen; lütfet de senin suyuna dalan, boğulmak üzere olan bu biçâreye bak! Şu yaralı gönlüme acı, kereminle bu sudan çek, kurtar.
Ey, hakkıyla idrak edilemeyen, övenlerin öğütlerinden çok uzak olan Yüce Resûl! Kimsenin eli senin atının terkisine erişememiştir. Benim gibiler ise geçtiğin yolların toprağında oturup kala kalmıştır.
Kim, senin dostlarının uğruna toprak olmazsa, seni sevenlere düşmandır. Ki, dostların doğrulukta senin sırdaşın, ikincisi adâlet güneşi, üçüncüsü haya denizi, sonuncusu da âlimler ve cömertlerin padişahıdır.
Rahmet kelimesi ‘Rahim’ kökünden türemiştir. Bu da bize sıla-i rahimi hatırlatır.
Sıla, Arapça bir kelimedir. Ulaşmak-kavuşmak, iki şeyin birbirine birleşmesidir. Rahim ise, hısımlık-akrabâlık mânâsınadır. Bu iki kelimeden terekküp eden sıla-i rahim de, ana-baba ve yakınları ziyâret etmek mânâsına gelmektedir.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Anne ve babadan hangisine ikramda bulunayım?’ diye soran birisine, ‘Annene, annene, annene; sonra babana, sonra sırası ile en yakınına’ buyurmuştur. Yani, annenin ihtiyacı babanın ihtiyacı üzerine, babanın ihtiyacı da sâir yakınların üzerine takdim edilir. Akraba ile alâkalanmak ve onlara yardımda ise, önce en yakın olanlar tercih edilir. Yakınlıkta müsâvi iseler, en muhtaçlarını, bu noktada da müsâvi iseler, en müttaki olanını tercih etmelidir.
Bizlere düşen, ana-babamıza itaat etmek, ziyâret edip hizmetlerinde bulunmak; vefâtlarından sonra da dostları ile münâsebeti devam ettirip akrabâlarımızla da alâkayı kesmemektir. Sıla-i rahmi yerine getirmek, bizzat ziyâret ile yapılacağı gibi, mâli yardımda bulunmak veya mektup-telefon ve benzeri haberleşme vâsıtalarıyla görüşerek de yapılabilir.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Aralarında akraba ile ilişkisini kesen biri bulunan topluluğa rahmet inmez.
✦ Akraba ziyâreti kadar sevabı peşin gelen bir iyilik yoktur. Allah’ın işleyene dünyada çabuk cezâ vermesi yönüyle -âhirete kalan hâriç- şu günahtan daha layıkı yoktur: Çeşitli yollardan insanlara sataşmak, akraba ziyâretini bırakmak.
✦ Akraba ziyâretini kesen, benimle oturmasın, ayrılsın.
✦ Resûlullah’a biri geldi; şöyle dedi: ‘Benim akrabalarım var. Kendilerine gidiyorum ama onlar bana gelmiyorlar. Bana haksızlık ediyorlar; affediyorum. Bana kötülük ediyorlar; iyilik ediyorum. Oların bu yaptığına karşılık ben de aynısını yapayım mı?’ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ‘Hayır olmaz. Onlara karşılık aynısını yaparsan onların ettiğine ortak olursun. Faziletli yanı al. Onlara sen git. Sen böyle yaptıkça Allah’tan sana yardım gelir.’
✽ ✽ ✽
✧ Akraba ziyâretinde sevilen on haslet vardır.
1- Allah’ın rızâsı. Çünkü akraba ziyâretini Allah emretmiştir.
2- Akrabaları sevindirmiş olur. ‘Amellerin en sevimlisi, bir mümini sevindirmektir.’
3- Meleklerin ferah duyması.
4- Müslümanlardan güzel övgü gelir.
5- Şeytan kedere boğulur.
6- Ömür artar.
7- Rızka bereket gelir.
8- Ölmüşleri sevindirmiş olur.
9- Sevgiyi artırır.
10- Öldükten sonra, bol ecir alır.
♥ Merhamet eğitimi kalbin katılığını, kasvetini, kabalığını, ğılzatini ortadan kaldırır.
♥ Merhamet eğitimi kalbin pasını silen, üzerindeki lekeleri izale eden, ilâhî rahmet ile arasındaki kilidi açan, her türlü perdeyi, kılıfı kaldıran bir eğitimdir.
♥ Merhamet eğitimi kalbe rikkat, re’fet ve şefkat kazandırır, yürekleri işgalden kurtarır, gönülleri özgürlüğe kavuşturur.
♥ Merhamet eğitimi kalbin basiretini açan, eşyaya ve kâinata kalp gözü ile bakmayı sağlayan bir eğitimdir.
♥ Merhamet eğitimi; kalpleri kin, öfke, intikam, şehvet, ihtiras gibi hastalıklardan temizler.
♥ Merhamet eğitimi kalplerden kalplere şefkat ve merhamet şebekesi kuran bir eğitimdir.
♥ Merhamet eğitimi yalnızca bir öğretim işi, bilgi yükleme ameliyesi değildir.
♥ Merhamet eğitimi okulla dershane arasında şaşkına dönmüş zihinlerin test çözerek elde edeceği bir eğitim de değildir.
Birçok psikolog şefkat etkisinin, bebeklerin doğdukları andan itibaren kucağa alınmaya karşılık vermeleri nedeniyle, doğuştan geldiğini kabul etmektedir. Soğuk davranışa maruz kalan çocuklar genellikle mutsuzluk, hatta acı çekme belirtileri gösterirler.
Son zamanda yapılan araştırmalarda sarılacak bir annesi veya anneye benzer yumuşak bir anne ikamesi (yapay anne) bulamayan maymun yavrularında ağır depresyon belirtileri gözlenmiştir.
Sevgi yetersizliği ile büyüyen çocuk aşağılık duygusuna sahip olur. Kendine güveni olmaz. Başkalarının yönlendirmesiyle hareket eder. Arkadaşlarının ve çevresindeki kişilerin sevgisini kazanabilmek için suç da olsa her davranışı yapmaya hazırdır. İçedönüklük ve saldırganlık gibi olumsuz davranışlar gösterir.
Şefkat, kendini ve diğer insanları kabullenmenin ayrılmaz bir parçasıdır. Şefkat, her türlü hakkın ötesinde herkese hak etmediği ama onu aydınlatan sevgiyi verir. Şefkat duygusal olgunluğun son ifadesidir. Kişi, kendini anlamanın en derin noktalarına ve zirvesine, ancak şefkat sayesinde ulaşabilir
Şefkatli olmak, duygusal beraberliğe girmek demektir. Şefkat öfkeden daha güçlüdür, sevgiden ve korkudan daha kuvvetlidir.
Şefkat, insan olarak kişinin gücünün ölçüsünü gösterir. Şefkat zayıfların duygusu değildir. Şefkat ve merhamet -Efendimizin sıralamasıyla- ancak enaniyetten, horgörüden, kibir, ucub, hased, riyâ engellerini aştıktan sonra elde edilen ulvi bir duygudur.
Merhamet duygusu potansiyel olarak insanda bulunsa da icraatı için bu erdemlerin oluşması ve yerleşmesi şarttır. Etkilenmekle merhameti karıştırmamak gerekir.
Yapılan bir araştırmada, normal insanlarla din âlimlerine, yanan insanların görüntüleri izlettirilmiş, beyinlerindeki etkilenmeler takip edilmiş. Sıradan insanların beyninde tiksinme bölümü harekete geçerken, din âlimlerinde beynin merhamet kısmının aktif hale geldiği görülmüştür.
Gönül çalamazsan aşkın kapısın, ne kapıya dokun, ne teli incit.
Eğer çekemezsen gülün nazını, ne dikene dokun, ne gülü incit.
Bülbülü dinle de, gelesin cûşa, meyvesiz ağacı taşlama boşa
Kanaat et, sabır ile hür yaşa, ne yaprağı düşür, ne dalı incit.
✧ «Onlara acıyarak tevazu kanadını indir...» (isra:24) «Ve müminlerden, sana tabi olanlara (koruyucu) kanatlarını ger.» (Şuara, 215)
✧ Sizin hayırlınız ailesi ve çocuklarının, akraba ve yakınlarının yüzünü güldürendir. Hadîs-i Şerîf
✧ Şefkat ve merhamet acıları tatlıya doğru çeker.
✧ Muhabbet, şefkat ve rikkat insanlık vasfıdır. Hışım ve gadab ise hayvanlık sıfatıdır.
✧ Şefkatsiz kalp, rahmetsiz bulut gibidir.
✧ Bütün canlılar, sevecenlik karşısında boyun bükerler, uslanırlar, sevecenliği kutsarlar.
✧ İslâm; Allah’a (celle celâlühû) itaat, mahluka şefkattir.
✧ Bilmediğini öğretmek şefkattir. Şefkat aklı başında olanların kalbini sana doğru çeker.
✧ Izdırapları paradan çok şefkat dindirir.
Zünnûn-u Mısrî şöyle anlatır: Evde bulunuyordum. Birden kalbimde bir velvele koptu. Öyle ki, kendime hakim olamaz hâle geldim. Bunun üzerine evden çıktım, Nil kenarına vardım. Birden koşmakta olan bir akrep gördüm, onu izlemeye koyuldum.
Akrep tam nehrin kıyısına varınca, orada kenarda durmakta olan bir kurbağa gördüm. Birden akrep kurbağanın üzerine atlayınca kurbağa yüzmeye ve gitmeye başladı. Bunun üzerine bir kayığa binerek, kurbağayı tâkip etmeye başladım. Kurbağa Nil’in karşı kenarına ulaşmıştı. Kıyıya varınca akrep indi ve koşmaya başladı, ben de tâkip ettim.
Birden ağacın altında uyumakta olan bir genç gördüm; bir de ona doğru gelmekte olan bir yılan. Yılan bu gence yaklaşınca, akrep de yılana yetişmişti. Birden akrep yılanın üzerine atladı ve yılanı soktu. Yılan da akrebi soktu. Her ikisi de öldü, adam ise kurtuldu.
Beşeriyetin şefkat ve merhamete daha muhtaç olan sınıfına, yoksullara, zavallılara karşı kalbi son derece yumuşaktı. Onların kırık ve mahzun gönüllerini alırdı. Hele masum yavrucukları, küçük çocukları daima sever, okşardı.
Onun sevgisi, yalnız insanları kucaklayan bir sevgi değildi. Bu hudutsuz sevgi, hayvanları bile şefkatinden mahrum bırakmıyordu.
İçeri girmek isteyen kediye kapıyı açar, içeri alırdı. Hastalığa yakalanmış bir horozun tedavisiyle meşgul olmuştu. Atını kendisi tımarlayıp okşardı.
Bitki ve ağaç sevgisini de ehemmiyetle tavsiye ederdi. Susuz kalmış bir ağacı sulayan kimseye Allahu Teâlâ’nın ecir ve mükâfat vereceğini haber vermiştir.
Hz. Peygamber büyük ordusuyla Mekke’ye doğru ilerlerken, yolları üzerinde yeni doğmuş yavrularını emziren köpek gördüler. Peygamberimiz hemen Cuayl b. Surâka’yı çağırdı ve süt emen yavruların önünde durarak onları atlardan korumasını istedi. Emir hemen yerine getirildi, böylece İslâm’ın kâinatı kuşatan rahmetinden yavrular da nasibini aldı.
Ümmetine sevgi, şefkat kucağı
Hidâyetin hiç sönmeyen ocağı
Merhametin en özü en sıcağı
Sana mahsus benim yüce Efendim! Medine Balcı
Rahmet kelimesinin sözlük anlamlarından biri de Af’tır.
«Affa sarıl, iyiliği emret, câhillerden yüz çevir.» (A’raf, 199)
Kıyâmet günü af isteyen kulun amel defterine bakılır; ne kadar kimseyi affettiyse, o kadar affa mazhar olacağı kitaplarda geçer. Kur’an’da çok ayetlerin sonu «Muhakkak Allah Gafurdur, Rahimdir» diye biter. Bu iki sıfatın arasında atıf harfi yoktur; yani bu iki sıfat birbirine bağlıdır, affedebilmek için merhametli olmak gerek, merhamet ne kadar azsa kabalık o kadar fazladır.
Kaba, sert, haşin insanlar ellerine bir intikam alma fırsatı geçti mi, onu çok kötü bir şekilde değerlendirirler. Kendi günahlarını, kendi günahkârlıklarını unutur, başkalarını cezalandırıp terbiyeye kalkışırlar. Kimsenin kimsenin günahından mesul olmadığını bilmezden gelirler. «De ki: O her şeyin Rabbi iken ben Allah’tan başka bir Rab mı arayacağım? Herkesin kazanacağı kendisinden başkasına ait değildir, hiçbir günahkâr başkasının günahını taşımaz. Sonunda dönüşünüz yalnız Rabbinizedir ve hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri O size haber verecektir.» (En’am,164)
Affetmekten, pişmanlık, geri adım, iyiye doğru gidiş, sevgi, minnet, saygı doğarken, baskıdan çoğu kez kin, nefret, kötülüğe devam hırsı doğar. Yüce Allah «Ey kendilerine zulmedip aşırılığa sapmış olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz; mukakkak ki Allah bütün günahkârları bağışlar; şüphesiz O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.» (Zümer, 53)
‘Rahmetim gazabımı geçmiştir’ diye kullara bu konuda yol yordam ve büyüklük alâmetini göstermiştir. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Hizmetçimi kaç kere affedeyim’ diye soran sahabiye ‘günde yetmiş kere’ buyurarak affetmenin önemini bildirmiştir.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ İnsanları affedenler hesapsız olarak cennete gireceklerdir.
✦ Affetmek insanın ancak şerefini yükseltir. Affediniz ki Allah (celle celâlühû) sizi izzetlendirsin.
✦ Affetmek zaferin zekâtıdır.
✦ Müslümanın özrünü kabul etmeyen, Kevser’de yanıma gelemez.
✦ Allah katında en aziz kul intikama gücü yeterken affedendir.
✽ ✽ ✽
✧ Gördüğünü gizlemek, şüphe ettiğini açıklamaktan daha güzeldir. Aff-ı ilâhiye; kusur örten, hoş görülü olan, sırrı ifşâ etmeyenler mazhar olacaktır. Bir sırrını açmak, avret yerini açmaktan daha beterdir.
✧ Af, kötüleri de iyi edebilir. Zaten iyi insanlar da affı sever.
✧ Kerem, dostların kusurlarını bağışlamaktadır.
✧ Birinin suçunu affedip bağışladıktan sonra pişman olma. Cezâlandırdığın zaman da sevinme. Hz. Ali
✧ Affetmek, güçlüyü daha güçlü yapar.
✧ Hiç kimsenin hatasını yüzüne vurmayınız. O hatayı işleyenin hatasını, başka birini misal göstererek anlatınız.
✧ Kendine zulmeden için mağfiret dileyenden şeytan ümidini keser. (Tevrat’tan)
✧ Allah katında en makbul kul Allah’ın (celle celâlühû) ahlâkıyla ahlâklanmış olan kuldur. Çünkü Cenâb-ı Hakk ayıpları şiddetle örten, günahları mübalağalı bir şekilde affeden, kulun kusurlarından vazgeçendir. Bundan dolayı sen kim oluyorsun da senin gibi veya senden üstün insanın kusurlarından vazgeçmezsin?
✧ İntikam alıp sonunda pişman olmaktansa, affedip pişman olmak daha iyidir. Cafer b. Muhammed
✧ Suçludan öc almak adâlet, bağışlamak fazilettir.
Tek bir merhamet, mâhlûkat âlemini islâh etmeye kâfi gelmez. Allah’ın rahmetinin sonu yoktur. Günahlar ise, mahdut ve sayılıdır. Sınırsız olanın yanında, sınırlı ve mahdut olan yok olur.
Allah’ın (celle celâlühû) yaptığı bütün iyiliklerin başlangıcı; bizi bütün şer, çirkinlik, noksanlık ve eksikliklerin kaynağı olan ‘adem’ den (yokluk) çıkarıp, bütün hayır, kemâl, hüsün ve cemâllerin kaynağı olan ‘vucud’ a (varlığa) kavuşturmasıdır.
En büyük iyiliği ise, kendisi tarafından gönderilen Peygamberler ve onlara indirilen kitaplar, özellikle Peygamberler Peygamberi Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve bütün kitapları içine almış olarak ona indirilmiş olan Kur’an-ı Kerim vâsıtasıyla Zât-ı Pâk-ı Subhâniyesinin mârifetine delâlet etmesidir.
İnsan ‘Tehallakû biahlâkillah’ (Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanın) kavli şerifinin gereğince, Allah’ın bu büyük sıfatlarından nasibini alarak, Allah’ın kullarına acımalıdır. Nitekim bir hadiste: ‘Yeryüzündekilere acıyın ki, göktekiler de size acısın’ buyurulmuştur.
Kul Rahman ve Rahim isimlerinden şöyle nasiplenmelidir: Evvelâ, gizli ve âşikâr kendisine acımak sûretiyle çok merhametli olmalıdır. Sonra da, başkalarının meşru isteklerini elde etmede yardımcı olmak, onlara doğru yolu göstermek ve onlara şefkatle bakmak sûretiyle başkasına merhametli olmaktır.
Nitekim terbiyeci büyüklerden birisi şöyle demiştir: Ey yavrum! Yaratıkların tümüne merhamet et, onlara şefkat ve merhamet gözüyle bak. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat et, her yaratılanda, onu yaratanın hakkını gözet.
✽ ✽ ✽
Allah'ın rahmetine kavuşmanın hüsnü zannında bulunmak, Allah için yapılan kulluğun iyi olmasından doğar. Hadîs-i Şerîf
Allah kendisinden sakınanları, korkuları ve amellerinden ötürü emniyete eriştirmez. Bilâkis onlara şefkat ve rahmet nazarıyla bakar, zâtındaki cömertlik sıfatından ötürü onları emniyete ve huzura eriştirir. Hiçbir kederliye de, nefsinin işlediği günahlara üzüldüğü için sevinç ve ferahlık vermez. Bilâkis tüm kullarına acıdığı, rahmet ettiği ve onları sevdiği için ferahlık ve saadete ulaştırır. Ebû Cafer
Her gün bin rahmet iner; 999’u âlimlere, bir tanesi diğer insanlara.
Allah (celle celâlühû) hiç kimseye, taatından dolayı teşekkür etmez. Hiç kimse Allah’ın rahmetinin dışında bir şeyle istekte bulunmaz. Allah (celle celâlühû), insanların hayırlarını ummaz ve şerlerinden korkmaz. Rahmeti gereği onlara merhamet eder, tuzak kurduklarında O da tuzak kurar, hile yaptıklarında hilelerini başlarına geçirir. Yalanladıklarında yalanlarını ortaya çıkarır, yüz çevirdiklerinde arkalarını alır ve onların hiçbir şeyinden korkmaz. Şâyet kendisine dönerlerse, dönüşlerini kabul eder.
Kulların yakarışlarından başka hiçbir şey, Allah’ı kendilerine merhamet ettirmez. Hiç kimse tuzakla, hileyle ve aldatmacayla Allah’tan (celle celâlühû) hayırlı bir şey koparamaz. Hayrı getiren sâdece Allah’ın rahmetidir. Allah’tan gelen hayra uymayan insan, onun dışında hiçbir açık kapı bulamaz.
Kainatın en üstün ve en şereflisi olarak yaratılan insan, hem dünyasını hem de âhiretini kazanmak mecburiyetindedir. Bu nedenle Müslüman, dünyası için çalışacak, ona hakim olacak, fakat dünyanın esiri olup âhiretini inkar etmeyecektir.
Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerimde şöyle buyurmaktadır: «Servet ve oğullar dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise, Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha layıktır.» (Kehf, 46)
Müslüman yeme, içme ve servet edinme hususunda aşırıya kaçmamalı, hakka rızâ göstermeli ve orta yolu seçmelidir. Hakka râzı olmak, elinden gelen gayreti sarfettikten sonra, başkalarının hak ve kısmetine göz dikmeden gönül huzuru içinde yaşamaktır. Hakka râzı olmak bitmez bir hazine, tükenmez bir servet, gerçek bir zenginliktir.
Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünya servetlerine aldanmayı, dünyevi kazançları gaye edinmeyi, sadece sözleriyle önlemeye çalışmamış, bizzat kendi yaşantısı ile bu konuda örnek olmuştur. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) istediği her şeyi bulma imkanı varken, dünya hususunda mütevaziliği, kanaatkarlığı ve elde olanla yetinmeyi hiçbir zaman terk etmemiştir. Hz. Âişe validemiz (ra) şöyle der:
‘Resûlullah üç gün peşpeşe doyasıya yemek yememiştir. İsteseydik biz de doyabilirdik. Fakat Allah (celle celâlühû) Resulu, diğer ihtiyaç sahiplerini kendine tercih ederdi.’
Peygamber Efendimiz asıl zenginliğin mal çokluğu ile değil kalp zenginliği ile olduğunu belirterek, Müslüman olup yetecek kadar malı olan ve Allah’ın (celle celâlühû) verdiğine râzı olan kimselerin kurtulacağını haber vermektedir.
Gönül nere gidem senin elinden, kalp gözüm kapandı nefsin dilinden
Eğer yürür isen Hakk’ın yolundan; ne yolcuyu eğle, ne yolu incit.
Mürşidini çağır, yolda kalırsan, mürşid olmayınca, menzil alınmaz
Çalıştığın halde bir yol almazsan; ne mürşidin eğle, ne kalbin incit.
Bütün olacakları tedbir ve takdir ettim. Sun’u bedimi tahkim ettim (muhkem kıldım). Bunlara rızâ gösterene, Bana ulaşıncaya kadar rızâ vardır. Bunlara kızana, Bana ulaşıncaya kadar gadap vardır. Hadîs-i Kudsi
‘Niçin’ ve ‘Nasıl’ diyene yazıklar olsun! Hadîs-i Kudsi
Kıyâmet günü Allah (celle celâlühû) ümmetimin bazılarında kanatlar yaratır ve mezarlarından kalkıp doğruca cennete giderler. Orada enine boyuna uzanıp yer içer ve zevk-ü sefa ederler. Melekler onlara şöyle der:
- Hesap gördünüz mü?
- Hayır, hesap falan görmedik.
- Sırat köprüsünden geçtiniz mi?
- Hayır, Sırat falan geçmedik.
- Cehennemi gördünüz mü?
- Hayır, cehennem diye bir şey görmedik.
- Siz hangi peygamberin ümmetisiniz?
- Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetiyiz.
- Allah aşkına sizin ameliniz neydi, onu bize anlatır mısınız?
- Bizdeki iki haslet sayesinde bu mevkiiye yükseldik.
- O haslet ne idi?
- Yalnızlıkta Allah’dan utandığımız için isyan etmezdik. Allah’ın bize taksim ettiği az da olsa ona rızâ gösterirdik.
- O halde bu sizin hakkınızdır.
✧ Kul, nimet ve felâkette sevinci aynı olduğu vakitte Allah’dan râzı olur.
✧ Kişinin rızâ-i bariyi gözetmesinin alâmeti, hizmetinin karşılık bulup bulmamasıyla ilgilenmemesidir.
Haris b. Sülemi anlatıyor:
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in yanındaydık. Abdest almak için su istediler. Kapta su gelince eliyle kaptan su alarak abdest aldı. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) işini bitirince kabı alıp içindeki suyu içtik.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunu görünce, şöyle dedi:
- Niçin böyle yapıyorsunuz? Allah ve Resûlünün sizden râzı olmasını istiyorsanız: Size verilen emânetleri hakkıyla muhafaza edin, konuştuğunuzda doğru söyleyin, komşularınıza iyi muamele edin.
Sevgi, menfaat değil, merhamet içeren bir durumdur. Sevmek çıkar maksatlı değil, rızâ maksatlı olmalıdır.
İslâm dini insan sevgisini, hoşgörüyü, insan haklarına saygıyı kalplere yerleştirerek, kalplerde huzur ve barışın sağlanması amacıyla birçok kurallar koymuştur. Milletçe huzur ve barış içinde yaşayabilmemizin şartlarından biri de, birbirimizi sevmemiz ve saygılı olmamızdır.
Müslümanlar din kardeşleri için iyi düşünceye sahip olmalı, kendisi için sevip istediği iyi şeyleri, din kardeşleri için de arzu etmeli, kendisi için hoşlanmadığı bir şeyi başkaları için de arzu etmemelidir. İslâm dini birbirimizi sevmeyi, başkasının hakkına saygılı olmayı, gerçek mü'min olmanın şartı saymıştır.
Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: ‘İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız.’
Bekle dost kapısın sadık yar isen, kadere boyun eğ ehli din isen
Sahra çöllerinde Mecnun değilsen, ne Leyla’yı çağır, ne çölü incit.
Müslümanlar, İslâm dininin verdiği engin tevâzu ile kendilerinden farklı olan toplumlara karşı sevgi ve hoşgörülü davranarak fethedilen topraklarda da kendilerinden hala övgü ile söz ettirmektedirler. Dünya üzerinde varlığımızı devam ettirebilmemiz, milli birlik ve bütünlüğümüzü korumakla mümkündür. Bunun şartı da Müslümanlar arasındaki sevgi bağının ve kardeşlik duygularının kuvvetli olmasıdır.
Kur’an’ın emri, peygamberimizin tavsiyesi budur. Müslümanın görevi de dinimizin kardeşlik konusundaki emirlerine uygun hareket etmek olmalıdır.
✽ ✽ ✽
✧ Sevgi ve saygı, yumurtanın akı ve sarısı gibidir; birbirini tamamlar, ama ayrı ayrı şeylerdir.
✧ Bir işe sevgiyle başlarsak, mutluluk kendiliğinden gelir.
✧ Kim kıskanırsa kördür. Kim nefret ederse sağırdır. Kim kızarsa topaldır. Yalnız kim severse, onun her şeyi tamamdır.
✧ Sevgi; en hırçın ruhu evcil, en evcil ruhu hırçın kılar.
✧ Sevgi hak edenin, umut sabredenin, mutluluk bekleyenin, zafer beraberliğin sembolüdür.
✧ Muhabbetin kesilmesi şeytanın hoşuna gider. Zira şeytan Allah (celle celâlühû) için sevip kardeşlik edenlere hased ettiği kadar iyilik üzerinde yardımlaşanlara hased etmez. O bütün imkanları ile kardeşlerin arasını bozmaya çalışır.
Bir tutam sevgi tatmak istiyorsanız aşağıdaki târifi deneyebilirsiniz:
Bir bardak dolusu arkadaşlığa, bir kase dolusu düşüncelilik ilâve edin. Buna bir tutam yumuşaklık ve biraz da nezâket tozu katın. Bir kaşık ümit, bir büyük ölçek yardımlaşma, fazla miktarda ılımlılık ve bir tutam da alçak gönüllülük ile çırpın.
Bir sadakat kasesi içinde bir ölçü inanç, iki ölçü akl-ı selim ve birkaç damla sevgi ile karıştırın. İki kaşık tebessüm, bir kaşık incelik ve bir fiske iltifat ilâve ederek şevkle hiç durmadan karıştırın ve şükranla tadlandırın.
Ve yürek ocağınızda derin bir anlayışla bir ömür yaşatın. Sofranızdan hiç eksik etmeyin. Âfiyet olsun.
Gayb âleminden şuhud âlemine gelen insan garip bir yolcudur. Nerden geldiğini, niçin geldiğini, nereye gideceğini bilemez. Bu nedenle her şey garip, her şey yabancı olur. Çöllerde susuz kalandan daha fazla bir rehbere, bir öndere muhtaçtır. İşte Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), her konuda rehberdir. Rehber, arapçada Resûl kelimesinin karşılığıdır.
Yabancı bir memlekete giden bir yabancı turist için rehbere ihtiyaç vardır. Bu rehberler gelen yolcuyu karşılar, tanıtır, ağırlar ve uğurlar. Resûl-ü Zişan da dünyaya gelen bir insanı ezanla karşılamayı, isim koyarak tanıtmayı, görevini telkin ederek başıboşluktan kurtarmayı ve nihâyet duâ ve cenaze teşyii ile ebedi âleme uğurlamayı bil fiil yapan, teşvik ve telkin eden yüce bir rehberdi.
Bir de eğitim rehberleri vardır ki; belli bir bilgisi olan elemanı gezdirir, alıştırır, tanıştırır ve bilgi alır. Kainatın rehberi olan Resûl-ü Kibriyâ fıtri imanla bezenmiş insanı görevleriyle tanıştıran, vazifeye alıştıran, imanını pekiştirip kulluk görevine başlatan bir eğitim rehberidir.
Bir de iş rehberi vardır ki; işletmeye yeni giren elemana işletmeyi tanıtır. Resûl-ü Ekrem bu anlamda da İslâma yeni girenlere en güzel tarzda İslâmı tanıtıp sevdirir. İslâm ile şeref bulmuş bahtiyarları, bu Yüce Rehber, haleti ruhiyelerine, zeka seviyelerine, yörelerine, törelerine, rütbelerine, bilgilerine, karakterlerine göre eğitir. Onların yolunu fetheder, ihtiyaçlarını giderir, şefkat ve tevâzu kanatlarını açar.
Bize düşen âlemlerin Rabbinin seçip bize gönderdiği ‘Muhammedün Resûlullah’ diye (Feth, 29) bizzat rehberliğini ilan ettiği, insanların en akıllısı, en şereflisi, en mümtazı, en bilgilisi ve en güzel ahlâklısı olan Şanlı Resûle uymaktır. Aksi halde, havaalanında rehberini bulamayan bir yabancı gibi şaşkın ve perişan oluruz. Dünya canavarına yem olur, ebedi saadetimizi kaybederiz.
Hayra koşan, şerden kaçan, bize nurlu yolu açan
Alemlere rahmet saçan, Peygamberin izindeyiz.
O’nu sev sen, O’nu tanı, O’dur tende canlar canı
İki cihanın Sultanı, Peygamberin izindeyiz.
✧ Bir kimse, sünnetimi ihya ederse, beni ihya eyler; Beni ihya eden, bana muhabbet eyler; Bana muhabbet eden ise, kıyâmet günü benimle berâberdir. Bana itaat eden, Allah’a itaat etmiş, bana isyan eden de, Allah’a isyan etmiş olur. Hadîs-i Şerîf
✧ Öyle zaman gelecek ki üç şeyden daha değerlisi bulunmayacak:
1. Dertleşeceğiniz bir arkadaş,
2. Helâl bir dirhem,
3. Amel edeceğiniz bir sünnet. Hadîs-i Şerîf
✽ ✽ ✽
✧ Hz. Ali (ra) şöyle diyor: Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’den takip ettiği usulü sordum, şöyle buyurdular:
Mârifet sermayem, akıl dinim, sevgi temelim, iştiyak merkebim, zikrullah yoldaşım, güvenç bitmeyen hazinem, hüzün arkadaşım, ilim silahım, sabır elbisem, rızâ ganimetim, acz iftiharım, zühd sanatım, yakin gücüm, sadakat, itaat, kesbim, cihad ahlâkımdır. Göz aydınlığıma gelince şüphe yok ki namazdır.
✧ İnsanlığın rehberi sayesinde Ashâb-ı kirâm, sadece sohbet (vaaz) ile nihâyetsiz kemâlata vâsıl oldular. İmâm-ı Rabbânî
✧ Sünnet-i Seniyye, saadet-i dâreynin temel taşıdır ve kemâlâtın mâdeni ve menbaıdır. Sünnet-i seniyyeye uymayı kendine âdet edinen, âdetlerini ibâdete çevirir. Bütün ömrünü semeredâr ve sevapdâr eder. Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın. S. Nursi
✧ Müslüman yol levhası gibidir. Allah’ın arzu ettiği yere götürür.
Müjdecim, kurtarıcım, Efendim, Peygamberim
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim. N. Fazıl
Allahu Teâlâ amellerden iyi olanını, iyi olanın da ihlâslı, samimi olanını, samimi olanın da ancak sünnete uygun olanını kabul eder. Ebû Ali Sakati
✧ Sünnete uyan;
• Bütün müminlerin kalbi ona muhabbet edip, o kimseyi aziz ve muhterem tutar.
• Fasıkların kalplerinde heybetli görünürler.
• Rızıkları geniş olur.
• Dinde gayet inanılır ve güvenilir olurlar.
✧ Allah’a ulaşan en emin yol; bütün iş, hareket ve ibâdetlerde Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnetine tabi olmaktır.
✧ Allahü Teâlâ bir kuluna hayır murat ederse, onun kalbine sevdiği kullarının sevgisini verir. Bir insanın ehl-i saadet mi ehl-i felâket mi olduğu buradan da anlaşılır. En sevdiği kul, Peygamber Efendimizdir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Ehl-i sünnet âlimlerimiz Peygamber Efendimizin vârisleridir.
Kor Parçası
Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) amcasının oğlu Abdullah ibni Abbas (ra) anlatıyor: Resûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir adamın parmağında altın bir yüzük gördü. ‘Biriniz bir kor parçasını eline almak mı istiyor?’ diyerek onu adamın parmağından çıkarıp attı. Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) kalkıp gittikten sonra o adama; ‘Yüzüğünü al, ondan uygun bir şekilde faydalan’ dediler. Adam, ‘Hayır, Allah’ın elçisinin kaldırıp attığı şeyi asla bir daha elime almam’ dedi.
Sünnet düşmanlığı
«Onlar, Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederler, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isterler. “Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz” derler. Bu ikisinin (imanla küfrün) arasında bir yol tutmak isterler.» (Nisa, 150)
Bazı inkârcılar tarafından sünnet aleyhinde çeşitli iddialar ortaya atılıp şöyle söylenmektedir: ‘Peygamber de bir insandı, o da hata yapabilir, Kur’an’da var mı sen ondan haber ver.’
Evet Peygamber de bir insandır, onlardan da zelle sadır olabilir. Ancak hiçbir peygamber hata üzere devam ettirilmez. Ânında Allah (celle celâlühû) tarafından ikâz olunurlar.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir mesele ile karşılaştığı zaman, önce Cenâb-ı Hakk’tan gelecek olan vahyi zâhiri bekler. Bu, âyeti kerime, hadîs-i kudsî veya hadîs-i şerîf şeklinde olabilir. Vahyi zâhir gelmeyecek olursa, kendi içtihadıyla amel eder. Eğer içtihadında bir zelle sadır olursa, anında ikâz olunur. Dolayısıyla yapmış olduğu içtihatları bizzat Allah (celle celâlühû) tarafından tasdik olunmuş olur.
Asırlar önce aynı sual, İmran bin Husayn’a da sorulmuştu. Onun cevabı ise şöyleydi: ‘Sen son derece ahmak birisin. Kur’anda, beş vakit namazın nasıl kılınacağını, zekâtın nasıl verileceğini görebiliyor musun? Kitabullah bunları farz kılmış, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise tefsir etmiştir.’
Ayrıca dinimizdeki bütün hükümleri Kur’anda bulma gayreti içine girip, Kur’an kendisine indirilmiş olan zatın tatbikatına nazar etmekten kaçınmak, bir binayı tek direk üzere oturtmaya benzer. Halbuki Kur’an’la hadisle baktığımızda, her ikisini de aynı yerde buluyoruz. Her ikisi de vahiy. Aralarındaki fark;
Cebrail (as) tilavetiyle olana Kur’ân-ı Kerim,
Cebrail (as) işâretiyle olana Hadîs-i Kudsî,
Cebrail (as) vasıta olmadan, Allah’ın ilhamıyla Peygamber Efendimize zâhir olana da Hadîs-i Şerîf diyoruz.
İnsanların kafasını karıştırıp, itikadına leke getirmek isteyenlerin çıkacağını Resûlullah biliyor ve bir mucize olarak bunu haber veriyor: ‘Benim sözlerimden bir söz rivâyet edilirken, koltuğuna yaslanıp şöyle söyleyen bir adamın çıkması yakındır: ‘Önümüzde Allah’ın (celle celâlühû) kitabı var. Onda helâl olarak bulduğumuzu helâl, haram olarak bulduğumuzu haram kabul ederiz (yani başka bir şeye lüzum yok)’
Ey ümmetim Size söylüyorum! Dikkat edin ve gözünüzü açın, Resûlullah’ın haram kıldığı Allah’ın haram kıldığı gibidir.’
Beri gel, serseri yol, O’nun ümmetinden ol
Sel sel kümelerle dol, O’nun ümmetinden ol
Sen hiçliğe bakan yön, hep zifir, arka ve ön
Dosdoğru Kâbe’ye dön, O’nun ümmetinden ol
Gel dünya mundar kafes, gel gırtlakla son nefes
Gel arşı arayan ses, O’nun ümmetinden ol
Solmaz solmaz bu bir renk, ölmez ölmez bir âhenk
İnsanlık hevenk hevenk, O’nun ümmetinden ol! N. Fazıl
Hükümdarların en sevimlisi, âdil olanı, halkına sevgi, şefkat ve merhametli davrananı değil mi? Târihe baktığımızda çok zorba, diktatör, zâlim hükümdarları görüyor, yaptıkları haksız davranışlardan hâlâ içimiz sızlıyor, kalbimiz ürperiyor. Bulundukları mevkiileri, ellerindeki imkânları nefis ve hevâlarına kurban eden bu zorba zâlimler, merhamet duygularını sırf kendilerine yönlendirip, tahtına, tacına, saltanatına zararı dokunacağını umduğu her şeyi cezâlandırıp, zindanlarda çürütüp katletmişlerdir.
Bu zâlimlerin tecessüm etmiş zulüm örnekleri olarak, Mısır piramitlerini görüyoruz. Ağır taşları taşımaktan kemik veremi olmuş mazlum insanların önce dillerini kesip sonra öldüren zâlimler, kendileri de ölüp cehennemi boylamadılar mı? Yaptıkları vahşetleriyle birlikte nefretle anılmıyorlar mı?
«Yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, o inkâra saplanmış olanlardır. Onlar iman etmezler.» (Enfal:55)
Kâinatı yaratan merhametli Sultan, zerreden kürreye her şeyi lütfuyla, merhametiyle, ikrâmıyla, ihsânıyla kuşatmış; her mevsim ayrı nimetleriyle dâimi sûrette karşılıksız, ivezsiz-garezsiz, tüm mahlûkuna ezelden ebede hayır ve rahmet irâde buyurup, sevdiğini-sevmediğini ayırmadan tüm mahlûkunu nimetlere gark etmiş; verdiği nimetleri iyiye kullananlara daha büyük ebedi nimetleri vererek mükâfatlandırmayı vaad etmiştir.
‘Her şey zıddıyla tanınır’ kâidesiyle, zâlim, gaddar, acımasız, insafsız insanların gayr-i insâni davranışları karşısında yufka yürekli, şefkatli, merhametli, candan, fedâkar, cömert, yardımsever müminleri, Allah dostlarını, Sahabileri ve hepsinin üstâdı olan Resûlün, şefkat kanadıyla ümmetini nasıl sarıp kuşattığını düşünüyoruz. Bu merhamet izlerinden, asıl merhamet sâhibi Rahmânirrahîm’i anlıyor, O Yüce Sultanın önünde şükranla başımızı secdeye koyuyoruz.
Siliver günahımı karakaplı defterden
Cennetinden bana da bir damlacık yer ayır
Görüyorsun yorgun düştüm netameli seferden
Yalvarırım Allah’ım beni de kayır
O, bütün merhametlileri merhametli yaratan ve yaratıkları arasında merhameti serpiştiren, merhametli olmayı telkin eden, her hayırlı işe başlarken Rahmân ve Rahîm ismini anmamızı ve bu feyizden bereketlenmemizi tavsiye eden Yüce Zattır.
Hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şeye muhtaç kullarına bütün ihtiyaçlarını temin fırsatını veren, yemeyen yediren, zarûri ihtiyaçların dışında her türlü zevkleri meşrû yollardan tatmin imkânı sağlayan Erhamürrâhimîn...
Kışın ortasında bile çiçeksiz kalmayalım diye, karı delip yeryüzüne çıkan kardelenleri halk eden, cennetten kullarına demet demet çiçek bahşeden, sevgisiyle gönülleri gülistana çeviren Mâşuk-u Hakîki...
Ana sütünü bebeğin gelişmesine göre ayarlayıp kıvama koyan, kanguruları analarının cebinde besleyip büyüten Kerim Sultan, serin rüzgârları estirip çiçekleri aşılayan bulutları sevk eder. Ruhları ferahlandıran, havayı temizleyen, Süleyman’ı diyar diyar gezdiren Rahmân, gökten melek eşliğinde tertemiz su indiren, ihtiyaçtan fazlasını dağlarda menbaalarda saklayan, arıtan, ihtiyaca göre dağıtan Mevlâ, aynı rüzgârla rahmetten nasiplerini almakta direnen, inatlaşan, şirretleşen Âd ve benzeri gurupları da helâk ederek, şerlerinden âlemi kurtarmak sûretiyle Rahmetini icrâ buyurmuştur.
Yüce Kur’anını Resûl-ü Keriminin (sallallâhu aleyhi ve sellem) pak kalbine indirmek vâsıtasıyla nice ölü kalpleri gül bahçesine çevirdi. Âlemlere rahmet olarak gönderdiği Habibi ve ona inen Kur’ân-ı Azîm bereketiyle, Arabistan çölü, milyarların hasret gözyaşlarıyla sulanan bir âb-ı hayat oldu. Rahmetiyle suladığı çorak arâziler, binbir çeşit çiçeklerle, akıl almaz sanat eserleriyle, renk renk, şekil şekil, râyihâ râyihâ bezenip, akıllara durgunluk verdi.
Yüce Rahmet, yarattığı irili ufaklı milyonlarca çeşit hayvanatı, yer üstünde yer altında, denizde, inde, yuvada, kozalakta, kovanda, kafeste, ağılda, ahırda, kümeste, bayırda çayırda, ovada yaylada, daha bir çok ilginç mekânlarda yarattı, çoğalttı, barındırdı, doyurdu. Her bir mahlûkun sindirim sistemine, kapasitesine göre yiyecek hazırlayıp, onları seçip ayıracak, toplayıp dağıtacak, arayıp bulacak iç güdüler nasip eyledi. Her biri, kendine yarayanı eliyle koymuş gibi arayıp bulup, varlığını sürdürmekte.
O Yüce Rahmet, karanlık dünyayı gündüz güneş, gece ay ve binlerce yıldızlarla aydınlattı. ‘Kullarım fazla ışıktan rahatsız olmasınlar’ diye, yıldızları gece lambası gibi astı.
Türlü kuş sesleri, kuzu melemeleri, ateş böcekleri, kır çiçekleri, bahar meltemleri, sabah rüzgârları, yaz yağmurları, arı vızıltıları, bahar dalları, muz salkımları, şelâle şırıltıları, yaz gecesi mehtapları, yazın pamuk tarlaları, kışın ak ak karları, dizi dizi dağları, yerden çıkan pınarları, sarı yeşil baharları ile dört mevsim, yedi iklim güzellikleriyle bütün insanlığa rahmetini döşeyen Aziz Sultan ferman ediyor: «Biz ne güzel döşeyicileriz.» (Zariyat, 48)
Bu iki mübârek isimle duâ eden kimse, Allah’ın rahmetini celbetmiş olur.
Hz. Âişe şöyle anlatır: Bir kere babam (Ebû Bekir ra): Sana bir duâ öğreteyim mi? Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu bana öğretmişti, İsâ (as) da onu havârilere öğretirdi. Eğer üstünde Uhud dağı kadar borç olsa, elbette Allah (celle celâlühû) (bu duâ bereketiyle) onu sana ödettirir, buyurmuştu’ dedi. Ben de: Buyur öğret, deyince, babam: ‘Şu duâyı oku’ buyurdu:
‘Allahümme fârice’l-hemmi, ve kâşife’l-ğammi, mücîbe da’veti’l-mudtarrîne, Rahmâne’d-dünya ve’l-âhireti ve Rahîmehumâ ente terhamünî ferhamnî birahmetin tuğnînî bihâ an rahmeti men sivâke’
(Ey dertleri açan, gamları kaldıran, zorlananların duâlarını kabul eden, dünya ve âhiretin Rahmânı olan Allah’ım! Bana Sen merhamet edersin. Başkalarının acımasına muhtaç etmeyecek bir merhametle bana acı.)
Af, merhamet, yakınlık, iletişim, hayır, iyilik, nimet, bolluk, saygı, başbuğ, efendi, yüksek, değirmeni döndüren, idare eden, götüren, anlamlarına gelen ‘Ra-hi-me’ Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan sonsuz rahmetini, re’fetini, şefkatini anlatan, mecazen kullanılan mübârek bir kelime. Biz bu hislerimizi merhamet diye ifade ettiğimizden bizim anladığımız dilden konuşarak rahmetini belirtme rahmetinde bulunuyor (müşakale).
Bu kelime iştikak-ı kebir olarak da sevindirmek, coşturmak, memnun olmak, haram etmek, namusunu korumak, mahrem, rüzgar, mızrak, büyüklük, gibi anlamları olan, mana yüklü bir kelime.
Rahman-Rahim aynı kökten gelen iki lafız olmakla beraber farklı manalarla (kemâl-i ittisal olarak) birbiriyle girift, birbirini tekit eden sigaları ayrı olan Esmaü’l Hüsna’dan iki güzel isim.
Sûrede gazabını hatırlatan bir kelime olmasına karşılık rahmetinin gazabını geçtiğini göstermek için rahmet lafzının Besmeleyle birlikte dört kere gelmesi de mânidar. Rahman-Rahim isimlerini bu manalarla düşünüp değerlendirirsek, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin en büyük eseri, afv u mağfiret etmesidir ki, kelimenin kendi bünyesinde bu mana mevcuttur. O, ezel-i ervahta tâ kıyâmete kadar açık duracak olan tevbe kapısını yaratıp, kullarına rahmet ve mağfiretinden ümit kesme kapılarını kapatmış «Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah' ın rahmetinden ümit kesmez » (Yusuf Sûresi, 87) buyurarak geniş rahmetini ilan etmiştir.
O kullarını seven Vedûd, herşeyi bilen Alîm, yalvarmaları işiten Semi’, hallerini gören Basîr, canı gönülden afv-u mağfiret dileyenleri bağışlayan Afüvv’dür. Ümmeti için çok endişelenen Habibullah'ı teselli ve ümitlendirmek için Cenâb-ı Hakk’ın Miraçta uçsuz bucaksız bir umman olan rahmet denizini göstermesi de hem Habibine, hem ümmetine büyük bir rahmet olmuştur.
Şöyle ki; denizin kenarında bir ağaç, ağacın üzerinde bir kuş, kuşun ayağında bir çamur. ‘Habibim! Bu gördüğün umman Benim rahmet denizim. Bu ağaç bütün mükevvenat, bu kuş insanlar, ayağındaki çamur da günahlar. Bu çamurun ummana düştüğünü düşün...’ (En iyisini Allah bilir.)
Bu mülkün sultanı Sensin, kullara ferman eylersin
Uymazsanız çıkın, dersin, insü cinne hükmedersin. M. Balcı
Rahmet kelimesini yakınlık, iletişim anlamıyla düşündüğümüzde şu tecellileri görürüz: İnsanların birbirine düşkün, sevgili, himaye edici olmaları için birbirinden zuhura getirip can bağı kurmuş. Ebeveyn evlat arasında müthiş bir sevgi, şefkat ağı kurmuş ve bu bağların kopmasını da şiddetle yasaklamış. Anne-baba-evlattan oluşan bir aile meydana gelmesi için evliliği helâl, zinayı haram kılmış.
Aile ağacını dallandırarak yakın akrabaları mahrem kılıp aralarında sıla-i rahim denilen akraba bağlarını teşekkül ettirmiş.
Ayrıca nikahtan, sütten olan yakınlıkları da akraba çemberine alarak can bağı-nikah bağı-süt bağından oluşan bir birlik oluşturmuş. Bu fıtri kanunlar, emsalsiz tüzükler, hep kullarına olan rahmetinden değil mi?
Kadın erkeğe nisbetle güçsüz olduğundan onu kollayıp, korumaya, sıkıntılı zamanında yardımına koşmak için dört erkeği vazifelendirmiş: Babası-erkek kardeşi-eşi-oğlu. Bu ne büyük şefkat, ne geniş rahmet!
Bu isim iletişim manasını da taşıdığından, rahmetin iktizası olarak; akrabalığın yanısıra komşuluk, dostluk, kardeşlik, mürüvvet, vatandaşlık gibi insanlar arası iletişimi sağlayacak emirler ve istismarı engelleyecek yasaklar ihsan etmiş.
Birbirinizi çekiştirmeyin, haksız yere birbirinizin mallarını yemeyin, gıybet etmeyin, çekişmeyin, yetim hakkı yemeyin, faiz yemeyin, kumar oynamayın, içki içmeyin, bu hükümlerden sadece birkaçı.
4- Ceza ve mükâfat günü’nün mutlak Hükümdarına (hamd olsun)
Fâtiha sûresinin üçüncü âyeti ‘Mâlik’ ismini ve hususiyetlerini düşündürmektedir.
Mâlik; âdil, lütuf ve kahır sahibi. Mâlikliğin âhiret gününe tahsisi, dünyadaki tecellisinin izzetle perdelenmesi sebeplere bağlanmasıyla olur.
Bu âyet-i kerime hesap gününü şimdiden hatırlatırken aynı zamanda mâlikliğinin ezeliyetini, öte dünyada da mâlik olacağını gayet beliğ bir üslupla anlatıyor (kevni sabık alakası ve zamana isnad.).
Sanki şöyle diyor: ‘Ben size rahmetim, ihsanım, kudretim, tedbirimle dünyada sahip çıkıp idare ettiğim gibi, dünya gününde melikiniz olduğum gibi; âhiretinizde de, dinlilerin ebedi saadete kavuşacağı günde de Melik'inizim.
Sizi bu imtihan âleminde görüyor, işitiyor, yaptıklarınızı kayda geçiriyorum. Yarın mahkeme-i kübrada beni karşınızda bulacak, hayatın hesabını vereceksiniz. Ve size bütün nimetlerimi soracağım. (Tekasür, 8)
Dünyada size bahşettiğim nimetleri iyi kullanır, nefsinize hakim, vicdanınıza mahkum olur, gönderdiğim mesajlara kulak verirseniz, elbette karşılığını bulursunuz. Asla haksızlığa uğramazsınız. Çünkü o gün Melik'iniz benim.
Sizi başı boş bırakmadığım gibi gayesiz de yaratmadım. Hedefiniz; Allah’ın (celle celâlühû) kulluğunda her türlü tutsaklıktan, esaretten hür yaşamanız ve hür iradeyle bitimsiz nimetlere, sonsuz saadete ulaşmak olsun.
Kendinize mâlik olun. Nefis, şeytan tuzaklarına kapılmayın ki, Mâlike’l Mülk sizi rahmet gemisiyle sahil-i selâmete çıkarsın. Siz O’nun dinine yardımcı olun ki, O da size yardım etsin. (Muhammed:7)
Yönünü dünya ve âhiretin tek mâlikine dön. Gayrıya güvenme; çünkü onlar da aciz ve güçsüz. Gayrıdan bekleme; çünkü O’ndan gayrı her şey O'na muhtaç. Hulusi kalple onun teveccühünü kazanmaya yönel; çünkü O’ndan gayrı her şey fâni. «Sizin yanınızdaki tükenir, Allah’ın yanındaki ise bâkîdir, elbette biz o sabredenlere yaptıkları amelin daha güzeliyle ecirlerini muhakkak vereceğiz.» (Nahl, 96)
‘Mâliki yevmiddin’ âyetinin meşhur ikinci kıraati de ‘Meliki yevmiddin’ dir. Mâlik ve Melik’in birbirlerine bazı yönlerden üstünlükleri vardır.
Bu âyeti ‘Meliki’ yerine ‘Mâliki’ olarak okumak, sevap yönünden daha faziletlidir. Çünkü bu durumda harf sayısı artmış oluyor. Mâlik denildiğinde, bu dünyadaki şeylere sâhip olan anlaşılır. Oysa ‘Melik’ denildiğinde, meliklere mâlik ve sâhip olan kimse anlaşılır.
‘Mâliki yevmi’d-dîn’ sözü, kulun dünya yurdundan âhiret yurduna, kötüler yurdundan sürurlar yurduna geçeceğine delâlet eder.
Sonra bu yola sulûk edenlere bir arkadaş, bir muhâfız, bir rehber gerektiği için ‘Sıratellezîne en’amte aleyhim’ der.
Hak Teâlâ rahmetinin kat kat olduğunu beyan edince, ardından âdeta şöyle demiştir: ‘Sakın buna aldanma! Çünkü ben din gününün de Mâlikiyim.’
İnsanın Melik’e muhâlefete kalkışması, dünyanın harap ve yaratılanların yok olmasına yol açar. O halde Melikler Meliki olan Allah’a (celle celâlühû) muhâlefete kalkışmak, acaba nasıl bir sonuç doğurabilir? Nitekim Allah (celle celâlühû) şöyle buyurmuştur: «Bundan dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir.» (Meryem, 90)
Cenâb-ı Hakk bu sûrede kendi isimlerinden Allah-Rabb-Rahman-Rahim-Mâlik’i zikretmiştir. Sanki O şöyle buyuruyor:
İlk önce seni yarattım, o halde ben İlâhım.
Seni nimetlerimle büyüterek terbiye ettim, o halde ben Rabbim.
Sonra sen isyan ettin ben isyanlarını örttüm, o halde Rahmanım.
Sonra sen tevbe ettin, ben de bağışladım, o halde ben Rahimim.
Sonra ise cezayı sana ulaştırmak gerekir. Bunun için ben din gününün yegâne sahibiyim.
‘Mâlik’ kelimesinin Kur’an’daki manaları:
1- Kudret ve kanun (Yusuf, 101)
2- Kainatın idaresi (Âraf, 185)
3- Siyasi egemenlik
4- Kral (Yusuf, 50)
5- Sahip olmak (Âli İmran, 26)
6- Melek adı (Zuhruf, 77)
7- İdare edilen (Nahl, 75)
8- Kendine sahip çıkmak (Âraf, 188)
Bu kelimenin ‘din günü’ne izafe edilmesi de çok münasiptir. Çünkü mahlukat mâlikin merhametine, himayesine ve gözetmesine en çok din gününde muhtaçtır. Böylece din gününün şiddetini de azaltır.
Bütün Kainatın Tek Sahibi ve mutlak hükümdarı.
‘Melik’ ismi, Kur’an-ı Kerim’de beş defa geçmektedir. İlim ve hikmet, melikliğin şartlarındandır.
Yusuf Sûresinde Mısır kralı için ‘Melik’ kelimesi kullanılmış, Bakara Sûresi 246’da komutan Talut için yine ‘Melik’ kelimesi kullanılmıştır. Fâtiha Sûresinde ve Al-i İmran Sûresi 26’da ‘Mâlik’ ismi, Kamer sûresi 55’de ‘Melik’ ismi zikredilmiştir.
Görüyoruz ki, dünya yüzünde birçok hükümdarlar var, her hükümdarın bir yurdu, tebası, ordusu, idari teşkilatı var. Hiç bir hükümdar, yabancı bir kuvvetin yurduna saldırmasına, yurdundan bir parçasını koparmasına veya işlerine karışmasına tahammül edemez ve buna meydan vermemek için bütün kuvvetiyle çalışır.
Hükümdar, tebasıyla yakından ilgilenmek, onların ahvaline vakıf olmak, aralarında haklıyı haksızı, iyiyi kötüyü, hırsızı doğruyu, zâlimi mazlumu, sadığı haini bilmek ister. Bunun için inzibati kuvvetler, kanunlar, hakimler, mahkemeler, hapishaneler... gibi bir çok teşkilat vücuda getirmek, bu teşkilatı beslemek ve ayakta tutmak için tebasından vergiler almak mecburiyetindedir.
Arazisi ne kadar geniş, tebası ne kadar çok, ordusu ne kadar kuvvetli olursa olsun, dünya hükümdarlarından hiç birinin hükümdarlığı hakiki değildir. Belki Allah-ü Teâlâ (celle celâlühû) tarafından muvakkaten iktidar mevkiine getirilmiş mecazi birer memuriyetten ibarettir ve bunlar hakiki hükümdarı bildiren küçük birer izdir.
O izlerden hakiki hükümdar sezilir. Kainatta hakiki ve mutlak olarak hükümdarlık ancak Allahu Teâlâ’nın hakkıdır. Bu sıfatta O'na denk olacak başka bir hükümdar yoktur.
Ancak O'nun istediği olur, istemediği olmaz. Fermanını geri döndürecek, hüküm ve kazasını bozacak yoktur. Her dilediğini dilediği gibi yapar. Dilerse mülk verir, şah yapar, dilerse padişahken indirir atar, dilerse cebreder, dilerse serbestlik verir, dilerse küçültür, dilerse büyütür, dilerse sıkar, dilerse açar, dilerse yıkar, dilerse yapar, dilerse daha başka âlemler yapar, onlarda da dilediği gibi tasarruf eder.
Hükümdarlar tebasından vergi alır; Allah-ü Teâlâ mahlukatından bir şey almaz, her şeyi O verir. O kainata muhtaç değil, kainat O'na her lahza muhtaçtır. Yardımcıya, vezire, vekile, vasıtaya ihtiyacı yoktur.
Bütün dünya hükümdarları bir araya gelseler, O'nun iradesi inzimam etmedikçe hiç bir şey yapamazlar. O padişahlar padişahı, hükümdarlar hükümdarı, dünyayı bir çalışma yeri, âhireti de hesap günü olarak yaratmıştır. Mahkeme-i kübra oradadır. İyiler için cennetler, kötüler için cehennem hazırlamıştır. Herkes akıbetini görecektir. O günden ve o mahkemeden kaçıp kurtulacak bir sığınak da yoktur.
♦ ‘el-Melik’ ismi şerifi, emir sahibi olmak, maddi ve mânevi güçlü olmak için günde 90 defa okunur.
♦ Sabah namazının ardından 121 defa ‘Yâ Melik’ ismini zikreden fakirlikten kurtulur. Bu ismi hergün okumaya devam edenler, ilim ve mârifet sahibi olurlar.
♦ Bir kimse sabah namazından sonra ‘Yâ Mâlik’ okumaya devam ederse o kimse dünyalık ve âhiretlik olarak riyâsetten emin olur. Halkın gözünde hürmetli ve heybetli olur.
♦ Öğle vaktine yakın bir zamanda 90 (doksan) defa ‘Ya Mâlik’ ism-i şerifini okuyan kederden ve sıkıntıdan kurtulur.
Sa'd ibni Bilal der ki:
İki kimseyi Cehennemden çıkarırlar. Allahü Teâlâ: ‘Yaptıklarınızın karşılığını gördünüz. Çünkü ben kullarıma zulmetmem’ der ve Cehenneme götürmelerini buyurur. Biri zincirlerle ve bukağılarla acele acele yürür. Diğeri geride kalır. Her ikisi geri çevrilir ve ‘Niçin böyle yaptınız?’ denir. Hızlı yürüyen der ki:
- Emir dinlememenin ve kusur işlemenin neye mâl olduğunu anladım. Şimdi ondan korktuğum için hızlı yürüdüm. Diğeri,
- Rabbime hüsn-i zan ettim. Cehennemden çıkarınca, bir daha beni Cehenneme sokmaz diye ümîd ettim, der.
Allah (celle celâlühû) her ikisini de Cennete gönderir.
Malik, bir başka anlamıyla ‘hakim’ demektir.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Bir kimse, bir kişiye dâhi vali tâyin edilirse, kıyâmet günü getirilir, Cehennem köprüsü üzerinde durdurulur. Eğer iyi ise kurtulur. Kötü ise, Cehennem köprüsünden yuvarlanır. Derinliğine yetmiş yıl yuvarlanıp gider.
✦ Hakim, Kıyâmet günü, o kadar sıkı hesaba çekilir ki, iki kişi arasında hiçbir hüküm vermemiş olmayı arzu eder.
✦ Bir kimse, hakimliğe tâyin edilirse, bıçaksız boğazlanmaya alınmış gibidir.
✦ Sizden biri kadılık yapmak zorunda kalırsa, iki hasım arasında (mecliste, işârette ve nazarda) eşit davransın.
✦ Kadı öfkeli iken, adâletli hüküm veremez.
✦ Kadı, hükmünü vereceği zaman, ancak karnı tok, suya kanmış olmalıdır.
✽ ✽ ✽
✧ Allah (celle celâlühû), hakimlerin şu üç şeyden uzak olmasını ister:
1- Nefsin arzusuna tabi olmamaları,
2- Allah’tan korkup insanlardan korkmamaları,
3- Allah’ın âyetini az pahaya satmamalarıdır. Hasan Basri
✧ Hakim, sanatın inceliklerini ve güzelliklerini bilen, sağlam ve pürüzsüz yapan hikmet sahibi kimsedir. Gazâli
✧ Hakimin vasfı; nezaketle dinlemek, akıllıca cevap vermek, dilekçeyle tutuklamak ve bîtaraf karar vermektir.
✧ Ebû Hanife (ra) bir gün Halife Ebû Cafer Devanıki’nin yanına gitti. Orada şöyle bir teklifle karşılaştı:
- Ey Ebû Hanife! Devlet işlerinde bize yardımcı ol.
- Ben bu işte yararlı olamam.
- Sübhanallah nasıl olamazsın? Bize işimizde yardımcı ol.
- Ey Emire’l-mü’minin, eğer doğru söylüyorsam, sana dediğim gibi, yardımcı olamam. Eğer yalan söylüyorsam, yalancı birini bu işe tâyin etmen sana helâl olmaz.
1- Mâlik olduğu için, istediği gibi tasarruf eder; isterse verir, istemezse çeker alır. Ona kimse müdahale edemez.
2- Bütün mahlûkatın sahibi Allah’tır; her şey O’na boyun eğer.
3- Kulların hürriyeti, ancak Allah’a kullukla mümkündür.
4- Allahu Teâlâ kullarını yedirir, giydirir, her türlü ihtiyaçlarını karşılar, her şeyden haberdardır.
5- Cenâb-ı Hakk, sadece insanların değil, zerreden kürreye bütün varlıkların sahibi ve idarecisidir. Her şey O’nun tasarrufundadır.
6- Cenâb-ı Hakk, merhametlilerin en merhametlisidir; kulunu her türlü zararlardan muhafaza eder, hasta olanı reddetmez tedavi eder, zor durumdaysa kurtarır, açsa doyurur. Yani kulunu himaye eder.
Mâlikiyet, istilâ ve hâkimiyet derecelerinin en ileri şeklidir.
Mutlak ve kâmil anlamda Allah’ın mülkü, O’nun adâletiyle sağlanır.
Allah’ın yarattığı varlıklar içinde hükümdarlık mevkiini elde edenler, onun Melik ismine mazhar olan kişilerdir. Ancak bu krallar, şahlar, padişahlar, cumhurbaşkanları yönetimlerinde ‘Melik’ olan Allah’ın yönetim kurallarına uyarlarsa başarı sağlarlar. ‘Melik’ olan Rabbimiz, kulları arasında mü’min-kafir ayırımı yapmadan, dil, din, ırk ayırımı yapmadan can, ten, beden veriyor.
Kimsenin tekeline bırakmadan hava ve güneş veriyor.
Bu ismin gereği; kendisinin önü, sonu nereye varacağı belirsiz bir serseri değil, Alîm ve Habîr, Rahîm ve Kâdir bir hükümdarın hüküm ve tasarrufu altında bulunduğunu, hayatı boyunca, iyi kötü bütün söylediklerinin, yapıp ettiklerinin, görüp işittiklerinin muntazam kayıtlarla tesbit ve tescil edildiğini, mahkeme-i kübrada bütün bu dosyaların ortaya dökülüp hesâbı sorulacağını kati sûrette bilerek, giderini ona göre ayarlamaktır.
Yüksek mevkiler, hudutsuz salahiyetler çok defa insanı sarhoş eder. Öte taraftan mürailerin, dalkavukların uyuşturucu sözleri de insana kendisini düşünmeyi güçleştirir. İşte o zaman gurûra, hodgamlığa kayar. Kendisini hiç bir şey değilken amir yapan, hükümdar yapan, her şey yapan Hâlik-ı zü'l-celâlini ve buyruklarını unutur, isyan eder. Küfran-ı nimette bulunur, gadabına çarpılır ve bir daha da onu kimse kurtaramaz.
Bir gölge gibi olan dünyanın geçici nimet ve devletleriyle gevşeyip bayılmamalı, o nimeti vereni düşünüp daha ziyâde ayılmalı. O'nu veren Allah-ü Teâlâ’nın almaya da kadir bulunduğunu, kendisinin nihâyet muayyen bir zaman için ücretle tutulmuş bir çoban vaziyetinde olduğunu ve idaresi altındaki koyunların hasta olanına bakar, geride kalanlarını gözetirse ücret almağa hakkı olacağını, böyle yapmazsa cezaya çarpılacağını asla unutmamalı.
✽ ✽ ✽
✧ Dinin üç âfeti vardır: Fâcir fâkih, zâlim hükümdar, câhil müctehid. Hadîs-i Şerîf
✧ Bu âlemde hiçbirimizin hiçbir şeyi yoktur. Çünkü bırakıp gidiyoruz. Götürebildiklerimize bakınca, bıraktıklarımızın emânetçisi ve bekçisi olduğumuz ortadadır. Ancak mesele, bu bekçiliği kimin hesabına yaptığımızdır. Fâni zevkler uğruna mı bekçilik ediyoruz, sonsuzluk uğruna mı?
✧ Sultan-ı kainat birdir. Her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir. Her şey O’nun emriyle halledilir. O’nu bulan her matlubunu bulur, hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtulur.
✧ Mal sahibi zannettiğin esbab, mal sahibi değillerdir. Asıl mal sahibi onların arkasında iş gören Kudret-i Ezeliye’dir.
✧ Hz. Süleyman’ın ‘Kimsenin ulaşamayacağı mal ver’ diye duâ etmesinin sebebi şudur: Saltanat, baş korkusu, can korkusu ve din korkusundan ibarettir. Biz insanlar için bunun gibi imtihan yoktur. Süleyman (as) saltanat hissinden müteessir olunca dünyanın bütün hükümdarlarına acıdı.
✧ Mecâzi dünya sultanlarına gelince; onlar da yaratılmış aciz kullar olduğundan, hiçbirisi hakiki melik özelliklerini gerçek manada taşıyamaz. Saltanatları belli bir zaman sonra zeval bulur. Genelde muhtaç, hırslı ve kibirli olduklarından adaleti sağlayamaz, herşeyi görüp bilmediklerinden zâlimi mazlumdan temyiz edemez.
✧ Beş şeye aldanan Âdemoğlunun durumu ne acaiptir.
1- Varlıklı olan kimseye şaşıyorum. Neden muhtaç olacağı âhiret için bir şeyler ayırmıyor?
2- Konuşan bir dile şaşıyorum. Nasıl nefsine itaat ediyor? Allah’ın zikrini ve Kur’an okumayı bırakıyor?
3- Sıhhatli, işsiz bir kimseye şaşıyorum. Hep yiyip içiyor. Acaba, niçin her ay en az üç gün oruç tutmuyor? Hem gelecekte orucun faydasını niçin düşünmüyor?
4- Yatağını serip sabaha kadar uyuyana şaşıyorum. Gece kılınan iki rekât namazın faziletini hiç mi düşünmüyor? Bir saatlik gece namazına niçin kalkmıyor?
5- Allah’a karşı cüretle günah işleyene şaşıyorum. Onun yasak ettiğini yapıyor, halbuki bu yaptığı bir gün karşısına çıkacak, bunu da biliyor. Bu yaptıklarının sonunu niçin düşünüp de, o kötü işlerden kendini alamıyor? Hz. Ömer
✧ Herkeste şef olmak arzusu vardır. Bu insanın tabiatında vardır. Bu hâl yalnız yüzü âhirete dönük olanlarda olmaz.
✧ Bir kimseye gücün yettiğinde, Allah’ın da sana gücü yettiğini düşün. Ömer b. Abdülaziz
✧ Nûşirevan, bir gün ava çıkmış ve atını mahmuzlayarak karargâhından iyice uzaklaşmış. Derken bir müddet sonra iyice susamış. Bir bahçeye varmış, nar ağaçlarını görmüş. Bahçede bulunan çocuğa:
– Bana bir nar ver, demiş.
Narın tanelerini çıkarıp suyunu çıkarmış. Bu çok hoşuna gitmiş ve bu bahçeyi satın almak istemiş. Sonra çocuğa:
– Bana bir nar daha ver, demiş.
Bu narı da sıkmış, ama bu sefer nardan az ve acı bir su çıkmış. Çocuğa:
– Bana bak çocuk! Bu nar niçin böyle çıktı? demiş.
Çocuk:
– Belki de beldenin meliki zulmetmeye niyetlenmiştir. Onun zulmünün uğursuzluğundan da nar bu hâle gelmiştir, demiş.
Nûşirevan, bunun üzerine gönlünden tevbe etmiş ve çocuktan bir nar daha istemiş. Bu üçüncü narın suyu birincisinden daha çok ve tatlı çıkmış. Çocuğa:
– Narın tadı niçin değişti? deyince, çocuk:
– Belki de beldenin meliki zulümden tevbe etti, diye cevap vermiş.
Bunu duyan Nûşirevan zulümden kesinkes tevbe etmiş. Onun ismi dünyada adâletle şöhret bulmuş. Hatta insanlardan bazıları, Resûlullah’tan (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle işitmişler: ‘Ben âdil bir hükümdârın zamanında dünyaya geldim.’
‘Lâ havle velâ kuvvete illâ billah’ cümlesini müminler ağızlarına vird edinmiş. Özellikle işler sarpa sarıp içinden çıkılmaz hale geldiğinde bütün kuvvetin sahibine iltica edilir.
Günde kırk kere mülkün sahibi yüce kudreti hatırlar, O’nun büyüklüğü karşısında zayıflığımızı, güçsüzlüğümüzü fark ederiz. Ondan güç kuvvet, işlerimize yardım, bereket niyaz ederiz. Ama o havadan çıkıp günlük hayata daldığımızda bu aczimizi çoğu zaman unutur, bitimli, yetersiz, azıcık kuvvetimizi tahakküm vesilesi yaparız.
Bizden güçsüzleri ezmekten çekinmeyiz. Bazen sözle, bazen bilfiil, bazen alay, bazen tahkir ile birilerini kırar, incitir, ezeriz de, bizi daima murakabe eden kainatın sahibinin, mazlumun hakkını zâlimden daha dünyada iken alacağını hesab etmeyiz.
Allah’ın bize ibâdet-ü taatte, hayır hasenatta kullanmak için verdiği kuvveti yerli yerine kullanarak dünya ve âhiret sermayesi yapabilir, dereceleri yükseltebiliriz. Şükrü yapılmış her nimet gibi artıp bereketlenmesine sebep olabiliriz. Nitekim âyette «kuvvetinize kuvvet katar» (Hûd:52) buyruluyor.
✽ ✽ ✽
✧ Bir insana iki rekat namaz kılmak için verilen güçten daha hayırlı hiçbir değer verilmemiştir.
✧ Güçlü mümin zayıf müminden hayırlıdır ve hepsinde de hayır vardır.
✧ Güçlü kuvvetli olsan da, nerede kullanacağını bilmezsen fayda vermez. Kendi gücünüzü kendi istediğiniz gibi boyayabilirsiniz.
✧ Ey Allah’ım tembellikten ve yaşlılığın güçsüzlüğünden sana sığınırım.
✧ Güçsüzler asla bağışlamaz. Bağışlayıcılık güçlülere ait bir şeydir. Gücümüzü hırlaşmak için değil birleşmek için kullanmalıyız.
✧ Yedek güçlerini almadan ana gücünü sahaya süremezsin.
✧ Güçlü olan, zayıf yanını herkesten iyi bilendir. Daha güçlü olan, zayıf tarafına hükmedendir.
Güçlü insanın özellikleri:
1- Herkesi perişan edebilecek durum ve olaylar karşısında etkilenmeyen, moralman ayakta kalabilen,
2- Zor günlerin, zor şartların insanı olan,
3- Tahammülü ve sabrı çok olan,
4- Gönlünde korku ve endişe değil, daima sevinç ve huzuru taşıyabilen,
5- İnsanların olumsuz davranışlarına ve saldırılarına karşı hoşgörüsünü, sükûnetini koruyabilen,
6- Tutkularından sıyrılmış, bağımsız, sahiplenmeden sevebilen,
7- Gönlü sevgi dolu olan kişidir.
İnsanlara taraf-ı ilâhiden bazı yükümlülükler verildiğine göre, kısmi de olsa irade, akıl, izan da verilmiş. İnsan, kendini yoktan var eden yüce Rabbine karşı görevlerini yerine getirirken onu doğru yoldan, emr-i ilâhiden çıkarmak isteyen iç ve dış düşmanlarına karşı mücadele verip, kendine mâlik olması zorunludur. Aksi halde günün birinde bu imkanlar elinden gidip çaresizlik girdabına düşer.
Artık gerçeğin yüzünden perdeler kalkıp her şeyin meydana çıktığı hesap gününde hiçbir şeye, hatta kendi arzularına bile mâlik olamaz. Dili tutulur, elleri, derileri konuşur, ayakları şahit olur.
Dünyada kendine verilen servet, makam, evlâd-ü iyal, hiçbir şeyin zerre kadar faydası olmaz. O gün Vahid ve Kahhar olan Allah’dan (celle celâlühû) başka kimsenin hükmü kalmaz. Hesabsız yaşamanın hesabı verilir.
Günaha bulanmış azalar fonksiyonunu kaybeder. Uğrunda herşeyin feda edildiği sevgililer düşman olur. İnsan gayri meşru istek, arzu, zevk, sefa ne varsa Rabbinin buyruğuna engel olan her şeyden pişman olur. İş işten geçmiş, ecel kılıcı ekin tarlasını çoktan biçmiştir.
Gerçeği görmeyen gözler kör, duymayan kulaklar sağır, söylemeyen diller lâl olmuştur. Artık o günün mâlikinden başka kimse hiçbir şeye mâlik olamamaktadır.
Şimdi hala şansımız var; dünyadayız. Rabbimizin gösterdiği yöntemlerle bir nefes kadar yakın olan nefse mâlik olabiliriz; ebedi hüsrandan kurtulabiliriz.
Kullardan gerçek Melik o kişidir ki; Allah'tan başka kimsesi olmaz. Allah'tan gayri her şeyden alakasını keser, bununla beraber asker ve halkının kendisine itaat ettiği, boyun eğdiği ülkeye sahip olur. Nasıl mı? Şöyle: Çünkü onun öz ülkesi kalbi ve kalıbıdır. Askerleri ise, gazabı, şehveti, heva ve hevesidir. Halkı ise; dili, gözleri elleri ve sair azalarıdır. O, bütün bunlara hakim olup da kendisine boyun eğdirirse, işte kendi iç dünyasında sultanlık derecesine yükselmiş demektir. Bir de buna insanlara karşı olan ihtiyaçsızlığı da eklenirse, işte yeryüzünün sultanı olmuş demektir.
Kainatı yaratan ve koyduğu tabiat kanunlarıyla evreni idare eden ve yönetimine kimseyi ortak etmeyen ‘Melik’e iman eden bir mü’min, tabiatı Allah-ü Teâlâ’nın mülkü kabul ettiğinden, yeryüzünde, Allah-ü Teâlâ’nın döşediği yaygılar üzerinde yürür gibi hiçbir güzelliğe zarar vermeden yürür.
Her gün namazında ‘Nas’ sûresini okurken insanların tek hükümdarı Allah olduğunu ikrar ederek, Allah’ın kullarının kılına haksız yere dokunmaz.
Hakiki insana yaraşan, Allah-ü Teâlâ’nın herşeyin yegâne sahibi olduğunu bilmek ve herşeyini Allah-ü Teâlâ’dan istemektir.
Efendimiz (sav) bir adamın diğer birine, ‘Ey şahların şahı’ diye seslendiğini işitti. ‘Birbirinize ‘Mâlike’l mülk / meliklerin meliki’ mi diyorsunuz?’ diyerek bu ifadeden duyduğu rahatsızlığı dile getirdi.
Nefse mâlik olma hicabını geçince, Mâlik’i müşâhadeye vâsıl olunur. Nefsin dört sıfatından (emmâre – levvâme – mülhime – mutmainne), Mâlik’in dört sıfatını zikirle halâs olunur: İlâhiyet, Rubûbiyet, Rahmâniyet, Rahîmiyet.
«Bugün mülk kimindir? O tek ve Kahhar olan Allah’ındır.» (Ğâfir, 16)
«O gün kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür! O gün emir, yalnız Allah’a âittir.» (İnfitar, 19)
‘Mülk’, bağ, bağlamak ve kuvvet mânâsındadır. Bu bakımdan kâmil mânâda mülk ve kuvvet sâdece Allah’ındır, geçerli tasarruf O’na âittir. Bunun kullar hakkında söz konusu edilmesi mecâzidir. Çünkü kulların mülk ve varlıkları için bir başlangıç ve bir son vardır.
O günde mülkün kendisinin olması, Allah’ın (celle celâlühû) hükümran gücünün kemâline delâlet eder.
Rabbimiz, rahmetini dört defa, dört boyutuyla zikrettikten sonra buradan itibaren saltanatını tanıtmaya başlıyor. Mâlikü’l Mülk olan yüce zatını mecazen dünya melikliğinden tecrid edip, hesap gününün meliki olduğunu bildiriyor. Burada ince bir nükte dikkatimizi çekiyor:
Size cüzi irade ve bazı kabiliyetler verip, imtihan gereği vazifelendirdim. Kiminiz amir, kiminiz memur, kiminiz hakim, kiminiz mahkum, kiminiz zengin, kiminiz fakir olarak yaşarsınız. Geçici bir zaman için sizi serbest bıraktım. Haydi, hodri meydan! Ben zaten ne olduğunuzu, ne yapacağınızı ezelden biliyorum. Şimdi siz kendinizi görün, kendinizle yüzleşin, birbirinize şahit olun. Yaptığınızın karşılığını alırken itirazınız, şüpheniz olmasın.
«Bu meydan-ı imtihanda kimi nefsine zulmetti, kimi hayırda koştu, kimi de mutedil oldu.» (Fatır, 32) Bu yalan dünyada mazlumlar alacaklı, zâlimler sabıkalı oldu. Fakat kimsenin hakkı kimseye kalmayacak. Hakim, sonsuz adâlet, kudret sahibi Cenâb-ı zül celâl. Şahitler dışarıdan değil. «Bugün biz onların ağızlarını mühürleriz de neler kazandıklarını bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder.» (Yasin; 65)
Mahkemenin büyüklüğüne, o günün dehşetine bakalım; dışardan Ali-Veli şâhit olmuyor, kişinin bizzat kendi âzâları şâhitlik ediyor. Dahası o işi işlediği mekânlar, âletler şâhit oluyor. Amel defteri her şeyi kaydetmiş olarak yazılı belge oluyor. O gün, mecâzi geçici meliklerin, idârecilerin hiçbir fonksiyonu yok. Onlar, hesaplarıyla meşgul.
Önceden çekim yapılmış, herşey kayda alınmış. İnkar ne mümkün! Öyle bir mahkeme ki, ne rüşvet, ne rütbe, ne para, ne dost, ne yardımcı kabul edilmez. Kimseye kıl kadar haksızlık edilmez. (Nisa; 49) Zâlim cezasını bulur, mazlumun yüzü güler. Hak sahipleri hakkını alır, kederler sevince, korkular güvene döner. Çünkü hâkim Ahkamul Hâkimin olan, din gününün Mâlikidir.
Bu âyet iki yönlü olması hasebiyle (tevcih), aynı anda iki zıt muhataba hitap ediyor:
Ey mazlumlar, çaresizler, hakarete uğrayanlar, zulüm görenler! Korkmayın, üzülmeyin, endişe etmeyin, gevşemeyin, siz üstün geleceksiniz. (Âli İmran; 139) Siz asli kulluk görevinize devam edin, gün yakındır; aylar yıllar çabuk geçer. Hesaplaşma günü gelir, sabredin.
Ey zâlimler size gelince... Haliniz harap! Meydanı boş bulduğunuzu mu sanıyorsunuz? Size verdiğim imkanlarla biçareleri ezip zulmediyorsunuz. Bu sizin yanınıza kalmaz. Zaten vicdanınızdan ufak kırıntılar kaldıysa peşin ceza olarak vicdan azabı size huzur vermeyecek. Gün yakın. Büyük yüzleşme, yüce divan sizi bekliyor. Bakalım zebanilerin elinden sizi hangi nüfusunuz, hangi otoriteniz kurtaracak?
O dem ki perdeler kalkar, perdeler iner
Azrail’e hoş geldin, diyebilmektir hüner. N. Fazıl
Akıllar, huylar, karekterler, anlayışlar, algılayışlar farklı farklıdır. Bu nedenle üç kişi bir araya gelse, herkes bir fikir ortaya sürer, ihtilâf olur, işler sarpa sarar. İnsanlığı nizâma-intizâma, huzura kavuşturmak için Allah’ın bir nimeti, bir bahşişi olarak gönderilen Yüce Resûl ‘Üç kişi olsanız, bir başkan seçin ve ona uyun; isterse bu boynu eğri köle olsun’ buyurmuş. Bir diğer Hadîs-i Şerîfte ‘İtaat akıldan üstündür’ buyurmuştur.
Fikirler dallanıp budaklandığı zaman, karar vermek güçleşir, icraata yol bulunmaz. Atalarımız ‘Çatal kazık yere girmez’; yani, iki ucu olan bir kazığın yere giremeyip, bir ucunun koparılmasını, bununla da, çatallanmış fikirlerle yol almanın mümkün olamayacağını anlatmışlardır. Bu konuda ‘Bir evde olursa dû zen (iki kadın), o evde olmaz düzen’ mısraları da, bu hakikata parmak basar.
Ne var ki idârecinin âdil, şefkatli, akıllı, bilgili, anlayışlı, tecrübeli, sabırlı, fedâkar, mert ve cömert gibi idârecilik vasıflarını taşıması ve geldiği mevkiiden dolayı hallerini değiştirmemesi; hodgam, bencil, sadist, zâlim olmaması gerekir.
Hakkıyla yapılırsa, zor, zahmetli, veballi ve meşakkatli bir görev. Mükâfâtı da ona göre ‘Bir saat adâletle idâre etmenin mükâfâtı, altmış yıllık ibâdet sevâbıdır.’ Hadîs-i Şerîf
İnsanlar, küçük birimlerden büyük kütlelelere doğru iç içe, halka halka, şûbe şûbe yönetilir, idâre edilirler. İdâreciler, kendi alanında, küçük veya büyük iş başında. Yapılan adâlet ve zulüm, dalga dalga, büyükten küçüğe yayılır. Derginin kapağında rastladığım ilginç fotoğraf gibi: Baba anneye kızıyor, anne çocuğa hiddetleniyor, çocuk kedinin kuyruğunu çekiştiriyor.
İdârecilerin hepsi âdil olamadığından, güçsüzler, merâmını anlatamayanlar, çâresizler haksızlığa uğruyor. Haklı, dâvâsında haksız oluyor, göz göre göre hakkı ketmoluyor, malı gasboluyor. Âhı arşı inletiyor, ama hâkime dinletemiyor.
İşte bütün bu haksızlıkların, yolsuzlukların bir gün sonu gelecek, Mahkeme-i Kübrâ kurulacak, dışardan şâhit dinlenmeyecek, ağızlar mühürlenecek, eller konuşacak, ayaklar şâhitlik edecek’ Kul şaşırıp âzâlarına soracak: ‘Niçin aleyhimize şâhit oluyorsun (sen de yanacaksın)’ Âzâlar: ‘bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu’ diyecek.
O gün, Mâlik-i Hakiki, idârenin asıl sâhibi, Âdemden kıyâmete kadar gelmiş geçmiş tüm kulları hesaba çekiyor. Ve biz, bu dehşet sahneyi her gün belleğimizde saklayıp, hayâlimizde canlandırıp gündemde tutmamız için, en az kırk kere Huzur-u İlâhide ‘Mâliki yevmi’d-dîn’ diyoruz. Olur ki insafa gelir, sonumuzu, âkıbetimizi düşünür; gidişâtımıza çeki-düzen verir, hesâba çekilmeden hesaba çekeriz kendimizi.
❁ ❁ ❁
Rivâyet edildiğine göre kıyâmet günü bir adam getirilir. Bu adam kendi durumuna bakar da, hiçbir iyiliğinin olmadığını görür. Tam o esnâda ‘Ey falanca, yaptığın amele karşılık, gir cennete!’ diye bir ses gelir. Adam: ‘Yâ Rabbi, ben ne yaptım ki?’ der. Allah (celle celâlühû) buyurur ki: ‘Falanca gece sen uyurken, bir tarafından bir tarafına döndüğünde, o esnâda ‘Allah!’ demiştin. Sonra o anda sana uyku baskın çıktı da, sen bunu unuttun. Bana gelince, Beni uyku ve uyuklama tutmaz. Onun için Ben onu unutmadım.’
❁ ❁ ❁
‘Din gününün sahibi’… Günün sahibi, dinin sahibi. Sanki gününe sahip olan, dinine sahip olur ikazı yapıyor. Günübirlik yaşamak, ertelememek, üşenmemek, yarına bırakmamak, kendine, gününe, dinine sahip olmak, tasarruf ve mâlikiyet hakkının mecazi ve muayyen oluşu, fırsatı iyi değerlendirip hakiki mâlike teslim ederken mahcubiyet duyacak şeylerin yapılmaması ve mahşerden bir sahne;
Mahkeme-i Kübra, hâkimler hakimi Rabbü’l Âlemin, azalar şahit, yer-gök, eşya tanık, alıcılar kayda geçmiş, rüşvet kabul edilmiyor, adamını bulmak yok, kaçış kurtuluş yok, zor gün… Aşabilmek için, bugünün basit zorluklarından kaçmak, kaytarmak, atlatma, kandırma yoluna girmeyip işi ciddiye almalı.
Mülkiyetine sahip olduğumuz şeylerle övünmemeli, onlarla birilerine tahakküm kurmamalı. Hz. İbrâhim gibi ‘Ben kaybolanları sevmem’ demeli. Kendi elindekine değil, Rabbinin elindekine güvenme cesâretini gösterip de cimrilikten, korkaklıktan, tedirginlikten, dünyalık için kederlenmekten kurtulmalı. Nefsine mâlik olup ona memlük-köle olmamalı; hakiki Mâlik’e teslim olup bütün tasallut, baskı ve esaretlerden hür olup kulluk şerefini tadıp, zevkini sürmeli.
Mülk Allah’ındır; yani diriltme, öldürme, sevap verme, ikab etme sırf O’na aittir.
Allahu Teâlâ, ceza gününün mâliki olduğu gibi, dünyanın da mâliki ise de, insan, dünyada ariyet ve mecaz tarikiyle mülk ve saltanat sahibi olarak dünya işlerine geçici olarak mâlik olduğundan ceza gününün tek mâliki olduğu tasrih olunmuştur.
Çünkü o günde fâni saltanata sahip olup dünyada mâlik ve hakim olanların mülk ve hükümleri mazide kalmış bir hayalden ibaret kalır.
İtaatkar ile asinin, zâlimle mazlumun arasını ayırmak için hazırlanan ceza gününe mâlik olanın; ancak ibâdete layık ve o güne mâlik olan zat olduğunda en düşük akıllı bile tereddüt etmez. Zira o gündeki ceza; dünyada geçmiş olan amellere göre verileceğinden o güne ve o günde ceza vermeye mâlik olan zat ancak mâbud olması lazım gelen zattır. Çünkü ibâdet edenlere güzel ceza ve kabahat edenlere fena ceza vermek ancak mâbudun şanıdır.
Zâlimden mazlumun intikamını almak üzere kıyâmet gününün ve âhiret hallerinin vukuuna işâret buyrulup bu vesile ile isyankarlar itaate davet edilmiştir. Çünkü ceza gününün vukuuna iman eden bir asinin elbette o günde rezil ve rüsva olmamak için nefsine insaf etmesi lazımdır.
Dolayısıyla âhirete imanı olmayan kimse her fenalığa cüret eder ve hiçbir kötülükten çekinmez. Zira akibet korkusu yoktur ki, fenalığa cüret etmekten onu men etsin.
Hz. Ömer halife olduğu yıllardan birinde Ebû Ubeyde b. Cerrah ile birlikte Suriye’ye gidiyordu. Önlerine bir dere çıktı. Hz. Ömer devesinden indi. Ayakkabılarını çıkarıp omuzuna attı. Devenin yularından tutup suya girdi. Ebû Ubeyde b. Cerrah telaşlanarak:
- Ey müminlerin emiri! Bunu nasıl yaparsın? Ayakkabılarını çıkarıp omzuna atıyor, devenin yularından tutup suya giriyorsun. Şehir halkının seni bu vaziyette görmesi doğrusu beni çok üzer.
Hz. Ömer Ebû Ubeyde’ye şunları söyledi:
- Bu ne biçim söz Ebû Ubeyde! Eğer bu sözü sen değil de başkası söyleseydi onu Muhammed ümmetine ibret olacak şekilde cezalandırırdım. Şunu unutma! Biz çok basit bir kavimdik. Allahu Teâlâ bizi İslâm’la şereflendirdi. Şan ve şerefi dinden başka yerde ararsak, Cenâb-ı Hakk tekrar bizi eski halimize döndürür.
Herşeyin tasarrufunun Cenâb-ı Allah’ta olduğu gün.
‘Gün’ kelimesi, tan yerinin ağarmasından itibaren güneşin batışına kadar olan vakittir. Bu kelime, Kıyâmetin başlangıcı ile cennet ve cehennemliklerin her birisinin yerlerine varacakları vakte kadarki zaman için istiare yoluyla kullanılmıştır. ‘Gün’ kelimesi onun kısa bir ânı hakkında da kullanılabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: «Bugün sizin için dininizi tamamladım» (Maide, 3) Gün anlamına gelen ‘yevm’ kelimesinin çoğulu ‘eyyam’ şeklinde gelir.
‘Yevm / gün’ kelimesinin ‘din’ kelimesine muzaf kılınması aralarındaki yakın ilişkiden dolayıdır. ‘Din gününün sâhibi’ şeklindeki tahsis; onun büyüklüğü ve dehşeti, hesabın tümüyle Allah’a bırakılması dolayısıyladır.
‘Din’in ‘yevm’e izâfeti, o günde mâliklerin, emlâkların zeval bulup sırf O’nun mâlik olmasını ifâde içindir.
Her gün defalarca ‘mâliki yevmid din’ diyerek diğer bir saadet diyarını seyretmedikçe, dünyada huzurlu, hedefli ve mutlu olunmaz.
Din günü, işlerin karşılığının verildiği gün demektir.
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden
Bir çok seneler geçti dönen yok seferinden
Âhiret gününe iman etmek, İslâmiyetin itikat esaslarından biridir.
Bu inanç, beşeriyetin kalbini ve gözünü bu âlemden sonra başka bir hayatın varlığına çevirmesi bakımından büyük değer taşır. Yeryüzünün zarûretleri, onları dünyada ebedi kalmak arzusuna sevk edemez.
Âhirete iman, insanoğlunun süfli hislerin esâretinden kurtuluşunun ve bu hislerin üstündeki asıl mevkiini buluşunun ayrılış noktasıdır.
Âhirete iman, dünyevi ölçü, değer ve tasavvurlara boyun eğmekle, ilâhi kıymetlere bağlanıp, câhiliyet mantığının üstüne çıkış yollarının ayrılış noktasıdır.
Âhirete iman, Allah’ın kullarına ihsan ettiği yüce insanlık hakikatlarıyla, değer bakımından insana lâyık görülmeyen bozuk ve çirkin manzara arasında bir tercih noktasıdır.
Er odur dünyada koya bir eser
Eseri olmayanın yerinde yeller eser.
Biz bu dünyada zâlimlerin mazlumlara baskı yaptığını; güçlülerin güçsüzleri ezdiğini; müttaki, kâmil bir âlimin geçim sıkıntısına düşebildiğini, günahlara dalmış bir kâfirin ise rahatın ve lüksün zirvesinde yaşadığını görüyoruz. Bu durum ise, merhametlilerin en merhametlisi, hükmedenlerin en iyisi olan Allah’ın rahmetine uygun düşmez.
Allah’ın (celle celâlühû), zâlimlerden mazlumların hakkını alması, kendisine itaat edenlere mükâfaatlarını, inkâr edenlere cezâlarını vermesi için kıyâmet, ba’s ve haşr bulunmasaydı, bu ihmal ve imhal (mühlet tanıma), bir zulüm olurdu. Cezâ günü ve din günü var olunca, Allah’ın kullarına zulmettiği vehmi ortadan kalkar. Bu sebepten dolayı Allah (celle celâlühû), «Kötülük edenleri, yaptıklarına mukâbil cezâlandırması, güzel hareket edenleri de daha güzel ile mükâfatlandırması için» (Necm, 31) buyurmuştur.
Âhiret gününe inanmak insanı teselli eder, üzüntüsünü azaltır. Dünyada nice iyi insanlar, iyiliklerinin karşılığını görmeden; haksızlığa uğrayanlar hakkını almadan, nice zâlimler de cezasını çekmeden ölüp gitmektedir. Âhiret gününde ilâhi adâlet yerini bulacak; iyilik yapanlara iyiliklerinin mükâfatı bol bol verilecek, haksızlığa uğrayanlar eksiksiz olarak haklarını alacaklar, zâlimler hak ettikleri cezayı bulacaklardır.
‘Din günü’, dünya hayatında dini yüce Allah'ın belirlediği ölçülere göre yaşayanların, âhiret gününde karşılığını en iyi şekilde alacakları gündür. ‘Din günü’, dünya ile âhireti bütünleştiren bir bilinçtir. İnsanlar, din günü bilincini kendilerinde hakim kıldıktan sonra dünya hayatında daha duyarlı, daha etkin bir hale gelirler. Böylece dünyada kendilerine çeki-düzen verirler.
‘Din günü’, dine uyma ölçüsünün yargılanacağı gün demektir.
Âhirete inanmak, bu kısa ömür içinde ve dar dünyamızda tahakkuku mümkün olmayan bir takım arzularından dolayı insanı huzursuzluktan koparıp, gönül rahatlığına kavuşturur. Böyle olunca insan yalnız Allah rızâsı için çalışır, mükâfatını da gerek bu dünyada, gerekse âhirette Allah’ın takdirine ve O’nun takdir ettiği zamana bırakır. Bunun neticesi olarak da insan, ilâhi huzur içinde yaşar, niyeti hayır olur, hakkı müdâfaada yılmaz, müsâmahakârdır.
Âhirete iman edenlerle, âhireti inkâr edenler, şuur, ahlâk, gidişat ve yaptıkları işlerde müsâvi değildirler. Bunlar birbirine zıt iki sınıftır ki; tabiatları tamamen ayrıdır.
Bunların dünyadaki işleri birbirine uymadığı gibi, âhirette de yaptıklarının karşılığını almakta farklıdırlar.
İnsanların bu dünyaya gönderilme sebebi haklarında hüccet ikamesi içindir.
Dünya âlemi, bulanıklık âlemidir. Âhiret âlemi ise, sefâ âlemidir. Buna göre dünyaya nisbetle âhiret, gölgeye nisbetle cisim gibidir. Bu nedenle dünyada bulunan herşeyin, âhirette bir aslı bulunması gerekir. Aksi halde dünyadaki şeyler, aslı olmayan bir serap ve boş bir hayalden başka bir şey olmaz.
Âhirette bulunan her şeyin de dünyada bir benzerinin bulunması gerekir. Aksi halde âhiretteki o şeyler, meyvesiz bir ağaç ve delilsiz bir medlûl gibi olurdu. Buna göre rûhâni âlem, ışık, nûr, güzellik, sevinç, lezzet ve nimetler âlemidir.
✧ Âdemoğlu kıyâmet gününde şu beş şeyden soruluncaya kadar yerinden ayrılamaz:
1- Ömrünü nerede geçirdi?
2- Gençliğini nerede tüketti?
3- Malını nereden kazandı?
4- Malını nereye harcadı?
5- Bildiğiyle ne amel yaptı? Hadîs-i Şerîf
İnsan azap çekmez, Hak yazmayınca
Allah azap yazmaz, insan azmayınca !
✧ «Ey insanlar! Rabbinizden sakının. Çünkü kıyâmet koparken meydana gelecek zelzele çok büyük bir olaydır. Kıyâmetin kopuşunu gören her emzikli kadın, (kucağında) emzirmekte olduğu çocuğunu unutur. Yine her gebe kadın (karnında taşıdığı) çocuğunu düşürür. (Ey Muhammed!) O günde insanları sarhoş olmuş gibi görürsün. Halbuki gerçekte onlar sarhoş değildirler. Sarhoşlukları sadece Allah’ın azabının pek çetin olmasından ileri gelir.» (Hac,1-2)
✧ ‘Kıyâmet’, lugatta ayaklanmak demektir. Istılahta dünyanın yıkılıp âlemin düzeninin bozulması anlamına gelir. ‘Yevm’id din’ aynı zamanda ‘kıyâmet günü’ demektir.
✧ Efendimiz (sav), ‘İnsan öldüğü zaman kıyâmeti kopar’ buyurur. Asıl kıyâmet budur. Çünkü ölümden sonra yapabileceğimiz, tamir edebileceğimiz hiçbir şey yok; bütün imkanlar elimizden gider.
✧ Dönüşü olmayan ebediyet yolculuğu... Sonradan her ferdin imtihanı bitince okul kapanır, gökler dürülür. Dağlar savrulur, insanlar dağılır, kelebekler gibi yer değiştirir, başka bir arz olur. Artık âhiret safhaları başlamıştır.
✧ Kıyâmetin kopmasına yakın cehâlet yayılır, ilim yok olur ve cinâyetler çoğalır.
✧ Kıyâmet günü seven sevdiğini üç yerde hatırlayamaz:
1. Tartıda: Ameller, teraziye konur; ya ağır gelir, ya da hafif.
2. Defterlerin verilişinde: Defterler, ya sağdan verilir, ya da soldan.
3. Bir de orada toplananların üzerine cehennemden bir boyun uzanıp şöyle dediği zaman:
– Ben şu üç zümreyi yakalamakla memurum:
a) Allah’tan başka bir ilâha tapanları,
b) İnatçı zâlimleri,
c) Hesap gününe inanmayanları...
Daha sonra, bu saydıklarının üstüne yumulur; cehennemin dibine atar.
✧ Şüphesiz ki, kıyâmet günü, mü’mine pek hafif olacaktır. Dünyada kıldığı bir farz namazının vaktinden daha az gelecektir.
✧ Allah rızâsı için yapılan hacc, cihad, oruç, namaz, âmme hizmetinde bulunmak ve emr-i ma’ruf, nehy-i münker ağırlığına katlanarak dökülmeyen ve bedenden çıkarılmayan terler, kıyâmet topluluğunda, mahşer yerinin rüsvaylık ve korkusundan dökülecek ve sıkıntılar artacaktır.
1- Ahitlerin, sözlerin bozulması.
2- Açıktan zina yapılması.
3- Cimrilik ve hırsın gözü bürümesi, dünyanın harap olmasına sebeptir.
✧ Cehennemin üzerine kurulan köprü vardır. Kıldan ince, kılıçtan keskincedir. Ona bağlı dikenli teller ve demir çengeller vardır. Onun üzerinden yıldırım gibi geçen, fırtına gibi uçanlar da vardır. Müslüman kurtulur. Müslüman olmayan o dikenli tellere ve çengellere takılır, sonra yüzüstü cehenneme yuvarlanır. Hadîs-i Şerîf
✧ Tekvir, İnfitar ve İnşikak sûrelerini okuyan, kıyâmete gözüyle bakmış olur. Hadîs-i Şerîf
İnsanlar ve cinlerden başka bütün hayvanlar, Cuma günü sabahından güneşin doğuşuna kadar kıyâmetin kopacağından korktukları için kıyâmeti gözlerler.
♦ Yeryüzünde fitne ve fesadın çoğalıp, umurun şiddet bulması.
♦ Ulemânın ruhları kabzolup, cehâletin artması.
♦ Zinâ ve içkinin çoğalması.
♦ Kadınların çok, erkeklerin az olması.
♦ Zekât verecek fakir bulunmaması.
♦ Şerlerinden korunmak için bazı kimselere ikram olunması.
♦ Sonra gelenlerin, öncekileri beğenmemesi.
♦ Kadınla erkek arasında harama vasıta olanların çoğalması..
♦ Emin kimselerin pek nâdir olması.
♦ Emr-i bi’l-ma’ruf, Nehy-i ani’l-münkerden nehyedilmesi.
♦ Hayrın şer, şerrin hayır görülmesi.
♦ Mescitlerin binâca mâmur, cemaatçe fakir olması.
♦ Hakkı söyleyenin dinlenmemesi.
♦ İnsanlar arasında adâlet, büyüğe hürmet, küçüğe merhamet, din kardeşine muhabbet, ilim, hayâ, bereket kalmaması.
♦ Terâzide, ölçüde hilenin çoğalması.
♦ Yalancı şâhitliğin artması.
♦ Helâl lokmanın azalması.
♦ Ünsiyete lâyık dost bulunmaması.
♦ Korkunç kıtlık olması.
♦ Yağmur yağmasına rağmen mahsul bol olmaması.
♦ Faiz yemekten çekinilmemesi.
♦ Fuhuş ve veledi zinâların artması.
♦ İnsanlara zengin oldukları için hürmet edilmesi.
♦ Câmilerde günah seslerin yükselmesi.
♦ Fâsık, zâlim şirretlerin, mü’minlere ve iyilere gâlip gelmesi.
♦ Dünyanın sevilip âhiretin, malın sevilip hesâbın, hayatın sevilip ölümün, halkın sevilip Hâlîkın, evlerin sevilip kabrin unutulması.
✧ İleride öyle zamanlar gelecek ki, kişinin bütün himmeti midesi, dini kendi hevası, kılıcı da dili olacaktır.
✧ İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, öldürme ve zorbalıktan başka bir yolla idareye sahip olunamayacaktır. Gasp ve cimrilikten başka bir yolla zenginliğe, dinden çıkma ve nefsâni arzulara tâbi olmaktan başka bir yolla da diğer insanların sevgisine ulaşılamayacaktır.
✧ O gün (kıyamet günü) mümin, nezleye yakalanmış hasta gibi olur. Kâfir ise, ölüm döşeğinde ölümle pençeleşen kimse gibi olacaktır. Hadîs-i Şerîf
♦ Ye’cüc, Me’cüc: Zülkarneyn’in (as) seddinin arkasından çıkarlar. Mahlûklardan rasladıklarını katlederler. Bunlar çokluk olduklarından yeryüzünde hiç yiyecek bırakmazlar. İsâ’nın (as) duâsı ile bunlar helâk olacaklardır. Fenâ kokan leşleri, Hz. İsâ ve müslümanların duâ etmeleri ile mintarafillâh kaybolacaktır. Ye’cüc, Me’cücün helâkinden sonra bol yağmurla yerler temizlenir. Sonra Hz. İsâ vefat eder.
♦ Deccal’in ortaya çıkışı.
♦ Daha sonra Kur’an, ilim, Hacer-i Esved, Makam-ı İbrâhim kalkar.
♦ İsa (as)’ın yeryüzüne inmesi.
♦ Gâyet tatlı bir rüzgârla hayırlılar ölür ve şerliler üzerine kıyâmet kopar.
♦ Dabbetü’l-arz: Bu hayvan heybetli ve büyük olduğu için, bundan kaçmak ve buna erişmek mümkün değildir. Bu hayvanın, güneş garptan doğduktan sonra çıkacağı beyan olunmuştur.
♦ Duhan: Büyük bir duman yeri kaplar ve kırk gün durur. Mü’minlere ufak bir nezle tesiri yapar. Kâfirler ise baygın bir hale gelir.
♦ Biri doğuda, biri batıda, biri de Arap yarımadasında olmak üzere üç güneş tutulması meydana gelmesi.
♦ Bütün insanları önüne katarak mahşer yerine sürükleyen bir ateşin Yemen’den çıkması.
♦ Güneşin batıdan doğması: Bir cumâ gecesi, güneş battıktan sonra üç gün doğmaz. Sâlih mü’minler işi anlar. Tevbe ve ibâdet yaparlar. Saatle namaz kılarlar. Güneş üç gün sonra batıdan doğar. Öğlende veyâ ikindide geri döner yine garpta batar. İşte bu batışta tevbe kapısı da kapanır. Ondan sonra yine şarktan doğar.
Kuvvet ve iradesiyle yaşadığım Allah’a yemin ederim ki, cennet ehli mezardan çıkınca, altın eğerli, kanatlı develere bindirilirler. Ayakkabılarının yüzleri nur gibi parlar. Devenin her adımı, gözün gördüğü yere kadar uzanır. Cennete vardıklarında, kanatları altından olan kapının üzerinde kırmızı yâkuttan bir halka görürler.
Cennetin kapısının önünde iki pınar vardır. Onların birinden içince, sevinçten yüzleri ışıldar; diğerinden abdest alırlar. Güzelce taranmış saçlarının şekli bir daha bozulmaz. Halkasına vurup kapıyı çaldıklarında öyle güzel bir ses çıkar ki; o halkanın bir sesini işitsen, yâ Ali! Sesi işiten güzel cennet kadınları kocalarının geldiğini anlayınca, hemen hizmetçilerini kapıyı açmaya gönderirler. Allah onları öyle güzel yaratmıştır ki, eğer kendi kendilerini görseler, güzelliklerine vurulur, yere kapanırlar.
Giden hizmetçi, ‘Ben senin işlerini yapmakla görevli hizmetçiyim’ der. Hizmetkârın peşinden eşinin yanına gidince, nâdide güzel hemen otağından çıkar, kocasının boynuna sarılır: ‘Sen benim sevgilimsin, ben de senin sevgilinim. Ben senden memnunum, asla gücenmeyeceğim. Seni hiç üzmeyeceğim. Hep yanında kalacağım, asla ayrılmayacağım’ der.
Orada öyle bir eve girer ki, tavanının yüksekliği yüz bin arşın inci ve yakuttan yapılmıştır. Evlerinin altından birbirine benzeyen ırmaklar akar. Bunların bir kısmında tertemiz sular akar. Kimisinden arıdan çıkma değil de, Allah’ın kudretiyle özel bir şekilde yaratılan süzülmüş bal, tat veren şerbetler akar.
Bir takım ırmaklardan da davarlardan sağılandan özel yaratılmış sütler akar. Canları yemek isteyince, beyaz kuşlar gelir, hemen kanatlarını kaldırırlar. Onlar da istedikleri yerin etlerini yerler. Orada dallarda sallanan meyveler de vardır. Canları isteyince dallara yaklaşır; dilerse ayakta, dilerse oturarak diledikleri meyvelerden yerler.
İnci tanesi gibi güzel hizmetçiler de önlerinde hizmete hazır dururlar. Hadîs-i Şerîf
Cennet ehli temiz yüzlü gençlerdir. Saçları, kaşları ve kirpikleri hâriç; vücutlarında tüy yoktur; yani etekleri, koltuk altları tüysüzdür.
Boyları altmış arşın, Âdem’ın boyundadır. İsâ (as) gibi, otuz üç yaşındadırlar. Renkleri beyazdır. Yeşil giyinirler. Onlardan birinin sofrası önüne konunca, bir kuş ona döner ve şöyle söyler:
– Ey Allah’ın sevgili kulu, ben selsebil suyundan içtim. Arş’ın altında, Cennet bahçelerinde yayıldım. Şu, şu... meyveleri yedim.
Allah (celle celâlühû) meleklere emir verir; ‘Dostlarıma yemek yediriniz.’ Bu emir üzerine, onlara çok çeşitli yemekler getirilir. Her lokmayı aldıkça bir evvelinden daha lezzetli bulurlar. Yemek işini bitirdikten sonra, Allah (celle celâlühû):
– Kullarıma içilecek şeyler de ikram ediniz, buyurur. Onlara öyle içecekler getirilir ki, her yudumda bir evvelkinden fazla lezzet alırlar. Bu içme işi de bitince, Allah (celle celâlühû) onlara şöyle buyurur:
– Ben, sizin Rabbinizim. Vaadimi yerine getirdim. Şimdi arzunuzu bildirin; ne ise vereyim.
– Rızânı isteriz, derler. Buna karşılık Allah (celle celâlühû) şöyle buyurur:
– Sizden râzıyım. Ancak, bugün katımda daha fazlası vardır. Size öyle bir ikramda bulunacağım ki, bütün bu gördüklerinizden daha büyüktür.
Perde açılır; dilediği kadar o yüce Zata bakarlar. Sonra, secdeye kapanırlar. Allah’ın dilediği kadar secdede kalırlar. Sonra şu emri verir:
– Başınızı kaldırınız. Burası ibâdet yeri değildir.
Oradaki bütün nimetleri unuturlar. Yüce cemâline nazar, onlara bütün nimetlerden daha sevimli gelir. Sonra, eski hallerine dönerler. Bir aralık, Arş altından bir rüzgar eser. Beyaz miskten bir tepeyi tozutur. Orada bulunanların ve bindikleri atların başına saçılır. Daha sonra Cennetteki yerlerine dönerler. Hanımlarını bıraktıklarından daha güzel bulurlar. Zevceleri de onlara der ki: ‘Siz, önce olduğunuz halden daha güzel döndünüz.’
«Yüzler var ki, o gün ışıl ışıl parlar, Rabb’ine bakar.» (Kıyâme, 22-23)
«İman edip, güzel amel işleyenlere Cennet ve bir de Allah’ın cemâlini görmek var. Onların yüzlerine ne bir leke bulaşır ne de bir zillet.» (Yunus, 26)
«Öyle değil, o gün, onlar Rablerinden mahcupturlar.» (Mutaffifin, 15)
Gördüğü sûretten zevk alan âşığın, bu sûretin sahibini bulmakla zevki daha da artacağı gibi, perde aradan kalkıp sağlanan müşâhede sayesinde, kulun zevki son haddine varacaktır. Cennetin güzelliği, herkesin arzu ettiği şeyi orada bulmasındandır. Allah’dan başkasını arzu etmeyen kimse için başka şeylerde bir zevk yoktur, belki onlardan eziyet dahi görebilir.
Ölüm ile aradan perde çekildiği vakit, ruh, dünya kirleriyle mülevves olarak kalır ve tamamıyla ondan sıyrılamaz. Bununla berâber herkes bu lekelerde farklı dereceler alır. Bir kısmını öyle leke ve paslar kaplar ki, cevherini kaybetmiş, paslanmış ayna gibi olur; ne cilâ, ne de parlaklık kabul etmez. İşte ebedi olarak Allah’ın cemâlinden mahrum kalacaklar bunlardır.
Allahu Teâlâ uyumaz, zâten O’na uyku da yakışmaz. Kıstı (tartıyı, rızkı) indirir, kaldırır. Geceleyin yapılan amel, gündüzleyin yapılandan önce; güzdüzleyin yapılan amel de geceleyin yapılan amelden önce Allah’a yükseltilir. O’nun hicabı nurdur. Eğer o perdeyi açacak olsa, vechinin subuhâtı, basarının ihâta ettiği bütün mahlûkatını yakardı. Hadîs-i Şerîf
Hicab, perde demektir. Allah, insanlara şah damarından yakın olduğu halde, insanlar, araya giren perdeler sebebiyle Allah’dan uzaktırlar, Zât-ı Zülcelâl’i görmezler. Allah ile kul arasındaki perde maddi değil, nûrânidir.
Allah’ın vechi, Zât’ı demektir. Allah’ın subuhatından murad, Allah’ın celâli ve azametidir. Eğer onu açacak olsa, insanın gözünün yetiştiği her şeyi yakardı. Allah’ı kullara karşı perdeleyen nurlardan bir nur inkişaf edecek olsa, bu nur, değeceği her şeyi helâk eder, tıpkı böyle bir inkişafta Hz. Mûsâ’nın bayılıp düşmesi ve Allah’ın tecelli etmesiyle dağların parça parça olması gibi.
Cennet ehlinin en aşağı derecede olanı, bin yıllık mesâfeden kendine verilen köşklere, hanımlarına, nimetlerine, hizmetçilerine ve karyolalarına bakar. Allah katında daha şerefli olanlar ise sabah akşam nur yüzüne bakarlar. Hadîs-i Şerîf
Bugün âşıkların esrârına âgâh olan gelsün
Bugün bu meydân-ı muhabbette fenâfillah olan gelsün.
İki dünyayı terk eden, bu yola baş açık giden
İşi dildâr-ı şevkinden demâ dem âh olan gelsün. Sultan III. Mehmed
✧ Allah’ım, kazana râzı olmamı istiyorum. Likâna şevk istiyorum, vechine bakmak istiyorum. Birahmetike yâ erhamerrâhimîn. Hadîs-i Şerîf
✧ Sahabelerle, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) arasında geçen konuşma:
– Yâ Resûlallah! Rabbimizi görecek miyiz?
– Bulutsuz bir günde güneşi görebiliyor musunuz?
– Evet,
– Peki bulutsuz gecede ayı görebiliyor musunuz?
– Evet.
– Siz Rabbinizi göreceksiniz. Hatta biriniz, Rabbi ile karşılaştığında Rab Teâlâ ona soracak: ‘Şu, şu günahları biliyor musunuz?’ Kul diyecek ki; ‘Beni affetmiyor musun ya ilâhi?’ Allah (celle celâlühû) buyuracak: ‘Zaten Benim mağfiretimle geldin buraya! (Seni affettim bile)’ Ebû Hureyre
✧ Cennet ehli Allah-u Teâlâ’ya baktığı vakit, O’nun Cemâlinin zevkinden sekizyüz yıl gözlerinin ışıkları kalplerinde kaybolur. Bir de Allah’ın Cemâl ve Celâli arasında kalan kalpleri düşün. Allah’ın Celâlini düşündüğü vakit kendisini ilâhi heybet kaplar, Cemâlini düşündüğü vakit de şaşırır kalır. Yahya b. Muaz
✧ Dünyada Allah’ı bilmeyen, O’nu âhirette göremeyecektir. Dünyada mârifet zevkine varamayan, âhirette müşahade tadını alamayacaktır. Zira kişi, dünyada sâhip olmadığı şeye, âhirette yeniden sâhip olamaz. Burada herkes neyi ekmişse, âhirette onu biçecektir.
Mûsâ (as) bir kere, başının altına kerpiç koymuş, saçı sakalı birbirine karışmış bir adama rastladı.
- Yâ Rabbi! Dünyada bu kul zâyi olmuş, dedi. Mevlâ:
- Yâ Mûsâ! Sen bilmez misin ki, Ben bir kuluma Cemâlimin tamamıyla nazar ettiğimde, dünyanın tümünü ondan uzak ederim, buyurdu.
«Cehennem ateşi onlara uzak bir yerden görününce, onlar bunun kaynamasını ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına zincirlerle bağlı olarak onun dar bir yerine atıldıkları zaman, orada ölümü isterler (Yetiş ey ölüm. Neredesin? Gel bizi bu azaptan kurtar! derler)» (Furkan, 12/13)
Cehennem, bir ceza âlemidir. Halen mevcuttur ve yedi aşağı tabakaya ayrılmıştır. Nerede olduğunu ancak Yüce Allah bilir. Bütün kâfirler ve bazı günahkâr mü'minler için yaratılmış olan Cehennem, ebedî azap yeridir.
Burada kâfirler küfrünün, müminler de günahlarının cezasını çekeceklerdir. Kâfirler onun o korkunç ateş alevleri arasında ebedî olarak yanacaklar, günahkâr müminler ise cezalarını çektikten sonra çıkacak ve Cennet'e gireceklerdir.
Cehennemden çıkmak var diye, bu nâr'a girişe ehemmiyet vermemezlik yapmayalım. Elini bir defa ateşe daldır, ne kadar tahammül edebileceksin? Cehennem denilen yer, hamam sıcağı kadar hararetli olsa, ne kadar tahammül edebiliriz; bir düşünelim.
O ateşlerin içerisinde yaşayan bir takım hayvanlar var ki, bunlar ehl-i nâr-ı sokacak, incitecektir. Yaz geceleri sivrisinek, tahtakurusu, pire ve karasinek gibi insanları ta'cîz eden hayvanlara tahammülümüz yok, hem de bunlardan kurtulmak elimizde iken, gördüğümüz huzursuzluğu bir düşünün. Halbuki orada irademiz elimizde olmayıp korkunç azaplara nasıl tahammül ederiz?
Mirac’ta Efendimiz’e cehennemin gösterilmesi Haşir’de fazla korkup ürpermesin, sadece şefaatle meşgul olsun diyedir.
Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cebrâil’e (as) ‘Bana Cehennemi anlat’ buyurdu. Buna karşılık Cebrâil (as) anlatmaya başladı:
Allah (celle celâlühû) Cehennemi yarattıktan sonra, bin sene ateşi yaktı; ateş kıpkızıl oldu. Bin sene daha yaktı; kapkara oldu. Artık ne alevi söner; ne koru biter.
Cehennemden iğne ucu kadar bir yer açılsa, onun sıcaklığından dünya sâkinleri tamamen yanar.
Cehennem ehlinin giydiklerinden biri, yerle semâ arası bir yere asılsa, onun kötü kokusundan ve sıcaklığından yer ehli bütünüyle yanar, ölür.
Cehennem zincirlerinden birinin, bir arşın kadarı bir dağın üzerine konsa yerin yedinci katının dibine kadar o dağ erir; batar. Bir adam batıda azaba uğrasa, doğudaki onun şiddetinden yanar.
Cehennemin ateşi şiddetlidir. Uçurumu derindir. Ziyneti kızgın demirdir. İçkisi kaynar sudur; irindir. Elbisesi kat kat ateştir. Onun yedi kapısı vardır. Her kapının kadınlar ve erkekler için ayrı bölmesi vardır.
Kapılar birbiri altına ve içten içe açılmıştır. Bir kapı ile diğer kapı arasında yetmiş senelik yol vardır. Kat kat indikçe her katın sıcaklığı üsttekine göre yetmiş kat fazladır. Allah düşmanları oraya atılırlar. Onun kapısına vardıkları zaman, zebaniler gülerler. Zincirlerle onları karşılarlar. Zinciri ağızdan vurur; alttan çıkarırlar. Sol eli, boynu üzerinde tutar, sağ eli kalpten geçirir; omuz arasından çıkararak sıkıca bağlarlar. Bu zincirlemede, her insana bir şeytan arkadaş olur; birlikte bağlanır. Sonra, Cehenneme yüz üstü sürüklenip atılırlar. Azap melekleri onlara, demir topuzlarla vururlar. Her ne zaman oradan çıkmayı isteseler, bu yolda bir çaba harcasalar, bu çabaları boşa gider; geri çevrilirler.
En alt katta, münâfıklar, maide ashabından kâfirler, Firavun’un arkadaşı vardır. Bu katın adı Haviye’dir.
İkinci katta, müşrikler vardır. Bu tabakanın adı Cahim’dir.
Üçüncü katta, saibun (hak dini terkedenler) vardır. Bu tabakanın adı, Sakar’dır.
Dördüncü katta, iblis, Mecusiler ve ona uyanlar vardır. Bu tabakanın adı, Leza’dır.
Beşinci katta, Yahudiler bulunur. Bu tabakanın adı Hutame’dir.
Altıncı katta Hıristiyanlar vardır. Bu tabakanın adı, Sair’dir.
Bundan sonra Cebrâil sustu. Resûlullah’tan haya edip durdu. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun bu halini görünce şöyle sordu:
– Yedinci katı bana anlatmayacak mısın? Cebrâil devâm etti:
– Ümmetinden büyük günah işleyenler oradadır. Bunlar, ölmeden evvel günahlara tevbe etmemiş olanlardır.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu haberi duyunca bayıldı. Bayılınca Cebrâil başını kucağına aldı. Ayılıncaya kadar kucağında kaldı. Ayıldığı zaman şöyle buyurdu: ‘Ya Cebrâil, felâketim büyük. Hüznüm çok. Acaba ümmetimden Cehenneme giren olacak mı?’ Buna cevap olarak Cebrâil şöyle dedi:
– Evet, olacak. Ümmetinden büyük günah işleyenler oraya girecektir. Bunu duyunca Resûlullah ağladı. Cebrâil de onunla berâber ağladı.
Vekınâ azâbennâr
Biz son ümmet, âhirzaman ümmeti, dünyanın ikindi vaktinde, yaşlılık çağındayız. Kıyâmetin yakın olduğu bildiriliyor. Risâlet yoluyla belirlenen alâmetler küçüğüyle büyüğüyle zuhur etmeye başlamış. Bizim uyarılara dikkat edip tedbirli, hazırlıklı olmamız gerekir.
Madem yolculuk var, yeni diyarımıza taşınacağız; eski, köhne fâni diyarımızı bezemekle vakit geçirmeyip yepyeni bir hayata aşkla, heyecanla hazırlanalım, kalbimizi, kabrimizi gülbahçesine döndürme hazzında olalım.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Zaman yaklaşır. İlim noksanlaşır, şiddetli cimrilik kalplere konulur, fitneler meydana çıkar ve herc çoğalır.
- Yâ Resûlâllah! Herc nedir? diye sordular.
- Katildir (insan öldürmektir), buyurdu.
✦ Âhirzamanda paraya daha çok ihtiyaç olur. Çünkü insan, din ve dünyasını ancak parayla korur.
✦ Ne mutlu İsâ (as) indiği zamana; o zaman göğe rahmet yağdırması ve yere de yeşertmek için müsaade verilir.
✦ Taş üzerinde tohum ekilse biter, insanlar arasında kin ve kıskançlık olmaz. Hatta bir adam, bir aslana rastlasa, aslan ona dokunmaz, yılana bassa yılan onu sokmaz.
✦ Âhirzamanda iyi hal ve güzel huy, çok amelden daha hayırlıdır.
✦ Âhirzamanda, eğlencelerin ve çalgıların meydan aldığı ve içkinin mübah addolunduğu zaman, yere batma, taş yağma zuhur edecek ve insan kılığından çıkma olacaktır.
✦ Âhirzamanda zenginlik, bir saadettir.
✽ ✽ ✽
✧ Âhirzamanda sebepsiz, yâni farz olmadığı halde hac yapanlar çoğalır. Yollardaki yaptıkları ticâretleri ile kazançları artar, hac işi onlara kolay gelir. Ancak ecirden mahkûm ve sevaptan soyulmuş olarak geri dönerler. Kumlu ve susuz çöllerde binitleri onları dolaştırır da, yanıbaşındaki komşusunun hal ve hatırını sormazlar. İbn-i Mesud
✧ Bir gece gelir, Kur’an, hafızların göğsünden alınır. Sonra Allah (celle celâlühû) bir rüzgâr gönderir ve iman etmiş insanların ruhu alınır. Daha sonra insanlar hiçbir söze inanmaksızın bir süre kalırlar ve merkeplerin çiftleşmesi gibi çiftleşirler. İbrâhim Yezîd
✧ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ‘Âhir zamanda, benim ümmetimden bir grup, maymun ve domuz şekline çevrilecek.’ Ashab:
– Yâ Resûlallah! Onlar Allah’tan (celle celâlühû) başka ilâh olmadığına, senin de onun elçisi olduğuna şahitlik edecekler mi? Oruç tutacaklar mı? dediler. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
– Evet! dedi.
– Halleri nasıldır yâ Resûlallah? denildi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
– Çalgı aletleriyle, kadınlarla, deflerle eğlenirler ve içki içerler. İçkili içkili, eğlene eğlene gecelerler, maymun ve domuz şekline çevrilmiş olarak sabahlarlar, buyurdu.
Haşir; toplama, cem etme, ölülerin bir araya toplanması, ölüleri diriltip mahşere çıkarmak demektir.
Ba’s, yani öldükten sonra dirilme hâdisesini müteâkip, insanların ve diğer mahlûkâtın hesaba çekilmek üzere Arasat meydanında bir araya getirilmeleridir.
Ehl-i Sünnet itikadı, haşrin cismâni yani hem ruh, hem bedenle olacağı üzerinedir.
Kıyâmet koptuğunda, bütün mahlûkat ölür; sonbaharda, bütün haşeratın, yerin, otların ve ağaçların öldüğü gibi. Sonra Allah tekrar ölen mahlûkatı diriltir. İlkbaharda ağaçların, otların dirildiği, bütün haşeratın uykudan uyandığı gibi. Herkes kabrinden kalkar, mahşere, meydan-ı arasata varır. İnsanlar üç bölük üzere kabirlerinden kalkıp mahşer yerine varırlar:
Birinci sınıf; cennet bineklerine binerler, cennet elbiselerini giyerler. Bunlar peygamberler, sâlih, sâdık, âşık, şehid, gazi, âbid ve âlim kişilerdir.
İkinci bölük; yaya olarak, çırılçıplak kabirlerinden kalkıp mahşere sevk olunurlar. Hatta Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu bölüğü haber verdiğinde, Hz. Âişe: ‘Yâ Resûlallah! Erkekler kadınlara nazar etmezler mi?’ diye sordu. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Yâ Âişe! O gün, öyle bir gündür ki, insan kendisinden gayrisini görmez ve kendi nefsinden gayrisini düşünemez. Herkesin yaptığı hatırında, herkes yaptığı suçun ağırlığı altındadır. O günahı yüklenip, Huzur-u İzzete varır; suç organları, suç âletleri sırtındadır’ buyurdu.
Üçüncü bölük; öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden, Allah’a ‘acz’ isnad eden ve ‘Çürüyüp toprak olan bu beden tekrar dirilir mi?’ diyen, kendisinin bir katre sudan yaratıldığını unutan ve Allah’a apaşikâr düşmanlığını ilân eden güruhtur. Bunlar, kabirlerinden kalktıklarında ‘Bize ne oluyor? Bizleri kim diriltiyor?’ diye sorarlar, melekler cevaben: ‘Bu gün Rahman olan Allah’ın vaadi ve Resullerin sizlere haber verdikleri kıyâmet günüdür, haşir günüdür, ayıpların meydana çıktığı gündür, mahkeme-i kübrâdır. Mazlumun, hakkını zâlimden alacağı gündür. İşte, siz bu günü inkâr ederdiniz’ diyerek onları kabirlerinden zorla çıkarıp meydan-ı arasata iterek yürütürler. Bunlar, yüz üstü sürüne sürüne mahşere varırlar.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunların bu şekilde mahşere varacağını haber verdiğinde, ashabtan biri ‘Yâ Resûlallah! Nasıl yüzü üstüne yürürler?’ dediğinde, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Ayaksız, yüz üstüne yürüyen yılan ve solucan gibi’ buyurdular.
Bütün insanlar mahşerde cem olur. Onların etrafını, sayısını yalnız Allah’ın bildiği yedi kat gök ve yedi kat yer melâikesi çevirir. Cehennem ise, bütün gayzı ile halkın üzerine hücum edip, alevleri halkı müteessir ettiğinde, bütün Nebîler diz üstüne düşüp: ‘Nefsim, nefsim!’ dediğinde iki cihan padişahı, mahbub-u kibriya Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) secdeye kapanıp arşın destarını tutup, ‘Nefsimi, Fâtime’mi, Hasan’ımı, Hüseyn’imi, Ali’mi istemem. Onlar ümmetime fedâ olsun. İlle ümmetimi isterim!’ diye Allah’a yalvarır.
Cebrâil (as) nâzil olup, elinde bulunan bir kap ile cehenneme bir miktar su serper. Ateş teskin olur. Eski şiddet ve dehşetini kaybeder. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) nârı teskin eden bu suyun ne olduğunu Cebrâil’den sorunca, ‘Yâ Resûlallah! Bu su, senin ümmetinin, muhabbet-i ilâhi ve haşyetullah ile akıttığı göz yaşıdır’ diye bildirir.
✧ Her kul, kabrinden öldüğü anki hal üzere dirilir. Çalgıcı çalgısı ile, sarhoş kadehi ile müezzin de ezan okuyarak haşrolur. Hadîs-i Şerîf
✧ İnsanlardan ancak, insanlıkta kemâle gelmiş, kendini kötü düşünce ve ahlâklardan arındırmış kimseler insan sûretinde, geri kalan herkes hangi hayvani özelliği taşıyorsa ya da hangi suç üzere öldü ise o suça uygun bir sûrette haşrolurlar. Birkaç örnek vermek gerekirse:
✧ Siz o gün kabirlerinizden kalkıp muhtelif cemaatler halinde bir yere varırsınız ki, o yerin adı Sâhire’dir. Benim ümmetim on bölük olur ve her biri bir sûretle mahşer yerine gelirler.
Peygamberler, Hak velileri ve muhlisler: Yüzleri ayın ondördü gibi nurlu ve parlak olarak buraklara bindirilir, önlerinden ve arkalarından melekler seğirtir ve tekbir ve salâvat ile mahşer yerine getirilirler.
Dedikoducular: Maymun yüzüne dönüşmüş olarak
Haram yiyenler: Hınzır yüzüne dönüşmüş olarak
Zulmederek haksızlık edenler: İster evlerinde bulunanlara haksızlık etmiş olsun, isterse kadı, bey olsun, eğer ki hükmünde haksızlık etmişse, zâlim muamelesi görecektir: Başaşağı, gözleri âmâ ve yüzleri yerlerde sürünerek.
Yalnız kendi amellerini görüp beğenen ve kendini iyi bir insan olarak tanıyan ve ‘Benim gibi kişi nerede?’ diyenler: Kulakları sağır olarak.
Halka nasihat ettikleri halde kendileri tutmayanlar, sözleri işlerine uymayanlar, yanlış fetvâ verenler: Dillerini çiğneye çiğneye.
Komşularını incitenler: Elleri kesik olarak
Nefislerine uyanlar ve nefislerinin muradını gözetenler, malının, koyununun ve sığırının zekâtını ve öşürünü vermeyenler, hafiyelik yapanlar: Ateşten ağaçlara asılı olarak
Kibredenler: Katran cübbe giydirilerek. Hadîs-i Şerîf
Bunlar bu hallerde mahşer yerine getirildikten sonra, Allah (celle celâlühû) bunların her birinin cehennemin derelerine sürülmelerini, orada azap ve işkence görmelerini irâde buyurur ve bu emr-i ilâhi derhal yerine getirilir.
✧ Senin vücudunda hangi huy gâlip ise, onun sûretine göre haşr edileceğin muhakkaktır.
Hasetçiler; kurt sûretinde,
Zinâ edenlerin gizli âzâsı ve şarap içenlerin ağızları pek ziyâde kokmuş bir halde...
Âyetlerden ibret almayan gözsüz; dilenciler yüzsüz olarak...
Faiz yiyenler; yüzü üzerine sürünerek
Kötü âlimler; dilleri göğsüne sarkmış, cerahat akarak.
Yalan yere övenler; peltek olarak haşrolurlar.
Her günahın kendine has iğrenç bir kokusu vardır. Bu kokuyu dünyada Evliyâullah, âhirette ise tüm insanlar hissedecektir.
‘Hâşir’ Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in isimlerinden biridir; kabirden ilk kalkacak odur. Halkı kendine cem edicidir.
Kıyâmet günü, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) önde, bütün insanlar da Resûlullah’ın arkasında olduğu halde mahşere yürüyecekler.
Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hatem-i Nebî olduğu için Nebî’lerin âhiridir. Kıyâmet günü ümmeti onu seve seve tâkip edeceklerdir.
İnsanlar peygamberin dînî üzerine haşr olur. Onun dînînden başka din yoktur.
İnsanlar benim müşahademde haşr olurlar. Nitekim âyet-i kerimede ‘Siz geçen ümmetlere şâhitsiniz, Resûlullah da size şâhit olur’ buyrulmuştur.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), yevm-i azimde tanınır. Herkesin korktuğu günde, insanların delilidir. Bütün halk o günde merhamet-i ilâhiyi ondan umar. Hamd sancağı onun elindedir. Bütün enbiyâ ve evliyâ onun altında toplanır. Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) haşrından evvel hepsi kabirlerinde mahpusturlar.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) girmeden hiçbir peygamber cennete giremez.
Onları Cemâlûllâh’ı görsünler diye Haziret’ül Kuds denilen mahalle sevk eder. Bu hususta herkes onun huzurunda toplanır. Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini ilk nazar eden odur.
Bir gün Ebû Zerr Kâbe’nin yanında ayağa kalktı ve:
- Ey insanlar! Ben Gıfarlı Cündüb’üm! Hayrınızı isteyen kardeşinizin yanına geliniz, dedi.
- Biriniz yolculuğa çıkmak istediğinde, yanına, varacağı yere kadar yetecek miktarda azık almaz mı?
- Alır, dediler.
- Kıyâmet yolu, çıktığınız seferlerin en uzunudur, o halde size yarayacak azığı alın. Halk:
- Bize yarayacak azık nedir? diye sordu:
- (Âhiretin) büyük işlerine karşı haccedin, uzun sürecek haşir günü için çok sıcak günlerde oruç tutun, kabir ıssızlığından korunmak için gecenin zifiri karanlığında iki rekât namaz kılın. O günde hesap mevkiinde duracağınızı düşünerek hayırlı şeyler söyleyin, yoksa susun. Malınızı dağıtın, belki güçlüklerden kurtulursunuz. Dünyayı iki ayrı meclis yapın; birinde âhiret, diğerinde helâl rızık için çalışın. Bu ikisi dışındaki üçüncü bir vakit size menfaat değil, zarar verir. Helâl yoldan kazandığınız malınızı iki dirheme (iki eşit parçaya) bölün, bir bölümünü çoluk-çocuğunuza harcayın, diğerini de âhiretiniz için gönderin. Üçüncü bir parçası zarar verir, yararı olmaz. Onu istemeyin. Ey insanlar! Sizleri hırs öldürmüş, arzunuza aslâ ulaşamazsınız.
«O günde ki ne mal fayda eder, ne de oğullar. Meğer ki Allah’a tamamen sâlim bir kalp ile gelmiş ola.» (Şuara Sûresi, 88-89)
«Sonra andolsun, siz o gün elbette nimetten yana sorguya çekileceksiniz.» (Tekâsür, 8)
Mücâhid, bu âyet hakkında şu açıklamayı yapmıştır: ‘Elbette içilen soğuk sudan, oturulan evin gölgesinden, karnın tokluğundan, yaradılışın düzgün ve tamlığından, uyku lezzetinden sorguya çekileceğiz.’
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Kıyâmet gününde iki dirhem sahibinin hesabı, bir dirhem sahibinin hesabından daha şiddetlidir.
✦ Dünyada dünyalığa sevinen, âhirette korkusunu (cezasını) çekecektir.
✦ Kıyâmette insanlara ilk sorgu kan hususunda olacaktır.
✽ ✽ ✽
✧ Mizan ve hesaplaşma şu dört yerdedir:
1- İmanla küfür arasında,
2- Sadâkatla yalan arasında,
3- Tevhitle şirk arasında,
4- İhlâs ile riyâ arasında. Hâris b. Esed
✧ Kıyâmet günü her ademoğlu için iki defter açılır. Biri iyiliklerinin, biri de kötülüklerinin bulunduğu defterdir. Defterinde yazılı her iyiliğe denk bir nimet verilir. Kötülükler ise Allah’ın dilemesine kalır. Avn b. Abdullah
✧ Güneş batıdan doğduğunda melekler, hesap defterlerini dürer, kalemleri kaldırırlar. Süfyan Sevri
‘Sanma ki ey hâce senden altın gümüş isterler
Yevme lâ yenfeu’de kalb-i selim isterler.’
✧ Ey ruhu kapımda bulunan kimse; sana bakmam, bana getireceğin gönle bakarım. Hediye olarak bana öyle bir gönül getir.
✧ Kim müslüman olduğu dönem içerisinde, güzel davranışta bulunursa, câhiliye devrinde yaptıklarından hesaba çekilmez. Kim de İslâm’dan sonra yine çirkin davranışlar sergilerse, hem önceki hem de sonraki (İslâm) dönemlerinde yaptığı tüm kötü işlerinden ötürü hesaba çekilecektir.
✧ Zâlimden intikamını alıp da Allah’ın huzuruna gitmektense, onda hakkın olarak Allah’ın huzuruna gitmen daha iyidir.
✧ Ruhum yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, kıyâmet günü insanlardan ilk sorulacak şey;
1. Ömrünü ne ile geçirdiği,
2. Bedenini ne yaparak eskittiği,
3. Malını nereden kazanıp nereye verdiği,
4. Sünnet-i seniyyeye ne kadar uyduğu.
✧ Ölüm gelmeden önce ölüm için hazırlan.
Bütün duâlarımızda uzun yaşamak isteği var.
Eni olmazsa bir ömrün, boyu olmuş ne çıkar...
✧ Üç grup insan vardır ki, helâlinden yedikleri şey için onlara hesap yoktur. Bunlar;
1- Oruç tutan,
2- Sahura kalkan,
3- Allah yolunda cihad edenlerdir. Kenzü’l-Ummal
✧ Kişi, kendisine, âile efrâdına, anne babasına yedirdiği yemekten mesuldür. Nereden kazandığının hesabını verecektir. Yalnız dost ve ahbaplarına yedirdiğinden mesul değildir. Allahu Teâlâ, bunu sormaktan hayâ eder. Hasan-ı Basri
✧ Muhasebe, kulun nefsini yapacağı işten önce ve sonra hesaba çekmesidir.
✯ İçinde bulunduğu vaktin kıymetini bilmeli, kâra çalışmalı.
✯ Gaflet içindeyse uyanmalı.
✯ Hesap başına varmadan kendi kendine hesaplaşmalı.
✯ İman ve sâlihat hakkında bilgileri çoğaltmalı.
✯ Lüzumsuz ihtiyaçlar ‘moda’ için ömrünün bir çok saatlerini, paramızı, vs.yi bu uğurda harcamamalı. Yoksa ömür su gibi boşa gider.
✯ Meyus da olmamalı. Fırsatı kaçırmamalı.
✯ Ömrünün son bir lahzasında bile hayırlı bir işe muvaffak olup ziyandan kurtulabileceğini düşünmeli.
✧ Ölümü düşünmek hesap defterini kapatmak değil, hesabı iyi yapmaktır.
✧ Nâfi şöyle der: ‘İbn Ömer’in Bakara sûresinin, «Siz nefsinizdekileri gizleseniz de açığa çıkarsanız da Allah sizi hesaba çekecektir.» (Âl-i İmrân, 92) diye başlayan son iki âyetini okuyup da ağlamadığını görmedim, sonra da ‘Bu ağır bir hesaptır’ derdi.
✧ Hz. Ali’ye:
- Allah (celle celâlühû) bu kadar insanı nasıl hesaba çeker? diye sorulduğunda:
- Nasıl rızıklandırıyorsa öyle, cevâbını vermiştir.
İnsanların dünyada işlediklerini, meleklerin yazdığı üç kitap vardır:
Birincisi: İçindeki yazılanlardan bir şeyi Allah’ın affetmeyeceği bir kitap: Allah’a şirk koşulduğu yazılı olan kitaptır.
İkincisi: Allah’ın, içinde yazılanlardan bir şeyi saymayacağı (müsamaha edip beis görmeyeceği) bir kitaptır: Kulun kendine zulmü ile bir gün oruç veya namazı terk etmek gibi şahsı ile Rabb’i arasındaki hakları, isterse mağfiret edip bağışlar.
Üçüncüsü: İçinde yazılı olan şeylerden hiç birini terk etmeyerek, Allah’ın, adâletini icrâ edeceği bir kitap: Kulların zulümlerinin yazıldığı kitaptır. Onların arasında (kıyâmet gününde) muhakkak kısas vardır. (Mazlumun hakkı zâlimden aynen alınacaktır.)
‘Din gününün Mâliki’ tâbiri, gün ve zaman kavramlarıyla ilgili hususları düşündürmektedir.
İnsanın sahip olduğu en değerli hazinelerden biri zamandır. Kur’ân-ı Kerimde Asr sûresinde de bu değerli hazineye işâret buyrulmaktadır. Zamanı iyi kullanmayan bir müslümanın başarılı olması mümkün değildir.
Asır, çağ, zaman, uzun zaman dilimi gibi anlamlar ifade eder. Yüce Allah (celle celâlühû), bu sûrede beş önemli noktaya işâret buyuruyor. Bunlar zamanın değerini kavramak, çağın değerini bilmek, iman etmek, yararlı işler yapmak, insanlara gerçekleri tavsiye etmek ve birbirlerine sabrı tavsiye etmektir.
Yüce Allah (celle celâlühû) zamana, çağa yemin ediyor. Bu yemin zamanın Allah (celle celâlühû) katında önemli bir hazine olduğunu gösterir. Bu yeminin manası şudur: Her Müslüman içinde yaşadığı çağın önemini kavramalı, zamanın değerini anlamalı ve onu en iyi bir şekilde değerlendirmesini öğrenmelidir. Müslüman yaşadığı çağın ekonomik, sosyal ve siyasal şartlarını dikkate alarak kendini çok iyi bir şekilde çağın gereklerine hazırlamalıdır.
Müslüman demek, zamanını en iyi şekilde değerlendiren kimse demektir. Müslüman, boşuna zaman harcamayan, hatta boşa geçirecek zamanı olmayan kimse demektir. Müslüman eğer kurtuluş istiyorsa, işinde ve çalışmalarında başarı elde etmeyi arzu ediyorsa, boşa geçecek tek bir saniyesi olmamalıdır.
Boş vakitleri değerlendirmek, Müslümanların en önemli sorunudur. Müslümanlar olarak kalkınmanın temeli, en kıymetli sermaye boş zamanlardır. Boş zaman geçiren fert ve toplumlar kalkınamazlar, ekonomik ve siyasal bağımsızlık elde edemezler.
Bir okyanustur zaman, ama biter bir kıyıda
Ve bir de bakarsın ki, sen yoksun buralarda.
✧ Zamanınızda olan her şeyden müminin haberi olması gerekir. Hadîs-i Şerîf
✧ Aklı başında bir insan, kıymetli bir cevhere sâhip olduktan sonra boşu boşuna onu kaybederse elbette üzülür. Şâyet bu cevher, kendisinin helâk olmasına sebep olacaksa, şüphesiz buna acınıp ağlaması daha çok olur. Halbuki ömrün her saati, hatta her ânı paha biçilmeyen bir cevherdir.
✧ Celâl ve heybet bakımından yaratıkların en büyüğü, mekân ve zamandır.
✧ Günler üçtür: Dün, seni uyarmış, sende etkiler bırakmış bir öğüt vericidir. Bugün, sana yeni uğramış, hemen hazırlanıp gidecek olan bir misafirdir. Yarın ise, sahibi kimdir bilinmez. Süfyan
✧ Her gün, yeni bir âlemin kapısıdır. Bediüzzaman
✧ Bugün dünün tartışmasına girersen, bugünden yarını kaybedersin. Gün misafirdir, iyi geçin ki, iyiliğine şahit olsun.
✧ Bütün günler ölüme varan son güne varır.
✧ İnsanın geçen yılları kırk yaşına kadar bir kitap, geri kalan yıllar da o yılların eleştirisidir.
✧ Ey insanlar! Fâni, kısa, faidesiz ömrünüzü, baki, uzun, faideli yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır, Baki-i Hakiki’nin yoluna sarf ediniz. Çünkü Bâki’ye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur. S. Nursi
✧ Hayat sandığımız hâlât, yalnız bulunduğumuz dakikalardır. S. Nursi
✧ Sabahın kıymetini bilmeyen, zamanın kıymetini bilmiş sayılmaz ve iyi değerlendiremez. Sabah erken kalkan, bir gün kazanır.
✧ Hiç kimse, geçmişini geri alacak kadar zengin değildir.
✧ Akıllı zamanı dörde ayırır: Niyaza, ibâdete, yemeğe, müşahadeye.
✧ Zaman öldürmek en pahalı harcamadır. Dünya değirmeninden buğday yerine kerpiç götürürsen, un yerine toprak elde edersin.
✧ Bugünün işini yarına bırakma, çünkü yarın acizlerin günüdür.
Saatin zinciri bitince eylemez tık tık
Vakti merhunu gelince ruha derler, çık çık
Hakk’a kuluk eyle zira
Âhirette dinlemezler hık mık
♦ Uykunuz düzenli olsun. Yatış kalkış saatiniz belli olmalı. Uyku zamanını düzene sokamayanlar ayakta uyurlar.
♦ Güne sabah namazı ile başlayın. İnsanın bedenen ve zihnen en dinç olduğu zaman sabah vaktidir.
♦ Planlı ve programlı olun. Gününüz, haftanız hatta aylarınız, yıllarınız planlı olsun.
♦ Önünüze hedef koyun. Yapacağınız şeylerin hedeflerini belirleyin. Hedefiniz belli olunca kabiliyetinizin farkına varırsınız.
♦ Ne yaparsanız yapın ama yarım iş bırakmayın. Yarım iş insanın zamanını çalan bir hırsızdır.
♦ Fuzuli meşguliyetleri atın. Alıştığınız rutin işleri değil, yapılması gerekenleri yapın.
♦ Hayır demeyi öğrenin. Ciddi işlere evet demeyi öğrenin.
♦ Gidişleriniz de, size gelişler de belli olsun. Daha verimli olmak için gidiş-gelişleri belirleyiniz.
Bir bilgine sorarlar:
- Zaman hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Vücutları eskitir, emelleri yeniler. Ölüme yaklaştırırken, arzulanan hedeflerden uzaklaştırır.
- Peki dünyada yaşayanlar hakkındaki düşüncelerin nedir?
- Dünyayı ele geçiren yorgun düşer, elinden kaçıran var gücüyle peşinden koşup bitkin düşer!
✧ İnsanı helâk eden iki şey vardır ki; biri tevbe ederim diyerek günah işlemek, öteki de sonra yaparım diyerek tevbeyi geciktirmektir.
✧ Şu yedi şey gelmeden sâlih amel işleyin. Yoksa siz;
1- Herşeyi unutturan fakirliği mi
2- Azdıran zenginliği mi,
3- İfsad eden hastalığı mı,
4- İnsanı mantıksız konuşturan ihtiyarlığı mı (bunama),
5- Ani ölümü mü,
6- Korkulan gaiplerin en fenası olan Deccali mi,
7- Veya belası daha büyük, daha acı olan kıyâmeti mi bekliyorsunuz? Hadîs-i Şerîf, Tirmizi
Dâr-ı dünya, ey birâder köhne mihmanhânedir,
Dil veren virâneye, uslu değil divânedir.
Bir mühim hâne bulunmaz hâne-i eflâkde,
Cümle halk ehl-i sefer, âlem misâfirhânedir.
Bazı müfessirler, din gününü ‘dinlilerin kurtulacağı gün’ olarak tefsir etmişlerdir. İnsan, ömrünün bütün günlerini dini ölçüler içinde geçirir, hesap gününü hesap ederek yaşarsa, din günü onun düğün günü olur.
Nitekim, ‘Müminin bayramı, defterine günah yazdırmadığı gündür’ buyurulmuştur. Ayrıca, Cuma gününe de ibâdet günü olduğundan, ‘Müminin bayramı’ denilmiştir.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Cuma günü gusledip temizlenenlerin günahları temizlenir. Cuma namazına giderken her adımına kabul olmuş bir ibâdet sevabı yazılır. Cuma günü fakirlerin haccı, müminlerin ve gök ehlinin bayramı, günlerin en iyisi, en şereflisi ve cennette bayram günüdür. Cuma günü veya Cuma gecesi ölen mümin şehit sevabına kavuşur ve kabir azabından kurtulur’ buyurmuştur.
Cumâ gününü âhiret işleriyle geçirmelidir. Bütün gün hayırla, iyilikle meşgul olmalıdır. Dünya işlerini ertesi güne bırakmalıdır. Allah’u Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerim’de: «Namaz, tamam olunca, yeryüzüne dağılınız ve Allah’ın fadlını arayınız» (Cuma, 10), buyurması üzerine Enes (r.a.) diyor ki: Bunun mânâsı, alışveriş etmek ve dünya malı kazanmak değildir. İlim öğrenmek, kardeşlerini ve hastaları ziyâret etmek, cenâze arkasından gitmek ve buna benzer şeyler demektir.
İnsanın hayatını düzenleyen kanunların, kuralların ve tabi olunan esasların bütününe din adı verilmektedir. Bu kavram Kur'an'da, kimi yerde millet olarak da tanımlanmaktadır. Günümüzde din kavramının karşılığı olarak sistem, düzen, ideoloji ve düşünce tarzı ifadeleri kullanılır.
İnsanları itaat ettirmek ve onların hayat tarzını belirlemek, yapılan itaatleri mükâfatlandırmak, isyanları cezalandırmak, iyi insanları onurlandırarak gözetmek, korumak.
‘Din’, dil teriminde; cezâ, İslâm, âdet, ibâdat, taat, inkıyad, hüküm, ferman, tevhid, millet, şeriat, verâ ve takvâ, hisab gibi mânâlara gelir.
‘Din’: Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah (celle celâlühû) tarafından getirip tebliğ ettiği şeyleri kabule, akıl sâhiplerini dâvet eden ilâhi kânundur.
Allah’ın (celle celâlühû) açık ve geniş yolu olduğu, kullar bağlansın diye konulan hükümlerden ibâret bulunduğu için de ‘şeriat’ denir.
‘Din’ kelimesi burada, amellere verilen karşılık ve ameller dolayısıyla hesaba çekmek demektir. Yüce Allah'ın şu buyrukları da bu manadadır: «O günde Allah onlara eksiksiz olarak hesaplarını (dinehum) kendilerine verecektir» (Nur, 25); «Bugün her bir nefse kazandığının karşılığı verilecektir» (Mu'min, 17); «Bugünde işleyegeldiğiniz amellerinizle size karşılık verilecektir» (Casiye, 28); «Gerçekten biz mi cezalandırılacağız (medînûn)?» (Sâffât, 53) Yani hesaba çekilip amellerimizin karşılığı mı verilecektir; anlamındadır.
‘Din’in yargı ve hüküm anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu aynı zamanda İbn Abbas'tan da rivâyet edilmiştir.
‘Din’; itaat anlamına da gelir.
Buna göre ‘din’ kelimesi müşterek (değişik manalarda kullanılan) bir lafızdır.
Ceza manasında olduğunu şu hadisten de anlıyoruz: ‘İf’al ma şi’te kemâ tedînu tüdâne / Diledini yap, ne yaparsan onu bulursun.’
Allah’ın sıfatlarından olan ‘Deyyan’ da aynı köktendir; ‘karşılık veren’ anlamındadır.
‘Din’ kelimesinin Kur’an’daki manaları:
1- Tabiat kanunu (Rum, 30)
2- Borç (Bakara, 282)
3- Hukuk, âdet (Yusuf, 76)
4- Ceza ve mükâfat (Fâtiha, 4)
5- Hüküm ve emir (Enbiya, 93)
6- İslâm (Âli İmran, 83)
Kur'an'da din, bütün bu anlamlarıyla geçmektedir.
İsim olan ‘din’ kelimesi ile, dindarlık mânâsına gelen ve masdar olan ‘din’ kelimesinin mânâlarını karıştırmamalıdır. Dindarlık, insanın vasfı ve nefse âit bir mânâdır. Din ise, dindarlığın konusu ve onunla ilgili olan gerçeği ve işin özü olan bir mânâdır.
✽ ✽ ✽
✧ Yılan yuvasına çekilip toplandığı gibi, din de Hicaza çekilecektir. Dağ keçileri dağların zirvesinde kaldıkları gibi, din de Hicazda kalacaktır. Din garip olarak başladı, ileride de tekrar garip kalacaktır. Ne mutlu, benden sonra insanların bozup tahrip ettiği bir sünnetimi ihyâ eden gariplere! Hadîs-i Şerîf
✧ Kişinin arzusu din olursa, bu hayırlı düşüncesi hürmetine dünyevi işleri de âhiret işi haline gelir. Düşüncesi dünya olanın niyetinin bozukluğu sebebiyle âhiret işi de dünya işi haline gelir. Hadîs-i Şerîf, Tirmizi
✧ Dini uğruna ölen şehittir. Hadîs-i Şerîf
✧ Muhakkak ki din ilimleri din demektir. O halde dininizi kimden alacağınızı iyi düşünün. Hadîs-i Şerîf
Din terakkiye mâni imiş, görelim hani?
Terakkiye hangi âyet, hangi hadis mâni?
Sanayii haram eden tek bir âyet göster!
Yok mu? Öyleyse yeter artık, iftira yeter…
✧ Dört Halifenin tahsili ve yabancı dili yoktu. Ama dünyanın en güçlü devlet adamlarının arasında yer aldılar, bir imparatorluk idâre ettiler. Çünkü onlar İslâmiyeti biliyorlardı.
✧ Dinin temeli dörttür:
1- Doğruluk.
2- Kesin iman.
3- Allah’ın (celle celâlühû) hükmüne râzı olmak.
4- İlâhi sevgi ve müminleri sevmek. Sehl b. Abdullah
✧ Dini anlatan tefsirler öyle bir bahçedir ki, herkes eli yetiştiği kadar meyve toplar, hiç kimse eli boş dönmez.
✧ Allah diyerek zikredenler, Allah’ın kitabını bilmiyorsa ve salâvat getirenler sünnet-i seniyyeye uymuyorsa, bal kavanozunu dıştan yalıyorlar demektir. Onların baldan nasibi yoktur. Hekimoğlu İsmail
✧ Dinimizi dinlemiyorsak sağır, anlatamıyorsak dilsiz, uygulamıyorsak kör hükmündeyiz.
✧ Dinimizin üstün vasıfları:
1- İslâm, vahye dayanan, evrensel, kıyâmete kadar bâki, en son ilâhi dindir.
2- Kur’an, hiçbir değişikliğe uğramadan zamanımıza kadar gelmiştir.
3- Hz. Âdem’den itibâren gelen bütün Peygamberlere iman etmek, imanın esaslarındandır.
4- Akılla naklin çatışmadığı, akla en büyük değerin verildiği din, İslâmdır.
5- Dünya–âhiret dengesini en iyi şekilde düzenler.
6- İslâmda sınıf, renk, ırk, dil ve sosyal–ekonomik üstünlük gibi farklılıklar söz konusu değildir.
7- Yardımlaşma, sosyal dayanışma, zekât, sadaka gibi müesseseler zorunlu olup, ilâhi emre dayalıdır.
8- İslâm, insanın doğuştan günahsızlığını kabul ve ilân eden bir dindir.
9- Allah’ın yarattığı iyi ve güzel şeylerden faydalanmaya izin veren, helâlleri haram kılmayan din, İslâmdır.
10- İbâdet konusunda en net ve mâkul esaslar ihtivâ eden din, İslâmdır.
Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası
İhyayı dinle olur, şu milletin ihyası
Allahu Teâlâ Rabbü’l âlemin olduğundan âlemlerin hepsinde onun kanunları caridir. Kanunlar kâh vazılarına ve kâh mevzularına göre isimlendirilir. Mesela Solon kanunu vazına nispet olduğu gibi, Akar kanunu da mevzularına, mahkumlarına nispet edilmiştir. Tabiat dahi hak kanunlarının mahkumu olmak itibariyle bunların irade kanunlarının dışında kalanlarına kanun-u tabiiye denir. Lakin hepsinin vazıı Hakk Teâlâ olduğundan bunlara hakk kanunları ve sünneti ilâhi demek elbette daha doğru olur.
Bu kanunları bilmeye ilim ve fen denildiği gibi onların hayra götürenlerine de din, millet, şeriat denilir. İlâhi olarak kanun konulması dışında ve hak kanunları dışında din aramak bâtıldır. Bununla birlikte her kanun-u hak da din değildir.
Mesela beynine kuvvetli bir tabanca sıkanın ölmesi kanun-u haktır. Hakk Teâlâ’nın hususi bir iradesi mâni olmazsa o kurşunu kendine sıkan ölür. Fakat intihar etmek bir hayır, bir din değildir, isyandır, şerdir, kendi mülkü olmayan hakkın binasını tahriptir. Bunun gibi insanların fiillerinden hangisi alınsa, onun bir hayır ciheti veya şer ciheti ile intibak ettiği kanun-u ilâhi din, şer cihetiyle intibak olduğu kanun-u hak dinin zıddıdır. İki cihetten de kanun-u hakka tatbik olunmayan fiil; şer ve bâtıldır.
Kısacası her kanunu hakk bir vazı ilâhi olduğundan müstakimdir. Vazı beşeri olan kanunlar, ne ilim ne din hiçbiri olamazlar. Bunlar ilim noktai nazarından bâtıl, din noktai nazarından şer teşkil ederler ve gayri müstakimdirler. Bunun için beşerin hakkı, gerek ilimde ve gerek dinde kanun vaz’ etmek değil Hakk’ın kanunlarını arayıp bulmak, keşf ve izah etmektir.
‘Arşimet, hidrostatik (sıvıların basıncı), Newton yerçekimi, Aristo tenakuz (çelişki) kanununu vaz’ ettiler’ demek doğru olmadığı gibi, ‘İmamı azam Ebû Hanife Hazretleri de kıyası fıkhi kanunlarını vaz etti’ demek doğru değildir. Bunlar onların vazı olsaydı eğri ve yalan olurlardı. Doğru olmaları, kanun-u Hakk’ın keşfine mazhar olmalarından dolayıdır. Bunun için ulema, mucid değil kaşif ve muzhirdirler (mevcut olanı ortaya çıkarıcı). Zira kanun-u Hakk’ın gizli olanları da vardır.
Beşerin çırpınması hep saadet içindir,
Lakin onun menbaı sadece yüce dindir.
Allahu Teâlâ’nın Mûsâ (as)’a şunları vahyettiği anlatılır: Sana dinin direği olan beş şey söyleyeceğim:
1. Mülkümün bittiğini bilmedikçe bana itaatten vazgeçme.
2. Hazinelerimin tükendiğini bilmedikçe rızkına aldırış etme, bu konuda endişen olmasın.
3. Düşmanın olan şeytanın ölmüş olduğunu bilmedikçe onun sana sürpriz yapacağından emin olma ve onunla savaşı bırakma.
4. Seni bağışladığımı bilmedikçe günahkarları ayıplama.
5. Cennete girmedikçe azabımdan emin olma.
Sosyal bir varlık olan insanın kendine özgü niteliklerinin toplamına kimlik denir. İnsanın içinde doğup büyüdüğü kültür, kimliğinin şekillenmesinde büyük paya sahiptir. Kültürün temelinde dinin önemli bir yeri vardır. Çünkü din, insanı varoluşu üzerine düşünmeye çağırmakta, insanları yaratılıştaki sebep ve amaçtan haberdar etmektedir. İnsana kendisi ve evren hakkında bir bakış açısı sunmakta, hayatın anlamı ile ilgili temel sorularımıza cevaplar vermektedir.
Mensubu olduğumuz İslâm dini, getirdiği tevhid anlayışı ve insan hayatını maddi-mânevi bütünüyle kuşatan karakteri sayesinde, başta ülkemiz olmak üzere var olduğu her coğrafyada, toplumsal alanı çepeçevre kuşatmıştır. Müslümanlık bir toplumda varsa, canlı ve köklü bir şekilde yaşanılan hayat tarzı ve üslubu olarak vardır; dünya görüşü, hayat felsefesi ve gündelik hayatın ayrılmaz bir rüknü olarak vardır.
İslâm dini, Türk milletinin milli kimliğinin bozulmasına karşı en etkili fonksiyon olmuştur. Diğer dinlere mensup Türkler, azınlığa veya başka milletlerin hakimiyetine düştüklerinde milli kimliklerini kaybetmişlerdir.
Yüce dinimiz İslâm, Müslümanlardan başkalarına izhar edilen kimlik ile insanın içindeki gerçek kimliği arasında uyumsuzluk olmasını istememekte, insanın her iki kimliğinin de aynı olmasını istemektedir. Kişinin içinin başka, dışının başka olması, hem yüce yaratıcıya, hem de insanın kendisine karşı büyük bir saygısızlıktır.
‘Din’ kelimesi, mükâfat, hasene, cezâ, borç ve İslâm manalarına da gelir. Şimdi bunları tek tek açıklayalım:
1- Mükâfat
‘Din’ kelimesinin bir anlamı da mükâfat, karşılıktır. Çünkü iman ve sâlih amel işlemek üzere geldiğimiz bu âlemde zerre kadar hayır yapsak onu göreceğiz, zerre kadar şer yapsak onu göreceğiz.
Bugün belirli bir zamanda serbestiz, hür irade elimize verilmiş. Önümüzde iki yol var, seçim bize ait. Gün olur ömür biter, Mahkeme-i kübra kurulur, herkes yaptığını bulur. Ceza ve mükâfat kısmi olarak dünyada verilse dahi, asıl ceza günü o gündür.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Bir kimsenin malı az, geçindirdiği aile fertleri çok, namazı güzel olursa, müslümanların da gıybetini etmezse, Kıyâmet günü benimle berâberdir.
✦ Ağaç diken herkesin amel defterine, diktiği ağacın meyvesi kadar sevap yazılır.
✦ Dört kimse vardır ki, yaptıkları iyiliklerin karşılığını bekleyebilirler:
1- Hastalıktan kurtulan hasta.
2- Müslüman olan müşrik.
3- İmanlı ve Allah’ın rızâsını dileyerek cumâ namazından dönen kişi.
4- Helâl kazançtan hacca giden hacı.
✦ Allah yolunda bir günlük nöbet, bir aylık (nafile) namazdan ve oruçtan daha faziletlidir.
✦ Her kim Cuma gecesi iki rekat namaz kılsa, her rekatında bir Fâtiha, bir Âyete’l Kürsi ve on beş kere İhlâs sûresini okusa, namazdan çıkınca da bin kere salâvat getirse, hiç şüphesiz o gece beni rüyasında görür.
✽ ✽ ✽
✧ Hasta için sevap yazılmaz. Sevap ancak hastalığa karşı gösterilen sabır için yazılır. Böylece hastalığı onun günahlarına keffâret olur. (İbni Mesud)
✧ Mümin kalbine gelen hüznün bile mükâfatını görecektir.
✧ Bir kimse mümin kardeşinden, dünya sıkıntılarının birini alırsa, Allah (celle celâlühû) ondan âhiret sıkıntılarının birini alır.
✧ Mümine eza veren her şey musibet sayılır. Mukabilinde mükâfat vardır.
✧ Şakik Belhi şöyle der:
1- Allah’a ibâdet et; O sana bağlılık ihsan eder.
2- Allah’ın düşmanları ile savaş; O sana yardım eder.
3- Allah’ın vaadini doğrula; O sana vaadini yerine getirir.
✧ Tatlı yediren, Kıyâmet acısı tatmaz.
✧ Bir kimse eli dar olan birine mühlet verirse, Allah (celle celâlühû) dünya ve âhirette ona kolaylık verir.
✧ İyi kimseler, birbirlerine şu üç cümleyi yazarlardı:
Birinci cümle: Bir kimse, âhireti için çalışırsa, Allah (celle celâlühû) onun dünyasına da yeter.
İkinci cümle: Bir kimse, gizli işlerini düzeltirse, Allah (celle celâlühû) onun açık işlerini de yararlı hale getirir.
Üçüncü cümle: Bir kimse, Allah ile arasını düzeltirse, Allah da (celle celâlühû) onun insanlarla arasını düzeltir. Avn b. Abdullah
Davud Peygamber Allahu Teâlâ’dan kendisine mizan terazisinin gösterilmesini istemişti. Allahu Teâlâ uykusunda Hz. Dâvûd’a teraziyi göstermiş, terazinin büyüklüğünü gören Dâvûd Peygamber hemen bayılıvermişti. Ayıldığı zaman ‘Ey Allah’ım! Bu terazinin kefesini kim doldurabilir?’ diye sormuş, Allahu Teâlâ da ‘Ey Dâvûd, ben kulumdan râzı olduğum zaman, bir hurma tanesi ile de doldururum’ buyurmuştur.
2- Hasene
‘Hasene’, lugatta; İyilik, güzellik, sevap, iyi âkibet, iyi söz ve iş, nimet anlamlarına gelir. Arapçada iyiliğin ve güzelliğin her türünü anlatmak için kullanılan bir kelimedir. Karşıtı; suç, kötülük, günah demek olan ‘seyyie’ dir.
✧ Hasene, insan tabiatının hoş gördüğü şeydir.
✧ Kim Allah için koku sürünürse, kıyâmet gününde miskten daha güzel kokuyla huzura çıkar. Kim de Allah’tan başkası için koku sürünürse, kıyâmet gününde leşten daha fena koku ile gelir. Hadîs-i Şerîf
✧ Bir adam, bir açlık yılında bir kum yığını önünden geçer. İçinden, ‘bunların hepsi un olsa ve bana verilse, hepsini insanlar arasında taksim ederim’ diye geçirir. Hemen Allah Peygamberine şunu vahy eder: Falan adama de ki; ‘Allah sadakasını kabul etti, güzel niyetini hoşnutlukla karşıladı ve sana kum yığını kadar sevap verdi.’
✧ İnsan ölünce ameli kesilir; üç şey müstesna:
1- Sadaka-i cariye,
2- Kendisinden istifade olunan âlim,
3- Kendisine duâcı olan sâlih evlat. Hadîs-i Şerîf
Ramazan-ı şerifde sevâb-ı a’mâl, bire bindir. Kur’an-ı Hakîmin nass-ı hadîs ile herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i cennet getirir. Ramazan-ı şerifde herbir harfin, on değil bin ve Âyet’el Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler ve Ramazan-ı Şerifin Cuma’larında daha ziyâdedir. Ve Leyle-i Kadir’de otuz beş bin hasene sayılır.
Hasene nedir?...
♦ Bir iyiliğe en az on sevap, sıhhatli beden, maişet bolluğu,
♦ Kolay geçim, akraba ve ahbap arasında ülfetin devamı, uyum.
♦ Ganimet malı, zafer, ucuzluk, ferahlık, iç huzuru, anlaşma, sevgi.
3- Cezâ
✧ ‘Kim zerre kadar kötülük yaptıysa, onu görecektir.’ (Zilzal, 8)
✧ Azap, kişinin günahına karşılık dünyevi ve uhrevi çekeceği cezadır.
✧ Allah insanları dünyada da azaba tutabilir. Bu aynı zamanda bir imtihandır. Allahu Teâla (celle celâlühû), «İtaatkâr ve sabırlı olanlarla, isyankâr ve sabırsızları ayırd edebilmek için size biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden eksilterek imtihan edeceğiz. Ey Peygamber, bu sıkıntılara sabredenleri, cennet ve Allah’ın nimetleriyle müjdele» (Bakara, 155) buyurur.
✽ ✽ ✽
✧ Kim Bana duâ etmez ise, ona azap ederim. Hadîs-i Kudsî
✧ Şüphesiz ki Allah (celle celâlühû), dünyada insanlara azap edenlere azap edecektir. Hadîs-i Şerîf
✧ Yakınları ile ilgiyi kesen cennete giremez. Hadîs-i Şerîf
✧ Üç şeye önem vermeyen, altı şeyle cezâlanır:
1. Dost kazanmaya önem vermeyen, düşmanlığa ve yardımsız kalmaya mübtelâ olur.
2. Selâmete önem vermeyen, zamanın musibetlerine ve önemsenmemeye mübtelâ olur.
3. İnsanlara iyilik etmeyen, pişmanlığa ve hüsranlığa mübtelâ olur.
✧ Huzur-u kalple kılınmayan namaz, cezayı gerektirir.
✧ Kafirler bu dünyada üzerine teklif almadıkları için, seyyiatlarının cezası tehir olunur. Yaptıkları bazı iyiliklerin mükâfatı ise ta’cil olunur. Müminlerin günahlarının cezası ta'cil edilir, sevaplarının mükâfatı geri bırakılır. Bu nedenle kafirler dünya hayatında fazla sıkıntı çekmiyor görülürler.
✧ Cenâb-ı Hakk, kulun iradesini ceza ve mükâfata medar kıldı.
✧ Kişi din kardeşine ve dostlarına hizmetinden dolayı böbürlenirse, Allah (celle celâlühû) ona öyle bir alçaklık verir ki, katiyen ondan kurtulamaz. Ebû Abdullah Mukri
✧ Allah (celle celâlühû), bir kimsenin helâkını dilerse, onu şu üç şeyle cezâlandırır:
1- Ona ilim verir; ancak ilmi ile amel işlemekten men eder.
2- Sâlih zatlarla sohbet eder; ama onların hakkına riâyet nasip etmez.
3- Kulluk kapısını açar; ama ihlâs yolunu kapatır.
Fakih der ki: Bütün bunlar o kimsenin başına kötü niyeti sebebiyle gelir, bir de içinin bozukluğundan dolayı. Eğer niyeti doğru olsaydı, Allah (celle celâlühû) ona ilmin faydasını, amelde ihlâsı, sâlih zatlara saygıyı nasip ederdi.
✧ Dünyadaki bütün musibetler, yapılan kötülüklerin cezâsıdır.
Adamın biri ölüp de kabrine konduktan sonra yanına bir melek gelerek başucuna oturur ve ona kırbaçla vurarak azap etmeye başlar. O derece azap eder ki, artık sağlam bir uzvu kalmaz ve kabirde alevler arasında tutuşup yanmaya bırakılır.
Daha sonra, ‘ayağa kalk!’ denilir. Ayağa kalkınca öyle bir çığlık koparır ki, insanlarla cinlerin dışında yer ile gök arasındaki bütün varlıklar bu çığlığı duyarlar.
Sonra ölü, meleğe şöyle der: ‘Niçin bu hareketi bana reva görüyorsunuz? Neden beni bu acı azaba uğratıyorsunuz? Halbuki ben namazını kılan, zekâtını veren, orucunu tutan bir insandım.’
Bunun üzerine melek şu cevabı verir: ‘Seni şu sebeplerden azâba çekiyorum: Bir gün sen, senden yardım bekleyen bir mazluma uğramıştın da ona yardım elini uzatmamıştın. Yine başka bir gün sidiğini tam mânâsıyla temizlemeden namaza durmuştun. İşte onların yüzünden şimdi seni azaba çarpıyorum.’
4- Borç
İslâm dini toplum içindeki zayıfları korumayı, onların menfaatlerini gözetmeyi, yoksullara ve muhtaçlara yardım etmeyi emretmektedir. Toplumu bir bütün olarak kabul eden İslâm, sevgi, şefkat, merhamet, yardım gibi insani duygularla dayanışma ve kaynaşma ruhunu yaygınlaştırmayı hedeflemiştir. İslâma göre hali vakti yerinde olanlar, ihtiyaç sahiplerine yardım etmekle yükümlüdürler. İmkanı olanların yardımcı olması, bu yükümlülüğün bir gereğidir. Kur’ân-ı Kerimde bir kimsenin diğer bir kimseye borç vermesi, bizzat Allah’a (celle celâlühû) borç vermek olarak ifade edilmiştir. (Bakara, 245)
Dinimiz insanların birbirlerine yardım etmelerini tavsiye etmiş, bununla birlikte zarar vermekten şiddetle sakındırmıştır. Bir müslümanın itimad ederek verdiği borcu, alanın ihmal etmesini, yalanlamasını hoş karşılamamıştır. Hz. Peygamber bir hadîs-i şerîfinde: ‘Bir kimse başkalarının mallarını ödemek üzere alırsa, Allah (celle celâlühû) ödemesini kolaylaştırır. Her kim de onu çarçur ederse, Allah (celle celâlühû) o kimseye kolaylık vermez’ buyurmaktadır.
Bir insan borcunu ödeme niyetinde olmasına rağmen ödeme imkanından mahrum ise, alacaklının bu insana kolaylık göstermesi, yardımcı olması en güzel yoldur. Bu, İslâm ahlâkının alacaklıya yüklediği vicdani bir vazifedir.
Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerimde «Eğer borçlu darlık içinde ise eli genişleyene kadar ona mühlet vermek gerekir» (Bakara, 280) buyurmaktadır.
Hz. Peygamber ‘Satarken ve alırken, borcunu isterken ve öderken kolaylık gösterenlere Allah (celle celâlühû) merhamet eder’ buyurarak, borçlu insana kolaylık gösterilmesini tavsiye etmişlerdir. İslâm bir taraftan borçlu duruma düşmemeyi, borçlanılmış ise bir an önce ödenmesi gerektiğini telkin ederken; bir taraftan da Müslümanlara, borçlunun, darda kalmışın yanında olmayı emretmektedir.
✽ ✽ ✽
✧ Borçtan sakınınız. Çünkü borç; geceleri keder ve sıkıntı, gündüzün de zillet ve hakârettir.
✧ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ‘Nefislerinizi emniyette iken korkuya düşürmeyiniz.’ Ashab, ‘Bu nedir yâ Resûlâllah?’ dediler. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Borç’ buyurdu.
✧ Borçlunun elleri, kabrinde boynuna bağlıdır. Ancak borcunu ödemek onu çözer.
✧ Ödünç alan bir kimse, iyice ödemeye niyet ederse, Allah (celle celâlühû), o kimseyi korumak için birkaç melek gönderir ve borcunu ödeyinceye kadar ona duâ ederler.
✧ Herhangi borçlu bir kulun, borcunu ödemek hususunda niyeti olursa, Allah’dan ona yardım ve muâvenet olur.
✧ Her kim, insanlardan edâ etmek gâyesiyle borç mal (para) alırsa, (Allah ödeme hususunda yardım ederek) ona ödetir; ödememek maksadıyla alırsa, Allah (celle celâlühû) onun malını telef eder.
✧ Borç vermek sadaka vermekten onsekiz derece üstündür.
✧ Alışverişi kolay olan, alacağında müsâmaha gösterip borcunu kolayca ödeyene Allah rahmet etsin.
✧ Borcunu azalt ki, hür yaşayasın. Hz. Ömer
✧ Kim borçluya mühlet verir veya borcunun bir kısmını ona bağışlarsa, Allah’ın gölgesinden başka gölgenin olmadığı günde Allah (celle celâlühû) onu gölgelendirir.
✧ Paranın değerini öğrenmek isterseniz, borç almaya çalışın.
✧ Borç, Allah’ın bayrağıdır. Kulu zelil etmek istediği zaman onun boynuna takar. Zillet borç istemektir. Zaruret üzere olur da borç isterse, müstehaktır.
✧ Borçlunun mühleti bittikten sonra müsamaha edilen her bir gün için sadaka yazılır.
Kendini bilmeze pek olma yakın
Sonradan görmüşe borçlanma sakın.
5- İslâm
İslâm dini, akıl ve vicdan dinidir. İnsan, aklı ile dinin bildirdiği gerçekleri görür ve vicdanını kullanarak gördüklerinden sonuç çıkarır. Örneğin akıl ve vicdan sahibi bir insan kendisine hiçbir bilgi verilmese bile evrendeki herhangi bir varlığın özelliklerini incelediğinde bunun üstün bir akıl, ilim ve güç tarafından yaratıldığını anlar. Veya dünyada yaşanabilmesi için gereken binlerce koşullardan sadece birkaçını görmesi bile, dünyanın insanlar için özel olarak yaratılmış bir gezegen olduğunu anlamasına yeterlidir.
Akıl ve vicdan sahibi bu insan, dünyanın tesadüfen oluştuğu gibi bir iddianın saçmalığını kolaylıkla anlar. Aklını ve vicdanını düşünerek kullanan her insan Allah’ın (celle celâlühû) varlığının delillerini tüm açıklığı ile görebilir. Bu insanlardan bir âyette şöyle bahsedilir: «Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı (celle celâlühû) zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) ‘Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın. Sen münezzehsin, bizi ateş azabından koru.’» Ali İmran, 191
İslâm, bütün zamanlar ve peygamberlerle birlikte vardı. Peygamberlerin şeriatleri farklı olsa da getirdikleri din tektir. Bütün peygamberler aynı özü, aynı hakikati temsil ettiler. İslâm bir boyutuyla vicdana, bir boyutuyla ruha, bir boyutuyla kalbe, bir boyutuyla akla, bir başka boyutuyla topluma ve hayata anlam ve yön veriyor. İslâm, ruhani ve cismâni hayatı ve ihtiyaçları; birini diğerine tercih etmeksizin, bir bütünlük içerisinde değerlendirir.
✧ İslâm, akıl, mantık ve gerçeklere uygun, sade ve gönülleri doyurucu bir özelliğe sahiptir.
✧ İslâm, akla, cana, mala, ırza önem vermektedir. Bunlara zarar verecek her türlü içki, yiyecek, içecek, oyun gibi şeyleri yasaklamış, haramdan müslümanları uzaklaştırmaya çalışmaktadır.
✧ Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar. İslâm’da günahkâr olarak doğma diye bir şey yoktur. Her doğan günahsız olarak dünyaya gelir.
✧ Bu (İslâm dinini) kendim için seçtiğim bir dindir. Ona güzel ahlâk ve cömertlikten başkası yaraşmaz. O halde bu dine bağlı yaşadığınız sürece, onu cömertlik ve güzel huylarla şereflendirin. Hadîs-i Kudsî
Hadîs-i Șerîfler...
✦ İslâmiyet daima yükselir; onun üzerine (hiçbir beşeri düşünce) yükseltilemez (ondan üstün olamaz).
✦ Bir zaman gelir ki İslâmiyete yapışmak elinde ateş tutmaktan güç olur.
✦ Allah İslâm dinini insanlara indirmiş; ve onu kolaylık, müsâmaha, genişlik dini yapmış; darlık dini yapmamıştır.
✦ Beyaz kılları koparmayınız, o kıyâmet günü bir nur olur. Kimin İslâm yolunda bir kılı ağarırsa; onun sebebiyle Allah kendisine bir iyilik yazar, bir hatasını siler ve kendisini bir derece yükseltir.
✽ ✽ ✽
✧ Deniz yolcularına fener, hayat yolcularına ise İslâmiyet yol gösterir.
✧ Müslümanın her şeyi müslümana has olmalıdır; yemesi, içmesi, giymesi, hep Allah (celle celâlühû) tarafından belirlenmiştir.
✧ İslâm’ın yıkılması; âlimlerin zelleleri, münâfıkların münâkaşası ve saptırıcı önderlerin saptırmasıyla meydana gelir. Hz. Ömer
✧ İslâm, bir müslümanda tezâhür edince, onda maddi ve mânevi bir berraklık meydana gelir. Fuzûli
✧ İslâm çıplaktır; elbisesi takvâdır, tüyleri hidâyettir, süsü ise hayadır. Direği verâ (şüpheliyi terktir), ayakta tutucusu da sâlih ameldir.
✧ İslâm dört esas üzere kurulmuştur:
1- Sabır: Allah’ın farz kıldığı emirleri yerine getirmekte ve yasak kıldığı şeyleri yapmamakta kararlı ve sabırlı olmaktır.
2- Yakîn:Menfaati karıştırmadan, sâdece Allah rızâsı için iyilik yapmak ve Allah’ın vadine kesin olarak inanmaktır ki, bu rızıktır.
3- Cihat: Hiçbir şekilde düşmanına gâfil olmamaktır ki, bu düşman şeytandır. Sen onu unutsan bile o seni unutmaz. Şeytan bir kurt gibidir ki, daldığı sürüde hangi gâfil koyun varsa, onu yakalar.
4- Adâlet: Eğer üzerinde bir hak var ise istenmeden onu ödemek ve bir başkasında hakkı olanın, o kimseye yumuşak davranmasıdır.
Bucak bucak, köşe köşe
Kara taşa, kor ateşe
Yıldıza, aya, güneşe
Hak yol İslâm yazacağız.
5- Yalnız sana ibâdet ederiz, yalnız Senden yardım dileriz.
Yüce Mevlâ ilâhlığını, Rablığını, rahmetini ve mâlikiyetini bildirdikten sonra, kulların kendisine nasıl duâ edeceklerini öğretiyor: ‘Yalnız sana ibâdet ederiz.’
Demek ki, kendisine tapılacak, kulluk edilecek zat bu vasıflarla mevsuf olmalı. Aksi halde kulluk edilmeye layık olamaz. Bu vasıflar sadece ve sadece yüce Allah’a aittir. O’nun eşi, benzeri, ortağı yoktur. Yaratan O, rızık veren O, rahmet eden O, terbiye eden O, mülkün yegâne sahibi O.
O’nun dışında her şey aciz, zayıf yani noksan sıfatlarla mevsuf. Değil rızık vermek, terbiye etmek; kendini idareden aciz. Yiyeceğe, içeceğe, havaya, tenefüse muhtaç. Korunmaya, barınmaya, ışığa, ısıya, sevgiye, ilgiye her şeye muhtaç.
İnsanın hayatının her demi, her safhası Rabbinin ihsan ettiği nimetlere bağlı. Hastalanınca şifa veren, korkudan emin kılan, kalbin hüznünü, öfkesini giderip rahatlatan, huzur veren, ümitlendiren, sevgi veren hep O; Âlemlerin Rabbi olan Allah (celle celâlühû)...
Rabbimiz, biz kullarının acizliğini o kadar mükemmel anlatmış ki, hayret etmemek mümkün değil. «Şayet sinek onlardan birşey kapsa, onu ondan kurtaramazlar. İsteyen de aciz, istenen de.» (Hacc; 73) Acizliği bu kadar güzel kimse anlatamaz.
Bütün emirlere kayıtsız şartsız itaat, bütün yasaklarından sakınmak anlamında olan kulluk, ancak ve ancak Zât-ı uluhiyete mahsustur. Onun dışında herşey aciz, güçsüz. İlim, irade, düşünce, mal, rütbe ve diğer nimetler insanoğluna emânet. Geçici, kısıtlı, bitimli ve imtihan amaçlı verilmiş. Zayıf aklıyla, mahdut ilmiyle kendini idareden aciz insanın verdiği kararlar, kanunlar, tüzükler insanı idareye güç yetirebilir mi? Kaldı ki, sayısız âlemleri idare etsin!
İnsanın bu zaafı ile, küçük aklıyla yapacağı en mükemmel iş, en değerli düşünce Rabbini tanıyıp ona kulluk etmek. İşte Cenâb-ı Hakk da bu görevi hatırlatıyor. Bu görevin şuuruna ermek için en az günde kırk kere ders tekrarı yaptırıyor. Tıpkı derinin üzerine konan boyanın iğneyle sürekli vurularak derinin içine işleyip hiç çıkmaması gibi, bizi kulluğa motive edip bir nakış gibi işliyor.
‘Yalnız sana kulluk ederiz’; bir ömür her namazda, her niyazda, günün her beşte birinde, Cumalarda, bayramlarda, dört mevsim, yedi iklim, fert fert, cemaat cemaat müminlerin bulunduğu her yerde, zevkle, coşkuyla gönlümüzü gere gere hür irade ve açık alınla inanarak can-ı gönülden söylüyoruz.
‘Yalnız sana ibâdet ederiz’ Bu coşkuyla gün be gün Allah’a ibâdet edenlerin sayısını artırmaya gayret eder, kulluk görevini unutanlara hatırlatırız. Haydi kulluğa! Rabbimiz bizi tek istemiyor, hep beraber. Kardeşce bir safa durup, bir olan Allah’a kulluk edelim. Yönümüz, gönlümüz, istikametimiz O’na dönsün. Bu ömrü, bize bahşedene harcayalım. O’na yönelip, minnetlerimizi, ricalarımızı, isteklerimizi, duâlarımızı O’na arz edelim.
İbâdetin yalnız Allah için olması gerektiğine inanır ve bunu huzur-u İlâhide defâlarca söyleriz de; hayata geçirmekte fazla bir gayretimiz olduğu söylenemez. Oysa huzuruna çıktığımız Ferdü’s-Samed olan Sultan, söze değil öze bakıyor, amelleri ihlâsla değerlendiriyor. İhlâsı, amelleri şeytandan koruyan bir kale yapmış. Şeytan «Hâlis kulların müstesnâ» (Sâd, 83) diyerek, hâlis ibâdetlere dokunamayacağını îtiraf ediyor. Yüce Mevlâmız, «Allah’a dinde hâlis olarak ibâdet edin.» (Mü’min, 14) fermânıyla bizi gerçek kulluğa çağırıyor.
✽ ✽ ✽
Hz. Hüseyin’in tefsiriyle ibâdet, Allah’ın bütün emirlerini yapıp, bütün yasaklarından kaçınmaktır. O halde bize düşen, bütün hareket ve sükûnlarımızı O’nun istediği tarzda, emir-komuta zinciri içinde yapmak. Bunu yapabilmek için de, o sonsuz ilim deryâsından, hiç değilse mükellefiyetlerimizi, sorumluluklarımızı içeren bilgileri almakta son derece gayretli olmak gerekiyor.
Adres olmadan menzile varılmadığı, kullanma kılavuzu okunmadan âlet çalışmadığı gibi, vücut makinemizi sırât-ı müstakîmde sâlimen çalıştırıp, huzur-u İlâhiye yüzü ak çıkabilmek için de, edille-i erbaa’ya (kitap, sünnet, icmâ ve kıyas), en az, bir sürücünün ehliyete sâhip olması ve yolda kalan arabasını tek başına yürütebilecek kadar bilgiye sâhip olmasının şuurunda ve bilincinde sahip olmalıyız ki, aslî görevimiz olan ibâdeti, kusursuz, hatâsız yerine getirebilelim.
Zâten, cümlenin içinde mefulü başa getirip, takdim kasrı yaparak ihsâsı gözler önüne seriyor. Dörtte üçü harflerle yapılan kasır kuralında, harflerle değil takdimle kasır yapmayı tercihi de, ibâdeti her şey üzerine takdim etmemizin ne kadar önemli olduğunu vurgulamakta çok zarif bir remizdir.
İbâdet, niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan ve Cenâb-ı Hakk’a ‘kurbet’ (yakınlık) ifâde eden taat-ı mahsûsa diye târif edilir.
İbâdet, huzûrun ve Allah’a karşı tevâzunun son noktasıdır. Kur’andaki ibâdet, tevhid amaçlıdır. Yani emir ve yasaklarda, Allah’ın hükümlerine son derece saygı gösterip, hayatı O’nun istediği tarzda yaşamak ve O’nun buyruklarına ters düşen hiçbir hükmü önemseyip benimsememektir.
✽ ✽ ✽
Namazı nasıl O’nun istediği biçimde, istediği saatte kılıyorsak; orucu nasıl istediği tarzda, farz ettiği ayda tutuyorsak; çocuklarımızı eğitirken, günlük hayatta yemek, içmek, uyumak, gezmek, konuşmak, tanışmak, alışveriş, ticâret, ziyâret, evlilik, boşanma, miras bölme, ilim öğrenme, yolculuk yapma, düğün, hediyeleşme, yardımlaşma gibi her hareketimizi O’nun belirlediği sınırların içinde yapmak zorunda olduğumuzu, aksi halde hem sevimsiz, hem âsi duruma düştüğümüzü; bu sâyede Allah’ın ve kulların hakkını ihlâl etmek sûretiyle hem kendimizin, hem diğer varlıkların huzurunu, emniyetini, hürriyetini ihlâl ettiğimizi hiçbir zaman unutmamalıyız. «Allah, haddi aşanları sevmez.» (Mâide, 87) âyetini gönül ekranımızda masa üstü yapmalıyız.
Seven, sevdiğine âsi olur mu, gücendirir mi, nefsinin arzularını O’nun buyruklarına tercih eder mi? O’nun sağladığı imkânlarla, O’nun verdiği nimetlerle, O’na isyan revâ mıdır? Bu nedenle «İnsan çok nankördür.» (Hacc, 66) «İnsan, çok zâlim, çok câhildir.» (Ahzâb, 72) «Kahrolası insan, nasıl da inkâr ediyor.» (Abese, 17) hitaplarının muhâtabı oluyor.
O Zât-ı Kerim’i gücendiriyoruz. Oysa namaz kılan müslümanlar olarak ‘Yalnız Sana kulluk ederiz’ sözünü günde kaç kez tekrar ediyor-ettiriliyoruz. Bu bedeni kim yarattı, kim yaşatıyor, rızkını, nefesini, tüm duygularını kim ihsan ediyor ise, gönlün ona râm olması gerekmez mi?
«Hiç Yaratan bilmez mi?» (Mülk, 14) Bu vücut makinasını kim vücûda getirdiyse, nasıl çalışması gerektiğini de ancak o bilir. «Allah, âlim olarak yeter.» (Nisa, 70) Doktor diye veterinere gitmenin âlemi yok. Sevap işlediğimizde de, günaha daldığımızda da O’ndan başka mürâcaat edecek kapımız yok. Bizi bağışlayacak, tevbemizi kabul edecek başka sığınak yok. Af da, mağfiret de, ihsan da, yardım da hep O Yüce Sultandan... Bunun için Mevlâna: ‘Bu kapı, ümitsizlik kapısı değil. Bin kere dönmüş olsan da yine gel...’ diyor.
Zaman zaman gaflete dalsak da, dünyanın oltasına, nefsin sultasına gelmiş olsak da, gerçekleri düşünüp, aklımızı toparlayıp hemen O Yüce Zâta mürâcaat edip yalvaralım:
‘Allah’ım! Sana güzel ibâdet yapmak için, Seni düşünüp anmak için bana yardım et. Allah’ım! Göz açıp kapayıncaya kadar beni nefsime bırakma.’ Âmin yâ Muîn...
✽ ✽ ✽
‘İyyake’, Allah’ın isminden kinayedir. İzafetsiz, tek bir kelime olarak Allah’ın isimlerinden olduğu da söylenmiştir.
‘İyyake / Yalnız Sana’ lafzının, ‘na’büdu / ibâdet ederiz’ lafzından önce gelmesinin hikmetleri vardır:
1- Rivâyet edildiğine göre iki usta güreşçiden birisi, güreş bilmeyen bir köylüyle güreşir. Ama köylü, bu ustayı birkaç defâ yener. Bu esnâda o köylüye ‘Bu, falanca meşhur güreşçidir’ denilince, adam o anda olduğu yere yığılır kalır. Bu ancak, o adamın ustadan korkmasından ileri gelmiştir. Burada da öyledir. Allah (celle celâlühû) kuluna ilk önce Zâtını tanıttı ki, böylece kulun Allah’a (celle celâlühû) ibâdeti saygıyla yapılmış olsun da, gaflete bulaşmamış olsun.
2- ‘Yalnız Sana ibâdet ederiz’ sözü, senin mâbud ve maksadının ancak Allah (celle celâlühû) olduğunu açıklamış olur. Bu da tevhidden daha beliğ ve şirk ihtimallerinden de daha uzaktır.
3- Allah’ın (celle celâlühû) zikri, insanların zikrinden daha önce olsun diye ‘Yalnız Sana’, ‘ibâdet ederiz’ den önce gelmiştir. Çünkü Vacibu’l vücut olanın, mümkinü’l vücut olandan önce zikredilmesi gerekir.
4- Nimet verilirken nimete değil de nimeti verene bakan kimse, belâ vaktinde, belâya ve musibete değil de bunları verene bakar.
Şayet sana vaadler ağır gelir, kıyam, rüku ve sücut gibi ibâdetler zor gelirse beni hatırlaman ve kalbinde beni tanımayı daima canlı tutman için, önce ‘İyyake na’büdu’ dedim. Böylece benim celâlimi hatırlayıp senin Mevlân olduğumu, senin de benim kulum olduğunu bilince, bu ibâdetler sana kolay gelecektir.
Burada ‘iyyake’ ile iltifatın faydaları:
1- Dinleyiciyi teşvik etmek.
2- Hamde layık olanı yüce vasıflarla sıfatladıktan sonra, mühim işlerde ondan yardım istemek ve hudûnun son noktasında muhataba hitab etti ki, ibâdetin ona mahsus olduğunu daha iyi ifade etsin.
3- O ‘alemlerin Rabbi’ diye vasıflanınca, her zaman ve her yerde hazır olmuş oldu. Bu durumda da O’ndan ‘O’ diye bahsetmek uygun olmadı.
4- ‘Bizi doğru yola ilet’ duâsına hazırlık olmuş olur.
5- Muhatabdan istemek, gaibten istemekten daha efdaldir.
6- Sûre buraya kadar medihti. Medhin gaib sigasıyla yapılması daha uygundur. Bundan sonrası da duâdır. Duânın da muhataba yapılması daha güzeldir.
Gaibten muhataba iltifat, Kur’an’da 60 yerde vardır. En güzeli Fâtiha’da geçendir.
Her gün kırk defa dile getirdiğimiz bu sözleşmeyi hayata geçirme gayreti içinde olmamız gerekmez mi?
‘Yalnız Sana kulluk ederiz’ cümlesi, çok kapsamlı bir cümle. Bu iddia, çok delil isteyen bir iddia.
Öncelikle kulluk nedir? Bizi yaratan, yaşatan, iki cihan saadeti ihsan eden Yüce Allah’a bütünüyle itaat, teslimiyet ve inkiyattır.
‘Abd / Kul’ lügatta; esir pazarından satın alınmış, her şeyi efendisine ait olan köle, anlamında bir mecazdır.
Istılahta, emir ve yasaklarda kayıtsız şartsız Allah’a itaat etmek ve kimseyi hiçbir hususta O’na tercih etmemektir. Hal böyle olunca, bütün hayatımızı O’nun iradesine rabt etmek, bütün gönlümüzü O’nun muhabbet ve rızâsına râm etmektir.
Sûrenin başından beri büyük bir saygı ile okuduğu ve dinlediği âyetlerle Zat-ı Zülcelâli tanımaya başlayan kul, O’nun yüce vasıflarını duymaktan mestü hayran olmuşçasına üçüncü şahıstan ikinci şahsa teveccüh edip ‘yalnız sana ibâdet ederiz’ iltifatında bulunuyor ve çoğul sigasıyla hitap ediyor. Bir ben değil bütün âlem; zerreden küreye, arştan ferşe, ezelden ebede tüm var ettiklerinle birlikte hepimiz Sana ibâdet ediyoruz ve ibâdet edeceğiz.
Senden başka kulluğa layık kimse yok; hepsi Senin memlükün, her şey Senin emrine musahhar. Daha önce fetret devri insanları bilmeden, şaşkınlıklarıyla elleriyle yapıp, dilleriyle isim verdikleri putlara kulluk ederlermiş. Biz onların bu tutumunu reddederek ibâdetlerimizi Sana hasrediyor, ehli tevhid olduğumuzu, dini halis olarak Sana has kıldığımızı hep birlikte huzurunda bütün gönlümüzle ilan ediyoruz. ‘Biz yalnız Sana kuluk ederiz.’
Şu bedenimizi kim yarattı ise, rızkımızı kim veriyor ise biz sadece ve sadece ona kulluk eder, onun emrini dinler, onun yasakladığından kaçarız.
Talebimiz yüce Mevlâmızı hoşnut etmek, rızâsını kazanmak, gayemiz onun cemâline erme bahtiyarlığı.
Ey Allahım Sana tezellül eder, Sana huşu duyar, Sana muhtaç oluruz. Zira ubudiyetin manası zillet ve istianedir. İbâdeti Sana tahsis ederiz; Çünkü Sen bütün tazim ve iclale müstehaksın. Senden başkasına ibâdet etmeyiz.
✽ ✽ ✽
‘Na’büdü’ kelimesinin, kökü ‘abede’ dir. İbâdet ve ubûdiyet olmak üzere iki ayrı masdardan alınmıştır. Bunlar da farklı mânâlara gelir:
İbâdet Ubûdiyet
•Gafletsiz namaz •Husûmetsiz rızâ
•Gıybetsiz oruç •Şikâyetsiz sabır
•Minnetsiz sadaka •Şüphesiz yakin
•İrâdesiz hac •Gıybetsiz şuhud
•Sümâsız gazâ •Rücûsuz ikbal
•Eziyetsiz köle azadı •Kesintisiz isal
•Usanmadan zikir. •Âfetsiz sâir taat.
✧ İbâdetin, hırs veya gadap mânâlarına gelen ‘abed’ maddesinden alındığı da söylenmiştir.
✧ İbâdet, huzurun ve Allah’a karşı alçakgönüllülüğün son noktasıdır.
✧ İbâdet, tam anlamıyla taatta bulunmak için insanın var gücünü ortaya koyması ve mâsiyetten uzak kalması için Allah korkusunun bilincine ermesidir.
✧ İbâdetler, insanı saadete ulaştıran hazinelerdir. Anahtarları, kudret, irâde ve ilimdir. Bunlar da Allah’ın kudret kabzasındadır.
✧ Âyetteki ‘ibâdet’ kelimesi sadece bizim zihinlerimizde canlanan namaz, oruç, hac gibi belli şekilleri olan ibâdetlerden ibâret değildir. İbâdet, bunları da içine alan ve insan hayatının tamamını şekillendiren Allah’a tâbi olarak yaşamanın adıdır. Allah’ın hükümlerine sabretmek, namaz ve oruçtan daha kıymetlidir.
✽ ✽ ✽
İbâdetin yardım talebinden önce zikredilmesi, duânın kabul edilmesine daha uygundur.
İnsan, ruh ve bedenden meydana gelmiştir. Bedenin gâyesi, ruh için faydalı olan şeyleri elde etme husûsunda, rûhun bir aleti olmaktır. Bedenin durumlarının en üstünü, devamlı rûhâni saadetleri kazanmaya dâir rûha yardım edecek amelleri yapmış olmasıdır. Bu ameller de, bedenin Ma’budu tâzime ve O’na hizmete götürecek işleri yapmasıdır. Bu ameller ibâdetlerdir.
O halde kulun bu dünyada en güzel hâli, bu ibâdetlere devam etmesidir. ‘iyyâke na’büdü’ sözüyle kastedilen budur. Kul bu mertebede bir süre devam ederse, o vakit ona gayb âleminin nurlarından bir şeyler tecelli eder. Halbuki o, yalnız başına bu ibâdet ve taatları yerine getiremez. Bilâkis Allah (celle celâlühû), onu muvaffak kılmadığı, yardım etmediği ve korumadığı sürece, bu ibâdet ve taatlardan her hangi birini yapması mümkün değildir. Bu makam, kemâlâtta orta dereceyi işgal eder. ‘ve iyyâke nesteîn’ sözünden kastedilen de budur.
Yalnız Allah’ın (celle celâlühû) varlığına inanmak ve yardımı da yalnız O’ndan istemek sûretiyle, örf ve âdetlerin esâretinden, şahısların ve köhne nizamların köleliğinden beşer vicdânı kurtulmuş olur. Aynı zamanda insan, efsânelerin, evham ve hurâfelerin esâretinden de halâs bulur
‘Ancak Sana kulluk ederiz’ ifâdesiyle, fiilin kuldan geldiğini inkâr eden Cebriye’nin; ‘Ancak Senden yardım bekleriz’ ifâdesiyle de, başarılı kılmanın ve yaratmanın Allah tarafından olduğunu inkâr eden Mu’tezile’nin görüşleri reddedilmiş olmaktadır.
‘Ancak Sana kulluk ederiz’ ifâdesiyle insanda ilk anda doğacak olan kendini beğenme duygusu, ‘Ancak Senden yardım dileriz’ ifâdesiyle ortadan kalkar..
✽ ✽ ✽
✧ ‘na’büdü’ Biz zamiriyle gelmesinde namazı cemaatle kılmaya tenbih vardır. Ayrıca böyle yüce bir makamda tevâzu kastedilerek biz zamiri getirilir. ‘Ben Senin kullarından biriyim’ manasındadır.
✧ Eğer ‘İyyake a’budu’ deseydi manası ‘İbâdet eden ancak benim’ şeklinde olurdu. Bu büyük bir kibirdir.
✧ Müminler kardeştir. ‘İyyake na’budu’ dediğinde, doğudan batıya bütün müminlerin ibâdetini de zikretmiş olur. Böylece sanki o diğer müminlerin işlerini düzeltmeye çalışmış olur. Bu fikirde olan kimsenin işlerini Cenâb-ı Allah düzeltir.
✧ Sanki Cenâb-ı Hakk kuluna şöyle demiştir: Sen övgülerinle bizi yücelttin. Böylece senin bizim yanımızdaki kıymetin arttı. O halde sadece kendi işlerini düzeltmeye çalışma, bütün müslümanların ihtiyaçlarını gidermeye çalış, ‘İyyakena’büdu ve iyyakenesteîn’ de.
✧ Hemen arkasından yardım isteğinin gelmesi, ibâdeti yerine getirebilmek ancak Allahu Teâlâ’nın yardımıyla mümkün olduğu içindir.
✧ İbâdetin önce zikredilmesi de insan ve cinlerin ibâdet için yaratılmış olması sebebiyledir.
✧ Ayrıca bu tertip, ‘gayeler vesilelerden önce gelir’ kaidesine uygundur. Yine ibâdet; öncesindeki din gününe, yardım isteme de kendinden sonra gelen hidâyete uygundur.
✽ ✽ ✽
✧ ‘İyyake na’büdu’ sırf bir tevhiddir; ‘La ilâhe illallah’ın yerini tutar.
✧ Kulluk sıfatı, nefsinin hiçbir şeye sâhip olmadığını görmen, ne kendine zarar verebileceğini, ne de fayda sağlayabileceğini bilmendir.
✧ Hakiki mânâda O’na kulluk etmek, O’nda yok olmaktır. O’nun varlığında erimek, kaybolmaktır.
✧ Kur’an’da ibâdetle ilgili anlatılan her şeyde tevhid amaçlanır. Nitekim tespih, namaza; kunut da itaate işâret eder. Hz. İkrime
✧ Anlatıldığına göre Süfyân-ı Sevri bir akşam namazında, birkaç kişiye namaz kıldırırken Fâtiha’yı okuduğu sırada bu âyete gelince düşüp bayıldı.
Ayıldığında niçin bayıldığı soruldu. O da şu cevabı verdi: ‘Sen neden doktor ve sultanların kapılarına gidersin?’ diye bir şeyin sorulması içime doğdu. İşte bundan dolayı düşüp bayıldım.
✧ Bana en yakın olanlar Allah’a (celle celâlühû) hakkıyla kulluk edenlerdir. Hadîs-i Şerîf
✧ Senin kulun olmam iftihar etmem için bana yeter. Senin benim Rabbim olmansa, şeref bakımından bana kâfidir. Yâ Rabbi, ben Seni istediğim gibi bir ilâh buldum; Sen de beni râzı olduğun kullardan eyle. Hz. Ali
✧ İbâdet için boş vakit arayıp gecikmek, nefsin aptallığındandır. Ataullah
✧ Eğer kul günahlarını gizlediği gibi ibâdetlerini gizlese, Allah (celle celâlühû) onun bu yönünü açığa çıkarır. İbrâhim b. Yezîd
✧ İbâdet; neyin varsa bırakman ve emrolunduğunu yapmandır. Ebû Hafs
✧ Günahlardan kaçmakta ve sevap işlemekte inad ediniz. Böylece inadın sırtına binip Cennete giriniz. Hekimoğlu İsmail
✧ Bizim vazifemiz, emir olunduğumuzu yapmaktır, ötesi bizim vazifemiz değildir. Herkes kendi mertebesini bilmeli ve kendi mertebesinde vazifesini yapmalı. Kapıcı müdürün, odacı şefin işine karışırsa, nizam-ı âlem bozulur. O zaman kıyâmeti beklemeli.
✧ Eğer kul kulluğa yakışacak şekilde çalışırsa, efendisi onu aziz tutar. Sadi
✧ Sofi, her an Rabbi ile olan, zâhid ise daha o makama kavuşmayıp nefsi ile uğraşan ve onun kötü isteklerinden kurtulmaya çalışandır.
✧ Kulluğun esası üçtür: Sünnet-i Resûle ittiba, helâlden yiyip içmek, amelleri ihlâslı yapmak.
✧ Allah’a (celle celâlühû) gerçek kulluk; Resûle ittiba, ahde vefa, emre uygun hareket, mevcut olana rızâ, kaybolana sabretmektir.
✧ Yaşama sanatı; günü zevk, neşe ve kullukla geçirebilmektir.
✧ İnsanın saf kulluğu dört şeyle bilinir: Rahatı terk eder, infak eder, fakiri sevindirir, övgüye değer işler yapar. Zünnûn-i Mısrî
✧ Kur’an okumak, ihtiyaç sâhiplerine yardım etmek, sadaka vermek, vakıf yapmak, köle âzât etmek ve benzeri şeyler, niyete bağlı olmayan ameller hem yakınlık, hem itaattir, ibâdet değildir. Fakat namaz, oruç, zekât, hac ve cihad gibi yapılmasında niyet şart olan ameller hem ibâdet, hem yakınlık ve itaattırlar.
✧ Yâ Dâvud! Tamamen bana yönel ki, hükümdarları sana baş eğdireyim, makbuliyet ve heybet vereyim.
Hazreti Îsâ kendilerini Allah’a adayan, devamlı ibâdet eden bir topluluğun yanından geçer. Onlara,
- Allah’a niçin ibâdet ediyorsunuz? diye sorar.
- Cehenneminden azad olup cennetine kavuşmak gayesiyle ibâdet ediyoruz, derler.
- Sizler mahluktan korktunuz, mahluku (yani yaratılmış olan cenneti) ümit ettiniz. Aslında Allah’tan korkmalı ve rahmetini ummalıydınız, der.
Onlardan sonra başka bir cemaatin yanına uğrar ve aynı soruyu onlara da sorar. Onlar da şu cevabı verirler:
- Biz ona sırf kendisini sevdiğimiz için, celâl ve azametine büyük bir saygımız bulunduğundan ibâdet ederiz.
- Gerçek Allah adamları sizlersiniz. Ben sizinle olmakla emrolundum, diye karşılık verir.
✽ ✽ ✽
Kulluğun güzergâhını çizecek olursak; önce itikat-ibâdet-ahlâk diye üçe ayırdıktan sonra teferruata geçeriz. Bunları bölüm bölüm inceleyip Rabbimize karşı vazifelerimizin türünü, sırasını, emir ve yasaklar çerçevesinde değerlendirip, görevimizi en içten duygularla yapmaya azmederiz.
1- İtikatta Kulluk
İman; lügatte tasdik etmek, doğrulamak, terim olarak Allah’ın (celle celâlühû) Hz. Peygamber aracılığıyla insanlara bildirdiği her şeye kesin olarak inanmak, doğruluğunu kabul etmek anlamına gelir. İnancın toplum tarafından bilinmesi için de sözlü olarak söylenmesi veya gösterilmesi gerekir. Kişi inandıktan sonra güzel ibâdetlerin yanı sıra, güzel davranışlarla da emrolunmuştur.
İbâdet ve davranışlara kısaca amel denir. İman ve amel, bir bütünü oluşturan parçalar değil, ayrı ayrı şeylerdir. Ancak aralarında çok sıkı bir ilişki vardır. Bir kişinin ibâdetlerini eksik yapması veya kötü davranışlarda bulunması, dinimizde günah olarak değerlendirilir. Bu günahlar imanın aslını olumsuz yönde etkilemese de, imanın gücünü etkiler. İslâm âlimleri, pratiğe yansımayan inancı kol ve bacakları bulunmayan vücuda veya dal ve budakları bulunmayan ağaca benzetirler ki; bu imanın işlevselliğini yitirip, bir kanaat şeklinde kalışıdır.
İman ile birlikte, ibâdet etmek ve güzel davranışlarda bulunmak gerekir. Kutsal kitabımız Kur'ân-ı kerimde, inanma ile sâlih amel bir arada zikredilmektedir. Davranışların inançla uyumu; imanı güçlendirir, ruhunu yüceltir, kişinin ahlâken daha olgun ve şahsiyetli olmasını sağlar. Bu nedenle inancı hayata ve pratiğe geçirmek, insanın dünya-âhiret saadeti, toplumun huzuru için lüzumludur. Sâlih amel de mümine Yüce Allah’ın (celle celâlühû) rızâsını kazandırır.
✽ ✽ ✽
İmanın gereği; hukuka riâyet, ahide sebat, ciddiyet, merhamet, yardımseverlik.
Allah’tan korkan, intikam peşinde olmaz. Allah’tan korkan, arzu ettiği herşeyi yapmaz. Eğer kıyâmet olmasaydı, herşey gördüğünüzün aksine olurdu. Hz. Ömer
İmanın hakikati; ancak Rabbimizden korkmayı, ancak O’nu sevmeyi, ancak O’na ta’zimi, ancak O’ndan istemeyi icap ettirir.
1- Allah-u Teâlâ, herkese korktuğunu musallat kılar. Kimin kalbinde Allah korkusu varsa, onun iki cihanda yardımcısı Allah’tır. Allah’tan korkmayanın ise, hasmı Allah-u Teâlâ’dır.
2- Kalbe yabancı sevgi sokulunca, sirke, soğan, sarımsak katılmış bal veya süt gibi kalp fâsit olur. Yalnız başka şeylerle meşgul olan insan, Rabbi tarafından terk olunur. Rabbi Teâlâ’ya kavuşmak, cennetten çok yüksek bir nimet, O’nun tarafından terk edilmek ise, cehennemden şiddetli bir azaptır. Biz O’nunla olmaya çalışalım. O daima bizimledir. ‘Rabbinin sana şah damarından daha yakın olduğunu’ hatırından çıkarma.
3- Âhiret işlerini daima dünya işlerinden ileri tutmalıdır.
4- Herkes lûtuf beklediğine bırakılır. Başkasından ummayanı Rabbimiz, başkasına muhtaç etmez.
Allah’ın zat ve sıfatlarıyla ilgili münâzaralara giren adam, deniz ortasında gemisi parçalanıp dalgaların kucağına düşen adam gibidir. Bu dalgaların birbirine devretmek sûretiyle adamı selâmet sâhiline atmaları imkânı varsa da, bu pek az bir ihtimaldir. Fakat dalgalar arasında boğulup gitmeleri daha kuvvetlidir.
✧ Komşusu şerrinden emin olmayan kimse, kâmil mümin olamaz.
✧ Yerenin yermesine aldırış etmemek, hiçbir sûrette amele riyâ karıştırmamak, âhiret ve dünyalık kendisine arz edilirken, âhiret için olanı tercih etmek, imanı kemâle getirir.
✧ İman ve hayâ birbirini tamamlar; biri yok olunca öbürü de yok olur. Hadîs-i Şerîf
✧ İnsanların en hayırlısı, benim asrımdakiler, benim asrımdan sonra gelenler ve daha sonra gelenlerdir. Sonra bir kavim gelir ki, imanları şehâdetlerini, şehâdetleri de imanlarını geçer.
✧ Müminin imanı en kuvvetli olanı, ahlâkı en güzel olanıdır. Hadîs-i Şerîf
✧ İmanın sebatı takvâ, yok oluşu ise tamahkârlık iledir.
✧ Üç şey var ki, bir kimse onları özünde toplarsa, tüm imanı kalbinde toplamış olur:
1- Darlıkta sadaka vermek.
2- İnsaf ve merhamet sâhibi olmak.
3- Halka karşı emin biri olmak. Ammar b. Yasir
✧ İman çıplaktır; elbisesi takvâ, süsü haya, meyvesi ilim, malı fıkıhtır.
✧ İmanın kemâli, Resulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e muhabbetle hâsıl olur.
♦ Kabirleri ibretle ziyâret.
♦ Allah rızâsı için sadaka vermek.
♦ Harama bakmamak.
♦ Halkın günahını görmemek.
♦ İlmiyle âmil ulemâya hürmet etmek.
• İman nûru kalpte olursa, hayatta, evrende ve insanlık âleminde meydana gelen olaylara ilişkin gerçekleri açık seçik görür.
• Bu nur kalbinde bulunduğu zaman, düşüncelerinde ve aklında aydınlık, durum ve eğitiminde bir rahatlık görür.
• İşlerin olmasında ve meydana gelmesinde, olayların öncesinde ve sonrasında yumuşaklık ve kolaylık görür.
• Her durum ve her anda, huzur, güven ve kesin inancın rahatlığı içinde kendini bulur.
Kul, bütün mahlûkâtın işlerini düzene koyan, yerlerin göklerin ilâhı, âlemlerin de bir Rabbi olması gerektiğini müşâhade edince, şöyle düşünür: ‘Son derece zelil ve kıymetsiz olduğuma göre, bu yüce varlığa yaklaşmam ve her hangi bir yolla O’na ulaşmam nasıl mümkün olur?’
İşte bu durumda, bu derde uygun ilâcın yerini tutacak şeyi Allah (celle celâlühû) ona hatırlatarak sanki şöyle der: ‘Ey zayıf kulum! Her ne kadar Ben, kudreti, heybeti ve ulûhiyeti büyük olan bir Zât isem de, aynı zamanda rahmeti büyük Rahmân ve Rahîm, din gününün yegâne sâhibi Allah’ım. Bu dünyada yaşadığın müddetçe seni, rahmetimin kısımlarından ve nimetlerimin her çeşidinden mahrum bırakmam. Öldüğünde de din gününün sâhibi Benim, hiçbir amelini karşılıksız bırakmam. Eğer hayır yapmışsan, tek bir hayrına sonsuz hayırlarla karşılık veririm. Eğer günah işlemiş isen, günahını bağışlamak, lütufta bulunmak ve onu örtmekle karşılık veririm.’
1- Gayba iman etmek: Gaybı ancak Allah bilir diye itikat etmek, inanılacak şeylere Kur’an'ın bildirdiği şekilde, görmüş gibi inanmaktır.
Gaybdan dem vuran, gâipten söz söyleyene inanmak küfürdür. Falcının falı rast gelse bile inanmak câiz değildir.
2- Haramı haram, helâli helâl bilmek. Helâli helâl bilmek, dinin bekâsına sebeptir.
3- Azaptan dâima korkmak ve kendini azaptan kurtulmuş saymamak. Allah’ın (celle celâlühû) dünya ve âhiretteki azabından, ancak dünya nimetine dalıp âhiretini kayb eden emin olur. Bu durum, dünyada belâya, âhirette ebedi azaba sebeptir.
• Allah (celle celâlühû), iki korku ve iki emniyeti bir araya toplamaz. Dünyada korkusu çok olanı, âhirette korkutmaz.
• Allah (celle celâlühû), kendisinden korkmayanı, her şeyden korkutur.
4- Allah’ın (celle celâlühû) rahmetinden asla ümidini kesmemek.
Kethüdâzâde Abdullah Efendiye, ‘Mekteb-i Tıbbıye de (hâşâ) Allah’ı inkâr ediyorlar, her şeyi tabiat meydana getirir, her şey tabiat sayesinde olur’ diyorlarmış diye haber verdiler.
Bunun üzerine Abdullah Efendi dedi ki: Öyleyse onlar Allah’ın ismini Tabiat koymuşlar. Demek ki çâre yok, bir Allah’a muhtacız!
Hilim, hayâ, ölçülü konuşmak ve fıkıh, imandandır. Bunlar dünya endişesini azaltır ve âhiret gayretini artırır. Âhiret gayretini artırmaları, dünya endişesini azaltmasından fazla değildir. Kötü söz ve katılık, nifak alâmetidir. Bunlar, dünya tutkusunu çoğaltır ve âhiret gayretini azaltır. Âhiret gayretinden eksilttikleri, dünya tutkusundan artırdıklarından fazla değildir. Avn b. Abdullah
İman, dil ile ikrar, kalp ile tasdik, erkânı ile amel etmektir. Yani itaat etmektir.
İnsanın başına gelen musibet ve belâların bir kısmı, Allah’ın kâinata koyduğu kânunlara riâyetsizliğinden ve tedbirsizliğinden ileri gelmektedir. Halbuki insan, Allah’ın Peygamberine vahyettiği dini hükümlere itaat etmek mükellefiyetinde olduğu gibi, hayatın düzen ve istikrarı için kâinata koyduğu kanunlara da boyun eğmek zorundadır. Âdetullah denen bu kanunlara riâyet etmeyen, bu itaatsizliğin cezasını dünyada hemen çeker. Kendinden başka hiç kimseyi de suçlamaya hakkı olmaz.
✽ ✽ ✽
✧ İbâdet, zihinleri Halîk-ı Hakim’e yöneltmek içindir. Bu da itaat ve inkıyadı (bağlılığı) sağlar. Bu inkıyat da mükemmel intizama, o nizamla bütünleşmeye girmek içindir.
✧ Nizama tabi olmak, hikmetin sırrını, yaratılış gayesini tahakkuk ettirmek içindir.
✧ Kâinattaki bütün varlıklar incelendiğinde, onların yaratılış ve yapılaşmalarında muhkem bir sanat kendini gösterir. O muhkem sanat ise her tarafta Allah’ın (celle celâlühû) hikmetini ortaya koymaktadır.
✧ Allah (celle celâlühû) insanı bu kâinatta bir santral durumunda yaratmıştır. Her şeyin onunla bir münasebeti vardır. Bütün varlıklardan gelen hatlar insandan geçmektedir.
✧ Varlıktaki unsurlar arasındaki nisbeti bulup, tasarrufta bulunma imkânı yalnız insana verilmiştir.
✧ Alet, makine yapan yalnız insandır. Kâinattaki ilâhi kanunların ışınları insanda odaklaşmaktadır. Şu halde insanın bu irtibatları iyi kurması ve o kanunların iplerini (tecellilerini) iyi tutması lazımdır ki umumi akışa ayak uydurabilsin. Hayatın tabi akışına uyum sağlayabilsin. Yoksa bu kainat çarkı onu fırlatacaktır. İşte insanların bu nizama uyması ibâdet şuuru ile olur.
✧ Bazı kitaplarda, Allah’ın (celle celâlühû) şöyle buyurduğunun yazılı olduğunu gördüm: ‘Kulum bana itaat ettiği zaman, duâ etmeden duâsını kabul ederim. Her istediğini veririm. Kulum bana itaat ettiği zaman, yerdeki ve göktekiler ona düşman olsa, kuluma bir çıkış yolu yaratırım. Bana isyan ettiğinde ise, gökten umudunu keserim. Onu nefsinin eline bırakırım da, yarattıklarımdan hiçbirine galip gelemez.’
✧ «Kim Allah (celle celâlühû) ve Resûlüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.» (Ahzab 71)
✧ İlâhi emirlere muhâlefet için hiç kimseye itaat ve hiçbir davete icabet olunmaz. Ancak itaat, hayır ve faydalı işler üzeredir. Hadîs-i Şerîf
✧ Kim Allah’a itaat ediyorsa zikrediyor demektir, namazı niyazı zikri çok olmasa da... Hadîs-i Şerîf
✧ Size yasakladığım şeylerden (haramın tamamından) şiddetle kaçının. Emrettiğim şeyleri de gücünüz yettiği nispette yapın. (Meselâ: Bir kimse, abdest için az miktarda su bulsa, yapacağı en doğru davranış yettiği kadarıyla onu kullanmak, geri kalan için de teyemmüm etmesidir) Şüphesiz sizden önceki ümmetler, çok soru sormaları ve peygamberleri hakkında şüpheye düşmeleri sebebi ile perişan oldular. Hadîs-i Şerîf
✧ Allah’ın (celle celâlühû) emirlerine uy. Kim, böyle yaparsa, sağlam bir kale içinde hıfz olunmuş, korunmuş olur.
✧ Bir kimse, itaat halinde Allah’tan haya ederse, o kimse günah işlerken Allah ondan haya eder günahına bakmaz. Allah’ı Rab tanımak, ona itaat ederek hareket etmek, neşe ve nimet zamanında Allah’a hamd etmek ve sıkıntılara sabretmektir.
✧ Yıllar cildleri, itaatsizlik ruhları buruşturur.
✧ Allah’a (celle celâlühû) abd olana herşey musahhardır. Olmayana her şey düşmandır. S. Nursi
✧ Sana ne öğüt vereyim? İşte Allah’ın kitabı, bak oraya! Ona itaat eden hangi ameli işliyor ve ona isyan eden hangi suçu irtikap ediyor? İnsanların ateş etrafında tur attığını görüyorum. Buna rağmen cenneti isteyebiliyorlar!
✧ İsyanınız nefsinize, itaatiniz Rabbiniz’e olsun. A. Geylânî
✧ Üç şey kuldan imanı soyar, alır:
1- Müslüman olduğuna şükretmemek.
2- İslâm’ın gerilemesinden üzüntü duymamak.
3- Müslümanlara haksızlık etmek. Ebu-l Kâsım Hakim
✧ Nefsine uyan haram işler; haram işleyen alışır, alışınca zevk alır, ehemmiyet vermez olur. Harama ehemmiyet vermeyince imanını kaybeder. Hüseyin b. Said
✧ İmanın kol ve dallarından mahrum kalan kimsenin, son nefeste imanın aslından da mahrum kalmasından korkulur.
1- En aşağı, âvâm tabakasının iman mertebesidir. İmanın bundan aşağı mertebesi yoktur. Bu kadarı da olmazsa, ona iman denmez. İmanı bu derecede olan, cennete girer. Nitekim Resûlûllah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ‘Kalbinde zerre miktarı iman olan ateşte kalmaz, cennete girer.’ ‘İman, Allah’a (celle celâlühû), meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ölüp de dirileceğimize, kıyâmet gününe, cennete, cehenneme, hayır ve şerrin Allah’ın takdiriyle olduğuna dil ile ikrar edip, kalple inanmaktır.’ Bunları inkâr eden, kâfir olur. Bundan yukarı mertebe, havasların iman mertebesidir.
2- İman-ı hâs: Bu da, Âmentü’nün esaslarını dil ile ikrar edip, kalp ile inandıktan sonra sözümüzde, işimizde, ibâdetimizde Allah’ın (celle celâlühû) bizi gördüğünü bilip düşünmek, dâima, her hâl-ü kârda bu duygu ve düşünce üzere olmaktır. Bu mertebeye iman-ı ihsâni de derler.
Resûlûllah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) ihsânı sorduklarında: ‘İhsan; senin Allah’ı görüyormuşçasına ibâdet etmendir. Sen O’nu görmesen de, O seni dâima görür’ buyurmuştur.
İmanı havas derecesine erişmiş kimse, ibâdet ve taatında Allah’ı görür gibi hareket eder. Gizli ve âşikâre her ne yapar ve ederse, ihlâsla, Allah’ı hazır-nâzır bilerek işler. Allah’ın ululuğunu öyle fikreder ki, gönlüne Allah’tan gayrı hiçbir şey gelmez. Allah’tan gayrı hiçbir şey ile gönlü safâ bulmaz. Oturup kalkması, yürüyüp durması hep edep ve hudû iledir. Konuşurken sağından ve solundan haberi olmaz. Sağında ve solunda erkek mi, dişi mi, hayırlı mı, yoksa şerli mi farkında olmaz. Böylelerinin imanları, yakîn üzeredir.
3- Hâsü’l-hâs: Bunların gönülleri, başkalarının hayâlinden dâhi arınmıştır. Pâk olmuş ve basiret gözleri açılmıştır. Allah (celle celâlühû), böylelerinin rûhuna sıfatıyla tecelli eder. Basiret gözüyle görüp, bu tecelliye iman ederler. Vücutlarının her âzâ ve kısmıyla, elleriyle, ayaklarıyla, göz-kulaklarıyla, zâhir-bâtınlarıyla, saç ve sakalının her bir kılıyla iman ederler.
İmanın en üstün derecesi, her durumda, bilhassa sıkıntılı durumlarda sabretmek ve cömert olmaktır. Hadîs-i Şerîf
Mü’minlerin hepsiyle Rabbimiz bir, Peygamberimiz müşterek, Kitabımız, Dinimiz, Kıblemiz ortak olmakla dinde kardeşiz. Sevdiğimiz veya sevmediğimiz şeylerde, mü’minleri kendi nefsimiz gibi tutarsak imanımız mükemmel olur.
1- İslâmın anlaşılmasında ve uygulamasında Kur’an’dan sonra sünneti esas almak.
2- Sünnetten sonra sahabenin görüşlerini, uygulamalarını dikkate alarak, sahabeyi hayırla anmak ve onlardan hiçbirisine kötü bir sıfat kullanmamak. Aralarında meydana gelen anlaşmazlıkları ictihadi bir farklılık şeklinde değerlendirip, ilk dört halifenin hilafetini ve geliş şekillerini meşru kabul etmek.
3- Kitap ve sünnetten sonra icma ve kıyası, şer’i birer delil olarak kabul etmek.
4- İndî ve ferdi görüşleri dikkate almayıp dini mevzularda bir veya birkaç kişinin değil bilhassa ilk Müslümanların ekseriyetinin görüşünü esas alıp, ümmetin ekseriyeti ile yani cemaatle beraber olmak.
İç Kale
Tabiinden bir zat anlatıyor: Abdullah b. Ömer’le Faris harbine gelmiştik. Hükümdarı kadın olan bir şehrin kalesini kuşattık. Güzel bir kadın saraydan bize baktı, içimizden son derece genç ve yakışıklı bir delikanlıyı gördü. Yanına almak üzere ona bir elçi gönderdi. Delikanlı ona:
- Bize dış kaleyi teslim et, iç kale Allah’a mahsustur, diye haber yolladı. O da;
- Dış kaleyi anladık, lakin iç kale nedir? diye sorunca,
- İç kale kalptir! Onu Allah’a ver, bize lazım olan kalenin dışıdır, diye cevap verdi.
Kadın teslim olup kalenin kapısını açtı. Gence,
- Senin huzurunda müslüman oluyorum, dedi.
- Benim huzurumda değil, İbni Ömer’in huzurunda müslüman olmalısın.
Bunun üzerine ikisi birden İbni Ömer’in huzuruna geldiler. Kadın,
- Ben bundan daha büyük şahsın huzurunda müslüman olacağım, dedi.
- Bundan daha büyüğü, halifemiz olan babası Hz. Ömer’dir, dediler ve kadını alıp doğru Hz. Ömer’ e götürdüler. Kadın,
- Ben ondan da daha büyüğün önünde müslüman olacağım, dedi.
Bu defa onu Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ravza’sına götürdüler. Kadın orada müslüman oldu ve hemen baygın yere düştü, ruhunu Hakk’a teslim etti.
✧ «Ey iman edenler! Allah’tan, O’na lâyık bir takvâ ile korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin!» (Âl-i İmrân, 102)
✧ «Ey Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla! Kötülüklerimizi ört! Rûhumuzu sâlihlerle birlikte al!» (Âl-i İmrân, 193)
✧ Her mü’minin, bir ömür boyunca gösterdiği gayretler, son nefesi güzelce verebilme saadetine kavuşmak içindir. Zira peygamberlerin dışında kimse teminat altında değildir. Evliyâullah bile dâimâ son nefes endişesi taşımışlardır.
✧ Her ne kadar kimin ne hal üzere öleceği meçhul ise de, umûmiyetle her insanın yaşadığı hal üzere öldüğü bir gerçektir. Bu sebeple son nefesimizi imanla verebilmek için, sırât-ı müstakîm üzere bulunup dâimâ Cenâb-ı Hakk’a duâ ve istiğfar halinde yaşamamız icab eder.
✧ Âyet-i kerimede bildirildiği üzere Yusuf (as) şöyle duâ ederdi: «... (Allah’ım!) Canımı müslüman olarak al ve beni sâlih kullarının arasına ilhâk eyle!..» (Yûsuf, 101)
✧ Son nefeste imansız gitmenin ölüm öncesiyle ilgili olarak bir takım sebepleri vardır. Bunlar da: Bidat (din konusunda yeni bir şeyler icat etmek), nifak (yalan söylemek, sözünde durmamak, emânete hıyânet ve düşmanlıkta aşırı gitmek), kibir (kendini ve amelini beğenip, başkasını küçük görmek) gibi huylardır. İmâm-ı Gazâlî
1- Öncelikle kalbini tezkiye etmesi, yani çirkin temâyüllerden temizleyip, yüce hasletlerle tezyin etmesi gerekmektedir.
Nitekim Mevlânâ demiştir ki: ‘Mezar yapmak; ne taşladır, ne tahta ile, ne de keçe iledir. Lekesiz bir gönülde, kendi iç temizlik âleminde, kendine bir mezar kazman icab eder ki, onun için Allah’ın yüce varlığı önünde kendi iddiâ ve benliğini yok etmen gerekir.’
2- İbâdetlerini huşû ile edâ edebilmek. Nitekim bir sahabi, Resûlûllah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e geldi ve:
− Yâ Resûlâllah! Bana öğüt ver, ancak kısa ve öz olsun! dedi.
Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem):
− Namazını, (hayata) vedâ eden bir kimsenin namazı gibi kıl! Özür dilemen gereken bir sözü söyleme! İnsanların elindekilerden ümidini kes! buyurdular.
3- İhsan duygusunu kalbde sâbitleyebilmek.
4- Mütevekkil ve sabırlı olabilmek.
5- Allah yolunda infak.
Sekeratta
Galiba vaktimiz dolmak üzere, Azrail’in sesi geliyor gülüm!
Gözlerim sonsuza dalmak üzere, artık ölüm bana gülüyor gülüm!
İşte kalakaldım soluk soluğa, çıkmak üzereyim son yolculuğa,
Ne hoştu karışmak çoluk-çocuğa, sevgimi Yaradan biliyor gülüm!
Dünyanın en büyük özelliği ne? İyiye de, kötüye de hazine…
Sakın ha, güvenme güzelliğine! Sonunda her çiçek soluyor gülüm!
Her şey bir gün yıkılacak yapıda; vefa yok malda, mülkte, tapuda.
Gözlerim şu aralanan kapıda, işte beklenen son geliyor gülüm!
İstemez mi terhis olmayı nefer? İman bana yoldaş, mezarıma fer…
Başlıyor Rahmet-i Hakk’a sefer, rûhumda bir şeyler oluyor gülüm!
Ve o melek geldi verdi öğüdü; bedenim donacak gibi üşüdü.
Haydi okumaya başla: ‘Eşhedü…’; şimdi can cânânı buluyor gülüm!
2- Amelde Kulluk
Biz kuluz; görevimiz, Rabbimizin bütün kanun ve tüzüklerine ayak uydurmak. Gerek Rabbimizle, gerekse hemcinslerimizle aramızda olan vazifelerimize amelde kulluk diyoruz.
Namaz kılmak nasıl bir kulluk görevi ise, helâl rızık için çalışmak, çocuklarımıza dini eğitim vermek, alışveriş, ticaret, ziyaret, miras vs. de hükm-ü ilâhiye uygun hareket etmemizde aynen öyle farzdır.
İyi bir kul olmak için; önce vazifelerimizin şumûlünü, sınırını, nasıllık ve niceliğini, hikmetini iyice öğrenmek, sonra da düzgün bir şekilde ciddiyetle uygulamamız gerekir.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Çok yaşayıp da ameli güzel olan kimseye müjdeler olsun.
✦ İlim amele uzaktan nidâ eder, duyar da cevap verirse, pekâla; aksi halde göç edip gider.
✦ Sen bildiğinle amel edersen Allah bilmediklerini öğretir.
✦ Gizli yapılan amel, aşikar yapılan amelden yetmiş derece üstündür.
✦ Ameller, ancak sonuca göre değer bulur. Namazın ve orucun çokluğuna itibar yoktur; sonu nasıl kapanıyor ona bakılır.
✦ Allah sizin cisminize, sûretinize bakmaz; kalbinize ve amelinize bakar.
✽ ✽ ✽
✧ Cennet amelle kazanılır. İstek ve korkuyu iç içe yaşayın, güzel amel işlemeye devâm edin, sadık amel ve temiz kalple Allah’tan korkun. Korkan, geceleri uyumaz, ibâdet eder. Abdullah b. İdris
✧ Halis olan ameller, sünnete uygun olan amellerdir. Ebû Ali
✧ Cennet ehlinden bir kavim Cehennem ehlinden bir kavmin yanına gelir ve; ‘Niçin Cehenneme girdiniz? Biz sizlerin öğütlerinizle amel ederdik?’ derler. Cehennemdekiler de; ‘Size öğretirdik ve kendimiz yapmazdık’ derler.
✧ Hatem’e (ra) dediler ki:
− Amelini, ne üzerine kurdun?
− Dört şey üzerine:
1- Benim rızkım tayin edilmiştir. Başkasının rızkı bana gelmediği gibi benim rızkım da başkasına gitmez.
2- Bildim ki, üzerime farz olan bir ibâdet vardır, bu farz ibâdeti benim yerime başkası yapamaz. Ben, onunla meşgul oldum.
3- Bildim ki, Rabbim beni her zaman görüyor. O’ndan utandım.
4- Bildim ki, ecelim bana süratle geliyor; ben ona süratle gittim.
✧ Âlim bildiği ile amel etmediği vakit; yağmur damlasının yalçın kayadan kayması gibi, vaaz-u nasihati gönüllerden silinir gider. Mâlik b. Dinar
✧ Amel, mühimmi terk edip ehemm(daha önemli olan) ile meşgul olmaktır. İnsanın ehemm olanı terk edip, malâyani ile uğraşması nefret uyandırır. Bu, şuna benzer ki, dizgini ile birlikte atı çalınmış olan bir adamın, atını bırakıp dizginini araması gibidir.
✧ Söylediğiyle amel etmeyenin sözü başkalarına tesir etmez. Fısk sözün tesirini kaybettirir.
✧ Hikmet sâhiplerinden birine, ‘Bildiği ile amel etmeyen âlim kime benzer?’ diye sorduklarında şöyle cevap verdi: Balsız arıya.
✧ Amel ve ibâdetleri boş vakit bulmaya tehir etmek, nefsin aldatmasıdır. Hikem-i Âtiden
✧ Amellerin en faziletlisi gizli günahları terk etmektir. Çünkü gizli günahlardan uzak kalan kimse aşikar günahlardan daha çok uzak kalır. Antâkî
✧ İşler üç türlüdür: Açıkça doğru olanı yap. Açıkça yanlış olanı yapma. Şüpheli olanı, (yorumunu) âlimlere bırak. Hz. Îsâ
✧ Amellerin en zor olanları üç tânedir:
1- Nefsin hakkını verebilmek.
2- Her durumda Allah’ı anabilmek.
3- Kardeşe bol bol ikramda bulunabilmek. Hz. Ali
✧ Allah seni yasak kıldığı haramları işlerken görmesin; emrettiği güzel şeyleri yaparken bulsun.
✧ Her kim Allah katındaki yerini bilmek isterse, Allah için ne yapıyor ona baksın.
✧ Murâkabeni, bakışlarını senden ayırmayan için yap.
✧ Şükrünü, nimetini senden eksik etmeyen için yap.
✧ Taatini, kendisinden bir an müstağni olmayacağın için yap.
✧ Saygı ve huşûnu, hükümdarlığı bir an bile elinden çıkmayan için yap. Muhammed b. Ali et-Tirmizi
Âlemde ne ektinse onu biçersin mutlak
Öyleyse nedir şer yaparak faide ummak? M. Âkif
✧ Her ölünün ameli sona erer; Allah yolunda, hudut boylarında nöbet tutan kimse hâriç. Bu şahsın ameli, kıyâmet gününe kadar çoğaltılır ve kabir fitnesinden de kurtarılır.
✧ Kim bir murâbıt (râbıtalı-âbid ve zâhid bir kişi) olarak vefat ederse, o kimse üzerine, kıyâmet gününde tekrar dirilinceye kadar, devamlı bir murâbıt ameli yazılır.
✧ Herhangi bir müslüman (şimdiye kadar âdet edinmiş olduğu amel ve ibâdete mâni) hastalık gibi cesedinde bir ârıza bulunursa, Allah (celle celâlühû), hafaza meleklerine emreder ki: Gece ve gündüz, hasta kulumun şimdiye kadar yapageldiği hayr-u hasenâtın aynısını, hastalık bağımla mahbus kaldığı müddet (aynen) yazınız. Hadîs-i Şerîf
Günün sonu seherden belli olur.
Yılın sonu bahardan belli olur.
Ömrün sonu amelden belli olur.
✧ Şu yedi şey, ölümden sonra da sevap getirir:
1- Mescit yaptıran kimse: Orada tek kişi olsun namaz kıldığı sürece sevap yazılır.
2- Bir çeşme yaptıran: O çeşme aktığı, insanlar ondan su içtiği sürece onu yaptıran kimseye sevap yazılır.
3- Güzel mushaf yazan: Tek kişi olsun ondan okuduğu sürece sevap alır.
4- Bir su kuyusu açtıran: Onun suyu devam ettiği sürece kendisine sevap yazılır.
5- Bir ağaç diken. İnsanlar ve kuşlar ondan faydalandığı sürece kendisine sevap gelir.
6- Bir ilim öğreten kimse: O bilgi kaldığı sürece onunla amel edildikçe, onu bulana sevap yazılır.
7- Kendisinin bağışlanmasını isteyip duâ eden bir çocuk bırakan kimse.
Ebûbekir eş Şibli (ks) Ebûbekir b. Mücahid Mükre’ye (ra) gelip mescidine girince İbn Mücahid hemen ayağa kalkar. Bunun üzerine arkadaşları ona şöyle der:
‘Sen niçin vezir Ali b. Îsâ için ayağa kalkmadın da Şibli için ayağa kalktın?’
Buna cevaben şöyle der:
‘Ben Resûlullah’ın tazim ettiği zat için ayağa kalkmayayım mı? Ben Resûlullah’ı rüyamda gördüm. O bana: ‘Ya Ebabekir. Yarın sana cennet ehlinden bir kişi gelecek. O geldiği zaman ona ikram et’ buyurdu. Ve iki gece sonra Resûlullah’ı tekrar rüyamda gördüm. Bana: ‘Ya Ebabekir Cenâb-ı Hakk, cennet ehlinden olan kimseye ikram ettiğin gibi sana da ikram etti’ buyurdu. Ben:
‘Yâ Resûlallah. Şibli bu dereceye nasıl müstehak oldu?’ diye sordum.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
‘O beş vakit namazını kılıp her namazın akabinde beni hatırlıyor ve mealen «Andolsun ki sizin içinizden bir peygamber geldi. Zahmet çekmeniz onu incitir ve üzer. O size çok düşkündür. Müminlere çok merhametlidir. Onlara hayır diler.’» (Tevbe, 128) ayetini okuyor ve bunu 80 seneden beri yapıyor.’
Ben bunu yapana ikram etmeyeyim mi?
Sözlükte tapmak, kulluk etmek, boyun eğmek, alçakgönüllülük, kulluk anlamlarına gelen ibâdet, dini anlamıyla niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan, yüce Allah’a (celle celâlühû) yakınlık amacı taşıyan ve özel şekillerde yerine getirilen taat ve eylemleri ifade eder. Bu, ibâdetin dar anlamıdır.
Geniş anlamıyla ibâdet ise, Allah’a (celle celâlühû) itaat maksadıyla Allah rızâsını gözeterek yapılan her türlü fiil ve davranıştır. İnsanın Allah’a olan kulluk vazifesini yerine getirmesi, şükran borcunu ödemesi ve O’nun rızâsına uygun hareket etmesidir.
İbâdet, mükâfat veya cezaya konu olan kulluk şeklidir. Mükellefin yaratıcısına karşı sevgisini simgeleyen, Allah (celle celâlühû) ve Resûlü tarafından yapılması istenen belirli davranışlardır. İnsanın imanını kuvvetlendirir. Saygı ve itaatin en yüksek derecesidir ve sadece Allah’a (celle celâlühû) yapılır.
Kur’an’da her ibâdet için ayrı ayrı dile getirilen emirler yanında genel bir emir olarak «Ölüm sana gelinceye kadar Rabbine ibâdet et» (Hicr, 99) buyrulmaktadır. Esasen ibâdet insanın yaratılış gayesini oluşturmaktadır. «İnsanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım» (Zariyat, 56) âyeti bu gerçeği ortaya koymaktadır.
«Allah’ın boyası ile boyanın (sizi yarattığı fıtrat üzere hareket edin). Kimdir boyası Allah’ınkinden daha güzel olan?» (Bakara, 138) âyeti ile insanlar, Allah’a (celle celâlühû) ibâdet ederek ilâhi duygular içinde, yeni ve mânevi bir ortamın rengine bürünmeye çağrılmaktadırlar.
Yapılan işler niyetlere göre değerlendirilirler. İbâdetlerden beklenen sevap ve mükâfatın elde edilmesi için, ibâdetlerin halis bir niyetle ve katkısız, sırf Alah’ın rızâsını gözeterek yapılması esastır. Hz. Peygamber: ‘Ameller niyetlere göre değerlendirilir. Herkes için niyet ettiği şey vardır’ buyurmuştur.
Kur’an’da ibâdete ilişkin emirler genel olarak şekil ve biçim belirlemeye yönelik olmayıp, büyük ölçüde ibâdetin mahiyetine, ibâdetin kime yapılacağına yöneliktir (İbâdetlerin uygulanış biçimleri Hz. Peygamber tarafından gösterilmiş, sünnetle açıklanmıştır). İbâdetlerde temel amaç, insanda Allah (celle celâlühû) bilincini oluşturup canlı tutmaya ve insanı bunun gereğine uygun davranışlara yöneltmektir.
✽ ✽ ✽
✧ İbâdetin en hayırlısı dini öğrenmektir. Hadîs-i Şerîf
✧ İbâdet bir sanattır. İmâlâthânesi tenhâlık, sermayesi takvâdır, âleti kanaat (açlık) dır, kazancı cennettir. Süfyân-ı Sevrî
✧ İbâdet, ilâhi emirleri tutmak, lâyıkıyla amel etmek, nehy ettiklerinden sakınmaktır.
✧ İbâdet, insanın ruh ve bedence, dış görünüşünü ve iç yüzünü bütün varlığıyla yalnız Allah’a yönelerek yaptığı şuurlu bir itaattır.
✧ Allah’ın belirlediği ve râzı olduğu şeyleri yapmak ibâdet, O’nun yaptığına râzı olmak da ubudiyettir.
✧ Yalnız niyette kalıp davranış alanına çıkmayan duygu ve düşünceler taattir, ibâdet değildir.
✧ Yalnız yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan da sorumluyuz.
✧ İlimsiz ibâdette, tefekkürsüz Kur'an tilavetinde hayır yoktur. Hz. Ali
✧ Namaz, bedeni ibâdetlerin en şereflisi olup, Allah’ı zikretmek için farz kılınmıştır. Zekât da mâli ibâdetlerin en şereflisidir. Bu ikisinin toplamı ise, Allah’ın emrini tâzim edip, O’nun kullarına şefkat ve merhameti ifâde eder.
✧ Dünkü ibâdet ile bugünki ibâdet arasında bir kalite farkı yoksa, o ibâdet değil, âdettir.
✧ İnsanın yaratılmasından maksat: Onların hakkı bilmesi ve ona ibâdet etmesidir. Lakin her insanın, kâbiliyetine göre, bir ibâdet tarzı vardır. Kerim olan kimsenin ibâdet tarzı ikramdır. Cimri olan bu ibâdetten mahrum olur.
✧ Günahtan nefret eden ve ibâdetten lezzet alan, hakiki mümindir.
✧ Dilin ibâdeti; doğru konuşmak ve zikir.
✧ Gözün ibâdeti; ibret alması.
✧ Kalbin ibâdeti; düşünmek ve duymak.
✧ Allah’ın kullar üzerindeki hakkı, O’na ibâdet etmeleri ve kendisine hiçbir şeyi ortak, eş koşmamalarıdır. Kullar bunu yaptığı zaman Allah’ta olan hakları, Allah’ın onlara azab etmemesidir.
✧ İbâdetin kaynağı bilgidir. İbâdet bilgi toprağında yetişir. Onu büyüten kesin imandır. Suyu Allah’ı tanımaktır. Sahibi ise işlerini Allah-u Teâlâ’nın emirlerine göre düzenleyen mes’ud mü’mindir. Sehl b. Abdullah
İbâdetin kısımları:
Namaz, zekât, oruç, hacc, Kur’an-ı Kerim okumak, her halde Allah’ı zikretmek, helâl rızık istemek, müslümanların haklarına riayet etmek, emr-i bi’l maruf, nehy-i ani’l münker, Sünnet-i seniyyeye tabi olmaktır.
Bir adam bir kadına sarkıntılık eder. Kadın gelip bunu kocasına anlatır. Kocası, hanımına der ki:
- Git o adama şöyle de: ‘Eğer kocamın arkasında kırk gün namaz kılarsan isteğini yerine getiririm.’
Kadın adama gider ve kocasının tenbih ettiği teklifi yapar. Adam da ‘olur’ der ve tam kırk gün kocasının arkasında sabah namazı kılar. Sonra bir ara kadın ona,
- Haydi, hazır mısın? deyince,
- Ben Allah’a tevbe ettim. Çirkin işlerden artık vaz geçtim, der.
Kadın beyine durumu anlatır. Ve beyi şu âyeti okur: «Şüphesiz namaz fuhşiyyat ve münkerden alıkoyar!» (Ankebut, 45)
✧ Kulum farz nibâdetlerle bana yaklaştığı gibi hiçbir şeyle yaklaşamadı. Kulum nafilelerle de bana yaklaşır. O kadar ki onu severim. Sevince de işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden isteyince mutlaka veririm. Bana sığınınca mutlaka onu korurum. İşlediğim işler içinde mü'min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiçbir şeyde tereddüd etmedim. O ölümden hoşlanmaz. Ben de onu müteessir etmek istemem. Hadîs-i Kudsî
✧ En faziletli amel vaktinde kılınan namaz, ana babaya iyilik ve Allah (celle celâlühû) yolunda cihattır. Hadîs-i Şerîf
✧ İnsanda 360 mafsal (eklem) vardır. Her bir mafsal için bir sadaka bulunması gerekir.
- Buna kimin gücü yeter? dediler.
- Mescidde toprağa gömeceği bir balgam(insanlara eza vermesi sebebiyle), yoldan bertaraf edeceği bir engel… Bunları bulamazsa kuşluk vakti kılacağı iki rekat namaz! Hadîs-i Şerîf
✧ İbâdetin en faziletlisi tevâzudur. Hz. Âişe
✧ Amellerin kıymetlisi üçtür:
1- Mal az olduğunda da cömert olabilmektir.
2- Tenhada da vera sahibi olabilmek, yani haramlardan kaçınabilmektir.
3- Kendisinden korkulan kimsenin huzurunda da hakkı söyleyebilmektir.
✧ İnsanın feyzi arttıkça ibâdete aşkı artar. İsmail Hakkı Bursevi
✧ Kulluğun en güzeli, kulun Allah’ın verdiği nimetler karşısında şükürden aciz olduğunu bilmesidir. Abdullah Harraz
✧ Sırrı Sakati anlatıyor: Bâri celle ve alâ’yı rüyamda gördüm. Şöyle buyurdu:
- Bütün mahlukatı yarattım. Hepsi beni sevdiklerini iddia ettiler. Her on binden dokuz bini, benden yüz çevirdi. Bin kişi kaldı. Derken cenneti yarattım. O binden dokuz yüzü cennete kapıldı ve beni terk etti. Geri kalan yüz kişiyi de belaya mübtela kıldım. Yüzde doksanı onunla meşgul oldular. Kala kala on kişi kaldı. Onlara dedim ki,
- Siz ne dünyayı ne de cenneti istediniz. Belaya da aldırmadınız.
- Belayı bize veren sen değil misin? dediler.
- Evet!
- Madem ki bela da sendendir, biz ona da râzıyız, dediler. Bunun üzerine ben de onlara;
- İşte gerçek kullarım sizlersiniz, deyip kendilerini taltif ettim.
✽ ✽ ✽
Kullar, Allah’a (celle celâlühû) üç şekilde ibâdet ederler: Korkuyla, ümitle, Allah’a yakınlık hissiyle.
1- Korkuyla: Korkan kul, korktuğu şeylerden temizlenmekle meşgul olur. İyice temizlenmeden, bu korkudan kurtulamaz. Temizlendiği zaman kalbi mutmain olur. Her şeyini Allah yolunda hibe eder. Nefsini ve rûhunu Allah’a satar.
2- Ümitle: Bunlar, Cenneti istemekte, oradaki nimetleri düşünmektedirler. Kendilerini yorarlar, hiç kimsenin arkasında kalmamak için en güzel amelleri işlerler. Mahşerde mahzun olmamak için, dünyayı geri teperler.
3- Allah’a yakınlık hissiyle: Onlar, en üstün derecede olanlardır. Böyleleri, neyi varsa Allah için feda eder. Cennet ve Cehennem olmasa da bunların aşkı tükenmez, Allah’ın rızâsı için veremeyeceği hiçbir şey yoktur. Bunlar Allah’ı (celle celâlühû) öncesiz ve sonrasız, sırf hoşnutluğu için severler.
Şimdi düşünün ey akıllı dostlar; sizler hangilerindensiniz? Aslında yaşamayan ölüler misiniz, yoksa ne ölüm, ne de yaşam alâmetini taşımayanlardan mısınız? Ya da ebedi hayatı bilen, bu hayatın dirilerinden olma şerefini kazananlardan mısınız? Sehl
✧ Davud b. Ebi Hind kırk sene oruç tuttu da, oruç tutuğunu ailesi bilmezdi. O ayakkabı dikicisiydi. İşine giderken ailesinin hazırladığı öğle yemeğini alır, yolda onu tasadduk ederdi. Akşam eve döner, ailesiyle birlikte akşam yemeğini yerdi.
✧ İbâdetlerin en makbulü, gizliliğine en çok riâyet edilendir.
✧ Eğer kul günahlarını gizlediği gibi ibâdetlerini gizlese, Allah (celle celâlühû) onun bu yönünü açığa çıkarır. İbrâhim b. Yezîd
✧ İbâdeti yapmak kadar, korumak da ibâdettir.
✧ Âbid kişiyi sultanın kapısına sığınırken görürsen, bil ki o, şüphesiz hırsızdır. Onu zenginlere sığınırken görürsen, bil ki o, mürâidir (gösterişçi). Süfyan-ı Sevri
✧ Kim, Allah’a (celle celâlühû) tâ içinden gelerek ibâdet yapmaya başlarsa, insanlardan uzaklaşır. İnsanlar onu gelip görmeye başlar. Hz. Ali
✧ İhlâsla yapılan ibâdetler insanı Mevlâsına yaklaştırır, iç dünyasını günah kirinden temizler, ahlâken olgunlaştırır, cennete girmesine vesile olur.
✧ İbâdete kendisinden sadır olduğu için değil, kendisiyle Cenâb-ı Hakk arasında şerefli bir vuslat olduğunu düşünerek dikkat etmeli.
✧ Üzüntüm hüzünler yurdu olan dünya için değil; ibâdetsiz uyuyarak geçirdiğim geceye, oruçsuz geçirdiğim güne, ve zikrullahtan gafil kaldığım ânadır.
İbâdetler üçe ayrılır:
1- Bedeni ibâdetler: Namaz kılmak, oruç tutmak gibi. Beden ile yapılan ibâdetleri her müslümanın kendisi yapması gerekir. Başkasını vekil etmesi câiz değildir. Bir kimse başkasının yerine namaz kılamaz, oruç tutamaz.
2- Mal ile yapılan ibâdetler: Zekâtı vermek, kurban kesmek gibi. Bir kimse mal ile yapılan ibâdetlerde başkasını vekil edebilir.
3- Hem mal, hem de beden ile yapılan ibâdet: Hac ibâdeti böyle bir ibâdettir. Parası olduğu halde Hacca gidemeyecek kadar çok yaşlı, sakat ve hasta kimseler, kendi yerine bir başkasını Hacca gönderebilir.
✧ Kim, Allah’a (celle celâlühû) bir ibâdette bulunur, sonra da bıkkınlıkla onu terkederse, Allah (celle celâlühû) ona buğzeder. Hadîs-i Şerîf
✧ Kim müezzini işitir ve kendini engelleyen bir özrü olmadığı halde cemaate katılmazsa, kıldığı namaz kabul edilmez. Hadîs-i Şerîf
✧ Bir farzı kaçıran, bin yıl ibâdet etse yerini dolduramaz.
✧ İbâdet, zikir ve tesbihatın azlığından ruhlar cılız kalır. Daima takviye gerekir.
✧ Bedenimizin gıdaya ihtiyacı olduğu gibi ruhumuzun da gıdaya ihtiyacı vardır. Ruhun gıdası ibâdetlerdir. İbâdet, ruhumuzu yükseltir, bizi kötülüklerden sakındırır ve ahlâkımızı olgunlaştırır. En kıymetli varlığımız olan imanımızı korur.
✧ Bir adamın hariçte iki kardeşi olsa, birisinin yarın, diğerinin ise en az bir ay sonra geleceğini bilse, elbette ki bir ay sonra gelecek için değil, yarın gelecek olan kardeşi için hazırlanır. Bunun gibi ölümün daha bir yıl sonra geleceğini tahmin eden, bir yıl daha mühlet var diyerek ölüm için hazırlanmaz da ameli tehir eder. Bu, doğru değildir.
Nefis insanın içini kemiren kara yılan
Namaz onun başını ezen yiğit gardiyan. N. Fazıl
İbâdete iman eden kimsenin iman nuru parlar, Allah korkusu ve sorumluluk duygusu yerleşir. Müslüman, mali ibâdetlerini yerine getirmek sûretiyle insanların sevgisini kazanır. Şuurlu olarak yapılan ibâdet, insanı günahlardan uzaklaştırır, ahlâk ve fazilet sahibi olgun bir mümin haline getirir. Allah katında makbul olan ibâdet de budur.
İnsanın yüksek ruhuna genişlik veren ibâdettir. Meyil ve arzularını kötü olanlarından ayırıp seçen, tertemiz tutan ibâdettir, fikirlerini genişletip intizam altına alan ibâdettir, şehevi ve gadabi duygularını had altına alıp taşkınlık ve kötülüklerden koruyan ibâdettir. Zâhiri ve bâtıni duygu ve organlarını kirleten tabiat paslarını giderip temizleyen ibâdettir. İnsanı takdir edilen kemâl ve olgunluğun zirvesine yükselten ibâdettir. Kul ile Allah arasında en yüksek güzel alâka ve bağ ancak ibâdettir.
İbâdet eden nefsine zor gelse de, mânen:
1- Minnetlerden kurtulur,
2- Kimseye muhtaç olmaz,
3- Hiçbir şeyden hiçbir hadiseden titreyip korkmaz,
4- Sonuçta mükâfatını alır,
5- Rahat bir kalbe ve vicdana sahip olur.
6- Gönlü nurlanır ve genişler
7- İşi kolaylaşır,
9- Ruhu sükûnet, kalbi huzur bulur,
✧ İbâdet; insanı arındırır, ufkunu genişletir, insan ilişkilerini kuvvetlendirir, şehvet ve gazabı doğru yöne sevk ettirir.
✧ İbâdet, bir kurtuluş helvasıdır. O bir, menn-u selvadır. (kudret helvası, bıldırcın kuşu).
✧ İbâdet, insanın Allah’la arasındaki mânevi bağı korur.
✧ Allah’ın ibâdete (haşa) ihtiyacı yoktur. İbâdete ihtiyacı olan kuldur.
✧ Mallarınızı zekât ile koruyun, hastalarınızı sadaka ile tedavi edin, belayı duâ ile savın. Hadîs-i Şerîf
✯ Zekât; malı muhafaza eder, bereket verir.
✯ Kur’an okumak; vesveseyi giderir, ferahlık verir.
✯ Sadaka; kaza ve belâyı defeder, moral verir.
✯ Çalışmak; vücudu kuvvetlendirir.
İnsan eşrefi mahlûk olduğundan, varlığını idame ettiren gadap, şehvet akıl kuvvetleri diğer mahlûklar gibi sınırlandırılmamış, gelişim göstermeleri dilenmiş, cüzi irade zembereği ile geniş bir gelişme sahası bırakılmıştır.
Bu sınırsızlık beşeri muamelelerde haksızlığa yol açacağından, adâlet; yani bu üç kuvveti Kur’an itidaline getirmesi zaruri olmuştur.
Bu adâlet sınırları insanlara bırakılmış olsa kültür seviyesi, vicdan, tecrübe, menfaat, örf-âdet, nefsi arzular-anlayışlar farklı olduğundan birleşmek asla mümkün olmazdı. Bu yüzden üstün bir âlemden gelen külli akla ihtiyaç vardır.
Beşeri grupların hiçbirine ait olmadığından taraf tutma ihtimali olmayan, her türlü töhmetten uzak, tam hakem durumunda külli bir akılla, beşeriyet sulh ve salaha, huzur ve felaha ulaşır. Bu külli akıl külli kanun niteliğinde olduğu için, dünyanın her yerinde geçerli olan fizik kanunları gibi tarafsız ve değiştirilemez. İşte bu kanunlar dindir.
Tıpkı dünyanın her yerinde her zaman suyun 100 derecede kaynayıp 0 derecede donduğu, atmosfer basıncının her yerde hükmünü icra ettiği, madenlerin her yerde muayyen derecede eridiği, vücuttaki hücre yapısının bütün insanlarda aynı olduğu, insanı aşan ilâhi bir planla cereyan ettiği gibi, dinin hükümleri de öyle fıtri, tarafsız, değişmez, eksilmez hükümlerdir.
Bu hükümleri icra etmek, tesirli hale getirmek için bir peygamber gerekir. O ilk nazarda biz insanlardan biri olduğundan onun bu görevine iman gerekmiştir ki; insanlar üzerine, mizaçlar ve akıllar üzerine hâkimiyetini temin etsin.
Bunun için mucizeler zuhur etmiş, duâları kabul olunmuştur.
Bu mucizeleri ihsan etmekle ‘Bu âlemleri çekip çeviren Ben; onu gönderdiğim için, işte onun memuriyetini tasdik etmek üzere kurduğum nizamı muvakkat olarak değiştiriyor ve harika işleri onun eliyle gerçekleştiriyorum’ demek istemiştir.
Bununla beraber insanın yaratılışı gaflete müsait, geçici dünya zevklerine veya meşakkatlerine fazla bağlanıp onlarda boğulma, ileriyi görememe, Rabbini ve âhiret azabını, saadetini unutma temayülü vardır. Âhirete inanmasına rağmen kolayca yoldan sapabilmektedir.
Bunun için akaid ve esaslarını delilleri ile zihinlere, gönüllere yerleşmesi, mülkün sahibinin azametini görüp, O’na itaati zevkle gerçekleştirmesi gerekir. Bu da ancak O’nun emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak anlamında ibâdetle mümkündür. ‘Bana kulluk edin’ emr-i ilâhisi bu gerçeği ortaya koyar.
✽ ✽ ✽
Hilkatin gayesi ibâdet, ibâdetin gayesi duâdır.
İbâdet, yapanın niyetine göre üçe ayrılır:
1- Allah’a sevabını umarak ve azabından korkarak ibâdet etmektir.
2- Allah’a ibâdetle şereflenmek veya O’nun emirlerine uymak, emirlerini kabul etmiş olmak için ibâdet etmek.
3- Allah’a ibâdet ve tazime layık olduğu için ibâdet etmek. Bu, ibâdetin en yüksek derecesidir.
İbâdetin maksadı; kalbe tesir edip kalbi düzeltmektir, âtıl olmak değil, aktif olmaktır.
✯ Peygamberleri zikretmek ibâdettir.
✯ Sâlihleri anmak günahlara keffârettir.
✯ Ölümü hatırlamak sadakadır.
✯ Cehennemi hatırlamak cihattır.
✯ Kabri anmak sizi Cennete yaklaştırır.
✯ Kıyâmeti anmak sizi ateşten uzaklaştırır.
✯ Âlimin sermayesi kibri terketmektir.
✯ Amelin bedeli hasedi terketmektir.
✯ Tevbenin özü ise; yüreğin yanmasıdır. Hz. Muaz
✧ Bir âbidde tüm hayırlı nitelikler bulunsa bile, onda iki haslet bulunmuyorsa ona âbid denmez. Bunlar namaz ve oruçtur. Namaz ve oruç âbidin eti ve kanıdır.
Muaz (r.a.) anlatıyor: Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile berâber Tebük Savaşına çıktım. Bir ara Peygamberin (sallallâhu aleyhi ve sellem) yalnız kaldığını gördüm ve bu fırsatı değerlendirmek istedim. Devemi ona doğru sürdüm, yanına geldim. Dedim ki: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Bana, beni Cennete götürecek bir amel öğret.’ Bunun üzerine; ‘Büyük şey istedin. Ancak bu, Allah’ın kolaylaştırdığı kimseler için kolaydır. Ortak koşmadan Allah’a ibâdet et. Namazlarını kıl, zekâtı ver ve orucunu tut’ buyurdu.
Daha sonra; ‘İstersen sana iyilik kapılarını göstereyim. Oruç, (günahlardan) koruyucudur. Sadaka, hatalara keffârettir. Geceleri (ibâdet için) kalkmak dedi ve «Onların, yanları yataklarından kalkarak korkuyla, umutla Rablerine yalvarırlar...» (Secde,16) âyetini okudu. Sonra; ‘İstersen sana tüm amellerin en üstün olanını haber vereyim. O, Allah yolunda cihat etmektir’ dedi.
Sonra; ‘İnsanlar için bunların hepsinden daha yararlı olanını haber vereyim mi?’ dedi. O da susmuş ve başka yere dönmüştü. Bir bineklinin ona doğru geldiğini gördüm. Gelip onu meşgul etmesinden korktum ve dedim ki: ‘Ya Resûlullah! Konuştuklarımızdan dolayı hesap verir miyiz?’ Bunun üzerine; ‘Ey Muaz! Konuştukların ya lehinedir, ya da aleyhinedir. İnsanları yüzüstü Cehenneme attıran, ağızlarından çıkanlar değil midir?’ buyurdu.
İnsan, cisim yönünden küçük ve aciz olmakla beraber, pek yüksek bir ruh taşımakta, pek büyük istidata malik bulunmaktadır. Sayılmayacak kadar eğilimleri (meyilleri), sonsuz emel ve arzuları, hudutsuz fikirleri vardır.
Akliye, gadabiye, şeheviye kuvvetleri de sınırsız olup haddi aşmaya hazırdır. Yaratılış itibariyle bütün nevilere ve âlemlere bir fihriste olarak yaratılmıştır.
Bu nedenle insan nev’i, dünyada bunca tasarrufta bulunmakta, diğer bütün canlılar üzerinde bir hâkimiyet kurmakta, yeryüzüne tevdi edilen, depolanan imkânları işletmektedir.
İşte insanın bu yüksek ruhunu yükselten, ferahlatan ibâdettir.
İdeallerini gerçekleştiren ibâdettir. Kuvveti şeheviye ve gadabiyesini sınırlayan ibâdettir. Fikirlerini genişleten ve intizam altına alan ibâdettir.
Zâhiri ve bâtıni uzuvlarını ve duygularını kirleten, tabi pasları gideren, parlatan ibâdettir.
Kul ile Rabbi arasında en yüksek ve en latif olan bağ ibâdettir. İnsanı Allah (celle celâlühû) tarafından takdir edilen kemâl noktasına ulaştıran ibâdettir.
İbâdetin İslâm’da ne kadar şümullü olup, hayatın bütün tezahürlerine sirayet eden bir ruh olduğu anlaşılmaktadır. İbâdet topyekûn kâinatı işleten bir sistemdir. Bütün beşeriyet için psikoloji, sosyoloji, ahlâk, ilim, hukuk, iktisat sahaları ile ilgili olduğundan bütün hayat nizamına etkilidir. Said Nursi
Müslüman ibâdet sayesinde, her Müslüman ile sabit ciddi münasebetler kurar. Onlara kuvvetli bir irtibat ve bağlılık duyar. Bu münasebetler sağlam bir kardeşliğe, gerçek bir sevgiye vesile olur. Bu duyguların köklü bir meleke haline gelmesi, ibâdet sayesinde olur. Böylece insanlar arasında sarsılmaz bir kardeşlik, hakiki bir sevgi hâsıl olur.
Beş vakit namaz için sık sık mescidde toplanmak, aynı kıbleye dönüp aynı mâbuda yönelmek, aynı rehberin terbiyesine girmek, zekât ile iktisadi dengeyi kurmak, oruçla zengin-fakir eşit hale gelip aynı açlığı çekmek, yardımlaşma, dayanışma gibi emirleri, bir vücudun azaları haline getirmek, ibâdet emrine uymakla olur.
Her mü’min tahiyyat duâsında: ‘Kâmil manasıyla her türlü güzellikler, selametler bize ve Allah’ın (celle celâlühû) bütün sâlih kullarına olsun’ der.
Rabbena duâlarıyla; kendi için istediği haseneleri, af ve mağfireti ana babası ve tüm mü’minler için de ister. Hem aile hem toplum bağlarını kuvvetlendirip, kardeşlik şuurunu elde eder. Sevgi, samimiyet ve merhamet günbegün kökleşir. Zaten toplum hayatını mükemmel hale getiren en birinci basamaklar uhuvvet ve muhabbet değil midir?
Allah’ın (celle celâlühû) irade sıfatına raci olan tabiat kanunlarını kainat kitabı, kelâm sıfatlarını da Kur’an ihtiva eder. Bu ikisi, âyât-ı tedviniye ve âyât-ı tekviniye diye de adlandırılır.
Kâmil kulluğu gerçekleştiren mü’mine, ictimai hayattaki muhtelif mertebelere, muhtelif nisbetler ve bağlar hâsıl olur.
Her bir fert, amme menfaati ve hukuki hükümler bakımından bir nevi haline dönüşür.
Zira emir ve buyrukların birçoğu, özellikle dini şerair (nişaneler) ve umumi menfaatle ilgili olan emirler, üzerinde birçok hakların ve hususiyetlerin asıldığı nizamı tutan urgan gibidir.
Öyle ki o ip olmasa o nizam dağılacak, uçuşan tesbih taneleri gibi dağılacaktır. Yani pek çok haklar, haysiyetler, irşatlar, tâlimler, islahlar gibi vazifeler toplum hayatında bir şahsa yüklenebilir. Eğer o emri yerine getiren o şahıs olmasa, o vazife tamamen altüst olur.
Demek kamu haklarını korumak, nizamın işlemesini temin etmek, insanları güven ve barış içerisinde yaşatmak, dürüst, ciddi, işine titiz insanlarla mümkündür. Her sahada amir veya memur durumunda olan fertler dürüst olursa, beklenen fayda ve gayeleri gerçekleştirir. Toplum mutlu olur, ahenk içinde hayatını devam ettirir.
Fakat şahıslar işine bağlı olmazsa, cemiyetin birçok tarafı ile ilgili olması sebebiyle nizamı bozar. Maden işçilerine (sigara içmek için) beş dakika oksijeni geciktirerek ölümlerine sebep olmak gibi misaller çoktur.
İşte insanları dürüst, nizama bağlı kılan şey ibâdet terbiyesidir.
«Onların yüzlerinde secde eseri zâhirdir.» (Fetih, 29)
Namaz, tekbirle başlayan ve selâm ile sona eren, Kur’ân-ı Kerim’de emredilen ve özel bir düzenle edâ edilmesi farz olan, bedenle, dille, kalple ve beyinle yapılan topyekün bir ibâdettir.
Şer’i şerifte ise namaz: özel bazı söz ve hareketlerdir ki, iftitah tekbiri ile başlayıp selam ile son bulur.
Kur’an-ı Kerim’de namaz bir çok değişik kelime ile anlatılmıştır: Rüku, iman, istiğfar, kunut, secde, hasenat, Kur’an, tesbih, zikir ve emânet gibi kelimeler ile ifade edilmiştir.
İnsanlar yaratılmadan önce bile namaz emri vardı. Meleklerin kimi kıyam, kimi rükü, kimi secde ile emredilmişti.
İmandan sonra namaz gelir. Namaz, yerin göğün nurudur. İbâdetlerin ilkidir. Namaz gidince din ve İslâm yoktur. Bütün hakiki dinler, insanlara namaz kılmayı emretmişlerdir. Âdem a.s.’dan beri insanlık namaz kılmakla memurdur.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), peygamberliğinden itibaren namaz kılmakla mükellefti. Önce iki vakit namaz kılıyordu. Biri güneş doğmadan önce sabah namazı vaktinde iki rekat, diğeri güneş battıktan sonra akşam namazı vakti iki rekatti. Hicretten on sekiz ay evvel Receb-i şerifin yirmiyedinci gecesi (Mirac gecesi)nde beş vakit namaz farz oldu. «İman eden kullarıma söyle; namazı dosdoğru kılsınlar, alışveriş ve dostluğun olmadığı bir gün gelmeden önce kendilerine verdiğimiz rızıktan açık gizli infak etsinler.» (İbrâhim,31) Namaz, lâtif ve nazif bir vazife, aziz, leziz bir hizmet, hoş güzel bir ubûdiyyet ve ciddi bir hakikattır. Fâni misâfirhânede bâkıyâne bir sohbet ve dâimi bir saadettir.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Kulun Rabbine manen en yakın olduğu an, secdede bulunduğu zamandır. Bu sebeple secdede duâyı çoğaltın.
✦ Kul, gizli secdelerinden daha üstün hiçbir şey ile Allah’a yaklaşamaz. Yani kendisini Allah’a en çok yaklaştıran, evinde kıldığı nâfile namazlarıdır.
✦ Cenâb-ı Hakk, namazı tüm erkanı ile kılan kulunu;
- Güzel yaşatır.
- Rahat ettirir.
- Rızkına bereket verir.
- Düşmana ezdirmez.
- Yüreğine ferahlık verir.
- O kul kolaylık içinde vefat eder.
✦ Namazı ilk vaktinde kılmadığından dolayı kaybettiği fazilet, bütün dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.
✽ ✽ ✽
✧ Kişi tenhada yaptığı secdeden daha üstün bir amelle Allah’a yakınlık sağlayamaz.
✧ Bir kimse, namaz kıldığı yere gelip sessizce beklese, melekler böyle bir kul için ‘Allah’ımız Onu bağışla’ diye duâ ederler.
✧ Namaz kılarken neresinde huzur buluyorsak, namazdan nasibimiz o kadardır. Gerisi uzuvların hareketlerinden ibarettir. Diğer ibâdetler de böyledir.
✧ Namaz, bütün ibâdetlerin fihristesidir:
Tahâret: İç ve dış temizliğine,
Kıyam: Saygıya,
Kıraat: Kur'ân'dan gayrı söylememeye,
Rüku: Ezaya tahammül ve hilme,
Secde: Acizlik ve zilletini fark etmeye,
Kıbleye dönüş: İstikamet ve doğruluğa,
Kıbleye bakış: Göz terbiyesine,
Oturuş: Oturma edebine,
Yememek: Oruca, yemek terbiyesine delâlet eder.
✧ Sana ağır gelen o bir secde var ya, binlerce secdeden alıp kurtarır seni. Muhammed İkbal
✧ Namaz rızka bereket, bedende rahat, düşmana silah, şeytana hakarettir. Cehenneme de perdedir.
Hz. Hüseyin, henüz süt emmekte iken hastalanmış ve sabaha kadar uyumamıştı. Sabaha doğru uyur gibi olmuş, Hz. Fatıma validemiz de biraz vakitten istifade ederek, sabah namazını kılıp yatmışlardı. Mescid-i Şerifte sabah namazını kıldıran Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), âdeti üzere kızı Fatıma’nın saadetli evine teşrif etmişlerdi. Hz. Fatıma’yı uyur vaziyette görünce; onu sabah namazını kılmadan yatmış sanarak:
- Ey kızım Fâtıma! Peygamber kızıyım diye sakın namazı terk etme! Beni hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, namazını vaktinde kılmadıkça; cennete gireceğini zannetme, buyurmuşlar ve namazın hiçbir sûrette ihmal edilemeyeceğini beyan etmişlerdir.
Ondan sonra Hz. Fatıma:
- Canım babacığım, sabaha kadar uyumadım, sabah namazını kılıp da yattım... deyince, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem):
- Müjdeler olsun sana ey kızım Fatıma! Âhirette böyle sıkıntılar görmeyeceksin, buyurdular.
Abdest, Farsça’dan dilimize nakledilmiş bir kelime. Ab: su, dest: el; el suyu. Arapça’sı ise, «vudû». Huzur-u ilâhiye çıkmak, Kelâm-ı Kadimi okumak ve mescitlere girebilmek için yapılması farz olan bir hazırlık, bir temizlik, bir huzur ve sıhhat kaynağı.
«Her canlı sudan yaratıldı» (Nur, 45) Su bir hayat, hayat bir su. En çok mikrop kapan, kirlenen azâlar abdest âzâları. Günde en az beş defâ abdest alan bir mümin, bu hikmetli farz sayesinde, kirden ve mikroptan korunduğu gibi, streslerden de kurtulmuş olur. Çünkü abdest âzâları, vücuda yığılan fazla elektriğin yoğunlaştığı uç noktalardır.
Abdest, menfi enerjiyi yok ederken, müspet enerjiyi de temin edip, sahibini dinçleştirir. Bu hakikati Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Abdest üstüne abdest, nur üstüne nurdur’ sözleriyle beyan etmiştir. Tüm dünya, İslâm’ın öğrettiği gusül, abdest ve tahâretle pislikten kurtulup, zâhiren de olsa temizlenmişlerdir.
✽ ✽ ✽
✧ Abdestli uyuyan, gündüz oruçlu, gece kaim gibidir. Hadîs-i Şerîf
✧ Abdeste devâm eden birine Allah yedi haslet ikram eder:
1- Melekler yanından ayrılmaz.
2- Sevabını yazmaktan kalem daima taze ve yaş kalır,
3- Bütün âzâları tesbih eder,
4- İftitah tekbirini kaçırmaz,
5- Uyuduğu zaman, onu ins ve cinnin şerrinden korumak için Allah ona melekler gönderir.
6- Allah ona sekerat-ı mevti asan eder.
7- Abdestli olduğu sürece Allah’ın muhâfazasında olur.
✧ Amelin tasdikinden geçmeyen kalp temizliği, boş ümitten ibârettir. Geylânî
Ramazan ayı Cenâb-ı Hakk’ın Ümmet-i Muhammed’e tahsis buyurduğu, onların da Allah’a adadığı aydır.
Bir rivâyete göre ‘Ramazan’ Allah’ın güzel isimlerinden biridir. O bakımdan sadece ‘Ramazan’ demeyip ‘Ramazan ayı’ demenin münâsip olacağı ifâde edilmiştir.
Yüce dinimiz müminleri bu aya birden bire sokmaz. Onları Recep ve Şaban ayları ile hazırlar. Bu iki ay âdeta Ramazan ayının habercileridir.
Bilindiği gibi, Kurânın Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimize inişi, tedricidir. Yâni yavaş yavaş inmiştir. Levh-i Mahfuzdan dünya semasına inişi gibi birden topyekün inzal değildir. Burada da tedrici tekâmül esası câridir. Çünkü bir anne bile çocuğuna sütünün hepsini birden verse, çocuk boğulur ölür. O bakımdan yavaş yavaş emzirir.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Şüphesiz Hz. Allah; ‘Samimi bir yürekle mümin olan kulumun, sadece benim rızâmı kazanmak uğruna tuttuğu orucun mükâfatını ancak ben veriririm’ buyuruyor. Oruç tutanlar için iki sevinme anı vardır:
1- Akşamleyin iftar ettiği an,
2- Ölüp Allah'ın huzuruna çıkarak tuttuğu orucun mükâfatını aldığı zaman.
✦ Oruç (mânevi bir ilâhi) kalkandır ki, oruç tutan kişi, onunla, kendisini cehennem ateşinden korur. (Ve tehlikeli olan şehevi arzularının pençesinden kurtarır.)
✦ Oruç kalkandır, sadaka delildir, kulun gece yarısı ibâdete kalkması, her hatayı söndürür.
✦ Kış mevsiminde oruç, serin bir havada elde edilen ganimettir. (Çünkü günleri kısa olduğundan kolaylıkla oruç tutulur.) Geceleri uzun teheccüd namazı kılınır. Ve böylece büyük mükâfatlara konulmuş olur.
✦ Oruç, bağırsakları inceltir, yağını eritir, etteki boşluğu doldurur. Sahibini cehennem ateşinden uzaklaştırır. Şüphesiz Allah'ın gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hiç bir beşerin kalbine gelmeyen öylesine rengarenk bir sofrası vardır ki, o sofranın üzerine oruç tutanlardan başka hiç bir kimse oturamaz.
✦ Ey müminler! Oruca değer vererek tutmanız gerekir. Zira oruç, (şeytanın arkadaşı bulunan ve tehlikeli olan) şehevi arzuları keser. (Ve insanları Allah'a karşı tahrik eden) gurur ve kibirleri söküp atar.
✦ Oruç, yalnız yemeği ve içmeyi terketmek değildir. Oruç, yemeği ve içmeği terketmenin yanında, aynı zamanda da kötü ve saçma sözlerin söylenmemesi demektir. Hatta oruçlu iken sana birisi küfreder, yahut da câhillik yaparak üzerine saldırırsa, sen de onun yaptığı gibi değil, (kendi kendine) ‘Ben oruçluyum’ dersin.
✦ Bir kimse, sessiz, sâkin ve Allah’ın zikri ile oruç tutarsa, helâlini helâl, haramını da haram bilirse, açıktan bir günah işlemezse, Ramazan ayından çıktığı zaman bütün günahları bağışlanmış olarak çıkar.
✦ Onun her tesbih ve tehlilinden, yeşil zümrütten bir ev yapılır. Onun içinde kırmızı bir yakut vardır ki, içinde bir çadır bulunur. Bu haymenin içinde de gözde bir huri vardır. O huride yakut işlemeli altın bir bilezik vardır ki, yer onunla aydınlabilir.
✽ ✽ ✽
✧ Her kim Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutarsa, Hakk Teâlâ ona 700 sene oruç tutmuş gibi sevap verir.
✧ Orucun Faydaları:
- Oruç, insanın ahlâkını güzelleştirir.
- Merhamet duygularını geliştirir.
- Nimetlerin kıymetini öğretir.
- İnsanı sağlıklı yapar.
- İnsana sabırlı olmayı öğretir.
Tatlısı, tuzlusuyla murada erer belki damak,
Halbuki asıl murad, açlığa yol aramak... N. Fâzıl
Cihad, lügat itibariyle cehd-ü gayret göstermek, çalışmak manalarına gelir. Her mümine kendini, milletini, vatanını korumak, düzeltmek, dinini kendinden başlayarak bütün cihana yayma gayretidir ve kıyâmete kadar farzdır.
Öncelikle Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘büyük cihad’ diye nitelediği kendi nefsiyle cihad en önemli görevimiz. Sonra tebliğ halkasını genişleterek îlâ-i kelimetullah için ihlâsla, azimle çalışmak. Sonra sırasıyla malıyla, evladıyla, canıyla cihad, kulluğun en yüksek mertebelerinden. Gayret bizden, tevfik Allah’tan..
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Allah yolunda cihat etmek, emânet dışında bütün günahlara keffârettir. Emânet (kavramı), orucu, sözleri ve en önemlisi (bilinen) emânetleri içine alır.
✦ Allah yolunda, sabahtan öğlene kadar, yâhut öğlenden akşama kadar çarpışmak, yerden ve yerin üstünde bulunanların tümünden hayırlıdır. İnsanın savaşta ön safta durması, altmış yıllık ibâdetten daha faziletlidir.
✦ Bir kimse Allah yolunda yaralanırsa ya da bir zahmet görürse, Kıyâmet günü safir renkli ve misk kokulu bir şekilde getirilir.
✦ Bir kimse, Allah yolunda cihat sırasında ‘Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür’ cümlesini sesini yükselterek söylerse, Allah (celle celâlühû) en büyük rızâsını onun için yazar. Bir kimse için, Allah’ın en büyük rızâsı yazılırsa, Allah onunla Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), İbrâhim (as) ve diğer Peygamberleri buluşturur.
✦ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), Abdullah b. Revâha’yı, bir ordu ile yola çıkardı. O gün de Cumâya rastlamıştı. Abdullah b. Revâha: ‘Cumâ’yı Resûlullah ile kılar, sonra arkadaşlarıma yetişirim’ diye düşündü. Arkadaşları sabahtan yola çıkmışlardı. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu görünce sordu: Neyin vardı ki, sabahtan arkadaşlarınla yola çıkmadın?
‘Ya Resûlullah! Cumâyı seninle kılmayı istedim. Sonra arkadaşlarıma kavuşurum.’
Bunun üzerine, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ‘Yeryüzündekilerin tümünü sadaka olarak dağıtsan, onların sabahleyin çıkışlarındaki sevabı bulamazsın.’ İbni Abbas
✦ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’a ‘Cihadın hangisi faziletlidir?’ diye sorulunca, ‘Zâlim Padişahın yanında adâlet kelimesini söylemek’ buyurdu.
✦ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), bazı gazvelere çıktığında, yanında Medineli hanımlar bulunurdu. Bunlar yaralıları tedâvi eder ve su taşırlardı.
✽ ✽ ✽
✧ Bir kimse, Allah yolunda cihat için bir at bağışlasa; malıyla, canıyla Allah yolunda cihat eden gibi ona sevap verilir.
✧ Bir kimse, Allah yolunda cihat için bir kılıç verse, Kıyâmet günü o, konuşarak gelir ve şöyle der: Ben falanın kılıcıyım. Bugüne kadar hep cihat ettim.
✧ Bir kimse, Allah yolunda cihat için bir ok verse, Allah (celle celâlühû) onu saklar, büyütür. Halkın önüne, sevap olarak, Uhud dağı büyüklüğünde gelir.
✧ Bir kimse, Allah yolunda cihatta, düşmana bir şey vurmuş olsa, Allah (celle celâlühû) vuruşunu, Kıyâmet gününde önünü gösteren bir nur eyler. Kıyâmet günü, misk gibi kokarak gelir. Onun bu güzel kokusunu, orada bulunan bütün halk alır.
✧ Bir kimse, Allah yolunda cihat eden kardeşine su verirse, Allah (celle celâlühû) ona, ağzı miskle mühürlü kaplardan içirir.
✧ Bir kimse, Allah yolunda cihat eden bir kardeşini ziyâret ederse; Allah (celle celâlühû), her adımına sadaka sevabı yazar, bir derecesini yükseltir, bir hatasını bağışlar.
✧ Bir kimse, bir mücâhidi bir bineğe kavuştursa, Kıyâmet günü, bu iyiliği kendisi için bir bayrak olur.
✧ Bir kimse, Allah yolunda cihat için bir kalkan verse, Allah (celle celâlühû), onunla, kendisini Cehennemden korur.
Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,
Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir.
Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir
Kahramanlık saldırıp bir daha dönmemektir.
✧ Dil, insanın tercümanı, hem dostu, hem düşmanı… Onu yerinde kullanmak için sabır, izan ve eğitim gerekir. O, içteki ahlâk, karakter ve anlayışın dıştaki temsilcisi. Kalp havuzunun musluğu; içinde olanı ihtiyâri veya gayri ihtiyâri dışarı sızdırır.
✧ Dilin ıslahı; içeriyi temizlemek, iradeyi kuvvetlendirmek, sabredip susmakla gerçekleşir. Ağızdan çıkan her sözün kaydedildiğini, hesaba tâbi olduğunu hatırdan hiç çıkarmamak gerekir.
✧ Biri Resûlullah’a (sav) geldi ve tavsiyede bulunmasını istedi. Resûlullah şöyle buyurdu:
'Allah’ın zikrine devâm etmelisin. Kur’an okumalısın. Çünkü, Kur’an senin için yeryüzünde nurdur. Ya hayır söyle, ya da sus. Bunun daha açık mânâsı; dilini koru, ancak hayır söyle. Böyle yaparsan, ganimet bulursun. Bunu yapmazsan sus; selâmet bulursun. Çünkü selâmet sükûttadır. Şeytan ancak sükûtla mağlup edilir.'
✧ Müslümanlar aleyhinde konuşmaktan sakınınız; onlardan biri vefât edince de, iyiliklerini söyleyiniz. Hadîs-i Şerîf
✧ Sükût kişide bir ziynettir. O halde konuştuğun zaman çok ileri gitme. Nitekim sükûta karşı bir kere pişman olursan, konuşmaya karşı birçok kereler pişman olursun!
✧ Ey ağız! Sen hakikaten Cehennem alevisin.
✧ Dil, çakmak gibi ateş çıkarır, yakar. Ey dil, sen hem tükenmez hazine, hem de devâ bulmaz bir dertsin.
✧ Sekiz şey dışında sözü azaltın:
1- Tesbih.
2- Tehlil ‘lâ ilâhe illâllah’
3- Tahmid ‘elhamdülillah’
4- Hayrı istemek.
5- Şerden Allah’a sığınmak.
6- İyiliği emretmek.
7- Kötülükten nehyetmek.
8- Kur’an okumak. Rebi b. Heysem
✧ Kişi dilinin altında saklıdır. Konuşturunuz; kıymetinden neler kaybettiğini anlarsınız. Hz. Ali
✧ Dilden beklenen vefâ şudur:
1- Gıybet etmemek.
2- Yalan söylememek.
3- Üstüne düşmeyen sözü etmemek.
✧ Hz. Ömer bir gence şöyle söyledi: ‘Ey genç! Eğer üç şeyden kendini koruyabilirsen; gençliğin şerrinden kendini korumuş olursun. Bunlar dilin, edep yerlerinin ve midenin şerrinden sakınmaktır.’
✧ Kıyâmet günü insanların en çok günahkârları, konuşmalarında en çok Allah’a isyan edenlerdir. Selmân-ı Fârisî
✧ Kur’an okumak insanın ruhunu dalgalandırır, okşar ve ona ince zevkler tattırır. Gönülleri alevlendirir, gözleri yaşartır, hüzünleri yatıştırır, katı kalpleri yumuşatır.
✧ Kur’an; gönüllerde billurlaşan bir nur, ruhlara ışık tutan bir aydınlık kaynağı ve baştanbaşa bir hakikatler meşheridir. Onu gerçek çehresiyle ancak bir çiçekte kainattaki bütün güzellikleri sezebilen ve bir damlada tufanları seyredebilen inanmış ruhlar tanıyıp anlayabilir.
✧ Kur’ân-ı Kerim’in, meydanları, bağları, sarayları, gelin güveyleri, atlas kumaşları, bahçe ve parkları, hanları ve kervansarayları vardır.
✧ ‘Mim’ler yani ‘Elif Lam Mim’ ile başlayan sûreler, meydanları.
✧ ‘Ra’lar bostanları.
✧ ‘Ha’lar ile başlayan sûreler, sarayları.
✧ ‘Sebbeha’ ile başlayan sûreler, gelin güveyleri.
✧ ‘Ha Mim’ler Kur’ân-ı Kerim’in, atlas kumaşları,
✧ Mufassal sûreler bahçe ve parkları,
✧ Diğer sûreler de, han kervansaray gibi misâfirhaneleridir.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Kur’ân-ı Kerim ehli, Allah’ın ehlidir.
✦ İçinde Kur’an olmayan kalp, harabe bina gibidir.
✦ Allah (celle celâlühû), hürmetle, tecvitle Kur’an okuyanları, seherlerde istiğfar edenleri, Allah’ı zikredenlerin sesini sever.
✦ Kur’ân-ı Kerim okunan eve bereket ve iyilik gelir. Melekler oraya toplanır, şeytanlar oradan kaçar.
✦ Allah (celle celâlühû), takvâ ile okunan Kur’an sesini sever.
✦ Kur’an’ı öğrenip ve onu terkeden kimselere Allah (cc), melekler ve bütün canlılar lânet eder.Herhangi bir cemaat bir mecliste toplanıp Kur’an okur, aralarında müzâkere ederlerse, kalpleri sükûnet bulur, rahat ederler, Allah’ın rahmeti onları kaplar, melekler onları kuşatır. Allâhu Teâlâ da onları kendi nezdindekiler arasında zikreder.
✽ ✽ ✽
✧ Kur’ân, dinleyenine, kıyâmette nur olacaktır.
✧ Kur’ân-ı Kerimden şifâsı olmayanın şifâsı yoktur. Şifâ, Fâtihâ ve İhlâs sûreleridir.
✧ Kur’an’ın menbaı belağattır. Her cihetten mucizedir.
✧ Kur’an, hal lisanıyla okuyucuya nidâ eder ki: ‘Ben Allah kelâmıyım ve Zat-ı Bari ile kaimim. Ruhlar ruhu olan Peygamberlerin ve Evliyanın gıdasıyım ve kusursuz, ayıpsız yakutum. Ben hakikat güneşinin size yansıyan ışığıyım. Lakin o güneşten ayrı değilim. Aşıkları cehâlet ve gaflet ölümünden kurtarmak için ben bir ab-ı hayat kaynağıyım.
✧ Kur’an tilaveti ile kalbine ruhani feyiz sirayet eden kimse, dostların ayrılığı ile vahşet halini hissetmez. Hz. Ali
✧ Kur’ân-ı Kerimi ta içten dinlemenin, onun manasından ve mânevi lezzetinden nasipdar olmanın ilk mertebesi, şu fâni dünyayı gözden ve gönülden atabilmektir.
✧ Dünya ihtiyarladıkça Kur’an gençleşiyor. Bediüzzaman
✧ Kur’ân-ı kerimi tefsir ederken, icaz mı itnab mı, hakikat mi mecaz mı, muhkem mi müteşabih mi, Mekki mi Medeni mi tetkik edip sonra bir hüküm vermelidir.
✧ İhlâs sûresini bin kere okuyan, nefsini Allah’tan (celle celâlühû) satın almış olur.
✧ Kur’an’dan her âyet, cennette bir derecedir.
✧ İslâm tarihinde ilk Kur’ân-ı Kerim mektebinin kurucusu Hz. Ömer’dir. Hilafeti zamanında bu mektebi Medine-i Münevvere’de vücuda getirmiştir. Bu mektebin ilk muallimliğine de Amr ibni Abdullah-ı Huzai’yi tayin etmiştir. Kendisine beytül malden maaş tayin etmiştir.
✧ Kalbe günde yetmiş bin hatıra gelir geçer. Bunları Kur’an süzgeciyle ayırmak gerek.
✧ Kur’an’nın irşad ettiği yol, tarik-i müstakimdir.
Batmayan Gemi
Ebû Müslim-i Saftar, evliyânın büyüklerinden biriydi.
Birgün gemi ile yola çıktı. Yanında çok kimseler de vardı. Âniden ters yönden bir rüzgâr çıktı. Dalgalar yükseldi. Gemi batacak gibi oldu. Gemide olan yükü denize attılar. Yardım istediler.
Ebû Müslim diyor ki:
- Bizimle beraber gemide bir köylü vardı. Yanında bir mushafı vardı. Oradan kalktı ve o mushafı elinin üzerine koydu, yalvararak duâ etti: ‘Ya Rabbi! Eğer bir kimsenin elinde dünya sultanından bir mektup bulunuyorsa, hiç kimse ona saldıramaz, zarar veremez, belâlardan emin olur.’
Mushafı kaldırdı ve ‘Yâ Rabbi! Bu senin kitabındır, bunu bize verdin. Ellerinde senin kitabın bulunan kullarını suda boğmak keremine yakışmaz.’
Derhal dalgalar söndü ve deniz süt liman oldu.
«Dikkat edin. Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olur.» (Ra’d, 28)
Zikir, Allah’ı anmak, tebliğ, öğüt, uyarı, şükür gibi bir çok anlamlara gelir. ‘Alâ’ harf-i ceri ile gelirse, dille anmak anlamına gelir. Kısacası zikir kanun-u ilâhiye uymaktır.
Feyz, muhabbetle kaimdir. Muhabbet ise ancak tekrar tekrar vâki olacak zikirle kalbe yerleşip kökleşebilir. Zira sevilene ait muhabbetin kalpte ve idrakte yerleşip gelişmesi, yardımın tekrarı sayesinde mümkündür. Bu bir psikolojik kanun ve kaidedir. Yâd ediş ne kadar çoksa muhabbet de o derece fazla olacak demektir. Yani zikir ne kadar çoksa ve ne ölçüde derinden hissedilerek ifâ ediliyorsa, o nispette bir netice hasıl olur.
Sevenler sevdiklerini, duydukları muhabbetin şiddeti nisbetinde yâd etmek ihtiyacını hissederler. Diğer taraftan o yâd ediş de sevilene karşı muhabbeti artırır.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Allah’ı zikredenler, tekbir getirenler, hamdedenler ve O’nu noksanlıklardan tenzih edenler, arşın etrafında dönerler ve arıların sesi gibi ses çıkarırlar. Onlar Allah’ı zikrederler. Sizden biri, Allah katında anılacak bir şeyi bulunmasını istemez mi?
✦ Allah adı dışında çok söz, kalbi karartır.
✦ Şeytan burnunu insanın kalbi üzerine koyar. Eğer o kimse Allah’ı zikir ile meşgul olursa, burnunu zikrullahtan döndürüp gider. Eğer o kimse Allah’ı unutursa kalbini yutar.
✦ Allah'ı zikretmek için oturan bir toplumu muhakkak ki, melekler çevreler ve rahmet onları kaplar; üzerlerine huzur iner ve Allah Teâlâ bunları, kendi katında olanlara (meleklere) anlatıp över.
✦ Bir adam, geceleyin hanımını uyandırıp da beraber iki rekât namaz kılsalar (yahud herbiri iki rekât namaz kilsa şeklinde ravinin şekki vardır), Allah'ı çok zikreden erkekler ve kadınlar arasına yazılırlar.
✦ Kim okumasını âdet edindiği zikrini yahud ondan bir kısmını (geceleyin yerine getirmeyip) uyur da sonra onu, sabah namazı ile öğle namazı arasında okursa, geceleyin onu okumuş gibi kendisine sevab yazılır.
✦ Zikrullah, imanın nişanı ve alâmetidir. Nifaktan beraat ve şeytanın vesvese ve iğvâsından emin olmaya ve nârdan (ateşten) hıfza vesiledir.
Bir kez ‘Allah’ dese aşk ile lisan
Dökülür cümle günah misl-i hazan
‘Allah’ adı olsa her işin önü
Hergiz ebter olmaya ânın sonu
‘Allah’ ismini tekrarlarken, bu ismin delâlet ettiği Allah’ı (celle celâlühû) kastetmeliyiz ki, Cemâlullaha ulaşalım. Bundan maksat da, ciddi çalışıp, huzur-u kalp ile ibâdete ulaşmaktır.
Allah’ı hatırlamak insanın gönlünü açar.
Ey insan, topraktan yaratılmış olduğun için sen de demir gibi katı ve paslı bir vücutsun. Onun için kendini zikrullah nuruyla cilalandır.
Zikir, hem kalb ve hem de dil ile olur. Zikrin en faziletlisi, her ikisiyle birlikte yapılanıdır. Kalb ve dilden birisiyle yapıldığı takdirde, kalb ile yapılan zikir, yalnız dil ile yapılandan daha faziletlidir. Riyâ olur zannından korkarak kalb ve dil ile birlikte zikri terk etmek uygun düşmez. Doğrusu zikirle Allah rızâsını gözeterek onu hem dil ve hem de kalb ile birlikte yapmaktır.
Bir dağ, ötekine adıyla seslenir ve; ‘ey Falanca! Bugün sana Allah’ı zikreden (biri) uğradı mı?’ diye sorar. O da; ‘evet uğradı’ der ve diğerini müjdeler. Dağlar hayırlı şeyleri çok iyi işitirler.’ (Avn)
Tevbe, bütün insan nevine yazılmış ezeli bir hükümdür. Değişmesine ihtimal olmayan ilâhi âdetler değişmedikçe bunun aksi düşünülemez. O nedenle hiçbir günah, insanı ümitsizliğe düşürmemeli. Şeytanın: ‘Bunca günahtan sonra senin hidâyetin mümkün değildir’ vesveselerine kulak vermemeli.
Tevbenin sadık olduğunun delili, amellerdeki salah, sözlerdeki açıklık, hakkı itiraf ve ilan ederek mucibince amel etmektir. Artık kişi Allah’ın rahmetinden ve tevbesinin kabul edileceğinden emin olabilir.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Günahtan tevbe eden, hiç günah işlememiş gibidir.
✦ Hastalık günah sebebiyle gelir. Ona şifâ ise, tevbedir.
✦ Gücünüz yetiyorsa istiğfarı çoğaltınız. Zira, Allah’ın nezdinde istiğfardan daha kurtarıcı ve sevimli bir şey yoktur.
✦ Hayırlınız, her aldanışta tevbe edendir.
✦ Kim çokça istiğfar ederse, Allah onu üzüntüden bir feraha, her türlü darlıktan bir kurtuluşa kavuşturur ve kendisine rızık verir.
✦ Amel defterinde çok istiğfar bulunana müjdeler olsun.
✦ Hiçbir kul yoktur ki, bir günah işlesin ve sonra iyi bir abdest alsın, iki rekat namaz kılsın ve istiğfar etsin de, bu günahı afv olmasın.
✦ Allah’ım beni samimi tevbe eden ve tevbesi kabul olunan temiz kullardan eyle.
✦ Allah Resûlu, bir yere oturup sonra oradan kalkacağı zaman, 10-15 kere istiğfar ederdi.
✽ ✽ ✽
✧ Günahlara pişmanlık duyman tevbedir. Hz. Ebûbekir
✧ Tevbeden sonra işlenen bir günah, tevbeden önce işlenen bin günahtan daha çirkindir. Ama bununla berâber, Allah’tan ümit kesmeyip son nefese kadar tevbe etmekten geri kalmamalıdır. Yahyâ b. Muaz
✧ İstiğfar, Allah’ın (celle celâlühû) gazabını söndürür. İmam Şarani
✧ O’nun mağfiretini isteyiniz ki, Rabbiniz günahlarınızı bağışlasın, ayıplarınızı örtsün. Bu mağfiret dileme ve bağışlanma isteme işi, iman ve sâlih amel istemekle olacaktır. Allahu Teâlâ’ya (celle celâlühû) kusurlarımdan dolayı devamlı istiğfar ederim; hem de her ibâdette... Sayısını mı soracaksınız? İşte: Alıp verdiğim nefesler adedince... Ebûssûd b. Ebi’l Aşâir
✧ Hz. Ali şöyle der: Tevbede dil çabukluğu yalancıların tevbesidir. Asıl tevbe altı şeyin cem olmasıdır:
1. Geçmiş günahlardan nedamet
2. Farzları iade
3. Zulmü bırakmak
4. Hasımlarla helâlleşmek
5. Bir daha dönmemeye azmetmek
6. Nefsi masiyette büyüttüğü gibi, taatin de acısını tattırmak, eritmek.
✧ Allah’tan mağfiret, yani bağışlanma dilemek; dünyada kulun günahını örtmesi, âhirette ise cezalandırmamasını istemektir. Ve sonra samimiyetle tevbe edip O’na yönelin ki, size râzı olacağınız bir hayat sürdürsün, arzu ettiğiniz hiçbir şeyden mahrum bırakmasın.
✧ Tövbenin özü; yüreğin yanmasıdır. Hz. Muaz
✧ Dayanıklı bir bedeni, Allah’ı anan bir dili ve Allah’a karşı alçak gönüllü ve duyarlı, derin sevgi ve ürperti duyan bir kalbi olmasını isteyen, Allah’a boyun eğmiş olan bütün erkek ve kadınlar için Allah’tan bağışlanma dilesin.
✧ Günahları bırakmadan Allah’tan af ve mağfiret dilemek, yalancıların istiğfarıdır.
✧ Kim şu istiğfar duâsını üç kere okursa, deniz köpüğü kadar bile olsa, Allah tüm günahlarını bağışlar; ‘Kendisinden başka bir ilâh olmayan Hay ve Kayyum’dan af diliyor ve O’na yöneliyorum.’ Abdullah b. Mesud
Şeyh Bekâ, Melik nehri kenarında otururken, içinde taşkınlık yapan insanların bulunduğu bir gemi geçti. Şeyh Bekâ kaptana:
– Allah’tan kork ve Allah’a yönel, dedi.
Sözüne kulak asan olmadı. Bunun üzerine Şeyh Bekâ:
– Ey emir altında olan nehir. Fâcirleri cezâlandır, deyince, su üzerlerine doğru yükseldi, gemiye kadar çıktı, boğulmayla karşı karşıya kaldılar. Şeyh’e seslenerek tevbelerini ilân ettiler. Su da eski hâline döndü. Tevbelerinde sâdık kalıp, ondan sonra şeyhi sık sık ziyârete başladılar.
Salâvat şüphesiz makbuliyeti olan bir duâdır. Hadîs-i şerîflerde Cenâb-ı Hakk’a yapılan duâların salâvatı şerifelerle birlikte ilâhi dergaha gönderilmesi tavsiye edilir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Sizden biriniz Allah’tan (celle celâlühû) bir şey istemeye başladığında, önce Allah’a (celle celâlühû) sena etsin. Sonra bana selât ve selam getirsin. Daha sonra da duâ etsin. Zira bu kabule daha yakındır’ buyurdular.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Kim her vakit namazdan sonra on bir salâvat getirirse cennete girer.
✦ Allah (celle celâlühû), bana iki müvekkel melek tayin buyurdu. Bir mü’minin yanında adım zikredildiği zaman, bana salâvat-ı şerife getirirse, melekler o kimseye ‘Allah seni mağfiret etsin’ derler. Bu iki meleğin duâlarına Allah ve melekleri âmin derler. Bir mü’minin yanında adım anılır da, o da benim üzerime salâvât-ı şerife getirmezse, bu iki melek ona ‘Allah seni mağfiret etmesin’ derler. Bu meleklerin bedduâlarına Allah (celle celâlühû) ve melekleri âmin derler.
✦ Cumâ günü seksen salâvat getirenin, seksen yıllık günahı affedilir.
✦ Kim bana bir salât ederse (bana Allah'tan rahmet isterse), Allah ona on rahmet (salât) eder.
✦ Kıyâmet gününde insanların bana en iyisi, bana en çok salât getirenidir.
✦ ‘Sizin günlerinizin en faziletlisi cuma günüdür. Bu günde bana salâtı çok yapın; çünkü sizin salâtınız bana arzolunur.’ Ashab dediler ki, ‘Ey Allah'ın Resûlü! Senin kemiklerin ufalanmışken, bizim salâtımız sana nasıl arzolunur?’ Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurdular: ‘Allah, Peygamberlerin cesedlerini arza haram kılmıştır (toprak onları çürütmez).
✦ Allahümme salli alâ rûhi seyyidinâ fi’l-ervah
Allahümme salli alâ cesedi seyyidinâ fi’l-escad
Allahümme salli alâ kabri seyyidinâ fi’l-kubur
Bir kimse, bu salâvatı yetmiş kere okursa, beni rüyâsında görür.
✦ Kim, kitabına salâvat yazarsa, ismim kaldığı sürece melekler sahibine salâvat okur.
✦ Kim bana selâm ederse, Allah ruhumu bana iade eder de, ben onun selâmını alırım (ona karşılık veririm).
✦ O adamın burnu yere sürünsün (zelil olsun) ki, yanında anıldığımda bana salat getirmemiştir.
✦ Kıyâmette üç sınıf beni göremez:
1- Ana-babasına âsi olan.
2- Benim sünnetlerimi terk edenler.
3- Benim ismim zikrolunduğunda benim üzerime salâvât-ı şerife okumayanlardır.
✽ ✽ ✽
✧ Allah (celle celâlühû), her selâm karşılığında, on belâdan necat kılar.
✧ Bir kimse, Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e bir defa mecliste (oturup sohbet edilen yerde) salât getirirse, o salât, mecliste olan tekrar anılmalara kifayet eder.
✧ Resûlullah’a çok salâvat getirerek irtibat kurmak lazım, tâ ki iştiyak ziyadeleşsin.
✧ Cebrâil (as): Sana günde on salâvat getireni, elinden tutup, Sıratı hızla geçiririm.
Mikâil: Kevser havuzundan su içiririm.
İsrâfil: Bir secde eder, Allah (celle celâlühû) onu affedinceye kadar başımı kaldırmam.
Azrâil: O kişinin rûhunu Peygamber rûhu gibi hiç acı duymadan alırım.
«(O günah işleyip tevbe eden) mü'minlerin mallarından bir zekât al ki, onunla kendilerini (günahlardan) temizleyesin ve onlara bereket bırakmış olasın. Hem de onlara duâ et.» (Tevbe, 103)
Bir zekât, yahut bir sadaka, yahut bir adak, yahut bir keffaret ve benzeri herhangi bir ibâdeti yapan kimsenin şöyle demesi müstahabdır: «Rabbena tekabbel minnâ, înneke entessemiu'1-alîm / Rabbimiz, bizden kabul buyur. Muhakkak ki Sen (bütün söylenenleri) işitensin, (her yapılanı) bilensin.» Bakara, 127
Servetin belli ellerde toplanmasını önlemek ve servetin toplumda dengeli bir biçimde dağılımını sağlamak için ihtiyacının dışında nisab miktarı para altın ve benzeri değere sâhip Müslümanların yılda bir kez, malının en az kırkta birini muhtaç olan kişilere vermelerine zekât denir. Zekâtın verilmesi farzdır. Zekât, mal ile yapılan bir ibâdettir.
Namaz kılmak ve zekât vermek mü’minlerin özelliklerindendir. Kur’ân’da bir çok yerde ikisi birlikte zikredilmektedir. «Namazı kılın, zekâtı verin, rüku edenlerle beraber eğilin.» (Bakara, 43)
Mü’minler, namazla kalplerini kötülüklerden korurlar, zekâtla, mallarını ve mal düşkünü nefislerini arındırırlar. Zekât, yoksullara, muhtaçlara, kalbi ısındırılacaklara, kölelerin azat edilmesine, yolculara, borcunu ödeyemeyecek durumda olanlara verilebilir.
Zekât, fakir ile zengin arasında kurulan bir köprüdür. İnsanlara hürmeti, sevgiyi, minneti, ilgiyi öğretir. Samimi duyguların beslenmesine ve toplumsal hayatın refahına vesiledir.
Malının zekâtını verdiğin takdirde onun şerrinden kendini korumuş olursun. Şüphesiz yine Hz. Allah, geriye kalan malınızın cimrilik kirlerinden ve afetlerinden temizlenmesi için size zekâtı farz kılmıştır. (Verecek olduğunuz zekâtın karşılığı sizin olacaktır.) Halbuki Yüce Allah’ın farz kıldığı miras malları ancak sizden sonra varislerinize kalacaktır. Kişinin kazandığı en hayırlı mal, dindar ve sâlih bir zevcedir. Zira ona baktığı zaman kocasını sevdirir. Emrettiği zaman itaat eder. Yanından ayrıldığınız vakit de namus ve iffetini korur.
Zekât İslâm köprüsüdür. (Ancak onu vermekle İslâmiyete girilebilinir.) Hadîs-i Şerîf
İnsanlar, zekât verme konusunda üçe ayrılırlar;
1- Sıddîklar: Onlar her şey'ini feda eylediler. İki yüz dirhemden beş dirhem vermek, bahîllerin işidir. ‘Bize lâzım olan, sevdiğimizin sevgisi için ikiyüz dirhemi de vermektir’ dediler. Hûsûsen Ebû Bekri's-Sıddîk (Radıyallahü anh) bütün malını verdi.
2- Sâlihler: Sâlihler, Allahü Teâlâ'nın iyi kulları, malı bir defada elden çıkarmadılar ve ona güvenmediler. Yanlarında saklayıp, fakirlerin ihtiyaçlarını ve iyilik yapmak, hayır işlemek yollarını gözettiler. Kendilerini fakirlerle bir tuttular. Zekât miktarı vermekle yetinmediler. Yanlarına fakir-fukara gelince, onları kendi ev halkından saydılar.
3- İyi İnsanlar: Bunlar, iki yüz dirhemden; beş dirhemden fazla veremediler. Farzı yapmakla yetindiler. Emri severek, beğenerek ve vaktinde yerine getirdiler. Fakirlere hiç minnet etmediler. Bu ise en aşağı derecedir. Çünkü Allahü Teâlâ'nın kendisine verdiği iki yüz dirhem gümüşten, yine O'nun emri ile beş dirhemi veremeyenin Allahü Teâlâ'yı sevmekten nasîbi yoktur. Beş dirhemden fazla veremeyenin sevgisi gayet zayıf olup, bahîl dostlardan sayılır.
Zekât vermeyenin namazı makbul değildir.
Hacc, sözlükte tazim edilecek yer ve makamlara ziyarette bulunmak demektir. İbâdet maksadıyla Arafat’ta belirli vakitte bir süre durmaktan, daha sonra Beytullah’ı usulüne göre ziyaretten ibaret olan, İslâm’ın şartlarından birini teşkil eden mali ve bedeni bir ibâdettir.
Hacc ibâdeti ümmet bilinci ve birliği için çok önemlidir.
Hacc, dünyanın çeşitli yörelerinden renk, dil ve ülke ayrımı gözetmeksizin milyonlarca müslümanı bir araya getirir. Oluşturulan bu atmosferi, müslümanlar olarak en iyi biçimde değerlendiremezsek, hacc ibâdetimiz hedefine ulaşamaz.
Tanıştığımız, görüştüğümüz, birçok şeyi paylaştığımız insanlarla olan birlikteliğimizi evlerimize dönerken getireceğimiz hediyelerin en önünde, en üstüne koymalıyız.
Allah’ın misafirleri olarak gittiğimiz Kabe’de tek yürek, tek yumruk olduğumuzun pratiğini yaparız. İnsanlar eşittir, müslümanlar kardeştir, onlar tek yumruktur deyip haccda olsun bunu beceremiyorsak, hacc ibâdetimiz nasıl hedefine ulaşır?
Sadece tavaf, sadece zemzem içmek, sadece say etmekten ibaret bir hacc anlayışı noksandır. Bunlarla beraber ümmet bilinci ve İslâm birliğini yaşamak gerekmektedir.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Kim hac eder de şehevatı terk edip günah işlemezse (kötü söz ve davranışlardan sakınırsa) geçmiş günahları bağışlanır.
✦ Müslüman olmak ondan önceki günahları, hicret kendisinden önceki günahları ve hac da daha önceki günahları silip süpürür.
✦ Âhir zamanda insanlar ihlâsı bırakıp, ayrı maksatlarla hac yaparlar.
1- Sultanlar, gezinti için,
2- Zenginler, ticâret için,
3- Fakirler, dilenmek için,
4- Âlimler, kâriler şöhret için...
✦ Peygamberimizin hacılara duâsı: Allah’ım, hacıyı ve onun bağışlanma dilediği kimseyi bağışla.
✦ Ramazan’da yapılan umre, benimle birlikte hac etmek gibidir.
✦ Hz. Aişe (ra) Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Yâ Resûlallah, cihadın en faziletli ibâdet olduğunu buyurdunuz. O halde biz cihad etmeyelim mi?’ diye sorduklarında, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Hayır, sizin için en faziletli cihad, mebrur hacdır’ buyurdular. Mebrur hac demek, günah karışmayan hac demektir. Hacı olanın daha sonra günah işlememesi ve hayatındaki kötü alışkanlıkların atılması da aynı kavram içinde ifade edilir.
✽ ✽ ✽
✧ Ramazan ayını, Allah yoluna cihadı veya haccı tâkiben vefât eden kimse, şehit olarak vefât eder.
✧ Hac ve Umre için Beytullah’a gidenler, müslümanların Allah’a gönderilmiş temsilcileridir; duâ ederlerse kabul edilir, mağfiret dilerlerse bağışlanırlar.
✧ Şeytan taşlama, hac vazifelerindendir. Şeytan, Hz. İbrâhim zamanında taşlandığı yerlerde asırlardır taşlanmaya devâm eder. Bu onun açısından çok haysiyet kırıcı bir şeydir. Hakâret olsun diye, bir devletin bayrağını yakmak gibidir. O anda, şeytan ‘Hani, burada şeytan mı var da taşlıyorsun?’ diye vesvese vermeye devâm eder. İşte bir anlamda, o duyguyu taşlamaktır şeytan taşlamaktaki espiri.
✧ Atılan taşların kabul olunanını Allah imhâ eder.
✧ Yeni bir haber de şöyle; kumarhânelerde sihirbazlar çalıştırılır. Fakat şeytan taşlama günlerinde bir türlü büyü yapamazlar. Çünkü akıl hocaları olan şeytan çok mahzundur, dersi tâtil etmiştir..!
✧ «Sadakanızı başa kakmak ve eziyet vermek sûretiyle heder etmeyin.» (Bakara, 264)
✧ «Onların mallarından bir sadaka al ki, onunla onları temizlemiş, tezkiye etmiş olursun.» Tevbe 103
✧ Gizli sadaka, Allah’ın gazabını söndürür.
✧ Kıyâmet günü, hesap görülünceye kadar herkes sadakasının gölgesinde olacaktır.
✧ Her müslümanın sadaka vermesi gerekir. İmkan bulamazsa eliyle iş görür. Böylece hem kendine faydalı olur, hem de sadaka verir. Gücü yetmezse güç durumdaki ihtiyaç sahiplerine yardım eder. Buna da gücü yetmezse iyiliği ve hayrı emreder. Bunu da yapamazsa fenalık yapmaktan kendini tutar. Bu da bir çeşit sadakadır. Hadîs-i Şerîf, Buhârî
✧ Dilenci sadık olup, cidden muhtaç halde ise, onu kovan felâh bulmaz.
✧ Bir müslüman ekin eker, meyve ağacı diker de, onun tane ve meyvelerinden kuş, insan yerse, bunların yedikleri bu müslüman için sadaka olur.
✧ Sadaka, yetmiş şerrin kapısını kapatır.
✧ Kim bir müslümana bir elbise giydirirse, o elbiseden o fakir üzerinde bir yama kaldığı müddetçe, elbiseyi giydiren Allah’ın himâyesindedir.
✧ Sadakanın en faziletlisi, senden yüz çeviren akrabaya verilen sadakadır.
✧ Sadakanın en faziletlisi, bir müslümanın ilim öğrenmesi, sonra da onu din kardeşine öğretmesidir.
✧ Müslümanın kendine, çocuğuna, zevcesine, hizmetçisine yedirdiği şey de bir sadakadır.
✧ Akrabasından muhtaç kimse varken, Allah başkasına sadaka vermesini kabul etmez.
✧ Namaz seni yolun yarısına ulaştırır, oruç da hükümdarın kapısına ulaştırır, sadaka ise hükümdarın huzuruna çıkarır. Ömer b Abdülaziz
✧ Gizli verilen sadaka, âşikare verilen sadakadan yetmiş derece üstündür. Aynı zamanda yetmiş şeytanın çenesini susturur.
✧ İsteyiciyi boş çeviren eve, bir hafta melek uğramaz. Hz. Îsâ
✧ Allahu Teâlâ dileseydi hepinizi zengin eder, aranızda fakir bulunmazdı. Fakat sizleri birbirinizle imtihan ediyor. Hasan-ı Basri
✧ Lokman (as) oğluna şöyle demiştir: ‘Oğlum, bir günah işlediğinde, hemen akabinde sadaka ver.’
✧ Yetmiş şeytan bağlanmadıkça, kişi hiçbir sadaka veremez.
✧ Cennet nimetlerine kavuşmayı isteyenler, bilhassa pahalılık ve kıtlık zamanında çok sadaka versinler.
✧ Başa kakanın Allah sadakasını kabul etmez.
Gerçek bir inanca sahip olan insan, bütün davranışlarının Allah tarafından görüldüğüne ve bunların melekler tarafından da kaydedildiğine inanır. Dünyada yapılan her iş ve davranışın kıyâmet gününde kendisinden sorulacağını bilir. İyi iş yapanların bunun mükâfatını göreceğini, kötülük yapanların da cezasını çekeceğine kesinlikle inanır. Yüce Allah (celle celâlühû) Kur’ân-ı Kerimde; «Kim zerre kadar iyilik yaparsa onu görür, kim de zerre kadar kötülük yaparsa onu görür» (Zilzal, 7-8) buyurmaktadır.
Bu inanç, insanı kötülüklerden uzaklaştırır ve iyilik yapmaya yöneltir. Kalbinde böyle bir inanç ve sorumluluk taşımayan kimselerden ise kendi çıkarları olmadıkça iyilik beklenmez. Bunlar fırsat buldukça kendi çıkarları için her türlü kötülüğü yapabilirler.
Halbuki kalbinde sağlam bir inanç taşıyan Müslüman bütün davranışlarına dikkat eder. Kimseye kötülük yapmaz. Elinden geldiği kadar iyilik yapmaya çalışır.
İbâdetler hem kalbimizdeki imanı güçlendirir, hem de iyi ahlâklı olmamızı sağlar.
Beş vakit namaz, bize daima Allah’ı (celle celâlühû) hatırlatır, her türlü çirkin davranışlardan vaz geçirir.
Oruç, şefkat ve merhamet duygularını geliştirir, elimizi haramdan, dilimizi yalandan korur.
Zekât, cimrilikten kurtarır, başkalarına karşı iyilik ve yardım severlik duygularını geliştirir. Topluma faydalı bir insan haline getirir.
Ahlâk, insanın ruhunda yerleşen meleke ve alışkanlıklardır. Organlarımızın hareketi ruhumuza bağlıdır. Ruhumuza güzel huylar, iyi alışkanlıklar yerleşirse, davranışlarımız da güzel olur, buna ‘güzel ahlâk’ denir.
İslâm dini, her iki cihanda insanı mutlu kılmayı hedeflemiştir. Bunu da ahlâk ve fazilet temeline oturtmuştur. İslâm dininin amacı ahlâklı insanlar ve bunlardan oluşan ahlâklı toplumlar meydana getirmektir. İslâmın bütün emirleri bu amaca yöneliktir. Hem ibâdetler ve hem de diğer davranışlar bu hedefe hizmet ettiği oranda değer kazanmakta, aksi takdirde Allah (celle celâlühû) katında hiçbir önem arzetmemektedir.
İslâm dininin temel kaynağı Kur’an ve onun açıklayıcısı olan sahih sünnettir. Bu iki kaynak dinin ve dünyevi hayatın genel çerçevesini çizerek ahlâk anlayışının temelini oluşturmuştur. Hz. Âişe kendisine sorulan soruya verdiği bir cevapta Hz. Peygamber’in ahlâkının ‘Kur’an ahlâkı’ olduğunu belirtmiştir.
İnsan dünyaya temiz olarak gelir. Eğer anne babası tarafından iyi terbiye edilir, güzel huylarla süslenirse iyi ahlâklı olarak yetişir.
Her konuda olduğu gibi ahlâki konularda da örnek alacağımız ve güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen Hz. Peygambere Kur’ân-ı Kerimde şöyle buyrulmaktadır: «Ve elbette sen yüce bir ahlâk üzeresin» (Kalem, 4)
Kur'ân'ı Kerim, aynı zamanda insanların uymaları gereken kuralları en güzel ve açık bir şekilde ortaya koyan, insanı ebedi kurtuluşa götürecek evrensel prensipleri içeren bir ahlâki kurallar manzumesidir.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Güzel ahlâk, sana gelmeyene gitmen, kötülük edeni bağışlaman, vermeyene vermendir.
✦ Tedbir gibi akıl, güzel huy gibi asalet olmaz.
✦ Muhakkak ki kişi, güzel ahlâkı sayesinde, gündüzü oruçlu gecesi namazlı olanların derecesine yükselir.
✦ Kolay, yumuşak ve mülayim olan kimse cehenneme girmez.
✦ Güzel huy, sahibinin burnuna Allah’ın rahmetinden takılı bir bağdır. Bu bağ ise, meleğin elindedir, melek onu iyiliğe çeker. İyilik ise, yapanı Cennete götürür. Kötü huy ise, sahibinin burnuna azaptan gelen bir yulardır. Bu yular da şeytanın elindedir. Şeytan da kötülüğe çeker. Kötülük ise, yapanı Cehenneme götürür.
✦ İyi ahlâk on şeydir. Cenâb-ı Hakk, bunları saadetini istediği kimselere taksim etmiştir. Bunlar bazen çocukta bulunur babada bulunmaz, kölede bulunur, efendisinde bulunmaz: Doğru söz söylemek, muhârebede sebat etmek, dilenciye sadaka vermek, yapılan iyiliklerin karşılığını vermek, emâneti muhâfaza etmek, akrabaya iyilik ve ziyâret etmek, komşunun hak ve hukukuna riâyet etmek, arkadaşının hatırını sayıp, hukukunu muhâfaza etmek, misafire iyi muâmele edip hürmet göstermek, fakat bunların başı da hayadır.
✦ Mizana koyulacak amellerin en ağır geleni, takvâ ve güzel ahlâktır.
✽ ✽ ✽
✧ Güzel ahlâk, cömertlik, bağışlayıcılık, sabır ve tahammüldür. Hasan-ı Basrî
✧ Güzel ahlâkın alâmeti, ezâ ve cefâ vermekten kaçınmak, verilen ezâ ve sıkıntıları sineye çekmektir. Kirmân
✧ Allah’ın Rububiyetine şahid olan, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanan, Kur’an ahlâkının yazıya dökülmüş hâlidir.
✧ Muaz (r.a.) anlatıyor: ‘Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) beni Yemen’e gönderdi. Giderken bana uzunca nasihat etti ve sonunda, ‘İyi ahlâk sahibi ol. Çünkü insanların en dindarı, ahlâkı güzel olandır’ buyurdu.
✧ Güzel ahlâk, Rabbin gadabını giderir. Süfyan-ı Sevri
❃ Hz. Âdem: Tevbe ile,
❃ Hz. Nûh: Şükretmekle,
❃ Hz. İbrâhim: Hilim ve cömertlikle,
❃ Hz. Mûsa: İhlâs ve şecaatla,
❃ Hz. İsmail: Vaadinde sadakatle,
❃ Hz. Yakup ve Eyüp: Sabırla,
❃ Hz. Davut: Onurla,
❃ Hz. Süleyman: Alçak gönüllülükle,
❃ Hz. Îsâ: Züht ve takvâsıyla,
❃ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), tüm güzellikleri kendinde toplamakla meşhurdur.
Fazilet, dostluk ve şeref, tevâzu kubbesinin altında sahibini bekler. Kemâle ermiş olgun insan meyveli ağaç gibi başı eğik, saygın ve saygılıdır. Neden yaratıldığını düşünen kimse için kibri, gururu aşmak zor olmaz. İnsan bilir ki, görevi kulluktur. Sahibi olduğu hiçbir şey kendinin değil, o bir emânetçidir. Kendisinde övünülecek ne varsa kendinden olmadığından asıl övgü, üstünlük yaratıp bu güzelliklerle donatana aittir. «Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsusutur» (Fâtiha, 1)
Mütevâzı insan, sırasıyla önce Rabbine, Resûlüne itaatta kusur etmeyip, emir ve yasaklarına canla başla riâyet eder. Verilen nimetlerin minnettarlığının verdiği eziklikle seve seve, aşkla, şevkle rızâ-i İlâhi için gayret gösterir. Her güzelliği, ikramı Allah’tan, her bozukluğu kendinden bilir.
Bu niteliklerle Rabbiyle arası barışık olan kendiyle de barışık olur. Rabbisinin emrini yerine getirmesinin sevinci onu mutlu eder. Mutlu insan çevresindeki insanlara da mutluluk saçar, onları sever, onlara şefkat, merhamet, ilgi, sevgi ve saygı gösterir. İbn-i Abbas’tan rivâyet olundu ki, ‘Kişinin, kardeşinin artığını içmesi tevâzudandır.’
Mütevâzı insan ehli şükür olduğu için, kalbindeki müteşekkir edâ, yüzüne yansır, güler yüzlü, tatlı dilli olur. Ama kesinlikle yağcı ve çıkarcı değildir. Mütevâzı insan olaylara hep müsbet bakar, hep iyiye yorar, herşeyde bir hayrın olduğuna cidden inandığı için huzurlu, ılımlıdır. İnsanlara ve fikirlerine saygı duyduğu için hemen itirazı basmaz, muhalefet etmez, uzlaşma yoluna gider. ‘Mü’min ülfet eden, ülfet edilen, seven, sevilen kimsedir’ hadîs-i şerîfindeki müjdeye mazhar olur.
Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten,
Affet, Senden habersiz aldığım her nefesten. N. Fazıl
✧ Kulların Allah’a (celle celâlühû) en sevimlisi; günahtan sakınarak kendini gizleyenlerdir. Onlar, gözden ırak dursalar da (dünyanın debdebesi içinde) kaybolmazlar. Ortada görünseler de tanınmazlar. Onlar, hidâyet yolunun imamları ve ilmin ışıklarıdır. Hadîs-i Şerîf
✧ Alet ve sebep bir nevi varlık davasıdır. Asıl iş görecek olan yokluk ve mahfiyettir.
✧ Kâmil, yokluğu elde edendir. Mevlâna
✧ Halka doğru inmek, orada kalmak için değil; onu da yukarı çıkarmak içindir. Peyâmi Safa
✧ Sözü yalama etmediğin gibi, tevâzuda da israf etme.
✧ Meşhur olma sevdasıyla yanıp tutuşana doğruluk nasip olmaz. İbrâhim Ethem
✧ Tevâzu beş şeyle hasıl olur:
1- Başlangıçta hangi şeyden yaratıldığını hatırlamak,
2- Dünyaya geldikten sonra muhtaç bir varlık olarak yaşadığını düşünmek,
3- Dünyada sayılı ömrünü tükettikten sonra kokuşan bir leş ve sonra da toprak olacağını hatırlamak.
4- Zayıflığını, muhtaç ve fakirliğini hatırlamak,
5- ‘Başlangıcı nutfe, ortası irin, kan, bevil, gayta, sonu kabirde leş’ hadisini hatırlamak.
✧ İnsanoğlu topraktan yaratılmıştır. Eğer toprak gibi alçak gönüllü olmasa, insan değildir. Sadi
✧ İnsan ne kadar alçak gönüllü olursa, o kadar yükselir. Hz. Ali
Buluttan bir damla yağmur düştü. Bu damla, denizin genişliğini görünce utandı:
– Şu deniz denilen yerde ben kim oluyorum? Eğer deniz buysa, gerçekten ben hiçim! dedi.
Damla kendisini hor görünce, sedefin biri onu koynuna alıp seve seve besledi. Felek de onun işini öyle düzgün yürüttü ki, nihâyet pâdişahlara yaraşan namlı bir inci oldu.
Hâsılı bu yüceliği, mütevâzı olmakla buldu. Yokluk kapısını çaldığı için var oldu.
İhlâs; katıksız, yüzde yüz dediğimiz şeydir. Saf bal, saf süt gibi gönlü masivadan, aklı hileden, kalbi art niyetten arınmış insana saf insan denir. Tasavvuf kelimesi de bu kökten türemiştir. Tasavvufun amacı insanın gönlünün saflaşması, mârifetullah ve muhabbetullah ile bezenmesidir.
«Allah kimseye iki kalp vermemiştir.» (Ahzab, 4)
Niyetin mahalli kalptir. Bir şey yapmaya niyet eden insan yapacağı şeyi sırf Allah rızâsını kastederek yaparsa, ihlâs olur ama ikinci bir niyet katılırsa ihlâstan çıkar. Mesela Allah rızâsı için bir hastayı ziyârete gitmeyi niyet edip bir de ‘O da bana gelmişti gitmeliyim’ fikri niyetine katılırsa ihlâs gider. Bir amelle çok niyette bulunur ama hepsi de Allah rızâsı için olursa ihlâstan çıkmaz, sevabı çoğalır. Mesela ben bu abdesti; câmiye abdestli girmek, Kur’ân okumak, namaz kılmak niyetiyle alıyorum demek gibi.
İnsanın gönüllerde yer tutmak, zemden kurtulup medhedilmek, pohpohlanmak, popüler olmak, istediği mevkiye gelmek, sevilmek, sayılmak ve bu sayede her istediği dünyalığa sahip olmak için sarfettiği nice gayret çoğu kez boşa gider, ya da tam istediği gâyeye ulaşacağı sırada kaybolur gider. Çünkü vazo çiçeği gibi köksüzdür; aslı, dayanağı, tutanağı yoktur. Serap gibidir, susayan onu su sanar, yanına gidince kaybolur. Kaybolup giden şeylere bu kadar gönül bağlamak niye? İbrâhimcesine «Ben kaybolanları sevmem» (En’am, 76) deyip kaybolmayan, baki olan her şeyin hazinesi, yed’i kudretinde olan, ezanlarda, namazlarda ‘Allah’u Ekber / Allah en büyüktür’ deyip andığımız Yüce Yaratıcımıza iltica edip, O’na yönelip, O’na güvenip, O’ndan isteyip hâlis muhlis bir kul olmak en büyük bir kurtuluş değil mi?
✽ ✽ ✽
✧ İhlâs benim sırlarımdan biridir. Onu sevdiğim kullarımın kalbine emânet ederim. Ona melek muttali olamaz ki, yazsın. Şeytan da muttali olamaz ki, onu ifsat etsin. Hadîs-i Kudsî
✧ İhlâsı elde etmek için niyetin düzeltilmesi lazımdır. Çünkü, bütün işler niyete göre değer kazanır.
✧ Hikâye olunur ki, Hz. Âdem’in (as) adını (ve yeryüzüne indiğini) duyunca onu bir geyik ziyârete gitti. Hz. Âdem bundan son derece memnun oldu ve sağ elini geyiğin sırtına koyarak iltifat etti. Bundan dolayı geyiğin kuyruk tarafında güzel bir koku, misk meydana geldi. Geyik arkadaşlarının yanına geldi. Diğer geyikler ‘Bu kokuyu nereden buldun?’ diye sordular. O da keyfiyeti diğerlerine anlattı. Bunun üzerine diğer geyikler de Hz. Âdem’in (as) yanına vardılar. Fakat onların vücudunda herhangi bir koku hasıl olmadı. Çünkü birinci geyiğin vücudunda ihlâs vardı. O halis bir ziyâret için gitmişti. Diğer geyikler ise koku için gitmişlerdi.
✧ İhlâs, biatın ikinci rüknüdür.
✧ İhlâs, hiçbir sebep ve gâye olmaksızın, Allah’ın emir ve hükümlerini yalnız Allah rızâsı için yapmaktır. Yani bütün gücünü Allah yoluna sarf etmektir. Bu hal üzere sebâtın zâhirine takvâ, özüne de ihlâs denir. Abdülhakim el-Hüseyni
✧ İhlâsın belirtileri:
1- Haramdan kaçmak,
2- Dilin hak ve doğru konuşması,
3- Kulağın günaha hizmet etmemesi,
4- Gözün helâl ve meşruya bakması,
5- Elin dürüst çalışması.
✧ İnsanlar görsün diye bir amelde bulunmak riyâdır. Lüzumlu bir işi insanlar ‘ne der’ endişesiyle terk etmek de şirktir. İhlâs, Allah’ın bu iki duygudan da seni kurtarmasıdır. Fudayl b. İyad
✧ Seni tanıyanlar, senin sâdece farzları edâ ettiğini sanacak şekilde tüm iyiliklerini gizli yapmalısın. Vüheyl b. Verd
✧ Mal, mülk, güzellik, saltanat ve şeref kime verilir de şeref içinde mütevâzı, güzellik içinde iffetli, servet içinde yardımcı, iktidar içinde âdil olursa hâlis kimseler listesine yazılır. ‘Ne mutlu o kimseye ki, arzusu kısa, ömrü uzun, ameli güzeldir.’
Âmir b. Abdullah, son derece cömert ve merhametli bir insandı. Bilhassa garipleri, özürlü insanları, akıl hastalarını toplar; onlara yemek yedirir, ikramlarda bulunur, ihtiyaçlarını karşılardı.
- Bunlar yemeği, ikrâmı ne bilir? diyenlere de:
- Bunlar bilmiyorsa, Allâhu Teâlâ da bilmez mi? Onun görmesi, bilmesi benim için kâfidir... cevâbını verirdi.
İnsanın insandan beklediği, arzu ettiği tek şey samimiyet olsa gerek. Küçücük çocuklar bile bu duyguyu hissedip kendilerini candan sevenlerin duygularına cevap veriyor. Hayvanlar dahi kendisine samimi davranan kimselere dost oluyor. Bazen hayatlarını kurtaracak boyutlara uzanan iyilikler yapıyorlar.
Hatalı da olsa samimi itiraflar affa sebep oluyor. İşinde, sözünde, davranışlarında samimi kimseler herkes tarafından seviliyor. Günlük hayatta samimiyetin kişiye verdiği değeri hiçbir şey vermediği gibi, samimi yapılan duânın, ibâdetin, infakın, yardımın sevabı da sevapların en büyüğüdür.
Samimi mü'min, her türlü hileden, desiseden uzak huzur dolu hayat sürer. Çevresindeki insanları da mutlu, huzurlu kılar. Sever, sevilir, vicdanı rahat, başı dik, onurlu olmanın sevincini yaşar.
✽ ✽ ✽
✧ Bir kimse yaptığı ve terk ettiği bir şeyde Allah’ın rızâsını gözetirse, Allah onun kusurlarını düzeltir.
✧ Sözleriniz yürekten gelmedikçe, hiçbir zaman iki kalbi birleştiremezsiniz.
✧ Bir müslüman, bir müslümanın yanına herhangi bir iş için rahat gidemiyor, çekinerek gidiyorsa, o kendisinden çekinilen müslümanın son nefesinden korkulur.
✧ İçtenlik, bütün dehanın kaynağıdır.
✧ Birbirine iki zıt karaktere sahip olan insanlar, birbirlerini anlamak ve tamamlamak şartı ile dost olabilirler.
✧ Az samimiyet tehlikeli, çok samimiyet de çok tehlikelidir.
✧ Bir dostun veya arkadaşın bir vilayete vali olursa, artık kendisinin vali olmazdan önce sana gösterdiği sevgi ve samimiyetin onda birine sahip ol. İmam-ı Şâfiî
✧ Samimiyet; edep sınırlarını aştığında laubalilik olur. N. Fâzıl
✧ Samimiyetin devam etmesi, yakınlarımızın kalplerinin bize karşı soğumasına mâni olur. Samimiyetin kaybolması, kuvvetin kaybolmasıdır.
✧ Herkese karşı kibar ol, fakat pek az kişiyle samimi ol.
✧ İnsan, düşmanının her faziletine inanabilir, samimiyetine asla! Cenap Şahabettin
✧ Pek tabii olmaya gelmez, terbiyesiz derler. Pek samimi olmaya gelmez, saygısız derler. Cenap Şahabettin
✧ İnsan yalnız yaşarken, ağırbaşlı olmalıdır. Görevi başında iken, dikkatli olmalıdır. Başkalarıyla arkadaşlık ederken, samimi olmalıdır. Vahşi kabileler içinde yaşasa bile, yine bunları bırakmamalıdır.
✧ Samimilik, bir iç açılışıdır. Pek az insanda bulunur.
✧ İnsanların birbirini çok tanıması da, az tanıması gibi aynı derecede samimi olmalarına engel olur.
✧ Karşısındakini kendine tercih edemeyen kişi, samimiyetten çok uzaktır.
✧ Samimi bir denemeden elde edilen en küçük sonuç, en iyi kopyadan daha değerlidir
✧ Samimiyet, cennete götüren yoldur.
İslâm dininin önemli prensiplerinden biri de ahde vefa (sözünde durmak)dır. Vefâ, insanın yüz çevirdiği şeye bir daha dönmemesi demektir. Kur'ân-ı Kerim’de «Yetimin malına rüştüne erinceye kadar, ancak en güzel bir niyetle yaklaşın, verdiğiniz sözü yerine getirin, çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir» (İsrâ, 34) buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi ahde vefa bir görevdir, imanın gereğidir. Hem dini, hem sosyal, hem hukuki bir kaidedir.
Ahde vefa göstermek, keyfi davranmayı ve fırsatçılığı men eder. Ahde vefa konusuna İslâm çok önem vermiştir. Bu konu Kur’ân-ı Kerimde on iki âyette zikredilmiştir. İnsanlar yerine getiremeyeceği sözü vermemeli, vaadinden caymamalı, kendisine duyulan güveni sarsmamalıdır. Sosyal ve ticari işlerde güven esas olduğundan verilen sözde durmalı, kabul edilebilir bir mazeret olmaksızın verilen sözden caymamalıdır.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e ‘el-Emin’ denilmesi, şüphesiz ki onun sözünde duran, vadini yerine getiren bir kişi olmasından kaynaklanmaktadır. Onun bu özelliği bizlere örnek teşkil etmektedir.
Müslüman dürüst, güvenilir, sözünde duran bir kişi olmalıdır. Unutulmamalıdır ki güvensizlik toplumda dayanışmayı, yardımlaşmayı ve kardeşliği yok eder.
Sözleri yerine getirmenin önemi kadar bazı güzel şeylere, anılara vefa göstermek de önemlidir. Vaktiyle güçsüz ve zayıf iken gördüğümüz yardımı hemen unutmamalıyız.
✽ ✽ ✽
✧ Allah kıyâmet gününde gelmiş ve geçmiş bütün insanları bir araya topladığı vakit her vefâsız için bir sancak çekilecek ve ‘işte filan oğlu filanın vefâsızlığı budur’ denilecek.
✧ Üç şey aleyhe döner:
1- Zulüm.
2- Hile.
3- Ahdi bozmak. Hz. Ebû Bekir
✧ Ölmeden evvel Rabbinize tevbe edin, meşgul edilmeden önce güzel amellere karşı elinizi çabuk tutun, aranızda bir bağ bulunan kimseleri sık sık hatırlayıp ziyârette bulunun.
✧ Necâta eren, vefâya riâyet ettiği için kurtulmuştur. Cerîrî
✧ Sana yazıklar olsun, neden ahdini tutmuyorsun? Bu hâlin böyle devam ederse, gözlerine yakında karasu iner. Ayaklarına ve ellerine inme gelir. Gezmen şöyle dursun, yerinden kıpırdaman bile kâbil olmayacak. Allah’ın rahmet kapısı sana kapanacak. İnsanların kalbinden sana karşı kin ve nefret fışkıracak. Onların iyi düşünceleri senden uzaklaşacak. O zaman sana kim yardım eder? Geylani
Vefâsız Nesil
Mehmet Âkif Ersoy, Bosnalı Ali Şevki Efendi’yi çok sever ve ‘Köse İmam’ şiirini ithaf ettiği bu insanla her hafta bir araya gelirlermiş.
Ali Şevki, bir sohbette İstanbul’daki Vefa yokuşundan bahsedince, Mehmet Âkif:
- Bırak ya Ali Şevki!.. diye atılmış. Bu günkü nesil, o güzel yokuşu dümdüz etti.
✧ Hilim peygamberi buyururlar ki:
Namus hususunda halim olmak doğru değildir, zîrâ bu tavır kişinin karısının-kızının kötü yola gitmesine sebep olur.
✧ Rıfktan (yumuşaklık ve olgunluktan) nasibini alan kişi dünya ve âhiretin hayırlarını kendinde toplamıştır. Rıfktan nasibi olmayan ise dünya ve âhiretin hayırlarından hiçbir paya sahip değildir.
✧ Eğer sertliğin yaratılmış şeklini görselerdi; ondan daha çirkin mahluk olduğunu görmezlerdi.
✧ Rıfk ve hilm, dünyada da âhirette de faydalıdır.
✧ Allah şüphesiz refiktir; bütün işlerde yumuşaklığı sever.
✧ İlim tahsil eden, ilmin yanında ağır başlı ve hilim sâhibi olmayı da öğrensin.
✧ Bir şeye yumuşaklık girerse onu süsler. Bir şeye de sertlik girerse onu kötüleştirir.
✽ ✽ ✽
✧ Hilm; nefsi öfke ve heyecanından alıkoymak, yavaş ve uslu olmaktır. Bir başka ifadeyle hilm, tahkir edici sebepler karşısında, sebat ve kararlılığın artmasıdır.
✧ (Sıkıntı ve belâya karşı tahammüllü ve sabırlı olan) halim insan, Peygamberlik derecesine yaklaşır.
✧ Kim Allah için alçak gönüllü olup, Allah’ın kullarına karşı sertlik ve şiddetten kaçınırsa, her iki cihanda derecesi yükselir.
✧ Kim hilmini arzularına galip kılarsa, âlimdir. Vehb b. Münebbih
Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), şahsına işlenmiş suçlardan dolayı asla öç almazdı, insanların en az kızanı, en çok râzı olanı ve en yumuşak başlısı idi. Meclisine gelen yabancıların sözlerinde ve sorularındaki kabalık ve kırıcılığa aldırmaz, bağışlardı. Kendisiyle oturan veya gelip hâcetini arzedenin herşeyine dönüp gidinceye kadar katlanırdı. Bir kimse, kendisinden bir hacette bulununca, onu reddetmez, verir, veremezse vaadde bulunurdu. Ashabına bir baba şefkatiyle muamele ederdi.
Süheyl b. Amr, müslüman olmadan evvel söylediği şiirlerle İslâmiyete karşı hep cephe oluşturmuş biri. Hz. Ömer, Efendimizden (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona haddini bildirmek için izin ister, fakat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Hayır, o bir gün seni memnun edecek’ cevabını verir. Efendimizin vefâtını müteâkip Hz. Ebû Bekir, galeyana gelen halkı Medine’de yaptığı o târihi konuşmayla yatıştırdığı gibi, Süheyl b. Amr da Mekke’de bu tür bir konuşma yaparak, önemli bir hizmet îfâ etmişti.
‘İnsaf’ lügatta yarı yarıya demektir. Bugün empati deniliyor. Karşımızdakini kendimizden çok düşünme (isar) cömertliğinde bulunamazsak bile hiç değilse onu kendi yerimize koyarak insaflı olabiliriz. Efendimiz ‘El insâfu nısfud din / İnsaf dinin yarısıdır’ buyurarak bize hukukullah ve hukuku’l ibaddan mürekkeb olan dini görevimizi hatırlatıyor.
İnsafı bencillik ve menfaatçiliğin zıddı olarak düşünürsek bu konuda hedefimizi saptamış oluruz. İnsan sadece bedenden ibaret değildir ki insafsızlık onu rahatsız etmesin. İnsan; ruhuyla, kalbiyle, vicdanıyla insandır. İnsan kalabilmek, insan ölebilmek ve insan sûretinde dirilebilmek için insaf gerekir. Kimseye faydası olmuyorsa hiç değilse kimseye zararı, ziyanı, eziyeti, töhmeti olmaması gerekir. En güzeli de Hz. İbrâhim’cesine güzel bir yad bırakarak göçmek, gönüllerde yaşamak, sevap defterini ebedi açık bırakabilmektir.
✽ ✽ ✽
✧ Müslümanlara karşı şiddet kullanmayın, dövme yoluna girmeyin. Hadîs-i Şerîf
✧ Açın döktüğü göz yaşı, tokun servetini kemirir.
✧ Kim halka hakim olursa, tabiatı yumuşak, tavrı ve hareketi asil olmalıdır.
✧ Sende bulunduğu zaman gizli kalmasını istediğin şeyi, başkalarında görünce ifşa etme. Hamdun Kassar
✧ İnsanları adâlet korur, bekçiler değil. Mevlânâ
✧ Koruk üzümler bile tatlı helva haline gelirken insanın olgunlaşmaması ne şaşılacak şey! Mevlânâ
✧ Kötü kokuya alışan miski suçlar.
✧ İnsanlar papatyalara koşarken, ezdikleri kır çiçeklerinin farkına varmıyor.
✧ Bir yetimin başını eğdiğini, boynunu büktüğünü görürsen, sakın kendi çocuğunun yanağına öpücük kondurma. Sâdi-i Şirâzî
✧ Senden yirmi yaş küçük olan sakalın beyazlamış, sen daha kapkara duruyorsun. Mevlânâ
✧ Allah’tan başkasına ümit bağlayanın, tüm çabası boşa çıkar. Hz. Ali
✧ Ana babaların çocuklarına, kendi pencerelerinden, yaşlarının verdiği olgunlukla bakmaları insafsızlık olur.
✧ Rüşvet kapıdan girince, insaf bacadan çıkar.
Her kişi kim ola ol eksiksiz er
Kılmaz ol hiç kimsenin aybına nazar
Biz insanları değerlendirirken fiillerini ölçü olarak alırız. Cenâb-ı Hakk ise âhirette kalplerindeki niyetlerine göre değerlendirip hüküm verecektir. Biz kalplerde olanı göremeyeceğimiz için hüküm verirken, görebildiğimiz ve bizi yanıltmayacak bir ölçüyü esas almak zorundayız. Bu da fiillerdir. Zira ağaç için meyve neyse, insan için fiil o manayı taşır. İnsanların kalplerindeki niyetlerini okuyamasak bile, onların fiillerine bakarak iyilik için mi kötülük için mi çalıştıklarını anlayabilir, isabetli hüküm verebiliriz.
Niyetin temiz olması halinde, yapılması başarılamayan hayırlı işlere sevap yazıldığı gibi, niyeti temiz ve Allah için hâlis olmayan insanın hayırlı işine de sevap yazılmaz.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Evlenip de mehir vermemeye niyet eden zinâ etmiş olur. Borç isteyip, vermemeye niyet eden hırsızlık etmiş olur.
✦ Yapılan bütün işlerin kalitesi niyet ve sonuçlara bağlıdır.
✦ Bir kimse iyilik yapmaya niyetlenir de yapamazsa, Allah kendi nezdinde o kimse için tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer hem niyetlenir, hem de o iyiliği yaparsa on iyilik sevabı yazar ve bu sevabı yedi yüze ve daha fazlasına çıkarır. Ve eğer fenalık yapmaya niyetlenir de sonra vazgeçerse, Allah onun için tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer kötü işe hem niyetlenir, hem de onu yaparsa, Allah o kimse için bir günah yazar.
✦ Sâdık (ve meşru) niyet, arş-ı âlâda asıldır. Kul niyetini sadık yapınca, arş hareket eder ve kul mağfiret olunur.
✽ ✽ ✽
✧ Niyet her şeyin başıdır. Hayırlı işler iyi işler, güzel maksatlarla yapılırsa çok sevaplıdır. Böyle kimseye Allahu Teâlâ doğruluk, sıhhat ve başka bir çok nimetler ihsan eder. Kimin niyetinde zayıflık bulunursa, bildirilen faidelere kavuşamaz. Ebû Ali b. Ratib
✧ Hayrat ve hasenatın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir.
✧ Niyet; ölü ve meyyit olan haletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibâdetlere çeviren bir ruhtur.
✧ Amelsiz sözün, niyetsiz amelin kıymeti yoktur. Sözün de amelin de, niyetin de eğer sünnete uygun değilse değeri yoktur.
✧ Bütün amellerin özü, esası niyettir. Hüküm niyete göredir.
✧ Hz. Mûsâ, ‘Ya Rabbi seni nasıl bulayım?’ deyince, Cenâb-ı Hakk ‘Niyetini düzelttiğin an beni bulursun’ buyurdu.
✧ Kimin niyeti dünya olursa, Allah (celle celâlühû) onun fakrini ve ihtiyaçlarını gözünün önüne getirir ve en sevdiği şeyden onu uzaklaştırır. Her kimin niyeti âhiret olursa, Allah (celle celâlühû) zenginliği onun kalbine yerleştirip kayıplarını bir araya toplar ve en çok korunacağı şeyden onu uzaklaştırır.
✧ Gazada, kanlı elbiseleri boynunda, ölüp gayyaya yuvarlananlar az olmadığı gibi, dupduru niyeti sayesinde, yumuşak döşeklerde ölüp cennetlere gidenler de az değildir. Şerirlerle yaka-paça boğuşup yarınları aydınlatmak isteyen mertlerin, saf niyetlerinin yanıbaşında; bu kavgayı şahsi çıkarları ve hasis menfaatleri için verenler de küçümsenmeyecek bir yeküne sahiptirler. Birinciler, arşiyeler çizerek yukarılara doğru yükselirken; ikinciler de baş aşağı yıkılıp ‘Tamu’ya gideceklerdir.
✧ Kılıç ne kadar keskin olursa olsun, niyet ve düşünceleri kesebilecek keskinlikte olmaz.
✧ Allah’ın kuluna yardımı, niyeti nisbetindedir. Niyeti tam ise, yardım tam; eksik ise, yardım da eksik olur.
✧ Kişinin niyetinin sıhhatli olmasının alâmeti:
1- Allah’a karşı tevâzu sahibi olması,
2- Nefsini korku yoluna sürmesi,
3- Amellerini gizli yapmanın açıktan yapmaktan ona daha sevimli gelmesidir.
Yüce Rabbimiz: «Eğer Allah (celle celâlühû) kalplerinde hayır görseydi onlara hayır verirdi» (Enfal, 23) buyurarak kullarını hüsnü zanna, iyi niyete, güzel tiynete, hoş görüye dâvet ediyor. Henüz iyi mi, kötü mü diye açığa çıkmamış durumlarda mümine yakışan iyiye yormaktır. Bu konuda ifk (Hz. Âişe’ye iftira) olayında da (Nur, 11) uyarılıyoruz.
İyiye yoran yorulmaz derler ya çok doğru. Kötü zan öncelikle sahibini huzursuz, mutsuz eder. Menfi enerji oluşturur. Mecelle’de şöyle bir kanun vardır: ‘Beraati zimmet asıldır’ (insanın suçsuzluğu asıldır). Yani kesin bir delil, emare olmadığı halde kimseyi suçlayamayız; suçlu gözüyle bakamayız.
İçimizden geçirdiğimiz menfi duygular kalp gıybeti sayılır. «Kim iman ederse kalbini düzeltsin» (Teğabun, 11) buyruğu, bizi Ahlâk-ı Muhammediyye’ye, temiz, arınmış bir kalple dâvet ediyor. Niyetimiz, zannımız ne kadar temiz, berrak olursa, hüsnü zannımız ne kadar galip olursa, nezd-i ilâhide kadru kıymetimiz, derecemiz o kadar üstün olur. Rabbimizin lütfuna, rahmetine, keremine mazhar oluruz.
✽ ✽ ✽
✧ Kulum Beni nasıl tanırsa, ona öyle muâmele ederim. Hadîs-i Kudsî
✧ Allahu Teâlâ’ya hüsn-ü zanda bulunmak, ibâdettir. Hadîs-i Şerîf
✧ Kişi, ancak Allah’a hüsn-ü zan ederek ölsün. Hadîs-i Şerîf
✧ Her şeyin güzel tarafını görüp, kusur görmeyip takdir etmek, insanlık gereğidir.
✧ Caminin dışında ne olursa olsun, camiye giren herkese sâlih nazarıyla bak. Dışarıdaki ahvali seni ilgilendirmesin.
✧ Allah’a hüsn-ü zan etmek, şirkten başka dilediği bütün günahları affedeceğine yakinen inanmak ve rahmetinden ümit kesmemektir.
✧ İnsan, hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkalarının bâzı harekâtını, hikmetini bilmediğinden, takbih etmesin. S. Nursî
✧ Bir mü’min hakkında iyi düşünceler besleyip de yanılmak, kötü zanda bulunup da isâbet etmekten daha hayırlıdır. İmam Gazali
✧ Eğer yapamayacağınızı düşünüyorsanız, haklısınız yapamazsınız.
✧ Karşına çıkan hayatın zorluklarına sabret ve dayan. Onları hiç kimseden bilme ve hiç kimseye karşı kalbinde kin besleme.
✧ Kusurumuz ne kadar çoksa, o kadar kusur ararız. Cenap Şahabettin
✧ Hüsn-ü zannı olanın hayatı hoş geçer.
Hz. Ebûbekir’in Tevâzusu
Hz. Ebûbekir, kendi koyunlarını sağarken, komşu kızlar da koyunlarını getirirdi. Hz. Ebûbekir, ‘Size İbn Afra’nın sağdığı gibi sağmamı ister misiniz?’ der, köpüklü köpüklü sağardı.
Halife olunca, kızlar ‘Artık sağmayın’ dediklerinde şöyle dedi:
- Hayır, hayatıma yemin ederim, onları sizin için sağacağım ve umarım ki, yüklenmiş olduğum vazife, daha önceki iyi ahlâklarımı değiştirmeyecektir.
Müminlik; sadakat, doğruluk ve samimiyetle kaimdir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in ifadesi ile sadık olmayanın diğer ibâdetlerinin kabul olmayacağını tam manasıyla kavrarsak, o zaman istikamet yolunu tutmuş, hedefimizi saptamış oluruz.
Mü'min istemeyerek de olsa bazı hatalar, yanlışlar yapabilir. Fakat yalan söylemesi, hile yapması, hele hele hainlik, bir mü'min için asla mümkün değildir, dinimiz bunu asla kabul etmez. Doğru söylememek yalancılık olduğu gibi, doğruyu tasdik etmemeyi de yalancılık sayar.
Müminin özü sözüne, içi dışına uygun olur. Kendi menfaati için asla yalana, hileye başvurmaz. Para kazanmak için yalana, iftiraya, hileye başvurmaz. Allah’ın her zaman sadıkların yanında olduğunu bilir. O’na dayanır, O’na güvenir. Maddi kaybı ne olursa olsun asla sözünden dönmez. Kini onu haksızlığa götürmez. Sevgisi haksızlık yapmasına sebep olmaz. Daima Rabbinin kendisini görüp bildiğini, günün birinde hesaba çekeceğini hiç mi hiç unutmaz.
✽ ✽ ✽
✧ Emânete sadakat, rızkı; hıyanet de fakirliği celbeder. Hadîs-i Şerîf
✧ Doğru olunuz; çünkü doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür. Hadîs-i Şerîf
✧ Sadâkat, herkesi kendine tercih etmek, fakat Allah’ı (celle celâlühû) kimseye tercih etmemektir.
✧ ‘Yüce kişiler kimdir’ diye sorulduğunda Ebû Hafs: ‘Allah’a verdiği sözü tutanlardır’ diye cevap verdikten sonra şu âyeti okumuştur: «Müminlerden öyle erler vardır ki, Allah’a verdikleri söze sadık kalmışlardır. Kimi canını feda etmiş, kimi de beklemektedir…» (Ahzâb, 23)
✧ Dostuna verdiğin söze sadık kal, ona riayet et. Söze sadık kalmakla, en temiz sulardan tadarsın. Hz. Ali
✧ Sadakat; gülü koparmak değil, koklamaktır. Hacı Bektaş-ı Veli
✧ Sadakati ve samimiyeti esas prensip olarak kabul et, kendine eşit olmayan arkadaşlar edinme, yanlışların olursa düzeltmekten çekinme.
✧ Sıddık, daima iyiliğe azmetmeye kendinde büyük kuvvet bulan kimsedir.
✧ Sıddıkiyet mertebesi, meratib-i nübüvvetin ibtidâsı, velâyet derecelerinin müntehâsı olan mertebe-i berzâhiyedir, nübüvvetle ittisâli yoktur.
✧ Kimin düşündüğü ile söylediği bir olursa, işte o doğru insandır.
✧ Kalbi doğru olan, kolay yanlış yapmaz.
✧ Sadık mü'min, bu mezbelelik dünyanın ne sevgisi ne de buğzu ile uğraşmaz.
✧ Sevdiğine bağlı kalmak için uğraşmak, sadakatsizliğin ta kendisidir.
✧ Uşak kısmının bağlılığı, efendisi tökezleyinceye kadardır.
✧ Resûlullah’a sordular:
‘Kişi ne zaman sadık biri olur?’ Allah Resûlü:
‘Allah’ı (celle celâlühû) sevdiği zaman.’
‘Allah (celle celâlühû) nasıl sevilir?’
‘Allah Resûlünü sevdiği zaman.’
‘Resûlü nasıl sevilir?’
‘Allah Resûlü’ne tabi olup, O’nun sünnetine göre amel işlerseniz.
O’nun sevgisine göre severseniz, O’nun buğzuna göre buğzederseniz.
Dostuna bakarak dost, düşmanına bakarak düşman olursanız.’
Her hayırlı işe başlarken, gönlümüze sarıp, lisanımıza aks eden bir duâmız vardır: ‘Vemâ tevfîkî illâ billâh / Başarı, ancak Allah’tandır.’
Evet, gayret bizden, tevfik Allah’tan. Allah (celle celâlühû), bize verdiği kâbiliyetler, imkânlar nisbetinde sorumlu kıldığı görevleri yaparken, gayretli olmamızı istiyor. Başımıza gelen belâ ve musibetlerde mukâvemetli olmamızı, yılmamamızı, azimli olmamızı tembihliyor.
En önemlisi de, günahlara karşı dirençli olmamızı, nefsimize yenik düşmememizi istiyor. Bin yıllık hayatında bir kere yasağa meyleden Hz. Âdem’i, ‘Biz onda azim bulamadık’ diye eleştiriyor. Aslında bu ikaz ve târiz bize... Ah keşke olaylardan ders alabilsek.
Hedef sahibi olmak, yaşamak için gerekçe bulmaktır. Tüm varlıkların en az bir yaşama gerekçesi vardır. İnekler süt yapmak için, arılar bal yapmak için, bitkiler oksijen üretmek için, güneş dünyayı aydınlatmak için, yılanlar farelerin dünyaya yayılmasını engellemek için, sinekler mikropların tüm yeryüzünü işgal etmemesi için...
Biz niçin geldik bu dünyaya? Yemek, içmek ve eğlenmek için geldikse akrepler bunu bizden daha iyi yapar. En üstün olan insan hayvanlardan daha üstün hedeflere, var oluş amacına sahip olmalıdır.
✽ ✽ ✽
✧ Herkesin içinde ‘haydi!’ denmesini bekleyen bir kahraman vardır.
✧ Bir kapıyı çalar durursan, nihâyet o kapıdan bir baş görünür. Bir adamın oturduğu yerin civarında oturursan, elbette o adamın yüzünü görürsün. Bir kuyudan her gün toprak çeker çıkarırsan, sonunda tertemiz suya erişirsin elbet.
✧ Bir kimse gayreti bırakır kolay işler peşine takılırsa, yolunu kaybetmesinden korkulur.
✧ Nereye gittiğini bilen bir kişiye, dünya bir yana çekilir.
✧ Küçük de olsa mutlaka bir hedefiniz olsun! Gâyesini tam tesbit etme noktasında kararsızlığa düşen kişinin her geçen ânı israftır.
✧ Yaratılıştan hareketli olan insanın rahatı, yalnız çalışma ve mücâdeledir.
✧ Nefsi gayret gereken işlere sokmak gerekir. Çünkü ona yük vurulmazsa, en ağır yükü o vurur.
✧ Hayatta bütün başarılarımı, her zaman ve her işte, zamanından bir çeyrek saat önce harekete geçmeme borçluyum.
Gelsin
İnandık koştuk biz bu cepheye
Gelirse bizimle erenler gelsin
Kuru gölgelerden usandık artık
Davâmıza gönül verenler gelsin
Ödlekler, kaçaklar gölge etmesin
Görecek işi var çünkü herkesin
Hira dağındaki ilâhi sesin
Olgun meyveleri derenler gelsin.
1- Bütün sebepleri kalpten atmak.
2- Her varlığın sebebi olarak Allah’ı görmek.
3- Kalpte Zât-i İlâhi’den gayrının olmaması.
4- Sabır.
✧ Sebatın yerini hayatta hiçbir şey tutamaz... Eğer amacına ulaşmak istiyorsan, her zorluğa göğüs ger, her ıstıraba katlan; azminin her kırılışında güttüğün gâyeyi düşün!
✧ Bu kâinâtın en muhteşem manzarası, karşılaştığı güçlüklerle savaşan bir adamdır.
✧ Eğer rüzgâr yoksa, kürek çek; arıyı, ağaç kurdunu, karıncayı hatırla. Her şeyin bedeli var! Kuş, kanadını çırparak dala yükselir; oturup boş yere çırpınmak neye yarar? Önce sebep göster, sonra ümitten söz et, hayat aksiyondur, dayan!
Sana senden gelir bir işte dâd´ lâzımsa
Zaferden ümidin kes gayriden imdad lâzımsa.
Vücut makinemiz çalışmaya, harekete elverişli yaratılmış. Onu tembellik, gevşeklik girdabına atarak hantallaştırmak, hasta ve atıl bir hale getirmek nezd-i ilâhide büyük hem de çok büyük vebaldir.
Her zaman, her hayırlı işte gayret bizden, tevfik Allah’tan. İnsanın şerefi, değeri, sıhhati ve hürriyeti gayretiyle orantılıdır. Gençliğinde gevşek olan ihtiyarlığında, dünyasında gevşek olan ukbasında sıkıntı çeker, pişmanlık ateşi iki cihanda yakasını bırakmaz.
Ama gayretli, çalışkan insanlar hileye, yalana ihtiyaç duymadıkları için hep saygın, hürmet gören mesut bir hayat içinde, heyecan, sevgi ve başarının tadını çıkarırlar. Her zaman aranan, sorulan yararlı kimseler olurlar.
✽ ✽ ✽
✧ Çalışın, herkes niçin yaratılmışsa ancak onu yapabilir. Hadîs-i Şerîf
✧ Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir nesne yemez. Allah’ın Peygamberi Davud (as) kendi elinin emeğinden yerdi. Hadîs-i Şerîf
✧ İnsan, topaç gibidir; döndükçe ayakta durur, durursa devrilir.
✧ Ne kadar çok çalışırsan o kadar çok mutlu olursun.
Ekmeyen biçmedi bu mezrada elhasıl
Kime lazım ekmek, ona lazım ekmek. Akbıyık Sultan
✧ Namaz kılmak, oruç tutmak nasıl dini bir görev ise, geçimini sağlamak için çalışmak da ibâdet değeri taşıyan bir görevdir.
✧ İnandığı şeyi yapan insanın enerjisi asla tükenmez.
✧ Çalışmak; sıkıntıyı, kötülüğü ve yoksulluğu uzaklaştırır.
✧ Basit bir adamın elinden geleni yapmaya çalışması, zeki bir adamın tembelliğinden iyidir.
✧ Ekin eken insanın tarlası boşalır ama ambarı dolar.
✧ Kazanç kapısı aramak, çalışmak bedenin zekâtıdır. Temiz ve helâl yedirene Allah yardım etsin, onu yücelerden eylesin.
✧ Çalışmak, istirahatın hardalıdır. Cenap Şehabettin
• İdris (as), elbise dikiciliği olan terzilik yoluyla kazanç elde ederdi.
• Dâvut (as), demirden zırh imal etti.
• Halil İbrâhim (as), ziraatla uğraştı ve kumaş ticâretinde bulundu.
• Elbiseleri ilk dokuyan, Hz. Adem (as)’dır.
• İsâ (as), nalın yapar ve nalınları, ayakkabıları yamardı.
• Hz. Nûh (as), marangozdu.
• Sâlih (as), eliyle kumaş dokurdu.
• Zekeriyya peygamber, marangoz idi. Hadîs-i Şerîf
• Süleyman b. Dâvûd, minbere çıkmış, halka hutbe okuyordu. Elinde bir örme işi vardı. Sele örüyordu. (Veya başka bir şey yapıyordu.) Yapıp bitirdikten sonra, onu birine
veriyor ve şöyle diyordu: ‘Bunu götür sat.’
Çalışan Hanımlar
Batı’da esen dinsizlik rüzgârları, kadının ananevî rolünü de değiştirmeye kalktı. Kadın evinde oturur, çocuğuyla, ev işleriyle meşgul olurdu. Fakat onu, ‘Erkeklerle eşit haklar veriyoruz!’ diyerek yuvasından çıkardılar, erkeklerle beraber işyerlerinde çalışma hayatına sürüklediler. Ancak bu hal eşyanın tabiatına tersti. Çünkü ilâhi emirlere tersti. Nitekim kadın ne erkekler gibi verimli çalışabildi, ne de huzur bulabildi.
Yapılan bir araştırmaya göre; kadınların işyerlerindeki tenkide, çeşitli mücâdele ve ayak kaydırmalara erkekler kadar dayanıklı olmadıkları tespit edildi. Kadın kendisini ne kadar çok kavga içinde hissederse, o kadar kalp hastalığı tehlikesi artıyor. Ama erkeklerde böyle bir tehlike bulunmuyor.
Bilhassa iş hayatında yükselmek için gösterilen gayret ve hırs, kadını sıkıntılı ve içe dönük bir hâle sokuyor. Üst seviyedeki yönetici erkekler dışa dönük, baskın, cüretkâr, güçlü ve dengeli gözükürken, aynı seviyedeki kadınlar hassas ve endişeli oluyorlar.
Çünkü erkekler kadınlardan güçlü yaratılmışlardır. Erkeklerin vazifesi para kazanarak eşinin ve çocuklarının geçimini temin etmektir. İslâmiyet böyle emreder. Kadının en önemli vazifesi ise, ev işi ve çocuklarının terbiyesiyle meşgul olmaktır. Erkekler de kadına ait bu işi yapamıyorlar. Çünkü kadınlar erkeğe nazaran daha şefkatli, daha zarif ve hislidir.
Kadınlar işyerlerindeki bir işe kendilerini ne kadar vermeye çalışırlarsa çalışsınlar, ev işlerinin kendilerine ait olduğu hissini üzerlerinden atamıyorlar. Bırakalım sadece annenin en mükemmel icra edebileceği çocuklara bakma işini; evlerindeki dağınıklıklardan bile yalnız kendilerini mesul tutmaktan ve suçluluk hissetmekten kurtulamıyorlar.
Yapılan araştırmada kadınların, evlerinin problemlerine işlerinden daha fazla önem verdikleri anlaşılmıştır. Kadın çalışsa bile, âile içindeki rolünü unutamıyor. Bir an önce eve dönüp evdeki rolünü üstlenmek istiyor.
Erkekler için de bunun tam tersi sözkonusu. Eşim dışarıda çalışıyor diyerek erkek kendisini ev işlerinden mesul hissetmiyor ve kendisini ev işlerine veremiyor. Bu da kadının çalıştığı âilelerde mühim bir boşanma sebebi olmaktadır.
Batıda yapılan araştırmalar gösterdi ki, babalar akşamleyin eve gittiklerinde, stres hormonu seviyeleri düşmektedir. Annelerin stres hormonuysa işteki kadar yüksek kalmaktadır. Şayet onlar gün boyunca idarecilik yapmışlarsa, stres hormonları evde birden artıvermektedir.
Görüldüğü gibi evi dışında çeşitli işlerde çalışan kadın, bütün dünyada fazla yükün altında ezilmektedir.
Erkekler arasında ve onlar gibi çalışmak, kadının zayıf omzuna ağır gelmektedir. Bilhassa işi ağır olanlar ve üst seviyede bulunanlar, kuvvetlilik ve kendine güven gibi ‘erkeksi’ denilebilecek özellikler göstermek mecburiyetinde kalıyorlar. Bu da onlarda erkeklik hormonu olan androjenin çoğalmasına sebep oluyor ve saç döküyor. Bu kellik ev kadınlarında görülmüyor.
Dinimizde, para kazanmakta hayat müşterek değildir.
Erkek, kadını tarlada, fabrikada, şurada burada çalışmaya zorlayamaz. Eğer kadın isterse, kocası da râzı olursa, yapabileceği münasip işlerde çalışır. Fakat kazandığı kadının olur. Erkek, rızâsız olarak bir şey alamaz, kendi ihtiyaçlarını kendisinin alması için zorlayamaz. Yâni ‘para kazanıyorsun, kendi ihtiyaçlarını kendin al’ diyemez.
Rabiat-ül Adeviyye çorap örer, üç dirheme satar, bir dirhemiyle nafaka alır, bir dirhemini sadaka verir, bir dirhemini de gene örgü için sermaye yaparmış.
Nobel ödüllü bir bilim adamı Prof. Abdüsselâm, ‘Yorulduğunuz zaman nasıl dinlenirsiniz?’ sorusuna şu karşılığı veriyor:
- Dinlenmek mi? Biz altı-yedi çeşit iş yapıyoruz. Birini bırakıp diğerine geçiyor ve öylece dinleniyoruz.
‘Yalnız sana ibâdet eder, yalnız senden yardım dileriz’ niyazı, bünyesinde hürriyeti, özgürlüğü taşır. Çünkü Allah’ın kulu hürdür. Kendisine kendinden daha yakın, daha merhametli, hiçbir şeye hatta ibâdet edilmeye bile muhtaç olmayan, bütün buyrukları kulunun iki cihan saadetine ulaşması için olan yüce Allah’a kulluk gerçek özgürlüktür.
Allah’a kul olmayan ya nefsine, ya şeytana, ya başkasına, ya şöhrete, ya maddeye kulluk yaparak zelil olur. Kulunun şerefli, şahsiyetli, onurlu, asil yaşamasını ve sonsuza kadar mesut olmasını isteyen Mâbud-u Hakiki bize kulluğu bir mükâfat olarak ihsan buyurmuştur.
✽ ✽ ✽
✧ Kendi kendisinin efendisi olmayan bir kimse özgür değildir.
✧ Birinin hürriyeti diğerinin esaretine, birinin kazancı diğerinin kaybına neden oluyorsa, bu hürriyet değil zulümdür.
✧ Kafesten çıkınca değil, kafesi içimizden çıkarınca özgürleşiriz.
✧ Eldeki para, hürriyetin aletidir. Fakat peşi kovalanan para, tam tersine kölelik aletidir.
✧ İslâmda hürriyetin sınırı, başkasına ve kendine ceza vermemektir.
✧ Asil bir ruh için başını boyunduruğa uzatmakla, balta önünde eğilmek arasında fark olmamalıdır.
✧ Hürriyet; istediğini değil, gerekeni yapmaktır. Hürriyetin tamamı hayvanlara mahsustur.
✧ En büyük zenginlik, isteklerini azaltıp muhtaç olmamaktır. Hürriyet de, muhtaç olmamakla kazanılır.
✧ Hürriyetin âfeti; haddi (sınırları) aşmaktır. Ali Havas Berlisî
✧ Hürriyeti kötü tefsir etmeyiniz ki, elimizden kaçmasın; kokuşmuş, çürümüş eski esâretin kabına girerek bizi boğmasın. Zîrâ hürriyet, ancak kendi öz hükümleri, şeriatın âdâbı ve iyi ahlâkla gerçekleşir ve gelişir. Âlemde vahşet, cebir, zulüm ve istibdadın hâkim olduğu bir zamanda, yani Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve onun sahabesi devrinde, hürriyet, adâlet ve musâvaat nasıl kurulabilmiştir? Misalimiz onlardır. Yoksa hürriyet, nefsin her istediğini yapmak, meşrû olmayan tecâvüzleri, israfları, nefsin hevâsına bağlı olarak kabul etmek, hürriyete lâyık olmamanın bin bir esâretine ve zilletine sürükler.
✧ Hürriyet; nefsin hevasından, insan ve cin şeytanlarının esaretinden kurtulmaktır. Fahreddin Dinçkol
✧ Hürriyet, ancak ne yapacağını bilenlere faydalıdır. Allah (celle celâlühû), insanlara cehenneme gitme özgürlüğü de vermiştir.
✧ Dünyada hiçbir şeye minnet etme, özgürlüğünü ancak böyle koruyabilirsin. Hz. Ali
✧ Hürriyeti gereği gibi anlamayan, onu er geç kötüye kullanır.
✧ Gerçek hürriyet, yüksek fikirlere esir olmaktır. Gerçek hür kimse, başkasında kendi hürriyetinden daha geniş gördüğü hürriyeti alkışlayabilendir.
✧ Her kötü alışkanlık bir prangadır. Hz. İsmail
✧ Hürriyet alanında kadınlar öyle geniş adımlarla yürüyorlar ki, bu gidişle yakında bıyık ve sakal iki miskinlik damgası olacak.
✧ Allah (celle celâlühû) sevgisi hürriyet, mahluk sevgisi esarettir.
Ruha muhâlefet delilik
Akla muhâlefet gerilik
Nefse muhâlefet veliliktir.
Tefekkür, fikir kökünden gelen bir kavramdır. Aklı en güzel şekilde kullanarak istifadeli hale getirmektir. Tefekkür, yüzlerce ayetle teşvik edilen, ibâdet yerine tutulan hatta ibâdetten de üstün sayılan bir emri Rahmânidir.
Aklı Kuran itidaline göre çalıştırmak, yönlendirmek hikmet olduğundan kendine hikmet verilen kimseye çok hayır verildiği bildirilmiştir. Aklın görevi düşünmek, fikir üretmek ya da fikir çürütmektir. Aklı bir makine kabul edersek ilim onun hammaddesi olur. Alınan ilim ne kadar sahih ve doğru ise ürün o kadar kaliteli olur. Daima sahibini yükseltir, değerini arttırır. Fakat yanlış kanallardan beslenen akıl bâtıla hizmet edip defolu ürün çıkarır. Hem sapar, hem saptırır.
Âlimlerimiz Kuran terbiyesine girmeyen fasit aklı yılana benzetmişlerdir. Akıl boş durmaz; ya hakka, ya bâtıla çalışır. Onu tefekküre, ilme alıştırmak her müminin görevidir. Rabbimizin isimleri, sıfatları, hükümleri, sırları, emir ve yasakları hakkında düşünüp O’na karşı sevgimizi, hürmetimizi arttırmalı. Kendi fiillerimiz sözlerimiz hakkında düşünüp eksikleri aramamız gerekir.
✽ ✽ ✽
✧ Tefekkür ibâdetin yarısı, az yemek ise ibâdetin ta kendisidir.
✧ Derin fikirlere sahip olanın nazarı da güzel olur. Hz. Ali
✧ Geçmiş milletlerin kıssalarını oku. Tarihte insanların başlarına gelen felâketi düşün. Aynı şeyin tekrarlanmaması için iyice dikkat et! Hz. Ali
✧ Ahlâkın en birinci ilkesi tefekkürdür. İzzet ve şerefe tefekkürle ulaşılır.
Düşün:
1- Dünyanın fâni olduğunu,
2- Başına gelecek felâketi,
3- Ölümü.
Düşünme;
1- Fakirlik üzerine düşünme; derdin, üzüntün ve hırsın artar.
2- Sana kötülük yapanın haksızlıklarını düşünme; kalbin katılaşır, kinin, gayzın artar.
3- Dünyada uzun kalmayı düşünme; mal toplamayı sever; ömrü zâyi eder, ameli eritirsin.
✧ Bir kan pıhtısından bülbül gibi insan yaratılması O’nun sonsuz ilmine işâret değil mi?
✧ Düşünce bazen ibâdettir, bâzen günah.
✧ Bir şeyi gerçekten düşünebilmek için, onu zıddı olan şeyle karşılaştırmak lâzım. Kişi, kalbinde düşündüğü gibidir. Hz. Dâvud
✧ Tefekkür dört türlü olur:
1- Allahu Teâlâ’nın mahlukatındaki güzel sanatları, faideleri düşünmek: İnanmaya ve sevmeye sebep olur.
2- O’nun vaad ettiği sevapları düşünmek: İbâdete sebep olur.
3- O’nun haber verdiği azapları düşünmek: O’ndan korkmaya, kimseye kötülük yapmamaya sebep olur.
4- O’nun nimetlerine, ihsanlarına karşılık nefsine uyarak günah işlediğini, gaflet içinde yaşadığını düşünmek: Allah’tan (celle celâlühû) haya etmeye, utanmaya sebep olur. Ebû Ali Rodbari
✧ Düşünme olmaksızın öğrenmek, emek kaybıdır.
✧ İnsanlar kainata bakıp görmekle değil, bunları yaratan Yüce Zâtı düşünmekle huzur duyabilir. Ebû Hüseyn Nuri
✧ Müminin en sâdığı, dünyada herkesten çok tefekkür edendir.
✧ Tenha bir yerde tefekküre dalmak, amelinin sevâbını ve günahını gösteren bir aynaya bakmak gibidir. Hasan-ı Basri
İç içe sorular soru içinde
Akıl olmazların zoru içinde. N. Fazıl
‘Kişi arkadaşının dini üzerinedir; o halde kiminle arkadaş olacağına iyi baksın’ hadîs-i şerifi, arkadaşın önemini beyan etmektedir. İnsanın hayatta en çok önem verdiği, kutsadığı şey dindir. Kolay kolay dini üzerine bir şeyi tercih etmez. Ama buna rağmen arkadaşın, dinine varıncaya kadar bütün hayat safhalarında etkili ve tesirli olacağı çok veciz bir şekilde ifade buyrulmuştur.
Güzel bir ahlâk edinmek için bilgiye, riyâzata, sabra, gayrete ihtiyaç duyulurken o ahlâkı taşıyan biriyle dostluk kuran kimse, en kolay, en seri tarzda o ahlâka sahip olabilir. Tabii ki tersi de böyle. Nice kimseler arkadaş kurbanı olmuş, kötü alışkanlıklar zindanına mahkum olmuş.
✽ ✽ ✽
✧ Ey İmran oğlu, uyanık ol! Nefsin için arkadaş ara. Fakat arkadaşın, Benim sevgim üzerine sana yardımcı olamazsa, bil ki o senin düşmanındır.
✧ Gerçek bir arkadaş bulan, Cennetin anahtarını bulmuştur. Hadîs-i Şerîf
✧ Dost edinin; onlar size dünya ve âhirette sermayedir. Arkadaş çokluğu, zamanın felâketlerine karşı destek ve yardımcıdır. Hz. Ali
✧ Arkadaş çekip sürükleyici veya bulut gibidir; aldatıp yağmur vermeyebilir, yağmur verip hayat kapısını açabilir, lüzumundan fazla yağdırıp felâket getirebilir.
✧ Hâli ile sana feyz vermeyen, kâli ile seni Allah’a götürmeyen kimse ile sohbet edip arkadaşlık yapma. H. Atal
✧ Bir arkadaşından sana hoş olmayan şeyler eriştiğinde...
▸ Hemen kin ve nefrete sarılarak dostluğu kesme.
▸ Şüpheni, kesin gerçekle gider. Kulağına gelen söylentiyi bir tarafa at ve arkadaşına de ki: ‘Senin hakkında kulağıma gelen söylentiler böyle böyledir... Sen ne dersin?’
▸ Eğer bunları inkâr ediyorsa: ‘Tamam kardeşim, sen doğru sözlü ve iyi bir insansın’ de ve daha fazla üstüne gitme.
✧ Zamanımız insanlarının dostluğu çarşı yemeği gibi; rengi ve görünüşü güzel, fakat tadında iş yok. Mâlik bin Dinar
✧ Kendisinden beklenmeyeni arkadaşlarından bekleyen, onlara zulmetmiş olur. Kendisinden istenebilenleri arkadaşlarından isteyen, onlara eziyet etmiş olur. Arkadaşlarına hiçbir teklifte bulunmayan, onlara fazilet göstermiş olur.
✧ Arkadaşlığını ispat edene kadar hiç kimse gerçek arkadaş değildir.
✧ Arkadaş, cimri, korkak, fasık olmamalı. Hz. İbrâhim gibi hak dostu, Hz. Ebûbekir gibi sadık olmalı. Arkadaş, akıllı, gayretli, ferasetli olmalı. Şerde değil, hayırda yarışmalı.
✧ Ahlâkı kötü kimselerle sohbet etme ki, günah irtikabına meyletmeyesin. İmam Âzam
✧ Arkadaşın, heybe gibi değil, hörgüç gibi olsun. O, bedeninden bir parça gibi; sallanınca düşmeyen, kolay kolay seni terk etmeyen, susuz kaldıkça sana depo görevi yapan bir arkadaş olsun.
✧ Din ve dünya hususunda, uyumlu bir arkadaş kadar faydalı bir insan yoktur. Süfyan-ı Sevri
✧ Dostlar hakkında müsâmahakâr olmak, kusurları varsa göz yummak, dostluk hukukunun gereğidir. Hasan b. Vehb
✧ İki dosttan biri iyilikleri terk etmiş, günahlara dalıp gitmişti. İstikâmet üzere olan dostuna denildi ki:
- Onunla ilgini kesip ondan uzaklaşmayacak mısın?
O cevap verdi:
- O, en fazla şimdi bana muhtaçtır. Böyle bir bâdireye düştüğünde onun elinden tutmalı, onu tatlılıkla uyarmalı ve eski durumuna dönmesi için duâ etmeliyim.
Sevgi, gönlün, zevk aldığı şeye meyletmesi demektir. Bu meyil kuvvetleşirse, buna aşk derler. Üstün sevgi, başka ne kadar arzular varsa hepsini atar da, sevgiliden başka hiçbir şeyden zevk almaz.
Âşık, sevdiğine karşı son derece şefkatli olur ve malını mülkünü onun yolunda harcar. Hz. Yusuf (a.s.)’a âşık Züleyha, aşkı sebebiyle zenginliğini hatta güzelliğini bile kaybetti. İşin sonunda Yusuf (a.s.) ile evlendi ve gerçek olan Allah sevgisine ulaşarak, Hz. Yusuf (a.s.)’a duyduğu sevgi azaldı. Bir keresinde ona bu durumu açıklamak için şöyle demişti: ‘Ey Yusuf, ben seni Allah’ı tanımadan önce sevmiştim. Fakat O’nu tanıdıktan sonra, O’na âit sevgiden başkasına yer kalmadı. Allah’a olan sevgime kimseyi ortak edemem.’
Aşk, Âdem (a.s.)’dan bize miras kalmıştır. Zekilik kalbe, şeytan vasıtasıyla gelmiştir. Zekilik, denizde seyahat olup, ruhu helâk eder. Aşk ise, âşıklara Nûh (a.s.)’ın gemisi gibidir. Aklın zekiliği, zan ve haberdir. Aşkın hayreti, ayn-ı nazardır. O halde aklı aşka kurban edenin mâşukun vechine hayran olması normaldir. Aşk ile akl-ı cüz’i biçâre olur. Nitekim sabah olunca kandil âvâre (boş) olur. Zira akıl zaptiye memuru, aşk ise ulu sultandır. Akıl gölge, aşk parlayan güneştir.
Âşık feryâd-ü figânla bağırır: ‘Yâ Rab! Hayatımdan başka bir şeyim yok. O da sana fedâ olsun!’ Ârif bunu duyunca, gülerek ona sorar:
- Yâhu! Kimin hayatını kime fedâ ediyorsun?
♥ Aşk-ı ilâhi ♥
♥ Benim için birbirini sevenler,
♥ Benim için birbiriyle sohbet edenler,
♥ Benim için cömertçe ikram edenler,
♥ Benim için birbirini ziyâret edenler,
♥ Benim muhabbetimi hak etmişlerdir. Hadîs-i Kudsî
♡ Aşk-ı İlâhi ile bîkarar olanlar, Kâbeden de, puthâneden de müstağnidirler. Zira onların iştiyakları hânenin sahibinedir.
♡ Aşk ile yoğrulan yüzü, hiçbir âyine çirkin göstermez.
♡ Göz, mahbûbun yüzünü görmek için işe yarar. Yâkub’un, Yusuf’u kaybolunca göze ihtiyacı kalmadı.
♡ Aşk, bir şûledir ki, mâşukundan mâdâsını yakar, mahveder.
♡ Muhabbet tortusu içenlere, toprak kadeh de kâfidir. Gümüş sürâhi, altın kadeh isteyenler, hevasına tâbi olan ahmaklardır.
♡ Ey kibrin ve azâmetin ilacı olan aşk, yaşa!
♡ Güzel Allah’ın aşkından gayrı her ne varsa, velev ki şeker yemek olsun, can çekişmeden başka bir şey değildir. Mevlânâ
♡ Hikmet gülleri, mütevâzı kalpte biter. Mârifetullah muhabbetullahı artırır. Bunda kemâle gelenin muhabbeti devamlı olur. Allah kulu severse, kalbini günahtan korur. Mevlânâ
♡ Aşkımız bize neler yaptırıyor? ♡
♡ Ne kadar fedâkar ve cömertsiniz?
♡ Gece ibâdete kalkıyor musunuz?
♡ Ümmete merhametli misiniz?
♡ Eşinizle iyi geçiniyor musunuz?
♡ Yokluğa, hastalığa, musibete sabırlı mısınız?
♡ Rabbinizden râzı mısınız?
♡ Özlemle, hasretle uyuyor musunuz?
♡ İlme, Kur’ân’a, Kâbe’ye düşkün müsünüz?
♡ Kalbiniz şükürle dolu mu?
♡ Kalbinizden kin ve kederi çıkardınız mı?
Utbe b. Gulâm, geceyi üç çığlık atarak bölüyordu. Gece namazını kılıyor, sonra kafasını dizlerinin arasına alıp düşünüyordu. Gecenin üçte biri geçince bir çığlık atıyor, sonra kafasını dizlerinin arasına alıp düşünüyordu. Seher vakti geldiğinde bir çığlık atıyor, ‘Allah!’ diyordu. Bu durumunu Abdülaziz’e anlattıklarında, o şöyle demişti: ‘Ben bu halini Basralılar’a anlattım. Bana; ‘Onun çığlığına bakma; fakat iki çığlık arasında yaptığı işe bak!’ dediler.
Her hükümetin hududu, sınırları vardır. Onun tebaası, kanunlarına itaate mecburdur. Öyleyse biz de Hükümdarlar Hükümdârının tebâası olduğumuza göre, yasaklarına itaat etmek vazifemizdir.
Allah-u Teâlâ, «Vezerû zâhire’l-isme ve’l-bâtıneh / Zâhir ve bâtın âzâlarınızla işlediğiniz günahları terk edin. İlerde kazanmış oldukları günahın cezâsını görecekler» buyuruyor. Biz kullara düşen, Rabb-i Rahimimizin emirlerine uyup O’nu gücendirmemek, gadab-ı ilâhiyi îcap eden hal, hareket ve sözlerden sakınmaktır. Bu nedenle zâhirde yedi âzâmız ve tüm bedenimizin; bâtında da kalbimizin vazifelerini, suçlarını öğrenmemiz, bizim iki cihan saadetimizi celbedecektir.
Zâhir âzâlarımızdan görevli olanlar yedi tanedir: Dil, kulak, göz, el, ayak, karın ve mahalli avret.
Düşüncelerinize dikkat edin gayeleri doğurur. Gayelerinize dikkat edin eyleme dönüşür, eylemlerinize dikkat edin alışkanlıkları oluşturur, alışkanlıklarınıza dikkat edin, karakteri belirleyerek kaderinizi tayin eder.
İyiliği yap, fenâlıktan kaçın. İnsanlarla bulunduğun meclisten kalktığın zaman, o insanların senin hakkında söyleyecekleri şeyin kulağına hoş gelenine bak ve onu yap; yanlarından kalktığın zaman, insanların senin için, hoşlanmayacağın şeyi söylemelerine de bak ve ondan sakın. Hadîs-i Şerîf
Şeytan insanı yularlar. Ondan ancak, Allah’ın yardım ettiği, hidâyet nûru ile gözünü açıp kendi kusurlarını görmek imkânlarını bahşettiği kimseler kurtulabilir. Çünkü başkasına tahakkümde nefis için iki yönden büyük zevk vardır: Birincisi ilim, ikincisi de tahakküm ve sulta yönündendir.
Şeytanların gönüllerde dolaşması, gönüllerin kötü vasıflar ile dolu olma halindedir. Kötü vasıflardan kalbini temizleyip sâfileştiren kimselerin kalplerinin etrafına şeytanlar yaklaşamaz.
◉ Kur’an’a ve ilim kitaplarına bakmayan
◉ Âleme ibretle bakmayan
◉ Mahlukata hakaret gözüyle bakan
◉ Nâmahreme bakan
◉ Dünyaya rağbetle bakan
◉ Kıbleye bakmayan
◉ Bakılması haram olan yerlere bakan gözler suçludur.
✧ Bir kimse, izin almadan, evine baktığında bir taş atar gözünü kör edersen, sana bir günahı olmaz.
✧ Gözlerinize, Kur’an-ı Kerim’e bakmak, âyetlerini düşünmek ve acaib öğütlerinden ibret almak sûretiyle ibâdetten nasibini verin.
Suçlu Kulaklar
◉ Ana-babasının sözünü dinlemeyen
◉ Kapı dinleyen
◉ Üstadının sözünü dinlemeyen
◉ Müzik dinleyen
◉ Gıybet dinleyen
◉ Neticesi günaha varan bütün sözleri dinleyen kulaklar suçludur.
İyi dinleyen anlar, anlayan hakka uyar
Duymayan yoldan kayar, Hakka elçi kulaklar
◉ Suç işlenen ortamlara giden
◉ Ana-babadan müsaadesiz giden
◉ Ana-babasına hizmete gitmeyen
◉ Başkalarının mülkünde izinsiz dolaşan
◉ Çağrılmadağı yere giden
◉ Abdestsiz camiye giren
◉ Zâlimlere yardıma giden
◉ Cemaati terk edip giden
◉ Fitne fesat meclisine giden
◉ Lüzumsuz gezen
◉ Tebliğe gitmeyen
◉ Oyunlu-çalgılı meclislere giden
◉ Aciz biçarelerin ihtiyaçlarına gitmeyen
✧ En kötü yemek, zenginlerin çağrıldığı, fakirlerin terk edildiği düğün yemeğidir. Davet edildiği halde gitmeyen kimse Allah ve Resûlüne isyan etmiştir.
✧ Çağrılmadan giden kimse ise, hırsız olarak girer, çapulcu olarak çıkar.
◉ Kendini veya başkasını haksız yere yaralayan, öldüren, bir azasını koparan
◉ Başkasının malını alan
◉ Zekât vermeyen veya fakir olmadığı halde zekât alan
◉ Hibeye ehil olmayanların hibesini kabul eden
◉ Hayvan ve insan sûretleri çizen
◉ Haram oyunları oynayan, çalgı aletlerini çalan
◉ Rüşvet ve rüşvet kılıklı hediyeleri alan
◉ Tırnaklarını kesmeyen
◉ Abdestsiz mushafa dokunan
Dilini Satın Almak
Halife Mehdi’nin düzenlediği oturumların birinde, adamın biri mendile sarılmış bir ayakkabı getirdi ve:
- Ey müminlerin emiri! Bu, Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in ayakkabısıdır; onu sana hediye ediyorum, dedi.
Mehdi, ayakkabıyı alıp içini öperek başına koydu ve adama onbin dirhem verilmesini emretti. Adamın paraları alıp ayrılmasından sonra, orada bulunanlara şöyle dedi:
- Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ayakkabıyı ne giymiştir, ne görmüştür. Ancak adamı yalanlayacak olsaydım, ‘Halifeye Hz. Peygamberin ayakkabısını hediye ettim de kabul etmedi’ diyecek; inananlar inanmayanlardan çok olacaktı. Çünkü halk bu gibi insanlara meyillidir. Böylece adamın hediyesini kabul edip sözünü doğrulamış ve dilini satın almış olduk.
Rabbimiz öyle kerim, öyle rahim, öyle lütufkâr ki, yaptığımız ibâdet ve taatlara sevap verdiği gibi, yapmak isteyip de elimizde olmayan sebeplerden dolayı yapamadığımız zamanlarımızıda ibâdet yazıyor.
Mesela hergün düzenli duhâ, teheccüd, evvâbin namazlarını kılar, Pazartesi Perşembe oruçlarını tutarken günün birinde hastalanıp takatten düşüyoruz. Bu çok sevdiğimiz ibâdetleri gayr-ı ihtiyâri yapamıyoruz. Cenâb-ı Hakk o zamanları ‘menfi ibâdetler’ olarak kayda geçiyor.
Varken verdiğimiz için, verme imkanımız yok olduğunda da verilmiş kabul ediyor. O, daima bizim niyetimize, tiynetimize, kalbimize bakıyor ve ona göre değer veriyor.
✧ İnsanların en tasalısı, dünya ve âhireti için kaygılanan mümindir. Hadîs-i Şerîf
✧ ‘La havle vela kuvvete illa billah’ doksan dokuz derde devadır. Bu hastalıkların en hafifi üzüntüdür. Hadîs-i Şerîf
✧ Bir kişiye musibet eriştiği vakit, nefsi besili ise müteessir olur. Nefsinin değil de Allah’ın (celle celâlühû) kulu ise ızdırap duymaz. Alaaddin Ağabeyzi
✧ Musibet, Allah’tan vasıtasız geldiyse, sabredilir. Kul vasıtasıyla geliyorsa tedbir alınır.
✧ Hârun Reşid’in müttaki zevcesi Zübeyde Hanım eşinin divandan düşüp acı çekmesine sevinir. Sebebi sorulunca da: ‘Tam otuz dokuz gündür başına musibet gelmedi. Oysa kırk gün geçer de başına musibet gelmezse, o kimse kâmil mü'min sayılmaz. Onun için sevindim’ der.
✧ Namaz vaktinin önü Allah (celle celâlühû) rızâsı, sonu Allah’ın (celle celâlühû) affıdır.
✧ Rabbimiz sağlığı ve güzelliği helâl olanlarda, darlık, sıkıntı ve kötülüğü haram olanlarda yaratmıştır.
✧ Kederli olmamızın kökü, varlığımızın hikmetini bilmemekten kaynaklanır.
Cihanda âdem olan bî gam olmaz
Anınçün bî gam olan âdem olamaz. Necati
✧ Her sevincin bir acısı, her acının bir sevinci vardır.
✧ Endişe, üzüntü, sevapları artırır. Çok sevinmek, neşelenmek de günahları artırır. Mansur b. Zâzân
✧ En şiddetli keder, fırsatlar elden kaçırıldığında duyulan kederdir.
✧ Çile zamanının bela ve musibetleri insanı terbiye eder. Bu nedenle yiğidin hayatı çiledir. Bundan b. Hüseyn
✧ Ülser yapan yediklerimiz değil, bizi yiyen şeylerdir.
✧ Şu altı yerde bulunan Cennetliktir;
1- Câmide, ilim meclisinde
2- Hasta ziyâretinde
3- Cenâze teşyiinde
4- Cemaatin içinde
5- Cenâze evinde
6- Cihad meydanında.
✧ Dünyada kedersiz insan yoktur, varsa adam değildir. Sâdi
✧ Kıyâmet günü sâlih amel işleyenler gelirler. Mizanda iyiliklerinin karşılığı verilir. Bunların ameli; namaz, oruç, sadaka ve hacdır. Bundan sonra, belâ ehli gelir. Bunlar için mizan kurulmaz. Defter de açılmaz. Bunlara hesapsız mükâfat saçılır. Dünyada iken kendilerine gelen belâlar gibi... Belâ ehline verilen sevabı gören dünyanın zevk ve safâ ehli, isterler ki, dünyaya tekrar dönsünler; etleri makasla kesilinceye kadar belâya uğrasınlar... Bunlar için Allah (celle celâlühû) şöyle buyurdu: «Sabredenlere, mükâfatları hesapsız verilecektir.» (Zümer, 10)
✧ Acılara sabırla karşı koydular, tatlı oldular. Abdükâdir Geylânî
Bu gönlüm derdine düştü Hüdâ’nın
Unuttu zevkini iki cihanın. Eşref Rumi,
«Kim sabreder ve bağışlarsa, bu sabır ve bağışlama, azimkârlık ve büyük bir hünerdir.» (Şurâ, 43)
«Ancak sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir.» (Zümer, 10)
«Sıkıntıda, hastalıkta ve muhârebenin kızıştığı zamanda sabır ve metânet gösterenler yok mu? İşte onlar sâdık olanlardır ve takvâya erenlerdir.» (Bakara, 177)
«Muhakkak biz, sabredenlere mükâfatını, yapmakta olduklarının daha güzeliyle vereceğiz.» (Nahl, 96)
Sabrın mânâsı, hâlini kimseye söylememek ve sebeplere bağlanıp belânın kalkmasını onlardan beklememektir.
Hakk’ın kazâ ve kaderine boyun eğmektir.
Herhangi bir darlığı kötü görmemek, sabırlı kişinin işidir.
Büyük zatlar, sabrın kalbe şifâ getireceğini, her hayrın sabırla olacağını, yakınlığın, yine sabrın sonunda başlayacağına kânidirler. Hep olan hâdiseleri birer imtihan ve tecrübe olarak kabul ederler.
Tiynetimizde acelecilik vardır. Sabır fren görevi yapar. Bu nedenle sabrın sonu selamet, acelenin sonu felâkettir. İşe başlarken ‘Nasıl yapılırsa hudud-u ilâhiye uygun olur? En güzel, en kaliteli olması için ne yapmak gerekir?’ diye düşünmek sabırdır. Mevlâna ‘İşin başını düşünmek (yani acele etmek) nefisten, sonunu düşünmek akıldandır’ der.
İşi yaparken de acele etmeyip, baştan savmadan, hemen bitip ortaya çıkmasını değil, güzel, kaliteli, dayanıklı olup memnun kalınacak şekilde ortaya çıkarma sabrını göstermeli. İşin sonunda ortaya çıkardığı işten iyi netice almak ve emeğinin boşa çıkmaması için sabır göstemeli.
Dünyevi olsun uhrevi olsun bütün işlerde bu üç boyutlu sabrı göstermeden güzele, kaliteye ulaşmak mümkün olmaz. Günümüzde çoğu ziyanlar, acelecilik yüzünden oluyor. Sabrını, inancını kaybetmiş, para hırsı gözünü bürümüş insan, ‘Bu işi daha güzel nasıl yaparım?’ yerine, ‘Bu işe güzellik ve kalite görünümünü verip de nasıl ucuza mal edip pahalıya satarım’ düşüncesinde. Bu nedenle insanlar arasında güvensizlik, soğuk savaş, sevgisizlik almış yürümüş.
Bu insanlar yüzünden, güvenilir insanlara da güvenilmez gözüyle bakılır olmuş. İnsan bu hileci, sahte tavırlarıyla doğru insanları da töhmet altında bırakmış oluyor. Üstelik düşündüğü neticeyi de elde edemiyor. Piyasaya sürülen kalitesiz malın kısa zamanda foyası ortaya çıkıyor; sahibinin sahtekârlığı sicillenmiş oluyor. Hem kendisi de bu hileden nasibini alıyor. Onu da bir başkası aldatıyor zincirleme trafik kazası gibi; vuran vurana.
Said Nursi bu konuda çok güzel bir misal verir; ‘Sabrınızın bir miktarı vardır. Onu geçmişe vahlanarak, geleceğe yönelik ham hayaller peşinde zayi etmeyin. Şu aptal komutan gibi olmayın; askerin bir kısmını sağ cenaha bir kısmını sol cenaha yerleştirip ortayı (merkezi) boş bırakır. Düşman oradan hücum edip askeri târumar eder.’
Biz de sabrımızı, tahammülümüzü şu anda yapmamız ve terk etmemiz gereken hususlara harcamalıyız; geçmişe kederlenerek, geleceğe havale edip tembelleşerek hiçbir zaman yol alamayız.
Emirleri yerine getirmekte, yasaklardan kaçınmakta, musibetleri soğukkanlılıkla karşılamakta bize sabır gerekir. İnsanların dünyevi idealleri, lüksleri, sükseleri için gösterdikleri sabırdan ders almalıyız.
Başladığımız işi sabırla, gayretle, sonuna dek devam edip bitirmeliyiz. Eğitim ve terbiyeleriyle yükümlü olduğumuz kimselere geniş sabırlar gösterip onları usandırmadan, kaçırmadan sevdirerek eğitmeliyiz. Bizi dünyaya getiren üzerimizde hakkı olan kimselere sabır, tahammül ve hoş görüyle gönüllerini hoş etmeliyiz. Yüce Mevlâmıza ibâdet ederken şartlarını, adaplarını yerine getirirken hakkını verip acele etmemeliyiz. Hele kalp huzuru için bütün gayretimizi, sabrımızı, dikkatimizi seferber etmeliyiz. Gayret bizden tevfik Allah’tan...
Her lahza bulunsun dil ü fikrinde şu pendim
Sabrın sonu elbette selâmettir efendim
✧ Kim kendisini sabra zorlarsa, Allah onu sabretmeye muvaffak kılar.
✧ Eğer bir işte mecburiyet varsa mümkün mertebe bazı zorluklara tahammül edin. Elden geldiğince sabırlı ve metânetli olun. Mecbur işlerle sabırlı olmak yerine akıl ve mantıkla o işi kurcalarsanız stresten kurtulamazsınız. Bir de muhatabınız ehliyetsiz ve insafsızsa, Allah sabrınızı artırsın.
✧ Gülün dikene katlanması, onu güzel kokulu yaptı.
✧ İnsan, yerinde ocaklar gibi yanmalı ama, gam izhar etmemelidir. Yerinde dağların altında kalıp ezilmeli ama, kimseye dert dökmemelidir.
✧ Maddi musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Meselâ; geceleyin insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Arılara iliştikçe fazla hücum göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi; maddi musibetlere de ehemmiyet verdikçe büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesedden geçerek kalpte de kökleşir, sonuçta mânevi musibete döner. Ne vakit o merakı, kazaya rızâ ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi maddi musibet hafifleşe hafifleşe kökü kesilmiş ağaç gibi kurur gider.
✧ Hayatta lazım olan; bir avuç dolusu bilgi, bir fıçı dolusu tedbir, bir deniz dolusu sabırdır.
✧ Sabır önceleri insana zehir gibi görünür, fakat bunu huy edinirse bal olur.
✧ Dört vakitte sabırlı olmak gerekir:
1- Öfkeli anda kendine hâkim olup, affetmek ne güzel şeydir. Bunu ancak sabretmesini bilenler yapabilir.
2- Sıkıntılı günlerde, kıtlık zamanlarında cömertlik etmek ne güzel fazilettir. Bunu ancak olaylar karşısında sabretmesini becerenler ve Allah’a gönülden bağlı olanlar yapabilir.
3- Kimsenin görmediği yerde Allah’tan korkup, günah ve kötülük işlememek ne saadettir. Bunu ancak nefsine hâkim olanlar yapar.
4- Her yerde aleyhine olsa bile hakkı, gerçeği söylemek, ne erdemliliktir. Bunu ancak Allah’a kul olanlar yapar.
Sabretmekten usandın mı, külhanlar gibi yandın mı?
Seni hiç mahrum eylemez, sen Allah’a dayandın mı?
Yaratılışımızın îcâbı olarak, her kişi kendisinde noksan olan şeyin hasretini duymaktadır. Bunun yanında herşeyi tamam olan insan, sahip olduklarının kadrini bilmiyor ve çok kere sanki bir mirasyedi gibi onların farkında bile olamıyor.
Allah’ın Mülkü olan bu dünyada, Allah (celle celâlühû) insan neslinin devamını ve huzurlu olmasını ister. O sebeple diğer insanların hallerine şükretmeleri ve hallerinden memnun olmaları takdir edilmiştir. Genellikle kendisi sağlam olan kişi, herkesin aynı şekilde bulunduğunu zannedecektir. Noksansız bir vücûdun ancak bir lütuf olduğunu farkedebilmek, sakat kişileri görmekle mümkün hâle gelebilir. İşte bu yüzden bizim nazarımızda birer zavallı kabul edilen sakatların, insanlık âleminin selâmet yolunu bulabilmesinde büyük hizmetleri vardır. Ancak, insanoğlu buna benzeyen daha bir çok hikmetleri anlamaktan uzaktır.
✽ ✽ ✽
✧ Hastalık hastası, kendinde bir takım rahatsızlıklar bulunduğuna inanan bir insan anlamına gelir. Böyle kuruntular içinde bulunan bir çok insan vardır. Bunlar kendilerini çok dinlerler. Onlara göre en küçük bir rahatsızlık, önemli bir hastalığın işâretidir. Bu nedenle endişeye kapılarak, uykularından olurlar.
✧ Doktorların en iyileri: Rejim, sükûnet ve neşe isimli üç doktordur.
✧ Hasta değilken hasta numarası yapmayın, sonra gerçekten hasta olursunuz. Önce kabrinizi kazmayın, ölürsünüz.
✧ Hastanın inlemesi tesbih, nefesi sadaka, uykusu ibâdet, dönmesi cihaddır.
✧ Ashab niçin hasta olmazdı?
1- Temizliğe dikkat eder.
2- Acıkmadan yemez, doymadan kalkar.
3- Gece namaz kılar.
4- Dünya dertlerine üzülmezlerdi.
✧ Mümine bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık, bir üzüntü, hatta bir ufak tasa isâbet edecek olsa, Allah onun sebebiyle müminin günahından bir kısmını mağfiret eder.
✧ Vücut hastalanmazsa şımarır, şımaran vücutta da hayır yoktur.
✧ Hastalarınızı yemeye ve içmeye zorlamayın. Çünkü Allah (celle celâlühû), onları hem yedirir, hem de içirir.
✧ Her kırk gecede bir belâlanmayan beden, melûndur.
✧ Hasta, hastalığı süresince Allah’ın misâfiridir. Hergün onun için 70 şehit sevâbı verilir. Hastalıktan kurtulduğu gün ise, anasından doğduğu günkü gibi günahtan yana tertemiz olur.
✧ Çoğu hastalıkların sebebi:
1- İstimalattan,
2- Perhizsizlikten,
3- İsraftan,
4- Hatiatten,
5- Sefaletten,
6- Dikkatsizlikten.
✧ Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse namazını oturarak kılabilir; oturarak rukûya ve secdeye varabilir. Eğer rükûya ve secdeye de gücü yetmiyorsa, o zaman başıyla işâret ederek namaz kılar.
✧ Baş rukûya biraz az, secdede biraz daha fazla eğilir. İslâm kolaylık dinidir. İbâdetleri herkesin gücüne göre yapmasına izin verir.
✧ Hastalık kötü zevklerin ücretidir.
Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) hastalığında, vücudu, hummanın harâretinden şiddetle sarsıldığı sırada, Abdullah ibn-i Mesud şöyle dedi:
– Yâ Resûlâllah, sen çok şiddetli bir hummaya tutulmuşsun, dedi.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
– Evet, ben, sizden iki kişinin humması gibi hummaya tutuldum, buyurdu.
– Şüphesiz ki, sana iki ecir vardır.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
– Evet, öyledir. Hastalığa tutulan hiçbir müslüman yoktur ki, Allah (celle celâlühû) onun günahlarını, ağacın yaprakları döküldüğü gibi dökmesin, buyurdu.
✧ Allah (celle celâlühû) kıyâmet gününde der ki: ‘Ey Âdemoğlu Ben hasta oldum, Beni ziyâret etmedin.’ Âdemoğlu cevâben: ‘Yâ Rabbi, Sen âlemlerin Rabbisin. Seni nasıl ziyâret edeyim?’ der. Allah (celle celâlühû): ‘Bilmiyor musun, filân kulum hasta oldu, fakat onu ziyâret etmedin. Şâyet onu ziyâret etseydin, elbette Beni onun yanında bulacaktın’ buyurur. Hadîs-i Şerîf
✧ Hastayı ziyâret eden, Allah’ın rahmetine dalar ve yanında oturduğu zaman kendisini Allah’ın rahmeti kaplar. Hadîs-i Şerîf
✧ Hastayı ziyâret edin, aç olanı doyurun, esiri kurtarın.
✧ Hastayı gidip ziyaret eden bir mü’min, cennette nimetlere müstehak olur. Hadîs-i Şerîf
✧ Hastayı ziyâret eden kimse, Allah için bir gün oruç tutmuş olur. Bu da yediyüz gün yerine geçer.
✧ Bir hastayı ziyaret eden kimse, ziyâreti süresince cennetin meyvelerini toplayıp biriktirmeye devam eder.
✧ Unutulmak yarı ölümdür. Hastalarınızı unutmakla, onları daha yaşarken ölüme mahkûm etmeyiniz. Mahmut Yesârî
Ayağını sıcak tut, başını serin,
Kendine bir iş bul, düşünme derin. Lokman Hekim
♦ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), hastaları ziyârete önem verirler ve bunun müslümanlar için bir vazife olduğunu söylerdi.
♦ Hasta ziyâreti esnasında hastaya ümit verirler, nabzını ellerine alıp mübârek elleriyle dokunurlardı. Şifâ bulması için de Allah’a (celle celâlühû) duâ ederlerdi. ‘İnşaallah kurtulacaksın’ derlerdi. Şayet birisi fena lakırdı edecek olursa, ondan memnun olmazlardı.
♦ Peygamberimiz hastayı üç günden sonra ziyâret ederdi.
Hüdanın âdetidir sevdiğine dert verir,
Dert ise sebep olur kendi merhabasına. Efe Hazretleri
Kerim Rabbim!
Yalnız senden istememizi öğrettiğin için sana sonsuz şükürler olsun. Sen bize öğretmeseydin, biz senin kerem kapına nasıl yol bulurduk? Acizlerin, zayıfların, hodgamların, fânilerin kapısında zillet ve meskenetle sürünür dururduk. Kim nereye çekse oraya gider, rotamızı yönümüzü, kaybeder derbeder olurduk.
‘Yalnız senden yardım isteriz’ diyelim ve bu arzularımızı eyleme çevirelim. Kalbimiz tek ilâhın aşkıyla çarpsın. Aklımız onu tanımaya çalışsın. Bedenimiz onun gösterdiği yolda yürüsün, gayretlerimizi o yöne yönlendirelim. Elimiz işte olsa da kalbimiz ılık ılık hep onu düşünsün. Ona ram olsun. İdealimiz, hedefimiz, arzumuz hep O’nun rızâsı olsun. Değil aklımız fikrimiz, hayallerimiz bile ona ram olsun.
Huzurunda bütün acizliğimizi itiraf edip, yüce zatına kulluk etmek için O’ndan yardım istiyor, Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Allahım seni zikretmek, sana şükretmek ve sana güzel ibâdet etmek için bize yardım et’ duâsını hatırlıyoruz. Tabi O yardım etmese, azalarımıza kuvveti, kalbimize letafeti, aklımıza inayeti ile yardım etmese biz ne yapabilir, ne söyleyebilir, ne düşünebiliriz?
Eğer bizi huzuruna alma lütfunu ihsan etmese, o imkanları bize hazırlamasa, nasip etmese ne yapabiliriz? Biz cüzi irademizi hayra kullanmaya niyet ettiğimiz an, O bize keremiyle, nusretiyle, lütfuyla yaklaşıyor ve kulluk kapısını sonuna dek açıp ‘buyur’ ediyor.
İbâdet ve yardım istemenin peş peşe tekitle, tahsisle zikredilmesi bir yandan şirki, küfrü men ederken, diğer taraftan ibâdeti kendimizden bilip nefsini ilâh edinme gafletine düşmekten koruyor. İbâdet sonrası gelmesi muhtemel olan kibir, ucub, övünme gibi duyguları engelliyor. Nefsin gösteriş yapma eğilimine gem vuruyor.
Cümlede geçen iki ‘iyyake’ kelimesi, zamir-i munfasıl olmakla beraber bir de ‘iyyake / sakın’ anlamına gelen bir mânâ-i fiildir. Bu şifreye göre, ‘Sakın ha Allah’tan başkasına kulluk etme! Kimsenin Allah’a kulluğuna mâni olma, destek ol, köstek olma. İbâdetine mâni olacak her şeyden sakın. Bütün programların ibâdete endeksli olsun. Hayatının merkezinde kulluk olsun. Okulun, işin, eşin, arkadaşın, işçin, patronun, eğlencen, oyunun, sevgin, nefretin, şehvetin, gadabın seni asla kulluktan, Rabbinin buyruklarına uymaktan alı koymasın.
Allah’a olan sevgin gün be gün coşsun. Onu her gün biraz daha tanımak için gayretin sınırsızlaşsın ki, engelleri aşıp Rabbine kavuşasın. Hem o sana yardımı vaad ediyor. ‘Sen bana bir karış gel, ben sana bir arşın geleyim. Sen bana yürüyerek gel, ben sana koşarak geleyim’ buyuruyor.’
Bütün iş kendini aşmak. İnsan kendini aşabilirse, başka engeller engel sayılmaz. İşte kendini aşmış bir kul, Âkifcesine haykırıyor:
‘Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım
Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım’
İşte ‘iyyake’ manayı fiili de, yardım isteme konusunda aynı ikazı yapıyor: ‘Kulum, başkasından yardım istemekten sakın. Bana kul olmak aslında hür olmaktır. Kulluğun sırf bana, beklentin sırf benden olsun.
İnsanlardan beklemek seni çok yıpratır. Zillete düşürür, esir eder. Ümit kırgınlığına uğratır. Kalbini kinle, gamla doldurur. Beklediğine de ulaşamazsın. Beklediğin kimseler de senin gibi aciz, güçsüz. Mecazi saltanatları, fâni bir imkanları olsa da bitme korkusunun verdiği hırs, cimrilik hayır ellerini tutuyor. İmkanları artsa da yürekleri daralıyor. Aczlerini unutup, nefislerini ilâh ediniyorlar. Muhtaçları aciz, kendilerini aziz bilme gafletinde bulunuyorlar. Hesabı ve bu mülkü kendilerine vereni unutuyorlar. Sana yardım etmeleri çok zor.
Yardım verenler olsa bile, acziyetten, minnetten kurtulman çok zor. O minnet etmese bile sendeki minnet duygusu seni ezer. Komplekslere girersin. Kişiliğin zedelenir, şahsiyetini kaybedersin. Zamanla ya ezik bir dalkavuk, veya eziklikten kurtulmak için zâlim bir nankör olursun.
Görüyorsun, Allah’tan gayrı sana ivezsiz, garezsiz yardım edecek yok. Bu durumu iyi kavramış olacak ki Bediüzzaman, ‘Acizim, aciz olanı istemem’ diyor.’
Gerçek manada kime kulluk ediyorsak yardımı ondan isteriz. Nefse, dünyaya, gayrıya kulluk edip, sonra başı dara gelip her şeyden ümit kesince Allah’tan yardım istemek, Firavun’unun boğulurken ‘ben de inandım’ demesine benzer. Ali’ye çalışıp, Veli’den ücret istemek insafsızlık olur. Tabi ki her şartta O’na müracaat edip, O’ndan isteyecek, O’na sığınıp, O’na yalvaracağız. O biricik melceimiz. Ama bunu her zaman, her durumda hatırdan çıkarmamak, kulluğumuzu unutmadan, görevlerimizi en güzel bir tarzda ifa ederek yapmalıyız.
«Ben size çok yakınım. Ama siz de bana inanın ve buyruklarıma icabet edin» (Bakara; 186) buyuran Rabbimiz, bize yörüngemizi, yönümüzü hatırlatıyor. Bilhassa bollukta, huzur içinde yaşarken, sıhhat afiyette, neşemiz yerinde, işimiz yolundayken bu nimetleri bize veren Rabbimizi unutmayıp, O’na gönülden duâ ve niyaz etmeliyiz. O’na hamd-ü senada kusur etmemeliyiz. Aksi halde nimeti de, huzuru da kaybeder, duâya ve sızlanmaya başlarız.
Kendisini gücendirdiğimiz, unuttuğumuz Rabbimiz, ister duâmızı kabul eder, ister reddeder. O’na hiçbir şey vâcip değil. Ne isterse, nasıl isterse öyle yapar. Bunu düşünürsek, kendimize daha fazla çeki düzen verebiliriz.
«Yalnız senden yardım isteriz», ferdi, cemaat adına harekete geçiren bir ifade; ben değil, biz. İfadeler, istekler, içinde bulunulan cemaat adına yapılmaktadır. Ferdin isteği, ancak cemaat için yapıldığı zaman bir anlam ifade ediyor. Ferdi cemaatle bütünleştiren, onu cemaatin bir parçası kabul eden bir hitap.
Rabbim bütün işlerimizde, sana ibâdette, itaatta senden yardım isteriz. Senden başka kimsenin bize yardım etme kudreti yoktur. Seni inkar eden başkasından yardım diler. Biz sadece senden yardım dileriz.
Yüce Mevlâm biz aciz, güçsüz, zayıf kullarınız. Seni hoşnut edecek işler yapmamızda bize yardım et. Bize sana yaklaştıracak söz, fiil ve amelleri yapmayı nasip eyle. Bize kulluk görevimizi ifada kolaylık ve başarı nasip eyle. İbâdet yapmadan önce bilgi ve bilinçle, yaparken şuur ve huşu ile, ibâdetten sonra da bize ihlâs ve kabul etmekle yardım et. Ve mâ tevfîki illa billâh.
✽ ✽ ✽
İstiane, dünyevi ve uhrevi işlerin hepsinde yardım talep etmektir. Yani ‘Yarabbi! Her işimizde Senin dergahına müracat ve iltica eder, önemli işlerimizde yardım talebini sana hasrederiz. Senden başka bir sığınağımız yoktur. Bize imdad ve yardım et’ demektir.
İstiane; ibâdeti tamamlamak hususunda yardım istemektir.
Bu âyette yardım dilemenin sadece Allah’a tahsis edilmesi, Nemrut karşısında Hz. İbrâhim’in gösterdiği durumun örnek alınması içindir.
Âyetteki ‘ancak Senden yardım isteriz’ ifâdesinden, herhangi bir işin yapılmasında birilerinden yardım istememek anlaşılmamalıdır. Yani tek başına yapamayacağınız bir iş için arkadaşınızdan yardım isteyebilirsiniz. Burada kastedilen, ‘yol gösterici’, ‘hidâyet verici’ olarak Allah’tan başkasından yardım istememektir. Gerçekten Allah’tan gelen bir bilgiye sâhip olmaksızın, insana kimse yol göstericilik yapamaz. Olsa olsa yardım ediyor gözükerek sapkınlığa sevkedebilir.
‘Yalnız sana ibâdet ederiz’ cümlesinin önce, ‘Yalnız senden yardım isteriz’ cümlesinin sonra gelmesindeki hikmetleri şöyle sırlayabiliriz:
- Namaz kılan sanki şöyle demiştir: İbâdete başladım, tamamlamak hususunda senden yardım istiyorum.
- Allah’ım nefsimi getirdim ancak benden kaçan bir kalbim var.
Onu senin huzurunda tutmak için yardım istiyorum.
- Sadece senden, ne Cebrail’den ne Mikail’den yardım istemiyorum.
Bu âyette ibâdetle istianenin bir araya toplanması, hem iftihar, hem de iftikâr içindir.
Kişi Allah’ın kulu ve ona ibâdet eden biri olma şerefine nâil olduğu için iftihar, Allah’ın yardımına mazhar olması ve günahtan korunmaya muhtaçlığını hissettirdiği için iftikardır.
«Yalnız sana ibâdet ederiz» tevhidin izharıdır.
«Ancak senden yardım isteriz» ilâhi yardımın istenmesidir.
«Bizi doğru yola ilet» Allah’ın dininde sebat istenmesidir.
Bu da tam ibâdet etme ve yardım istemektir ki bu ibâdettir. Evliyanın ve enbiyanın istemesi budur.
İyyake na’büdu, ‘La ilâhe illallah’
İyyake nesteîn, ‘La havle vela kuvvete illa billah’ demektir.
‘İyyâke na’büdu ve iyyâke nesteîn’ âyetinin bir maşuk gönlünde tanımı şöyledir: ‘Ya Rabbi! Senin sonsuz güzelliğini seyrettim, gördüm; hamd ve senalar olsun… Ne var ki sana karşı yanık gönlümün şifası ve duâsı yalnız sensin. Ve beni bu hamd niyazımla sonsuz güzelliğinin ikliminde sırât-ı mütakîm’e hidâyet eyle.’
Garip Bir Borçlu
Basra yerlilerinden biri gırtlağa kadar borçlanmış. Herkes ondan alacağını istemeye başlamış. Ödeyecek parası olmadığı zaman bunalmış ve soluğu Kufe’de almış. Camiye gidip: ‘Ey Rabbimin melekleri, durumumu Allah’a anlatın! Ben son derece garip ve borçlu bir insanım!’ diye duâ etmiş ve uykuya dalmış. Çok geçmeden biri şöyle diyerek onu uyandırmış:
- Ey hikayenin sahibi, kalk, otur; işte sana üçbin dirhem!
- Sen kimsin?
- Ben uyuyordum, şöyle bir sesle uyandım: ‘Mescidde bir yabancı var. Borçludur. Bize durumundan yakındı. Git ona ihtiyacı olan üçbin dirhemi ver! Bunun üzerine sana geldim. Ve bu meblağı veriyorum, şayet başka bir ihtiyacın olursa yine gel, ben senin bütün ihtiyaçlarını görürüm. Ben falan oğlu falanım!
- Ben sana ne diye gelecekmişim? Ben halimi ancak seni bana gönderene arzederim, dedi ve parayı alıp ülkesine döndü.
Bin lirasını borçlarına dağıttı. Kalan iki bin lirayı da sermaye yaptı. Ölünceye kadar o paranın geliri ile yaşadı ve çoluk çocuğunun nafakasını da temin etti. (Kitabul Akaik’den)
«Onların duâları ise şu sözden başkası değildi: ‘Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizdeki aşırılık ve taşkınlıklarımızı bağışla. Bize sebat ver ve kafirler topluluğuna karşı bize yardım et.’ Allah da onlara hem dünya nimetini, hem de âhiret mükâfatının güzelliğini birlikte verdi. Allah iyilik yapanları sever.» (Ali İmran, 147-148)
«Bizde çalışanlara biz yollarımızı açarız.» (Ankebut, 69)
Yüce Allah dinine yardım edenlere, kendi yolunda çalışanlara, gerçek müminlere, takvâ sahibi olanlara yardım edeceğini kelâmında müjdeliyor.
Bu gerçeğe peygamberlerin, velilerin hayatında şahit oluyoruz. Bedir’de beş bin melekle, Hendek’te rüzgarla, bir çok sıkıntı anlarında bereket mucizeleriyle Allahu Teâlâ Resûlünü, müminleri yardımsız bırakmamıştır.
Peygamberlere mucize, evliyaya keramet, müminlere meûnet ile daima ilâhi yardım yetişmiş ve yetişmektedir. Kullarından hiçbir zaman yardımını esirgemeyen Yüce Allah, kendi aralarında takvâ ve iyilik konusunda yardımlaşmayı emrederek de yine kullarına yardım etmektedir.
Zekât, sadaka ve bil umum iyilik tavsiyeleri de yine O’nun ihsanındandır.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ ‘Lahavle ve la kuvvete illa billâhi’ cümlesinin manasından sana bahsedeyim mi? Allah'ın haram kıldığı şeylerden uzak kalmak ancak O’nu koruması ile mümkündür. Allah'ın emirlerine itaat etmek gücü de ancak O’nun yardımı ile olur, (Ey ashabım) biraz önce Cibril bana gelerek böylece haber verdi.
✦ Sefere çıktığı zaman şöyle duâ ederdi: Allah’ım, yardımınla düşmanla karşılaşır, düşmanı hezimete uğratırım ve yine senin yardımınla geri dönerim.
✦ Hz. Allah bir kimseyi, ırz, namus ve şerefine tecavuz ederek rezil eden kimseyi, yardımına muhtaç olduğu bir yerde rezil eder. Bir kimse, ırz, namus ve şerefine tecavüz edilerek rezil etmek istenilen bir kimsenin müdafaasını yaparsa, muhtaç olduğu bir yerde Hz. Allah da yardım ederek onu selâmete çıkarır.
✦ Allah’tan kula yardım, rızkı kadar; sabır da, musibetin derecesine göre gelir.
✦ Allah yalnız O’na güvenenin her dileğini verir ve bütün insanları ona yardımcı yapar.
✦ Yalnız zamanlarda Allah’ın hakkını koru ki, tek başına kaldığında Allah seni muhâfaza etsin.
✦ Müminin bir işini gören kimsenin, Allah (celle celâlühû) 70 işine yardım eder.
✦ Allah bu ümmete ancak zayıfların duâsı, namazı ve ihlâsı sebebiyle yardım eder.
✦ İstediğin zaman Allah’tan iste; yardım dilediğinde, Allah’tan yardım dile. Bil ki, zafer sabır iledir; ferahlık sıkıntı iledir; kolaylık güçlük iledir.
✦ Dört kimse vardır ki, Allah (celle celâlühû) onlara muhakkak yardım eder:
1- Harbe iştirak eden.
2- Evlenmeye teşebbüs eden.
3- Kendisini âzâd ettirmek için para kazanmaya çalışan köle.
4- Hacca niyet eden kişi.
✽ ✽ ✽
✧ Allah’ın yardımı;
● Peygamberler göndermesi,
● Kitap indirmesi,
● Deliller ve mucizeler ihsan etmesi
● Cennet ve cehennem yollarını açıklaması,
● Büyük ve küçük cihadı emretmesi,
● Dine çalışıp, din düşmanlarına ve hevasına uymayıp rızâ-i ilâhiyi arayanlara yardım etmesi. Rûhu’l Beyan
✧ Ebû’l Ayna anlatıyor: ‘Benim zâlim hasımlarım vardı. Onları Ahmed b. Ebi Dâvûd’a şikayet ettim ve dedim ki: ‘Bunlar birbirlerine arka çıkıp tek yumruk haline geldiler.’ O bana: «Allah’ın (celle celâlühû) eli onların eli üzerindedir» (Fetih, 10) âyetini okudu. ‘Onların tuzağı vardır’ dedim, «Kötü tuzak ancak sahibine dokunur» (Fatır, 43) âyetini okudu. ‘Onlar kalabalıktır’ deyince, «Nice az topluluklar vardır ki kalabalık topluluklara galip gelmiştir» (Bakara, 249) âyetini okudu. Bunun üzerine gönlüm rahat olarak dönüp gittim. Rûhu’l Beyan
✧ Allah yardım ederse, kalp tazarru ve niyaz tarafına meyleder. Mevlâna
✧ Allah’ın mümin kulunu dirençli kılması dört yerde olur:
1- Ölüm sırasında.
2- Kabir sualinde.
3- Hesaplaşma sırasında.
4- Sırattan geçerken.
✧ Allah’tan (celle celâlühû) başka yardımcı, Resûlullah’tan başka delil, sabırdan başka amel yoktur.
✧ Allah (celle celâlühû), ihlâssız kimseyi muvaffak kılmaz.
✧ Kişinin Allah’ın (celle celâlühû) yardımından mahrum edilişinin alâmeti; güzel ve hayırlı şeyleri çirkin, çirkin ve hayırsız şeyleri güzel görmesidir.
✧ Latife-i Rabbânî, insan günah işleyince bir daha dirilmemek üzere ölüyor. S. Nursi
✧ Allah’ın yardımına ulaşmak için:
1- Allah’a kâmil bir imanla inanıp emirlerini yerine getirmeli
2- Her türlü zulüm ve haksızlıktan kaçınmalıdır.
✧ İsyan zilletinden taat izzetine çıkanı, Allah (celle celâlühû) malsız zengin eder, askersiz kuvvetlendirir, kavimsiz onu aziz eder.
✧ Kulların arasında hile, düzenbazlık, zulüm olmadığı zaman Allah’ın yardımı ve tevfiki yağmur gibi yağar.
✧ Kişi, üç şeyde Allah’tan yardım görür:
1- Mescid îmâr ederken.
2- Ev yaparken.
3- Dünyalık bir ihtiyâcını giderirken. Huleyd b. Usâri
✧ Boş zamanlarda ibâdet etmek, Allah’ın inâyetidir. İbâdete devâm ettikleri ve haksız yere kan akıtmadıkları sürece Allah inâyet eder. Abdullah b. Mes’ud
✧ Duâ edeni Allah’ın rahmeti kuşatır. Allah’ın ihsânı ve yardımı ona yönelir.
✧ Kim şu üç şeyi, Allah’a güvenerek ve sevâbını O’ndan umarak yaparsa, mutlaka Allah (celle celâlühû) ona yardım eder ve onu mübârek kılar:
1- Allah’a güvenerek ve karşılığını O’ndan bekleyerek köle âzât ederse.
2- Allah’a güvenerek ve karşılığını O’ndan bekleyerek evlenirse.
3- Allah’a güvenerek ve karşılığını O’ndan bekleyerek ölü bir yeri canlandırırsa.
✧ Allah (celle celâlühû) gümüş kapıyı kapatırsa, altın kapıyı açar.
✧ Kişi Allah’a inandığı ve bütün yardımı Allah’tan beklediği müddetçe gençtir.
✧ Halid b. Velid, yanında Peygamberimizin alın tarafından bir tüy bulunduğundan, bunun hürmetine her girdiği savaşta mânevi yardım gördü.
«Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder.» (Muhammed:7)
İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesi olması hasebiyle ezelden din görevlisidir. Allah’ın kanununun yeryüzünde uygulanması için ömür boyu diliyle, eliyle, bilgisiyle, malıyla, canıyla çalışıp gayret edecektir. Bu cihat görevinden din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar vazgeçmeyecektir.
Bu mukaddes davayı elden ele, dilden dile kıyâmete kadar sürdürmelidir. Hayatının merkezinde hep îlâ-i kelimetullah olmalı; diğer bütün işler bu göreve yardım gayesiyle yapılmalıdır.
Mümin olabilmek, mümin kalabilmek ancak bu görevi hakkıyla yapmakla mümkün. Bunun için Rabbimiz «Gevşemeyin, üzülmeyin, üstün geleceksiniz» buyurarak yönlendiriyor, vazifeye çağırıyor.
Aksi halde dinin yaşanmadığı yerde huzur, afiyet, adâlet, fazilet olması mümkün olmaz.
✽ ✽ ✽
✧ Dini korumak; dinin delillerini izah, anlamayanların şüphelerini gidermek, hükümlerini, farzlarını, sünnetlerini, helâlini, haramını ve onlarla ameli izah etmek.
✧ Allah’ın adını yüceltmek için çalışmak ve savaşmak, ya bizzat çalışarak veya mücahidlerin bayrağı altında toplanarak onların kalabalığını artırmakla olur.
✧ Din düşmanlarını alt etmek.
✧ Müslümanların zaferi için ‘Ey Allah’ım! Allah’ın dinine yardım edenlere sen de yardım et, dine karşı gelenlerden yardımını kes!’ diye duâ etmek.
✧ Nefisle en büyük cihadı yapıp, nefsi yere çalıp öldürmek.
Cenâb-ı Hakk melekleri müminlere yardımcı kuvvet olarak yaratmış, her birine ayrı sahalarda vazife vermiş. Kimisi azalarını, bedenini muhafaza ederken, kimisi kalbine güzel ilhamlar ilka eder.
Kimi yer gök arası vazife başında rüzgar, yağmur, ay, güneş gibi tabiat kanunlarında görevli iken, kimi de müminlerin günahları sebebiyle başlarına toplu bela gelip helâk olmamaları için arşın etrafında onlar adına istiğfar ederler.
Kimi göğe çıkan şeytanları taşlarken, kimi de müminlere duâ ederler. Kimi salevatları Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaştırırken, kimi de dünyaya giriş, çıkışları düzenler. Bu nûrâni ordular, nûrâni işlerde hep müminlerin dostu ve yardımcısıdırlar.
Müslüman ordulara savaş meydanlarında meleklerin yardım ettiği, müslümanların safında bizzat savaşa katıldıkları Kur’an tarafından haber verilmekte, savaştakiler tarafından da müşahade edilmekteydi. Sarıklı, iri cüsseli olarak atlar üzerinde savaşa katılan melekler ordusu, müslümanlara yardım için gönderilmiştir. Hatta istiklal savaşında bile kafirlerin gözünü korkutan ordunun melekler olduğu, yine kafirler tarafından itiraf edilmektedir.
✽ ✽ ✽
✧ Ödemek niyetiyle borç isteyen kimse için melekler görevlendirilir. Borcu ödeninceye kadar onu korurlar ve ona duâ ederler. Şir’atü’l İslâm
✧ Müslüman kadınların yanında iki melek bulunur. Aksini istemediği takdirde onu Hakk’a iletirler. Aksini istediğinde iki melek ondan ayrılır ve nefsine bırakırlar. Muhtarü’l Ehâdis
«Hasbünallahu ve ni’mel vekil / Allah bize yeter, o ne güzel vekildir.» (Tevbe:129)
Bizi yoktan var edip ihtiyacımız olan herşeyi bize musahhar kılan, türlü istidatlar, kabiliyetlerle donatan Mevlâmız hiçbir zaman ümitsizliğe, korkuya düşmeyelim diye kendisine güvenmemizi bize emrediyor; tâ ki, kendimizden ve kendimiz gibi fânilerden medet bekleme zilletine düşmeyelim.
O’ndan başka hiçbir güç, kuvvet, garanti güvenilmeye layık değildir. Çünkü O’ndan gayrı herşey aciz, herşey bitimli. Bu gerçeği mezar taşlarında ‘Hüve’l bâki’ diye kazırız da, yüreğimize yazamayız.
İnsanlara güvenen kişiler, durmadan falanca ve filancanın arka çıkmadığından, yardım elini uzatmadığından yakınan kimselerdir.
Mal ve servetine güvenen kişiler daima, ‘malım ve servetim çoktur, hiçbir şey önümde duramaz, bana zarar veremez’ diye övünüp böbürlenen kimselerdir.
Kendi kendine güvenen kişiler ise, daima, ‘Bütün kuvvetim yerinde, sağlığıma da diyecek yok. Üstesinden gelemeyeceğim hiçbir şey yoktur’ diyerek kendini avutan zavallı kimselerdir.
Allah’a güvenen kimseler ise, ‘sabaha zengin veya fakir çıkmışım benim için önemli değildir. Bence önemli olan Allah’ın benimle birlikte olması ve bende dilediğince mal ve serveti tutmasıdır. (Daha açıkçası önemli olan, Allah yolunda harcayacaksam mal ve serveti elimde tutması, harcayamayacaksam elimden almasıdır) diyebilen, bu zihniyete sâhip olan kimselerdir.
✧ İmam Âzam’ın oğlu Hammad şöyle anlatıyor:
Birgün babam mescidde otururken büyükçe bir yılan çatıdan düşerek, babamın kucağına düştü. Babamda en ufak bir korku alâmeti görülmedi. Hattâ mübarek dizlerini dahi açmadı. Tevbe sûresi’nin «De ki; Bize Allah’ın bizim için yazdığından başka bir şey asla isabet etmez» mealindeki 51. âyetini okuyup sol eliyle yılanı alıp atıverdi.
✧ Allah’tan başkasına ümit bağlayanın, tüm çabası boşa çıkar. Hz. Ali
✧ Tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir hazine ve öyle bir servettir ki, hiçbir şey ile değiştirilemez. S. Nursi
✧ Tevekkül, vâad-ı ilâhiye güvenmektir.
✧ Tevekkülün eseri, kulun say’u hareketinden maksatlarını bilmekle tecelli eder. Kişinin hareketi şu dört şeyden hali değildir: Menfaatlı şeyi celbetmek, onu korumak, zararlı şey gelmeden önlemek veya geldikten sonra yok etmesine çalışmaktır.
Bir kapuyu bend ederse bin kapu eyler küşâd
Hazret-i Allah, efendi Fatihü'l ebvabdur.
✧ Tevekkülün mahalli kalptir, zâhir ile hareket ona münâfi olmaz.
✧ Ameli kendini kurtaracak kimseler gibi amel işle. Allah’ın yazdığından başka kendisine bir şey isabet etmeyenler gibi Allah’a tevekkül eyle. Müslim b. Yesar
✧ İslâm’da tevekkül vâcip, tembellik haramdır.
✧ Tevekkül, sukûnetsiz ıstırap, ıstırapsız sukûnettir. Yani yaslanmaksızın sebepler peşinde koşup, ıstırapsız Allah’a güvenmek demektir.
✧ Tevekkül ehlinin üç derecesi vardır: Tevekkül, teslim, tevfiz.
✧ Tevekkül, senin katında az ve çoğun eşitliğidir. Tevekkül, güvenmekle beraber Allah’ın kuvvetiyle iktifa etmektir.
Gökler parça parça arza dökülse
Yüce dağlar köklerinden sökülse
Yer yarılsa, okyanuslar çekilse
Kalbimde ne korku, ne gam, ne keder
Bilirim ki bana Allah’ım yeter.
Yıldızlar kayıp, güneşler sönse
İsrafil sur ile kubbeden inse
Kabirler boşanıp tersine dönse
Bilirim ki bana Allah’ım yeter. Cengiz Numanoğlu
İmdad
✧ Ölüm meleğinden; ana-baba rızâsı
✧ Kabirden; gece namazı
✧ Mahşer susuzluğundan; oruç
✧ Karanlıktan; Kur’an
✧ Hesaptan; Allah (celle celâlühû) korkusu
✧ Zebaniden; tebliğ
✧ Ateşten; gözyaşı selâmete sebep olur.
İnsan beklenti içinde oldukça, tahakkümden, zilletten, itip kakılmadan, ikinci sınıf vatandaş olmaktan kurtulamaz. Hür, özgür olmanın gönül huzuruyla yaşamanın yolu, Allah’tan başka kimseden birşey beklememek olduğunu beş vakit namazda dile getiriyoruz.
Mümin çalışkan, gayretli, azimli, kanaatkar, onurlu, rızâ-i ilâhiye teslim, israftan, nefsani arzulardan uzak olduğundan kimsenin elindekine göz dikmez. Kimseden birşey beklemez. Bir yandan da herkesle iyi geçinir. İğneleyici sözlerden, kırıcı hareketlerden uzak durur.
Her konuda kendine düşen görevi eksiksiz yerine getirir. Sonra da Rabbine duâ ve tevekkülle meşgul olur. Kendi gibi fânilerden bir şey ummaz, beklemez. Bu yüzden de sık sık morali bozulmaz.
O, alarak değil vererek sevap kazanacağının, veren elin alan elden üstün olduğunun, bugün yardım verenlerin yarın emir vereceklerinin şuurundadır. İşler sarpa sarınca Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Elinden yardım iste’ buyruğu kulağında çın çın çınlar. Takvâ üzere yaşadığı, imanın gerekliliğini yerine getirdiği müddetçe Rabbinin ona yardım edeceğini bilir. Ve ‘Hasbünallahi ve nime’l vekil’ kalesine sığınır.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Bilmiş ol ki, bütün yaratıklar Allah’ın vermeyi dilemediği bir şeyi sana vermek üzere elbirliği etseler, buna güçleri yetmez. Yâhut onlar, Allah’ın sana vermeyi dilediği şeye engel olmaya kalkışsalar, bunu da başaramazlar.
✦ Kim dört şeyi elden bırakmazsa ne kendi ve ne de çoluk çocuğu muhtaç durumda olmaz:
1- Sabah namazı vakti girmeden kalkıp namaz kılmak.
2- Vakit girmeden önce abdest almak.
3- Ezan okunmadan camiye girmek.
4- Vitir namazından sonra sükût edip konuşmamak.
✦ Sizden birinizin bir kucak dolusu odun toplaması, sonra o odun demetini sırtına alıp satması, kendisine verip vermeyeceği belli olmayan kimseden istemesinden elbette çok daha hayırlıdır.
✦ Dilenmekte olan kötülükleri bilseydiniz, kimse kimseye bir şey istemek için asla gitmezdi.
✽ ✽ ✽
✧ Kimseden bir şey beklemeyen şerefli müminin Allah şerefini korur, kimseye muhtaç etmez.
✧ İnsanlardan hiçbir şey beklemeyen insan, en mutlu insandır. Çünkü o hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramaz.
✧ Bir kimseden bir şey istemenin şartı:
1- İstediğin kimsenin merhametli olması
2- İstediği şeyin kendi durumuna uyması
3- İstenilen şeyin zaruri ihtiyaç olması
✧ Allah’tan başkasından bekleyen insan, bu bekleyişten asla kurtulamaz.
✧ İnsan, her hâlinde işçi gibi çalışıp, efendisine uyması gerekir. Ücret beklememelidir. Çünkü dünya çalışma yeri, âhiret ise ücret... İyilik ve hediyeler evi orasıdır. Karşılık, mal, rütbe, sevgi, saygı, hürmet bu ve benzeri beklentiler kalp dilenciliğindendir.
✧ Kepçe gibi her tencerede dolaşma.
✧ İnsanın, bir olan Allah’tan başka kimseden beklentisinin olmaması gerekir. Beklentinin iki yönlü zararı vardır:
1- Bekleyen insan: Küçük düşer, şahsiyeti rencide olur, riyâkâr olur, tembelleşir, ikinci sınıf vatandaş muâmelesi görür.
2- Beklenen insan: Zorbalaşır, cimrilik huyu ortaya çıkar, zor durumda kalır, cebbar ve tahakkümcü olur. Allah (celle celâlühû), kullarının bu duruma düşmemesi için, kendinden başkasına el açmamayı ve sırf kendine güvenilmesini ister. Tâ ki kullar özgürce yaşasın, iki tarafta rahat olsun.
Her ne yap yap becerip izzeti nefis ile geçin
Kimseden bekleme yardım, iki el, bir baş için
✧ Cenâb-ı Hakk istikâmet, insanlar kerâmet, büyükler hürmet, küçükler şefkat, kadınlar ziynet, nefis yemek ister.
✧ Her kim, çok mal toplamak için, insanlardan onların mallarını dilenir durursa, muhakkak bir ateş parçası istemektedir.
✧ Dikkat!
Sevgi bekleyen, mahzun olur.
Saygı bekleyen, kibirli olur.
İlgi bekleyen, küskün olur.
Mevki bekleyen, riyâkâr olur.
Para bekleyen, şikâyetçi olur.
Zaman bekleyen, ihmalkâr olur.
Mekân bekleyen, dağınık, savruk olur.
Sıra bekleyen, sabırsız olur.
Lüks bekleyen, huysuz, şımarık olur.
✧ Sizden bâzıları dilenmekten aslâ vazgeçmez. En sonunda kıyâmet günü bu şerefsiz kişi, yüzünde bir et parçası olmaksızın Allah’a kavuşur.
✧ Alçakların minnetinde kalıp bir şey istemek, insanın ruhunu eksiltir. Sadi-i Şirazi
✧ Dilenci kendi için sizden ister, sizin için Allah’tan (celle celâlühû) ister.
✧ Dilencilik; tembellik ve halkın yardım duygularını istismardan başka bir şey değildir. Onlar, çalışmadan oturup başkalarından bir şeyler beklemeyi tevekkül sayarlar.
✧ Lokman Hekim oğluna nasihatinde: Helâl kazanç ile yoksulluktan korun. Zira yoksul düşen kimse üç musibetle karşılaşır:
1- Din zayıflığı: Fakirlik insanı kötülüğe sürükler.
2- Akıl zayıflığı: İhtiyaç düşüncesi insanı şaşırtır.
3- Mürüvvet ve insanlığı kaybolur.
Bunlardan daha büyüğü de; insanların maskarası olur.
✧ Dilenmek nefse üretmekten kolay ve tatlı gelir.
✧ Allah’ın buğzettiği kimseler, mescidlerde dilenenlerdir. Yani onlar, Allah’ın evlerinde, Yüce ve Münezzeh olan Allah’tan değil de başkalarından dilenirler. Bir de istediklerini vermeyenlerin günahına girmiş olurlar. Muaz b. Cebel
✧ Dilenmek, insanoğlunun yüzünde siyah bir lekedir. Verileni reddeden kimse, verenin gözünde büyür ve ona karşı makamını korur. Selmân-ı Fârisî
✧ İsteyeceğin rütbe, nişan, memurluk veya bir dilim ekmek her ne olursa olsun, bir şey istemek için kapı çalan dilencidir.
Yazık senden gayrı için uyumayan gözlere
Yazık senden gayrı için feryad eden özlere
İnsan cemiyet halinde yaşayan akıllı bir varlıktır. Toplu halde yaşayan bütün varlıklar birbirlerine yardım etme, birbirlerini gözetme duygusuyla yaratılmışlardır. İslâm dini de bu duyguyu pekiştirmiş, Müslümanların bir bütün halinde yaşamalarını tavsiye etmiştir.
Yüce Allah (celle celâlühû) bütün insanlara hitapla, «İyilik ve takvâ konusunda birbirinize yardım edin» (Maide, 2) buyurmaktadır. Bu ilâhi emir müslümanın yalnız kendisi için değil, aynı zamanda diğer insanlar için de olan şeyleri gerçekleştirme konusunda çalışması gerektiğini ifade etmekte, mal ve serveti amaç değil, araç olarak en hayırlı yollarda kullanmasını öğütlemektedir.
Unutulmamalıdır ki, yardımlaşmak sadece maddi konularda olmaz. Aynı zamanda kişiyi doğruya, güzele, iyiye yöneltmekle de olur. Bazen de mânevi yardım yani insanı kötülükten alıkoymak, ona maddi yardımda bulunmaktan çok daha önemlidir.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in: ‘Güzel söz sadakadır’ hadîs-i şerîfi oldukça mânidardır. Dinimizce güzel bir söz, bir gönül alma bile hayır sayılmıştır. Önemli olan müslümanın cömertlik dediğimiz yardımlaşma duygusunu bir huy haline getirmesidir. Müslümanlık bütün insanların hayrına çalışmayı, her canlıya şefkat ve merhamet göstermeyi en hayırlı işlerden saymıştır.
Şu halde İslâm, karşılıklı yardımlaşmanın en güzel örneklerini canlı tutan ilâhi bir dindir. Bunun için maddi ve mânevi yardım farkı gözetmeden, her zaman yardımlaşma ve dayanışma faaliyeti içinde bulunmak, her müslümanın vavgeçilmez bir özelliği olmalıdır.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Bir müslüman kardeşinin bir ihtiyacını gören kimse, ömrü boyunca Allah’a hizmet eden kişi gibidir.
✦ Her kim, müslüman kardeşinin bir işi için koşar ve onun o işi görülürse, kendisine bir hacc ve bir umre olur, şayet görülmezse bir umre yazılır.
✦ Amellerin, ibâdetlerin efdali, bir mümini sevindirmek, elbise vermek, aç ise doyurmak veya her hangi bir ihtiyacını karşılamaktır.
✽ ✽ ✽
✧ Yalnızca yardım etmek yetmez; vaktinde yetişmek lazım.
✧ Ashabdan Sa’sa b. Nâciye, altmış üç kız çocuğunu diri diri gömülmekten dişi ve erkek develer vererek kurtarmıştır.
✧ El elden üstündür; Arşa varıncaya kadar.
✧ Herhangi bir ihtiyaç için kapısına gelen din kardeşinin yardımına koşmayan ve kendisini bu işe selâhiyettar görmeyen kimseye şaşarım. Sevap ve günah korkusu olmasa bile, insanlık ve güzel ahlâk adına yardımına koşmalıdır; zira kurtuluş yolu budur. Hz. Ali
✧ İyiliğin ilmine sahip olmayana, diğer bütün ilimler zarar verir.
Kocasının Yardımcısı
Hz. Ebû Bekr’in kızı Esma (ra) anlatıyor: Cennetle müjdelenen on sahabeden biri olan Zübeyr b. Avvam’la evlenmiştim. O zamanlar Zübeyr’in su taşıdığımız atından başka bir şeyi yoktu. Atını ben yemleyip sular, su tulumu söküldüğünde ben diker, hamuru yoğururdum. Yalnız ekmek yapmayı beceremezdim. Onu da Ensar dediğimiz Medineli komşu hanımlar yapardı. Onlar yardımsever hanımlardı.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Zübeyr’e bir hurma bahçesi vermişti. Bu bahçe evimizden sekiz bin adım uzaktaydı. Deveye yedirmek için oradan başımın üzerinde hurma çekirdeği taşırdım.
Yine birgün aynı şekilde hurma çekirdeği taşırken Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile karşılaştım. Yanında Ensardan birkaç kişi daha vardı. Resûl-ü Ekrem bana seslendi, beni arkasına bindirmek için devesini çökertmek istedi. Fakat ben erkeklerle gitmekten utandım. Bir de Zübeyr’in kıskançlığını hatırladım. Çünkü Zübeyr çok kıskançtı.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) benim utandığımı anlayınca devesini sürüp gitti. Zübeyr’in yanına varınca olanları anlattım.
- Vallâhi hurma çekirdeği taşıman Hz. Peygamber’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) deveye binmenden bana daha ağır geldi, dedi.
Babam Hz. Ebû Bekir ata ve deveye bakacak bir hizmetçi verinceye kadar bu işi yapmaya devam ettim.
İyilik ve takvâda yardımlaşın
• İçtimai muavenetinizi (yardımlaşmanızı) tesis için.
• İbâdet nevilerinde
• Hayır, hasenatta.
• Haramlardan sakınmakta
• Ahlâkı Muhammediyyede
• Birbirinizin ihtiyacını gidermekte.
Günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın
• Küfürde
• Sair günahlarda
• İnsanlara zulümde
• Azgınlıkta
• Hakka tecavüzde
• İntizam, asayişi bozmakta
• Hırsızlık, uğursuzluk ve gayri zulümlerde
✧ Facir, günahkar kişiye yardım eden onu günahlara karşı kamçılamış olur. Fudayl b. İyad
✧ Bir kör öbür köre yol gösterirse ikisi de çukura düşer.
Suphu mesâ şâd olasın, gamlardan âzad olasın
Yürüsün âlemde nâmın, iyilikle yâd olasın
Birbirimizle yardımlaşalım
• Yolları yapmakla
• Rahat yaşama sebep olan şeylerde
• Allah’a ubudiyette
• Su olmayan yerlere su temin etmekle
• İstirahati teminle
• Düşmana galip gelmek için top, tüfek gibi mühim silahlar bulundurmakla birbirimize yardım edelim.
Yardım Yaparken Dikkat Edilecek Hususlar
1- İnsanlara iyilik ve yardıma bulunurken tek gayemizin Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak olduğu asla unutulmamalıdır.
2- Yardım gönül rızâsıyla, severek, gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaşacak şekilde yapılmalıdır.
3- Kişi veya kurumlara yapılacak yardımlar sonucunda maddi veya mânevi kesinlikle herhangi bir beklenti içine girilmemelidir.
4- Yardım amacına uygun yerlere yapılmalı; yardım edileni incitecek, küçük düşürecek tutum ve davranışlardan kaçınılmalıdır.
Yardımlaşmama
✧ Bir kimsenin yanında bir mümine hakaret edilse, o kimse de muktedir olduğu halde ona yardım etmezse Allah (celle celâlühû) kıyâmet gününde onu onların gözü önünde zelil eder. Hadîs-i Şerîf
✧ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Enes b. Mâlik’e şöyle buyurdu: ‘Zâlim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et.’ Enes b. Mâlik ‘Yâ Resûlallah! Mazluma yardım ederim ama zâlime nasıl yardım edeyim?’ diye sorunca. Resûlullah şu cevabı verdi: ‘Onu zulümden alıkoyarsın, işte ona yardım etmek böyle olur.’
✧ Bir kişiye zulüm edildiğinde, ona yardım edememekten veya zulüm gören biri aleyhine şâhitlik yapmaktan ve doğruyu gösterememekten ya da biri düştüğünde, onu kaldıramamaktan korkuyorum. Rebi b. Haysem
✧ Kim, bir müslüman kardeşinin bir işi için yürürse, yetmiş bin melek onun için gölge yapar.
✧ Mahşer günü bir karınca telâş içinde bir şahsı arayacak:
‘Yâ ilâhi! Bir kulunu aradım bulamadım. Zavallı ateşe düşmek üzere. Ey kerem sahibi Allah’ım, bana fırsat ver. Ona müşkül hâlinde yardım edeyim.’ Allah: ‘Ey karınca, bu kuluma neden yardım edeceksin?’ ‘Ey âlemleri yaratan Allah’ım. Dünyada ben suya düşmüştüm. Boğulmak üzere iken bu kulun bir çöp uzatıp kurtardı. Şimdi ise o, Sırat’ta düşmek üzere. Teşekkür borcumu ödeyip, kurtarayım onu...
Allah (celle celâlühû), o karıncaya fırsat verecek ve adamın kurtulmasına sebep olacaktır.
«Yalnız sana kulluk ederiz» ifadesi çoğuldur. Bu da gösteriyor ki Ümmü-l Kur'an olan bu sûrede, daha ilk başta cemaatleşmeye verilen önem ortaya konulmaktadır. Gerçekten de Kur'an'a baktığımızda, yüce Allah'ın neredeyse tüm hitablarında ‘ey iman edenler’, ‘o mü'minler’ şeklinde ifadeler kullandığını görürüz.
Cemî sigasıyla gelmesi, kulun Mâlikü’l-mülk’ün kapısında durmaktaki kusurunu itiraftır. ‘Yâ Rabbi, ben hakir ve zelil bir kulum. Yalnız başıma Senin kapında durup münâcaat etmeye lâyık değilim. Bilâkis, mümin ve muvahhid kimseler arasında duâ ederim. Onların zümresinde benim duâmı da kabul buyur.
‘Biz’ ifâdesi, tevâzu ve vakarı cem eder. Melekleri de içine alır.
‘Sana kulluk ederiz ve Senden yardım bekleriz’ ifâdelerinde yer alan ‘biz’ çoğul zamiriyle, hem okuyanı, hem de yanımızda bulunan hafaza meleklerini ve hem de cemaatte hazır bulunanları bu duânın kapsamına almış bulunuyoruz.
Tek bir ruh, bir gâyeyi elde etmek için bir araya gelmiş ruhlar topluluğundan kuvvetçe daha zayıftır. Bu durumda kul, sadece kendi rûhunun bir maksadı elde etmeye yetmeyeceğini anlar da, rûhunu, ilâhi nurları ve rûhâni mükâşefeleri elde etmeye yönelmiş olan tertemiz pak kullar zümresine dâhil eder.
Rûhu bu zümreye katılıp onların safında yer alınca, arzusu daha güçlü, istidâdı daha mükemmel olur. İşte o zaman yalnız başına elde edemeyeceği şeyleri, bu mânevî zümre içinde elde eder. Böyle rûhi saflığa ermiş kimselerle birleşmesi sebebi ile mutluluk meydana gelince, beşeri yükselmeler, insâni kemâller tam olur. (Tertemiz ve pak olan ruhlarla bir araya gelmek, kuvvet ve istidâdı artırdığına göre; kötü ruhlu kimselerle bir araya gelmek de, pişmanlığa, zarara, terkedilmişliğe ve umduğunu elde edememeye yol açar.)
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Muhakkak Allah’ın rahmeti ve yardımı cemaat ile beraberdir.
✦ Ümmetimin güzel gördüğü, Allah (celle celâlühû) katında da güzeldir. Ümmetimin çirkin gördüğü, Allah (celle celâlühû) katında da çirkindir.
✦ Bir vakit cemaâtla namaz kılan, gününü ibâdetle doldurmuş olur.
✦ Size cemaâtı tavsiye ederim, ayrılıktan sakının. Zira şeytan, tek kalanla birlikte olur, iki kişiden uzak durur.
✽ ✽ ✽
✧ Sosyal ruh, önce tek kişilerde yerleşir, kişinin vicdânına ne zaman kardeşlik duygusu girer ve onu kibirden, darlıktan, bencillikten çıkararak genişletirse, o vicdânın genişliği oranında bir cemaate aday olur. Bu genişlik, bir arkadaşlıktan, bir âileden tutunuz da dünyaya egemen olan devletlere kadar gider.
✧ «Nice az bir kitle vardır ki, Allah’ın izni ile bir çok topluluğu yenmiştir.» (Bakara, 249) Az bir topluluğun büyük bir topluluğa gâlip gelişinin sebebi, kuvvetin esâsına bağlı oluşu ve bütün kuvvetlerin bir yerden idâre edilmesindendir.
✧ Cemaat olmadan İslâm olmaz. Hz. Ömer
✧ Kuş sürüsüyle uçar. İyilerle berâber olmak hem ibâdeti kolaylaştırır, hem de haramlardan kaçmakta en iyi usuldür.
✧ Yığın heyecansızdır, hissizdir. Millet öyle değil. Yığını kolayca kandırabilirsiniz, duyguları hiçbir temele dayanmaz. Yığın düşünmez, maruz kalır. Nezleye yakalanır gibi yakalanır, tutulur fikre. Ateşi yükselince aslanlaşır. Nöbet geçince her mukaddesi unutuverir. Büyük bir milletin duyguları ölçülü, düzenli, devamlıdır.
✧ Biz hakiki mânâda bir olmayı başarırsak, üç tane üçün omuz omuza verip, üç yüz üç etmesine kimse mâni olamaz. Hekimoğlu İsmail
✧ Beraber ağlamak kadar hiçbir şey kalpleri birbirine bağlayamaz.
✧ Suların cemaatinden nehirler,
Taşların cemaatinden dağlar,
Ağaçların cemaatinden ormanlar olur.
Sen ey insan! Neden ayrılık peşindesin?
✧ Beşeri kuvvet iki kısma ayrılır:
1- Hidâyet üzere olan kuvvet: Bu kuvvet, Allah’a iman etmek ve O’nun nizâmına tâbi olmaktan doğar. Bunu takviye ederek, hayra, hakka ve iyiliğe giden yolda kullanmak lâzımdır.
2- Allah’tan (celle celâlühû) yüz çevirip, O’nun nizâmına tâbi olmayan sapık kuvvet: Bu kuvvetle mücâdele ve mücâhede etmek gerekir. Bu dalâlet kuvvetinin büyüklüğü, azgınlığı müslümanı korkutamaz. Çünkü o zaten, kendisini var eden Allah’ın (celle celâlühû) kudretini kabul etmekten uzaklaşınca hakiki kuvvetini kaybetmiş oluyor. Artık onu yaşatacak, ona dâimi gücünü verecek olan gıdadan mahrumdur. Bu, tıpkı alev saçan büyük bir yıldızdan kopan parçanın hemen sönüp soğuması; koptuğu kütle ne kadar büyük olursa olsun, ziyâsını ve harâretini kaybetmesi gibidir. Aslıyla irtibâtını kesmeyen en küçük parça bile, bu irtibât sâyesinde kuvvetini, harâretini ve ziyâsını kaybetmez.
‘İyyâke na’budu’daki ‘nûn / biz’ den maksat, namazı cemaatle kılmamız için bir uyarıdır. Aynı zamanda bu, soğan, sarımsak ve sigara kokusuyla cemaate gidip insanları rahatsız etmemek gerektiğini anlatır. Bunda da şu incelik vardır: Çirkin kokularla cemaati rahatsız etmek, namazın sevabını eksiltirse, direkt eziyet edenin, fitne ve fesat çıkaranın günahı ne olur?
Müminler kardeştir. Namaz kılan ‘Biz demekle hem kendi ibâdetini, hem de şarktan garba kadar bütün Müslümanların ibâdetini takdim etmiş olur. Kendi istekleriyle berâber halkın isteklerini Hakk’a sunar. Hakk’ın huzurunda, ‘Kendisinden başka müminlerin problemlerini halletmek için koşmuş bir insan’ olarak kabul edilir. O bunu yaparsa, Allah da onun problemlerini halleder. Bu hususta Resûlûllah (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Kim bir Müslümanın imdadına koşar, ihtiyacını halleder ve onu rahatlatırsa; Allah da (celle celâlühû) onun bütün ihtiyaçlarını halleder, onu rahata kavuşturur’ buyurmuştur.
Bir insan cemaatle namaz kıldığı zaman, ‘Yalnız sana kulluk ederiz’ sözüyle o cemaati kastetmiş olur. Yalnız başına namaz kıldığı zaman ise, meleklerle berâber olduğunu düşünür.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ İki, birden hayırlıdır. Cemaate devam ediniz! Allah’ın rahmeti ve yardımı cemaat üzerinedir.
✦ İçinizden hanginiz, tâ Cennetin ortasını istiyorsa, cemaata devam etsin. Şeytan ekseriya bir kişi iledir.
✦ İki ve daha fazlası cemaattir.
✦ Yirmi veya daha fazla kişi bir araya geldiğinde, aralarında, Allah’ın (celle celâlühû) azâmetini yüreğinde hisseden biri yoksa, işin sonu gelmiş demektir.
✦ Kim, namaz için mescide gider gelirse, Allah (celle celâlühû), her gidip gelişinde, onun Cennetteki konağını hazırlar.
✦ Mescitler, Kıyâmet günü bir deve biçiminde dirilir ki, onun güzel şekli şöyledir: Ayakları beyaz anberdir. Boyunları zâferandır. Başları, pek güzel kokulu misktir. Onları çekenler müezzinlerdir, berâberlerinde götürürler. Sürücüleri de imamlardır. Kıyâmet meydanından, çakan şimşek gibi geçip giderler. Kıyâmet ehli sorar: ‘Bunlar, mukarrebûn melekler midir? Gönderilen peygamberler midir?’ Onlara şu nidâ gelir: ‘Ey Kıyâmet ehli! Onlar ne mukarrebûn melekler, ne de gönderilen peygamberlerdir. Onlar, Ümmet-i Muhammed’den, cemaatle namaza devam edenlerdir.
✦ Bütün müminler, birbirlerine olan merhamet, sevgi, lütuf ve yardımlaşma hususunda, sanki bir vücûda benzerler. O vücûdun bir organı hastalanınca, öbür organlar, birbirlerini hasta uzvun elemine ortak olmaya çağırırlar.
✦ Allah’ın elçisiyle birlikte akşam namazı kılmıştık. Namazdan sonra dileyenler evlerine döndü, dileyenler de yerlerinde kaldı. Çok geçmeden Allah’ın elçisi koşarcasına ve hızlı hızlı nefes alarak geldi. Bize dediler ki ‘Müjdeler olsun! İşte Rabbiniz sema kapılarından bir kapı açmış meleklere karşı sizlerle iftihar ediyor ve diyor ki: ‘Kullarıma bakın! Farzlarını yerine getirdiler. Şimdi de diğer namazı beklemekteler!’ (İbn-i Mâce)
✽ ✽ ✽
✧ Sünnet ve nafile namazlar cemaatle kılınmaz. Ancak teravih namazı hem cemaatle hem de tek başına kılınabilir. Vâcip olan vitir namazı da sadece Ramazan ayında cemaatle kılınabilir.
✧ Sabaha kadar uyumayıp(ibadetle meşgul olduğu için), sabah cemaate gitmemektense, sabaha kadar uyuyup sabah namaza gitmek efdaldir.
✧ Allah (celle celâlühû), Resûlüne korku (savaş esnasında) namazında bile cemaati emretmektedir, öylesi ağır şartlar altında bile terki için özür tanımazsa, emniyet halinde daha şiddetli bir vâcip olduğu anlaşılır. Ebû Sevr
✧ Büyüklerle oturunuz, şüphelerinizi âlimlerden sorunuz. Anlaştığınız kimseler, akıllı başlı kimseler olsun. Hadîs-i Şerîf
✧ Sâlih meclislerinde bir kere bulunmak, bir milyon kere kötü meclislerde bulunmanın hatalarını bağışlatır. Hadîs-i Şerîf
✧ Allah’ı ihlâsla anan bir topluluğa bir melek nidâ ederek; ‘Allah sizin günahlarınızı bağışladı, kötülüklerinizi iyiliğe çevirdi’ der. Hadîs-i Şerîf
✧ Her hangi bir kimsenin güneşle gölge arasında oturması men edilmiştir. Zira, o mekânlar şeytanların meclisleridir. Hadîs-i Şerîf (Not: Tıbbi yönden de zararlıdır.)
✧ İyi yere (camiye – derse) erken git, geç kalk. Kötü yere gitme, mecbur kalırsan geç git, erken gel.
✧ Ayağa kalkıp konuşmak için cesaret gerektiği gibi, oturup dinlemek için de cesaret gerekir.
✧ İlim meclisine gitmemek cimriliktir.
✧ Allah’ın sâlih kullarıyla beraber olursanız, onlarla oturup kalkarsanız hayatınız lezzetlenir, hayır ve hasenata meyliniz artar, ibâdet ve taat isteğiniz çoğalır.
✧ Cenâzede, mezarlık ve zikir meclisinde gülenden Allah nefret eder.
✧ Söz söyleyenin güzel yüzlü olması gerek. Zira irfan sahipleri dinleme meclislerinde gönüllerinin açılması için üç şeye muhtaçtırlar:
1- Güzel koku,
2- Güzel yüz,
3- Güzel ses. Ruzubehan
✧ Kardeşim sen insanların en iyisi ol da, istediğin yerde yaşa.
✧ Yerler insanlarla değer kazanır; insanlar yerlerle değil. İki cihan serveri Efendimiz Mekke’de, Medine’de bulunduğu için buralar kıymetli olmuştur. Ebû Cehil ise Mekke’de yaşadığı halde Mekkeli olmak ona bir şeref ve itibar kazandırmamıştır.
✧ Meclis ve vaazdan yüz çevirenler:
1- Kendisini hayra koşanlar cümlesinden saymaya başlar, ibâdet ve iyi işleri azaltır.
2- Kendi haline göre bazı çabalarda bulunur. Bu çabası gözünde büyür. Diğerleriyle kıyasla üstün değer biçer, işini hiç eder. Gayreti boşa gider.
✧ Kim ilim meclisine giderse, Allah işini kolaylaştırır.
✧ Kimi bırakalım?
1- Dinlerini oyun eğlence edinen, eğlenceyi kendine din edinenleri.
2- Allah’ın dini hususunda sırf şehvet ve arzularına göre hüküm verenleri.
3- Din hususunda ihtiyatlı olmayıp, sırf taklitle yetinenleri.
4- Kendilerine verilen bayramı ibâdetle imar edip saygı duyacaklarına, bayramları eğlence, oyun ile geçirenleri.
5- Makam, riyâset elde etmek, rakibine üstün gelmek, mal toplamak için dine yardım edenleri, dini alet edinenleri.
İnsan, cevherinde behimiyet, sebuiyet, rububiyet, şeytaniyet özelliklerini sakladığı için, hem iyilik, hem kötülük yapmaya kabiliyetlidir. Şükür veya küfür yolunu tutmakta serbest bırakılmış, ta ki imtihan imkanı oluşsun.
Yaradılışta pak, temiz, berrak ve inançlı yaratılan insan, aldığı eğitim, terbiye, yaşadığı çevre etkisiyle ya iyilik yapar, ya kötülük. Tam yolunu seçip netleştirinceye kadar iyilik kötülük arası mekik dokur.
İnsanın iyilik yapınca huzur duyması, kötülük yapınca içinin sıkılması, Rabbi keriminden ona bir mükâfat ve uyarıdır. Henüz kalbi kararmamış, vicdanı yok olmamışsa iyilik yapmaktan zevk alacak, yanlışlarından pişman olup, düzeltmeye çalışacaktır.
✽ ✽ ✽
✧ «Şüphesiz Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanlar ve iyilik yapanlarla beraberdir.» (Nahl, 128)
✧ «Kim bir iyiliğe aracı olursa, onun sevabından bir payı vardır. Kim bir kötülüğe aracı olursa, onun da günahtan bir payı vardır.» (Nisa, 85)
✧ Bir Müslüman, kardeşinin arzu ettiği yemeği ona yedirse, Allah kendisine (celle celâlühû) cehennem azabını haram kılar. Hadîs-i Şerîf
✧ İyilik ediniz, onun karşılığında kötülük göreceğinizi hiç aklınıza getirmeyiniz. Hz. Ali
✧ İyilik insanlık sanatıdır. Yaptığın iyiliği hatırlama, gördüğün iyiliği unutma. Güneş gibi ol; iyiliği istenmeden yap.
✧ İyiliği yalnız iyiler anlar, kötülüğü herkes anlar. Cenap Şehabettin
✧ İyilik, sana kötülük edene iyilik etmendir. İyiliğe karşılık iyilik etmek, satın aldığın bir şeyin parasını vermeye benzer. Süfyan-ı Sevri
Yine ben öğüt aldım pirimden
İyilik ettiğinden sakın kendini. Köroğlu
✧ Kendi iyiliğinizi isterseniz, iyi kimselerle dost olun.
✧ Bir kuzu binlerce koyun arasında kendi anasını nasıl seçer bulursa, insanın yaptığı iyilik ve kötülükler de sonunda gelir onu bulur.
✧ İyiliğin zayi olmasını istemezseniz, onu hiç anlatmayın.
✧ Karamsar kimse herkesi kendisi kadar kötü sanır ve bunun için herkesten nefret eder.
✧ Ehli olmayana iyilik yapmak, körün evinde ışık yakmaya benzer.
✧ Sana nasıl davranılmasını istersen sen de başkalarına öyle davran. Fakat ilk iyi davranışı sen yap.
✧ İnsanın hayatta mutluluğu, yaptığı iyilik kadardır.
✧ Günde en az iki kişiye iyilik et, gönül al. Gönül almak cennetin firdevs kapısını açmaktır. Süleyman Hilmi Tunahan
Sen iyilik et de o zayi olmaz
Darılıp da başa kakıcı olma. Karacaoğlan
Duâ, insanın halini Allah’a (celle celâlühû) arzetmesi ve ona niyazda bulunması, kul ile Allah (celle celâlühû) arasında bir diyalogtur. Bunun gerçekleşmesi için önce Allah (celle celâlühû) insanı kendi varlığından haberdar etmiş, insan da varlığını benimsediği bu Yüce Kudret karşısında duyduğu saygı ve ümit hisleri sebebiyle kendisinden daha üstün olanlarla irtibat kurma ihtiyacı duymuştur. Duâ böyle bir irtibat neticesinde, insanın bir taraftan kendi ihtiyaç ve eksiklerinin telafisini, diğer taraftan da daha mükemmele ulaşmasını hedefleyen bir diyalog vasıtasıdır.
Dergâha açılan iki el, secdeye eğilen alın yürekle birleştiğinde, ‘Ya Rabbi, Ya Rabbi!’ diye niyaz ettiğinde, hele de seher vaktine, gece yarılarına rast geldiğinde çevrilmesi, reddedilmesi mümkün mü? Çünkü kendisinden talep edilen Zât, hem kerim, hem âlim, hem de tüm hazinelerin sahibi. Vermeyenler, ya cimriliğinden, ya da hazinesinde olmadığı için vermez. O mülkün sahibi, açılan elleri boş döndürmez. Elverir ki duâ, şartlarına uygun olsun.
Duâdan mahrum insan, duâ etme kapasitesini bedduâyla doldurur. Hem kendini hem başkalarını felâkete, kine, nefrete sürükler. Hem Allah’ın, hem kulların nazarından düşer.
Duâ, insanoğlunun en büyük tesellisi ve ümit kaynağıdır. İnsanı sıkıntılardan, mânevi buhranladan, ruhi bunalımlardan kurtaran bir sığınaktır. Duâ, insanı Allah’a (celle celâlühû) yaklaştıran bir vasıtadır. İhlâs ve samimiyetle Allah’a (celle celâlühû) açılan eller geri çevrilmez. Gözyaşları içinde yapılan duâlar müstecap olur. İnsanın gönlünü mesrur eder ve ruhuna zindelik verir, insan psikolojik olarak rahatlar. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: «Kullarım beni sana sorunca (haber ver ki, ben onlara) yakınım. Bana duâ edince ben o davet edenin davetine icabet ederim.» (Bakara, 186)
✧ Rabbiniz Hayy-u Kerimdir. Bir kul elini açınca, onu boş bırakmaz. Kime ki duâ kapıları açılmıştır, ona hikmet kapıları açılmış demektir. Duâ, rahmet kapılarının anahtarı, müminin silâhı, dinin direği, göklerin ve yeryüzünün nûrudur. Hadîs-i Şerîf
✧ Kederli ve üzüntülü bir kimse, Hz. Yunus’un (as) duâsı ile duâ ederse, duâsı kabul buyurulur. Hadîs-i Şerîf
Yüce dergâha gidip, huzura varmak gerek.
Tâ gönülden gelerek Hakka yalvarmak gerek.
Günler gelip geçiyor, yaklaşıyor sonumuz.
Varsa noksanlarımız, tezden onarmak gerek.
✧ Allah (celle celâlühû), kendinden istemeyen kula gazab eder.
✧ Mümin kardeşinizin duâsını almaya çalışın. Kurtuluşun onun duâsında olabileceğini unutmayın.
✧ Ya Rabbi! Beni bensiz bırak, Sen’siz bırakma! Peyâmi Safâ
✧ Biz gayrimüslimlerin hidâyetine, fasıkların ıslahına, müminlerin terakkilerine duâ etmeliyiz.
✧ Duânın erkânı, kanatları, sebepleri ve zamanı vardır.
1- Eğer duâ erkânı uygun olursa, kuvvetlenir.
2- Eğer kanatlarına uygun olursa, uçarak göğe yükselir.
3- Eğer zamanlarına uygun olursa, dileğin yerine gelir.
4- Eğer sebebine uygun olursa, şayan-ı kabul olur. İbn Ata
✧ Sizden biriniz uyumak için yatağına girdiğinde, Fâtiha ile birlikte bir sûre okusun. Bu takdirde Allahu Teâlâ bu kimse için bir melek görevlendirir ki, o kimse nereye gitse melek de onunla beraber oraya gider.
Duânın kabul alâmetleri: Huşûya gelmek, ağlamak, sızlamak, ağırlık, aksırmak, titremek, terlemek, ateşlenmek, üşümek, yük altından çıkmış gibi kendini hafif hissetmek.
Tabiin muhaddislerinden Ali b. Rebia anlatıyor:
Hz. Ali’ye binmesi için bir deve getirmişlerdi. Ayağını üzengiye koyunca ‘Bismilllah’ dedi. Hayvanın üzerine yerleşip doğrulunca şu âyeti okudu: «Bunu bizim hizmetimize veren Allah her bakımdan kusursuz ve mükemmeldir. O vermeseydi bizim buna gücümüz yetmezdi. Sonunda hepimiz Rabbimize döneceğiz.» (Zuhruf, 13-14) Ardından üç defa ‘Elhamdülillah’ üç defa ‘Allahu ekber’ dedi. Sonra da, ‘Allahım! Sen her bakımdan kusursuz ve mükemmelsin. Ben kendime zulmettim, beni bağışla’ diye duâ etti ve güldü. Bunun üzerine:
- Ey müminlerin emiri! Niçin güldün? dediler. Şu cevabı verdi:
- Bir zamanlar ben de Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) benim yaptığımı yaptığını ve benim güldüğüm gibi güldüğünü görmüştüm. Ona ‘Niçin güldün ey Allah’ın Resûlü?’ diye sormuştum. Bana şu cevabı vermişti: ‘Rabbin şöyle duâ eden kulundan hoşnut olur: ‘Allahım! Günahlarımı bağışla! Çünkü senden başka günahları bağışlayacak kimse yoktur.’ O zaman Allahu Teâlâ şöyle buyurur: Kulum, günahları benden başka affeden kimse bulunmadığını bildi.»
✧ Şu üç kimsenin duâsı kabul olmaz:
1- Haram yiyen.
2- Devamlı gıybet eden.
3- Müslümanlardan birine kalbinde haset besleyen. Tenbihü’l Gâfilin
✧ Hakikat olarak duâ, günahları terk etmektir. Kim günahları terk ederse, istemeden de Allah (celle celâlühû) ona dilediğini lütfeder. Süfyan-ı Sevri
✧ Rikkat zamanında duâyı ganimet bilin. Çünkü bu hal, rahmet saatinin hâlidir.
✧ Üç kişi bir araya geldiklerinde ettikleri duâyı Allah (celle celâlühû) geri çevirmez.
Her korku için, tevhid.
Bütün elem ve kederler için, Mâşâallah.
Her âfiyet için, Elhamdülillâh.
Her nimet bolluğu için Eşşükru lillâh.
Her şaşılacak şey için, Subhânallah.
Her günah için, Estağfirullah.
Her darlık için Hasbiyallah.
Her kaza ve kader için Tevekkeltü alâllah.
Her musibet için, İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn.
Her günah için, Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh.
✧ Bir cemaat toplanır, azı duâ eder, çoğu da âmin derse, Allah (celle celâlühû) mutlaka kabul eder.
✧ Üç kimsenin duâsı kabul olur: Annenin, mazlumun ve misâfirin.
✧ Namaz kılmayanın duâsı da, bedduâsı da kabul olmaz. Gazâlî
1- Huzuru kalp
2- Huşu
3- Hududan meydan gelen kalp yumuşaklığıdır. Sebeplerden ilişkiyi keserek Allah’a bağlanmaktır.
Hasan el- Basri’nin (ra), sırtında odun taşıyan bir komşusu varmış. İmam selâm verdikten sonra hemen kalkıp camiden çıkarmış... Bir gün Hasan el- Basri (ra) ona: ‘Neden biraz oturmuyorsun? Şâyet âhiretin için duâya muhtaç değilsen, hiç olmazsa dünyan için duâ et, Rabbinden bir merkep iste de sırtında odun taşımaktan kurtul!’ demiş.
6- Bizi doğru yola yönelt.
Hidâyet kelimesi, ‘Matluba ulaştırılacak olana şefkat ve nezâketle rehberlikde bulunmak’ anlamına gelen ‘hedy’ kökünden türemiş bir mastardır. Lugattaki anlamları: Akli ve nakli deliller, indirilen şeylerin verdiği fayda. Sırat-ı müstakim, irşad, kurban, hediye, iltifat, sulh, rehber, çölde yolunu bulmak.Nazikçe rehberlik, dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacak yolu göstermek, doğru yol, kılavuzluk.
Allah’ın (celle celâlühû) lûtuf ve keremiyle kuluna isteklerinin yollarını göstermesi, hakla bâtılın, fesatla salahın arasını ayırmak, akli ve nakli delillerle kullarına doğru yolu göstermesi veyâ yola götürüp murâdına erdirmesi, şuur diriliği, Allah’ın insana şefkat ve merhametidir.
Rusûl-ü kiramı göndermek, kitaplar inzal etmek ve kalplerini doğru yola münşerih kılmaktır. İnsanı dünyaya getirip rûhuna ceset bahşetmesi, dünyada gördüğü, işittiği, fikren mülâhaza ettiği her hâdisede bir hikmet dersi göstererek, ezeli iman nûrunu kuvvetlendirip parlaklığını artırması, Allah’ın (celle celâlühû) kat kat hidâyetidir.
Kur’ân’da hidâyet; Beyan, İslâm dini, iman, yol işâretleri, ilâhi kitaplar ve peygamberler, irşad anlamındadır.
Kur’an’da dört farklı anlamda kullanılmıştır:
1- Bütün mükellef varlıklara, kapasite ve istidatlarına uygun biçimde akıl, anlayış ve zarûri bilgilerin ihsan edilmesi.
2- Allah’ın (celle celâlühû), insanları peygamberleri aracılığıyla çağırdığı hidâyet.
3- Peygamberler aracılığıyla gösterilen, doğru yolu kabul edenlere nasip olan tevfik hidâyeti.
4- Cennetliklerin âhirette «Hidâyetiyle, bizi bu nimetlere kavuşturan Allah’a hamdolsun.» (Â’raf:43) şeklinde dile getirecekleri hidâyet.
Allahu Teâlâ’nın hidâyeti, hususiyetleri itibarıyla sayılması mümkün olmadığı gibi, nevileri itibarıyla da sayılamaz. Bununla beraber tertip olunan cinsleri ile kısaca mülahaza olunabilir:
1- Ruhani veya cismâni kuvvet bakımından feyizlendirmesi ki; insanın işlerini görmeye sebep olan havassı zahire ve batinesini (dış ve iç duygularını) kuvvei akliye ve iradiyesini ve hatta tabi ve hayvani fiillerinin ortaya çıkmasına sebep olan tabi ve hayvani güçlerini ihsan ve devam ettirmek, iradelerle muradları tevfik eylemek gibi.
2- Hak ile bâtılı fark ettiren deliller ortaya koymak ki; Fussilet Sûresi’nin 17. âyetinde; «Semud’a gelince biz onlara hidâyeti gösterdik. Fakat onlar körlüğü hidâyete tercih ettiler.» Ve Beled Sûresi’nin 10. âyetinde; «Biz onu iki yola, iki gayeye hidâyet ettik» buyrulması bu kabildendir.
3- Resûller gönderip ve kitaplar inzal etmekle hidâyet ki; Enbiya Sûresi’nin 73. âyetinde: «Ve onları kendi emrimizle hidâyete yönelen önderler yaptık» kavl-i ilâhisinde hidâyetten murad bu olduğu gibi, «Şüphesiz bu Kur’an en doğru yola iletir» şeklinde gelen İsra Sûresi’nin 9. âyetinde de böyledir.
4- Vahiy, ilham veya rüyayı sâdıka gibi fevkalade yollarla kalplere sırları açmak ve eşyayı hakikatte oldukları gibi göstermektir ki; buna hidâyet-i hassa denir. Kur’an’da hidâyet kelimesi zikredildiği zaman, bunlardan hangisinin murad olunabileceğini makamına göre anlamak iktiza eder.
‘Hedâ’ fiili Kur’an’da 300 kere geçmiştir. ‘İhtida’; hak ve doğru olanı benimseme, 60 kere geçer.
‘Hüdâ’ ve ‘hidâyet’ kavramları lugat yönüyle eş anlamlı iseler de, Allah (celle celâlühû), kendi katından olan hidâyet söz konusu olduğunda ‘Hüdâ’ lafzını kullanmıştır. ‘İhtidâ’ ise, dünyevi olsun uhrevi olsun insanın serbest bir irâdeyle doğruyu bulma gayretidir. İman ve itaatlarına karşılık olarak mükâfatlandırıp cennete koymasıdır.
‘Hidâyet’ kelimesi, sûrenin başındaki ‘Rab’ kelimesiyle de irtibatlıdır. Çünkü Rabbin en önemli işi hidâyettir.
‘İhdinâ’ hidâyet masdarından emir sigasıdır, duânın bel kemiği ve özüdür. Şu manaya gelir:
‘İçinden çıkılmaz karanlık hallerimizden kurtulmamız için bizi sana götüren yola irşad et. Senin kutsal nurunla aydınlanmamız için bedenimizde var olan perdeleri yok et. Bize itidal yolunu göster. Senin ef’al, zat ve sıfatın içinde olan sırların keyfiyetini bildir. İmâni delilleri öğreterek imanımızı taklitten tahkike yönlendir.’
Hidâyet talep olunana ulaştıracak şeye lütuf ve letafetle delâlet etmektir ki; yolu sadece gösterivermek veya yola götürmek, hatta sonuna kadar götürmek şeklinde gerçekleşebilir. Bu hidâyet ve lütuftan murat, sertlik ve şiddetin zıddı olan tatlılık ve yumuşaklık, inceliktir.
Hidâyet, hayır talebine mahsustur. Mesela hırsıza yol gösterip, rehberlik etmeye hidâyet denilmez. Demek ki hidâyet, her talep olunana rehberlik etmek değil, irşad gibi gayesinde hayır, keyfiyetinde lütuf ve letafet bulunan bir rehberliktir. Dolayısıyla, ‘ihdina’nın mealinde en muvafık tabir, ‘bize hidâyet et’ demektir. Göster deyince götürmek kalır, götür deyince letafet kalır ve hiç biri tam manayı ifade etmez.
Hidâyet, irşaddan faklıdır. İrşad; sadece yol göstermektir. Ama yolu gösterip, tarif etmekle beraber yol soranın elinden tutup, önüne düşüp yolun sonuna kadar götürmek, yolda tutmak, sebat vermek hidâyettir. Bu manada Hâdi sadece Allah’tır.
Hidâyetin zıddı, dalâlettir. Hidâyetin neticesi, iman; dalâletin neticesi ise imansızlıktır.
✽ ✽ ✽
✧ «Allah doğru yolu kabul edenlerin hidâyetini arttırır.» (Meryem;76)
✧ Müslüman olmakla hidâyete eren, kafi derecede rızkı olup da ona kanaat edene ne mutlu! Hadîs-i Şerîf
✧ Bir kavim, içinde bulunduğu hidâyetten sonra sapıttı ise, bu mutlaka cedel sebebiyle olmuştur. Hadîs-i Şerîf
✧ Hidâyet kitabullahtır ki; o kitap hablu’l metindir, Kur’ân-ı Mu’ciz’ul beyandır, izzetle, hikmetle dolu hakikatler mecmuasıdır. Hadîs-i Şerîf
✧ «Allah’u Teâlâ hidâyet vermek istediği kimsenin sinesini İslâm için ferah ve geniş eyler.» (En’am, 125) âyet-i kerimesi geldiği zaman ‘Yâ Resûlallah, bu ferahlık ve genişlik nedir?’ dediler. Buyurdu ki: ‘Öyle bir nurdur ki, kalbe düşer, sine onunla ferah ve geniş olur.’
✧ ‘Bunun alâmeti nedir?’ dediklerinde, ‘Kalp, bu yalancı ve aldatıcı dünyadan kaçar, yüzünü ebedi olan âleme çevirir ve ölmeden evvel ölüm hazırlığı yapar’ buyurdu.
✧ Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Allah’u Teâlâ’dan gerektiği şekilde utanınız’ buyurdu. ‘Utanmıyor muyuz?’ dediklerinde, ‘Peki, yiyemeyeceğiniz kadar niçin mal topluyorsunuz? Ve niçin içinde oturamayacağınız binalar yapıyorsunuz?’ buyurdu.
✧ Allah kime rahmet ettiyse onu hidâyet eder. Kime inâyet ve hidâyet yetişirse, yüce mertebelerden, aşağı tabakalara inmez. Allah kimi yalnız bırakırsa, hevâsına uyar, hevâsı da onu Allah yolundan saptırırsa, işte onlar, bu nurun kendilerine ulaşmadığı ve isâbet etmediği kimselerdir. Böylece sapıklık ve ziyan içine düşmüşlerdir.
✧ Allah (celle celâlühû), size kâmil bir akıl, tam bir anlayış, duyan bir kulak, gören bir göz vermiş, sizi hayra ve şerre muktedir kılmış, her türlü özür ve engelleri tamamıyla sizden gidermiştir. Dolayısıyla, isterseniz hayırları yapmaya, isterseniz günah ve münkerleri işlemeye yönelebilirsiniz.
✧ İnsanın kalbi, terâzinin iki gözü gibi imana doğru eğilmeye elverişli olduğu kadar, küfre doğru eğilmeye de elverişlidir. Terâzinin gözleri boşken, nasıl kılı kılına beraber duruyorsa; kalb de, iman ve küfre karşı müsâvi olarak yaratılmıştır.
✧ İnsan hem hidâyete, hem dalâlete istidatlı yaratıldı. İstidatların muhtelif, müteaddit ve mütenevvi oluşu hilafet vazifesini deruhte etmek içindir. İnsanlar arası ihtilaflar rekabete, rekabet de ilerlemeye sebeptir.
✧ Peygamberlerin gelmesi ihtilafta haddi aşmamak içindir. Vuruşma dindeki ihtilaftan olur.
✧ Bir kimsenin hidâyete kavuşması, başkasını kurtaramadığı gibi, sapması da kendisinden başkasını mahvetmez. Rûhu’l-Beyan
✧ Hz. Ömer müslüman olmadan önce kölesini ‘Niçin müslüman oldun?’ diye kırbaçlıyordu... Manzara bir gün geldi değişti. Bir gün Kudüs’e gittiler; köle deve üstünde, Hz. Ömer ise yerde, elinde devenin ipi...
✧ Hidâyet, ona doğru yürüyenlere koşar. Yağmurdan kaçanın kuraklıktan yakınmaya hakkı yoktur. Selahaddin Şimşek
✧ Penceresi olmayan bir ev cehennem gibidir. Ey kul dinin aslı, mânevi bir pencere açmak ve oradan tevhit ve hidâyet ziyâsı alarak kalbi aydınlatmaktadır. Mevlânâ
✧ Senden 20 yaş küçük olan sakalın beyazlamış da, sen hala kapkara duruyorsun. Mevlânâ
✧ Doğru yolu oluşturan hukukullah ve hukuku’l ibaddır. Yani evlat hakkı, ana-baba, çocuk, yetim, yoksul, fakir, komşu, mürüvvet, işçi, tüketici, toplum vs. hakkı.
✧ Hidâyet isteyen, doğrulukta bile nefsine çatsın; nerede kaldı ki eğrilikte...
✧ Doğru yol, takvâ sahiplerine açıktır. «Kim Allah’tan sakınırsa onun için bir çıkış kılar.» (Talâk, 2) Bu yol, düşülen yanlış yollar, belalar, olumsuzluklar, sosyal ve ferdi çözümsüzlüklerden çıkış yolu olabilir.
✧ Âbid, irâdesini doğru yola sarf ettiğinde Allah da doğru yola irşad eder.
✧ Hikmetle uğraşanlar ışık, ilimle uğraşanlar yol gösterici, öğütçüler lamba, âkiller diri, câhiller ölüdür. Herkes beğendiği sınıfı seçsin.
✧ Tekvini hidâyet; yaratılışlarına uygun özellikleri vermesidir.
✧ İnsanın elinden tutan, Allah’tır. Hidâyet demini, yâni feyzini dâima O’ndan beklemek gerekir.
✧ Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin bulunduğu yere zâhir ehli bir zât gelip kendisini şöyle tanıtmış:
– Ben Allah’ın varlığını ve birliğini binbir delille ispat eden adamım!
Muhyiddin-i Arabî’nin cevabı şöyle olmuş:
– Demek senin binbir şüphen varmış!
‘İhdinâ’ duâsı, hedy masdarının ‘Kurban’ manasıyla, bize kurban kesme konusunu hatırlatır.
Kurban, sözlükte masdar olarak ‘yaklaşmak’, isim olarak da ‘Allah’a yakınlık sağlamaya vesile kılınan şey’ anlamına gelir.
Dini bir terim olarak kurban, ibâdet maksadıyla belirli vakitte (Kurban Bayramı günlerinde), belirli şartları taşıyan hayvanı, usulünce boğazlamak ya da bu şekilde boğazlanan hayvan demektir. Bu şekilde kesilen kurbana ‘Udhiye’, bunu kesmeye de ‘tadhiye’ denir.
Kişi, kurban ibâdeti ile, her şeyden önce, Yüce Yaratıcısının buyruğuna boyun eğmiş ve kulluk bilincini koruduğunu canlı bir biçimde ortaya koymuş olur. Müminler her kurban kesiminde, Hz. İbrâhim ve oğlu Hz. İsmâil’in Allah’ın (cc) buyruklarına mutlak itaat konusunda verdikleri başarılı imtihanın hâtırasını tazelemekte, kendilerini de onlarla beraber hissetmektedirler.
Kurban, varlığın sâhibine yönelişi sembolize eder. İnsanın emrine verilen maddenin, yine O’nun emrine sunulmasıdır. Ya da ‘O benim kurbanımdı, ben ise Senin kurbanınım’ demektir.
Allah’a yaklaşmak ancak ihlâs ve aşkla, yani Allah’ı gereği gibi sevmekle olur. Kurban bu aşkın bir aracıdır. Mümin, kurban keserek bu sevgisini gösterir.
✽ ✽ ✽
✧ Sevâbını düşünerek kurban kesmek, cehenneme perdedir.
✧ Gerçek kurban, tüm mâsivâdan benlik bakiyyesini ifnâ etmektir.
✧ Abdullah İbni Ömer (ra), âilenin her ferdi için kurban keser, sadece anne karnındaki çocuk adına kesmezdi. Muvatta
✧ İsmail’e inen kurban üç bin yıl önce Habil’in arzettiği kurban idi.
✧ Ana-babaya hediye için ayrı kurban kesenin, arefe günü değil, bayram günü kesmesi çok sevaptır. Bayram gününün kurbanı, sevapça başka günlerin yüz kurbanına bedeldir.
♦ Şehvet ve gadabın yok olması ve yerine nur gelmesi,
♦ Allah’ın zat, sıfat, ve fiillerine delâlet eden keyfiyeti kavramak.
♦ Nefis dâhil olmak üzere, mâsivayı terk edip Allah’a yönelmek.
Hidâyet dereceleri üçtür:
Hidâyet-i amme: Bütün canlılara menfaatı celb, mazarratı def etmek.
Hidâyet-i hassa: Müminleri cennete hidâyet.
Hidâyet-i ehas: Allah’a hidâyet.
Dört kısım insana dört şekilde hidâyet olunur;
1- Ârife mârifetle,
2- Evliyaya sıdk ve yakin ile,
3- Ebrara hilim ve ra'fet ile,
4- Müminlere istikâmetle.
Hidâyete Vesile Olmak
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. Ali’ye bir sancak verip Yemen’e gönderir. Hz. Ali (ra) huzuru ilâhiden ayrıldıktan sonra Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ebû Rafi’ye (ra): ‘Ya Eba Rafi git Ali’ye yetiş. Hiç durmadan geri dönsün ve vakit geçirmeden gelsin’ buyurdular. Bunun üzerine Ebû Rafi (ra) Hz. Ali’ye yetişir. Haberi bildirir. Süratle Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in huzuruna dönerler. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. Ali’ye şöyle buyurur:
‘Hz. Allah (celle celâlühû)’ın bir kimseyi senin elinle hidâyete erdirmesi, senin için güneşin üzerine doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.’
✧ Kim başkasını hidâyete çağırırsa hidâyete uyanların sevabı kadar sevap kazanır.
✧ Tuba gibi ol! Kökün cennette kalsın. Dalların yerlere insin, meyvelerinden bütün insanlar faydalansın.
Hz. Ömer (r.a.) zamanında bir kervan Medine-i Münevvere’ye geldi. Kervandakilerin hepsi kafirdi. Yorgun oldukları için konakladıktan sonra hepsi uyudular. Develerini ve yüklerini himayesiz koydular. Hz. Ömer bunları gördü. Düşündü; ‘Sakın bunların malları çalınmasın, ben mesul olurum.’ Bu endişe ile Abdurrahman b. Avf’a gitti. Abdurrahman b. Avf sordu: ‘Ya Emirel müminin bu saatte ne için geldiniz?’
-Ya Abdurrahman! Bir kervana uğradım. Konaklamışlar ve hepsi uyumuşlar. Malları çalınır diye korktum. Sen de gel, onların mallarını beraber bekleyelim.
İkisi beklediler. Sabah vakti kervandakiler uyandı. Emiru’l müminin dönüp gitti. Kervandakilerden biri, ‘Bu kimdi ki sabaha kadar bekledi?’ diye merak etti. Bekleyenin yeryüzündeki insanların en iyisi olan Hz. Ömer olduğunu öğrendi. Kervan halkına keyfiyeti bildirdi. ‘Onun kafirlere bu derece şefkat ve merhameti olduğuna göre Müslümanlara ne derece merhametlidir? Biz anladık ki onun dini hak dindir’ dediler. Hep beraber Hz. Ömer’in huzuru şeriflerine varıp Müslüman oldular.
♦ Hakkı tanır, hürmet eder, çiğnemez.
♦ Hak söze boyun eğer, itiraz etmez.
♦ Hakkı söyler, hakkı dinler, hakla yaşar.
♦ Haktan geldiği gibi haddi aşmadan, şaşmadan, sapmadan yine hakka döner.
✧ Gizli takvâ sahiplerinin şöhretleri yoktur. Kimse kendilerine itibar etmez. Bunlar hidâyet mumları, ilim çıralarıdır. Hadîs-i Şerîf
1- Yalancılık.
2- Küfürde ısrar etmek.
3- Zâlim ve fâsık olmak.
✧ Kimde hayır varsa ona birazcık vaaz ve nasihat yeterli olur. Kimde de hayır yoksa, onun hidâyete gelmesi için çalışılsa sonuç alınamaz. Bu, soğuk demiri dövmek, ateş olmayan ocağı üflemek gibi neticesizdir.
Hidâyet yolları; Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)’i sevmek ve ona uymak, duâ, tebliğ, iyi geçimdir. Bunlar hakkında sırasıyla gerekli açıklamaları yapalım:
1- Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)’i Sevmek ve O’na Uymak
✧ Peygamber sevgisini kazanıp, kendinden ve âilesinden üstün kılmak, Peygambere uyup, emir ve yasakları uygulamak gerekir.
✧ Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hidâyet nurunun tecessüm ve temessül etmiş şeklidir. Kim ona teveccüh ettiyse, hidâyet bulur.
2- Hidayet Duâsı
✧ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) hep şöyle duâ ederdi: ‘İlâhi, ben senden hidâyet, takvâ, iffet ve insanlara muhtaç bırakmayacak bir zenginlik isterim.’
✧ Hz. Ali (ra) demiştir ki; Resûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bana: ‘Allâhümmehdinî ve seddidnî / Allah'ım, beni hidâyete erdir ve beni düzelt’ de’, buyurdu.
✧ Resûl-i Ekrem bir sıkıntı ile karşılaştığı zaman; ‘Lahavle velâ kuvvete illâ billâh’ der ve işini Allah'a havale eder, O'ndan kurtuluş dilerdi. Sonra da şöyle duâ ederdi: ‘Allah'ım bana hakkı hak olarak göster ki, ben ona uyayım. Bana kötüyü kötü olarak göster ve ondan uzak kalmağı nasîb et. Senin hidâyetin hilâfına nefsimin arzusuna uyacak karışıklıklardan beni koru. Arzularımı senin tâatine tâbi kıl, rızânı bana nasîb et. Beni hakka hidâyet et. Sen dilediğini doğru yola ulaştırırsın.’
✧ Kul hidâyet istedikçe ve hidâyete uydukça, Allah’ın hidâyeti de dâima artar durur.
Canlar Canını Buldum
Canlar canını buldum, bu canım yağma olsun
Assı ziyândan geçtim, dükkanım yağma olsun
Ben benliğimden geçtim, sözüm hicabın açtım
Dost vaslına eriştim, günahım yağma olsun.
İkilikten usandım, birlik hanına kandım,
Derd-i şarabın içtim, dermanım yağma olsun,
Varlık çün sefer kıldı, dost andan bize geldi.
Viran gönül nur oldu, cihanım yağma olsun.
Geçtim bitmez sağınçtan, usandım yaz-ü kıştan
Bostanlar başın buldum, bostanım yağma olsun
Yunus ne hoş demişsin, bal-ü şeker yemişsin
Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun. Yunus Emre
3- Tebliğ
Tebliğ mi, tenkit mi?
Tenkitçilik bir hastalık mı? Evet. Onu bunu devamlı kötüleyen, hiçbir şeyi beğenmeyen, herşeyin kusurunu bulmaya çalışanlar bir çeşit hastadırlar. Tenkitçilikleri de kendini beğenmenin bir yansımasından başka bir şey değildir.
Halbuki insan, tenkitten önce bir düşünebilse, tenkidinin sebep olabileceği zararları tartabilse, kolay kolay tenkitçiliğe yanaşmazdı.
Tenkit neden zararlıdır?
Çünkü tenkit şevk ve ümidi kırar, gayreti söndürür. Tenkitlere hedef olmuş nice insan vardır ki, hayata küsmüş, kendini başıboşluğa bırakmıştır.
Herkes tenkide tahammül edemez. Şerefi zedelenen insan, gurur ve benlik meselesi yapabilir. Ve aynen karşılık verme yoluna girebilir. O zaman siz, ortaya çıkacak gümbürtüyü seyredin!
Bir ilim adamı, başarısının sırrını şöyle açıklıyor: ‘Bir tek kimsenin kötülüğünden bahsetmedim ve herkesin iyiliğini öne sürdüm.’
Tenkide giren insan, eğer tenkit ettiği kişilerin iyiliklerini, faziletlerini, güzel huylarını, faydalı hizmetlerini dikkate alabilseydi kusur arayıcı olmaz, zararlı tenkide yanaşmazdı.
Kardeşlerimiz, dostlarımız, arkadaşlarımız bizim birer uzvumuz değil mi? Yekvücut değil miyiz? ‘Nasıl bir insanın bir eli diğer eline rekabet etmez. Bir gözü bir gözünü tenkit etmez. Dili kulağına itiraz etmez. Kalp ruhun ayıbını görmez. Bilakis birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muâvenet eder.’
Tenkit etmemeli, tenkitten de korkmamalı. ‘Beni tenkit ederler’ diye iyi ve faydalı şeyleri söyleme, yazma ve yapmadan kaçınırsak bir adım ileri gidemeyiz. Olgun insan, tenkitleri tebessümle karşılar; ne kızar, ne öfkelenir. Gerçekten hatalıysa memnun olur, teşekkür eder, hatasızsa o hatayı işlememek için dikkatli davranır.
Ufak bir tenkitten kükremek, bağırıp çağırmak, hakarete ve mukabeleye kalkışmak ise basit insanlara yaraşan bir davranıştır.
✽ ✽ ✽
✧ Mümin kullarıma söyle; kâfirlere karşı en güzel sözü söylesinler, hiddet göstermeksizin en güzel delilleri ortaya koysunlar. Hadîs-i Kudsî
✧ Efendimiz Hz. Ali’ye buyurdu ki: ‘Ümmetim bir zâlime sen zâlimsin demekten korktular mı; onları bırak, aralarından çık.’ Hadîs-i Şerîf
✧ Bir gerçeği ortaya koyarken alaya alınmak bile şereftir. Kenan Rufai
✧ Cihad, daimi farzdır. Ya iyiyi emreder, kötülükten de nehyedersiniz, ya da Allah (cc) üzerinize zâlim bir sultanı musallat eder. Ebû’d-Derdâ
✧ İnsanları darıltmadan değiştirmenin sekiz yolu:
1- Onları medhetmekle ve samimi takdirle söze başlayınız.
2- Hatalarını doğrudan doğruya söylemeyiniz, misallerle anlatınız.
3- Başkalarının hatalarını tenkit etmeden önce kendi hatalarınızdan söz ediniz. Sonra onların iyi yönlerini anlatınız.
4- Doğrudan doğruya emir vereceğinize, sualler sorunuz. (Yapsak nasıl olur? Getirebilir misin? gibi) çünkü emir insanı soğutur, şevkini kırar.
5- Başkalarına şerefli olduklarını söyleyiniz. İtibarlı yaşamalarına imkan veriniz.
6- İnsanların gururunu koruyunuz, ruhunu okşayınız. Gurur hiçbir zaman rencide edilmemeli. Değer kazanan insan yer değiştirir. Tenkitler, hakaretler bir şey kazandırmaz, sadece söylenende nefret uyandırır.
7- Her insanda gördüğünüz ilerlemeyi takdir ediniz. Çünkü insan kendisinde bulunan kapasiteyi yavaş yavaş geliştirir.
8- İnsanları hatalarını düzeltmeleri için teşvik ediniz. Bir çocuğa, bir talebeye ‘acemi, beceriksiz’ demeyiniz; bütün azmini ve şevkini kırarsınız. İnsanlara daima güven ve cesaret veriniz.
✧ Nasihat mânevi bir kuvvettir.
✧ Öğüt vereni olmayan ve onları sevmeyen bir millette hayır yoktur. Hz. Ömer
✧ Bizi uyarmasanız sizde, sizi dinlemezsek bizde hayır yok. Hz. Ömer
✧ Sohbet vardır, kış gibidir; sohbet vardır, ilkbahar misali sayısız meyveler verir. Mevlânâ
• Eğer size, Bana susamış bir dertli gelirse, onu tedavi ediniz.
• Ben’den korkan biri gelirse, ona emniyet telkin edin.
• Gazabımdan korkan biri gelirse, bu yanlış îtikadından dolayı onu uyarın.
• Bana vuslatı arzulayanları tebrik edin.
• Bana doğru gelene azık verin.
• Benimle ünsiyet etmekten korkanları cesaretlendirin.
• Lütfumdan ümit kesene lütfumu vaad edin.
• Ben’den hayır bekleyeni müjdeleyin.
• Bana hüsn-ü zan besleyenin gönlüne genişlik verin.
• Beni sevene benim de kendisini sevdiğimi söyleyin.
• Şânımı yüceltenin siz de şânını yüceltin.
• Bana nasıl ereceğini sorana haber veriniz.
✧ Hamdun Kassar’a sordular: ‘Eski büyüklerin sözleri, bizim sözlerimizden daha tesirliydi. Bunun hikmeti nedir?’ Cevaben buyurdu ki: Onlar, Allahu Teâlâ’nın rızâsı, İslâmiyet’in yükselmesi ve nefislerinden kurtulmaları için konuşurlardı. Biz ise nefsimiz için, dünyalık ele geçirmek ve insanlar tarafından kabul görmek için konuşuyoruz. Böyle olunca, elbette sözlerimiz kimseye tesir etmez.’
✧ Helâk olan Sâlih kavmini Cenab-ı Hakk ‘Nasihat edenleri sevmezdi’ şeklinde vasfeder.
✧ Cehennemlik kulun aklına laf girmez.
Hz. Peygamber Allah’ın (celle celâlühû) dinini insanlara en güzel şekilde iletmiş ve bu konuda tebliğ vazifesini üstleneceklere en mükemmel örnek olmuştur. «Resûlüm! Sen Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.» (Nahl, 25) emrine imtisal etmiştir.
Her zaman kolaylaştırıcı olmuştur. Müminlere de ‘Kolaylaştırın, güçleştirmeyin’ diye tavsiyelerde bulunmuştur. İnsanlarla kaynaşmayı tavsiye etmiş, kabalığı yasaklamıştır. ‘Mü'min kendisiyle ünsiyet ve ülfet edilen kişidir. Başkalarıyla kaynaşmayan ve kaynaşmaya da kapalı olan kişide hayır yoktur.’
Asla insanlar arasında ayrım yapmamıştır. Herkese sevgi ile yönelmiş, kendisine iyilik yapanlara iyilikle karşılık vermiştir. Darda kalana, yoksula ve düşküne el uzatmış, kimseyi hakir ve hor görmemiştir. Amaları vali, aksakları sefir (elçi), köle çocuklarını kumandanlık vazifesine getirmiştir. Sözlerin en anlaşılan, en hoş, en hatırda kalan, en etkilisini kullanmıştır. Ne takip edilemeyecek kadar hızlı, ne de bıkkınlık verecek kadar ağır konuşmuştur. Gösterişten uzak, candan, samimi ve olabildiğince tabi davranmıştır.
Peygamberimiz insanları hakka, doğruya, güzele teşvik ederken onları icbar etmez, ikna ederdi. Müjdeler, nefret ettirmez, sevindirir ürkütmezdi. Ümmetine de böyle tavsiye ederdi. Gönlündeki taşkın muhabbetin eseri olarak hep güler yüzlü, tatlı dilli idi. Yüzünü görür görmez hiçbir delil aramadan Müslüman olanlar vardı. Onun tatlı sözlerini dinlemekten müşrikler bile kendilerini alamaz, gizli gizli gelip dipte köşede Onu dinlerlerdi. Onun muhabbeti öylesine coşkun öylesine kapsamlıydı ki, huzuruna gelen her mü'min en çok kendisini seviyor zannederdi. Çünkü Resûl-ü Kibriya hiç kimseden samimi takdirlerini sakınmaz, medihle, hoş sözlerle, güzel künyelerle söze başlardı.
Kimsenin hatasını yüzüne vurmaz, direk söylemez, misallerle anlatıp ikna yolunu tercih ederdi.
Günahlardan arınmış, ismet sıfatıyla pirü pak olmasına rağmen tevâzu edip kendisini zem ettiği bile olurdu. Yeter ki muhatabı ikna olsun, kalbi sükun bulsun, yaklaşabilsin.
4- İletişim
✧ ‘Bizi doğru yola hidâyet et’ diye duâ eden mümin, fiili duâ olarak da kendinin ve diğer din kardeşlerinin doğru yola gitmesi için ilim, amel, ihlâs üçlüsünü kazanma gayreti içinde bulunmalı. Bunun için de Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını, hikmet ve güzel bir anlatış tarzıyla tebliğ yapmalı. Tebliğin tesiri için de, sağlıklı iletişimler kurulmalıdır.
✧ Anne-baba, kız kardeşine, erkek kardeşine ve sırasıyla diğer yakınlarına iyilik et. Hadîs-i Şerîf
✧ Kim bir kimsenin kusurunu açığa çıkarmazsa diri diri toprağa gömülen kız çocuğunu kurtarmış gibi sevap alır. Hadîs-i Şerîf
✧ İnsanlarla geçinmenin yolu sabırdır.
✧ Kişiye toplum içinde öğüt vermek onu azarlamak demektir.
✧ İletişimde dikkat edilmesi gereken hususlar:
1- Muhataba saygı duymak, onların varlığını kabul etmek, olduğu gibi benimsemek.
2- Gerçekçi ve doğal, abartıdan uzak, olduğu gibi davranmak.
3- Dış dünyayı muhatabımızın penceresinden görmeye çalışmalı, kurulan bu duygu ortaklığı, iletişimi güçlü kılar.
✧ Allah ile musahabetin emirlerine uymakla,
Halk ile sohbetin onlara nasihat etmekle,
Nefis ile buluşman ona muhâlefetle,
Şeytan ile buluşman ona husumetle olsun. Zünnun-i Mısri
✧ Yeri geldiğinde düşmana bile bağış yapman iyidir. Çünkü ihsanla düşman bile dost olur. Dost olmasa bile hiç değilse kini azalır; çünkü ihsanda bulunmak kine merhem olur.
5- İyi Geçim
✧ İnsanlarla iyi geçinmek aklın yarısı olduğuna göre, iyi huylu olup ham-kâmil, bilge-câhil, büyük-küçük, köylü-kentli, fakir-zengin, yaşlı-genç herkesle seviyelerine, akıllarına, tiynetlerine uygun davranıp herkesle iyi geçinmeli. Tâ ki, İslâmı tebliğe gönül yolları açılmış olsun.
✧ Unutmayalım ki insanlar üzerinde otoriteyi sağlayan en güçlü faktör sevgidir.
✧ İnsanlar iki sınıftır. Bir kısmı âriftir. Ona karşı çıkma, eziyet etme. Bir kısmı ise câhildir. Onu da karşına alma, muhatap olup eziyet görme!
✧ Aklını, bir dostun aklıyla arkadaş et. ‘Ve emruhüm şûrâ beynehüm’ âyetini okuyup, mûcibince amel et!
✧ Nefsin kalbine bakmıyorsa, hikmet sahibi nükteli insanların sohbetine katıl! Kim hikmet nuruyla aydınlanmak istiyorsa anlayışlı ve akıllı insanlara danışsın, onlara dost olsun.
✧ Nefs ile ve onun mücahedesiyle başa çıkamazsan hakiki bir dostun yanına git, onun sîret ve ahlâkına sarıl. Mevlânâ
✽ ✽ ✽
✧ Hakiki kardeş, sana hatalarını bildirendir. Hakiki dost da, seni günahlardan sakındırandır.
✧ İnsanlarla iyi geçinmeyenler ziyâna uğrar, pişmanlık duyarlar.
6- Tatlı Dil
✧ Bir müslümanın güler yüzlü ve tatlı dilli olması, müslüman şahsiyetinin gereğidir. Allah bir insana her şeyin tatlısını, yalnız dilin acısını verdi mi, ne yapsa kâr etmez. Öylesinin sevimli, cana yakın olmasına imkân yoktur. Çünkü can yakar, kalp kırar ve gönül devirir.
✧ ‘Dil yarası, yaraların en derinidir’ derler, yani bıçak yarası kapanır ama dil yarası kapanmak bilmez. Nice insanlar vardır ki, dilleri yüzünden sevilmezler. Hatta, ‘Şeytan görsün yüzünü’ dedirtenler bile vardır. Ama tatlı dil öyle mi? Tatlı dil neler yapmaya kâdir değil ki? En öfkeli anlarda bile insanları yatıştırır.
✧ Bazı insanlar yapamayacağımız işleri bile tatlı dil ve güler yüzle bize yaptırırlar. Bazılarını dinlerken, konuşurken zevk alırız.
✧ Dünyada ilk öğrenilmesi gereken bir dil varsa, o da tatlı dildir.
✧ İnsanları doğru yola sevk etmek için de tatlı dil bir iksir görevi görür.
✽ ✽ ✽
✧ Tatlı suyun başı kalabalık olur. Mevlânâ
✧ İnsanlara olan beğenilerimizi, yakın çevremize olan sevgimizi, ya da hissettiğimiz herhangi bir olumsuzluğu kolaylıkla dile getirmeliyiz.
✧ Fesahat ve güzel konuşmayı kalp yapmalıdır; dilin iyi laflar etmesi faydasızdır. Geylânî
✧ Gönlü pak, dürüst, samimi insanlar, insanlardan gördükleri iyiliklere minnettar olur, bunu dile getirmekten çekinmezler. Bu insanlar alçak gönüllü, zarif ve nâzik kimselerdir.
✧ İnsanlara iyi sıfatlar veriniz; onlar bu sıfatlara yaraşır olmaya çalışacaklardır.
✧ İyi bir davranış, güzel bir beceri, üstün bir kâbiliyet kimde olursa olsun takdir etmek, teşvik etmek, saygı duymak insanlık icâbıdır.
✧ Samimi iltifatlar güzelliklerin artmasına vesile olacağı gibi, sanatkâra ya da mâhir bir insana moral vermek verim gücünü artıracaktır.
✧ Güzel sözler, petekten damla damla sızan bala benzer; insanın ruhuna tat verir. Hz. Süleyman
✧ Her insan tabi olarak medihden hoşlanır, zemmedilmekten incinir. Şu geçici ömürde insanları memnun etmek, iyi bir hatıra bırakmak varken, niçin rencide edelim ya da iyilikleri görmezden gelme nankörlüğünde bulunalım?
✧ Yakınında güleryüzlü ve tatlı sözlü komşuları bulunan bir evin kıymeti ve fiyatı fazla olur. ‘Dili leziz olanlar, gönüllerde aziz olurlar.’ Abdullah b. Ömer
7- Tebessüm
İslâm; selâmı, musafahayı ve din kardeşleri karşılaştıklarında kucaklaşmayı yaymayı teşvik etmiştir ki, kalpler arasındaki sevgi bağları devam etsin, müminler arasındaki kardeşlik bağları kuvvet bularak artsın da toplum müslümanlığını yaşasın ve hayattaki sorumluluklarını yerine getirsin.
İnsan, fıtratı icabı sevmeye sevilmeye ihtiyacı olan bir varlıktır. Bu itibarladır ki peygamberler, insanları güler yüzle ve tatlı dille Allah’ın dinine davet etmişlerdir.
Tebessüm, gönül kapısını çalan bir anahtardır. İnsanı erişilmesi imkansız görülen yerlerle ulaştırabilir. İnsanların evinde, iş yerinde, sokakta karşılaştıkları insanlara güven ve huzur veren tebessümlerini eksik etmemesi gerekir. ‘Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır’ atasözü, tatlı dilin yılana bile tesir yapabileceğine işâret etmektedir. Yılana tesir eden tatlı dilin, insana tesirinin çok daha anlamlı olacağını ise izaha gerek yoktur.
Müslümanlar kardeştirler. Birbirlerini Allah rızâsı için severler. Tebessüm, bu sevgimizi izhar etmektir ki, sadaka hükmündedir.
Tebessüm, tebliğde Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) en çok yardımcı olan duygudur. İçi, Cenâb-ı Hakk’ın hasretinden devamlı mahzun olduğu halde devamlı güleryüzle tebliğe devam etmiştir. Hatta bir tebliğ esnasında âmâ bir kimse kendisini sıkıştırması sonucu bir kerecik suratını astığı için Rabbisi onu Abese sûresiyle ikaz buyurmuştu.
Hadîs-i Şerîfler...
✦ Mümini güler yüzle karşılamak da olsa, hiçbir iyiliği küçümseme.
✦ Kardeşinin yüzüne tebessümün sadakadır.
✦ Din kardeşinin yüzüne karşı asık ve dargın çıkanlara Hz. Allah (celle celâlühû) buğzeder.
✦ Muhakkak ki Allah (celle celâlühû) kolaylık gösteren güler yüzlü kimseyi sever.
✦ Herkesi malınızla memnun etmeye gücünüz yetmez. Onları güler yüzle memnun edebilirsiniz.
✦ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) gaflet ve ölçüsüzlüğe delâlet eden kahkahayla asla gülmemiş, ancak mübarek dişleri görünecek şekilde sessiz tebessümü de terketmemiştir. Bunun içindir ki Abdullah bin Hâris: ‘Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) gülüşü sessiz tebessümden başkası değildir’ der. Cerir (ra) da şöyle buyurur: Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) İslâm’a girdiğim günden beri, beni hususi meclisinden asla menetmedi. Her bakışımda onu, bana tebessüm eder vaziyette görürdüm.
✦ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hayber’den dönünce Câfer b. Ebî Tâlib, kendini karşıladı. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun yanına giderek iki gözünün arasını öptü ve buyurdu: ‘Ben hangisine sevineyim? Câferin gelişine mi, Hayber’in fethine mi?’
8- Hoşgörü
İnsanları kusurlarından dolayı mahkûm etmek doğru değildir. Bizim, bütün münâsebetlerimiz müsamaha ve hoşgörü yörüngeli olmalıdır. Bugün, bizi tenkit eden ve en ağır üslûpla eleştirenlere karşı, eğer biz mülâyemet eksenli üslûbumuzu ısrarla sürdürürsek, ekseriyeti itibariyla bunlar, bir gün gelecek bizim en samimi dostlarımız olacaklardır.
İnsanlarla ilişki kurarken öğrenmeniz gereken ilk ders, onları mutlu olduklarına inandıkları yoldan çevirmemektir. Kuşkusuz, eğer bu yol sizin mutluluğunuza engel olmuyorsa.
Dâima hayır bulmak isteyen, her şeyi hayra yormalıdır. Olumludan olumsuz şeyleri çıkarmak hoş görüye sığmaz.
Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabı, gençlerin bazen çocukluk yapmasını hoş karşılarlardı. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: Çocuğu olan çocuklaşsın.
Biz, en sevgili amcasını şehit eden kimseye tebliğ mektupları yazan ve affeden bir Peygamberin ümmeti olarak, tebliğ görevimizi yerine getirmek için hoşgörüyü kuşanmalıyız. Aksi halde davetimiz fayda yerine zarar getirir. Nitekim büyükler, ‘Nasihat, herkesin diline düştüğü için tesirini kaybetmiştir.’
✽ ✽ ✽
✧ Nefret ettirmeyin, sevdirin. Zorlaştırmayın, kolaylaştırın. Korkutucu olmayın, müjdeleyici olun. Yargılayıcı olmayın, bağışlayıcı olun. Selâmı yaygınlaştırın, onda rahmet vardır. Hadîs-i Şerîf
✧ Sevmeyerek baktıklarından beni fenâ görüyorlar. Severek baksalardı, beni fenâ görmekte oldukları şeylerin iyi olduğunu görürlerdi. İbni Sina
✧ Ey Âdemoğlu! Kendi gözündeki merteği görmezsin, fakat kardeşinin gözündeki çapağı kaçırmazsın. Allah katında kulların en sevimlisi, Allah’ın kullarını seven ve onlara hoş muâmelede bulunanlardır.
✧ Sevdiğinin kusurunu hoş görmeyen, sevmiyor demektir.
✧ Düşmanlarım bana ne yapabilir? Hapsedilmem halvet, sürülmem seyahat, öldürülmem ise şehâdettir.
✧ Her suçluya karşı iyi davranmayı kendime borç bildim. Çünkü insanlar şu üçünden biridir: Şerefli, bayağı ve normal.
Benden üstün olanın değerini itiraf ederim, suçuna göz yumarım.
Bayağı kişiye karşı susmakla nâmusumu ve şerefimi korurum.
Her bakımdan benim gibi olan normal kişiye gelince, onun kusuruna bakmam, bağışlarım. Çünkü bağışlayan, dâima hâkim durumdadır. Mahmud el-Verrak
✧ Nefis kendini ne kadar suçlu olsa da, hoş görür. Çünku insan kendini her şeyden çok sever. Nefis menfaat penceresinden bakar senin fikrini görür ve konuşmalarına şehâdet eder de yüzüne vurmaz. Her ne dersen güler ve ‘evet’ der. Ama insan esasen kendi ayıp ve kusurlarını farkeder; ama gizli kalmasını ister. Allah dostları da din kardeşlerini kendi gibi görüp, kusurlarını hoşgörür.
Benlik davasını bırak, muhabbetten olma ırak,
Sevgi ile dolsun yürek, hoşgörülü olmalıyız.
Güç yeter mi tatlı söze, yılanı getirir dize,
Çıkaryol değildir nizâ, hoşgörü yakışır bize.
Fikir silâh ile susmaz, adâleti kesmez bıçak,
Kardeş kardeşine küsmez, hoşgörü eder yüzü ak.
9- Nezâket
Nezâket ve zerâfet insan ruhunda bulunan güzel hislerin hâriçteki tezâhürüdür ki, muhâtapların kalbine (az-çok) mutlaka tesir ve nüfuz eder. Nezâket en katı yürekli insanları bile etkiler.
Nezâketin tesiri, içten samimi olmasına bağlıdır. Gösteriş için yapılan nezâket sûni çiçekler gibidir. Nezâketsiz kimselerle konuşmak ise insana ıstırap verir.
Kaba ve haşin bir kimse çok güzel şeyler de anlatsa kendisini dinletemez. Anlattıkları insanlarda müsbet tesir yapmaz; etrafındakiler dağılır, gider. Nitekim Cenâb-ı Hakk «Sen onlara yalnız Allah’ın rahmeti sayesinde yumuşak davrandın, kaba ve katı yürekli olsaydın muhakkak etrafından dağılıp giderlerdi. Bunun için onları bağışla ve Allah’dan onlar için mağfiret dile; iş hususunda da onlarla müşavere et; ama bir defa karar verdin mi; artık Allah’a güven. Çünkü Allah kendine güvenenleri sever.» (Âl-i İmran:159) buyurmuştur.
✽ ✽ ✽
✧ İnsan, yanında bulunan hizmetliye ‘genç yiğidim, genç kızım’ desin; ‘kölem cariyem’ demesin. Hadîs-i Şerîf
✧ Şu dört şey nezâket gereğidir:
1- Kardeşine itiraz etme,
2- Onunla boş konuşma,
3- Şaka yapma,
4-Ona bir söz verip, sonra ondan cayma. Hadîs-i Şerîf
✧ Peygamberimizden bir şey istenip de ‘Hayır’ dediği asla vâki olmamıştır. Buhari
✧ İncelik, ilk anda haklı olduğunu iddia etmeme büyüklüğüdür.
✧ Kaldırımda yürürken, caddeden hızlı geçen bir araba üzerinize kirli su sıçratsa dahi nezâketinizi korumalısınız.
✧ Cömertlik ve nezâket, kendilerini takip eden bir bidat olmadıkça ikisi de dünya ve âhiretin ayıplarını örter.
✧ Herkesin yanında birbirleriyle tartışan, alay eden, sesini yükselten, nezâketsiz birini gördüğünde onun başına bir tas su dök. İmâm Şâfî
✧ Nezâket, ister iskarpin giysin ister çarık; bastığı yeri çamurlamaz. Cenap Şahabettin
1. Geçmişteki hatasını kişinin yüzüne vurmamak. Birikmiş sıkıntıları gündeme taşımamak.
Hz. Yusuf şöyle der: «Şeytan kardeşlerimle aramı bozduktan sonra..» burada suçu kardeşlerine vermeyip, şeytana vermesi, muhataba olan saygı ve nezaketini göstermektedir.
2. Karşıt fikirli olsa bile, büyüklere, emeği geçenlere kaba davranmamak.
Hz. İbrâhim put yapan babasına «Ey babacığım» diye sesleniyordu.
Hz. Mûsâ’ya Allahu Teâlâ «Ona yumuşak konuşun» diye emretmişti. Firavun’a karşı bu tavrı öğretmesi, zamanında ona on yıl babalık yapmasındandır.
3. Ne kadar samimi olursak olalım, kişisel sınırları aşmamak, mesafeyi daima itinayla korumak.
«Evlere kapılarından girin, izin almadan girmeyin» âyetleri bize yakınlığın zerâfeti kaldırmamasını hatırlatır.
4. Muhatabımızın kim olduğuna bakmaksızın güzel konuşmak, çirkin sözleri hayatımızdan çıkarmak.
«Gıybet etmeyin, tecessüs etmeyin, yalan söylemeyin, kimseyi yüzüne karşı ayıplamayın» âyetleri bize bu konuda dikkatli olmayı öğretir.
5. Büyüklerin yanında ses yükseltmemek, asla önlerine geçmemek.
«Ey iman edenler, Allah ve Resûlünün önüne geçmeyin, sesinizi Resûlullah’ın sesinden yüksek çıkarmayın» âyetlerinden bu hüküm anlaşılmaktadır.
6. Büyüklerden bahsederken onların zaaflarını,aktarmamak.
Hz. Sâre’nin Hz. İbrâhim için yaşlı kelimesi yerine «Şeyhî / şeyhim» demesi, Hz. Şuayb’ın kızlarının babaları için kör, gözleri görmez, ihtiyar demeyip «ve ebûna şeyhun kebir / babamız büyük bir şeyhtir» demeleri bize bu konuda nasıl davranmamız gerektiğini göstermektedir.
Din-i İslâm’ın, kitabullahın, sünnet-i Resûlullah’ın ne kadar mükemmel, ne kadar doğru olduğunu anlamamız için yüce Mevlâmız bize bir benzetme (istiare) yapıyor. Hak dini düz, geniş, donanımlı, menzile ulaştıran bir caddeye benzetiyor.
Diyelim, bir yolculuk yapıyoruz, bir şehre gidiyoruz. Oranın ana caddesini bulup elimizdeki haritayla o caddeye girdiğimizde trafik levhalarını takip ede ede menzile ulaşabiliriz. Ama ana yolu bırakıp tali yollara girdiğimizde hem zahmete girmiş oluruz hem de trafik levhalarından istifade etmemiz mümkün olmaz.
Ayrıca ‘sırat’ kelimesi, sırat köprüsünü de hatırlatıyor (tecessüm).
Yani; hayattayken doğru yolu tutup Mevlânın istediği doğrultuda yaşamazsan, kendi cüzi iradeni O’nun külli iradesinde yok etmezsen, O’nu râzı etmezsen sonunu düşün. Sonunda cehennem üzerine kurulan bir köprüden geçmek zorunda kalacaksın. (Meryem,71-72)
Dünyadaki kulluk görevini yapıp yapmaman senin o günkü kaderini çizecek. Dönüşü olmayan bir yolda yolculuk yapacaksın. Asırlar boyu süren bir yolculuk. Öyle bir yolculuk ki; inişli yokuşlu, uçurumu ateş olan mecburi istikâmet.
Önce sana doğru yol gösterilmiş, rehber olarak dünyanın en dürüst, en zeki, en akıllı, en bilgili, terbiyesini bizzat Hakk’tan alan, hatta bir ismi de ‘Sıratun Müstakim’ olan Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderilmiş. Ona uyman gerektiği yüzlerce defa hatırlatılmış, Hakk’a giden yol bütün ayrıntıları ile tarif edilmiş, bizzat tatbik edilerek öğretilmişti. Hayatını o tarife göre tanzim edersen, o yol seni bahtiyarların yaşadığı mutluluk ve ebedilik ülkesine götürecek. O tarife uyarsan, dünya hayatın da peşinen bir cennet olacak. «Bu ikisinden başka iki cennet daha var.» (Rahman;62)
Yalancı dünyada bir bodrum kata sahip olmak için yüz binlerce liraya ihtiyacın olduğunu pekala biliyorsun. Ebedi, mükemmel, son derece lüks cennetlere bedavadan sahip olunur mu? Öyle cennetler ki; altından kanalizasyon değil, berrak, içinin inci mercanları görünen, arı duru, hizmete hazır nehirler akar. Üşütme, boğulma, namahrem korkusu gibi bütün korkulardan uzak. Daima ılıman iklim, her çeşit meyve dolgun, olgun, sahibine kolaylık olsun diye sarkmış. Sulamaya, bakıma, ilaçlamaya, bahçıvana, kuvvete ihtiyacı yok. Rahmanın vasıtasız ihsanı...
Tıpkı güneş gibi, ay gibi, bulut gibi kulların dahli olmadan ihsan edilen nimetler. Üstelik ağaçların tomurcuklarından nadide, şeffaf, rengarenk, zevklere uygun elbiseler çıkacak. Daha bize bildirilmeyen nice süpriz ihsanlar... Fakat buraya güzel ahlâklı, temiz yürekli, incinmeyen, incitmeyen, zarif, kibar, muti, Allah’ın bilgisi ve sevgisiyle donanmış seçkin kullar girebilecek.
Kadro sınırsız; davet umumi «Allah selâmet yurduna çağırır.» (Yunus; 25) Seçimini doğru yapan doğru yola... Sıratı müstakimi yol edinen her mümin bu nimetlerin namzedi. Hem de direkt aday; aday adayı değil. Bu yolda hile, rüşvet, para, mevki, soy, güzellik, diploma asla geçmez. Ancak kişinin bizzat kendi gayreti, kulluğu, ibâdeti, sâlih ameli, Muhammedi ahlâkı, hakiki imanı geçerli olur.
Bu yol tâlimatını aldıktan sonra, yolun niteliğini tanıyalım.
Noktaların Çizgisi
Hani şu daima şahit olduğumuz elektrik ışığını devamlı yanıyor zannederiz ya. Oysa o devamlı yanıp sönmenin neticesidir. Çok hızlı olduğu için biz cüzleri kül sanırız. Işığın sürekli yanıp sönmesindeki serilik, bize bütün hissi verir.
İşte bunun gibi, sırât-ı müstakîm; her şeyin itidal noktasının birleştiği, düz çizgi gibi bir yol. Nasıl mı?
Üç bölümden oluşan bir bütün
Dinimiz üç bölümden oluşan bir bütündür: İtikat, ibâdet, ahlâk. Bunlar sacayağı gibi birbirinden ayrılmaz unsurlar; biri olmasa, öbürleri de iptal olur.
İnanılması gereken altı şarta ifrat tefrite taşmadan, bütün gönlümüzle inanmak. Dil ile ikrar, iş ile tasdik etmek.
Mesela kader inancını ele alalım. Doğru görüş, ehl-i sünnet ve’l cemaatin görüşüdür ve şöyledir: Bir işin olmasında kul kazanan kâsib, Cenab-ı Hak yaratan hâlıktır.
Şöyle ki; biz namazı kılmaya niyet edip eyleme geçmek istediğimizde Rabbimiz bizde o kuvveti halk ediyor. Ve biz o fiili yapabiliyoruz. Biz böyle bir niyete girmeyip, ‘Ne yapalım, Allah kısmet etmedi, etseydi kılardım’ şeklinde cüzi irademizi terk edersek, Allah’a karşı iftira, nankörlük, umursamazlık olur. Buna kaderiye mezhebi denir. Bozuk mezheplerden biridir. İmanın tefritidir. Bu tipler şeytan gibi, her şeyi Allah yarattı, benim ne suçum var, diye düşünen ya da söyleyen, kaytarmacı, bozuk inançlı kimselerdir.
Ya da tam tersi, külli iradeyi inkar edip her şeyin cüzi iradeyle olduğunu sanıp ‘Kul fiilinin hâlıkıdır’ diyen cebriye mezhebi. Bu da itikatta ifrat ile sırât-ı müstakîmden ayrılma bedbahtlığıdır. Bu tipler nemrut gibi bâtıl felsefeleriyle, İbrâhimlerle tartışan eblehlerdir. Her şeyi kendi irade ve kudretiyle yaptığını savunup, çevresine süper güç olduğunu söyleyenler, sonunda bir sinekle belalarını bulup, bu küstahlıklarının cezasını iki cihanda çekerler.
Allah’la harbe girmenin, Peygamberle alay etmenin, müminlere eziyet etmenin ne demek olduğunu çok geçmeden anlarlar. Ama ne yazık ki cehennemin dönülmez yoluna çoktan revan olmuşlar, hak ettikleri akıbete uğramışlardır ve uğrayacaklardır.
İbâdet, kendi bünyesinde ikiye ayrılır:
1- Kul ile Allah arasında olan (namaz, oruç vs)
2- Kul ile kullar arasında olan. Buna fıkıh dilinde ‘muamelat’ denir. Bu bölüm hayatımızın her lahzasını içine alır. Gerek kendimize karşı görevlerimizde, gerek diğer insanlara ve varlıklara karşı görevlerimizde takip edeceğimiz tutumlarımızda uymamız gereken prensipler zinciri.
Yemek yemek, konuşmak, giymek, mesken edinmekten tut da, kültür, ticaret, sanayi, ferdi ve toplumsal her iş, oluş, davranış ve fiillerde takip edeceğimiz yol.
Bunlarda da vahyin verdiği ölçüye uymak itidal. Yani sırât-ı müstakîm. Ondan geri ve ileri hududun aşılması ifrat ve tefrit. Şöyle ki:
Allah’a karşı vazifelerimizde, mesela farz oruçlarda bilerek kaytarmak tefrit, bir gün bile bırakmadan tüm seneyi tutmak ifrat. Ramazan orucunu meşru bir mazeret olmaksızın bütünüyle tutmak ve bazı nafileleri sünnete uyarak tutmak itidal.
Kullarla aramızdaki muamelelerde, ana baba ve büyüklere saygılı olmak, itaat etmek itidal. Haram ve farz konusunda engellemek isterlerse onları dinlemek tefrit. Çünkü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Allah’a isyanda kula itaat yoktur’ buyurmuştur. Büyüklerimizi meşru konularda dinlememek, asi olmak ise ifrat.
Kendisine «Nun, Kalem ve yazdıkları hakkı için! Sen Rabbinin nimeti ile mecnun değilsin. Ve tükenmez bir ecir var muhakkak senin için. Ve muhakkak sen pek büyük bir ahlâk üzeresin.» (Kalem; 1-4) diye iltifat edilen Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) güzel ahlâkını oluşturan 76 tane ahlâk-ı hamideyi taşımak itidal. Ona ters düşen 60 ahlâk-ı rezile de durumlarına göre ifrat ve tefriti oluşturur. Misallendirecek olursak;
Cömertlik itidal, cimrilik tefrit, israf ifrat.
Cesaret itidal, korkaklık tefrit, cazgırlık ifrat.
Bütün bu ölçülerle ahlâkların itidalini öğrenip sırât-ı müstakîmi oluşturan çizgiye itidal noktalarını kaydedebiliriz. Aynı şekilde itikadın, ibâdetin bütün evrelerinde Kur’an’a, İslâm’a göre itidallerini bulup sırât-ı müstakîm çizgisine ilave edebiliriz. Böylece kastedilen Sırat-ı Müstakim yolunu yakalayabiliriz.
Çünkü yüce Kur’an’ımızda «Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde ne varsa yine O bilir. Bir yaprak düşmez ve yerin karanlıklarına bir tane gitmez ki O bilmesin. Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, o herşeyi açıklayan kitapta bulunmasın.» (En’am, 59) buyurarak hayatımızın her zerresinde bize iyiyi, güzeli, itidali bildirdiğini ilan ediyor. Bize düşen kolları sıvayıp önce farz-ı ayn olan ve nehyedilen hükümleri öğrenip uygulamaya geçmek.
✧ «Allah’a ibâdet edin. Doğru yol budur.» (Âli İmran,51)
✧ Allah size sırât-ı müstakîmi şu misalle anlatıyor: O, inişli-çıkışlı bir köprü ve yoldur. Köprünün kenarlarında sur ve sınırlar, bir de dışarıya açılan kapı ve pencereler vardır. Kapıların üzerinde de örtülmüş örtüler vardır. Her kapının yanında birisi; ‘Ey insanlar! Doğru yola girin ve sakın eğri büğrü yaşamayın’ demektedir. Bir de köprünün üzerinde birisi vardır ki o da, bir insan o kapılardan birisini açıp dışarıya bakmak istediği zaman; ‘sakın kapıyı açma’ der. Dikkat edin! Sırat, o inişli-çıkışlı yol, İslâm’dır. Etrafındaki surlar Allah’ın tayin ettiği şeriat sınırlarıdır. O kapılar da muharremattır. Allah’ın yasak ettiği şeylere o kapılardan çıkmakla girilir. (Bu nedenle hadislerde ahir zamanda çıkacak Deccal ve Süfyan’ı görmek üzere başını dışarı çıkaran kimselerin boynuzları çıkacak ve bir daha kafalarını içeriye alamayacaklar, şeklinde rivâyetler vardır. Yani insan başını şeriatın sınırları dışına çıkardığı zaman bir daha içeriye çekmesi çok müşkül olacaktır.) Sırat üzerinde bağırıp çağıran ve doğru yola girilmesini emreden Kur’an’dır. Sırat üzerinde seslenen ise müslümanların vicdanlarıdır. Hadîs-i Şerîf
✽ ✽ ✽
✧ Sırat-ı müstakim Allah’ın dosdoğru yolu anlamına gelir. Dosdoğru olmak (istikâmet) ise sağa ve sola sapmaksızın tek bir yön üzere devam etmek demektir. İslâm’ın diğer adı da sırât-ı müstakîmdir.
✧ ‘Sırat’ kelimesi ‘fial’ veznindendir. Bu vezin şumul içerir. Dolayısıyla bu yol bütün yolcuları taşır. Onlara dar gelmez, geniştir. Tarik kelimesinde ‘feil’ vezninden dolayı böyle bir mana yoktur. Sebil de yine ‘feil’ veznindedir. Onda da bu genişlik manası yoktur.
✧ ‘Sırat’ kelimesi müfred ve iki şekilde muarref (Mevsuf ve muzaf) olarak geldi. Müstakim olarak vasıflanması, tek bir yol olduğuna delâlet eder. Çünkü iki nokta arasında dosdoğru bir yoldan başkası yoktur. Aynı zamanda maksuda ulaştıran en kısa yol olduğuna ve yolcuya güç gelmediğine işâret eder.
✧ Araplar, eğri yola da doğru yola da ‘Sırat’ derler. O yüzden özellikle doğrulukla sıfatlanmıştır.
✧ Sırat; cadde, anayol anlamlarına gelir. Kur’anda Allah’ın yolu dışındaki yollar için sırat kelimesi kullanılmaz. «İşte Benim doğru yolum (sıratım) ona uyun O’nun yolundan ayıran başka yollara (sübül) uymayın.» (En’am,153)
✧ Hem ‘elif-lam’, hem izafetle mârife olması tayine ve ihtisasa delâlet eder. Yani tek bir yoldur. Ama gadab ve dalal ehlinin yolu çoktur. Buna Enam;153 de işâret eder.
✧ Kur’an, sebil’in tersine sırat’ı her zaman tekil kullanır. Sebil, hem tekil hem çoğul gelmiştir.
✧ ‘Sırat’ kelimesi Kur’an’da türevleriyle birlikte 45 kez yer alır. En çok da bu âyetteki gibi ‘sırât-ı müstakîm’ şeklinde geçer.
✧ ‘Sırat’, ‘sin’ ile okunduğu zaman, yol yolcuyu yuttuğu için sırat denmiştir.
✧ Sırât-ı Müstakîm’in istikâmet özelliği onun yakın oluşunu da kapsar. Çünkü doğru çizgi, iki noktanın arasını birleştiren en yakın çizgidir. Çizgi eğrildikçe uzar da uzar.
✧ ‘Sırât-ı müstakîm’ kitabullahtır. Hadîs-i Şerîf
✧ Sırât-ı müstakîm, Hac yoludur. Fudayl b. İyad
✧ Doğru yol; Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile ondan sonra gelen iki arkadaşıdır. Ebû’l Aliye
✧ ‘Sırât-ı müstakîm’ ehl-i sünnet ve cemaat yoludur. Sehl b. Abdullah
✧ İnsanı amacına kısa yoldan ulaştıran metoda yol denir.
✧ İstikâmet kelime anlamı olarak düzgün bir yolda olmak demektir. Bir anlamı da hak yolda olmak, hak yola girmek demektir.
✧ Verilen söze bağlılık, dini ve dünyevi işlerinde orta yolu takip etmek manasına da gelir.
✧ İstikâmet üzere olma, Kur’an’ın gösterdiği gibi davranışlarda ve ibâdetlerde dosdoğru olmaktır. Emredileni, istenildiği kadar yapmak, Allah’ın hükmünü, onun râzı olacağı şekilde yerine getirmektir.
✧ Yolunuzu her gün değiştirirseniz, varmak istediğiniz yere varamazsınız.
✧ Kur’an’ın irşad ettiği yol en sağlam yoldur. Başka irşad yolu aramak divaneliktir.
✧ Yolsuzluk o kadar çoğaldı ki, çiğnenmedik güzellik kalmadı.
✧ Gayri meşru yollar ile bir maksadı takip eden, çoğunlukla maksudunun zıddıyla ceza görür. Avrupa muhabbeti gibi gayrı meşru muhabbetin akıbetinin mükâfatı, mahbubun gaddarane adavetidir.
✧ Gayeye yolsuzlukla değil yoluyla ulaşılır.
✧ İnsan bir yolcudur, yolcunun kılavuzu Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), haritası Kur'an, pusulası akıl, sermayesi iman, azığı amel, yakıtı sevgi, karakteri ahlâk, aksesuarı edep, sıfatı merhamet, adı şeref ve izzet, modeli müebbet, parolası sabır ve sebat olmalıdır.
✧ Sevilmeyen yol kalabalık da olsa ıssızdır.
✧ Kendini Hak yoluna vakfet. Yaratılmışlardan gözünü kapa ki Allah’ın rahmeti sana akar gibi gelsin.
✧ İnsan kendi yanlışı yüzünden yolunu kaybeder. Yolsuzluk yolu kaybetmişlerin yoludur.
✽ ✽ ✽
✧ Sırat kelimesi inişli çıkışlı, bazen dar, bazen geniş, geçmesi, aşması zor bir yol manasına gelir. Sanki bize, Allah rızâsına giden geçilmesi zor bir yolu ve Cehennem üzerine kurulan, Cennete geçmek için üzerinden geçmekle mükellef olduğumuz Sırat’ı hatırlatıyor.
✧ Sırat, hadislerde cehennem çukurlarının üzerinden geçip cennete uzanan kıldan ince, kılıçtan keskin yol için kullanılır. İnsan dikkat etmezse ve Allah’ın yardımı olmazsa her an doğru yoldan çıkabilir. Çünkü şeytan ve dostları müslümanları bu yoldan çıkarabilmek için Allah’ın doğru yolunun üzerinde oturmaktadırlar.
✧ Münâfıklar Sırat üzerinde müminlerin nurundan istifade edemeyip karanlıkta kalarak cehenneme düşerler. Sırat üzerine kâfirler sürünerek gidip cehenneme düşerler.
✧ Kıyâmet gününde insanlar sırat köprüsünden geçerler. Sırat köprüsü kaygandır. Üstünden geçenleri düşürür ve cehennem düşenleri içine alır. Onların üzerlerini kaplar. Ah çekip inlerler. Onlar bu durumdayken Allah’tan (celle celâlühû) bir nidâ gelir ve; ‘Ey kullarım! Dünyada neye ibâdet ederdiniz?’ der. Onlar da; ‘Rabbimiz! Sen daha iyi bilirsin. Biz sana ibâdet ederdik’ derler.
✧ Bunun üzerine hiçbir mahlûkun duymadığı bir sesle kendilerine karşılık verilir ve Allah (celle celâlühû); ‘Bugün sizleri benden başkasına terketmemem haktır. Sizi bağışladım ve râzı oldum’ buyurur. O zaman melekler onlara şefaat eder ve böylece o yerden (cehennemden) kurtulurlar. Altlarındaki cehennem ehli ise şöyle derler: «Şimdi artık bizim ne şefaatçimiz var, ne de yakın bir dostumuz. Ah keşke (dünyaya) bir kere daha dönebilsek de, müminlerden olsak...» (Şuara, 100-102)
Sonra herkese Sırat’tan geçmesi emrolunur. Sırat kıldan ince kılıçtan keskindir. Bu dünyada sırât-ı müstakimde olan, yani doğru yolda gidenler, o Sırat’ı kolaylıkla geçerler. Doğru yolda bulunmayanlar, Sırat üstünde yürüyemezler ve cehenneme düşerler.
Sırat’ın başında herkesi tutarlar, yaptıklarının hepsinden sual sorarlar. Sâdıklardan ise sıdkın, doğruluğun hakikatı sorulur. Münafıkları ve riyâkârları utandırırlar, rezil ederler. Bir grubu hesabsız cennete gönderirler. Bir kısmının hesabı kolay olur, bir kısmının zor olur. Sonunda bütün kâfirler cehenneme atılır. Asla kurtulamazlar.
Müslümanların mutîlerini cennete gönderirler. Asilerini cehenneme gönderirler. Peygamberlerin ve din büyüklerinin şefaatına kavuşan affedilir. Şefaat olunmayanlar cehenneme götürülür. Günahı miktarınca ona işkence yaparlar. Sonunda cennete götürülür.
✧ Kurbanları büyük kesin; çünkü onlar, Sırat üzerinde sizin bineklerinizdir. Hadîs-i Şerîf
Gözlerimiz kararır köprü varken Fırat'ta,
Hâlimiz nice olur, kıldan ince Sırat'ta?
✧ «Sizden Cehenneme uğramayacak yoktur. Bu, Rabbinin, yapmayı üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra biz, Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanları kurtarır, zâlimleri de orada diz üstü çökmüş olarak bırakırız.» (Meryem,71-72) Herkesin cehenneme uğraması Sırat aracılığıyla olacaktır.
✧ Mü’minlerin sırat üzerindeki (tanınma alameti), ‘Rabbim selâmet ver, selâmetle geçiriver’ demeleri olacaktır.
✧ Doğru yol, Kur’anın gösterdiği ve tüm peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed’in yaşadığı en doğru yol ve sapasağlam dindir.
✧ Doğru bir yolun beş özelliği bulunmalıdır:
1- İstikâmet
2- Hedefe ulaştırmak
3- Kısa ve yakın olmak
4- Gelip-geçenler için geniş olmak
5- Maksada ulaştırdığının belirgin olmasıdır.
✧ Sırât-ı müstakîmden başka bir yolla asla Allah’a (celle celâlühû) kavuşulmaz.
✧ Doğru yola uyun, bunun dışında başka yollara gitmeyin ki, parça parça olup hak yoldan sapmayasınız.
✧ Seni lüks ve konfora götürenlerin yolu bozuktur. Seni imtihan ve sıkıntılara dûçar olanların yoluna götürüyorlarsa, Peygamber ve sâlih insanların yoluna itilmişsin demektir.
✧ Doğru bir yol vardır, lâkin bir bucakta gizlidir. Onu bulmak her yeri dolaşıp aramaya bağlıdır.
✧ Kulun Allah (cc) yolunda çalışması, Allah’a olan sevgisindendir.
✧ Doğru yola iletilmenin işâreti, iyi işler yapmaya ve sâlih amel işlemeğe koyulmaktır. Sâlih amel de sırf Allah için yapılan iştir. Sadece iman, mü’min’in ebediyyen cehennemde kalmasına engel ve cennete girmesine yardımcı ise de, amel, iman nûrunu arttırır ve mü’minin kalbi amelle nurlanır.
✧ Doğru yolda kaybolmuş kişiyi görmedim.
✧ Mühtedî (doğruyu bulan kimse), dünyayı bırakıp, âdetler peşinde koşturmayıp, ibâdet ve taatle uğraşan kimsedir. Yoksa kişinin kafasının estiği doğrultuda hareket etmesi, hevâsıyla hidâyetini birbirine karıştırması durumunda, o kimse hidâyete eren biri olamaz.
✧ Yol arayışına girme, yol belli; sen yolcu ol.
✧ Eğer her fuzûli kişi Allah’ın fazl ve keremine nâil olup hidâyet yolunu bulsaydı, Allah bu kadar peygamber gönderir miydi?
✧ ‘Doğru yol’ bazen düşülen yanlış yoldan, belalardan, olumsuzluklardan çıkış yolu da olabilir.
✧ Doğru yoldan ayrılan, kötülüğe anahtar; doğru yola giren, kötülüğe kilit olur.
✧ Doğru yolda giden kaplumbağa, eğri yolda giden yarış atını geçer.
✧ Doğru yol Allah yoludur, yan yola sapan şeytan yoluna girer.
Yahudiler: Sırf madde, amel yok.
Hıristiyanlar: Maddeyi reddedip ruhi bir anlayış savunucusu olmuşlar. İki zümrenin yolu da yanlıştır. Doğru olan, Allah’ı (celle celâlühû) gereği gibi bilip tanımak ve O’nun buyruklarını yerine getirmektir.
✧ Resûlullah’ın yürümediği yolda nur yoktur.
✧ İstemez doğru giden; menzil-i maksuda delil. İzzet Molla
✧ Doğru yol;
☆ İslâm
☆ Sünnet (Rasulullah'ın) yolu
☆ Hulefai Raşidin'in yolu,
☆ Ehli sünnet vel cemaat yolu
‘Sırat’ kelimesi bize yol, yolcu ve yolculuğu hatırlatır.
Yolda yürümenin bazı kaideleri vardır. Bunların başında kararlı ve düzgün yürümek, sallapati yürümemek gelir. Gözü başka tarafta olmamak, diğer yayalara çarpmamak, yere tükürmemek, yürüme kaidelerindendir. Yürürken gidenlerin akış hızına uymak, başkalarının yoluna engel olmamak, yol ortasında durarak konuşmamak da lâzımdır.
Sokağa çıkmanın âdâbı:
1- Sokağa çıkarken üstüne başına dikkat etmeli, sökük, yırtık, kirli elbiselerle halk arasında dolaşmamalıdır. Gösterişe kaçmayan, temiz ve düzgün kıyafetler giyinmelidir. Peygamber efendimiz: ‘Elbiseniz temiz olsun, bineğinizi de iyi yapınız. Ta ki insanlar arasında bir benek gibi olunuz’ buyurmuşlardı.
2- Zaruret yoksa yol kenarlarına oturmamalı ancak oturmak gerekiyorsa yol hakkı verilmelidir. ‘O yolun hakkı nedir?’ diye sorulduklarında, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle cevap veriyor: ‘Haramdan gözü yummak, halka eziyet vermekten kaçınmak, selâm verenin selâmına karşılık vermek ve iyiliği emredip fenâlıktan sakındırmaktır.’
3- Bizden yaş, ilim ve mevki bakımından büyük olanların önünde gitmemek, diğer konularda olduğu gibi yolda giderken de onlara öncelik tanımak. «Ey iman edenler! Allah ve Resûlünün önüne geçmeyin» (Hucurât,1) Ana-babaya itaat Allah ve Resûlüne itaat olduğundan; yolda yürürken büyüklerimizin önüne geçmeyerek onlara saygı göstermek de, Allah ve Resûlüne saygı göstermek olacaktır.
4- Sokakta giderken normal bir yürüyüşle gitmeli, süratle koşarak, zıplayarak veya bunun zıddına sallanarak yürümemelidir. Zirâ bu durum insanın heybetini giderir.
5- Camiye giderken, cemaate yetişmek için koşmak bundan dolayı uygun görülmemiştir. Kur’an da «Yürüyüşünde mutedil ol. Pek yavaş ve süratli yürüme. Normal bir şekilde yürü.» (Lokman,19) ancak bazı zaruri durumlarda koşarak gitmek bunun dışındadır.
6- Vasıtalarda, yolculuk esnasında yaşlılara ve zayıf olanlara yer vermek en önemli edep kurallarındandır. Hadiste ‘Kim bizim küçüğümüze acımaz, büyüğümüzün hakkını tanımazsa bizden değildir’ buyrulmuştur.
7- Kişi evinden çıkarken besmele ile işlerini Allah’a havale edip, Ondan yardım dileyerek çıkmalıdır. Hadiste ‘Bir kimse evinden çıkarken, (Allah’ın ismiyle çıktım. Allah’a tevekkül ettim. Güç ve kuvvet ancak Allah’ın inayetiyledir) derse, ona: ‘Sana hidâyet ihsan edildi. Bütün hacetlerin yerine getirildi. Bütün kötülüklerden korunma altına alındın’ denir ve şeytan ondan uzaklaşır.
8- Gurur ve kibir haramdır. Yolda yürürken de gurur ve kibre vesile olacak davranışlardan sakınmalı ve mütevazı olmalı. Allah (cc) buyuruyor ki: «Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme. Çünkü sen asla arzı yaramazsın ve boyca da dağlara erişemezsin.» (İsra,37) «Yeryüzünde çalımla yürme. Çünkü Allah büyüklük taslayanları sevmez. Yürüyüşünde mütevazı ol. Sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.» (Lokman, 19)
9- Yolda, caddede ve sokakta giderken başkalarına zarar ve eziyet verecek davranışlardan sakınmak, şayet bu gibi durumlar varsa onları da ortadan kaldırmak iman alametlerinden sayılmıştır. ‘İman yetmiş yahut altmış kusür şubedir. En yükseği ‘Lailahe illallah’ en aşağısı da eziyet verecek bir şeyi yoldan kaldırmaktır.’ Sokaklara tükürmek, yerlere çöp atmak gibi davranışlar doğru olmadığı gibi, yollara taş, diken veya cam kırığı gibi şeyler atarak zarar vermek de doğru değildir.
10- Vasıta ile giderken trafik kurallarına aykırı hareket ederek insanların ve diğer araçların seyrini engellemek de yollarda yapılan eziyetlerdendir.
✧ Her hayırlı işe besmele ile başlanır. Yolculuğa çıkmak üzere, hayvanına veya arabasına binen bir insan, hemen besmele çekmeli, binek nimetinden dolayı Allah’ı şükür ve minnetle hatırlamalıdır. Bu takdirde yol boyunca, yoldaşı melek olur.
✧ Allah’ı hatırına getirmeden yola çıkan gâfil kimseye ise, şeytan yoldaşlık eder. Yol boyunca onu, çeşitli günahlar işletmek için fitleyip durur.
✧ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir ihtiyacı görmek üzere (yola) çıktığı zaman, ‘Yâ râşid!’ (uğurlar olsun), yâ necih! (hayırlı muvaffakiyetler) temennilerini işitmekten hoşlanırdı.
✧ Yolda insanlara zarar verecek şeyleri gideriniz. Hadîs-i Şerîf
✧ Kim müslümanların gelip geçtiği yol üzerine (kirletirse), Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. Hadîs-i Şerîf
✧ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘İki lânetlik davranıştan sakının! buyurdu. Sahâbiler: ‘Ya Resûlullah, nedir iki lânetlik iş? diye sordular. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘İnsanların gelip geçtikleri ana yol üzerini veya halkın gölgeliklerini kirleten kişinin yaptığı iştir’ buyurdu.
✧ ‘Ben bir yola çıkmak istiyorum’ diyen kimseye Ziyad: ‘Yolunu Allah’ın zikriyle aç’ der.
✧ Yolculuğa çıkarken şöyle söylenmelidir: ‘Yâ Rabbi, seferde dostum sensin, ehlimi, malımı ve çocuklarımı sana bıraktım, beni ve onları belâlardan koru. Yâ Rabbi, bu yolda Senden iyilik, takvâ ve beğendiğin amelleri, işleri istiyorum.
✧ Yâ Rabbi, Senin yardımınla dışarı çıktım, Sana tevekkül ettim, Sana tutundum, yüzümü Sana döndüm. Yâ Rabbi! Beni takvâ ile rızıklandır, günahımı affet, her nereye dönersem yolumu hayırlı eyle.’
✧ Yoldan dönenin sırtına masaj yapmak dervişlerin âdeti ve sünnet.
✧ «Onların diyar diyar gezip dolaşmaları seni aldatmasın.» (Âl-i İmran:196)
✧ Hanımlar zaman zaman komşulara misafirliğe giderler. Bu, bir ihtiyaçtır. Ancak kadın her şeyden önce misafirliğe gideceğini kocasına bildirmeli ve onun iznini almalıdır. Ayrıca bu gezmelerin zamanını da iyi ayarlamak gerekir. Hanımın komşuya gitmesi, evdeki düzeni sarsmamalı, erkek eve geldiği zaman karısını evde bulmalı, karısı tarafından güler yüzle karşılanmalıdır.
✧ Kişinin fitne zamanında selâmeti, evinden dışarı çıkmamasıdır. Hadîs-i Şerîf
✧ Hangi kadın eşinden izinsiz sokağa çıkarsa, evine dönünceye, yahut eşi kendisinden râzı oluncaya kadar, Allah’ın (celle celâlühû) gadabına maruzdur. Hadîs-i Şerîf
✧ İnsanlarla oturmak için uygun olmayan yerlerin en fenası yollar ve sokaklardır. Oturulacak yerlerin en iyisi mescitlerdir. Hadîs-i Şerîf
✧ Çok gezen civciv, kaynar suya düşer.
✧ Boşu boşuna gâyesiz, hedefsiz gezip dolaşmak, insanı günaha, masraf ve israfa sokar.
‘İki günü eşit olan ziyandadır’ buyruğundan, müminin sürekli ilerlemesi gerektiğini anlıyoruz. Bu da itikat, ibâdet, ahlâk konularında yüzeysellikten içtenliğe, zahirden batına doğru yol almakla mümkündür. Bunu Efendimiz (sav), şeriat, tarikat, mârifet, hakikat diye dört derecede izah eder.
Bu yolları âlimlerimiz cevize teşbih ile açıklamışlardır. En dış, koruyucu yeşil kabuk, şeriat; tahta kabuk tarikat; cevizin içi mârifet; cevizin lübbü, özü hakikat.
Bu yolları güneş sistemine de benzetebiliriz; en iç daire güneşe en yakın olandır (hakikat).
Şeriat: Beden ve cesetle ilgili emir ve yasaklara riayet.
Tarikat: Bütün güzel ahlâklarla donanmak, her türlü çirkin davranışlardan uzak durmak gibi kalbi mükellefiyet olup, iyi huylarla donanıp, kötü âdet, alışkanlık ve niyetleri kalpten çıkarmak, Allah’tan gafil bırakan duygu ve düşüncelerden arınıp, kalbin Allah’ı (celle celâlühû) zikretmesi, imanın yakin derecesine ermek.
✧ Şeriat, vücudu kaplayan deri gibidir. Derinin altındaki et, tarikat gibidir. Onun altındaki kemik, hakikat gibidir. Onun içindeki ilik ise mârifet gibidir. Bunların hepsi birden bir bütündür. Ne et derisiz, ne kemik etsiz, ne ilik kemiksiz pâyidar olabilir.
✧ Şeriat sözlerim, tarikat fiillerim, mârifet hâlim, hakikat sermâyemdir. Hadîs-i Şerîf
✧ Şeriat bir ağaçtır; tarikat onun dalları, mârifet yaprakları, hakikat meyvesi, Kur’an da hepsini cem edicidir. Mezâhiru’l Vücut
✧ Şeriatta seninki senin, benimki benim. Tarikatta seninki senin, benimki de senin, hakikatta ne seninki senin, ne de benimki benim. Ahmed Buhâri
✧ Şeriat gemiye, tarikat denize, hakikat ise inciye benzer. Hakikat incilerini elde etmek için, tarikat gemisiyle şeriat deryâsına yolculuk yapmak gerekir. Bu, sıralamasına uymayan, hedefine ulaşamaz.
1- Şeriat
Şeriat, tam ve yekpâredir. Ne fazlalık kabul eder, ne eksiklik. Şeriatte fazlalık, eksikliktir. Şeriat suya benzer, eksik içersen susuzluğun yerinde kalır, fazla içersen sana ziyânı dokunur.
Şeriat muma benzer, yol gösterir. Fakat mumu ele almakla yol aşılmış olmaz. Yola yöneldin mi o gidişin tarikattır, maksadına ulaştın mı o da hakikattir.
Bunun için hakikatler meydana çıksaydı, şeriatlar, yollar bâtıl olurdu.
✧ Şeriat muhâfaza olunmazsa, âlemin kıvam ve nizâmı bozulur. Mükevvenatta gördüğün intizam, hep şeriatın icâbıdır.
Mûsâ (as)’ın şeriatı, şiddet yolunu takip eder. Meselâ, katili muhakkak öldürür.
Hz. İsâ’nın şeriatı, hilim yolunu tâkip eder; katili affeder.
Hz. Muhammed’in şeriati ise, merhamet yolunu tâkip ettiğinden icabına göre kısas yapar ve münâsip diyetle affeder.
✧ Bir kimse kendine şeriatın edeplerini âmir kılarsa, Allah onun kalbini mârifet nûrû ile ışıklandırır. Fiillerinde, emirlerinde ve ahlâkında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e tâbi olma makamından daha şerefli bir makam yoktur. İbn Atâ
✧ Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun şeriatla hareket edin! Keşifle demiyorum, zira keşif, bâzen insanı hataya düşürebilir.
✧ Şeriatların ruhu; dini, nefsi, aklı, nesli ve malı muhafazadır.
✧ Kıyamette şeriatten sorulur. Ebedi hayata giriş ve azaptan kurtuluş, şeriatin yerine getirilmesine bağlıdır. İmam Rabbani
✧ Şeriat üç bölümdür: İlim, amel, ihlâs. Bunlardan herbiri yerine getirilmedikçe şeriat gerçekleşemez. İmam Rabbani
✧ Şeriat muma benzer, yol gösterir. Fakat mumu ele almakla yol aşılmış olmaz. Yola koyulmak gerekir. Yola koyuldun mu bu gidişin adı tarikattir. Maksadına ulaştın mı o da hakikat. Mevlânâ
✧ Pergel gibi bir ayağımızla şeriat üzerinde sabitken, diğeriyle yetmiş iki milleti dolaşırız. Mevlânâ
◇ Namazın terki güzeldir veya namaz yaşlıların ve tembellerin işidir dese küfre girer.
◇ Şayet Ramazan’ın gelmesi esnasında ‘ağır konuk geldi’ dese, veya bir adam kendisine ‘zekâtı edâ et’ dese, o da; ‘Edâ etmiyorum’ dese küfre girer.
◇ Bir kimse yalan söylese, diğeri de ‘Allah seni yalanınla mübarek kılsın’ derse küfre girer.
◇ Faizin veya zulmün helâl olmasını temenni ederse küfre girer.
◇ Bir fakire haram bir maldan sevap umarak bir şey verse küfre girer. Eğer o fakir bu haramı bilse de veren kimseye duâ etse küfre girer.
◇ ‘Haram bana daha sevimlidir’ dese küfre girer.
Şer ile hakikatin, şerhini ey dem işit
Şeriat bir gemidir, hakikat deryasıdır. Yunus
2- Tarikat
Ehl-i sünnet ve’l cemaat akidesine göre; İslâm fıkhının dört asıl kaynağına sımsıkı sarıldıktan, farz, vâcip ve sünnetleri eksiksiz ifa ve icra ettikten sonra,
Kötü ahlâk ve alışkanlıklardan kaçınıp,
Güzel ahlâkla dolmaya,
✧ Zikrullah, fikrullah, nafile ibâdet ve taat ile meşgul olmaktan ibaret olan tarikat ile tarikatin aslı durumunda bulunan şeriat arasında kesinlikle bir ayrılık ve aykırılık yoktur. Şeraitsiz tarikat küfrün ve inkarın ta kendisidir.
✧ Tarikat, Şeriat-ı Muhammediyye’ye sımsıkı sarılmak, Sünnet-i Muhammediyye ile edeplenmek, çokça Allah’ı (celle celâlühû) zikretmek,
✧ Amellerin en faziletlisi «Nerede olursan ol Allah (celle celâlühû) seninle beraberdir» (Hadid:4) âyetlerine uygun olarak dâimi bir huzur ve murakabeye devam etmektir.
✧ Tarikat şu beş temel esas üzere kurulmuştur:
1- Taat, zikir, isar, tevhid, kanaat, tevhid, tevekkül, teslimiyet.
2- Düşünüp taşınarak hareket ve davranışlarında şuurlu olmak,
3- Şükür ve hakkın azametini çok düşünmek,
4- İstikâmet ve dosdoğru olmak.
5- Kötü fiil ve niyetleri gönülden tahliye etmek ve en güzel ahlâki hasletlerle donanmaktır.
Tarikatın ilk dönemlerinde muhip ve hizmet dervişi denilen iki derviş tipi bulunmaktaydı. Muhib, mürşide malıyla hizmet ederdi. Hizmet dervişleri ise, tekkedeki çeşitli işlerin yürütülmesiyle görevliydiler. Mürşidle berâber on dört kişiden (sertarik, aşçı, zâkirbaşı, imam, meydancı, türbedar, âsâdar, nakip, pazarcı, çerağcı, sâki, ferraş) meydana gelen hizmetnişînler, hiyerarşik bir sıralama ile görevlerini yürütürlerdi.
1- Az yemek, nefsi azdırmamak.
2- Boş ve gereksiz sözler söylememek.
3- Fazla uyumamak. Zira uyku, nefsi güçlendirir, kalbi öldürür.
4- Gerektiğinde uzlete çekilerek, kendini tanımaya çalışmak.
5- Allah’ı çokça zikretmek.
6- Allah’ın kâinatını tefekkür etmek.
7- Dâima tahâret üzere olmak, abdestsiz gezmemek.
8- Kalbi mürşide rabtetmek.
9- Usûl, evrad ve esmaullah’tan şeyhin telkin ettiği bölümlere devam etmek.
10- Tarikatta yer alan âdâp ve geleneği terk etmemek.
11- Farz namazları cemaatle kılmak. Ahmed Raufi Efendi
Seyr, hareket etmek demektir. Sülük ise, yola girmek ilerlemektir. İkisi de bilginin ilerlemesidir; bedenin hareketi değildir.
Az yemek, az uyumak, az konuşmak gibi riyâzetle ve mânevi vazifelerle meşgul olmak sûretiyle salikin Rabbiyle arasındaki perdeleri aşmak için yaptığı hareket-i ilmiyyeden ibarettir.
Dört türlü seyir vardır:
1- Seyr-i İlallah: İlimde durmadan yükselmek böylece yaratılmışlardan alınması gereken ilim tahsil olduktan sonra Allah’ın (celle celâlühû) ilmine kadar varılır. Bu bilgi başlayınca mahlukata âit olan bilgilerin hepsi unutulur. Bu hale ‘fenâ’ denir.
2- Seyr-i Fillah: Allah’ın (celle celâlühû) isimleri, sıfatları, şuun ve itibarı, takdisat ve tenzihatı mertebelerinde ilmin ilerlemesi demektir. Bu, masivadan kimsenin bilmediği bir mertebeye varır. Bu seyre de ‘Bekâ’ denir.
3- Seyr-i Anillah: Bu, ilmin hareketidir. Yüksek bilgilerden aşağı bilgilere inilir. Böylece gerisin geri mümkinata (yaratılanlara) dönülür. Bütün vücup mertebelerinden, ilimlerinden inilir.
Bu mertebedeki ârif-i billâh Allah (celle celâlühû) ile beraber olduğu halde insanları irşada başlar. Allah ile Allah‘a (celle celâlühû) döner. İşte bu zat, hem bulup hem kaybeden, hem kavuşan hem ayrılan, hem yakın hem uzaktır.
4- Seyr-i fi’l Eşya: Bu seyirde, birinci seyirde kaybolan, giden eşyanın bütün ilimleri yavaş yavaş ele geçer. Bu dördüncü seyir, birinci seyrin karşılığıdır. Üçüncü seyir de ikinci seyrin karşılığıdır.
Ruh; âlem-i emirden; beden; âlem-i halktandır.
Âlem-i emir, ‘kün’ emriyle yaratılmıştır. Bunlar madde âleminden değildir. Bahsedilen bu seyirler, insandaki latifelerle yapılır. Latifeler âlemi, asgar olan insanın parçalarıdır.
✦ Latifelerin insan, ruh ve bedende bağlı kılındığı yerler:
✧ Kalp, sol göğsün altında
✧ Ruh, sağ göğsün altında
✧ Sır, sol göğsün üstünde
✧ Hafî, sağ göğsün üstünde
✧ Ahfâ, göğsün ortasında
Âlem-i halk, beş latifeden ibârettir (anasır-ı erbaa dediğimiz su, hava, toprak, ateş). Beşincisi nefs-i nâtıkadır.
Bu latifelerin asılları, âlem-i kebirdir. İnsanın dışında olan her şeye denir. Sâlikin bu âlemden başlayıp arşın fevkine kadar yükselmesi olan Seyr-i İlâllah’tan maksad, Allah (celle celâlühû) ile kul arasına giren düşüncelerin gayr ve gayriyetin ortadan kalkması Vusûlü ilâllah’a ulaşması içindir. Bu noktaya gelince fenâ fillah hâsıl olup Seyr-i İlallah tamamlanmış olur. Bu makam, sâlikin son mertebesi, ârifin ilk mertebesidir. Bundan sonra başlayan seyr-i fillah ebediyen bitmez. Nitekim ‘Allah’a giden yolculuğun sonu vardır. Allahu Teâlâ'da olan yolculuğun sonu yoktur.
3- Mârifet
İlmin şerefi, mâlumun şerefine bağlıdır. Mâlûmatta ne kadar şeref, kemâl ve yücelik varsa, ilim de o kadar şerefli ve güzel olur. Takdir edilen şeylerde de hüküm aynıdır. Mukadderat ne kadar büyük ve önemli olursa, ona olan kudret de o nispette büyük ve şerefli olur.
Mâlûmâtın en şereflisi Allah-u Teâlâ’dır. Buna göre ilimlerin en şereflisi de, Allah’ı bildiren ilimdir. Bundan sonra şerefte ona yakın olan gelir. Acaba mevcûdatta, bütün eşyayı yaratıp en mükemmel bir şekilde meydana getiren, yoktan var eden, süsleyen, tedbir eden, tertip eden Allah’ın ilminden daha yüce, daha âlâ, daha şerefli, daha olgun ve daha büyük ilim ne olabilir? Mülkte, kemâlde, güzellikte, değerde, celâl ve kibriyalıkta Allah’dan daha üstün mâlûm ne olabilir?
Bilgi zevki, şehvet, gadap ve diğer duyularla temin edilen zevklerden çok daha güzeldir. Şehvetlere dalmak, insanlara mârifet nuru ile aydınlanma kapısını kapatmıştır. İnsanlar, Allah’ı mârifeti aramakta, merkebine bindiği halde onu arayan sarhoşlar gibidir. İlim talebinde bulunanlar, her ne kadar ilâhi umûrun mârifetini aramakla meşgul olmasalar da, çözümlenmesine hâris oldukları müşkillerini hallettikleri vakit, bu zevkin kokusunu alırlar.
Îsâ (as) şöyle buyurmuştur: ‘Bir genç Allah-u Teâlâ’yı aramaya hâris olursa, bu hırs onu başkalarından alıkor.’
4- Hakikat
Hakikat; Allah’ın (celle celâlühû) dışında herşeye ve herkese uzak kalıp, yalnız O’nunla ünsiyet etmek, kesintisiz her an huzur-u ilâhide bulunma şuuruna varmaktır. Her an O’nun murakabe ve denetiminde olduğu inancı içinde hareket etmek gibi, ruha âit mükellefiyettir. Fetevâ-i Halili
Hakikat ehli olmak için, şu şartlara uymak gerekir:
1- Mârifetullah’a sâhip olmak.
2- Hiç kimseyi incitmemek ve hiç kimse hakkında kötü düşünmemek.
3- İnsanlara boş şeyleri değil, faydalı ve âhiret için gerekli şeyleri anlatmak.
4- Mütevâzı olmak.
5- Gerektiğinde uzlete çekilerek, nefis muhâsebesi yapmak.
6- Müminlere iyi gözle bakarak, kendi nefsini onlardan aşağı görebilmek.
7- Rızâ.
8- Sabır
9- Allah’tan gayrıyı terk.
10- Azla yetinmek, Allah yolunda sıkıntılara göğüs gerebilmek.
Allah’a hakikatten yola çıkmak meşakkat
Allah’tan yola çıkıp varılan şey hakikat. N.Fâzıl
Bu mübarek sûrenin Kur’an’a denk tutulması, insan hayatının tümünü saran ifrat-tefrit-itidal üçlüsünü içerdiğinden olsa gerek.
İtidal, kendisine nimet verilip sırât-ı müstakîme yönlendirilenler.
İfrat, Allah’ın hududunu aşıp gadabına uğrayanlar.
Tefrit, hududun gerisinde kalıp, yoldan çıkanlar, kaybolanlar.
Nasıl ki sırat köprüsünde yürüyen kimse, sağa da meyletse, sola da meyletse cehenneme düşecektir. Aynen sırât-ı müstakîm olan dini hayatımızda Allah’ın gösterdiği sınırda olmayıp, ileri de olsa (ifrat), geri de olsa (tefrit) itidalden çıkmış, gadab uğramış ve sapmışlardan olmuştur.
✽ ✽ ✽
✧ Sertliğin aşırısı kin doğurur. Hoşgörünün aşırısı otoriteyi zayıflatır. Ortayı bulabilirseniz ne küçük görülür ne de hakarete uğrarsınız. Sadi
✧ İfrat ve tefrite dalmayan, halis süt gibi olan âlimler, ehl-i sünnet ve’l cemaattır.
✧ Nefislerin terbiyesi ifrat tefritten azade, iffet mertebesinde olmaktır.
✧ Aşırı sevgi, aşırı nefret fesada sebeptir. İyi ayarlamalıdır.
✧ Çok açlık ve uykusuzluk dimağı yorar, hakikatleri ve incelikleri idrak etmekten alıkor. Bunun için riyâzet ehlinin keşfinde hata vaki olabilmiştir.
✧ Ferah ve sürur bünyeyi kuvvetlendirir. Uyku dimağı hatadan muhafaza eder. Hace Ubeydullah
✧ Bir kadın evinde tuz gibi olmalı; ne varlığı ne yokluğu belli olmamalı.
✧ İtidal yürü, iyi erenlerin yolunu tut. Alçaklarla düşüp kalkma ki yoksa hürmet ve şerefini de kaybedersin. Sadi
✧ Çok zenginin ölümü mutfağından olur.
✧ Düşünceler gayeleri doğurur. Gayeler eyleme dönüşür. Eylem alışkanlıkları oluşturur. Alışkanlıklar da karakteri belirler. Bu da kendi gidişatını ve sonunu belirler.
✧ Yerinde söz söyleyenin, özür dilemesine gerek kalmaz.
✧ Teklifsizlikten hem en büyük sevgi, hem de en kuvvetli kin meydana gelir.
✧ İhsân-ı İlâhi’den fazla ihsan, ihsan değildir. Her şeyi, olduğu gibi tavsif etmek gerektir. S. Nursi
✧ Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol. Hz. Ömer
✧ İslâm bizden ne tamamen rûhânileşerek melek olmamızı, ne de tamamen maddileşerek şeytan olmamızı istemektedir. Çünkü Allah ikisinden de yeteri kadar yaratmıştır.
✧ İnsan kanında pH oranı 7,4 tür. 7,3 ya da 7,5 olması hayatı tehdit eder.
✧ Okunu hedeften öteye atan okçu, okunu hedefe ulaştıramayan okçudan daha başarılı değildir.
✧ Kutsal ölçü, hayatın her anında insanı dengeye çağırır.
✧ Doz denilen şey gerçeğin ölçüsüdür. Yaratılış kanunu âdeta buna zorlar. Çiçeğe iyilik yapacağım diye fazla su verilirse, çiçeğin gelişmesi hemen durur. İlaçta ise doz oranı aşılırsa, zehir halini alır.
✧ Her şey ince hesap üzerine kuruludur. Sıfırın unutulması ya da yanlış yere konulması, hesabı alt üst eder.
✧ Her şeyin ifratı zararlıdır. Aşırı arzu, aşırı gıda, aşırı spor, aşırı iyimserlik, aşırı güven, hatta aşırı sevgi; tüm aşırılıklar bu espriye girer. Kanunlar, tüzükler, ölçüler bu aşırılıkları önlemek gâyesi güder.
✧ Hiçbir şey ‘ölçüsüz tenkit’ ve ‘aşırı medih’ kadar zararlı olamaz.
✧ Huşu sahibi olmanın yolu, fazla sağa sola bakmamaktır.
✧ Hikmet ehli olmanın yolu, boş lafları bırakmaktır.
✧ Âbidlerden olmanın yolu, fazla yiyip içmemektir.
Sana vurana vurma, fazla duygusal olma
Bu dünyada cefa çok, henüz doğmadan solma.
✧ İyi ahlâk; eziyeti kabullenmek, az kızmak, güler yüzlü olmak ve tatlı konuşmaktır.
✧ İnsanlara vaaz ederken önce kalbine ve nefsine vaaz et. Sakın insanların başına toplanmasına aldanma, zîrâ onlar, senin ancak dışını murakabe ederler. Halbuki Allah, içinden geçeni murakabe eder. Ebû Hafs
✧ Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hiçbir zaman hanımlarını dövmedi.
✧ Zekât ve iktisat bittecrübe sebebi berekettir. İsraf ve cimrilik sebebi redd-i berekettir.
✧ İnsanların neye nasıl sevindikleri, kalitelerini gösteren bir ölçüdür.
✧ Kadınlara gerektiğinden fazla kıskançlık göstermeyin ki, başkaları bunu bilirler ve bu yüzden onlara dil uzatırlar. Hz. Ali
✧ İlimsiz mâneviyat topal, mâneviyatsız ilim kördür.
✧ Eğer sana kâfi gelen şey, seni zengin kılıyorsa, dünyadan az bir şey sana kâfi gelir. Haktan olan bir şeyde riyâ yapmazsın. Haya ederek de hakkı terketmezsin.
✧ Aç koma hırsız edersin, çok söyleme arsız edersin.
İnsafa dâvet
❈ Evinin eşiği kirliyken komşunun damındaki kardan şikâyet etme.
❈ Birinin suçunu affedip bağışladıktan sonra pişman olma. Cezalandırdığın zaman da sevinme.
❈ Başkasından iyilik bekliyorsanız, peki kendinize gerçekten iyilik yapan biri misiniz?
❈ Memleketin gidişatını parlak görmüyorsanız, peki kendi geleceğiniz konusunda ümitli misiniz?
❈ Başkasının aleyhinde bulunup, hakkında sû-i zan ediyorsanız; sizin hakkınızda hüsn-i zan edildiğinden emin misiniz?
❈ Fazla ‘dırdır’ dan, kafa ütülemeden rahatsız oluyorsanız, sizin konuşmalarınız hep memnûniyet verici mi?
❈ Kaskatı kalpli olanları kınıyorsanız, peki sizin kalbiniz çok mu yumuşak?
❈ Hayırsız evlâttan yakınıyorsanız, peki anne-babanız gönül rahatlığıyla sizden râzı mı?
❈ Başkasına, ‘Dünyayı yese doymaz’ diyorsanız, peki siz hiç mi aç gözlü değilsiniz?
❈ Bilerek veya bilmeyerek insanları kınıyorsanız, sizin pişman olduğunuz davranışınız hiç mi yok?
❈ Bedeninize ve malınıza gelen en ufak bir zarara râzı olmuyorsanız, binlerce günah ve haram okuna hedef olan mâneviyatınız hiç zarar görmüyor mu? Bu zarara yeterince mâni olabiliyor musunuz?
❈ Fakir fukaranın gözetilmediğinden yakınıyorsanız, neden dâvetlerinize genellikle zengin dostlarınızı çağırıyorsunuz?
❈ ‘Bu pahalılıkta yaşanmaz’ diyorsanız, neden malınızı en yüksek fiyatla satmak istiyorsunuz?
❈ Yanlışlıkta inat etmeyi sevmiyorsanız, onca günahı işlemede neden ısrar ediyorsunuz?
❈ Torpili ve adam kayırmayı sevmiyorsanız, neden bir iş için ‘Acaba tanıdık var mı? diye sorup duruyorsunuz?
❈ Kötülüğe karşıysanız neden kulluk vazifelerinizi gevşek tutup kendinize kötülük yapıyorsunuz?
❈ ‘Fâni dünya’ diyorsunuz da, bunca evler, arsalar, arabalar, dolarlar, marklar, hisse senetleri ne oluyor?
❈ Mideniz gıdâsız duramazsa, rûhunuzun gıdâsı ne olacak?
İstikâmet; ehl-i sünnete göre, Cenâb-ı Hakk’ın ‘Elestü birabbiküm / Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ hitabına ruhlarımızın ‘belâ / evet, sen bizim Rabbimizsin’ demek sûretiyle verdiğimiz sözlerin tamamına vefa göstererek, itikatte, amelde, yemede, içmede, halde, sözde ve dinî-dünyevi bütün hareketlerde ifrat ve tefritten sakınıp; nebiler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerin yolunda yürümeye itina göstermektir.
Cenab-ı Hakk, Hud sûresinde; Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e hitaben «Emrolunduğun gibi dosdoğru olmaya devam et» buyurmaktadır.
Emrolunan sınırlar içerisinde, dürüst bir yaşayış sürdürmek, büyük bir hassasiyet ve gayret ister. Ebû Ali Es-Sünûsi, rüyasında Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’i görür ve ‘Yâ Resûlallah siz, sûre-i Hud beni ihtiyarlattı buyurmuşsunuz?’ Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Evet’ buyururlar. ‘Peki yâ Resûlallah, sizi ihtiyarlatan bu sûrede zikredilen peygamberlerin kıssaları ve ümmetlerinin helâki mi?’ Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Hayır, bilakis «Emrolunduğun gibi dosdoğru ol» emr-i celilidir’, buyurmuşlardır.
Hakka vâsıl olmak için istikâmetten başka yol olmadığı gibi, her hususta kemâl-i istikâmet kadar yüksek bir makam ve onun kadar zor, hiçbir emir (amel) yoktur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e ‘beni ihtiyarlattı’ dedirten, kendisine taalluk eden kısmından ziyade, ümmetine taalluk eden kısmıdır.
Zira âyetin devamında Cenab-ı Hakk: «Seninle beraber tevbe edenler de yani şirkten tevbe edip de imanda sana iştirak ederek maiyyetinde bulunan, Müslüman olan her kimse de senin gibi müstakim olsun ve azmayın, yani Allah’ın tayin ettiği huduttan çıkmayın, aşırı gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir» buyurmaktadır.
Ebû Amr Süfyan ibni Abdullah (ra):
- Yâ Resûlallah! Bana İslâm’ı öylesine tanıt ki, onu bir daha başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim, dedim. Resûllullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!’ buyurdular.
Bir istikâmet, bin kerametten üstündür.
Lugât mânâsı: Düzgün ve doğru olma, eğri olmama halidir.
Istılah mânâsı: Herhangi bir cihete meyletmeden itidal üzere hareket etmek, Allah’tan başkasını tercih etmemek, emirlere uyup nehiylerden kaçınmak ve ilâhi hükümleri bilmede kemâl sahibi olmanın doğurduğu neticedir.
İstikâmet, bilinen alışılmış şeylerden çıkmak, görüş ve adaletlerden ayrılıp uzaklaşmak, İslâm itidaline uymaktır.
İstikâmet kavramı içine, bütün ibâdetlere ve itikada ölünceye kadar devamlı bir şekilde sarılmak da dâhildir. İnsanın istikâmeti demek, doğru yoldan ayrılmaması demektir. Kişinin bütün faydanın ve zararın sâdece Allah’tan geldiğini görmesi, Allah’tan başka hiç kimseden bir şey ummaması, O’ndan başka hiçbir şeyden korkmaması istikâmettendir.
İnsanlığın en yüksek mertebesi istikâmettir.
İstikâmet sahipleri
• Oldukları gibi görünürler ve göründükleri gibi olurlar.
• Allah’a karşı ahitlerini muhâfaza ederler.
• Hakkı bilir, hakkı sever, hakkı söyler, hakkı kabul eder, hakkı örtbas etmezler.
✧ Hayatta en önemli şey, neyin önemli olduğunu bilmektir.
✧ İlerlemek için harekete geçmek kâfi değildir. Hangi istikâmette harekete geçileceğini de bilmek gerekir.
✧ Namaz kılıp, oruç tutup da para işine gelince doğruluk göstermeyen, millet malına hıyânet eden, malının vergisini saklayan, gümrükten mal kaçıran, ‘Emrolunduğun gibi istikâmet et!’ emrine aykırı hareket etmiş olur.
✧ Bu ümmetin özelliklerinden biri de dalâlette ittifak etmemeleridir.
✧ Nasıl sona ereceği bilinmeyen şeyler hakkında gösteriş yapmak çirkindir.
✧ Sırf korku sebebiyle Allah’a ibâdet eden, düşünce deryasına batmış; sırf ümit ile ibâdet eden, şaşkınlık çölüne düşmüş olur. Fakat korku ve ümit ile Allah’a ibâdet eden, davasında istikâmet etmiş olur. Yahya b. Muaz
✧ Amacına feda edilen insan iradesine karşı, hiçbir şey direnmez; kendi varlığı bile.
✧ Dini bilip yaşamak hem istikâmet, hem afiyettir.
✧ Gadab ve şehvet gibi haller insanı şaşı yapar ve ruhun istikâmetini değiştirir. Mevlânâ
✧ İstikâmet, vakti kıyâmet görmendir. Şiblî
✧ Gıybeti terk etmek, sözdeki istikâmet,
Bid’atı terk etmek, fiildeki istikâmet,
Gevşekliği kovmak, ameldeki istikâmet,
✧ Hicaplı (Allah ile kul arasında perde çekilme durumunda) olma vaziyetini bertaraf etmek, haldeki istikâmettir.
✧ Olgun insan güzel söz söyleyen değil, söylediklerini yapan ve yapabileceklerini söyleyendir.
✧ Sözünün eri, iyiyi kötüden, iyiyi de daha iyiden ayırt edenlerdir.
✧ İnsanlar kendi hayatlarının mimarıdır. Gösterecekleri ustalık veya acemilik onları mesut veya bedbaht eder.
✧ Herkes iktidarı dâhilinde hakkı tavsiye ile görevlidir.
✧ Akıl Kur’an’ın irşadı altında oldukça kıymetlidir. Yoksa ateş böceğinin başındaki ışık gibi olur. Başında bir ışık parlıyor fakat önünü bile aydınlatamıyor. Kur’an irşadı altında bir istikâmet bin kerametten daha üstündür.
✧ Tevhid ilim ve amelle, adalet hüküm ve ahlâkla ayakta durur.
✧ Dini, vatani ve milli değerleri birlikte ele alır ve beraberce yürürsek diyarımızdaki ayrılıklar ve düşmanlıklar son bulur. Mehmet Feyzi Efendi
✧ Sahip olmadıklarına üzülmeyen, sahip olduklarına sevinen insan akıllı bir insandır.
✧ Allah (celle celâlühû), kişinin yaptığı işi hakkıyla yapmasını ister. Hadîs-i Şerîf
✧ Bir kimsenin hakikaten fazilet ve kerâmet sâhibi olduğunu anlamak için, İslâmiyetin emirlerine uymaktaki hassâsiyetine, Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahlâkı ile ahlâklanması ve sünnet-i seniyyeye uymasına, hakiki İslâm âlimlerine olan muhabbet ve bağlılığına bakın. Bunlar tam ise, o kimse fazilet ve kerâmet sâhibidir. Bunlarda uymakta en ufak bir gevşeklik ve zayıflık bulunursa, o kimse için fazilet ve kerâmet sâhibidir demek mümkün olmaz.
✧ Allah (celle celâlühû), insaflı olanları işlerinde muvakkak kıldı. Hz. Ömer
✧ Lütfu ve keremiyle bütün eşyayı düzene koyup herşeye kendisi için en uygun vaziyeti veren Allah’ın yolu, dini zihinlerimize aklın kabul ve tasdik ettiği delillerle, kalblerimize ise inayetiyle adım adım yerleştirmektir. Dini kalblere ve zihinlere kuvvet ve tehdit yoluyla yerleştirme teşebbüsü ise, esasında adım adım dini değil, terörü yerleştirmek anlamına gelir. Beyazıd-ı Bestâmi
✧ Yapılan amelin maksada ulaştığının alameti, amelde acz ve kusurdan başka bir şey görmemektir.
✧ Hayatınızı cesurca kabullenin, başarıya ulaştığınızı göreceksiniz.
Cehl ölmeli, zulüm ölmeli, Hak bulmalı kuvvet
Hakkın yüzü güldükçe, gülümser beşeriyet. Tevfik Fikret
İslâm dini, her konuda olduğu gibi insan kişiliği ile ilgili olarak da bazı tespitlerde ve teşhislerde bulunmaktadır. İslâm dininin maddi ve mânevi görevlerini yerine getirirken, onların en güzel şekilde yapılmasını istemektedir. İşi güzel yapmak, güzellik ve sorumluluk duygusu gelişmiş, prensip sahibi, işini benimsemiş kişilere âit bir üstünlüktür. İslâm Müslümanlara her sahada mükemmel olmayı, güzeli ortaya koymayı emretmiş, baştan savma hiçbir tutum ve davranışı hoş görmemiştir.
İnsan, kendi onur ve şahsiyetini kazanmak ve bunu korumak mecburiyetindedir. Bu hasletleri elde etmenin veya kaybetmenin bir takım prensiplere bağlı olduğunu unutmamalıdır. Davranış ve konuşmalarda uyulması gereken bu prensipler, bizlere dini emirlerin ve geleneklerin, örf ve âdetlerin ortaya koyduğu ilkelerdir.
Çünkü İslâm hayat dinidir; insanın hayatta karşılaşacağı her duruma karşı davranış şekilleri onda mevcuttur. Onun hayatın her safhasına ışık tutan temel prensipleri vardır. O prensiplerin insan hayatına yansıtılmasında yine o en önemli rehber durumundadır.
Dünya ve âhiret hayatında huzurlu olmak isteyenler önce Allah (celle celâlühû) ve Resûlüne samimi bir düşünceyle inanmalı, Cenab-ı Hakk’ın bizlere emrettiği kulluk görevlerini harfiyen yerine getirmelidir. Komşulara, misafirlere, akrabalara, çevresinde bulunan herkese, ülkesine, devletine ve tüm yaratılmışlara iyi muamelede bulunmalıdır. Dedikodu, hased, kin gibi dinimizce hoş görülmeyen kötü huylardan uzak durmalı; konuştuğunda güzel ve faydalı söz söylemeli, kimseyi incitmemelidir.
Bunlar en son ve en mükemmel din olan İslâm tarafından ortaya konmuş prensiplerdir. Mü'min, bu ve bunun gibi İslâmın emrettiği prensiplere uymalı, ilkeli, düzeyli ve dürüst hareket etmeli, prensip sahibi birisi olarak herkese örnek olmalıdır.
İstikamet, doğruluk demektir. Adalet, iyilik ve doğruluk üzere kurulmuş olan İslâm dininin bütün kaideleri merhamet hak ve adalet üzere tesis edilmiştir. Doğruluk ve merhametten, hak ve adaletten uzak kalan kimse bilerek veya bilmeyerek kendisini İslâmın hayat veren yüce esaslarından da uzaklaştırmış olur. Doğruluk, insanlığın dayanak ve direğidir. Doğruluk olmayınca ne bir evde, ne de bir ülkede anlaşma, kaynaşma ve güven olmaz. Bu özelliğini kaybeden aileler, toplumlar ve milletler ayakta kalamaz; düzenleri bozulur, çökerler.
İnsan âdil, doğru olur, her yerde doğrunun hak ve adaletin yerine getirilmesine hizmet ederse, İslâmi ve insani vazifelerini yapmış olmakla birlikte Cenab-ı Hakk’ın hoşnutluğunu da kazanmış olur. Çünkü yüce Allah (celle celâlühû) adildir ve adaleti sever. (Hucurat,9) O’nun buyruğuna uyan bütün insanların da bütün işlerinde doğruluk ve adalet üzere olmalarını emreder. (Maide, 8)
✽ ✽ ✽
Doğruluk üç kısma ayrılmaktadır:
1- Sözde Doğruluk: Her konuda olduğu gibi sözde doğruluk konusunda da örnek alınacak kişi Hz. Peygamber’dir. O doğru sözlülüğün en canlı örneği olmuştur. Peygamber olmadan öncede bile ‘el emin’ diye isimlendirilen Hz. Peygamberi tanıyanlardan hiç kimse ona yalancı diyememiştir. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Tehlikeyi doğrulukta görseniz de doğruluktan ayrılmayınız. Zira kurtuluş ancak ondadır’ buyurmuştur.
2- Özde Doğruluk: Müslüman düşündüğü gibi konuşmalı, konuştuğu gibi olmalıdır. Sözleri düşüncelerini anlatmalı, düşünmediği, inanmadığı şeyleri söylememelidir. Sözü ile özü arasında herhangi bir zıtlık, terslik bulunmamalıdır.
3- İşte Doğruluk: Müslüman normal hayatında olduğu gibi iş hayatında da doğruluktan ayrılmaz, hile ve haksızlık yapmaz. Kendi işini sağlam ve hilesiz yaptığı gibi, başkasının işini de kendi işi gibi yapar. Çünkü inanan insan bütün yaptıklarından dolayı bir gün hesaba çekileceğini bilir.
İyi düşün, iyi hisset, yanılma, aldanma
Ne varsa doğruluktadır, doğruluk şaşar sanma.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ İlişkilerinizde mutedil ve doğru olunuz. Ve biliniz ki sizden hiç kimse ameli sayesinde felah bulamaz.
✦ Kemâl, doğru sözde ve sıdk üzere ameldedir.
✦ Dosdoğru aynı hizada olun ki, kalpleriniz düzelsin. Omuzlarınızla birbirinize dokunun. Aranızda şefkat ve merhametle muamelede bulunun.
✦ Benim ümmetim doğruluktan başka yerde cem olmaz.
✦ Kim; Allah ve Resûlünün kendinden hoşnut olmasını istiyorsa, konuştuğunda doğru konuşsun, emânete hıyanet etmesin ve komşusuna eziyet etmesin.
✽ ✽ ✽
✧ Rabbinin yolunda dosdoğru ol! Allah’a yabancı olma. Sen doğru olunca; senin Mevlân, senin yardımcın Allah olur, Cebrâil olur, sâlih müminler olur.
✧ Doğruluk en iyi yol, bilgi en iyi kılavuzdur. Bilimi süsleyen doğruluktur.
✧ Oruç ve namaz, bâzı yemekler için kullanılması zarûri sirke ve yeşillik gibidir; tam gıda sayılmazlar. Asıl gıda, doğruluktur. Namaz ve oruç, doğrulukla beraber olursa faydalıdır.
✧ Hedefini doğu seçmeyince yolun doğruluğu bir şey kazandırmaz.
✧ Dört haslet sende olursa, dünyadan kaybettiklerin sana zarar vermez: Doğru konuşmak, emâneti korumak, güzel huy, haramdan çekinmek.
✧ Doğruyu söylemek, benim için dost bırakmadı. Ebû Zerr
✧ Doğruluk kalpte sevinci, iyilik yapmak mutluluğu arttırır. Doğru kimseler hayır yolunda gayretlidirler.
✧ Doğru insan:
1- Yalan söylemeyen.
2- İşini bilen.
3- İşini sonuna kadar götüren.
4- Allah ve Resûlünün yolunda giden.
5- Gıybet yapmayan.
6- Kin gütmeyen.
7- Allah’ın emirlerine uyandır.
✧ Gömleğimi sırtıma alalıberi yalan konuşmadım. Ömer b. Abdulaziz
Cümleler doğrudur sen doğru isen.
Doğruluk bulunmaz sen eğri isen. Yunus
Adâletli olmayı, iyilik yapmayı, yakınları görüp gözetmeyi ve kötülüklerden uzak durmayı emreden Yüce Allah’a hamd-ü senâlar ederiz. Mutlak adâlet sâhibi Allah (celle celâlühû), insanların da adâletli olmalarını emretmektedir. Çünkü adâlet, fert ve toplum hayatının vazgeçilmez esaslarından biridir. Milletlet ve devletler, varlıklarını ancak adâletle devam ettirebilirler. Adâletin olmadığı yerde, haksızlık ve zulüm vardır. O halde adâlet nedir?
❅ Adâlet, herşeyi yerli yerinde yapmak, her hususta ölçülü olmak ve hak sâhibine hakkını vermektir.
❅ Adâlet, bir denge unsurudur. Her çeşit aşırılıktan kaçınarak, doğru ve itidal üzere yürümektir.
❅ Diğer bir ifâdeyle adâlet, Yüce Allah’ın emirlerine uyarak, haksızlığı ve kötülüğü terk etmektir, istikamettir.
✽ ✽ ✽
✧ Adâlet yeryüzünde Allah’ın mizanıdır. Ona tutunanı Cennete götürür. Onu bırakanı da Cehenneme gönderir. Hadîs-i Şerîf
✧ Umûr-u idâreden her hangi bir şeyi üzerine alan bir kimse, onunla berâber eli boynuna bağlı olduğu halde Kıyâmet gününde mahkemeye gelir. Elini boynundan ancak adâleti çözer. Ateşten bir köprü üzerinde durur. O köprü öyle silkinir ki, adamın bütün âzâsı yerinden oynar. Sonra hesaba çekilir. Eğer iyi bir kimse ise, ihsan ve iyiliği sayesinde kurtulur. Kötü bir kimse ise, o köprü çöker ve köprüyle berâber Cehenneme düşer de, yetmiş sene orada yanar. Hadîs-i Şerîf
1- İnsanın kendi nefsine karşı adâleti
❃ Nefsi dâima salâh ve takvâya sevk etmek.
❃ Onu çirkin işlerden men etmek.
❃ İfrat ve tefritten uzaklaşmak.
❃ Kendi nefsine zulmeden adamdan, başkası hakkında adâlet ve merhamet beklenmez.
2- Kendinden aşağıdakilere karşı adâleti
❃ Az ve kolay mükellefiyet yüklemek: Kolay teklifler daha devâmlıdır.
❃ Zor olan mükellefiyeti kaldırmak: Daha selâmetlidir.
❃ Zor ve kuvvet kullanmaktan kaçınmak: Bu daha çok sevgi toplar.
❃ Mükellefiyetleri haklı biçimde yürütmek: Haklı iş, daha başarılı olur.
3- Kendinden yüksek kimselere karşı adâleti:
❃ Samimi itaat: Zira samimi itaat, daha çok dağınıklığı toplar.
❃ Elinden geldiği kadar yardım etmek: Zayıflığı giderir.
❃ Samimi sevgi ve dostluk: Sû-i zandan kurtarır.
Bu önemli üç şey bir kimsede bulunmazsa, korunmaya başladığı zulüm ona musallat olup, kendisi de zâlimler zümresine katılmış olur. İtaat, sevgi ve yardımdan kaçınma halleri devâm ederse, mülkün temeli sarsılır ve beşerin salâh ve düzeni, fesâda ve düşmanlığa mâruz kalır.
4- Akran ve emsallerin birbirine karşı adâleti:
❃ Usandırırcasına görüşmemek: Sevgiyi artırır.
❃ Nazlanmayı ve müstağni olmayı terk: Şefkat ve merhameti kuvvetlendirir.
❃ Hakkında ezâ verecek, muâmeleyi revâ görmemek: Tarafların emniyetini uzatır.
Bu hususlara dikkat edilmezse, aralarında bulunan sevgi, düşmanlığa dönüşür. Bu yüzden hem kendileri fesâda uğrar, hem başkasını fesâda verirler.
Bir gün Hazreti Ömer halifeliği zamanında tâbiin âlimlerinden Kâ’b ibni Sûr el-Ezdî ile oturuyordu. Bir kadın Hz. Ömer’in huzuruna girdi ve kocasından söz etti:
- Kocam insanların en iyisidir. Geceler boyu namaz kılar, gündüzler boyu oruç tutar. Hep Allah’a ibâdetle meşgul olan böyle bir adamı ben sana şikayet etmek istemiyorum.
Hz. Ömer de kocası hakkındaki bu güzel sözlerinden dolayı kadını kutladı ve ona duâ etti. Kadın dışarı çıkınca Kâ’b ibni Sûr Hz. Ömer’e:
- Bu kadın sana kocasını şikayet etti, dedi.
- Nasıl yani?
- Kocasının kendisiyle ilgilenmediğini sana anlatmak istedi.
Hz. Ömer kadını tekrar çağırttı ve ona,
- Gerçeği söylemende bir sakınca yok. Bu arkadaş bana senin ‘kocam benimle ilgilenmiyor’ diye onu şikayet ettiğini söylüyor, doğru mu? diye sordu. Kadın, ‘Evet’ dedi. O zaman Hz. Ömer Kâ’b’a döndü,
- Bu kadının davasına sen bak, dedi. Kâ’b:
- Senin huzurunda mı? diye sorunca,
- Evet, çünkü sen benim anlamadığımı anladın, dedi. Kâ’b bu davada kadının haklı olduğunu, kocasının dört günde bir tam gününü, dört gecede bir tam gecesini karısına ayırması gerektiğini söyledi. Halife bunun sebebini sordu.
- Bir erkek gerektiğinde dört kadınla evlenebilir. Eğer adam sadece bir kadınla bile evli olsa bu hesaba göre dört gün arayla bir gün ve gecesini eşine ayırması gerekir. Diğer günlerde ise ibâdetiyle meşgul olabilir.
Hz. Ömer Kâ’b’ın konuya bakışını çok beğendi. Kadının eşini huzuruna çağırdı. Dört günde bir oruç tutmamasını, dört gecede bir bütün gecesini eşine ayırmasını tembihledi. Kâ’b ibni Sûr’u da Basra’ya kadı tayin etti.
Günahkâr bir insanın ibâdetine devam eden birisine ‘Ben de senin gibi müminim’ demesi, kabak asmasının, çam ağacına ‘Ben de senin gibi bir ağacım’ demesine benzer.
Halkın en hayırlıları, kalplerinde müslümanlar için kin ve hile bulunmayanlardır. Kini olanın dini olmaz. Kinli insan, iki cihanda da mutluluk yüzü görmez.
Kur’an nebilerin hal ve evsafıdır. Enbiya ise deryayı pâk-i kibriyanın balıklarıdır.
Bilmiş ol ki; veliler vaktin İsrafilleridirler. Onların nağmelerinden ölülere hayat ve neşvi nüma hasıl olur.
Beden kabirlerindeki her ölünün ruhu onların âvazından hayat bulur, gaflet kefeninden sıçrar.
Ümmetimin seçkinlerinin sözleri, cisimleri ve nefisleri cesetlerde ruh gibidir.
Yumuşak olsun sert olsun evliya sözünden örtünüp kaçınma ki, o sözler dinin mezahiridir. Manevî hayatın baharıdır. Sıdkın, yakînin, ubudiyetin mayasıdır.
1- Emr-i bi’l Ma’ruf
«Nasihat mü’mine fayda verir.» (Zâriyat:55)
Mü’min samimi olarak gerek nefsine gerek gayrıya hakkı tavsiye eder. Bu konuda Asr sûresi 3. âyetinde «Ancak inanıp, yararlı iş işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler...» buyurmuştur. İnsanlar ziyandan, sonunda pişmanlık duymaktan ancak bu özelliklere sahip olarak kurtulabilir.
İnsan kötü niyet, kötü tinet taşıdığından, hudud-u ilâhiyi bilmediğinden, hırs, bencillik, heva gibi şerre çeken huyları bulunduğunda, birbirine haksızlık edebilir, yanlış yapabilir. Bazen zâlim, bazen de haksızlığa uğramış mazlum olabilir. Bu durumda mânevi desteğe ihtiyaç vardır. Haksızlık yapana hakkı, haksızlığa uğrayana da sabrı tavsiye etmelidir. Böylece insanlığa olan borcunu iman eden, sâlih amel işleyen biri olarak ödesin.
Âlimler nasihat etmeyeni de, masihat dinlemeyeni de kibirli saymışlar.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Din nasihatle ayakta durur’ buyurmuştur. Eli değneksiz, köyü köpeksiz bulan eşkiyaların talanı gibi, savunmasız, bilgisiz, zayıf müslümanı insan ve cin şeytanları talan eder. Dinini, imanını, faziletini, onurunu, haysiyetini, şerefini, namusunu ele geçirebildikleri, özellikle en kıymetlilerini çarpıp alıp götürürler.
Mü’minler olarak birbirimize yapacağımız en büyük yardım nasihat etmek, eleştiriye açık olmak, iyi kimselerle konuşmak olsa gerek. Ölümü temenni eden öyle insanlar gelmiştir ki, buna sebep olarak şöyle demişlerdi: ‘Ma’rufu emretmek, münkerden nehyetmek vazifemi yapamayacağım bir zaman gelirse diye korkuyorum.’ Ebû Bekre
✽ ✽ ✽
✧ Emri bil maruf yapınız. Yapmazsanız Allah en fenanızı size musallat eder. O zaman en iyilerinizin duâsı kabul olmaz. Hadîs-i Şerîf
✧ Bütün ameller, Allah rızâsı uğrunda cihada nisbetle, büyük denizlerin yanında bir damla su gibi kalır. Allah yolunda cihad da dâhil olmak üzere, bütün ameller, emr-i bi’l-mâruf, nehy-i ani’l-münkere nisbetle yine bir damla gibidir. Hadîs-i Şerîf
✧ Gıybete engel olan kimseden, Cenâb-ı Hakk 70 türlü afet ve belayı uzaklaştırır. Ebû Hureyre
✧ İyiliğe yol gösteren iyiliği yapan gibidir.
✧ Tebliği teysir ile, tedrici tedrici, ısındıra ısındıra, rıfk, ünsiyet, sevgi, ilgi ve değer vererek yapmalıdır.
✧ Uhud harbinde Peygamberimiz birkaç kafire bedduâ etmişti. ‘Vahşi’ye niçin lânet etmiyorsunuz?’ dediklerinde ‘Miraçta Hamza’yla Vahşi’yi kolkola birlikte cennete girerlerken görmüştüm!’ buyurdu. Peygamberimizden (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. Vahşi’ye (ra): Mümkünse bana fazla görünmemeye çalış; çünkü seni her gördükçe Hamza’yı hatırlar ve sana gereken şefkati bir insan olarak gösteremeyebilirim. Böylece sen talihsizliğe itilmiş, ben de vazifemi tam yapmamış olurum.
✧ Cennette, Aynâ adında hûriler vardır. Bunlardan biri geziye çıktığı vakit, yetmiş bin hizmetçi etrafında dolaşır. O da: ‘Emr-i bi’l-Mâruf ve Nehy-i ani’l-Münker edenler nerede?’ diye sorar ve ararlar.
✧ Ey iman edenler! Siz nefislerinizi ıslah etmeye bakın; kendiniz doğru yola giderseniz, yolunu şaşırmış kimselerin zararı size dokunmaz. Hz. Ebûbekir
✧ Hakkı bildiği halde başkaları farklı düşünüyor diye onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala hem alçaktır.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in komşusu bir ihtiyar kadın vardı. Kızını gönderip, ‘Bana namaz kılacak bir elbise yolla’, diye yalvardı.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sırtındaki elbiseyi çıkarıp gönderdi. Gömleksiz kaldığı için mescide namaza gelemedi.
Ashab bu hali işitince, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu derece cömertlik yapıyor; biz de her şeyimizi fakirlere dağıtalım, dediler.
Yüce Allah hemen İsra:29. âyeti indirip vasat davranmasını emir buyurdu.
O gün namazdan sonra Hz. Ali, ‘Yâ Resûlallah! Bugün çoluk çocuğuma nafaka yapmak için sekiz dirhem gümüş ödünç almıştım; bunun yarısını size vereyim, kendinize entari alınız’ dedi.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) çarşıya çıktı, iki dirheme bir elbise aldı. Diğer iki dirhemle yiyecek almaya giderken bir âmânın : ‘Allah rızâsı için ve cennet elbiselerine kavuşmak için bana kim gömlek verir?’ dediğini işitti.
Almış olduğu entariyi ona verdi. Adam entariyi eline alınca misk gibi güzel koku duydu. Efendimizin olduğunu anladı. Çünkü onun bir kere giydiği her şey eskiyip dağılsa bile her parçası misk gibi güzel kokardı.
Âma duâ ederek ‘Yâ Rabbi, bu gömlek hürmetine benim gözlerimi aç’ dedi, iki gözü hemen açıldı.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) oradan ayrılıp bir dirhem ile bir elbise satın aldı. Bir dirhem ile yiyecek almaya giderken, bir hizmetçi kızın ağladığını gördü.
- Kızım niçin böyle ağlıyorsun?
- Yahudinin hizmetçisiyim, bir dirhemlik yağ şişesini kırdım.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), son dirhemi kıza verip geç kaldığı için korkan hizmetçiye;
- Korkma, seninle beraber gelir, sana bir şey yapmamasını söylerim, dedi.
Kapısında hizmetçisi ile Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’i gören Yahudi, Resûlullah’ın ayağına kapanıp;
- Binlerce insanın baş tacı olan, binlerce ashabın emrini yapmak için beklediği en büyük Peygamber! Bir hizmetçi kız için benim gibi bir miskinin kapısını şereflendirdin.
Yâ Resûlallah! Bu kızı senin şerefine azad ettim. Bana imanı, İslâmı öğret, huzurunda müslüman olayım, dedi.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona İslâm’ı öğretti, müslüman oldu.
Yahudi evine girdi, ailesine anlattı, hepsi müslüman oldu.
Bunların hepsi, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in güzel huyları bereketiyle olmuştur.
2- Nehy-i ani’l Münker
Münker, yapılması şer’an mahzurlu olan şey demektir. Masiyet kelimesine münker denilmesinin sebebi ‘münker’ kelimesinin masiyet kelimesinden daha şumullu olması bakımındandır.
Kapılarını kilitleyip evinin duvarları arasında gizlice isyan eden bir kimsenin günahını araştırmak ve yakalamak için kendisinden müsaade almadan evine girmek yasaktır. Ancak dışarıdan duyulacak şekilde ve oyun sesleri yükselirse bunu duyanların içeri girip çalgıları kırması caizdir.
Eliyle men etmek ibâdet gibi farzdır. Şarabı dökmek, sazı kırmak gibi.
Çirkinin güzele, yanlışın doğruya engel olmaması için, zararı önlenmeli. Bir şeyi yok etmek, ancak sebebini yok etmekle mümkündür. Ortamı düzeltmede atılacak ilk adım, faydalıyı vermeden önce zararlıyı önlemek. Tohum ekmeden önce ayrıkları toplamak. Merhem sürmeden önce, yarayı mikroptan temizlemek. Çocuğu eğitmeden önce, olumsuz örnekleri ondan uzaklaştırmak...
Pusulanın sana doğru yön göstermesini istiyorsan, onu yanındaki mıknatıslardan koru.
Ey can, önce farenin şerrini defet, sonra buğday biriktirmeye çalış!
Medine’de münâfıkların müslümanlar aleyhinde kullanmak için yaptıkları Dırar Mescidi vardı. Mescid aynı zamanda gizli bir silâh deposuydu. Bu mescid, Tebük seferinden dönerken inen vahiy üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından yıktırılmıştı.
Nehiy tatlı şeyden olur; acı şeyden nehyetmeye hâcet var mıdır?
Cenâb-ı Hak buyurur ki: Hastalık, dert seni yalvarttı ve doğrulttu. Sen, seni bizim kapımızdan tard ettiren ve uzaklaştıran nimetten şikâyet et.
Hakikatte her düşman, senin ilâcın ve iksirindir; senin rızânı arayan bir dostundur. Onun şerrinden ve zulmünden tenhalara kaçar, Allah’ın lütfundan yardım dilersin. Ve yine hakikatte dostların, düşmanlarındır ki, seni meşgul ederek Huzûr-i ilâhiden uzaklaştırırlar. Mevlânâ
İnsanın kendisine zarar gelmeyeceğini bildiği yerde nehy-i münker yapması farz olur.
Bir hataya göz yuman, ikincisini de davet eder.
Biz hayır ve şer yapmakta hür olduğumuz gibi, bitkiler de üreyip çoğalmakta hürdür. Olumlu çabalarla çiçeklenir, ihmal ve yanlış adımlara dikenlerle karşılık verilir.
Benliğini şehvet ve ömrünü lezzet uğruna harcayan neticede bunların kulu kölesi olur.
Îkazın şartları
Teklif: Sorumluluk taşıyacak şartlara hâiz olması.
İman: Zira emr-i mâruf, dine hizmettir. Dini inkâr eden kimse, dine nasıl hizmet edebilir?
Adâlet: Başkasını doğrultmak fer’i, kendisinin doğrulması asıldır. Kendisi sâlih olmayan, başkasını nasıl ıslâh edebilir? Ağaç doğrulmadan, gölge nasıl doğrulabilir?
İkazın mertebeleri
❃ Târif,
❃ Güzel sözlerle nasihat etmek,
❃ Güzel söz işe yaramıyorsa sert konuşmak,
❃ Konuşmak işe yaramıyorsa müdâhale (çalgı âletlerini kırmak, içki dökmek, ipek elbiseyi yırtmak gibi),
❃ Müdahale de işe yaramıyorsa şiddet (dayak ile korkutmak ve o işten men etmek için gerekirse dayak atmaktır).
3- Sorumluluk
✧ Çoluk çocuğundan kaçan, firar eden köle gibidir. Yanlarına dönmedikçe namaz ve orucu makbul olmaz. Hadîs-i Şerîf
✧ Sorumluluktan kaçmak en büyük sorumsuzluktur.
✧ Herkesin giderek bencilleştiği ve o ölçüde de mutluluktan uzaklaştığı bir çağda, iman insanı kurtarabilecek tek şans.
✧ Vazife büyük şey yapmak değil, gerekeni yapmaktır.
✧ Sen ki Allah’ın ‘bak’ diye hitab ettiği varlıksın. Niçin bu yoldan körler gibi yürüyüp geçiyorsun? Bahar rüzgarı gibi güllerin üzerinden geçip gitme, gülistanın manasına dal. Muhammed İkbal
✧ Hedefe ulaşmak ona yönelmekle gerçekleşir.
✧ Yüklendiğimiz vazife ne kadar büyük olursa, ruhumuz o nisbette eğitilir ve yükselir.
✧ Bu feci cereyanın içinden aksi istikâmete gidebilmek ferdin yapacağı iş değildir. Bir himmet, bir duâ olmasa çok zordur.
✧ Sadece meşgul olmak yetmez. Asıl sorun ne ile meşgul olduğunuzdur.
✧ Bir cemiyeti idare etme mesuliyetini üzerine alan kimse, gittikçe ense besleyip şişmanlayacak olursa, bu hal onun cemiyetine ve Rabbine karşı vazifesini bihakkın yerine getiremeyişinin alâmetidir. Mâlik b. Dinar
Sorumluluk
• Öğrenilen ilimleri öğretmek, madden veya manen destek olmak.
• Akıl nimetini yerinde kullanıp, tezekkür, tefekkür, teallüm ile meşgul etmek.
• Bedeni vazifelerin sorumluluğunu yüklenmek.
• İnsanlara karşı vazifeleri yerine getirmek. Görevlerini yerine getirmeyenler başkalarına da zarar verirler.
• Hayvanlara karşı sorumluluğunu yerine getirmek.
• Dili iyi kullanmak da sorumluluktur.
• Kul hakkı en büyük sorumluluktur.
• Yaptığı hatalardan sorumludur, tedavi çarelerini bulmalıdır.
• İnsan hem yapması hem de yapmaması gereken şeylerden sorumludur.
• Yemin, adak vs.den sorumludur.
• Sözünde durmak ve tebliğden sorumludur.
• Her nefesten sorumludur.
Dağ tepesinde bir çam olmazsan
Vâdide bir çalı ol,
Fakat oradaki en küçük çalı sen olmalısın.
Çalı olmazsan bir ot parçası ol,
Bir yola neşe ver.
Bir misk çiçeği olmazsan saz ol,
Fakat gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın.
Hepimiz kaptan olamayız, tayfa olmaya mecburuz.
Dünyada hepimiz için birer şey,
Yapılacak büyük işler, küçük işler var.
Yapacağınız iş, size en yakın olan iştir.
Cadde olmazsan patika ol,
Güneş olmazsan yıldız ol;
Kazanmak ya da kaybetmek ölçü ile değildir.
Sen her neysen onun en iyisi olmalısın!
4- Kemâl
✧ Olgun Müslüman kimseyi zemmetmez, lânetlemez, haddi aşmaz. Hadîs-i Şerîf
✧ Kemâl doğru sözde ve sıdk üzere ameldedir. Hadîs-i Şerîf
✧ Kemâle ulaşmaya muktedir olduğu halde, noksan kalanların kusuru gibi kusur olmaz.
✧ Kâmil insan, Kur’an sırrını yansıtan bir aynadır.
✧ Engin deniz, taş atmakla bulanmaz. Gücenen bir ârif, henüz sığ sudur.
✧ Hüner sahipleri, cefa gördükleri halde muhabbet gösterirler. Sadi
✧ Allah sarhoşu olanlardan mâdâ, bütün halk çocuk mesâbesindedir. Hevâ hevesten kurtulmuş olanlardan başkası bulûğa ermiş değildir.
✧ Âyette Allah (celle celâlühû):‘Dünya oyundur’ (siz çocuksunuz.) buyurmuş, doğru buyurmuş.
✧ İnsan dört şeyi eşit görmedikçe mükemmelleşemez: Mahrumiyet, bolluk, izzet ve zillet.
✧ Kemâl, cemâl ve ihsan, karşılıksız sevilir.
✧ Kemâle erenler, ancak midelerine gideni kontrol etmekle kemâle erebilmişlerdir. S. Nursî
✧ Hârun Reşid’in muttaki zevcesi Zübeyde Hanım, eşinin divandan düşüp acı çekmesine sevindi. Kendisine sevinmesinin sebebi sorulunca: ‘Tam otuz dokuz gündür başına bir şey gelmedi, oysa kırk gün geçer de bir kimseye mûsibet gelmezse o kimse kâmil mümin sayılmaz, onun için sevindim’ dedi.
✧ Kemâl-i insâniyet yalnız ibâdetle olmaz. İnsanoğlu birçok hakların boyunduruğu altındadır. M. Zâhid Kotku
✧ Cehâlet ve gaflet, her kötülüğün anasıdır.
✧ Cennetin nimetleri, Allah’ı sevme derecesinde olacaktır. Kişi, Allah’ı ne kadar seviyorsa, âhirette de o ölçüde nimetlere kavuşacaktır.
✧ Elmas gibi ol ki, yandığın zaman ne yerde külün, ne gökte dumanın kalsın. Ârif Nihat Asya
✧ Kendisinde üç haslet bulunan, imanını olgunlaştırmıştır:
1- Emr-i mâruf.
2- Nehy-i münker.
3- Allahu Teâlâ’nın çizdiği çerçeve dışına çıkmayıp, bunları koruyan. İmâm-ı Şâfii
✧ Ulaşamadığına boyun eğmek, ulaştığına râzı olmak, kaybettiğine sabır göstermek kişinin olgunluğunun işâretidir. Gazali
✧ İnsanların büyüklüğü, yaptığı işlerin büyüklüğü iledir. Gönenli Mehmed Efendi
Cömert, kerim bir kimse arkadaşlarıyla otururken, bir arkadaşı bir tabak salatalık getirir. Arkadaşını memnun etmek için hemen bir tanesini alır yer. Daha sonra birini, diğerini derken tabağın hepsini bitirir. Arkadaşı gittikten sonra diğer arkadaşları merakla sorarlar: ‘Yâhu sen cömert bir insansın. Nasıl oldu da o kadar salatalığı yalnız yedin, bize vermedin?’ Rikkat sâhibi, kerim insanın cevabı çok ilginçtir: ‘Salatalığın birini yiyince, acı olduğunu anladım. Size verseydim, acı diye yemeyecektiniz, adamcağız mahcup olacaktı. Bu nedenle hepsini ben yemek zorunda kaldım.’
5- Fazilet
İnsan, mükemmel olmaya eğilimli yaratılmıştır. Bebeklikten çocukluğa, gençliğe, gün be gün bedensel olarak geliştiği gibi; aklı, fikri, ruhu, düşünceleri de bulunduğu ortama, aldığı eğitime göre gelişir, değişir. Yönlendirilmesine ve sa’y-ü gayretine göre hedefine doğru yol alır.
Ne var ki hayatın gâyesi, bu hayatı bahşeden Yüce Allah’ın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçmak ve o Gönüller Sultanı’nı râzı etmektir. Bunu başarmanın yolu, O’nu ve buyruklarını, nefis ve oyunlarını iyi bilmekten geçer.
✽ ✽ ✽
✧ Fazilet sâhibi, iyi kimselerin hatalarını bağışlar. Ancak, şer’i emirler (had cezâsı) müstesna. Hadîs-i Şerîf
✧ Öyle bir zaman gelecek ki, üç şeyden daha değerlisi bulunmayacak.
1- Dertleşeceğiniz bir arkadaş.
2- Helâl bir dirhem.
3- Amel edilecek bir sünnet. Hadîs-i Şerîf
✧ Merhamet ancak faziletli kimselerde bulunur. Hadîs-i Şerîf
✧ En üstün fazilet, sana gelmeyene gitmen, vermeyene vermen ve kötülük edene iyilik etmendir. Hadîs-i Şerîf
✧ Akıl gibi tedbir, günahlardan sakınmak gibi takvâ ve güzel ahlâk gibi asalet olmaz. Hadîs-i Şerîf
✧ Faziletin mükâfatı yine fazilettir.
✧ Allah (celle celâlühû) üç kimseyi meleklere överek anlatır:
1- Bir kimse, ıssız yerde ezan okur, kaamet getirir, sonra tek başına namazını kılar. Allah (celle celâlühû) onun için meleklere şöyle buyurur: ‘Kuluma bakın. Tek başına namaz kılıyor. Onu, Ben’den başkası görmüyor. Yetmiş bin melek insin, onun ardında namaz kılsın.
2- Gece vakti kalkar, tek başına namaz kılar, secdede iken uyur. Allah (celle celâlühû) onun için, şöyle buyurur: ‘Kuluma bakın. Ruhu katımda, cesedi bana secde ediyor.’
3- Bir kimse Allah için savaşa gider, ordu içinde savaşır, sabreder ve nihâyet şehit olur. Halid b. Madan
✧ Fazilete, ihlâs, takvâ ve tevâzu ile ulaşılır.
✧ Gerçekler ve tenkitler, büyük ruhlu insanları besler ve güçlendirir, küçükleri ise öfkelendirir.
✧ Fazilet kazanmak, deha gibi çalışma ve alınterinden geçer.
✧ Hikmet sâhibi akıllı insanlar, şu üç şeyle faziletli olmuşlardır:
1- Tevbeye sarılmak.
2- Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnetine uymak.
3- Kullara eziyet etmemek. Yakub el-Beledi
✧ Bilgisiz fazilet, zayıf ve faydasızdır. Faziletsiz bilgi ise tehlikeli ve dehşetlidir.
✧ Fazilet, iyiyi elde etme gücüdür.
✧ Faziletli insanların ulaştıkları ve muhafaza ettikleri yükseklik ani bir sıçrayışta erişilmiş değildir. Onlar, başkaları uyurken geceleri yukarıya tırmanmaya çalışıyorlardı.
✧ Fazilet akıl, dindarlık, ilim, ağır başlılık ve hazım, cömertlik, iyilik, itaat, sabır, şükür, yumuşak başlı olmaktır.
✧ İnsanın hakiki asaleti faziletten gelir, doğuştan değil.
✧ İnsan, faziletten mahrum olduğu zaman yalnızlıktan vahşet duyar ve insanlarla fazla düşüp kalkmak sûretiyle dehşetten kurtulmaya çalışır. Fakat faziletli insanlar, faydalı bilgi ve hikmetler meydana çıkarmak için düşünmeye yardımcı olan yalnızlığı ararlar.
✧ Yoksulluğun gözden düşürdüğü kimse, Allah (celle celâlühû) nezdinde azizdir, değerlidir. Hz. Ali
✧ Gerçek değer, kendini beğenmemek, yaptıklarını yeterli bulmamaktır.
Süslemekle bedeni, insan olmaz medeni
Medeni insan bulur, kalbindeki madeni
6- Fedâkarlık
İslâm ahlâkı, egoist anlayışa karşıdır. Diğergamlığı esas almıştır. Kuvvetli zayıfın yardımına koşmalıdır. Hayat bir menfaat mücadelesi değil, kaynaşma, dayanışma ve yardımlaşmadır.
Nitekim Allah Resûlü: ‘İnsanların en hayırlısı insanlara faydası olandır’ buyurmuştur.
İslâmiyet hayatın bütün safhalarında egoizme karşı savaş açmış, müslümanı egoist bir ruha sahip olmaktan daima men etmiştir.
- Aldatan bizden değildir,
- Komşusu açken kendisi tok olan bizden değildir.
- Müslümanın dert ve üzüntüleri ile dertlenmeyen kâmil bir mümin değildir.
Bu mealde pek çok hadîs-i şerîf vardır. Hepsi bir mümini diğergam olmaya, insanları aldatmaktan, sömürmekten uzak kalmaya çağırmaktadır.
Bir çok güzel ahlâkın kökünde, fedâkarlık vardır. İnsan, bencilliği aşıp diğergam olmadıkça, ne dinini koruyabilir, ne de insanlığını.
Diğergamlık nedir biliyor musunuz?
Kendi istekleri ve başkalarının istekleri karşısında, kendi isteğinden feragat etmektir.
Ama diğergam olmak şu demek değildir: Bir başkası mutlu olacak, ben mutsuz olacağım. Sizin mutluluk kaynağınız bir başkasının mutlu olmasıdır.
Siz bir nehir iseniz kollarınızı dağıtın etrafa. Suyunuzdan başkaları da faydalansın. Bu sayede hem güçlü olun, hem de mutlu.
Bırakın toprağınıza tohumlar atılsın, yeşersin ağaç olsun, kökleri sizde kalsın. Onlar gürlesin, siz mutlu olun. Biliniz ki sizinle beslenen insanlar vardır hayatınızda.
✽ ✽ ✽
İnsanlar daima, yüksek necip ve mukaddes hedeflere yürümelidirler. Bu hareket tarzıdır ki; insan olmanın vicdanını, dimağını, bütün insanlık mefhumunu tatmin eder. Bu tarzda yürüyenler ne kadar büyük fedâkarlıklar yaparlarsa o kadar büyüktürler.
Kalem sâhibi kimseler, bir çok büyük işleri yapabilirler; ancak fikirlerin yaşaması pahasına kendilerini fedâ etmek şartıyla.
Fedâkarlık, başarılı olmak için, keyfinden, zevkinden fedâ etmekle başlar, zamanlarını ve tüm imkânlarını hayırlı işlere sarfetmekle gelişir. Hz. İbrâhim gibi güzel bir yad bırakarak son bulur.
Sevginin mihengi fedâkarlıktır.
Empati duygusunu en iyi yansıtan olaylardan birisi, küçüklerin birbirlerine bakarak ağlamalarıdır. Bu durum, çocuğun sempatik eğilimidir.
Sempatinin empatiden farkı, karşı tarafın hislerine aynı şekilde karşılık vermektir. Ama eğer çocuk ağlayan kardeşinin yanına giderek onu rahatlatmaya uğraşırsa, empatik tavır sergilemiş olur. Zira empati kuran kimse, zor durumda olan kişiye yardım etmek ve iyilik yapmak ister.
İnsan sosyal bir varlıktır. Başkalarıyla yaşamanın en önemli şartı yardımlaşmaktır.
7- Cömertlik
«Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsan et.» (Kasas,77)
Cömertlik Allah’ın sıfatlarından biridir. Zira O’nun bir ismi de kullarına kerem ve ihsanı bol, sonsuz cömert anlamına gelen el Kerim’dir. (İnfitar 6) ayrıca er Rahman, er Rahim, el Vehhab, el Latif, et Tevvab, el Gaffar, el Afuvv, er Rauf, el Hadi gibi ilâhi sıfatlar da Allah’ın cömertliğini değişik açılardan ifade etmektedir.
Bu esma-i ilâhiye, cömertlikteki kemâlin Allah’a (cc) âit olduğunu göstermektedir. Çünkü Allah (celle celâlühû) alemdeki her bir varlığın, neye ne miktarda, ne zaman ihtiyacı olduğunu bilir ve en uygun şekilde ikram eder.
Bütün canlılardan daha muhtaç, daha zayıf, daha korumasız olan insan, ihtiyaçlarını karşılayamamaktan endişe eder; bu yüzden yığmak ister, vermek istemez. Biriktiren üç canlıdan biri insan, biri karınca, biri faredir. Diğer mahluklar yevmiyecidir. Gün kazanır, gün yerler.
Fıtraten yığmaya, vermemeye meyyal olan insan, ‘Hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın’ fermanına inanır güvenirse, telaş etmez. Rızkını aramak için çalışır ama rızkını Allah’tan bilir. Verdiğine en az bire on verileceğinin şuurundadır. Cimrileşmez, verir, vermekle hem rızkı eksilmez, hem itibarı artar, hem duâ alır, hem de Cennet kazanır.
Fakirin almaya ihtiyacı olduğu gibi verenin de vermeye ihtiyacı vardır. Tâ ki cömert, erdemli, özverili cennete layık bir kul olabilsin. Yok dedikçe yok olur. Var demeli, vermeli ki Allah da versin.
✽ ✽ ✽
✧ İsâr, cömertlikte son hudud olup, başkasını nefsine tercih etmek anlamını taşır.
✧ İsâr ahlâkıyla geleni hesaba çekmeye hayâ ederim ve onu cennetimde iskan ederim. Hadîs-i Kudsî
✧ İnsanların en hayırlısı, zorlukla kazandığını infak eden fakirdir. Hadîs-i Şerîf
✧ Hayber dönüşünde bedeviler Resûl-i Ekrem’den bir şeyler isteye isteye onu öyle sıkıştırdılar ki, mugaylan dikenlerine dayanmak zorunda kaldılar. Cübbesi düştü. Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Cübbemi bana verin, Allah’a yemin ederim ki, şu dikenlerin sayısınca koyunum olsa, bunları hep size verirdim. Bu sözümle beni ne cimri, ne yalancı ve ne de korkak bulurdunuz’ buyurmuştur.
✧ Cennet cömertlerin, cehennem câhillerin yeridir. Hz. Ali
✧ Edebin başı akıllıca hareket etmektir. Yapılmayan, yerine getirilmeyen sözde hayır yoktur. Cömertlik olmayınca malın, vefâ olmayınca arkadaşın hayrı yoktur. Ahnef b. Kays
✧ Allah’ım, fazla malı içimizdeki hayırlılara ver. Çünkü onlar, içimizdeki çok muhtaç olanlara iyilik ederler. Hz. Ömer
✧ Cömertlik, israf ile cimrilik arasındaki dengedir.
✧ Canı istediği halde başkasını tercih edenin günahları bağışlanır.
✧ Peygamberlere, başkasını kendilerine tercih ettikleri için ‘Ulûl Âzim’ sıfatı verildi.
✧ Cömertlik, sebepsiz olarak vermektir.
✧ Herkesin kalbinde, cömertlere karşı muhabbet, cimrilere karşı nefret vardır. Yahya b. Muaz-ı Râzî
✧ Cömertliğin karşılığının ne olduğunu bilseydi, kimse cimri olmazdı. Mevlânâ
Mûsâ (as) Allah’a (celle celâlühû):
– Ya Rab! Muhammed ile bazılarının cennetteki derecelerini bana göster. Allah (celle celâlühû):
– O derecenin hepsini birden idrâke güç yetiremezsin. Onun en büyük derecelerinden sâdece bir dereceyi göstereyim sana. Ben bu derece ile, onu ve ümmetini bütün mahlûkattan üstün kıldım.
Bunun üzerine melekût âleminden bir kapı açıldı. Hz. Mûsâ, Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurunu ve Allah ile olan yakınlığını görünce, nerdeyse kendinden geçecekti.
– Yâ Rab! Ne ile onu bu dereceye yükselttin?
– Ona verdiğim yüksek bir ahlâk sayesinde!
– O ahlâk hangisidir?
– İsâr hasletidir. Yani başkasının ihtiyacını kendi ihtiyacına tercih duygusudur. Bu yüce ahlâk ile kim bana gelirse, ben onu hesaba çekmekten haya eder, onu cennetin istediği yerinde iskân ederim.
✧ Cömertlik, cennet servisinden bir daldır. Mevlânâ
✧ İnsandaki mafya duygularının menşei olan egoizmi tedavi edecek duygu ve ahlâk; isâr hasletidir.
Hatem’e sordular ‘Kendinden daha kerim bir kimseyi gördün mü?’ Hatem ‘evet’ dedi ve şöyle anlattı:
– Birgün yetim bir gencin hanesine misafir oldum. On koyunu vardı; derhal birisini kesti. Pişirip getirdi. Koyunun bir parçası hoşuma gitti, yedim. Hem de ‘koyunun bu parçası pek hoştur dedim.’
Bu söz üzerine genç dışarı çıktı. Ne yapsa beğenirsiniz; koyunları bir bir kesmiş. O benim beğendiğim parçaları pişirmiş, önüme getirdi. Onun böyle yaptığından haberim yoktu. Gitmek üzere atıma binip haneden çıktığım zaman çok kan dökülmüş olduğunu gördüm. ‘Bu nedir?’ dedim. Dediler ki:– O bütün koyunları kesti. Bu kan onların kanıdır.
Bunun üzerine çocuğa sitem ile ‘Niçin böyle yaptın?’ dedim. Şöyle cevap verdi:
– Sübhanallah! Bir şey hoşunuza gider o da iktidarım dairesinde bulunur da haset yaparak onu sizden esirgersem Araplar arasında bu pek fena bir ahlâk sayılır.
Dostları Hatem’e sordular:
– O gencin bu hizmetine mukabil siz ne verdiniz? dediler. Hatem:
– Üçyüz kızıl tüylü deve ile beşyüz koyun verdim. Dostları:
– Bu halde sen daha kerim olmuş olursun, deyince Hatem şöyle cevap verdi:
– Ne münasebet, o nesi varsa verdi. Ben ise kudretim dairesinde olan şeylerden çoğunu değil, azını verdim.
8- Hediye
Hediye, bir kimseye ikram için bağışlanan maldır. Hediyeleşme insanlar arasında dostluk bağını kuvvetlendiren bir yakınlaşma ve yardımlaşma vasıtasıdır. İnsanlar arasında istemeyerek dahi olsa kırgınlık meydana gelmişse, taraflardan biri diğerine hediye verdiğinde kırgınlık ortadan kalkar, aradaki kin ve öfke yok olur. Tarih boyunca insanlar ellerindeki çeşitli mal ve eşyaları birbirlerine vererek hediyeleşmişlerdir.
Müslüman kimse gönderilen hediyeyi kabul etmeli, geri çevirmemelidir. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. Âişe’ye bir gün: ‘Ya Âişe! Kim sana sen ondan istemediğin halde bir hediye verirse kabul et. Çünkü o Allah’ın (celle celâlühû) sana sunduğu bir rızıktır’ buyurdu.
✧ Hediye, Allah’ın güzel rızıklarından biridir. Sizden birine hediye verildiğinde onu kabul etsin ve kendisi daha güzelini versin. Hadîs-i Şerîf
✧ Birisinin bir hediye verip veya bir ikramda bulunup tekrar bundan dönmesi helâl değildir. Ancak, baba çocuğuna yaptığı bağıştan dönebilir. Verdiği hediyeyi geri isteyen kimsenin durumu, köpeğe benzer. Köpek yemek yer; karnı doyduktan sonra kusar, sonra da dönüp kustuğunu yer. Hadîs-i Şerîf
✧ Ey müslüman kadınlar! Sakın ola ki, biriniz, bir koyun paçası dâhi olsa, komşu hanım kardeşine hediye vermeyi, yardımda bulunmayı küçük görmesin! Hadîs-i Şerîf
✧ Kim size bir iyilik yaparsa, karşılığını veriniz. Şâyet verecek bir şey bulamazsanız, karşılığını verdiğiniz kanaatine varıncaya kadar duâ ediniz.
✧ Vali olan kimse bu görevi esnasında kendisine gelen hediyeleri nefsine ayırmamalı ve beytülmale koymalı. Peygamberimiz, verilen hediyeyi beytülmale vermeyen İbnü’l-Lütbiyye'ye (ra) ‘Sözünde sadık isen doğru söyle; ananın babanın evinde oturmuş olsaydın bu hediyeler sana verilir miydi?’ diye azarlamıştır.
✧ Sizden biriniz bu şekilde hakkı olmayan bir şeyi alırsa onun sırtına yüklenmiş olarak kıyâmette huzur-u ilâhiye varacaktır.
✽ ✽ ✽
✧ Çocuğu dünyaya gelene, hediye vermek vâciptir.
✧ Hediyeyi kabulde, verenin izzeti, alanın ezikliği (zilleti); kabul etmemekte almayanın izzeti, verenin zilleti vardır.
✧ Bir hediyeyi verirken davranışımız, hediyenin kendisinden daha çok anlam taşır.
✧ Hz. Yusuf’a bir arkadaşı geliyor. Ona diyor ki, ‘Bana ne getirdin?’ ‘Sana ne getirebilirim ki? Sâdece güzelliğini görebileceğin bir ayna getirdim.’
İnsan da, Allah’a hiçbir şey götüremez, bu yüzden kalbini ayna hâline getirmelidir. Allah mahşerde, ‘Bu haşir günü hani hediyeniz ne getirdiniz’ diye soracaktır. Mevlânâ
✧ Hediyeler, armağanlar: ‘Ben seninleyim, seni seviyorum’ diye tanıklıktan ibarettir. Mevlânâ
✧ Bir adam, Hasan Basri’ye dokuz şeker ve onbin dirhem para hediye etti. ‘Bunun karşılığını ödemeye gücümüz yetmez’ diye parayı reddetti, şekeri kabul etti.
Hz. Ömer dedi ki: ‘Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), bana (zaman zaman) ihsanda bulunuyordu. (Her seferinde ben):
- Yâ Resûlâllah! Bunu, bana benden daha muhtaç olan birine verseniz, diyordum. Resûlullah da (sallallâhu aleyhi ve sellem):
- Al bunu! Bu maldan, sen istemediğin ve gelmesini bekler durumda olmadığın halde gelen bir şey olursa, onu al ve temellük et (yâni kendi malın kıl, malın olduktan sonra) dilersen ye, dilersen sadaka olarak bağışla. (Bu vasıfta) olmayan mala nefsini bağlama, buyurdular.
Hak tarafından bir mânevi hediye sahibi olmak, Hakk’ın hakla şâhitliğidir. Zîrâ hak, tüm şeylerin delilidir, rehberidir, belgesidir. Onun altında bulunan şeyler delil olamazlar. Câfer el-Kinâni
Ölümü temenni eden, 10 mahal için hediye hazırlamalıdır:
1- Azrâil’e (as) getireceği dört hediye:
a) Hak sâhipleriyle helâlleşmek.
b) Farz borçları (namaz, oruç vs.) ödemek.
c) Hakiki iman, sâlih amel ve güzel ahlâk sâhibi olmak.
d) Mârifetullah ve Muhabbetullah.
2- Kabire getireceği dört hediye:
a) Nemmamlıktan uzak kalmak.
b) Taharete dikkat.
c) Kur’an kıraatı.
d) Gece namazı.
3- Münker ve Nekire getireceği dört hediye:
a) Sıdk-ı lisan.
b) Gıybetten çekinmek.
c) Hakkı kabul.
d) Tevâzu.
4- Mizana getireceği dört hediye:
a) İhlâs.
b) Ezâyı terk.
c) Güzel ahlâk.
d) Çok zikir.
5- Sırata getireceği dört hediye:
a) Aksiliği terk.
b) Verâ (şüphelilerden kaçınmak).
c) Taate devam.
d) Cemaate devam.
6- Mâlik’e getireceği dört hediye:
a) Tenhâlarda göz yaşı.
b) Sadâkat.
c) Mâsiyeti terk.
d) Ana-babaya itaat.
7- Rıdvan’a getireceği dört hediye:
a) Emâneti muhâfaza.
b) İnfak.
c) Azla iktifâ edip, diğerini vermek.
d) Mekârihten (kerih görülenlerden) kaçmak.
8- Rûha getireceği dört hediye:
a) Az yemek.
b) Az uyumak.
c) Az içmek.
d) İstiğfar.
9- Peygambere getireceği dört hediye:
a) Peygambere muhabbet.
b) Ehl-i beyte muhabbet.
c) Ashâbına muhabbet.
d) Sünnetine uymak.
10- Allah’a (celle celâlühû) getireceği dört hediye:
a) Emr-i bi’l-ma’ruf.
b) Nehy-i ani’l-münker.
c) Nasihat.
d) Bütün mahlûkata merhamet.
Önceki âyetle yardım istediğimizi belirttikten sonra mukadder bir soru (istinaf) beliriyor belleğimizde; nasıl bir yardım? Ne yönden, ne bakımdan? Ya da sayısız ihtiyaçla muhtaç olan biz insanlar Rabbimizden hangi ihtiyacımızı isteyelim? İhtiyaçlarımızı tek tek saymamız mümkün değil. «Nimetlerimi saymaya kalkışsanız sayamazsınız» (Nahl;18) buyuran Rabbimiz, çok zarif bir tarzda ne kadar çok şeye muhtaç olduğumuzu ima ediyor.
Bu sonsuz ihtiyaç denizinde yüzerken hangi limana demir atacağımızı bilemiyoruz. Rabbimiz imdadımıza yetişip neyi istememiz gerektiğini telkin ediyor; ‘Bizi doğru yola ilet’. Beynimizde şimşekler çakıyor, birden irkiliyoruz.
Demek biz yolcuyuz. Asli vatanımıza gitmek üzere baba sulbünden, ana rahminden yola çıkıp, âhiret azığını temin etmek için dünya limanına uğrayıp, yoluna devam eden bir yolcu. En önce gideceğimiz yerin adresini öğrenmemiz gerekmez mi? Bir harita, bir rehber, bir yol gösterici; tâ ki yanlış yola girmeyelim, yolu kaybedip kurda kuşa yem olmayalım.
Bu nedenle öncelikle Rabbimizden bizi doğru yola yönlendirmesini istiyoruz. Bu kutlu yoldan bizden önce selâmetle geçip giden önderlerimiz, bu nimetin fazlına eren nebiler, sıddıklar, şehitler (Nisa; 69), ki bunlar gerçekten Allah’ın en büyük nimetine ermiş, menzile ulaşmışlar. Biz de o menzilin yolcuları olarak ‘Sırâtellezine en’amte aleyhim / Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet’ diyoruz.
Demek ki bir insana bahşedilebilecek en büyük, en önemli ve en kıymetli nimet; istikâmet üzere olmak, her konuda Rabbimizin emir ve yasakları doğrultusunda bize bildirdiği hükümlere uymak, hayatımızın itidalinin yörüngesini hükm-ü ilâhi olarak tesbit etmek. Sonra, yaptığımız, düşündüğümüz bütün iş, oluş ve fiillerimizi bu hükümlere göre ayarlamak ilk ve en önemli görevimiz olmalı.
İnançta, ibâdette, ahlâkta, O’nun rızâsına uymayan her şey taşkınlıktır. Verilen ölçüden azsa tefrit, çoksa ifrat, tam uyuyorsa itidal olur. Hak yolunun yolcusu mümin kulun hayatının bütün dilimlerinde itidali araması, kulluk vazifesinin ilk basamağıdır. Yeni işe başlamış bir işçinin öncelikle ne yapacağını öğrenmesi gerekmez mi? Kendi bildiğiyle hareket edebilir mi?
Her gün namazlarda en az kırk kere Rabbimizden hidâyet istiyoruz. Hidâyet; hedefe götüren şeyi göstermek, yol göstermek, rehberlik yapmak, bir hedefe giden yolda yürümek, iyilik ve yumuşaklıkla yol göstermek demektir.
Bizi doğru yola iletmesi için huzurunda yakarıyoruz. Keşke bu yakarışımız şuurlu olsa; ne istediğimizin bilincinde olsak. Allah’ın nimet verdiği Nebiler, sıddıklar, şehidler ve sâlihler gibi olmayı temenni ediyoruz. Bu kavlî duâyı fiili duâ ile pekiştirmek gerekiyor.
Tohum ekmeden çiftçinin mahsul beklemesi, duâ etmesi abes olduğu gibi, hidâyetin ve hidâyete ermişlerin yolunu da sadece dil ile istemek yetersiz olur, icraat gerekir. Nereden işe başlayacağımızı düşünerek işe başlayabiliriz.
Öncelikle hidâyet rehberi Kur’ân’ı ve Kur’ân’ı yudum yudum hayatına sindiren Yüce Peygamberi çok iyi tanımalı. Öğrendiklerimizi bir doktor reçetesi kabul edip, bilgileri aklın bir kenarına atan umursamaz bir tavır içinde olmamalı. Onları başkalarından ziyade öncelikle kendimiz için öğrenip, öğrendiklerimizin bilinç ve inancında olmalıyız.
Yazılı kaynakların mûtemet olmasına, takvâ sahibi, hakiki âlimlerin feyiz çeşmelerinden alınmasına dikkat etmeli. ‘Her şeyin yenisi makbul, âlimin eskisi’ diyenler ne güzel söylemişler. Âlimin eskisi olmaz eskimezi olur. Onlar nübüvvet güneşine daha yakın olduklarından, nurun kaynağına daha yakındırlar. Başka kitaplar okuyacaksak bile kalbimizin zeminini ehli sünnet itikadıyla döşemeli, temeli sağlam atmalıyız.
Bir âlimin bu konudaki tesbiti çok yerinde: ‘Çocuklara önce İslâmi ilimleri öğretir sonra diğer ilimleri öğretirsek, sonradan öğrendiğini önce öğrendiği vahye dayalı, doğru ve sağlam ilimlerle tartar ona göre alır. Ama tersi olursa, İslâmi ilimleri o ilimlerle tartma küstahlığında bulunur.’
Şimdilerde bunun örneğini çok görüyoruz. Hiç İslâmi ilimlerle meşgul olmamış bir üniversiteli, tefsirleri kendi başına okuyup dine ters düşen fetvalar vermekten çekinmiyor. Okudukları, duydukları kafasındaki ne olduğu belirsiz bilgilere uyarsa kabul ediyor, kendi yanlış bilgisini mantıklı sayıyor. ‘Din mantık dinidir. Mantığıma uymayanı kabul etmem’ diye diretip, yersiz ve tehlikeli tartışmalara giriyor. İşte bunun için İslâm âlimleri, çocuğu üç yaşını üç ay on gün geçe dini ilimlere başlatıp köklü ve esaslı bir şekilde yetiştirmeyi tavsiye ederler.
Önceleri bütün çocuklar son ikisi tefsir ve hadis olan on iki ilmi okur, sonra da meslekleri ile alâkalı bilgilerde yoğunlaştırılırlardı. Böylece hem dini hem dünyevi, hem bedeni hem ruhi bilgilerle mücehhez olurlardı. Ah şu güzel, akıllı, yetenekli, pak gönüllü gençlerimize, göz aydınlığımız olan çocuklarımıza o güzel şans geri dönse!
Herkes Mevlâ’sını bilse, gönlünü onun aşk ve sevdasıyla doldursa o sıcak sevginin tazyikiyle tüm müminlerle dost olsa, kardeş olsa, kara bulutlar dağılsa, sevgi pınar gibi çağlasa, gözyaşları dinse, bebekler sadece mama için ağlasa, dostluklar çınar gibi dört mevsim gölgesinde vefâlı insanları barındırsa, o mürşit Peygamber hayat örneğimiz olsa...
✽ ✽ ✽
Kulların yardım talebi üzerine Allahu Teâlâ tarafından ‘Size ne gibi şeylerle yardım edeyim ve nasıl yardım istersiniz?’ şeklinde varid olunan suale ‘Yarabbi! Bizi kurtuluş yoluna hidâyet et’ diyerek en büyük maksat olan hidâyeti talepte bulundular. İstianeden maksatları ise, enbiya, ulema ve sülehanın mesleği olan doğru yolu talep etmekten ibarettir.
Sırat-ı müstakim; mutlaka doğru yola ıtlak olunursa da, bu makamda İslâm dini ve şeriat-ı Ahmediyenin itikad, sâlih amel ve güzel ahlâka müteaalık şer’i ahkam ve esasları kastedilmiştir.
‘Hedâ / hidâyet etti’ fiili, iki mefulunü harfi cerli veya harfi cersiz alır. Burada harfsiz almasının manası şudur: Yolda olana yolu tanıt ve göster, yolda olmayanı da yola sok. Ayrıca yolda olan da, doğru yolda yürümeye devam etmek ister.
‘Bizi doğru yola ilet’in manası; ‘Bize yolun hakikatını tanıt, saptığımız vakit bizi güzelce tekrar yola sok ve hidâyette devamlı olmayı nasip et’ demektir.
Ayrıca yine, ‘Bizi irşad et, delil ver, muvaffak et, rağbet için ihlâs ver, devamını ver, ziyadeleştir’ demektir.
Ve yine ‘Sünnetlere uymak sûretiyle farzlarını edâ etmeye bizleri ilet’ manası da verilmiştir.
‘Doğru yol / sırât-ı müstakîm’ İslâm dininden istiaredir. Maksuda talip olan kulun vusüle ermesi ve mesafeleri kat etmesi için, bir çok cefalara katlanması ve cefaları geçmesi lazımdır.
Bu cümle en faziletli duâdır. Çünkü O’na bizzat kendinin söylediği kelâm ile duâ ediliyor.
Burada ‘biz’ gelmesinin sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
1- ‘Sadece sana ibâdet eder, sadece senden yardım isteriz’, çoğul gelmişti. Bu, Peygamber Efendimizin ‘Cemaat rahmet, ayrılık azaptır’ hadisine de uygundur.
2- Duâ umumi olunca kabule daha yakındır.
3- Başkalarını da, kendini sever gibi sevdiğini gösterir.
4- Cemaat ruhunu yaygınlaştırmaya işâret vardır.
5- Cemaatle zor şeylerin üstesinden gelinir. İnsan cemaatle olursa yalnızlık duygusundan kurtulur. ‘Sürüden ayrılanı kurt kapar.’ Bu iş dünyada böyleyse âhirette bundan daha zordur.
‘iyyake na’büdu’; şeriate
‘iyyake nesteîn’; tarikate,
‘ihdina’s sırâte’l müstakîm’; hakikate delâlet eder.
7- (Bizi dosdoğru yola,) kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.
Bu âyette geçen ikinci ‘sırat’, ilkinden bedeldir. Cafer b. Muhammed’e göre bu ‘sırat’ başkadır. Bunun anlamı ise, Allah’ı gereği gibi bilip tanımak, onun buyruklarını anlamaktır.
‘Sırat’ kelimesinin iki defa geçmesi, hakiki sıratın iki olduğuna işârettir:
1- Kuldan Rabbine giden yol: Bu yol korkulu bir yoldur.
2- Rabb’den kula giden yol:Her yönüyle emniyetli bir yoldur.
Nimet vereni düşünmek nimeti düşünmekten daha lezzetlidir. S. Nursi
«Allah’ın (cc) nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız.» (İbrâhim, 34)
Nimete şükredildikçe ziyadeleşir. «Eğer şükrederseniz elbette size arttıracağım.» (İbrâhim, 7)
‘Nimet’, Kur’an’da nimet olarak 47, aynı kökten gelen kelimeler de 97 yerde geçiyor.
Nimetler uhrevi ve dünyevi olarak ikiye ayrılır:
1- Uhrevi olanlar: Rabbimizin imtihanı kazanan kullarını cennete koyması ve orada akılların almayacağı nimetler bahş etmesi.
2- Dünyevi olanlar: Vehbi ve kesbi olarak ikiye ayrılır.
a) Kesbi nimet: Mal kazanmak, nefsinı arındırmak, ilim elde etmek, ahlâkını güzelleştirmek gibi nimetlerdir.
b) Vehbi nimet: Maddi nimetler; idrak, anlayış, zeka, konuşma gibi nimetler. Mânevi nimetler; insana ruh üfürülmesi, yaratılması, akıl verilmesi gibi nimetlerdir.
Nimetlerin en büyüğü, sırât-ı müstakîmdir. Çünkü herhangi bir nimetin yoluna, usulüne nâil olmak, ona sadece bir kere değil, sürekli nâil olmak demektir.
Nimet dereceleri
❊ Müminlere istikâmetle
❊ Müridlere ibâdet zevkiyle
❊ Ebrara hilm ve yumuşaklıkla
❊ Ariflere mârifet ile
❊ Evliyaya da kalp temizliği, yakin, rızâ ve sıdk ile in’am etti.
Nimetler O’nundur ve O’nun hazinesinden çıkar. Çünkü rahmet hazinesi tükenmez. Lezzetin zevalini düşünüp feryad etme. Çünkü o nimet meyvesi, sonsuz bir rahmet meyvesidir. Ağacı baki ise, meyve gitse de yerine gelen var. Nimetin lezzeti içinde, o lezzetten yüz derece daha ziyade lezzetli bir iltifat-ı rahmeti hamd ile düşünüp lezzeti birden yüz derece yapabilirsin.
Nasıl ki bir padişahın sana hediye ettiği bir elma lezzeti içinde yüz, belki bin elmanın fevkinde bir iltifat-ı şahane lezzetini sana ihsan ve ihsas eder. Öyle de ‘Hamd Allah içindir’ kelimesiyle Mün’imi tanımakla, düşünmekle nimetten bin derece daha leziz, mânevi bir lezzet kapısını sana açar.
Nimete şükür de başka bir nimettir. Nimetin elden çıkıp gitmemesini sağlayan bir ganimettir.
Dört huy vardır ki, bunlar bir kimseye verilmiş ise, ona verilenler dünyada Dâvud soyuna verilenden hayırlıdır.
1- Allah’tan korkmak.
2- Zenginlikte ve fakirlikte orta halli olmak, iktisatlı davranmak.
3- Öfke anında adâlete riâyet etmek.
4- Darlığa da genişliğe de râzı olup Allah’a hamd etmek.
Müminin kuş yuvası gibi evi, suyu ve ekmeği bulunuyorsa, nimetten sayılır. Süfyan-ı Sevri
«Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?» (Rahmân:13)
Bu âyetin sûre içinde tekrarlanması, gafleti gidermek, nimeti hatırlamak ve ikramı itiraf etmek içindir. Nitekim Araplar şöyle derler: ‘Size nice nice nimetler vardır.’
Yine bu, kendisine çeşit çeşit iyilikler yapıp da bunları inkâr eden birisine şöyle demene benzer: ‘Seni fakirlikten zengin yapmadım mı? Bunu inkâr eder misin? Seni çıplakken giydirmedim mi? Bunu inkâr edebilir misin? Zayıfken güçlendirmedim mi? Bunu inkâr edebilir misin?’
Rahman suresindeki bu âyet otuz bir defa tekrar edildi. Cenab-ı Hakk bunların sekizini, içinde mahlûkâtın acaib hallerinin, sanatının inceliklerinin, mahlûkâtın başlangıç ve sonralarının belirtildiği âyetlerden sonra zikretti.
Yedisini, cehennemin yedi kapısına karşılık, içinde cehennem ve cehennemin zorluklarının belirtildiği âyetlerden sonra getirdi. Bunların azap âyetlerinden sonra getirilmesi münâsip oldu. Çünkü bunlardan korkup korunmak, anılan nimetlere denk nimetlerdir. Yâhud da cehennem sıkıntılarının düşmanlar başına gelmesi, nimetlerin en büyüklerindendir.
Bu yediden sonra, cennetin sekiz kapısına karşılık olarak cennet ve cennetliklere dair sekizini, daha sonra da bunlardan başka iki cennetle ilgili olarak sekizini zikretti. İlk sekizine kim itikat eder, gereğince amelde bulunursa, her iki sekizde vaadedilen nimetleri ihsan eder. Allah onu yedi âyette geçen cehennem sıkıntılarından korur.’
Allah’ın verdiği nimeti, O’nun sevdiği yerde harcamak şükür, sevmediği yerde kullanmak ise küfran-ı nimettir. Nimetin hakikatine gelince; Allah’ın insan hakkında yarattığı şeyler dört kısımdır.
1- Bu dünyada ve öbür dünyada da faydalı olanlardır. İlim ve güzel ahlâk gibi. Dünyada hakiki nimet bunlardır.
2- İki dünyada da zararlıdır; câhillik ve kötü ahlâk gibi. Hakiki bela bunlardır.
3- Bu dünyada rahatlık, öbür dünyada sıkıntı olanlardır; fazla dünya nimeti ve onlardan lezzet almak gibi. Ahmaklara göre bunlar nimet, âriflere ve akıllılara göre ise beladır. Aç olan kimsenin, içinde zehir bulduğu bal gibidir. Akıllı ‘o beladır’ der.
4- Bu dünyada sıkıntı öbür dünyada rahat olanıdır; riyâzet ve nefse muhâlefet gibi. Bu ârife göre nimettir. Akıllı için, hastanın yanındaki acı ilaç gibidir. Ahmaklara göre ise beladır.
✧ Her lütuf, din ve devletin muhafazası, yani din ve devlet adınadır. Ve her türlü tenzil, din ve devlet gayretinin kesilmesiyledir.
✧ Her zaman kahır, lütuf karşısında olur.
✧ İyi kalpli, güzel huylu ve lütufkâr ol. Allah (celle celâlühû) sana nasıl veriyorsa, sen de halka öyle ver. Sâdi Şirâzi
✧ Hasan-ı Basri’ye soruldu: ‘Bir adam Allah’ın kendisine ihsan ettiği malı hac yolunda, akraba ziyâretinde ve tasadduk esnasında harcıyor. Onun lüks içinde yaşamaya hakkı var mıdır?’ Şöyle cevap verdi: ‘Hayır! Tüm dünya onun olsa, yine de ancak kendini idare edebileceği kadar harcama hakkı vardır. Artan malını fakirlik günleri için bırakmalıdır. Peygamber (sav) ve tâbîin dönemindeki tasarrufçu müslümanlar malı ve parayı dünyaya meyletmek için bir vesile kılmayı denemediler. Allah’ın kendilerine verdiği rızıktan yetecek kadarını aldılar, artanını fakr-ı zaruret günleri için sakladılar. Dini ve dünyevi ihtiyaçları için kullandılar.’
✧ Kâr gözetmeden veren ancak Allah’tır. Mevlânâ
✧ Küfrün ve günahların sonuçlarını haber vermek, bunlardan sakındırmak lütuf ve nimettir. Hem de ne lütuf, ne nimet!
✧ Hangi sofrada doyarsan doy, rızkı veren Allah’dır. Hafız-ı Şirazi
✧ Allah’ın lütfuna ulaştıran sebepler: İman, irfan, adâlet, doğruluk, hayır severlik, bütün güzel huylar.
✧ Başı nimet sonu hüsran olan şeyler gerçek nimet değildir. Başı cefa, sonu saadet olan ve sürekli olan nimet, gerçek nimettir.
✧ Allahu Teâlâ, her insana başkalarına vermediği şeyi vermiştir. M. İkbal
✧ Kur’an’da şükrün talep edildiği âyetlere baktığımızda, Allah’ın (celle celâlühû) kullarına verdiği dünyevi ve uhrevi birçok nimetin zikredildiğini görüyoruz. Bunları şöyle tasnif edebiliriz:
1- İman ve tevhid.
2- Allah’ın (celle celâlühû) kullarına kitap ve peygamber göndermesi
3- Âyetlerini açıklaması
4- Dinde kolaylık dilemesi, zorluk dilememesi
5- İnsanları affetmesi
✧ Asıl nimet sonuca götürendir.
✧ Allah’ın (celle celâlühû) kulları üzerinde maddi ve mânevi, dünyevi ve uhrevi sonsuz ve sayısız nimetleri vardır. «Hem Allah (celle celâlühû) istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah’ın bunca nimetlerini teker teker saymaya kalkışırsanız, onu kısmen bile sayamazsınız. Gerçekten insan çok zâlimdir, çok nankördür.» (İbrâhim, 34)
Dünyevi, maddi nimetler:
1- Temiz rızıklar
2- Yeryüzündeki geçim imkanları
3- Gece-gündüzün yaratılması ve peşpeşe düzenli olarak gelmesi
4- Vücut azaları, hisler ve akıl
5- Hikmet
6- Sâlih evlatlar
7- İnsanların sevgisini kazanmak
8- Dünya saltanatı, hakimiyeti ve zaferi
9- Zorluk ve sıkıntılardan kurtuluş
✧ Allah’ın bize en büyük nimeti imanı sevdirip tasdik nuru vermesi, fıskı ve küfrü çirkin göstermesidir.
✧ Allahın gadab indirmemesi en büyük nimettir. İbrâhim b. Ethem
✧ Mümin, Allah’ın nimetlerine bir konuktur. Hadîs-i Şerîf
✧ Kendisine verilen nimetin devamlı olmasını isteyen ‘la havle vela kuvvete illa billah’ sözünü çokça söylesin. Bu, cennet hazinelerinden bir hazinedir. Her gün yüz kere söyleyen fakirlik görmez. Hadîs-i Şerîf
✧ Emniyet ve afiyet, insanların çoğunun anlamadığı iki nimettir. Hadîs-i Şerîf
✧ Allah’ın nimetleri kimde çoğalırsa, insanların ona yük olması da çoğalır. Hadîs-i Şerîf
✧ Cennetin en yüksek nimeti, cemalullahtır.
Nimetler İki Çeşittir:
1- Dünya Nimeti.
a) Kişiye faydalı olan şeylerin verilmesi: Beden sağlığı ve yemek, içmek, giyinmek ve barınmak.
b) Kişinin zararlı olan şeylerden korunması: İçten gelen, doğrudan doğruya bedene ârız olan ve dıştan gelen (cin, insan, vahşi ve zararlı hayvanlardan) belâ ve âfetlerden korunması.
2- Din Nimeti.
a) Allah’ın (celle celâlühû), kişiye hidâyet vermesi, onu İslâm ile müşerref kılması, şeriat ve sünnete uygun şekilde amel etmekte muvaffak kılması.
b) Şirkten, bidattan, sapıklıktan ve türlü günah ve isyandan kulunu korumasıdır.
Zâhiri, yani görünür nimetler: Sünnete uymak, bidatten uzak durmak, yüksek doğruluk makamı üzerinde sebat, kulluğun gerekliliği gibi hususlar hep zahiri nimetlerdir.
Bâtıni, gizli nimetler: Allah’ın, fıtratın hemen başında ruhlara nimetlerle ikramda bulunmasıdır. Bu Allah’ın nurunun serpintilerinin bu fıtrata isabet etmesiyle kazanılır. Doğrusu Allah yaratıklarını bir zulmet içinde yarattı. Sonra da nurundan bunlara birazcık serpti. Bu nurun isabet ettiği kimse, hidâyet bulmuştur. İsabet etmediği kimse de sapıklıkta kalmıştır. Hadîs-i Şerîf
✧ Nimetlerin başı üçtür:
Birincisi, diğer nimetlerin tamamının onunla kemâle erdiği İslâm nimetidir.
İkincisi, hayatın sadece kendisiyle güzel olduğu âfiyet nimetidir.
Üçüncüsü ise, yaşamın kendisiyle kâmil olduğu zenginlik nimetidir. Vehb b. Münebbih
✧ Âhiret sevabı, sıhhat, âfiyet, dünya menfaati, fazla ihsan, bolca ticaret, bilinç, kavrayış, anlayış, ünsiyet, sevgi vb. gibi sayılamayacak birçok nimet vardır.
✧ Bâzılarına göre, dünya musibetleri musibet değil, nimet sayılırlar. Çünkü, her musibetin sonunda muhakkak bir çok faydalar da görülür. Meselâ: Bir hasta, doktorun verdiği acı ilâçları içerken veya bir yerinden ameliyat edilirken hep acı ve üzüntü duyar. Fakat iyileşince, doktora minnet ve şükranlarını iletir. Hastanın çektiği zahmet ve acılar, hakikatte onun için nimet vesilesi olmuşlardır. İşte dünya musibetleri de bunun gibidir. Nitekim Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), gerek üzüntü ve gerekse sevinçli hallerinde hep Allah’a (celle celâlühû) hamd ve şükür ederdi.
✧ Allah’ın kullarına olan nimetlerinden birisi de, ölümle berâber gaflete rızâ göstermesidir. Eğer hep haşyet ve korku dileseydi, insanlar hiçbir şeyden faydalanmazlardı. Mutarrif
✧ Allah’ın dünyadan kısarak verdiği nimeti, çok verdiği ve aleyhimize olacak nimetten daha iyidir. Sâlih b. Mismar
✧ Nimetler, gözlerini Hak’tan başka her yönden çekmiş olanların hakkıdır.
✧ İnsan, nimeti eline aldığı zaman bakmalı; nimet mi, felâket mi, yoksa bir rahmet mi? Onun dışında aldanmamalı. Onu görüp vereni unutmayıp, gözünü nimet sâhibinden ayırmamalı.
✧ Allah’ım, bana âhirette Senin rahmetinden uzaklaştıracak dünya nimeti verme.
✧ Nimet, ancak yenilip içilirken tam ve mükemmel hâle gelir.
✧ Allahu Teâlâ Davud’a şöyle vahyetti: Yâ Davud! Akıl sahiplerine söyle ki; çokça nimetlerime kavuştukları zaman benden korksunlar ve ağlasınlar. Çünkü bu, yavaş yavaş onları azâba yaklaştırmak içindir.
✧ Unutmak ve ümit etmek âdemoğluna verilmiş en büyük nimetlerdir.
✧ Her nimete o nimet cinsinden şükürle mukabele bir kadirşinaslıktır.
✧ Bir zevcesi, bir evi, bir binit vasıtası, bir de hizmetçisi olan kimse hükümdarlardan sayılır.
✧ En büyük nimet, hayat, iman ve amel defterini sağdan almak.
✧ En elzem nimetler: Sâlih amel, kâmil akıl, sıhhatli beden, iyi geçimli eş, sağlam söz, lezzetli yemek.
✧ Allah’ın nimetlerini saymak, meddahlığını yapmak bir nevi şükürdür.
✧ Kime dünyada bol bol verilir de o kendisine tuzak kurulduğunu bilmezse, aklından zoru vardır. Hz. Ali
✧ Küfür, fısk, günahtan ikrah vermesi, Allah’ın en büyük nimetidir.
✧ Nimeti inkar, sahibini inkara benzer.
✧ Allah’ın sana isyanına neden olabilecek ölçüde değil de, ancak yetecek ölçüde rızk vermesi, senin üzerinde nimetin tamamlılığını gösterir. Ataullah İskenderi
✧ Basit insanlar, sahip oldukları nimetin kıymetini elden çıkmadan bilmezler.
✧ Bazı nimetler vardır ki, onlara sahip olamamak büyük bir nimettir. Hz. Ali
✧ Bedelsiz alınan nimetlerin ücreti; çok defa hürriyet, vicdan ve şeref gibi paha biçilmeyen kıymetlerle ödenir.
✧ Bil ki şu yeryüzünün sonsuz nimetlerini, tam ve katıksız olarak tadan yok.
✧ Birçoğu kez elimizdeki nimetin değerini bilmeyiz; ama kaybedince, sahip olduğumuz zaman takdir edemediğimiz değerini hemen anlarız.
✧ Dünya nimetleri, insanı ruha ait zenginliklerden uzaklaştırır.
✧ Elimizdeki nimetleri sayalım; ufak tefek gayretlerle ortadan kaldırılabilecek sıkıntıları değil.
✧ Hayatın nimetlerinin değerini bize öğreten, ancak hayatın zahmetleridir.
✧ Nimetleri, Allah’a şükrederek elde ediniz. A.Arvasi
✧ Her nimet, upuzun külfetlerin gelip geçtiği yollarda gelişir ve her saadet de, bir sürü mahrumiyetlerden sonra elde edilir. Zunnun-i Mısri
✧ Nimet verene karşı gelmek gibi küstahlık ve alçaklık olmaz. Hz. Ali
✧ Nimet, insana gaflet verir; şükür, uyandırır. Mevlâna
✧ Nimetin devamı o nimetin kendisinden daha kıymetlidir. Lezzetin devamı lezzetten daha lezizdir.
✧ Kimse aç kalmaz cihanda, bilse nimet kadrini. Keçeçizade İzzet Molla
✧ Nimetlerin gerisinde onu vereni görmemek, gözlükle giderilecek bir hastalık değildir. Hekimoğlu İsmail
✧ Nimetlerin en iyisi, çalışılarak kazanılandır. Ebû’l Hasan Harkani
✧ Bu âlemde binlerce canlı sıkıntısız hoş bir halde yaşamakta, geçinip gitmektedir. Üveyik kuşu geceki rızkı henüz meydanda olmadığı halde, ağaçta Hakk’a şükreder. Bülbül, ‘Ey duâya icabet eden Mevlâ! Rızık hususunda itimadımız sana’ diye hamd eyler. Doğan, rızkını padişahtan umduğu için bütün pis şeylerden ümidini kesmiştir. Böylece sivrisinekten tut da file kadar bütün mahlukat Hakk’ın ailesidir, Hakk da ne güzel aile reisi.
İstisnalı Nimetler
1- Zenginleştirmede: «Dilerse sizi fazlından zenginleştirir.» Tevbe, 28
2- Duâ: «O kendisine duâ ettiğiniz herhangi bir şeyi dilerse açar.» En’am, 41
3- Rızıkta: «Dilediğini hesapsız rızıklandırır.» Bakara, 212
4- Mağfirette: «Şirkin dışında dilediğini affeder.» Nisa, 48
5- Tevbede: «Allah dilediğine tevbe nasip eder.» Tevbe, 15
✧ İnsanı Allah’tan (celle celâlühû) uzaklaştıran nimet en büyük musibettir.
✧ İnsan her zaman yoksulluk duygusu içinde yaşamalıdır. Güzel, gösterişli, pahalı elbiseler giymemelidir. Çünkü yoksulluğa sabretmekten kurtulunca, benliğe kapılır. Başköşeye geçmek ister. İnsan güçsüz olmalıdır. Yumruğu kuvvetli, tırnağı sivri olursa ne din düşünür, ne de doğruluk. İnsanın belalar içinde olması daha iyidir. Çünkü insanda bulunan nefsi emâare, Allah’ın (celle celâlühû) verdiği nimetlere karşı nankördür. İnsanın yolunu şaşırtır, sapıklığa düşürür.
✧ Eşyanın fiyatını değil kıymetini bilmek lazımdır.
✧ «Allah, melekler ve ilim ehli adâleti ayakta tutarak açıkladı.» (Âl-i İmran, 18)
✧ «Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» (Zümer, 9)
✧ Bir amelin kabul veya red edilmesi, kişinin o andaki durumuna bağlıdır. Eğer o ameli vakarla, ta’zimle yapıyorsa, kabul olunur ve sevabı verilir. Eğer istihfafla (hafife alma) ve önemsemeden yapıyorsa, istihfaf derecesine göre red olunur. Amel fesada uğrayınca, sevabı da iptal olur, verilmez. Bu iptal, bâzen hem işlenen amelin bütün sevâbını, hem de ona yakın olan hallerden gelen sevapları içine alır, hepsini yok eder. Ameller, yerlerine ve hallerine göre değer kazanır. Meselâ, hayır ehline yapılan bir ihsan, alelâde bir kimseye yapılan ihsandan üstündür.
✧ İlim tahsili için yola çıkan kimse, dönünceye kadar Allah yolunda cihattadır. Hadîs-i Şerîf
✧ İki haslet vardır ki, bunlar münâfıkta bulunmaz. Bunlar; güzel sûret ve ahlâk ile din ilmidir. Hadîs-i Şerîf
✧ Muhakkak Allah’u Teâlâ, melekler, yer gök ehli, hatta yuvasındaki karıncalar, sudaki balıklar insanlara iyiliği öğretenlere duâ ederler. Hadîs-i Şerîf
✧ Ümmetimin âlimleri Beni İsrail’in peygamberleri derecesindedir. Hadîs-i Şerîf
✧ Haller ancak ilmin verdiği neticelerin sonucunda sıhhat bulur. İlmin önemi unutulmamalıdır. Eğer ilim olmasaydı, kalbe ne bir korku girebilir, ne ondan itminan hasıl olur, ne de bir sükunet hali olurdu. Ebû Abdullah Rugandi
✧ Âlimler nurlarını mişkatı nübüvvetten alıyor. Bütün akıllar onun aklından, bütün nurlar onun nurundan taksim olunuyor.
✧ Gönül ehlinin ilimleri, kendilerini taşır. Beden ehlinin ilimleri ise kendilerine yüktür. Gönüle akseden, gönlü nurlandıran, adamı gönül ehli yapan ilim insana fayda verir. Yalnız bedene tesir eden, bedende kalan, insana mal olmayan ilim yükten ibarettir. Çünkü Cenab-ı Hakk: «Tevratı bildiği halde onunla amel etmeyen, kitap taşıyan eşeğe benzer» (Cuma, 5) buyurdu.
✧ Hakk’tan olmayan, hakikati bildirmeyen ilim insana yüktür. Cenab-ı Hakk’tan vasıtasız olarak ilham yoluyla verilmeyen ilim, gelini süsleyen kadının ona sürdüğü renk gibi diri kalmaz, uçup gider. Fakat çalışarak elde ettiğin bu bilgi yükünü iyi taşırsan ve öğrendiğini yaşarsan, etrafına yararlı olursan, yükünü alırlar, rahat ettirirler. Sana mânevi zevkler, hoşluk bağışlarlar. Aklını başına al da bu bilgi yükünü, şöhret için, dünyalık için, nefsani arzular için taşıma ki, gönlündeki ilâhi ilim ambarını göresin. Böylece ilmin rahvan atına bindikten sonra sırtından yükü alırlar.
✧ İlmin başlangıcı susmak, sonra dinlemek, sonra ezberlemek, sonra onunla amel etmek, sonunda da ilmi yaymaktır. İhya
✧ Kur’an ilimleri, ibâdetin akla düşen payıdır.
✧ İlme nazar, nâfile ibâdetten efdaldir. Çünkü ilmin menfaati başkasına da dokunur, ibâdetin menfaati ise kendine racidir.
✧ İlim aklın neticesi olduğu için akıldan daha üstündür.
✧ Bütün ilim ehlini minare şerefesinde görüyorum. Ben kuyu dibindeyken onlara nasıl müdahele edebilirim? Mehmed Feyzi Efendi
Mün’im-i Hakiki Yüce Mevlâmız, bize ihsan buyurduğu nimeti, biz değiştirmedikçe değiştirmeyeceğini, devamını, tamamını nasip edeceğini vaad buyurunca, (Ra'd, 11) iş bize düşüyor. Verilen nimetleri O’nun istediği şekilde değerlendirir, nankörlük, israf, cimrilik gibi bereketi giderecek hatalardan korunarak bu hazinenin kapısını açık tutabiliriz.
Kalbimizde hayır varsa bize hayır vereceğini vaad eden Rabbi Rahimimiz, nimete, berekete, ebedi saadete götürecek yolları gösterme nimetini de in’am buyuruyor.
Hadîs-i Şerîfler...
✦ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), sabah erken kalkanlara ‘Bereket ver’ diye duâ etmiştir.
✦ Benden sonra ümmetim için üç şeyden korkarım: İdarecilerin zulmünden, fala inanmalarından, kaderi yalanlamalarından.
✦ Ailenin yanına girdiğinde selâm ver ki sana ve ev halkına bereket olsun.
✦ Kadınlardan bereketi en çok olanı meunet cihetinden en az (geçimi kolay ve masrafı az) olanıdır.
✦ Bir kişinin yiyeceği iki kişiye, iki kişinin yiyeceği dört kişiye yeter.
✦ Ekmeğe hürmet ediniz. Muhakkak Allah ona ikram etmiştir. Kim ekmeğe hürmet ederse Allah (celle celâlühû) ona ikram eder.
✦ Gerçekten insan işlediği bir günah yüzünden rızkından mahrum kalır.
✽ ✽ ✽
✧ Yiyecek maddelerinizi (alırken, satarken, eve getirip istif ederken, her vesveseden kurtulmak için) ölçünüz ki, size bereketlensin.
✧ Bereket çokluktan değil, çokluk bereketten doğar.
✧ Rızık ve ihtiyaçları aramaya erkenden koşunuz. Sabahleyin işe erken gitmek, bereket ve muvaffakiyet sebebidir.
✧ Namaz kılmayan kimsede bereket olmaz.
✧ (Bir sofra etrafında) topluca oturup yiyiniz. Ayrı ayrı yemeyiniz; zîrâ toplulukta bereket vardır.
✧ Kim bir hâceti için çokça duâ ederse, istediği kendisine verilsin veya verilmesin, muhakkak Allah (celle celâlühû), o kimseye bereket verir.
✧ İçinde çocuk bulunmayan evde bereket yoktur.
✧ Her kim, evinde bereketin ve nimetlerin çoğalmasını isterse, yemeği hazırladığında (yani yemekten önce) ve yemeği bitirdikten sonra ellerini yıkasın.
✧ Kan toprağın, ter ekmeğin, göz yaşı yüreğin bereketidir.
✧ Allah (celle celâlühû) kulunun nasıl hareket ettiğini görmek için rızıkla imtihan eder. Eğer kulunun davranışlarından hoşnut olursa, o rızkı bereketlendirir. Eğer râzı olmazsa, rızıktan bereketi kaldırır.
✧ Hayat ancak, bir hedefi, bir istikâmeti ve disiplinli olduğu müddetçe bereketli olabilir.
✧ Besmelesiz işte bereket yoktur.
✧ Nimetin kıymetini bilmemek ve şükürsüzlüğe netice veren israf aynı zamanda bereketsizliğin en büyük sebebidir. S. Nursi
Allah melekleri havadan, bir rivâyete göre de rüzgârdan yaratmıştır, cinleri ateşten yaratmıştır, hayvanları sudan, insanları topraktan yaratmıştır.
Bir insan kalbi, bir ömür süresince ortalama 2.900.000.000 kere atar.
Bir oksijen çadırı gerilmiş üstümüze. Günde 23040 nefes alıp veririz. Bir nefesin ardından hemen öbürü gelir, yani tam ölürken diriliyoruz.
Kalp ise, günde 103389 defa atar, durup dinlenmeden vücuda kan pompalar, bu miktar günde 6000 litreye ulaşır.
Normal bir insan vücudunda saniyede 8 milyon hücre ölür. Aynı anda o kadar hücre yaratılır.
İnsan beyni on milyar sinir hücresini kaplar. Bu hücreler diğer hücrelerle 25.000 bağlantı kurar.
Bir insanın kan damarlarının uzunluğu 80.000 km.dir
İçimizde nehirler akıyor laboratuvarlar kurulmuş, fabrikalar, motorlar çalışıyor. Vücudumuz ne yapacağını dünyanın bütün bilim adamlarından daha iyi biliyor.
İnsan bütün bunlara ‘Bana ne?’ diyebilir mi?
Âdem (as), cennette buğdaydan yiyip yeryüzüne indi ve kustu. Bu kusmuktan ağı ağacı hâsıl oldu ve o ağaçtan yılan yedi, ağı (zehir) hâsıl oldu.
Âdem’in (as) boyu 60 arşın idi. Cennetten gelirken, âsâ, incir yaprağı, yüzük ve ağlamayı yanında getirdi. Âsâ, Mûsâ’ya (as) vâsıl oldu; ağlamak da âsilere miras kaldı.
Gökler yedi kattır, insanın organları da yedidir. Burçlar 12’dir, zahir azalar 12’dir (göz, kulak, burun, ön ve arka yollar, iki göğüs, ağız ve göbek).
Gökte yedi yıldız var, insanda da yedi güç var (duyma, görme, koklama, tatma, dokunma, akıl etme, konuşma).
Doğum ve ölüm yıldızlara benzer. Ceset yere, kemikler dağlara, ilik madenlere, damarlar yollara, et toprağa, tüyler bitkilere, yüz güneşe, sırt batı, sağ güney, sol kuzey, nefes rüzgâra, konuşma gök gürültüsü, gülme şimşek, ağlama yağmur, öfke bulut, uyku ölüm, ayık hâli canlılık, gençlik bahar, yaşlılık kışa benzer. Bunlar tıpkı insanı andırır ve insanı canlandırır.
«Ve (susmak istediği zaman ağzını kapatabildiği, konuşurken, yerken, içerken ve bir şeye üflerken yardımına başvurduğu) iki dudak vermedik mi?» (Beled:8-10) Burada dudakların ifade edilmesi, konuşurken harflerin çoğunun dudaklardan çıkmasından dolayıdır. Bir duâda şu ifadeler yer almaktadır:
‘Bizleri bir et parçası vasıtasıyla konuşturan, bir yağ parçasıyla gördüren, bir kemik sayesinde işittiren Allah’a hamdolsun.’ Bir kudsî hadiste Allah (celle celâlühû) şöyle buyurur:
‘Ey âdemoğlu! Sana haram kıldığım bir hususta dilin seninle çekişirse sana iki kapak (dudak) verdim. Onlarla dilini kapat. Gözün karşısına dikilir, haram kıldığım şeylere bakmak için seninle çekişirse sana iki kapak verdim. Onlarla gözünü kapat.’
Hayat ilâhi bir nimettir. Ondan daha büyük nimet dünya zevklerinin esiri olmamaktır.
Nimete karşı şükür; Allah’a hürmet, mala maddi mânevi bereket, bedene sıhhat ve mânevi dilencilik zilletinden kurtaracak izzet sebebidir.
Bedenin içinde nice iş yapan organlar vardır. Her biri bir işle meşgul olurken, insan tatlı bir uykudadır. Onlar insana hizmetten bir an bile geri durmuyor. İnsan ise onları tanımıyor ve bu işlere şükretmiyor.
Bir kimse hizmetçisini bir gün sana hizmet ve yardıma gönderse, hayatın boyunca ona teşekkür edersin. Ama bu kadar sanatkarları bedenin içinde hizmetinde bulunduran, hayatın boyunca onları hizmetten bir an geri bırakmayanı hatırlamazsın.
✧ Hastaya durumu sorulduğunda, önce halini hayırla anıp sonra derdini anlatırsa halinden şikayet etmiş sayılmaz. İbrâhim en-Nehaî
✧ Cümle hastalıkların aslı, çok yemektir. Hamdun Kassar
✧ Hz. Ali (ra) şöyle dedi: Bir kimse, çok yaşamak ve sıhhatli kalmak isterse, hafif rida giysin. Sabah yemeğini erken yesin. Akşam yemeğini geç yesin. Cimayı azaltsın.
– Hafif rida nedir diye sorulunca:
– Az borçtur, dedi.
✧ Afiyet, rahmet-i ilâhi eserlerindendir.
✧ Âfiyet şu üç şeydedir: İçine sığınacağı bir ev, kendisine yeten bir geçim, kendisinden râzı olacak bir kadın. Muaviye
✧ Âfiyet, on haslettir, beşi dünyada, beşi de âhirettedir. Dünyada olanlar: İlim, amel, ihlâs, şükür, kadere râzı olmak. Âhirette verilecek beş haslet: Yüz aydınlığı, terâzinin ağır basması, kolay bir hesap, Sırat’tan geçmek, Cehennemden kurtulup Cennete girmek.
✧ Dört şeyi küçümsemeyin: Düşmanı, ateşi, hastalığı, az bile olsa ilmi. Feridüddin Attar
✧ Şifanın üç şartı: Tabibin gayreti, ilacın hastalığa uygunluğu, hastanın ilacı bünyesinin kabul etmesi.
✧ Âfiyet on kısma ayrılır. Bunun dokuzu susmakta olup biri insanlardan kaçmaktadır. Allâh’tan af, âfiyet, iffet, ilim ve adâlet isteyin.
Kerim Rabbim, ömür verdiysen eğer, ihlâsla hizmeti sen nasip eyle
Âfiyet ne aziz nimetmiş meğer, kulunu çarersiz bırakma böyle. M. Balcı
Ashabdan bir grup, bir Arap kabilesine uğradılar. Bu kabile ashabı ağırlayıp misafir etmedi. O sırada kabile reisini yılan soktu. Bunun üzerine kabile sâkinleri sahabeye gelerek, ‘Sizde bir ilaç veya tedavi yapan birisi var mı?’ diye yardım istediler. Sahabe de ‘Evet, ama siz bizi misafir bile etmediniz. Bize birşeyler hazırlamadıkça size yardım etmeyiz’ dediler. Bunun üzerine kabile sâkinleri sahabelere bir miktar koyun eti hazırladılar. Sonra birisi hasta üzerine Fâtiha’yı okumaya başladı. Adam sanki kendisine hiçbir şey olmamış gibi derhal ayağa kalktı. Oradan ayrıldıktan sonra ‘Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in yanına varıncaya kadar bunu yemeyelim’ dediler. Sonra Nebi (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e varıp olayı ona anlattılar. Nebi (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Okuyana Fâtiha’nın şifa olduğunu nereden biliyorsunuz?’ dedi, sonra da ‘Yiyin ve bana da bir pay ayırın’ buyurdu. (Buhari)
Bu Hadîs-i Şerîf Fâtiha’nın yılan, akreb ve benzeri hayvanların sokmasına karşı şifa vereceğini gösterir. Fâtiha’nın şifası bazen ilacın ulaşamadığı seviyeye ulaşır.
Tıp kaideleri Fâtiha’nın bedene şifa vermesini şöyle açıklar: Sokma ve ısırma zehirli ve iğneli hayvanlardan meydana gelir. Bu hayvanlar gazab niteliğiyle özellik kazanmış habis ruhlu hayvanlar olup ateşli bir zehir taşırlar ve bununla sokarlar. Bu zehrin derecesi habasetin şiddet ve derecesine göre farklılık arzeder. Bu hayvanların habis ruhları gazabla birleşince kendilerinde zehirli bir tabiat oluşur.
Şerir insanlar da şerlerini yerlerine ulaştırmadıkça rahat ve lezzet duymadıkları gibi, bu hayvanlar da zehirlerini bir yere boşaltmadıkları müddetçe lezzet ve rahat bulmazlar.
Göz değmesi ve nazar bu tür tesirlerdendir. Nazarcı gözünü belli bir yere dikince nefsinde zehirli bir nitelik oluşur ve zehir, bakılan yerin mukavemetinin derecesine, bakışın tesir gücü ve bakanın kuvvetine göre tesir eder.
Hakk adına gadab ve hamiyeti bulunan arınmış, ulvi ve şerefli bir nefis, bu habis ve zehirli nefislerle karşılaştığı zaman Fâtiha’nın ihtiva ettiği hakikatleri, sırları, manaları, tevhid, tevekkül, Allah’a övgü, Allah’ın esas isimlerinin zikredilmesi, şerre karşı, şerri gideren, hayra karşı, hayrı arttıran isimlerinin anılması gibi incelikleri ihtiva ettiği için bu güzel hasletler habis ve şeytani nefislerin şerrini def eder.
✧ 300 gr yersen o seni taşır, daha fazla yersen, sen onu taşırsın.
✧ İlm-ü Tıbb’ı iki cümlede topluyorum: Yedikten dört beş saat geçmeden yeme; şifâ hazımdadır. İbn-i Sina
✧ Bütün hastalıkların başı şu sekiz şeye dikkat etmemektendir:
1- Gündüz çok uyuma.
2- Gece az uyu.
3- İdrarını tutma.
4- Çok cima yapma.
5- Geceleyin çok su içme.
6- Aşırı doyuncaya kadar yeme.
7- Acıkmadan yeme.
8- Az yemekle kanaat et. Lokman Hekim
• Çok soğan yemek, balgamı artırır, gözü karartır. Fazla acı soğan ve ekşi yemek, ihtiyarlık getirir.
• Yağ, aklı tamamlar.
• Tatlı yemek, hilmi artırır. Ama, çok yemek, dişe zarar verir.
• Mercimek, kalbe rikkat verir. Kanı temizler. Ama çok yemek dişlere zarar verir.
• Kabak, dimağı artırır.
• Bir kimse, sabah yemeğine tuzla başlar, yemeğin sonunu tuzla bağlarsa, Allah (celle celâlühû), ondan yetmiş çeşit belâyı def eder.
• Bir kimse, her gün yedi tane Acve isimli hurmadan yerse, içindeki bütün kurtlar ölür.
• Bir kimse, her gün on bir adet kuru üzüm yerse, ölüm hastalığı hâriç cesedinde hiçbir kötü şey görülmez. Hz. Ali
• Çeşitli yemek mideyi büyütür. Kaba etleri sarkıtır.
• İnek eti hastalıktır, ama sütü ve yağı şifâdır.
• İç yağı da hastalıktır.
• Balık, vücudu eritir. Hz. Ali
• Kadınlar için, yaş hurmadan şifâlı bir şey yoktur.
• Güzel koku zekâyı keskinleştirir. Gözü kemâle erdirir. Ama onun çoğu mekruhtur.
• Gülsuyu, ihtiyarlığı çabuklaştırır, saçı çabuk ağartır.
• Yumuşak giymek, kanı arıtır. Kaba giymek, kanı pıhtılaştırır.
• Şiddetli sevinç, şiddetli hüzünden daha çok tehlikelidir. Çünkü neşenin yapısı soğuktur. Soğuk ise hararetten daha çabuk helâk eder.
• Hüznün oluşu hararetten, hararet ise ciğerden gelir.
★ Bir tek gözün vazifesini yapabilmek için, futbol sahası büyüklüğünde son sistem bir fabrika kurmak gerekir.
☆ Vücudumuzda altmış trilyon hücre vardır. Her hücre canlıdır, beslenir, büyür, çoğalır ve ölür. Vücudumuzda saniyede elli milyon hücre ölür ve çoğalır.
★ İnsan beyninde doksan milyar sinir, on milyar sinir merkezi vardır.
☆ Akciğerin bronşları açılıp düz bir alan yapılabilse, ikiyüz elli metre kare, yani futbol sahasının üçte biri kadar yer kaplar.
★ Gözyaşı mikropları öldürür.
☆ Damarlarımızın uzunluğu yüz bin kilometredir.
Aynü’n Naîm : Nimet Pınarı (sallallâhu aleyhi ve sellem)
Efendimiz (sav), nimetlerin aslı, zâtı hakikatıdır. Çünkü bütün nimetler, ona imana bağlıdır. Resûlûllah (sav), zâhir ve bâtın, dünya ve âhirette cümle nimetlere nâil olduğundan, bu nimetlere de onun vâsıtası ile nâil olunacağından, zât-ı şerifleri nimetin kendisi gibi olmuştur.
✵ Dünyada mesh olunmayı, helâk olmayı engelledi.
✵ Tevbe, son nefese kadar onun sâyesinde kabul oldu.
✵ Anarşi içinden sahabi çıkardı.
✵ İnsanların zelil gördüklerini yükseltti.
✵ Yetime, dula, yoksula dost oldu.
✵ Kötü âdetleri değiştirdi.
✵ Sevgi ve saygıyı öğretti.
✵ İbâdetleri sevdirdi.
✵ Şeytanı tanıttı.
✵ Cennet ve cemâli sevdirdi.
✵ Fedâkarlığı öğretti.
Helâl
Yapılması ve yiyilip içilmesi dinen yasak olmayan şeye helâl denir. Yüce Allah’ın (celle celâlühû) yarattığı her şeyde aslolan helâl ve mübah olmaktır. Haram olduğu bildirilenlerden başka her şey helâldir. Allah (celle celâlühû), iyi, temiz ve insan sağlığına yararlı olan şeyleri helâl kılmıştır. Kur’ân-ı kerimde şöyle buyrulmaktadır: «Kendileri için nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar; de ki bütün iyi ve temiz şeyler size helâl kılınmıştır.» (Maide, 4)
Allah’ın (celle celâlühû) helâl kıldıklarını helâl, haram olarak bildirdiklerini de haram olarak kabul etmek gerekir. Çünkü Allah’ın (celle celâlühû) helâl kıldığı şeylere haram demek veya haram olarak bildirdiklerine helâl demek büyük günahtır. Bu konuda Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur: «Ey iman edenler! Allah’ın size helâl ettiği temiz ve güzel şeyleri kendinize haram kılmayın. Haddi aşmayın, çünkü Allah haddi aşanları sevmez.» (Maide, 87)
Allahu Teâlâ’nın kullarına sonsuz merhameti vardır. Onların ömürlerini sağlıklı olarak geçirmelerini, kendilerini rahatsız ve huzursuz edecek her şeyden uzak durmalarını ister. Bunun için onlara zararlı olan bir şeyi emretmeyeceği gibi, faydalı olan bir şeyi de yasaklamaz. O her neyin yapılmasını emretmişse, bize yararı olduğu için emretmiş; her neyi yasaklamışsa bize zararı olduğu için yasaklamıştır.
Ayrıca âyet-i kerime ve hadîs-i şerîfler, bir Müslüman için helâl lokma ve helâl kazancın ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Kazancı helâl olmayan kimsenin yapacağı duâ, Allah (celle celâlühû) katında kabul olmayacağı gibi, helâl olmayan kazancı ile yapacağı hayrın da bir değeri yoktur.
Allahu Teâlâ’dan gelecek rızık nasıl olsa gelecektir; ama bunu helâl talep edenin helâlden, haram talep edenin haramdan gelecektir. İnsan iradesiyle mes’ul olduğundan, rızkını helâlinden aramak, nimet üzerine nimettir.
✽ ✽ ✽
Kim helâlinden yer, sünnete göre hareket eder, insanlara kötülük ve eziyet etmezse cennete girer. Hadîs-i Şerîf
Şüphesiz helâl belli, haram da bellidir. İkisi arasında bir takım şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu onları bilmezler. Her kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, ırzını ve dinini korunuş olur. Her kim şüpheli şeylere dalarsa, (koru) sınır etrafında sürüsünü dağıtan bir çoban gibi ki, çok geçmeden içeriye dalabilir. Dikkat edin! Her hükümdarın bir korusu vardır; bilesiniz Allah’ın (celle celâlühû) korusu, yeryüzünde haram ettiği şeylerdir. Dikkat edin, bedende bir et parçası vardır ki; o iyi olursa bütün beden iyi olur, o bozuk olursa bütün beden bozulur. O et parçası kalptir. Hadîs-i Şerîf
Helâl kazanmak için beğenilmeyen bir yerde bulunana Cennet vâcip olur. Hadîs-i Şerîf
1- Farzları terk etmeden kazanmak.
2- Kazanç için hiç kimseyi üzmemek.
3- Çalışırken kendisinin ve ailesinin iffetini korumaya niyet etmek.
4- Kendini haddinden fazla yormamak.
5- Çalışmayı rızık için bir sebep bilmek, fakat rızkı çalışmaktan bilmemek.
6- Tarla, bahçe, bağ, binaların ve nakliye vasıtalarının kiraları.
7- Hakkıyla çalışılırsa, bedenle çalışma veya sanat işleme ücretleri.
8- Taşı, diken ve bataklığı temizlenerek ihyâ edilen sâhipsiz bir yer.
9- Ganimetten hisseye düşen mal.
10- Muhtaç olana, zekâttan, nafakadan gelen şey.
11- Hak edildiyse, vakıftan gelen ücret.
12- Meşru bir alışverişten kazanılan.
13- Bağışlanmış veya şartına uygun olarak vasiyetten gelmiş olan mal.
14- Meşru olarak ve öteki mirasçıların hakkına tecâvüz edilmeyerek mirastan gelen mal. (Fakat bunun helâlden kazanılıp, miras bırakan ölünün borçları, cenâze masrafı ve meşru vasiyetleri çıktıktan sonra gelmesi lâzımdır.)
15- Hayvan ticâretinin meşru kazancı.
✧ Eğer lokma, kimde ululuk nûru hâline geliyorsa, ne diliyorsa onu yesin, ona helâldir.
✧ Şu sütun gibi günlerce kıyamda kalıp namaz kılsan, karnına giren şeyin helâl mi haram mı olduğunu bilmediğin sürece bu ibâdetin sana bir faydası yoktur. Vüheyl b. Verd
✧ Helâl yiyenlerin bütün bedeni ibâdet eder; hayır işlemesi kolay ve tatlı gelir.
✧ Vücudunu helâlle besle, duân kabul olsun. Çünkü hangi karın olursa olsun içine haram bir lokma girdi mi, o kimsenin duâsı kırk gün kabul olunmaz.
1- Ölüm, ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden azad edip, yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için, âlemi berzahta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.
2- Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp; vüs’atli, sürurlu, ızdırabsız, bâki bir hayata mazhariyetle... Mahbub-u Bâki’nin daire-i rahmetine girmektir.
3- İhtiyarlık gibi hayat şartlarını ağırlaştıran bir çok sebebler vardır ki; mevti, pek üstün nimet olarak gösterir. Meselâ: Sana ızdırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve validen ile beraber, ceddin cedleri, sefaleti senin önünde şimdi bulunsaydı; hayat ne kadar hikmet, mevt ne kadar nimet olduğunu bilecektin. Hem meselâ: Güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şiddeti içinde hayatları ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.
4- Nevm, nasıl ki bir, bir rahmet, bir istirahattır; hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için... Öyle de; nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevkeden belâlara mübtela olanlar için ayn-ı nimet ve rahmettir. Amma ehli dalâlet için; mevt dahi hayat gibi hikmet içinde hikmet, azap içinde azaptır. Sözler
Allah’ın Kullarına Hizmet, En Büyük Nimetlerdendir
Allah’ın kulları içinde nimetlerin en büyüğüne mazhar olanlar, peygamberler ve onların varisleridir. Peygamberlerin vazifelerini tarif edecek en veciz cümle ise; ‘Hakk’a ibâdet, Hakk’ın halkına hizmet’tir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: ‘Allah (celle celâlühû) bir kuluna hayır dilerse, o kulunu, insanların ihtiyaçlarını yerine getirmekte kullanır.’
İmamı Rabbani Hz.’leri, Peygamber Efendimizin ‘Cenab-ı Hakk’a mahlukatının en sevimlisi, kendi iyaline iyilik eden kimsedir’ hadîs-i şerîflerini zikrettikten sonra şöyle buyurdular:
‘Cenâb-ı Hakk mahlukatının rızıklarını tekeffül etmiştir. Böyle olunca mahlukat Cenâb-ı Hakk’ın iyali mesabesindedir. Kim, bir şahsın iyaline yardımcı olur, onun yükünü yüklenirse, elbette o şahsın sevgilisi olur.
Yine Cenâb-ı Hakk’ın iyali olan mahlukatının tamamını, kendisine bağlı ve terbiyelerinin kendisine havale edilmiş olması, Cenâb-ı Hakk’ın (kuluna ihsan ettiği) en yüce nimetlerdendir.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: ‘Seferde kavmin efendisi kavme hizmet edendir. O kavme bir hizmeti geçen kimseyi, şehâdet müstesna hiçbir amelle hiçbir kimse geçemez.’
«Kim Allaha ve peygambere itaat ederse işte onlar Allah’ın kendilerine nimet bahşettiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve iyilerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar.» (Nîsâ, 69)
Kendilerine nimet verilen o mümtaz zatları, ikram sâhibi Yüce Mevlâ böyle sayıyor.
Bu sayılanlar içinden kendisine mülk, saltanat, güzellik gibi dünyevi nimet verilen kimseleri göremiyoruz. Çünkü nimetin tamamı, cennete girmek, ebedi saadete ermektir. Zâhirde dünya hayatında nefsin arzularını tatmine kullanılan nimetler, başlangıçta nimet olmakla berâber, sonuçta sâhibinin başına felâket getirebilir.
Nimeti değil, nimet vereni gören, nimeti nimet veren uğrunda sarf eden, fâni nimetlerle bâki nimetleri kazanan bahtiyar insanlar...
Hakk’ın risâletini tebliğ eden Nebîler...
Onları tasdik edip, hayatı boyunca onun dininde sâdık kalan özü sözü bir olan sıddıklar...
Din-iman yolunda, kıymetli canlarını fedâ eden şehitler...
Kendini ve âlemi ıslâh edip düzeltmek için, bir ömür gayret sarf eden sâlihler, nimet verilenler olarak kıyâmete kadar gelecek insanlara takdim ediliyor. Allah’a ve Resûlüne itaat eden bu seçkin insanlara arkadaş olma bahtiyarlığına eriyorlar.
Allah’ın verdiği nimetlerin en büyüğü, Allah’ı tanıyarak Allah’a iyi bir kul olup, Allah tarafından sevilmektir. Zâten dünyaya geliş gâyesi de budur. İşte bu nimete mazhar olan mübârek insanların, kendine özgü halleri vardır.
İncil’de, Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in, o peygamberler öncüsünün, o safa denizinin adı vardı. Sıfatları, şekli, savaşı, oruç tutuşu ve yemek yiyişi anılmıştı. Bir Hıristiyan taifesi o ad ve o hitap kendilerine ulaştığı zaman, sevap için o yüce adı öperler, o latif vasfa ihtiramla yüz sürerlerdi. Onlar Ahmed (s.a.v) adına sığındıklarından dolayı (şerlerden, fitnelerden) korundular.
Padişahların adlarını (ölünce) paralardan kazıyıp silerler. Ahmed’in adını ise kıyamete kadar kazıyıp işlerler. Ahmed’in adı bütün peygamberlerin adıdır. Yüz elimizde olunca doksan da bizde demektir.
Allah (celle celâlühû) der ki: ‘Ey Mustafa, bu nur denizinde kaptanlık et. Çünkü sen ikinci Nuh’sun. Akıllılara bir yol gösterici lazım. Hele yol, deniz yolu olursa. Kalk da yola vurulmuş kervana bak. Her yanda kaptan kesilmiş gulyabanileri gör! Sen vaktin Hızır’ısın. Her geminin imdadına yetişen sensin.
Ruhullah Hz. Îsâ gibi yalnız yürümeyi âdet edinme! Bu topluluğun önünde gökyüzündeki ışık gibisin, güneşe benziyorsun. Bunlardan gizlenmeye, halveti bezenmeye kalkışma! Halvet zamanı değil, topluluğa gel!
Ey peygamber, hidâyet Kaf dağına benzer sense Hümâsın! Dolunay, gökyüzünde gece yürür. Köpeklerin sesi yüzünden yürüyüşü bırakmaz. Kınayanlar senin dolunayına karşı köpeklere benzerler; sana karşı ürüyüp dururlar! Bu köpekler ‘susun, dinleyin’ emrine karşı sağırdırlar. Ahmaklıklarından senin dolunayına karşı havlayıp durmaktadırlar.
Hadîs-i Șerîfler...
✦ Bana ancak mü'min olan muhabbet eder ve bana ancak münafık olan buğz eder.
✦ Ateş beni görene, beni göreni görene ve beni göreni göreni görene dokunmaz.
✦ Benim sevgim bir kalbe girerse Allah (celle celâlühû) onun bedenini cehenneme haram kılar.
✦ Hevası sünnetime uymayan gerçek mü'min değildir.
✦ Bütün peygamberlerin hali, yüzü, iktisatları (itidalli davranmak) güzeldi.
✦ Peygamberin sünnetini terk etmek küfrân-ı nimettir.
Öyle bir mektebe oldu ki müdâvim
Zatına Allah idi muallim
✧ İnsanı putların köleliliğinden kurtararak fıtratın medeniyetini kuran Hz. Peygamberdir.
✧ Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), dört bin öğrenci yetiştirmiştir.
✧ Efendimiz zemzemi ayak üstü içerdi. Aşure günü oruç tutardı.
✧ Efendimiz varlıkların en üstünü, en faziletlisi, en şereflisidir. Çünkü o madde ve mananın, dünya ve âhiretin ruhu mesabesindedir.
✧ Resûl-ü Ekremi herkes kendi haline münasip bir şekilde medhü sena edebilir.
✧ Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sekerat anında ümmetine temessül eder. Kabrinde temessül ediyor, lehinde şahit oluyor.
✧ İzzet ve şerefi, müslümanın Muhammedî oluşunda aramalıdır.
✧ Bütün akılların nuru Resûl-ü Erkemin nurundan taksim edilmiştir. Fakat istidatları hasebiyle mutefâvit olmuştur.
✧ Efendimiz hidâyet nurunun tecessüm ve temessül etmiş şeklidir. Kim ona teveccüh ettiyse hidâyet bulur.
Ey ilim ve sünnet sahibi!
Köşkleriniz, Kayser köşklerine,
Evleriniz, Kisra evlerine,
Meskun olduğunuz yerler, Karun meskenlerine,
Kapılarınız, Talut kapılarına,
Elbiseleriniz, Calut elbiselerine,
Mezhebiniz, şeytani hallere,
Yok olmanız, inatçı şerirlerin helâkine,
Hükümranlığınız, Firavun hükümranlığına,
Kadınlarınız, aldatıcı ve aceleci rüşvetçilere,
Ölümünüz, cehâlet üzere ölenlerin ölümüne benziyor.
Muhammedî olanlar nerede?...
Peygamber, Allah’tan aldığı mesajı insanlara ulaştıran elçidir. Allah (celle celâlühû) Kur’anı göndermiştir, lâkin kitap muallimsiz anlaşılmayacağı için, Allah bu Kitabı insanlara anlatmak için tarafından seçip sevdiği, en emin ve doğru kimseleri peygamber olarak göndermiştir. Onlar her cihetten mükemmel insanlardır.
Peygamberler de diğer insanlar gibi yer, içer, çarşılarda gezer, üzülür, sevinirler. Aynı yapıya sahip oldukları için onların yaşadıkları dini diğer insanlar da yaşayabilirler.
Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Ben de sizin gibi bir beşerim’ buyurarak kendisinin ilâhlaştırılmamasını ister.
✽ ✽ ✽
Peygamberler cinsimizdendir; fakat onlarla insanlar arasındaki fark, şeker kamışı ile âdi kâmış, bal arısı ile âdi arı, misk geyiği ile âdi geyik arasındaki fark gibidir.
Peygamberlerin cesetleri, kırk günden fazla yerde kalmaz, göğe çıkar.
Peygamberlerin hepsi, bir babanın evlâdı gibi itikatta kardeştirler. Fakat ana mesâbesinde olan şeriatları bir derece farklıdır.
Hz. Mûsâ’ya Tûr-i Sinâ’da, Hz. Yunus’a balığın karnında ve Hz. Yusuf’a kuyunun dibinde tecelli eden Allah (celle celâlühû), Resûlullah’a da (sallallâhu aleyhi ve sellem) arşın fevkinde tecelli etmiştir.
Belâ’nın en şiddetlisine peygamberler mâruz kalırlar. Çünkü vahşileri terbiye edip de insan etmek çok zordur.
Yusuf (as), zindanda ubudiyet ile imtihan edildi ki, yeryüzünde melik ve halife olduğunda zindandakilere ve bütün memleket halkına merhamet eylesin. Cefaya tahammül etsin, gariplere merhamet etsin, hased edenlere de sabretsin.
Peygamberler, ruh doktorları ve insanları asıl görevlerine çağıran davetçilerdir.
Peygamberlerin Hasletleri
1- Allah’ın vaadına inanmak.
2- Halka ümit bağlamamak.
3- Şeytana düşmanlık.
4- Hevâya, nefse uymamak.
5- Halka şefkat.
6- Eziyet etmemek, eziyete katlanmak.
7- Cennet ve cehenneme yakinen inanmak.
8- Halka tevâzu.
9- Nasihatı bırakmamak.
10- Azla yetinmek.
11- Devamlı abdestli olmak.
12- Dünyalığa sevinmemek.
13- Kaybettiğine üzülmemek. Ebû Derdâ
Sıddık, dâima iyiliğe azmetmeye kendinde büyük hürmet, kuvvet bulan kimsedir. Muamelatta doğru olana sadık, her işinde doğru olana sıddık denir.
Her mertebeyi bilerek, görerek hareket eden sıddıktır.
Enbiyadan sonra en büyük mertebe sıddıklarındır. Sıddıkiyet derecesi, nübüvvetle velayet arasında bir berzahtır.
Hz. Ebûbekir (ra)
Hz. Ebûbekir'in (ra) adı ‘Abdullahtır.’ Künyesi Ebûbekir'dir. Lakabı Sıddîk ve Atik'dir. Babasının adı Osman, künyesi Ebû Kuhâfe'dir. Annesinin adı Selma, lakabı Ümmü’l hayr'dır. Babası ve annesi tarafından nesebi ‘Mürre’de Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile birleşir.
Babası Ebû Kuhafe Mekke-i Mükerreme'nin fethinden sonra, Hz. Ebûbekir'in delâletiyle müslüman olmuştur ve 92 yaşında Hz. Ebûbekir'den (ra) sonra vefat etmiştir.
Hz. Ebûbekir (ra) Kureyş'tendir. Teymî'dir. Câhiliyyette ismi AbdülKâbe idi. Müslüman olunca Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) O'na Abdullah ismini vermiştir.
Hz. Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk tasdik edenlerden olduğu gibi, Peygamberimizin Mi'racını da müşriklerin inkarına rağmen hiç tereddüt etmeden derhal tasdik ettiğinden ‘Sıddîk’ namına hak kazanmıştır.
Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ‘Kimi İslâm'a davet ettim ise ilk anda tereddüt geçirmiştir. Yalnız Ebûbekir müstesnadır. O hemen tasdik etmiştir.’
Hz. Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğumundan iki sene sonra dünyaya gelmiştir.
Nisa 69. âyeti, Hz. Ebû Bekr’in halifeliğine delildir.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Müjde, (Ey Ebû Bekr!) Sen Allah'ın ateşten azad ettiği kimsesin!’ buyurdular. İşte o günden itibaren Hz. Ebû Bekr, Atik (azadlı) diye isimlendirildi. Tirmizî
Hz. Ali (ra) diyor ki:
Resûlullah Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Halifesi Ebûbekir es-Sıddık'a (ra) ‘Bizi geçmeye muvaffak olduğun azim dereceyi ne ile kazandın?’ diye sordum.
Hz. Ebûbekir (ra) dedi ki: ‘Beş şey iledir:
1- İnsanları iki kısım gördüm. Kimisi dünyayı ister, kimisi âhireti ister. Ben ise Mevlâ'yı (celle celâlühû) tercih ettim.
2- Ben İslama dâhil olduğumdan itibaren doyasıya dünya taâmı yemedim. Zira Mârifetullah lezzeti ile meşguliyet, beni dünya taâmı lezzetine meylettirmedi.
3- İslamiyet'e dâhil olduğumdan itibaren dünya içeceklerinden kanmadım. Zira Hâlıkımın muhabbeti dünya içeceklerinden fazla geldi ve beni Muhabbetullah meşgul etti.
4- İslâmiyet'e dâhil olduğumdan beri, beni iki amel karşıladı. Dünya ameli ve âhiret ameli. Ben âhiret amelini dünya ameline tercih ettim.
5- Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) sohbetine kendimi adadım. Hatta bir saat bile ayrılmazdım ki, mağaraya girerken beraber girdim.
✧ Peygamberimize, ‘kemâl hangi şeylerdedir’ diye sordular. Peygamberimiz ‘doğru sözde ve sıdk üzere ameldedir’ buyurdu.
✧ Sıdkın en azı; gizlinin, açığın müsavi ve eşit oluşudur.
✧ Sıdk altı şeyde olur:
1- Sıdk dildedir; ne geçmişteki şeylerde, ne bulunduğu halde, ne de verdiği sözde yalan olmamasıdır.
Eğri sözden kalp eğrilir, doğru sözden kalp doğrulur. Bu sıdkın en üstün derecesi ikidir:
a) Doğru olsun diye kapalı ve kinayeyle konuşmamaktır.
Fakat bazı yerlerde doğru söylemek iyi olmaz:
• Harbde,
• Karı koca arasında (bir fitneye sebebiyet vermemek amacıyla),
• İnsanları barıştırmakta.
Burada da açıktan yalan söylememek gerekir.
b) Münâcatta Allah’tan sıdk talep etmektir.
Bu münâcatta bulunduktan sonra, kalp yüzünü dünyaya döndürüyorsa yalan söylemiş olur.
✧ Bir kimse «Ancak sana kulluk ederiz» (Fâtiha, 4) âyetini söyleyip, dünyaya şehvet bağıyla bağlanmış olup şehvetleri ona hakim olursa, yalan söylemiş olur. Çünkü o kime bağlandıysa, onun kuludur.
✧ Sıdk elde etmek için bütün dünyadan kurtulmak gerekir. Bunu elde etmek için de insanlardan ve kendinden azad olup, kendisi için olana râzı olmalıdır. Bu da sıdkın kemâlidir.
2- Niyette olur. Bu da taatında yalnız Allah’ı kasdeder, başkasını karıştırmaz, işte bu ihlâs olur. İhlâsa da sıdk denir. Çünkü içinde taat düşüncesinden başkası olan, ibâdette yalancı olur.
3- Azmetmekte olur. Bir kimse vali olsa adâlet etmeye, malı olsa sadaka vermeye, kendinden daha iyi idâre eden olursa valiliği ona teslim etmeye azmeder. Bu azim bâzen kuvvetli ve zorlayıcı bâzen de tereddüt ve zayıflık olur. Sâdık dâima iyiliğe azmetmeye kendinde büyük kuvvet bulan kimsedir.
4- Azimde vefadır. Azmi kuvvetli olup muharebede canı feda edebilir.
5- Amelde vefadır. Amellerin hepsi kalbine bir sıfat verir. Mesela: Bir kimse ağır yürüyüp kalbinde vakâr olmazsa, sâdık olmaz. Bu sıdk gizli veya aleni olanı doğru tutmakla elde edilir.
6- Din makamlarında sıdktır. Başlangıç ve görünüşüne kanaat etmemeli. Zühd, muhabbet, tevekkül, havf, reca, rızâ ve şevk gibi haller, her müminde bulunur fakat zayıf olur. Bu haller kendisinde kuvvetli olan sâdık olur.
✧ Sâdık, kendini öveni düşman, ayıplayanı dost bilir.
✧ Sadık bütün insanları kendine tercih edip, Allah’ı hiç kimseye tercih etmeyendir.
Mekke'nin fethinden sonra İslâm'ı kabul edenler arasında Hz. Ebû Bekir'in babası Ebû Kuhâfe de bulunuyordu. Yaşı sekseni aşmış, âmâ bir kişi olan Ebû Kuhâfe, Hz. Peygamber'in huzurunda, hidâyete ermekte geç kalmışlığını telâfi edercesine aşkla kelime-i şehâdet getiriyordu. Bu esnada sevinmesi gereken Sıddîk lakaplı Ebû Bekir ağlıyordu. Fakat bu ağlayış bir sevinç ağlayışı değil, üzüntü ağlayışıydı. Bu, meclisteki herkesin hayretine sebep olmuştu. Sordular:
- Ey Ebû Bekir, neden sevinilecek bir günde gözyaşı döküyorsun? Cevap verdi:
- Allah'ın Resûlü’nün en büyük arzusu amcası Ebû Talib’in müslüman olmasıydı. Fakat bu dileği bir türlü gerçekleşmedi. Ben isterdim ki, şu anda benim babamın yerinde şehâdet getiren Ebû Talib olsun, babamın Müslüman olmasından dolayı benim gönlüm hoşnut olacağına, amcasının Müslüman olmasından dolayı Allah Resûlü’nün gönlü hoşnut olsun. İşte bu olmadığı için ağlıyorum.
Sahabe-i Kiram
Sahabe ve ashab, ‘Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkadaşları’ demektir. Onlara, ‘Peygamberimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) kıymetli arkadaşları’ anlamında Ashâb-ı Kirâm da deriz. Sadece bir tanesinden söz ederken ‘Sahabe’ ifadesini kullanırız.
Sahâbe nesli, Allah’ın elçisini müslüman olarak gördüğü, onunla sohbet ettiği ve müslüman olarak öldüğü için kıymetli, seçkin, saygın ve şerefli insanlardır.
Onlar güzel dinimizi Allah’ın elçisinden öğrendiler. Resûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendilerine model aldılar. Onun gibi yaşamaya, onun sözlerini ve davranışlarını kendilerinden sonraki nesle aktarmaya çalıştılar.
Bu gayretlerinden dolayı, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabe neslinin insanların en hayırlısı olduğunu bildirdi ve sahabeye hakaret edilmesini kesinlikle yasakladı. Ve hiç kimsenin onlar gibi olmayacağını anlattı: ‘Bir kimsenin Uhud Dağı kadar altını olsa ve hepsini Allah rızâsı için dağıtsa, yine de sahabenin verdiği küçücük bir sadaka kadar sevap kazanamaz.’
Sahabe neslini Allahu Teâlâ da övmüştür. Âli İmran sûresi 110. âyetinde onların ‘Ümmetin en hayırlısı’ olduğu haber verilir. Âyet, Muhacir sahabelerin Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için Allah’a ve Resûlüne iman ettiklerini, onlara kucak açan Ensarın ise imanı benliklerine sindirdiklerini, yanlarına hicret edenlere muhabbet beslediklerini, ihtiyaç içinde olsalar bile muhacir kardeşlerini kendilerine tercih ettiklerini dile getirir. (Haşir, 8-9)
Sahabiler Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) talebesi, bizim de hocamızdır. Efendimizi (sallallâhu aleyhi ve sellem) nasıl örnek alacağımızı ve dinimizi nasıl yaşayacağımızı bize onlar öğrettiler. İyi müslüman olmak için Allah’ın Resûlünü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve onun izinden giden Ashâb-ı Kiram’ı örnek almak şarttır.
‘Eshâbım yıldızlar gibidir.’ Yolculara mum, şeytanlara recm vazifesi görür.
✽ ✽ ✽
Ashab-ı kiram; öğrendikleri ilimlerin sadece hamallığını yapmazlar, ilimleri ile amel ederlerdi. Amel ederken de ihlâsı elden bırakmazlardı. Onlardan biri, bakarsınız bir sûreyi 6-7 ayda ancak bitirirdi. Bir âyeti öğrenip onunla amel etmedikçe ikincisine başlamazlardı. Amel ederlerken benizleri sararır, tüyleri diken diken olur, mangalda kızartılan et kokusu gibi ciğerlerinden çıkan aşk-ı ilâhinin kokusu duyulurdu. Hatta bazen kapı komşusu şikâyet edercesine, ‘Et pişirdiniz de niçin bize tattırmadınız?’ derdi.
Aklı muhâfaza düsturunda hassasiyetle durur, İslâm'ın dışındaki muharref olmuş kitapların bilgilerinden akıllarını korurlardı. Çünkü aklın dayanağı ve gıdâsı vahiy idi, akıllarını vahyin dışında müstakil tutmak isteyenlerin, Belâm, Samiri, Haman olmak gibi neticelere gidileceği gerçeğini Kur'an'dan öğrenmişlerdi.
Seven ve sevilen kimselerdi. Birbirlerini imanın gereği olarak severler ve yapmacık olan her şeyden kaçınırlardı. Din kardeşlerine duyguları ne ise yüz hatları, mimik hareketleri de aynı olurdu. Kardeşlerine dıştan bir türlü, içten başka türlü katiyyen davranmazlar ve bunu nifak alâmeti sayarlardı.
Şakadan da olsa din kardeşlerini telâşa düşürmezlerdi. Müslüman bir kardeşi telâşa düşürmenin kötü bir amel olduğunu kabul ederler, latife cinsinden de olsa telâşa kapılacak hareketlerden uzak dururlardı.
✽ ✽ ✽
✧ Ensar topluluğu! Şeytan sizin kendisine tapmanızdan ümidini kesmiştir. Ancak hafif gördüğünüz amellerle kendisine itaat edilmeye râzı olmuştur. Hadîs-i Şerîf
✧ Sizin zamanınızda hayırlınız, yakin ile işe sarılanınızdır. Bir zaman gelecek ki, onların hayırlıları, şüphelerin çoğalmasından hiçbir tarafı tercih etmeyip, duraklayan kimselerdir. İbn-i Mesud
✧ Beş şey var ki, bunları Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), eshab ve tabiin severek yaparlardı:
1- Cemaatle namaza devâm etmek.
2- Sünnete riâyet etmek.
3- Mescitleri tamir etmek.
4- Kur’an okumak.
5- Allah yolunda cihat etmek. Evzai
Dört Halife
✧ Allah bana emretti: Ebû Bekir’i baba, Ömer’i müşir, Osman’ı dayanak, Ali’yi de arkadaş tutayım. Bunların misali Ümmü’l kitapta böyledir: Anlayınız, bunları ancak mü’min ve müttaki olanlar sever. Fâcir ve şaki olanlar buğzeder.
Onlar nübüvvetimin halifeleridir. Din ve dünyamın bağıdır. İşimi koruyanlardır. Hikmetimin kaynağıdırlar.
✧ Ebû Bekir’in (ra), mârifet,
✧ Ömer’in (ra), şeriat,
✧ Osman’ın (ra), tarikat,
✧ Ali'nin (ra), hakikat tarafı fazlaydı.
✧ Muâviye b. Ebi Süfyan anlatıyor:
Hz. Ebû Bekir, dünyayı istemedi; dünya da onu istemedi.
Hz. Ömer’i (ra) dünya istedi; ama o, dünyayı reddetti.
Hz. Osman (ra) dünyadan bazı şeylere nâil oldu, dünya da ondan nâiliyete erdi.
Hz. Ali (ra) ondan bazı ümitlere kapıldı. Bazen kaçtığı, bazen istediği, bazen de terkettiği oldu.
Bize gelince, onda yayıldık. Batıl zâhir oldu. İşin nereye varacağını kestiremiyorum.
Hz. Ömer
✧ Allah (cc), hakkı, Hz. Ömer’in dili ile kalbi arasına koymuştur. Hadîs-i Şerîf
✧ Rüyâmda, bana bir bardak süt verdiler. O kadar içtim, o kadar içtim ki, tırnaklarıma kadar doydum. Sonra artanını Ömer’e verdim.
Ashap: Nasıl yordunuz? diye sordular. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘İlimle yordum’ cevâbını verdiler.
✧ Hz. Ömer zamanında insanlar hep İslâma koşacak, ondan sonra İslâmdan kaçacaklar. Hadîs-i Şerîf
✧ Hz. Ömer için Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘İslâmın kilididir’ buyurdu.
✧ Hz. Ömer bir gün hırkasını yamarken, açık kalan arkasına güneş dokundu, kalbi rahatsız oldu ve güneşe dikkatle baktı. Bunun üzerine güneş ve ortalık karardı. Cebrâil gelip, Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem):
– Yâ Resûlâllah! Allah (celle celâlühû), güneşe şefkatle bakması için Hz. Ömer’e emretmenizi buyurdu. Yoksa güneş kıyâmete kadar böyle kalacak, dedi.
Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Ömer’i çağırıp Allah’ın emrini tebliğ buyurdu. Hz. Ömer’de güneşe yumuşak nazarla bakınca, güneş eskisi gibi parlamaya başladı.
Hz. Ömer, bir gün kızı Hz. Hafsa’yı ziyârete gitmişti. Hafsa, halife babasına sofra çıkardı. Sofrada iki kap yemek dikkati çekiyordu. Birinde çorba diğerinde zeytinyağı vardı. Bunu gören halife, şu ikazı yaptı:
– Kızım bir sofrada iki çeşit yemek mi? Ömer Allah’a kavuşuncaya kadar bir sofrada iki çeşit yemek yememeli. Sen bunun birini kaldırıver. Kalanı yeter.
✧ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in Hafsa’yı boşadığı fakat sonra döndüğü rivâyet edilir. Hz. Ömer bunu duyunca başına toprak saçarak:
‘Demek Rab Teâlâ Ömer’e değer vermiyor.’
Ertesi gün Cebrâil (as):
‘Allah Ömer’e merhametinin eseri olarak, sana Hafsa’ya dönmeni emrediyor.’
Hz. Osman
Hayâ sahibi, iyilik ve ikram menbaı, Kur’ân-ı Kerim’i toplayan Hz. Osman’ın babası Affân’dır. Soyu, dördüncü dedesi Abdülmenaf’ta Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile birleşir. Künyesi, İslamdan sonra Ebû Abdullah’tır. Lakabı, ‘Zinnûreyn / iki nur sahibi’dir. Peygamber Efendimizin kızlarından, önce Rukiye, onun vefatından sonra da Ümm-ü Gülsüm ile evlendikleri için bu lakabı almışlardır. O da vefat edince Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem); ‘Ey Osman! Üçüncü kızım olsaydı, onu da sana verirdim’ buyurdular.
✧ Hz. Osman, ilim ve hilim denizlerinin birleştiği zattır.
✧ Her peygamberin bir refiki vardır. Benim cennette refikim Osman’dır. Hadîs-i Şerîf
Hz. Osman’ın kapısında isyancılar toplanınca köleleri ve muhafızları kılıçlarını kuşandılar. Bunu gören Hz. Osman onlara ‘kim kılıcını almaz ve kuşanmazsa onu azat ettim’ dedi. Onlar da canlarını kurtarmak için çıkıp gittiler. Sonra Hz. Hasan ile karşılaşıp birlikte Hz. Osman’ın yanına döndüler. Hz. Hasan içeriye girince selâm verdi. Bu felâketten ötürü ona taziyelerini sundu ve ‘Ey müminlerin emiri! Senin fermanın olmadan ben Müslümanlara silah çekemem. Zira halkın imamı ve halifesi sensin. Onun için emir buyur da şu topluluğun belasını senden def edeyim. Bunun üzerine Hz. Osman ona: ‘Ey biraderimin oğlu! Geri dön. Allah’ın (celle celâlühû) emri ve takdiri gelinceye kadar evinde otur. Bizim kan dökmeye ihtiyacımız yoktur.’
Dostluk derecesinde belâ ve musibetlerin gelmesi halinde gösterilen teslimiyetin alameti işte budur! Nitekim Nemrud, ateşi yakıp İbrâhim’i içine atacağı zaman meydana gelen hadise de böyle olmuştu. O zaman Cebrail (as) gelmiş ve Hz. İbrâhim’e:
- Bir ihtiyacın var mı? diye sormuş. O da:
- Sana bir ihtiyacım yok, demiş.
- Peki o zaman Allah’tan (cc) iste! deyince o da şöyle söylemişti:
- Halimi bilmesi kendisi için dilekte bulunmam için yetmez mi?
Başıma neyin geleceğini bilmesi bana kafidir. O benim halimi benden çok daha iyi bilmektedir. Salahımın hangi şeyde olduğuna vakıf bulunmaktadır.
Şu halde Hz. Osman, Halil İbrâhim (as) mevkiinde idi. İsyan ise, yakılan ateş yerinde idi. Hasan ise, Cebrail durumunda bulunuyordu.
Bir gün Osman b. Affân (ra), Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’i evine dâvet etti. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
- Yalnız beni mi davet ediyorsun? Buyurdular. Hz. Osman:
- Ashâb-ı kiram da gelsinler, dedi.
Bilâl-i Habeşî’yi bütün Ashâb-ı kirama Hz. Osman’ın davetine gelmeleri için haber vermekle vazifelendirdi. Kendileri Hz. Ali ile Hz. Osman’ın evine doğru yola çıktılar. Hz. Osman, Server-i Âlemin mübarek adımlarını sayıyordu. Server-i Âlem farkına varıp sebebini sordu:
- Yâ Resûlallah! Her adımına bir köle âzâd olsun, dedi.
Dâvetten sonra bütün kölelerini âzâd etti.
Hz. Ali
İslâmiyeti ilk kabul edenlerden Hz. Ali (ra), Resûlûllah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) amcasının oğlu ve damadıdır. Resûlûllah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) en yakın yardımcısı olarak, hayatı boyunca yanında bulundu.
İslâmın ilk dönemindeki askeri zaferlerde büyük pay sâhibi oldu. Resûlûllah (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından ‘Allah’ın arslanı’ diye adlandırılan Hz. Ali (ra), cennete gireceği hayatta iken müjdelenenlerden ‘Aşere-i Mübeşşere’den’ biridir. Hz. Ali, dünyaya önem vermeyen, varını yoğunu fakirlere dağıtan, son derece âdil, mübârek bir zattı.
Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Medine’de her muhâciri bir ensarla kardeş yaparken, Hz. Ali’yi de kendisine kardeş etmiştir.
✧ Hz. Ali, bahadırlığı, ilmi, takvâsı ve ahlâkı ile temâyüz etmiş seçkin bir sahâbedir. Sîma olarak Resûlullah’a benzediği gibi, rûhen de ona benzemektedir.
✧ Emânete riâyet eder, Allah’dan çok korkar ve Resûlullah’ı çok severdi. Cesâret ve şecaati ile ün salmıştı. Çok iyi kılıç kullanır, son derece beliğ ve güzel konuşurdu.
✧ Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. Ali’ye sıcak ve soğuğun tesir etmemesi için duâ buyurdular. Hz. Ali’ye bundan sonra sıcak da soğuk da tesir etmedi. Bundan dolayı Hz. Ali yazın kışlık elbise, kışın da yazlık elbise giyerlerdi.
✧ Hz. Ali’nin üç özelliği vardı ki, onlardan birisi şâyet bende olsa idi, kızıl develere sâhip olacağıma buna sâhip olmayı tercih ederdim:
1- Hz. Fâtıma ile evlenmesi.
2- Hayber günü sancağın kendisine verilmiş olması.
3- Necvâ, yâni gizli konuşma âyetidir. İbn Ömer
Papaz ve Hz. Ali (r.a.)
Hz. Ali r.a. ordusu ile harbe gitmekteyken uğradığı son bir kaç konak yerinde su bulamaz. Sonunda bir kilise görür ve o yana yönelirler. Kiliseye varır su isterler. Kilisedekiler:
- 10 mil uzakta su var.
Hz. Ali,
- Oraya gitmeye gerek yok, şurayı kazın.
Işâret edilen yer kazılır. Büyük bir taş ortaya çıkar. Uğraşırlar uğraşırlar değil taşı kaldırmak oynatamazlar bile.
Hazret-i Ali gelir. Mübârek parmaklarını taşın altına sokarlar, sanki bir tüy misali kalkar. Taşın kalkmasıyla beraber saf, tatlı ve soğuk bir su fışkırır. Sevinç ve şükürle sular içilir, kaplar dolar.
Kilisenin Papazı ve diğer kilisedekiler, uzaktan onları seyretmektedirler. Durumu görünce, sevinç içinde Hz. Ali'nin huzûruna gelir ve sorarlar:
- Peygamber misiniz yoksa?
- Hayır ben peygamber değilim, ama son peygamberin dâmâdı ve halifesiyim!
Papaz hemen kelime-i şehâdet getirerek Müslüman olup şöyle der:
-Ey mü'minlerin emiri! Bu kiliseyi, bu taşı kaldıran zâtı bekleyip görmek için yapmışlardır. Kitaplarımızda yazar, büyüklerimiz anlatırdı; burada bir kuyu vardır. Üzerindeki taşı Peygamber veya onun Halifesi kaldırabilir. Bu taşı sizin kaldırdığınızı görünce, yıllardır beklediğimiz arzuya kavuştuk.
Hazret-ü Ali buyurdu ki:
- Allahü Teâlâya hamd olsun!
Ve râhib orduya katılıp, şehit olmak saâdetine kavuşur...
✦ Şehidlerin ve ruhları Cennet'te olan diğer mü’minlerin hayatları arasında iki yönden fark vardır:
Biri: Şehidlerin ruhları için, kuş şeklinde cesedler yaratılır, kursağına yerleşirler ki, o kuşun organlarıyla soyut ruhtan daha fazla ve daha mükemmel nimetlensinler. Çünkü şehidler, cesetlerini Allah yolunda feda etmişler; buna mukabil Berzahta onlara bu cesetler verilmiştir.
İkinci fark: Şehidler Cennetten rızıklanırlar. Halbuki diğer ölüler hakkında böyle kesin bir ifade yoktur. Her ne kadar, onlar cennet ağaçlarına konarlar diye rivâyet varsa da bunun iki manası vardır. Bu konmak yemek manasında geldiği gibi normal konmak manasında da olabilir. Alâ külli hâl, yemekte, nimet ve istifadede şehidler derecesinde değiller. Allah gaybı daha iyi bilir.
✦ Şehidin Allah katında, altı hasleti vardır: İlk önce kanının dökülmesinden dolayı mağfiret edilir. Cennetteki yeri ona gösterilir. Kabir azabından kurtulur. Kıyametin korkunçluğundan emin olur. Herbir yakutu dünya ve içindekilerine değer bir taç başına konulur. Hurilerden yetmiş iki hanımla evlendirilir. Akrabalarından yetmiş kişiye şefaat etme yetkisi verilir. Hadîs-i Şerîf
✦ Şehid ancak sizin çimdikleme acısını çektiğiniz kadar öldürülme acısını çeker. Hadîs-i Şerîf
✦ Şehidin, kul borcundan başka bütün günahlarını Allah (celle celâlühû) mağfiret eder. Hadîs-i Şerîf
✦ Şu üç sınıf kimseyle, kabirlerinden kalktıklarında karşılanıp tokalaşılacaktır:
1- Şehidler.
2- Bütün Ramazan ayı boyunca gündüzleri oruç tutarak, geceleri de ibâdet ederek geçirenler.
3- Kurban bayramında arefe günü oruç tutanlar. Hadîs-i Şerîf
✦ Şehitleri ziyâret ediniz ve selâm gönderiniz. Canım elinde olan Allah’a andolsun ki, kim şehitlere selâm gönderirse, kıyâmete kadar selâmının karşılığını alır. Hadîs-i Şerîf
✦ Şehitlik, borçtan başka tüm günahlara kefarettir, deniz şehidinin tüm günahları affolunur. Hadîs-i Şerîf
✦ Dini vazife yaparken ölen şehiddir. Hadîs-i Şerîf
✦ Allah, ruhların kabzedilmesi için bir melek müvekkel kılmıştır. Şehidler müstesna; onların ruhlarını Allah direkt kendisi alır. Hadîs-i Şerîf
✦ Şehit düşenlere Cenâb-ı Hakk en güzel bir cesed indirir, ruhuna ‘içine gir’ der. Evvelki cesedine bakar, halkın yaptıklarını görür, ordakilerle konuşur. Onların işittiğini sanır ve onların gördüğünü sandığından onlara bakar. En sonunda, onun hurilerden olan hanımları gelir, onu alır götürürler. Hadîs-i Şerîf
✽ ✽ ✽
Enes b. Mâlik (ra) anlatıyor:
Halam Rubeyy’in oğlu Harise çok genç yaşta Bedir Savaşı’na katılmıştı. Görevi gözcülüktü. Fakat bir okla şehit oldu.
Birgün halam Resûl-ü Ekrem’in huzuruna varıp;
- Ey Allah’ın Resûlü! Bana Harise’nin durumundan haber verir misin? Eğer cennetteyse sabredeceğim, cennette değilse var gücümle ona ağlayacağım, dedi. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) halama şunları söyledi:
- Ey Harise’nin annesi! Âhirette bir değil birçok cennet vardır. Senin oğlun o cennetlerin en yücesi olan Firdevs Cennetindedir.
✧ Tüm arzularım, ibâdetlerim, hayatım, ölümüm Allah’a armağan olsun diye and içen ve bu fikre her şeyini şâhid gösteren şehittir.
✧ Allah için, din, vatan ve millet uğrunda harpde ölene şehit denir.
✧ Beş çeşit şehit vardır. Bunlar:
1- Tauna (veba) tutulmuş olanlar.
2- İshalden ölenler.
3- Boğulanlar.
4- Yıkıntı altında kalanlar.
5- Allah yolunda savaşarak ölenler.
✧ Zulümle öldürülmek ve çocuk doğurmak gibi sebeplerle ölenlerden iman ile gidenler, hükmen şehittirler.
✧ Kim sıdk ile Allah’tan şehit olmayı talep ederse Allah onu şehitlerin derecesine ulaştırır.
✧ Zevklerin en üstünü, Allah uğrunda ölen şehitler içindir. Çünkü onların savaşa çıkmaları, ölümü göze almaları demektir. Onlar âhireti alabilmek için dünyayı sattılar. Satan kimsenin gözü sattığında değil, aldığındadır. Âhirete baktığı zaman, onu aşk ve hevesle satın aldığını görür.
✧ Cennete giren hiç kimse, dünyada ne varsa hepsi verilse bile cennetten çıkmayı istemez. Şehitler bu hükmün istisnasındadırlar. Çünkü onlar Allah’ın kendilerine olan izzet ve ikramlarını görünce defalarca dünyaya dönüp ilkinde olduğu gibi tekrar tekrar şehit olmayı isterler. Şehidin daha önce işlemiş olduğu Allah (celle celâlühû) hakkına dair bütün günahları bağışlanır. Şehitlik onların hepsinin üstünü örter.
Harp etmeden şehid olan kadın
İlk müslümanlardan Ümmü Varaka isimli kadın, her harpte Resûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in huzuruna çıkar:
- Ben de harbe iştirak etmek isterim. Hiç olmazsa yaralıların yaralarını sararım, derdi.
Fakat Server-i Kâinat (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona:
- Sen evinde otur! Evde de sana şehidlik nasip olur, buyurarak harbe iştirakine müsaade etmezlerdi. Hatta Ümmü Varaka’yı kastederek:
- Şehîde hanımı ziyaret edelim, der, o yaşlı sahabeyi evinde sık sık ziyaret ederlerdi.
Ümmü Varaka da evinde daima:
- Yâ Rabbi! Bana şehidlik mertebesi nasip eyle! diye duâ ederdi.
Ümmü Varaka’nın bir cariyesi, bir de kölesi vardı; öldüğü zaman azad edilmeleri için söz vermişti.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun evine bir müezzin tayin etmiş, her gün okunan ezanların ardından cemaatle namaz kılınırdı.
Bir sabah Hz. Ömer, Ümmü Varaka’nın evinden ezan sesinin gelmediğinin farkına varıp, acaba bir şey mi oldu diye onun evine teşrif ettiklerinde; Ümmü Varaka’yı boğularak öldürülmüş olarak buldu. Onu köle ve cariyesi ölmesini beklemeden evvel boğup öldürmüşler ve kaçmışlardı. Hz. Ömer çok müteessir oldu. ‘Allah’ın Resûlü doğru buyurmuşlar, her zaman ona ‘şehide hanım’ buyururlardı’ dedi.
✧ Sâlih, sâlah kökünden gelir. Emir ve nehylerde Allah’a itaat etmek anlamındadır.
✧ Kalbin salâhı amelin salâhı ile, amelin salâhı niyetin salâhı ile olur.
✧ Şu beş kötü huy olmasaydı, insanlar sâlih olurdu.
1- Cehle kanaat.
2- Dünya üzerine haris olmak
3- Mal ile cimrilik etmek
4- Amelde riyâkarlık
5- Kendi reyini beğenmek.
✧ Allah sâlih bir müslüman sebebiyle, yüz komşudan belâyı def eder. Hz. Ömer
✧ Allah tevbe edeni sâlih amellere sevk eder. Böylelikle sâlih olur. Sâlih kulunu veli edinir. Veli edindiği kulu bağışlar, ilim sahibi kılar. Zâtını ona açar. Günahlardan uzak tutar, onu sever. Onu sevince ona yeter. Onu himaye ve gözetim altına alır, korumasını üstlenir. Bu kimsenin hâli, zâhirde günahtan ve hevâdan sakınmasıdır. En ulvi hâli ise, ayne’l yakîn müşahede ile nasiplenmesidir.
✧ Kıyâmet günü bana en yakın oturacak ve bana mahbub kılınacak kimseler:
1- Ahlâken en güzel olan
2- Mütevazi olan
3- Hem seven hem de sevilen.
✧ Dostlarınızla sofraya oturduğunuzda oturmayı uzatın. Çünkü bu sofra başı, Allah (celle celâlühû) huzurunda hesabını vermeyeceğimiz ömrümüzün bir dilimidir. Cafer b. Muhammed
✧ Sâlihlerle beraber olup onlarla sohbet ediniz. Onlar dünya hazineleridir. Onlarla birliktelik ebedi saadetin anahtarıdır. Cafer Huldi
✧ Bir kimse şu altı sarp yolu ve çetin engeli aşmadıkça sâlih insanlar derecesine ulaşamaz:
1- Nimet kapısını kapatıp, şiddet ve sıkıntı kapısını açacak,
2- İzzet kapısını kapatıp, zillet kapısını açacak,
3- Rahatlık kapısını kapatıp, cehd ve gayret kapısını açacak,
4- Uyku kapısını kapatıp, uykusuzluk kapısını açacak,
5- Zenginlik kapısını kapatıp, fakirlik kapısını açacak,
6- Tûl-i emel kapısını kapatıp, ölüme hazır olma kapısını açacak. İbrâhim b. Edhem
‘Adam gibi adam’ olmanın bir yolu da, kâmil insanlarla arkadaşlık etmek, kâmil insanların sohbet meclislerine katılmaktır. İnsan, kâmil insanlarla haşir neşir ola ola, onlar gibi konuşmaya ve davranmaya başlar.
Şakik b. İbrâhim’e biri geldi ve sordu:
– Halk bana sâlih ismi veriyor, öyle diyorlar. Ben, gerçekten onların dediği gibi sâlih biri miyim, değil miyim, nasıl bilebilirim?
Şakik onun bu sorusuna şu cevabı verdi:
– İç hâlini kullara açıkla. Eğer onlar anlattığından hoşnut olurlarsa, sâlih olduğunu bil. Aksi halde sâlih değilsin. Birincisi budur.
İkinci bir deneme daha var. Şöyle ki: Dünyayı kalbine arzet, eğer reddederse sâlihsin.
Üçüncü deneme ise: Ölümü nefsine arzet. Eğer ölümden memnun olursa, sâlih olduğunu bil. Aksi halde sen sâlih olamazsın.
Bu anlatılan üç huy sende toplanmış ise, Yüce Allah’a yalvar. Tâ ki, ameline riyâ girmesin, işlerini fesada vardırmasın.
Âlimler
İmam Âzam; 40 yıl yatsı abdestiyle sabah namazını kılmış, 30 yıl oruç tutmuş, 55 defa hac yapmış, 400 üstaddan okumuş, 2000 talebeye icazet vermiş, her Ramazan 60 hatim yapmış, her gece teheccüt namazında Kur’an’ı hatmetmişti.
Âlimlerle Oturan
1- Dilinin bağı çözülür
2- Zihnindeki bulanıklıkları giderme imkanına kavuşur
3- Nefsinde beliren gelişme hoşuna gider
4- Bildiklerine karşı güveni artar
5- Öğrendiklerini dile getirmede cesaret kazanır. Hz. Hasan
‘Yeterince biliyorum’ demenin iki nedeni vardır:
Ülfet: Detayına inmeyip, yüzeysel öğrenmek. Zamanla göre göre bildiğini zannedip yeni, ayrıntı bilgiye ihtiyaç duymamak.
Gurur: Bir şeyler öğrenince kibre kapılıp, kendini âlim zannetmek.
Bunlar öğrenme yeteneğini olumsuz etkiler. Oysa zekâ, bir bilgiye sâhip olup, bin bilgiyle iletişim kurmak demektir.
✽ ✽ ✽
Müslüman Âlimlerin İlimdeki Rolleri
Gerçek ilimlerin vahye dayalı ilimler olduğunu, hakiki İslâm âlimlerinin sadece dini konularda değil, her sahada dehâ olduklarını unutmamak gerekir.
Bugün batının malı olarak bakılan ilimlerin çekirdeğine bakınız, nereden kaynaklanıyor?
• Batıda astronominin kurucusu olarak bilinen Batlamyus, bir yılı 260 gün olarak kabul ederken, İslâm âlimi Battâni bunun yanlış olduğunu, bir yılın 365 gün, 5 saat, 46 dk, 22 sâniye olduğunu açıklamıştır. Kopernik’e kadar kullanılan yıldız haritaları Battânî’ye âittir.
• Trigonometri cetvelini, Horasanlı Gıyâsettin Cemşit bulmuştur.
• Avrupanın kullandığı 1,2,3 sayıları, Afrika ve İspanya’nın kullandığı sayıların ta kendisidir.
• Logaritma, sıfır rakamı, onluk sistem Harizmî’nindir.
• Dünyanın döndüğünü, gece ve gündüzün, dünyanın kendi ekseni etrâfında dönmesinden oluştuğunu Beyrûnî söylemiştir. Kopernik ve Galile, çok sonraları farkedebilmiştir.
• İbn Haysem, fizik ilminin kurucusudur. Optik ve mercekler konusunu, Kitâbü’l-Menâzir kitabında işlemiştir. Fotoğraf makinesinin keşfine o temel olmuştur. Nil nehrinde baraj kurma çalışmaları yapmıştır. Galile’nin teleskopunun temelini o oluşturmuştur. Işık kırılması, gözlük onun keşfidir.
• Farâbî, sesin ilmi izahını yapan ilk âlimdir.
• Beyrûnî, yerçekimini Newton’dan asırlarca önce bulmuştur.
• Wright kardeşlerden 1000 yıl önce, uçağı yapıp, uçmayı gerçekleştiren İbn Farus’tur.
• Pusulayı Avrupa’ya ilk tanıtan İbn Mâcit’dir.
• Robert Koch’tan 150 sene önce verem mikrobunu bulan âlim, Kambur Vesim’dir.
• 1000 sene önce ilk kanser ameliyatını Ali b. Abbas yapmıştır.
• Havan topunu, Fâtih Sultan Mehmed icad etmiştir.
• 1446’da Kristof Kolomb’un Amerikayı bulduğu iddiâ edilirken, Venedikli İbn Rüşd’ün 1126’da Amerika kıtasından bahsetmesi ne ile izah edilir?
• Ebûl iz Cezeşi, ilk hareketli robotu yapmıştır.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’den Örnek Prensipler
1- Zamana dikkat ederdi. Verilecek bilgiyi, söylenecek sözü dikkatin dağılmayacağı bir süre içinde gayet kısa ve özlü olarak söyler, dinleyicilerin istekli olup olmamasına özel gayret gösterirdi.
2- Öğrettiklerinin anlaşılıp, anlaşılmadığını kontrol eder, öğrenilen şeylere uyulmasını isterdi.
3- Önemli hususları üç defa söyleyerek iyice yerleşmesini isterdi.
4- Hatalara göz yummaz; ama muhatabını asla mahçup etmez, direkt o kişinin yüzüne vurmazdı.
5- Birçok bilgiyi bir anda vermeye çalışmaz, hafızada yer etmesi için azar azar verirdi.
6- Soru sorulduğunda bunu ganimet bilirdi. Çünkü insanlar sorulu cevaplı öğrenimlerde daha çabuk kavrarlar. Aynı zamanda dikkatler konu üzerinde daha yoğunlaşır. Önce merak uyanır, sonra cevap gelince beyine iyice yerleşir. Böyle öğrenimler daha geç unutulur.
7- Kıssalar anlatarak öğretirdi. Küçük büyük herkesin anlayabileceği kıssalar ile konulara açıklık getirmiş ve daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır.
8- Peygamber efendimiz insanları sadece zahirde yapılacak hatalardan değil, aynı zamanda kalplerinden geçebilecek yanlış düşünceler bakımından da eğiterek tam kâmil insan olmalarını sağlamıştır.
Gadab, rızânın; dalâlet hidâyetin zıddıdır. Âyeti kerime, dalâlete düşmemek için gereken her şeyi yapıp her tedbiri alıp, fiilî duâyı yaptıktan sonra kavlî duâmızı da yapmamızı veciz bir şekilde hatırlatıyor.
Zaten Kur’an’ın maksadı insanların hidâyet olması değil mi?
Hidâyet bir manada dengeyi sağlamak, dengede durmak; aşmadan, taşmadan ne iniş, ne yokuş, ne ileri, ne geri, tam terazide durmaktır. «Tartıda (mizanda) taşkınlık etmeyin.» (Rahmân; 8)
Gazabın meçhul sigadan gelip, fâilinin hazfedilmesinde gazaba uğrayanı küçümseme, onu hakir görme ve onun değerini tahkir vardır. Nimetin fâilinin zikredilmesinde ise, nimet verilenleri yüceltme ve değerini arttırma vardır. ‘Bu adam sultanın ikram ettiği kişidir’ demek, övgü ve yüceltme bakımından ‘Bu adama ikram edildi, şeref bahşedildi’ demekten daha beliğ ve açıktır.
‘Nimet verdiklerin’ cümlesi, muhatab sigasıyla gelmesine rağmen, ‘gadab’ ismi meful ve gâib sigasıyla gelmiş (hitabtan gaibe, fiilden isme iltifat). Elbette bu cümle dizilişlerinde Âlim, Hakim olan Allah’ın hikmetleri vardır.
Nimet veren, Rezzâk-ı âlem olan sadece Allah’tır. ‘Nimet’i kesinlik, yenilik, yenilenme, ezeliyet manalarını sinesinde taşıyan mâzi sigası ile getirerek, her mevsim, her zaman ve her mekan kullarına lazım olan her türlü nimeti bahşedeceğini, bunu ta ezelden takdir buyurduğunu, her asırda, her yılda, her ayda, hatta her günde nimetlerin ihtiyaca göre yenileneceğini ifade etmiştir.
Her yavru anasından doğmadan çayırda otunu, annede sütünü ihsan buyurmuş. Yavrular iyi bakılsın diye anne yüreğini sevgi, şefkat, merhamet çağlayanı haline getirmiş. Her canlının ebeveynini sorumluluk, ilgi, sevgi ile bezeyip, her yaşta, her durumda sığınacakları sıcak bir barınak eylemiş. Rezzak-ı âlem ihtiyaç olan her şeyi ayrı ayrı ihsan edip, ahsen-i takvim ile vücuda getirmiş.
İhtiyaca, cinsiyete, iklime, hayat şartlarına göre iç ve dış azaları uyumlu bir şekilde düzenlemiş. (Nefse ve onu düzenleyene yemin olsun (Şems, 7)
Vücutta kurduğu sistemlerin sadece birini tefekkür edecek olursak, harikalar diyarının kapısını biraz aralamış oluruz. Hayatın devamı için gıda mübrem ihtiyaç olduğundan sindirim sistemi kurmuş. Gıdayı ağza götürebilmek için arzuları uyaran beyin sistemini vücuda getirmiş. El vermiş, kol vermiş, eklem vermiş, kas, kuvvet, tâkat vermiş.
Sonra, ilk süzgeçten süzülmek üzere dudak, diş, dil, tat alma duyusu, tükürük bezleri, boğaz, yemek borusu ihsan buyurmuş. Sonra mide, bağırsak, karaciğer, pankreas, dalak, böbrek, idrar kesesi vs. bunlar âmi bir sıralama. Her azanın içinde çeşitli sistemler, ince ayarlar, akıl almaz sanatlar husule gelmiş. Biz sadece ağzımıza götürecek kadarını biliyor, irademizi burada kullanıyoruz. Geri kalan serüvenden haberimiz, bilgimiz yok.
Her şey irademizin dışında mükemmel bir sûrette her an işliyor. Toparlanıp, harmanlanıp, ayrılıp, süzülüp, ölçülü bir şekilde tevzi ediliyor. Kudret eli her şeyi mükemmel ve seri bir şekilde husule getiriyor. O hep bizimle meşgulken belki biz gaflet içinde O’na isyan ediyor, olan bitenleri hatırlayıp şükredemiyoruz. Ve O bize öğretiyor: ‘Nimet verdiklerin’
Uzmanlar, bir gözün görmesi için kurulan sistem bir mekana aktarılmış olsa, bir spor sahasının yarısını kaplayacağını söylüyorlar. Vücudun her azasını böyle düşünürsek, Kadir-i mutlak Mevlây-ı Müteâlin ihsan buyurduğu nimetler için bir ömür başımızı secdeden kaldırmamamız gerekmez mi?
Bir de işin mânevi, ruhî, bâtıni boyutu var. Duygular, düşünceler, hisler, sevgiler, inançlar, bilgiler, tefekkürler, arayışlar, idealler, umutlar, tepkiler, ahlâklar, meyiller, eğilimler, daha adını bile saymaktan aciz olduğumuz iç âlem... Her nimet, ansiklopediler dolduracak kadar incelikler, teknikler, derinlikler, akıl almaz sanat-ı ilâhi, merhamet-i rahmani tecellileriyle dopdolu. Keşke binde birini anlayabilsek, farkedebilsek, şükür edebilsek!
‘الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ / gadab olunmuşlar’; fâili açık belirtilmemiş. Hem üzücü olayları haber vermekte acele etmemenin, ağır ve temkinli olmanın dersi veriliyor. Hem de Rabbi gazablandıranların ceza boyutunun genişlediğini ikaz ediyor.
Şöyle ki; basit bir ordu komutanını kızdıran, bütün orduyu aleyhine çevirdiği gibi, kâinatın sahibi, ezel ebed Sultanını gücendirene bütün kâinat gadablı olmaz mı?
Hadîs-i Şerîfte şöyle buyruluyor: ‘Bir kul günah işleyince yer ‘Yâ Rabbi müsaade et onu yutayım’, gök ‘Müsaade et üstüne çökeyim’ der. Cenâb-ı Hak ‘Durun, kulumu siz yaratmadınız. O tevbe edebilir’ diye müsaade etmez.’
Kâinattaki canlılar gazablanır, ‘senin yüzünden suyumuz kesildi, gıdamız kesildi’ derler. Melekler gücenir, cehennem gazaba gelir; «Cehennem nerde ise gazabından çatlayacak» (Mülk; 8), insanlar zorda kalır «içimizdeki beyinsizlerin işlediği günahlar yüzünden hepimizi mi helâk edeceksin?» (A’raf:155) Kafir, fasık, facir önderlere uyanlar sızlanır, kahreder «o küfredenleri ey Rabbimiz cinden ve insandan bizi saptıranları göster onları ayaklarımızın altına alalım da en altta kalanlardan olsunlar derler» (Fussilet; 29) Şeytanlar sevinir, şamata eder (Haşir;16)
Günah işledikçe bir daha yenilenmemek üzere beyin hücreleri ölür. Müminler nezdinde itibarı düşer. Kalp kirlenir, ruh sıkılır. Azalar durgunlaşır, huzur bozulur. Vicdan azab çeker, yarenler üzülür. Yağmurlar yağmaz, iklim bozulur. Ağaçların meyvesi, davarların sütü, gönüllerin feyzi kesilir.
Bu kısa örneklerden anlaşılacağı üzere Cenâb-ı Hakk’ı gücendiren, günah işleyen, küfür, haram, fısk, mekruh, yasak işlere dalan kimse, her cepheden bombardıman edilen kafir askere benzer. Hiç kaçacak yön yok! (Kıyâme; 11) Kendi kendinden bile nefret eder, gadab eder. Ve mağdub (gadab edilmiş) sıfatıyla sıfatlanır.
Şimdi bu âyet karşısında kul olarak yapmamız gerekenleri birlikte düşünelim. Çünkü Rabbimiz kitabında ikiyüz küsür yerde ‘Düşünmez misiniz?’ diye ikaz ediyor. Rabbimizin neden gazab ettiğini, neden gücendiğini Kur’an’dan, hadîs-i şerîflerden, âlim ve evliyanın bilgi ve ilhamlarından yararlanarak tesbit edelim. Ve bu ölçülerle kendimizi test edelim, tevbe edelim. Ömür boyu Rabbül âlemini gazablandıracak söz, iş ve hallerden uzak durmaya bütün kalbimizle söz verelim. Bunu hedef haline getirelim. Üzüntümüzü teke indirelim; ‘Rabbim acaba benden râzı mı, gücenik mi?’
Sonra bu güzel hali din kardeşlerimizle paylaşalım. Onlara da öğretelim. Tatbik etmelerine yardımcı olalım. Gönüllerine derc etmeye çalışalım. Bu kutsal gayeye yardımcı olma adına, başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere çeşitli kaynaklardan derlediğimiz bilgileri aktaralım.
✽ ✽ ✽
✧ Kalplerin hastalanması iki esasa dayanır: İlmin bozulması, niyetin bozulması.
✧ Dalâlet, ilmin bozulmasının bir sonucudur. Gazab da, amaç ve niyetin bozulmasının neticesidir. Bu iki hastalık bütün felaketi içine alan hastalıklardır.
İşte sırât-ı müstakime hidâyet olunmak, dalâlet hastalığının şifasıdır. Bundan dolayı doğru yola iletilmeyi istemek, her kula en çok farz olan duâdır. Kulun hidâyete her şeyden fazla ihtiyacı olduğu için, gece gündüz her namazda kendisine en çok düşen duâ bu duâdır. Bu duânın yerini hiçbir şey tutmaz.
✧ ‘Gazaba uğrayanlar’, kasd ve niyetleri bozuk olanlardır. Hakkı gördükten sonra haktan yüz çevirenlerdir.
✧ ‘Sapıklar’, ilimleri bozuk olanlardır, hakkı bilmeyenlerdir.
Zâlimin istikbalini bir âh keser
Kötülük yapanın rızkını Allah keser. M. Âkif
‘Gadabe’nin lügat manası: Hiddet, öfke, dargınlık, Allah’ın (celle celâlühû) gazabı; bela ve musibet, hışıma girmek, birini gazaba getirmek, öfkelendirmek, kör etmek, birinden uzaklaşıp terk etmek, öfke peyda etmek, ülfet ve mübaşeretinde titiz olmak, katılık, sertlik ve son derece zarar veren gaddar yılan.
Gadabın asıl manası; intikam hissiyle nefsin galeyana gelmesi, kalbin heyecanla beyne kan göndermesidir. Allah (celle celâlühû) için mecazen kullanılır.
Burada gadab, rızânın zıddı olup, intikam manasınadır. Azabı gerçekleştirmek, elim şekilde tutup cezalandırmak, şiddetle yakalayıvermek, perdeleri parçalamak ve ateşle cezalandırmak manalarına da gelir.
Hz. İsa’ya ‘Âlemde en zorlu ve şiddetli olan şey nedir?’ diye sorulunca şöyle cevap vermiştir: ‘Herşeyden şiddetli olan Allah’ın gazabıdır. Ondan cehennem bile titrer.’
‘Bundan kurtuluş yolu nedir?’ diyene, ‘Kendi gadabını terk et’ demiştir.
Beşerî Gadap
«İnkâr edenler, gönüllerindeki câhiliye çağının asabiyet ateşini tutuşturduklarında, Allah, Peygamberine ve inananlara huzur indirdi; onların takvâ sözünü tutmalarını sağladı.» (Fetih, 26)
İnsana, hayatını devam ettirebilmesi için herşeyi harekete geçiren kuvvetler verilmiştir. Bunların güzel, yerinde, zamanında ve belirli ölçü dâiresinde kullanılması gerekir.
İçinde, vahye dayanan ilimler verilmiş insan, bu kuvvetlerini kullanırken, mutlaka Kur’an terbiyesi, vahiy disiplini içinde olmalıdır. Aksi halde, yörüngesinden çıkmış gezegen gibi infilâk edip, iki cihanını berbat eder. Nitekim gadap ve hışım, Allah’u Teâlâ’nın yaktığı ve gönülleri saran ateşten bir kıvılcımdır. O, kül altında korunan ateş közleri gibi, kalbin derinliklerinde saklıdır. Bu hastalığı, demirin kayaya çarpması esnâsında çıkan ateş gibi kibir meydana çıkarır. Bunun neticesinde ise kin ve çekememezlik olur.
Allah’u Teâlâ kullarına gadabı verdi ve onu yenmelerini kendilerine teklif etti. Sonra da çevrelerini hoşlanmayacağı şeylerle kuşattı da, ne yapacaklarını denemek için onlara mühlet verdi. Samimiyetlerini ölçmek için, bu husustaki sevgi derecelerini imtihan etti.
İnsanın ihtiyaçları; tıpkı arabanın tekerini iten, çeken ve onu direksiyonla idare eden şöför gibi, şehvet kuvveti ile karşılanır, her türlü gereksinimini bu duygu sağlar. Koruma, emniyet ve savunma işlerini gadap kuvveti üstlenir. Bu iki kuvvetin de sansürü ve freni yoktur. Bunları zabt-u rabt altına alıp, idâre edecek kuvvet, akıldır. Akıl, nefsin esâretine girmeyip, din ipiyle dizginlenmesi gerekir ki, bu iki cevval kuvveti disiplin altına alabilsin. Aksi halde, alabildiğine pervâsız hareket eden bu kuvvetler, sahibini hor ve hakir eder. Süleyman b. Davud (as) oğluna şöyle demiştir; ‘Oğlum! Sakın, fazla celallenme, zîra fazla hiddet, yumuşak ve halim olan insanların gönüllerini incitir, onları eğlenceye daldırır.’
Gadap, diğer varlıklara da zarar verip, iki cihanda rüsvaylık ve aşağılık damgası vurdurur. Sahibini Cehenneme iter. Nitekim adamın biri Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Bana çok kısa bir tavsiyede bulun’ demiş. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Lâ Tağdab / gadaplanma’ buyurmuş ve bunu üç kez tekrarlamıştır.
✽ ✽ ✽
✧ Ümmetimin güzideleri, gadap halinde nefislerine mağlup ve esir olup da fenâlık yapmayan hür kimselerdir. Onlar Allah rızâsı için öfkelerinden rücû ederler. İşte bunlar bahtiyar ümmettir. Hadîs-i Şerîf
✧ Bir hâkim, öfkeli olduğu halde hüküm vermesin. Hadîs-i Şerîf
✧ İnsanların en akıllısı, hiddeti en az olandır. Eğer, hiddet göstermemesi, dünyalık temini hususunda ise, buna zeyreklik ve hile derler. Âhiret için olursa, buna hilim ve ilim derler.
✧ Gerçekte kendi şahsın için hiddetlendiğin halde, Allah için hiddet gösterisinde bulunma; yoksa münâfıklardan olursun.
✧ Küfrün dört direği vardır. Bunlar; gadap, şehvet, saldırganlık ve tama’dır.
✧ Aşırı gadap aklın öyle bir afetidir ki, en latif varlığı bile mecnun haline getirip hunhar bir hayvana dönüştürebilir. Hiddet, akıl ve idrakin yerine heyecanın gelmesi, dürüstlüğün bitmesi, gözlerin görmemesi, kulakların duymaması demektir. Böyle birini ne din, ne kanun, ne de nasihatçilerin sözleri engelleyemez.
✧ Araştırmacılar öfkeyi ‘kısa süreli delilik’ şeklinde tanımlamaktadır. Çünkü öfke, akıl kontrolünün belli bir müddet yok olmasıdır.
✧ Bastırılan öfke, depresyonu artırır, psikolojik hastalıklar ortaya çıkar.
✧ Öfkeli insanla geçinebilmenin yolu, abartı ve yalana başvurmadan, onun değer verdiği özelliklerini ifade etmektir. Çünkü değerinin bilindiğini hissetmek, insanın küskünlüğünü ve öfkesini azaltır.
✧ Hiddetli bir insanla yaşamanın püf noktası, öfkesinin üstüne gidip onunla savaşmak yerine, kızgınlığının arka planındaki duyguları bulmaktır.
✧ Öfkeli anlarda, insanlara söz söylemekten sakınmalı; nefis ve şeytan öfkeli insanlarla beraberdir. Öfke anında, ona yaptırmayacağı, bozdurmayacağı iş, söyletmeyeceği kötü söz yoktur. Nefis ve şeytan insanı, konuşmakla ferahlayıp, rahatlayacağına inandırır, o da aklına geleni söyler, içini boşaltır ama en devrilmez çamları devirir, gönülleri kırar, işleri bozar, geri alınması mümkün olmayacak sözler sarfedip, gedikler ve büyük yaralar açar. Böylesi bir yolun başına gelen öfkeli bir insana söz söylemekten sakınmakla hem onu müstakbel felâketten, hem de kendimizi beklenmedik söz ve durumlardan korumuş oluruz. İslâm hukukunda, hâkimin öfkeyle verdiği karara itibar olunmaz.
✧ Gayret ile öfkeyi birbirine karıştırmamak gerekir. Gayret, Allah ve Resûlüne ittiba hususunda muhâlefet edenlere karşı davranıştır, celâdettir. Bu gayret zuhur ettiği zaman şeytan kaçar. Hâce Abdülhâlik Gücdevâni
Gadab Diyor ki;
Nerde sıkılan yumruklar, çatılan kaşlar, asılan suratlar, çakmak çakmak gözler, demir gibi ağır sözler, çarpan yürekler, kalkan bilekler görürseniz bilin ki, ben oradayım.
Sırça gönülleri yıkar, hanımanları söndürürüm. Ayrılıklar, kinler, nefretler, katiller, düşmanlıklar, çılgınlıklar her türlü şiddet eylemleri benim vasıtamla ortaya çıkar.
İtici bir kuvvetim; zaptu rapt altına alınmazsam, ite dürte insanları ateşe düşürürüm.
Tüm yakınlık ve sevgi bağlarını koparma gücüne sahibim. Bu konuda çok yetenekliyim. Bir alevlendim mi haklı haksız ayırmam yakar, kavurur, eser savururum.
Kibir, ucub, dünya sevgisi en iyi arkadaşımdır. Beni hep destekler, abarıp kabarmamda maya görevi yapar.
Ben kortizon gibi iki tarafı keskin bıçağım; hem kendimi hem muhatabımı mahv ederim.
Beni ilim, hilim, affetme, merhamet, nezaket, insaf, adalet gibi zıtlarımla tedavi etmek isterler ama nafile; ben bu hasletlere ezeli düşmanım. Hem halimden de memnunum. Bir kabarıp bir taşıyorum, herkes sus pus oluyor. Zarar ziyan olsa da, bu otoriter baskın tavrım hoşuma gidiyor.
Gadab Tepkileri: Yüz çevirmek, ilgilenmemek, hatır sormamak, selâmı kesmek, dâvete icâbet etmemek, gücendiğini belirtmek, samimiyeti, yardımı kesmek, ticâri ilişkileri kesmek, ziyâreti, ikramı kesmek.
İnsanı her türlü kötülükten, haksızlıktan ve aşağılıktan muhâfaza eden şey, din duygusudur. Yani, kulun Yaratıcısından aldığı komuta göre hareket etmesidir. Yaradanına itaat eden aziz olur, isyan eden perişan olur. Allah’u Teâlâ canlıları bozulma tehlikesine ve bedenindeki dâhili ve hârici sebeplerle ölüme mâruz bıraktığı için, kendini fesaddan ve muayyen bir zamana kadar yaşayamama tehlikesinden koruyacak olan sebebi de kendisine in’âm etmiştir.
İnsan hararet ile rutûbetten terekküb etmiştir. Hararet rutûbeti kurutmaya çalışır. Şâyet rutûbet gıdâdan kuvvet almazsa canlının hayâtı bozulur. Bunun için Allah’u Teâlâ, hayat sâhibinin bedenine muvâfık düşen gıdayı ve iştahı yaratmıştır. Bu sâyede insan, kendini helâk olmaktan kurtarır. Bu, iç sebeptir.
Sıhhatinin ve hayatının yok olması ile alâkalı olan hârici sebebe gelince; Bunun için de Allah’u Teâlâ ateşten olan gadab tabiatını yaratıp onu fıtratında yerleştirdi. Maksadına erişemediği anda gadap ateşi parlar. Bundan çıkan alev, kalbin kanını kaynatır. Kaynayan kan, ateşin ve kaynayan suyun yukarı hucûmu gibi, beyne hucûm eder ve yüz kızarır. Kanın böyle bedene yayılması, kendisinden düşük olan kimselere gadaplandığı zamandır. Kızdığı kimse, gücü yetmediği bir kimse olduğu takdirde, bu sefer kan içeri çekilir ve kişiye hüzün gelir. Hüzün ve korku anlarında çekilen kan sebebiyle yüzü sararır. Kendisine denk bir kimseye kızmışsa, bâzan yüzü kızarır ve bâzan da solar. Böylece tereddüt içinde olur.
Gadabı Hazırlayan sebepler:
1- Böbürlenme, üstünlük iddiası.
2- Kıskançlık, hırs.
3- Alay, şaka ve eğlence.
4- Aşağılanmak, göz ucuyla bakılmak.
5- Yaptığının beğenilmemesi.
6- Husûmet, asık surat, sevgisizlik.
7- İhmâlkârlık, tembellik.
8- Menfaatçilik, cimrilik, bencillik.
9- Siper ardına gizlenmek.
10- Gaddarlık, adâletsizlik, zıddıyet.
11- Sahtelik, kandırılmak, güvensizlik
12- Argo, pis dil ve sövgü, gevezelik.
13- Saygı gösterilmemek.
14- Hiçe sayılmak, arka plâna itilmek.
15- Prensibinin bozulması.
16- Önem verdiğine önem verilmemesi.
Gadabın en mühim sebeplerinden biri de, avâmın gadaba şecâat, erkeklik, izzet-i nefis gibi isimler vermeleridir. Verdikleri bu isimlerle gönülleri ona meyleder. Bunu, büyük adamların gadap ve hiddetlerini anlatmakla takviye ederler. Böyle hiddet ve gadaba, şecâat adını vermek cehâlet, belki bir kalp hastalığı, aynı zamanda akıl noksanlığıdır. Bunun açık delîli; hasta sağlamdan, kadın erkekten, çocuk büyükten, ihtiyar gençten, kötü huylu faziletliden daha çok ve tez hiddetlenmesidir.
Huysuz insan, şehveti yüzünden bir lokmayı kaybettiği için, cimriliği yüzünden de bir dâneyi kaybettiği için kızar. Hatta ailesine, çocuklarına ve arkadaşlarına da kızar. Asıl kuvvetli, böyle gadab eden değil, gadap ânında kendine hâkim olandır. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Kuvvet ve bahâdırlık güreşçilikte değil, asıl kuvvet, gadab ânında nefsine hâkim olmaktır’ buyurmuştur.
Gadabı oluşturan sebeb; insanoğlunun hoşuna giden ve hoşuna gitmeyen şeyler olduğuna göre, hiddet ve gadaptan hâli kalmaz. Kişi görüşüne muvâfık olanı sevdiği gibi, görüşüne muvâfık olmayanı sevmez ve hoşlanmadığını kendisine kabul ettirmek istedikleri zaman mutlak sûrette kızar. Halbuki her hoşlanmadığı şeyde gadap zaruri değildir. Nitekim insan kan aldırmaktan da acı duyar, fakat kan alan kişiye kızmaz.
✦ En kötü kimse, kendisinden iyilik umulmayan, kötülüğünden emin olunmayan kimsedir. Hadîs-i Şerîf
Kızdığın zaman, sükût et. Hadîs-i Şerîf
✦ Öfkelendiğinde kendisine hakim olan kimseye Cenâb-ı Hakk’ın sevgisi vâciptir. Hadîs-i Şerîf
✧ Böbürlenmek, bencillik, üstünlük iddiası ve kıskançlık gadabın kaynağıdır. Hz. Yahyâ
✦ Öfke, kendi hatalarını başkalarından çıkarmaktır. Hz. İsa
✧ İnsanların kızgınlık zamanını görmeyince itimat etmemeli. Hz. Ömer
✦ Öfke ile istek insanı kör ve sağır eder, doğru yoldan ayırır. Mevlânâ
✧ Kişi kızdığı zaman kendi suratını görse, kendisinden nefret eder, utancından kızgınlığı geçerdi. Halbuki bâtınî çirkinliği, surat çirkinliğinden çok daha fazla olur.
✦ Hiddetli isen hiçbir şey yapma; fırtınalı havada yelken açılmaz.
✧ Hilmi cehline, sabrı şehvetine üstün gelmeyen kimse, fikir ve düşünce sahibi olamaz.
✦ Dünyevi şeylere kızmak fesada sebebtir.
✧ Gadab, kül altında korunan ateş közleri gibi, kalbin derinliklerinde saklıdır. Onu, muannid cebbarların gönlüne gömülü olan kibir meydana çıkarır.
✦ Üç kişiye insanlar buğzeder: Cimri, kibirli, çok yiyen.
✧ Din ehlini kin ehlinden ayırt et, Hakk’la oturanı ara, onunla otur.
✦ Adavetle meşgul olmak, faydalı işlerle meşgul olmayı keser. Çünkü kalp iki zıtla meşgul olmaya müsait değildir.
✧ İnsanların en akıllı olanı, hiddeti en az olanıdır.
Kızgınlık için kullanılan ‘sen’ ifadeleri:
- Sen sus!: Emir.
- Sen sus, yoksa...: Uyarı, tehdit.
- Senden daha iyisi beklenir: Ahlâki.
- Sen benim gösterdiğim gibi yap: Çözüm emri.
- Sen olgun biri gibi düşünmüyorsun: Eleştiri.
- Sen çocuk gibi davranıyorsun: Aşağılamak.
Kişi kızdığı zaman, göklere ve yerlere bakmalı, sonra bunları yaratanı düşünüp hiddetini yenmeğe çalışmalı.
✧ Öfkeden sakınınız; çünkü öfkenin başı cinnet, sonu pişmanlıktır. Hz. Ali
✦ Allah için alçak gönüllü olup, Allah’ın kullarına karşı sertlik ve şiddetten kaçınırsa, her iki cihanda Allah onun derecesini yükseltir.
✧ Kimin Allah’a (cc) ve kıyâmet gününe imanı varsa bir müslümanı rahatsız etmesin.
Kızgınlık nereye kadar câiz?
- Kötü söze cevap vermemek iyidir, fakat susmak şart değildir.
- Her cevabı vermek de câiz değildir.
- Sövmeye sövmek, gıybete gıybet ile mukâbele câiz değildir.
- Yalan olmayan kötü söz söylemek câizdir.
- ‘Ey ahmak, ey câhil, utan, sus!’ gibi sözler söylenebilir.
- Fuhuş söz ve çirkin laflardan sakınılmalıdır.
✧ Hiçbir kul, öfkesini yutması kadar kendine yararlı bir süt veya bal yutmamıştır. Hz. Ömer
✦ Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol. Hz. Ömer
✧ İnsanları dövmeyiniz; çünkü onları korkak edersiniz. Hz. Ömer
✦ Dostlar arasında kin ateşini en kuvvetli tutuşturan, münâkaşa ve mücâdeledir. Çünkü mücâdele, ayrılmanın ve arka çevirmenin ta kendisidir. Zira ayrılık önce fikirde, sonra sözde ve daha sonra işte kendini gösterir.
✧ Bir öfke anında sabır gösterirsen, yüz gün üzüntü çekmekten kurtulursun.
✦ Öfke anında acele etmekten sakınınız. Sabırda üç iyilik, acelede üç kötülük vardır.
✧ Öfkeli iken acele edeni şu üç kötülük bekler:
1- Kendi özünde pişmanlık duyar.
2- Halk arasında rüsvay olur.
3- Allah katında cezâya çarpılır.
✧ Öfkeli anında sabırlı olana da şu üç kazanç vardır:
1- İçinde sürur duyar.
2- Halk arasında övülür.
3- Allah katında sevap alır.
✧ Öfkenin ateşi önce sahibini yakar; sonra kıvılcımı düşmanlarına ya varır, ya varmaz. Şeyh Sadi-i Şirazi
✦ Hakâretin en ağırı, münâkaşa ve mücâdeledir. Çünkü başkasının sözünü reddetmek, onu cehâlet ve ahmaklıkla, yâhut gaflet ve o şeyi olduğu gibi anlayamamakla itham etmektir.
✧ Öfkesini yatıştırmasını bilen insan, bir şehre sahip olan insandan daha büyüktür.
✦ Kaşları sofra gibi çatılmış olan kimsenin ekmeğini yemek haramdır. Size sözle saldırmadığı sürece rahatsızlığını ve kızgınlığını dile getiren biriyle anlaşmak mümkündür.
✧ Hiddetle kalp kırmak, cehennem ateşinin mayasıdır; burada yaktığı gibi, orada da yakar.
✦ Gadab, insanın şeytana uzanan damarıdır. Hışım ateşi kendinde dalgalanmaya başlayan kimsede, şeytana yakınlık kuvvetleşir.
✧ Övülen gadab, akıl ve dinin işâretini bekleyen gadaptır.
✦ Adamın biri Selman’a gelerek:
- Bana öğüt ver, dedi. Selman da:
- Öfkelenme, dedi. Adam:
- Buna gücüm yetmez, dedi. Selman:
- O halde kızdığın zaman eline ve diline sahip ol, dedi.
✦ Allah-u Teâlâ buyuruyor: ‘Ey insanoğlu! Kızdığın zaman beni hatırla ki ben de kızdığımda seni anayım, mahvettiğim kullarla beraber seni de helâk etmeyeyim. Zulme uğradığında benim yardımımı iste ve bana râzı ol! Zira benim yardımım senin kendine yaptığın yardımdan daha hayırlıdır.’
✧ Gadabın neticesi, helak eden kin ve çekememezliktir.
✦ Kızgınlıkta gönüllere ateş salan, cehennemde yakacak olur. Mevlânâ
1- Kalbi mühim şeylerle meşgul etmek.
2- Tevhidin galebesi, kalbin gadabını yatıştırır. Muhammed b. Ka’b şöyle demiştir: ‘Üç haslet sahibinin, imanı kemâle ermiştir. Bunlar: Huzurda iken bâtıla sapmamak, kızdığı zaman haktan ayrılmamak, gücü yettiği halde haddi aşmamaktır.’
3- Allah’a şiddetli sevgi duymak.
4- Dünyanın kötülüğünü bilip, ondan kurtulmak.
5- Benlik hissini gönlünden çıkarmak.
6- ‘Öfkesini yenen kimseden Allah-u Teâlâ, azâbını men eder’ ve ‘Öfkelenme ki, cennet senin içindir’ hadisleri mûcibince, öfkeyi yutmanın sevâbını düşünmek.
7- Kızgınlığın fenâlığını bilip, nefret etmek.
8- Hevâ, heves, arzu ve kötü ahlâka uymamak.
9- Kızgınlığı mertlik, erkeklik sanmamak. Erkek dışarıda karşılaştığı olayların sıkıntısını, âile yuvasına taşımamaya gayret etmeli, öfkesine ve kızgınlığına engel olmalı. Hele başkalarına kızmasının acısını evdekilerden çıkarmaya asla kalkışmamalıdır.
10- Hilmin, peygamber ve veli ahlâkı olduğunu düşünmek. Eyyub (as) ‘Cüz’i bir yumuşaklık, büyük kötülükleri önler’ buyurmuştur. Anlatıldığına göre, Ömer b. Abdulaziz bir adamın kamçılanmasını emretti. Sonra Allah-u Teâlâ’nın: «Öfkesini yenerler, insanların kendilerine karşı olan kusurlarını affederler» (Âl-i İmran, 134) âyetini hatırlayınca, hizmetçisine, ‘Adamı salıverin gitsin’ diye emretti.
11- Secde etmekle. ‘Dikkat edin, gadab, âdemoğlunun içinde yanan bir ateş parçasıdır. Onun şah damarlarının şişmesini ve gözlerinin kızarmasını görmüyor musunuz? Kendisine bu hal gelen kimse hemen alnını yere koysun’ Hadîs-i Şerîf Yani en şerefli âzâsını yerlere sürsün. Bu sebeple kendi zilletini anlayarak, gadabın sebebi olan üstünlük iddiâsını atmış olur. Gadabın tedavisi vâciptir.
Adamın biri Hz. Ömer’e gelerek:
- Ya Ömer, yemin ederim ki, sen adâletle hükmetmiyor ve herkese hakkını vermiyorsun, dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer’in kızdığı yüzünden belli olunca, biri Hz. Ömer’e:
- Ya Ömer, Allah-u Teâlâ’nın: «Affa sarıl, mârufu emret ve câhillerden yüz çevir» (A’raf:199) buyruğunu duymadın mı? İşte bu adam câhillerdendir, dedi. Hz. Ömer:
- Doğru söylüyorsun, diyerek kendisinde yanan hiddet ateşi hemen sönüverdi.
🌷 🌷 🌷
Huzurlu Bir Hayat İçin
1- İş, hareket ve sözlerinizde dürüst olun. Günün yorgunluğunu, sevdiklerinizle muhabbetle geçirin.
2- Bulunduğunuz mekanların temiz, düzenli ve huzurlu olmasına özen gösterin. Size vicdan azabı çektirecek tavırlardan uzak durun.
3- ‘Çocuğu olan çocuklaşsın’ hadisini gündemde tutun.
4- Dost ve akraba ziyaretleri yapın. Misafir ağırlayın.
5- Sevgi dolu, şefkat yüklü duygularla insani ilişkilere özen gösterin.
6- İşkolik olup alkoliklere benzemeyin. Dini ve ailevi görevlerinizi unutmayın.
7- Herkesi kendinize rakip gibi görerek normal hayat seyrinizin dengesini bozmayın. Kendinizi de vazgeçilmez görmeyin.
8- Kendinizi öncelikli olarak özeleştiriden geçirin, herkesin sizi sevmesini beklemeyin. Sevmesini bilin, sevin.
9- Hiçbir konuda dinimizin öngördüğü itidalden, istikametten ayrılmayın.
🌷 🌷 🌷
Benden başka yardımcısı olmayan kimseye zulmedene karşı, gazabım çok şiddetlidir. Hadîs-i Kudsî
🌹 Hadîs-i Șerîfler...
✦ İbâdette tembellik yapmaya Allah (celle celâlühû) râzı olmaz. Az rızık için gazaplanmak, Allah’a âsi olmaktır. Günah ve isyanla berâber cisim sıhhati, Allah’ın, kullarına istidracıdır. Hadîs-i Şerîf
✦ Allah’ın en çok buğzettiği insanlar, çirkef, utanmaz, çirkin ve kötü sözleri söyleyenlerdir. Hadîs-i Şerîf
✦ Allahu Teâlâ'nın yevm-i kıyâmette en mebğuz mahluku, yalancı ve kibirlilerdir ve bir de din kardeşlerine karşı içlerinde buğz saklayanlardır. Siz bunlara mülaki olursanız siz de onlar gibi davranın. Bunlar Allah ve Resûlüne itaate çağrılsalar gayet ağır davranırlar, şeytanın yoluna ve emrine çağrılsalar süratle icâbet ederler. Hadîs-i Şerîf
✦ Bir kimse, ilmi olmadan bir kimseye muhâlefet ederse, susuncaya kadar Allahu Teâlâ’nın gadabında olur. Hadîs-i Şerîf
✦ Ey Muhacirler, ey Ensar! Şunu biliniz ki; hanımının rızâsını annenin rızâsına tercih eden kimseye, Allah, melekler ve bütün insanlar lânet eder. Ve Allah onun ne ibâdetini, ne de sadakasını kabul etmez. Ancak tevbe eder ve anasına iyi muamele ederse bundan kurtulur. Çünkü Allah’ın rızâsı annenin rızâsında, Allah’ın gazabı da onun öfkesindedir. Hadîs-i Şerîf
✦ Çok yemin eden satıcıya, kendini beğenen fakire, ihtiyar zâniye, zâlim emire Allah (celle celâlühû) buğz eder. Hadîs-i Şerîf
✦ Bir gün Ebû Mesud kölesini döverken, Resûlullah çıkageldi ve şöyle buyurdu:
‘Biliyor musun ey Ebû Mesud! Allah, senin bu köleye güç yetirmenden çok sana güç yetirir.’ Ebû Mesud da: ‘Seni Hak ile gönderene yemin olsun ki, bundan sonra kesinlikle hiçbir köleyi dövmeyeceğim’ dedi.
✦ Allah, zâlim zenginden, câhil ihtiyardan ve büyüklük taslayan fakirden nefret eder. Hadîs-i Şerîf
✦ Allah (celle celâlühû), kötü sözlü kimseye buğzeder. Hadîs-i Şerîf
✦ Allah’ın rahmetinden en uzak olan:
1- Âlimlerin meclisinde bulunup da zulüm olarak ne söylediyse tasdik eden.
2- Çocuklara muallim olup da onlara eşit muamele etmeyen.
3- Yetim hakkında Allah’tan korkmayan. Hadîs-i Şerîf
✦ Kim bildiği halde haksızlığı savunup davacı olursa, Allah’ın gazabına uğrar. Hadîs-i Şerîf
✦ Allah’ın en çok gazap ettiği kimse, düşmanlıkta aşırı gidendir. Hadîs-i Şerîf, Buhari
✦ İnsanlar arasında Allah’ın en çok kızdığı kimse, barışa yanaşmayan inatçı hasımdır. Hadîs-i Şerîf
✦ Beş kimse vardır ki, Allah bunlara gazab etmiştir. Dilerse gazabını bu dünyada yerine getirir, dilerse onları cehenneme atar:
1. Kendi hakkını aldığı halde vatandaşlarına karşı vazifesini yapmayan, korumayan, zulmeden hükümdar.
2. İtaatkar bir toplumun reisi olup da zayıf ve kuvvetliye eşit muamele yapmayan ve hevâdan konuşan kimse.
3. Allah’a itaatı, aile ve çocuklarına emretmeyen, dinlerini öğretmeyen.
4. İşçiyi istediği şekilde çalıştırdığı halde, hak ettiği ücreti vermeyen.
5. Karısının mehrini vermeyen kimsedir. Hadîs-i Şerîf
✦ Kendisi istemeden, dostu ve arkadaşından ona getirilen hediyeyi reddedene Allah buğzeder. Hadîs-i Şerîf
✦ Allah’ın gadabından kurtulmak için, gadaplanma. Hadîs-i Şerîf
✦ Allah’ın en çok buğzettiği yaratık, iman edip sonra küfre giren kimsedir. Hadîs-i Şerîf, Camiu’s-Sağir
🌷 🌷 🌷
✧ Allah’ın, bir âlimin devlet adamlarından birinin kapısına gitmesinden daha fazla buğzettiği bir şey yoktur. İmam Evzâi
✧ Geçmiş kitaplardan gelen haberlerde, Allahu Teâlâ Peygamberlerden birisine, ‘Sana öfkelenmemden sakın. O zaman gözümden düşersin de, dünyayı alabildiğine sana akıtırım’ buyurdu.
✧ On hasletin, on kişide olmasına Allahu Teâlâ gadap eder:
1. Cimriliğin zenginlerde
2. Kibrin fakirlerde
3. Tamahkarlığın âlimlerde
4. Haya azlığının kadınlarda
5. Dünya sevgisinin yaşlılarda
6. Gevşekliğin gençlerde
7. Zulmün sultanlarda
8. Korkaklığın harbedenlerde
9. Kendini beğenmişliğin zahidlerde
10. Riyakarlığın âbidlerde
✧ Bir insanın bilip yaşamaması hüccetullahu aleyhdir (O kişinin aleyhinde Allah’ın delilidir. ).
✧ Allah’ın kuluna gazap edeceğinin göstergesi, dünya ve âhirete yararı dokunmayan şeylerle meşgul olması, zamanlarını lüzumsuz şeylerle harcamasıdır. Bir kimsenin ömründen bir saati Allah’ın hoşlanmadığı bir şey ile geçerse, ne kadar pişmanlık duysa yeridir. Bir kimse kırk yaşını geçtiği halde hayırlı işleri kötü işlerinden fazla olmamış ise, Cehenneme hazırlansın. İmam Gazâli
✧ Biliniz ki Allah kiminle beraberse, o hiçbir şeyden korkmaz. Allah kime gazap etmişse, onun affını isteyeceği başka kimse yoktur. Hz. Osman
✧ Şu dünyalık toplayan ve topladıklarını Allah yolunda harcamayan kimselerin yanına gitmeyiniz. Çünkü böyle bir hareket Allah’ın buğz etmesine sebep olur. Hem olur ki, içinizden biri onların mal ve eşyasını görünce, kendisine verilen nimeti hakir görüverir. Hz. Ömer
✧ Allah’ın kuluna gadap etmesinin alâmeti, kulun fakirlikten korkmasıdır. Zünnûn
✧ Allahu Teâlâ bir kuluna buğzettiği vakit ona üç şeyi verir ve ondan üç şeyi men eder.
1. Sâlihlerin sohbetini ona nasib eder, fakat öğütlerini kabul ettirmez.
2. Sâlih amelleri ona nasib eder, fakat ihlâsı vermez.
3. Hikmeti kendisine nasib eder, fakat ondaki sadâkati meneder.
✧ Bir topluluk içinde, hergün yirmibeş defâ Allah’a istiğfar eden onbeş kişi olsa, o topluluğa azab indirilmez. Mekhul
✧ Yusuf bin Esbat (ra), Kur’an’ı her hatmedişinde yedi yüz kere istiğfar eder, sonra ‘Allah’ım gereğiyle amel etmeksizin Kur’an okuyuşumdan dolayı bana buğzetme’ diye yetmiş defa duâ ederdi.
✧ Misâfire tekellüf etme, sonra ona buğz edersin. Kim misâfirine buğz ederse, Allah (celle celâlühû) da ona buğzeder.
❅ Yaptığı kötü işi güzel görmek,
❅ İnsanlar hakkında hep kötü düşünmek,
❅ Kendi sahip olduğunu beğenmeyip başkalarına özenmek,
❅ Kötülük ve fuhşa teşvik, münakaşa zemini hazırlamak,
❅ Düşmanlık ve kin aşılamak,
❅ İhtilaf çıkarmak, yalan söylemek,
❅ Yalan yere yemin etmeye teşvik etmek,
❅ Fakirlik korkusu salmak, Allahu Teâlâ’yı gadaplandırır.
✧ Allah’ın buğz ettiği gülüş; gülüp-güldürmek gâyesiyle, incitici ve bâtıl sözlerle konuşmaktır.
✧ Allah, kibirlenerek çarşılarda iri göbeğiyle akılsızca dolaşan kimseye buğzeder.
✧ Kendilerine gadab olunanlar bidat ehlidir. Dalâlete düşenler ise sünneti terk edenlerdir. Sehl b. Abdullah
✧ Cenâb-ı Hak katında insanların en sevimsizleri:
1- Haremin hürmetine riayet etmeyen
2- İslâmda câhiliye âdetlerini arzulayan
3- Haksız yere bir kişinin kanını dökmeye yol arayan.
✧ Kişi, farkına varmadığı bir yerden mümin gönüllerin kendisine buğzetmelerinden çekinsin. Yani kul, tenhâ yerde Allah’a isyan ettiğinde, Allah da (celle celâlühû) onun farkına varamayacağı bir yerden müminlerin gönüllerine ona buğzetmeleri hissini bırakır.
✧ Allah’ın (celle celâlühû) en çok gadab ettiği kul, malına ve çocuğuna musibet gelmeyen inatçı ve pis huylu birisidir.
✧ Kâfir, münafık, sapık, hevâsına uyan, şehvet peşinde koşan, gaddar, nefsine düşkün kimseler şeytanın yardımcıları ve Allah’ın gadap ettiği kimselerdir.
✧ Cenâb-ı Hak katında en sevimsiz olanınız: İnsanlar arasında laf taşıyan, onların hatalarını araştıran, kardeşler arasını ayırandır.
✧ Dâvud (as); ‘Ey Rabbim! En çok kimden nefret edersin?’, Allah (celle celâlühû); ‘İstihâre yapan ve istihâresi sonucu gösterdiğime râzı olmayandan nefret ederim.’ Vehb b. Münebbih
✧ İlk gadab olunan şeytandır. Çünkü o gerçeği ve Allah’ı bildiği, tanıdığı halde emrine isyan etmiştir.
✧ Allah’ın kula dargınlığı üç şeyle gelir.
1- Allah’ın emrettiği şeyde kusurlu olması.
2- Allah’ın kendisi için yaptığı taksime râzı olmaması
3- Birşeyi isteyip elde edemeyince, Rabbine kızması.
✧ Allah bir toplumdan râzı olursa, hayırlılarını başlarına getirir. Gazab ederse, şerlilerini onlara baş yapar. İbni Abbas
✧ Allah bir kulunu gözden çıkarınca, onu sultanların yanına atar. Süfyan Sevri
Resûlullah (sav) bir bulut görecek olsa, bu yüzünden bilinirdi. Bir seferinde Hz. Aişe:
-Yâ Resûlullah! halk bir bulut görecek olsa, yağmur getirebilir ümidiyle sevinir, halbuki sen bir bulut gördüğünde üzüldüğünü yüzünden okuyorum, sebebi nedir? diye sorduğunda O şöyle cevap vermişti:
-Ey Aişe! Bunda bir azap bulunmadığı hususunda bana kim teminat verebilir? Nitekim geçmişte bir kavim rüzgârla azaba uğratılmıştır. O kavim azabı gördükleri vakit: ‘Bu gördüğümüz, bize yağmur getirecek bir buluttur’ demişlerdi.
‘Mağdubi aleyhim’in önce zikredilmesinin sebebi, bunun ‘dallin’den daha şiddetli bir dalâlet, suç olması ve ceza gerektirmesidir. Çünkü hakikati bilerek isyan etmiştir.
Sahih bir hadiste ‘Mağdubi aleyhim’in Yahudiler, ‘dallin’in de Hristiyanlar olduğu zikredilmiştir. Yahudiler hristiyanlardan önce yaşamışlardır.
🌷 🌷 🌷
✦ «Ne Yahudiler ne de Hristiyanlar, sen onların dinine tâbi olmadıkça senden asla hoşnut olmazlar. De ki: ‘Yol Allah’ın gösterdiği yoldur’. Sana vahyedilenden sonra onların hevâ ve heveslerine tâbi olacak olursan, senin için Allah tarafından ne bir dost ne de bir yardımcı bulunur.» (Bakara, 120)
✦ Evinizi ve salonunu temiz tutunuz! Zira Yahudiler evlerini temiz tutmazlar (evleri pis pis kokar). Hadîs-i Şerîf
✦ Sevgili Peygamberimizin son sözü: ‘Yüce Allah Yahudi ve Hıristiyanları rahmetinden uzak etsin. Çünkü onlar kendi peygamberinin kabirlerini mescit haline getirerek üzerinde ibâdet ederlerdi.’ Hadîs-i Şerîf
✦ Aşure gününde oruç tutunuz. Tuttuğunuz zaman da Yahudilere muhalefet ediniz. (Zira onlar yalnız aşure günü orucunu tutarlar.) Siz tuttuğunuz vakit, Muharrem ayının 9. ve 11. günlerini de ilave etmek sûretiyle tutunuz. Hadîs-i Şerîf
✦ Yahudilerin selâmları parmak işâretiyle, Hıristiyanların el işâretiyledir. Müslümanların selâmları ise ‘esselâmu aleyküm’ sözüyle birlikte elle olur. Hadîs-i Şerîf
✦ Yahudi milleti 71 fırkaya, Hıristiyan milleti 72 fırkaya, benim ümmetim ise 73 fırkaya ayrılmış olacaktır. (Bu yetmiş üç fırkanın yalnız bir fırkası kurtulacak ki, bunlar da ehli sünnet ve cemaattandır. Diğerlerinin hepsi cehennemliktir.) Hadîs-i Şerîf
✽ ✽ ✽
✧ Hristiyan, âlim oldukça hristiyanlıktan, müslüman câhil oldukça müslümanlıktan çıkar.
✧ Yahudi, Hristiyan ve Mecûsiler esasları sağlam tutmadan amel konusunda ileri gidince, çoğu kez taatlerde nefislerini yordular. Uygun itikadı elde edip de hak dine varamadılar. Bâzıları ise prensipleri elde ettiler, amelleri ihmal ettiler. Onlar da, ‘İman ettikten sonra isyanın zararı olmaz’ diyen Mürcie’dir.
✧ Yahudiler kendileri için Tevrat’ın hükümlerinin değiştirilmesi ve zor olanlarının kolaylaştırılması için kendi din bilginlerine ekinlerinden, meyvelerinden pay ayırırlar, onlara hediyeler sunarlar ve rüşvet verirlerdi. Nitekim Ka’b b. Eşref böyle yaparmış. Bu Yahudi, kendi din bilginlerine: ‘Sizin Muhammed hakkında görüşünüz nedir?’ diye sorar. ‘Peygamberdir’ cevabını alınca, onlara: ‘Eğer, bu söylediğinizin dışında onunla ilgili bir şeyler uydursanız, benden size ödüller var’ der, Yahudi bilginleri de: ‘Bize bir süre ver, düşünelim, Tevrât’ı gözden geçirelim’ diye süre isterler. Sonra hemen gidip, Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Tevrat’ta yer alan niteliklerini, sıradan insanların nitelikleriyle değiştirirler ve Ka’b b. Eşref’e gelip, yaptıkları işi anlatırlar. O da kendilerine ayrı ayrı birer ölçek arpa verir.
✧ Medine’de bulunan Yahudiler, Arap kabilelerine karşı Tevrat’ta vaat edilen peygamberin geleceğinden, kendilerini güçlendireceğinden, sözlerinin doğruluğunu kuvvetlendireceğinden sık sık bahseder ve şöyle duâ ederlerdi: ‘Yarabbi! Tevrat’ta vasıflarını bulduğumuz âhir zaman peygamberi ile bize yardım eyle.’ Kur’an-ı Kerim’deki Peygamber Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelince onu inkâr ettiler. İnkârlarının sebebi, mevkî sevgisi idi.
✧ Yahudiler, bir kuşlukta 43 Nebî, bir ikindide 112 kimseyi katlettiler.
✧ İsrâiloğulları, sabahleyin 300 peygamberi öldürdü, akşam üzeri sebze pazarı kurdular.
✧ Başka milletlere kendisini benzeten kimse, müslümanlardan değildir. Öyleyse, ey müslümanlar, kendilerinizi Yahudi ve hıristiyanlara benzetmeyiniz.
✧ Yahudiler, kestikleri hayvanların etlerini nehy olunmalarına rağmen ihanet ederek saklayıp karaborsacılığı icat ettiler. Bunun için Yahudilere Hz. Allah, kesilen etlerine bir müddet sonra kokmalarını ceza olarak verdi.
✧ Yahudi hem dayak atar, hem de ‘imdat!’ diye bağırır.
✧ Yahudi kendi yumurtasını pişirmek için komşunun evini yakmaktan çekinmez.
✧ Allah’ın diğer peygamberlerle değil de, sâdece Hz. Mûsa ile konuşmasının sebebi; hiçbir Peygamberin, Firavun, Haman, Kârun ve Yahudiler gibi düşmanları; onun kavminden daha edepsiz, daha katı kalpli kavimleri olmadığı içindir.
✧ Hz. Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kâbe’nin yanında otururken gördüm. Bir ara başını semaya kaldırarak güldü ve şunu söyledi:
- Allah Yahudilere Lânet etsin!(üç kere) Allah onlara (ölmüş hayvanların) iç yağını yasaklamıştı; tutup bunu sattılar ve parasını yediler. Halbuki Allah bir millete bir şeyin yenmesini haram etti mi, onun parasını da haram etti demektir.
1- Şirk ve küfür ehlinden nefret etmek, onlara dâimi bir düşmanlık üzere olmak. İbrahim aleyhisselâm’ın çağlar ötesinden tüm küffâra karşı evrensel haykırışı gibi «...Beni yaratan hariç, sizin tapmakta olduğunuz ilâhlardan kesinlikle uzağım. O yaratan, beni hidâyete ulaştıracaktır» (Zuhruf, 26-27) demektir ve bunu gönülden hissetmektir!..
2- Kâfirleri sevmemek, onları dost edinmemek. Allahû Teâlâ: «Ey îmân edenler! Benim düşmanımı da sizin düşmanınızı da dostlar edinmeyin» (Mümtehine,1) buyurmaktadır.
3- Küfür toplumunu herhangi bir zaruret olmadıkça, dinin emirlerini açıkça yapma imkânı bulunmadığı sürece yurt edinmeyip, terk etmek ve oraya gitmemek. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem); ‘Müşrikler arasında ikâmet eden müslümanlardan beriyim’ buyurmuşlardır.
4- Kâfirlere direk yardım etmemek. Müslümanlara karşı onlara yardım etmemek, herhangi bir övgüde bulunmamak. Onlardan yardım almayıp sırdaş da edinmemek ve önemli işlerin başına onları geçirmemek.
5- Onların ölülerine rahmet dilememek ve istiğfarda bulunmamak. Allahu Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde: «Ne Peygamberin, ne de mü’minlerin, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, yakın akrabaları da olsa, müşrikler için af dilemeleri asla doğru olmaz» (Tevbe, 113) buyurmaktadır.
6- Onlara şirin görünüp, dalkavukluk yapmamak ve din adına onları idâre etmemek. Allah (celle celâlühû), «Onlar isterler ki, sen onlara yumuşak davranasın, onlar da sana yumuşak davransınlar» (Kalem, 9) buyurmaktadır.
7- Onların sohbetlerini ve meclislerini de terk etmek gerekir. «Zâlimlere asla meyletmeyin. Aksi takdirde Cehennem ateşi size dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur. Sonra yardım görmezsiniz.» (Hud,113)
8- Onların kanunlarıyla yargıya gitmemek, Allah ve Resûlü’nün hükmünü terk ederek o yasalara rızâ göstermemek «... Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse; işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir.» (Mâide, 44) Bir başka âyet-i celilede Allahu Teâlâ: «Sana indirilen Kur’ân’a ve senden önce indirilen kitaplara îmân ettiklerini iddia edenleri görmüyor musun? Onlar, bâtıl yolda olanların) önünde muhakeme olunmak (yargılanmak) istiyorlar. Halbuki o bâtılı inkâr etmekle emrolunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor» (Nisâ, 60) buyurmaktadır.
9- Kâfirlerin emirlerine itaât etmemek: «Ey îmân edenler! Eğer kâfirlere itaât ederseniz sizi gerisin geri küfre çevirirler de hüsrana uğrayanlar olursunuz.» (Âl-i İmran, 149).
10- Dini ve dünyevi konularda onların âdetlerine uymamak, onlara benzememek. Onların dinî sembollerini alma ya da yeme, içme, giysi ve benzeri âdetlerini uygulama gibi şeylerden kaçınmak gerekir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem); ‘Bir kavme benzeyen kimse onlardandır’ buyurmuştur.
11- Onların düğün ve bayramlarına katılmamak, onları tebrik etmemek. Bazı âlimler: «... Ve yine Rahman olan Allah’ın kulları, yalan yere şehâdet etmezler (tanık olmazlar). Boş söz ve çirkin bir davranışla karşılaştıkları zaman vakarla oradan geçip giderler» (Furkan, 72) âyet-i celilesini tefsir ederlerken ‘yalan yer’den maksadın kâfirlerin bayramlarına katılmak şeklinde olduğunu vurgularlar.
Kitabına rahmetiyle başlayan Yüce Mevlâmız buyruk dinlemeyenlerin gadabına çarpılacaklarını beyan ederek kullarına tedbir alma şansı tanımış, yine bir nevi rahmet etmiştir. Gadabından sakınmak için dikkat etmemiz gereken hususları şöyle sıralayabiliriz:
İnkar-Şüphe, İtiraz, Tartışma, Günah, Mâsivâ, Bedbahtlık-Şekavet, Cehâlet, Nankörlük, Menfaatçilik, Bencillik, Şeytan, Kötü arkadaş, Aldatmak, Hıyanet, Dünya sevgisi, Şöhret, Lüks gösteriş, Mevki sevgisi, Hırs, Benlik, Ucub-Riya, Hased, Kötü âlim, İnat, Küstahlık, Müstehcen-Argo konuşmak, Hile, Acele, Tembellik ve Rahata düşkünlük, Dalkavukluk (Yağcılık), Çok konuşmak, Yalan, İftira, Dedikodu, Alay.
❈ İnkâr - Şüphe
İnsanoğlunun ortak özelliklerinden biri de, yaratılışı gereği, dini bir inanca ihtiyaç duymasıdır. Tarihi araştırmalara göre; medeniyetsiz ve kentsiz toplumlara rastlanmış, fakat inançsız toplumlara rastlanmamıştır. İnsan bedeni ihtiyaçlarını gıdayla karşıladığı gibi, ruhi ihtiyaçlarını da din ve inançla karşılamaktadır. İnsanın ruhi yönünü ihmal etmek veya yok saymak, insanı yok saymak gibidir.
Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de: «Ben cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etmeleri için yarattım» (Zariat;56) buyrulmuştur.
Dinsiz, inançsız toplum oluşturma ideolojisi ile ortaya çıkan komünizm, bir asır bile dayanamamıştır. Hem de bu çöküş, inancın karşısında yer alan düşünceye sahip olanların iddia ettiği gibi dinin veya inancın bir uyuşturucu olmadığı, aksine inançsızlığın bir uyuşturucu olduğunu, bütün dünyaya göstermiştir. Zira ateist düşünce ve hayat tarzı, insanları bunalıma sokarak felakete sürüklemektedir.
Dinin varlığını hukuki olarak red etmeyen, fakat temsil ettiği hayat felsefesiyle dine yer vermeyen toplumlarda da durum bundan pek farklı değildir. İnkarcılık, insanı ruhi bunalıma sürüklemekte ve ruh sağlığını bozmaktadır. Sağlığı bozulan insanlar zararlı alışkanlıklara ve sapıklıklara yönelmekte, toplum için tehlike arzetmektedirler. Ekonomik olarak gelişmiş kabul edilen ülkelerde inançsızlığından dolayı insanların mânevi bunalımlara düştüğü, intiharların hızla arttığı görülmektedir. Böyle bir toplumda sosyal yapı bozulur. Çünkü sıkıntı ve felaketlerle karşılaşan insanlar sığınacak bir güce ihtiyaç duymakta, düştüğü inanç bozukluğunda o mânevi gücü bulamayınca sıkıntıyı aşamamakta ve sonu hüsran olmaktadır.
İnançsızlığın felaketlerini gören toplumlar, yine çareyi inanca dönüşte bulmaktadırlar.
Küfür, Allah’ın kanunu itiraf etmemektir; Kur’an’daki 250 hüküm âyetinin ve 500 hüküm hadisinin yok sayılması gibi.
İnkârcı filozofun biri yolda giderken bir müminin:
«Benim gibi ihsanda, ululukta emsalsiz olan tek Allah’dan başka kim vardır ki, suyu tekrar kaynağına getirebilsin» âyetini okuduğunu duydu. Duyduklarını inkâr ederek:
─ Suyu külünkle biz kazıp çıkarırız. Belin ve kazmanın darbeleriyle yerin dibinden kaynatırız, dedi.
Filozof gece rüyasında aslan gibi bir adam gördü. Adam filozofa bir tokat vurarak iki gözünü kör etti:
─ Ey kötü insan, eğer söylediklerin doğruysa, iki çeşme olan bu göz pınarlarını da kazma ile nurlandır, dedi.
Filozof korkuyla sıçrayarak uyandı. İki gözünün kör olduğunu gördü. Ah-vah etti, fakat iş işten geçmişti.
❈ İtiraz
Gerçeği bildirmek, hakkı meydana çıkarmak, yanlışı düzeltmek iddiasıyla yapılan itirazlar ve iddialar, çoğu kez fayda yerine zarar getirir. Başkasını düzeltme uğruna kişi ahlâkını bozar, değerini düşürür ve kendinden uzaklaştırır.
‘Hayır öyle değil’ diye söze başlayan, her şeye itiraz eden kimse, her an kalp kırdığının, gönül incittiğinin ve günaha girdiğinin çoğu kez farkına varmaz. İtirazcının oluşturduğu huzursuz ortam, bozulan çehrelerin, kesilen ilgilerin, yok olan sevgilerin sebebi olur.
Sözü sanatlı söyleyip, edebî ve edepli olmakla, doğruya ve gerçeğe ilginin, kabulün artması sağlanır ancak. İncir çekirdeğini doldurmayacak meseleler için büyük münâkaşa ve tartışmalara girmek, dargınlık ve kırgınlıkları dâvet etmek, hep boş itirazcılığın ve kendini beğenmişliğin ürünüdür.
İstanbul muhasara edilirken, Bizans papazlarının devenin iğnenin deliğinden geçip geçmeyeceğini tartıştıkları gibi; zamanlı-zamansız, yerli-yersiz ‘hayır öyle değil’ diye başlayıp olur olmaz şeylerin tartışmasına girmek, sözün ve zamanın boşa israfıdır; bu ise müslümana yaraşmaz.
İmâm-ı Gazâli, ‘hayır öyle değil’ sözünün: ‘sen bilmezsin, anlamazsın, sen ahmaksın, yalancısın; ben doğruyum, akıllıyım, bilirim’ anlamına geldiğini ifade eder.
Başkasının fikrini beğenmeyip itiraz eden; bencilliğini, hasedini ve çekememezliğini de açık eder. ‘Sen zaten her şeye itiraz ediyorsun’ diye yavaş yavaş toplumdan itilmeye başlanan kişi, içine düştüğü yanlızlığa üzülmeye başlar, fakat bu huydan vazgeçmeyi düşünmez. Bir ömür sevmeyen-sevilmeyen, kınayan-kınanan kimse olur.
Aynı sudan sulanıp, aynı toprakta biten meyve ve sebzelerin tadı, rengi, biçimi ve kokusu ayrı ayrıdır. Bunları kınama yerine şükür gerekir. Başlı başına bir kâinat olan insanın diğer insanlardan farklı olması, farklı düşünmesi, fizik farklılıkları kadar tabidir. Aynı noktaya bakan iki insan, aynı şeylere bakmalarına karşılık farklı şeyler görürler.
Farklılaşmaları fakirleşme anlamına gelen bir zıdlaşma olarak almak yerine, zenginleşme anlamına gelen bir uzlaşmaya dönüştürmek gerekir. Kur’ân mucizesinin kıyâmete kadar devam etmesi; her asırda ve her âlime göre ayrı ayrı tefsir ve tevile müsait oluşuyla da alâkalıdır. Farklı görüş ve düşüncenin gerekliliğini ve saygıdeğerliliğini ifade eden bir örnektir bu durum.
Gereksiz biçimde tartışmadan kaçınıp, hayati önemi hâiz konularda gerçeğin ortaya çıkması için yapılacak tartışmaların; âdâbı- usûlü, zamanı ve zemini vardır. Buna riâyet edilmezse, şifa veren neşter cinâyette kullanılmış olur. Dini konuda yapılacak tartışma, dini bilgilere vukûfiyetin yanında, oniki hususa da riâyet etmesi gerekir. Dini konuda yapılacak bir tartışma için dikkat edilecek oniki husus, Ömer Nasuhi Bilmen’in Istılahat-ı Fıkhıyye kamusunda ayrıntılarıyla anlatılmaktadır.
İtiraz, günlük hayatımızın tadını fazlaca kaçıran şüphecilik, kötü zan, tembellik, nefsi arzular, inatlık, tahkir edip alaya alma arzusu gibi kötü huy ve alışkanlıklardan beslenir.
Olur olmaz itiraza alışan, insanlara itiraz eden kimse, çoğu kez Allah ve Resûlüne de itiraz etmede beis görmeyerek felâketini hazırlar. İslâmi hükümler kafasına yatmaz itiraz eder, ilâhi takdir ve adâleti anlamaz, ‘Keşke şöyle olsaydı’ der, itiraz eder. İnsanın ve eşyanın nasılını niçinini araştıracağına, ilâhi bir hükmü sorgular bir biçimde ‘nasıl’ ve ‘niçin’i kullanarak, azgınlaşır, sapkınlaşır.
Teslimiyet güneşi Resûlü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Nasıl ve niçin diyenin vay haline’ buyurarak itirazcıyı uyarır. Müslüman kelimesinin kökü, kabul ve teslimiyettir. Müslümanlık, anlamsız itirazların zebunu olmak yerine, teslimiyet yolunu seçmektir. Teslimiyetin zirve noktası Sıddıklık mertebesidir.
Deme şu niçin şöyle,
Yerindedir ol öyle,
Sen sonunu seyr eyle,
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
✧ İtirazı tekrarlamak günahı zikir gibidir. Hz. Ali
✧ Kusurları söylendiğinde ‘öfkeliyim, vurdum duymazım’ diyen birine, Abdurrahman Taği: ‘Senin asıl hastalığın, kusurların söylendiği zaman cevap vermeye kalkmandır’ der.
✧ Bilip bilmeden itiraz etmeyi huy haline getirmek, kişiyi sevimsizleştirir, muhatabı usandırır.
✧ Fazla itiraz karşısında hakikatin asaleti kaybolur.
✧ Eğer kalpler bildiği şeyi inkâr ederse, ters yüz edilir ve onlara mühür vurulur. Ebû Ubeyde el-Hacib
✧ Bir şeyi eleştirmek, onun zıddını övmektir. İ. Gazali
✧ Basit kimse en küçük bir tenkide aldırır; akıllı ise eleştirenlerin fikrini kapmaya çalışır.
✧ Teftiş edildiği vakit sevinen, tenkit edildiği vakit gülen kimse büyük adamdır. Hak ehli ile çarpışan çarpılır.
İki Kat Para
Gevezenin biri konuşma sanatını öğrenmek için Sokrates’in okuluna kayıt olmak ister. Fakat Sokrat, diğer okullara göre iki kat para ister. Adam itiraz eder. Sokrat şöyle açıklar :
- Sana bir değil, iki şey öğreteceğim: Birincisi konuşmayı, ikincisi de susmayı. Bu yüzden iki kat para istiyorum.
❈ Tartışma
Mirâ, her ne şekilde olursa olsun başkasının sözüne itiraz etmektir. İtiraz, cümlede, telaffuzda, manada ve maksatta olur.
Mücâdeleden maksat, onu sözlerinde küçük düşürmek, techil etmek ve kusurlu tanıtmak ve kendini büyük göstermektir. Mâlik b. Dinar demiştir ki, ‘Mücâdele, kalbi katılaştırır ve kini uyandırır.’
Hidâyetle istikâmet üzere gitmeye başlayan milletler, sonradan, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirmiş olduğu îtikadi, amelî ve ahlâki hususlar hakkında yersiz münakaşalara girmekten, aleyhte deliller getirmeye kalkışmaktan dolayı sapıtmışlardır.
Mü’min, mümkün olduğu kadar münakaşadan uzak durmalıdır. Zîra meseleleri münakaşa yolu ile ele almak, faydadan çok zarar verir. Bilhassa insanlara İslâm’ı tebliğ–ta’lim ve onların terbiyeleri ile meşgul olan kimselerin, elinden geldiğince münâkaşadan kaçınması gerekir. Çünkü ‘Her on münakaşadan dokuzu, tarafların kendi düşüncelerine daha çok bağlanmasıyla neticelenir.’ Câhil ve münkir insanları, münâkaşa yoluyla mağlup etmeye imkân yoktur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, «(Habibim!) Sen affı (kolaylık yolunu) tut, iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir.» (A’raf, 199) buyrulmuştur.
Bundan dolayı, imkan nispetinde münâkaşadan uzak kalmak, mü’min için en münasip yoldur. Bununla beraber, münâkaşaya mecbur kalınmış ve iknâ etme imkânı da varsa, iknâ ederek; değilse, susturucu cevaplarla ilzam ederek hak ve hakikat ortaya konulmaya gayret edilir.
Dini meseleler iddia, münakaşa, benlik hisleri karıştırılarak müzâkere mevzuu yapılmamalıdır. Zîra hislerin, enâniyet ve benliklerin ayaklandığı bir vasat içinde İslâmi mesele müzâkere edilirse, gerçeği bulmak, bulunsa bile kabul etmek zorlaşır. Taraflar hakkın ve doğrunun nerede olduğunu aramaktan ziyade kendileri haklı çıkıp, mahcup olmamaları hususunu düşünür, ona göre hareket ederler, bu ise doğruyu aramak değildir. Münazara ile inat eden kimsenin srtını yere getirmek istediği için bu türlü hilelere baş vurursa, yine mekruh olmaz
Dünyevi hiçbir konuda kavga ve münâkaşa câiz değildir, değmez de. Çünkü insandan daha kıymetli hiçbir şey yoktur. Bütün varlıklar insana hizmet için var olmuşlardır. Bu nedenle basit bir dünyalık şey için, Beytullah’dan daha kıymetli olan mü’minin gönlünü kırmak uygun olmaz. Ancak, dini bir mesele için enâniyeti içine katmadan, üstünlük taslamadan ehil kimselerin, münâzara şartlarına uygun olarak tartışmaları câizdir. Zîra yanlış şeyi duyan kimsenin, buna susması kadar zor bir şey yoktur. Onun için, haklı olduğu halde susana cennetin ortasında yer hazırlanmıştır.
Tartışmaların en şiddetlisi, itikat ve mezhep mücadeleleridir. Zîra mücadele fıtri bir haldir. Bir de sevap eklenince, mücadelede hırs artar. Bu sırf hatadır. İnsana yakışan kıble ehlinden dilini çekmektir. Seleften bazıları demiştir ki, ‘Kur’an ve hadislerle verdiğin cevabı kabul etmeyen kimseye vereceğin en güzel cevap, sükûttur.’
Mücadele yolu ile değil, gizli nasihat yoluyla ikaza çalışmalıdır. Nasihatın fayda vermeyeceğini anlayınca, onu terk edip nefsiyle meşgul olmalıdır. Zîra Resûlullah ‘Ehl-i Kıbleden dilini çekene Allah rahmet etsin. Ancak gücü yeterse, güzelce söylesin’ buyurmuştur. Bu sözü Peygamberimiz yedi kere tekrarlamıştır.
İlmi, âdâbı güzelce bilmeyenler, kelâm, hikmet, hilâfiyyet, usul-ü fıkıh ilimlerini lâyıkıyla anlamayanlar, ilim sûretiyle mübâhese ve münâzaralara kâdir olamazlar.
✽ ✽ ✽
✧ Hiçbir toplum tartışmaya girmeden, helâk olmaz. Hadîs-i Şerîf
✧ Haklı olduğu halde mücadeleyi terk eden kimse için, cennetin ortasında bir köşk inşâ edilir. Haksız olduğu halde mücadeleyi terk eden için de, cennetin kenarında bir beyt bina edilir.
✧ Her kim doğru olmayanlarla tartışırsa, eksikliğe düşer ve aklı şaşırır kalır.
✧ Allah (celle celâlühû), bir kulunun hayırlı olmasını isterse; önüne amel kapılarını açar, boş münakaşa ve tartışma kapılarını kapatır. Bir kulun şerli olmasını dilerse; amel kapısını kapatır, cedel kapısı açar. Maruf el-Kerhî
✧ Hiç biriniz haklı olsa dahi çekişmeyi bırakmadıkça, imanın hakiki lezzetini bulamaz.
✧ Hiç biriniz haklı olsa dahi çekişmeyi bırakmadıkça, imanın hakiki lezzetini bulamaz.Mücadeleci kimse, hasmına üstün gelme duygusundan kendini alamaz. Her vesile ile kendinin hasmına nispetle daha üstün olduğunu ispatlama gayreti içinde olur. Gâlip geldiğinde de bundan büyük bir gurur ve haz duyar.
✧ Hiç biriniz haklı olsa dahi çekişmeyi bırakmadıkça, imanın hakiki lezzetini bulamaz.Dostu kaybedip, tartışmayı kazanmak akıl kârı değildir.
Calinus bir gün talebelerine:
─ Bana falan ilâcı getirin içeceğim, dedi.
Öğrencileri itirazda bulundular:
─ Efendim, o ilâç deliler içindir. Halbuki siz bir dâhisiniz.
Calinus:
─ Bugün bir deli önce yüzüme baktı, sonra bana göz kırptı. Daha sonra da üstümü başımı yırttı. O deli eğer bende kendine benzer bir yön bulmasaydı, bana bunu yapmazdı. Hiç kimse kendi cinsinden olmayana musallat olmaz; iki kişi birbirine sataştı mı aralarında mutlaka bir ortaklık aramak lâzımdır, dedi.
❈ Günah
‘Fücur’ sözlükte, yarmak, bir şeyi genişçe yarıp açmak anlamına gelmektedir. Fecr de aynı anlamdadır.
Bu kökün fiil hali ve ‘fecr’ kelimesi Kur’an’da olumlu anlamda; yarılıp açılmak, fışkırmak, yeri açıp kaynak fışkırtmak manalarında kullanılmaktadır.
Olumsuz anlamdaki yarmak, yırtmak anlamını ise ‘fücur’ kelimesi karşılamaktadır. Fücur, din ve dindarlık örtüsünü çekinmeden yırtmak, günaha dalmak, haktan bâtıla sapmaktır. Bu şekilde din örtüsünü yırtıp atanlara facir denir. Facirin çoğulu füccar veya fecere şeklinde gelir.
‘Fücur’ bir başka deyişle; haktan sapmak, hak yolu yarıp kötülük ve isyana düşmek, sınır tanımaz bir şekilde günah işlemektir. Zina ve edep dışı günahlara da fücur denilmektedir.
Câhiliyye devri Arapların haram aylarda yaptıkları savaşlara günah işlenen günler anlamında ‘eyyâmü’l ficar’ adı verilirdi.
‘Fücur’, şehvet (aşırı istek) gücünün ileri dereceye varması veya nefsin kişiye şeriat va ahlâk ilkelerine aykırı işler yapmaya sevkeden özelliği şeklinde de tanımlanmaktadır.
‘Günah’ kelimesinin aslı ise Farsçadır. Kur’an’da ‘cünah’ şeklinde geçer.
‘Cünah’ kelimesi, Kur’an’da yirmibeş defa yer almaktadır. Ancak bu kelime ya ‘lâ cünâha’ veya ‘leyse cünâha’ şeklinde geçmektedir. ‘Bir günah yoktur, bir sakınca yoktur veya mahzur yoktur, günah olmaz, günah işlenmiş olmaz’ gibi anlamlara gelen bu kelimenin Kur’an’da bu şekilde yer alması oldukça dikkat çekicidir.
‘Cünah’ kelimesinin sözlükteki karşılığı, ‘ism / hata’ sözcüğüdür. ‘İsm’ kelimesi de, Kur’an’ın insanın hatalı davranışlarını nitelendirmek için kullandığı kelimelerden birisidir.
Allah’ın emrine karşı gelme, yasaklarını bilerek çiğneme, İslâm’ın ilkelerinden sapma, ihmal etme, sürçme ve karşı gelme gibi hatalı fiilleri tanımlamak için Türkçede ‘günah’ kelimesini kullanıyoruz. ‘Cünah’ kelimesi bu hataların yanlızca bir kısmını, ‘ism’ sayılan çeşidini ve biraz da mahzurlu olan davranışları anlatmaktadır.
Kur’an, ‘günah’ olgusunu ifade etmek üzere on beş kadar kelime kullanmaktadır. Bunların arasında bir anlam yakınlığı olsa bile, her biri insanın yaptığı her bir hatanın türünü, hatanın yanlış mantığını, ya da günahın arkasında yatan niyeti ifade etmektedir. Ancak hepsinin ortak noktası; nefse, şeytana, karanlık ve kötü işlere yenik düşmeyi, sıkıntı ve ızdırabı, toplumsal huzursuzluk ve kaosu, çirkin ve bayağı davranışları, dengeyi bozmayı ve haddi aşmayı ifade etmeleridir.
Günah işleme arzusu
1. Hacis: Nefse ilk gelen arzu
2. Hatır: Nefiste devam edip duran arzu
3. Hadisunnefs: Nefiste işleyip işlememekte doğan tereddüt
4. Hemma: Bu işi tercih etmeye niyet
5. Azim: Yukarıdaki niyetin kuvvet bulması
Hadîs-i Şerîfler...
✦ Husumete devam etmen sana günah olarak yeter.
✦ Her mümin, günah ile eskimiş, tevbe ile yamanmıştır. Bunların hayırlısı, tevbe halinde ölenidir.
✦ Duyduğu her şeyi söylemesi kişiye günah olarak yeter.
✦ Bir günah işlediğin zaman hemen arkasından bir sevap, bir iyilik yap ki onu mahvetsin. Gizli günaha gizli iyilik, aşikar günaha da aşikar iyilik yap.
✦ Herkes affedilir, ancak günahlarını açıklayanlar müstesna.
✦ Kişinin kendisini kusurlu ve suçlu bilmemesinden beter günah olamaz.
✽ ✽ ✽
İşlenmesi yasaklanan günahlar üç kısma ayrılır:
1- İnsanların hayatı ve sağlığı ile ilgilidir: Adam öldürmek, temiz olmayan şeyleri yemek ve içki içmek gibi...
2- İnsanların birlik ve berâberlikleri ile ilgilidir: Kızmak, haksızlık, zulüm ve israf gibi insânî ilişkilerin kesilmesine vesile olan hareketler.
3- Nesepleri korumak, ırz ve nâmusa saygı göstermek ile ilgilidir: Zinâ ve mahremlerle evlenmenin yasaklanması gibi.
✧ İç yüzün tamamen kararmış olmasının alameti, günaha girip de istiğfar ihtiyacını duymamaktır ve bu halden lezzet almaktır.
Uyarı!
Ey tv yoluyla fuhuş kusanlar!
Hariminde bu vahşete susanlar.
Sözde uygarlığa mühür basanlar.
Uyanın ölmeden, ‘Lânetullah’ var.
Ey müslim künyeli namaz kılmazlar.
Şeytanla yarıştan geri kalmazlar.
‘Kalbimiz temiz’ derken hiç sıkılmazlar.
Yönelin kıbleye, ‘Gazâbullah’ var.
Ey baş sorumlular, sizde kumanda.
Şeytan ekranlarda, millet tuğyanda.
Dünya uçurumda, barış İslâmda.
Koşalım nurlara, ‘Rahmetullah’ var.
Ve sen garip nefsim, umutsuzlanma.
Düşün Peygamberi, dünyaya kanma.
Hayat imtihandır, sabırsızlanma.
Gün, yevmü’l-beterdir sakın aldanma!
Erinde, gecinde ‘Selâmullah’ var. M. E. Keşşafoğlu
Günaha ısrar
«Onlar bile bile günaha ısrar etmezler.» (Âl-i İmran:135)
Bütün ümmetim muaftırlar. Ancak, mücâhirler değil. Hadîs-i Şerîf
Yani Allah-u Teâlâ, onları affetmiştir. Ancak mâsiyeti âşikâre işleyenleri affetmemiştir. O kimse ki, gece amel işler ve onu Rabbi setreder, sonra sabahlar, ‘Ey falan, ben akşam şunu şunu işledim’ der. Allah-u Teâlâ’nın setrettiği şeyi ortaya döker. Bundan dolayı da dünyada had cezâsıyla, âhirette ise azap olunmakla cezalandırılır. Bu, Allah’ın setrini tahkir etmektir.
Israr, kararlılık, hayır işlerde olursa güzeldir, ‘azim’ ismini alır, sahibini sabikundan (yarış edip geçenlerden) kılar. Mübah işlerde ısrarın üçten fazlası hoş değil; haram işlerde, kötü alışkanlıklarda ısrar haram olur. Bu şer işlerdeki ısrar, inat kökenli olup şeytani bir tavırdır. İnsan bilmeden yanılarak bir hata işler bunu farkeder etmez o günahı hemen bırakırsa, affollacağına dair ilâhi ferman nâzil olmuştur. Ama tam aksine bile bile inatla ısrarla günaha tövbe etmeyip devam ederse, bu günahların affı umulmaz.
Günahda ısrar, işlediği günahı hoş görmek, kendini mazur görmek inançsızlıkla alakalıdır.
Ya da ‘kişi men olunduğuna haristir’ hadisi mucibince nefsin, yasağa, günaha meyli, aldığı fani lezzetler ısrara sebep olur.
Israrın en büyük sebebi de her kötülükte olduğu gibi cehâlettir. Ya yaptığı işin günah olduğunu bilmiyor ya da günahının derecesini, cezasının nasıllığını, niceliğini, kendine olan zararını bilmiyor. Şeytana ve nefse getirebileceği sağlam delil yok, onlara yenik düşüyor.
Bazen günaha ısrara, çevresindeki arkadaşları, yakınları da sebep olur. ‘Kişi arkadaşının dini üzeredir. O halde arkadaşını iyi seçsin’ hadîs-i şerîfi bu gerçeği ortaya koymaktadır. «Keşke filanı dost edinmeseydim, beni yoldan sapıttı» (Furkan:42) diye pişman olma günü gelmeden günaha sevk eden, teşvik eden kimselerden isterse en yakını olsun uzaklaşmak gerek.
Günahlara ısrar etmek insanı perişan hallere sokar, hayatı çekilmez hale getirir. İnsanın hissiyatını, şahsiyetini, saygınlığını yok edip insanı hayvandan aşağı bir derekeye indirir, tedavisi olmayan yaralar açar. Abdülhakim Arvâsî
Ahmaklık hatada ısrar etmektir.
İçkiye devam eder, sarhoş ayyaş olur.
Uyuşturucuya devam eder, bağımlısı olur.
Zinaya devam eder, kötü yollara dalar.
Kumara devam eder, her şeyini kaybeder.
Sigaraya devam eder, sıhhatini yitirir.
Açıklığa devam eder, haya damarı çatlar.
Hırsızlığa devam eder, gangster olur.
Hileye devam eder, sahtekâr olur.
Kibre devam eder nemrut,
Hasede devam eder yahudi,
İnada devam eder şeytan,
Tecessüse devam eder casus,
Gıybete devam eder yamyam,
Taklide devam eder maymun,
Kine devam eder düşman,
Günahlara devam eder sonunda pişman olur.
Hadîs-i Şerîfte ‘İnsan günah işleyince kalbine siyah bir leke olur’ buyruluyor. Bu lekeler çoğala çoğala kalp aynasını tamamen kaplar, artık o kalp meleğin ilhamını yansıtmaz, sırf şeytanın vesvese verdiği yer olur. Bu durumda Allah bu kalbi mühürler. Kulak sağır, göz kör olur. Artık gerçekleri duyamaz, göremez, anlayamaz hale gelir. Kısacası günahlara ısrar, kalbin mühürlenmesine zemin hazırlar.
Gözyaşı, Kalbin Abdestidir
«Muhakkak kendisine daha önce ilim verilenler, ağlayarak secdeye kapanırlar, huşuuları ziyade olur.» (İsra, 109)
Sultan-ı ezeli, müminun sûresinde namazı huşuyla kılanların kurtulduğunu müjdeliyor. Kalbi Allah sevgisi, Allah korkusuyla dopdolu olan mümin, kıyamda okuduğu âyetlerin etkisiyle gönlü coşar, gözyaşları ile secdeye kapanır. İltifat-ı ilâhiye mazhar olur.
Gözyaşı, mânevi kirlerden arındıran, muhabbeti coşturan, aşk ateşini tutuşturan bir rahmet eseridir. Sırf Allah için dökülen bir damla yaş, binleri sadaka etmekten üstündür. Huşu ile akıtılan gözyaşları, cehennem lavlarını söndürür. Zaman gelir, akıtılan göz yaşları göze nur, gönle sürur olarak yardıma koşar.
Aynı zamanda göz yaşı, «Az gülün çok ağlayın» (Tevbe, 82) emrine imtisal etmektir.
✽ ✽ ✽
✧ Kara, lisandır; deniz ise gönüldür. Lisan fesada gittiğinde nefisler ağlar. Gönül fesada gittiğinde melekler ağlaşırlar.
✧ İnce insan, yüzünü gözyaşlarıyla yıkayan insandır.
✧ Allah korkusundan dolayı bir damla yaş akıtmak, benim için bin altın sadaka vermekten daha sevimlidir. Abdullah b. Ömer
✧ Göz yaşının değeri ve pahası, ağlamaktan lezzet bulmaktadır.
✧ Ağlamak ibâdettir; Hakk’a karşı tevâzu göstermenin şiddet hâlidir. Yaşlar hem gözünüzden, hem de gönlünüzden aksın!..
✧ Allah için olan göz yaşı, mağfiret ve rahmeti celb eder.
✧ Yaptığı musibet işleri görememek, gözlerin Hakk nûrundan perdelenmiş olduğuna alâmettir. Dolayısıyla ağlayamaz da...
✧ Dünyevi sebeblerden dolayı ağlamak, insanı cehenneme yaklaştırır.
✧ Bebeklerin doğarken ağlamalarının sebebi, şeytan dokunduğu içindir.
✧ Ancak şu şahıslara şeytan dokunmamıştır:
Kadınlardan: Erkeklerden:
1- Hz. Hatice 1- Hz. Îsâ
2- Hz. Fâtıma 2- Hz. Mûsâ
3- Hz. Meryem 3- Hz. İbrâhim
4- Hz. Asiye 4- Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)
✧ Su inen yeşerir. Göz yaşı dökülen yere ise rahmet yağar. Mevlânâ
✧ Rivâyete göre cehennemlikler o kadar şiddetli ağlarlar ki, sonunda göz yaşı yerine kan ağlamaya başlarlar. Bunun üzerine cehennem meleği Mâlik der ki:
– Bu ağlama ne kadar güzel bir ağlama; ama keşke dünyada olsaydı...!
Bir anlık emânetle ne türlü övünelim;
Gel rahmet kapısında ağlaşıp dövünelim. N.Fazıl
❈ Mâsivâ
✧ Şakik-i Belhi şöyle demiştir: Dört bin hadîs-i şerîf içinden dört yüz tane, bundan da kırk tane ve nihayet bunların içinden de şu dört Hadîs-i Şerîfi seçtim:
1- Kalbini kadına bağlama; zira bugün senin ise, yarın başkasındadır. Eğer kadına itaat edersen cehenneme atılırsın.
2- Kalbini mala bağlama. Zira mal sana emanettir; bugün senin ise yarın başkasınındır. Başkasının malı için kendini yorma. Başkasına hoş gelir, fakat günahı sanadır. Eğer kalbini mala bağlarsan, Allahu Teâlâ’nın haklarını gözetemezsin. Kalbine fakirlik korkusu girer ve şeytana itaat edersin.
3- Herhangi bir şey hususunda kalbinde bir sıkıntı olursa, o şeyi terk et. Zira müminin kalbi, şâhit yerindedir. Şüphelilerden sıkılır, helâlde ise sükûnet bulur.
4- Bir şeyin makbul olacağı hükmüne varmadan o işi yapma.
✧ Günah ve dünya sevgisiyle hastalanan kalplerinizi, dünyadan soğuyarak ve günahları terk ederek tedavi ediniz. Ahmed b. Ebû Havari
Onlara tezellül edip minnet çekme.
Onlara temellük edip boyun eğme.
Onların arkasına düşüp zahmet çekme
Onlardan korkup titreme
Çünkü Sultan-ı kâinat birdir.
Eğer sen nefis ve şeytanı dinlersen esfeli safiline düşersin.
Eğer hak ve Kur’an’ı dinlersen a’lâ-i illiyyine çıkar, kâinatın ahsen-i takvimi olursun. Said Nursi
✧ Hazlarla bedenin huzurunu tamamlayayım dersen, ruhun yolunu tıkarsın.
İnsana insan denmez kendini bulmayınca,
Gönül bir viranedir sevgiyle dolmayınca
Allah ma’şuk, Allah yar, gayrısı sinede bar,
Eremezsin bir yere huzura varmayınca.
✧ Toprak yemeği, diğer yemeklerden fazla seven mide hasta olduğu gibi, başkasını Allah’dan daha çok seven kalp de hastadır. Seven kalbe gönül denir. Neyi niçin sevdiğini bilmeyen gönle de deli gönül denir.
✧ Kalplerinizi temizlemenin ilacı, Allah dostlarının kelâmıdır. Onların yazılarını okudukça kalpler temizlenir.
✧ Bütün varlığından soyun. Varlığını terk et, kendini Hakk’ın kuvvet eline bırak. Varlıksız olarak onun önünde dur. Bu halinde şirk olmasın. Sebepler araya sokulmasın. Kullar araya girmesin. Bunları yapabilirsen, O’nun lütuf ve keremini çevrende bulursun. O’nun rahmeti gelir, bozuk düzen işlerini düzenler. Nimeti ve minneti gelir; seni alır, Hakk’ın bolluk âlemine götürür. Geylâni
✧ Yaratılmışa gönül kaptıran, ruh penceresine perde çekmiş olur.
✧ Başkalarının yanlışları, kötülükleri ile uğraşıp ruhunu karartma. Düzeltilmesi gereken biricik insan kendinsin.
Ebû Said el-Hazzaz anlatıyor; Mekke’de sâlih ve müttaki bir arkadaşımla dolaşıyordum.
Üç gün hiçbir şey yemedik. Karşımızda bir fakir oturuyordu, onun bazen beyaz ekmek
yediğini görürdüm. Sonunda dayanamayıp; ‘Bu gece senin misafirin olmak istiyoruz’ dedim.
Adam; ‘Hay hay gelin tabi!’ dedi. Akşam bastırınca adamın yanına geldik. Dikkatli dikkatli
etrafa bakıyor, fakat yiyecek namına hiçbir şey göremiyordum. Sonra adamın eli evin içindeki
bir direğe dokundu. Birden oradan iki dirhem düştü. Onları gülerek bize uzattı.
Bizim dirhemlerimize benzemeyen bu iki dirheme şaşkınlıkla baktık. Hemen gidip ekmek ve
katık aldık, karnımızı doyurduk. ‘Bu mertebeye nasıl geldiğini merak ediyorum. Eğer özel
bir riyazet tekniği ile bu hale gelmişsen, bana da tarif et!’ dedim. Adam bana şu cevabı verdi:
‘Tüm yaratıklarla ilgili dert ve değerleri kalbinden at, isteğine erişirsin!’
❈ Bedbahtlık - Şekâvet
«O gün geldi mi, kimse ağzını açıp konuşamayacak O’nun izni olmadan. Artık onlardan kimi şakî (bedbaht), kimi de saîd (bahtiyar)dir. Şakîler ateştedir. Onlar için orada şiddetli bir soluyuş ve bir hıçkırık vardır. Gökler ve yer durdukça orada süresiz kalacaklardır. Meğer ki Rabbin başka türlü dileye; çünkü o dilediğini yapandır. Mesut olanlara gelince, onlar cennette olacaklar. Rabbin başka türlü dilemezse, gökler ve yer durdukça orada kalacaklardır, kesintisiz ve tükenmeyen bir lütuf olmak üzere.» (Hûd, 105-108)
Şekavet lugatta; haydut, yol kesen, haylaz, her çeşit günahı işleyen, yorgun, bitkin, sıkıntı, sapıklık manalarına gelir.
Bedbahlık iki kısımdır: Bedbaht olanlar ve daha bedbaht olanlar. Tevhid ehlinden olup da günah sebebiyle bedbaht, iman sebebi ile mesud olanlar vardır. Günahlar onu cehenneme sokar, tevhid ise oradan çıkarır. Bidat ve küfür ehli ise daha da bedbaht olur ki, küfrü ve yalanlaması onu cehenneme sokar. Ve orada ebedi olarak kalır.
Bir müslümana zarar veren ve ondan hoşlanmayan, mel’undur. Hadîs-i Şerîf
✧ Şekâvet Alâmetleri
1- Allah korkusuyla yaş dökmeyen göz.
2- Merhamet ve sadakatten yoksun katı bir kalp.
3- Dünya hayatına karşı sonsuz bir hırs.
4- Ölümü düşünmeden, âhireti hatırlamadan yalnız dünya hayatına ve alâyişine kapılmak.
✧ İnsanların en şakîsi, Allah’a sürekli îtirazda bulunandır. Böyle kimse dünyası için tedbirler alırken, âhiretini hiç düşünmez.
✧ Bedbaht odur ki, Allah (celle celâlühû) onun günahını örtmüş, kendisi ise göstermiş olsun.
✧ Üç türlü insanda şakîlik alâmeti vardır:
1- O insan ki, kendisine ilim verilir, amel verilmez.
2- Amel verilir, ihlâs verilmez.
3- Allah dostlarının yüzünü görmek nimetine erer de, onlara bağlanmayı bilmez.
✧ O’nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.
✧ Altı şey cehâlet ve bedbahtlık eseridir: Sebepsiz yere kızmak, gereksiz ve faydasız konuşmak, sırrını ifşa etmek, herkese güvenmek, dostunu düşmanını ayıramamak, yersiz ve zamansız nasihatte bulunmak. Muhammed bin Mansur et-Tûsî
❈ Cehâlet
Türkçe’de câhillik; cehâlet, bilgisizlik, bilmeme manasında, câhil ise bilmeyen, ilimden ve olgun davranıştan uzak, biraz da genç tecrübesiz kimse anlamında kullanılmaktadır. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ‘Allah, ancak ilim ve edepten yoksun kişiyi rezil eder.’
Câhillik, âlim olma yeteneğine sâhip olan kimsenin bilgisizliğidir. Âlimler câhilliğin târifi hakkında şunu söylemişlerdir: ‘İbâdetlerin, Allah’ın kitabı ve Resûlün sünneti ile tashih edilmesi, ittifakla vâciptir. Vâcip ile mendubu, haram ile mekruhu birbirinden ayıramayan kimse, câhil demektir. Ne zâhirde, ne de bâtında câhil bir kimseye uymak ise, asla câiz değildir.’ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ‘Öğrenin, câhiller olarak ölmeyin; Allah cehâlet özrünü katiyyen kabul etmez.’
Bilgisizliğin farkında olup bilmediğini bilmeye ‘cehli basit’ denir. Bunun tedâvisi, açacağı gaileleri ve bu meyanda ilmin faydalarını bilmekle mümkündür. Kısacası, câhilliğini bilmek, bilgi sahibi olmanın ilk şartıdır.
Bilgisizliğin farkında olmayıp bilmediğini bilmemeğe ‘cehli mürekkeb’ denir. Bu müzmin bir hastalıktır, pek ender ilaç kabul eder. Çünkü sâhibi onun ilim ve kemal olduğuna cehil bir hastalık olmadığına inanıyor; izâle çarelerini aramamakla beraber ilacını da arzulamıyor. Meğer ki inayeti ilâhiye ile ansızın bunun fenâ bir şey olduğuna muttali ola!.. Zira ‘İlimsiz ibâdet edenin zararı faydasından çok olur. Bu, sahrada kendisine bir yol göstericisi olmayan a’maya benzer. Döner dolaşır. Sonunda kendisini bir dikenli yerde bulur.’
✧ Ya âlim, ya talebe, ya dinleyici, ya da bunları sevenlerden ol. Beşincisi olma helâk olursun. Hadîs-i Şerîf
✧ Bildiğini zannetmek öğrenmenin en büyük düşmanıdır.
✧ Cehâlet öyle bir binektir ki; üzerine binen zelil olur, arkadaşlık yapan yolunu kaybeder. Hz. Osman
✧ Gideceği limanı bilmeyene hiçbir rüzgar yardım etmez.
✧ Eğitim görmüş halkı bir yöne sevk etmek kolay, sürüklemek güçtür; idâre etmek kolay, köleleştirmek imkânsızdır.
✧ Başa gelen felaketlerden başkasını sorumlu tutmak câhillerin işidir.
✧ Cinâyetin çoğu câhillikten ve iman zayıflığından çıkar, güçlü ve mutlu adama böyle şeyler gerekmez.
✧ Câhilin ileri geri konuşmaları dipsiz kile, boş bir ambar demişler.
✧ Yeryüzünde dini farizelerden bir tânesini bilmeyen bir câhil bulundukça, oraya gidebilenden mesûliyet düşmez.
✧ Cehâlet zindanına düşenler, bir daha kurtuluş yüzü görmezler. Nabi
❈ Nankörlük
İyilik yapanlar, genellikle teşekkür beklemezler. Ancak teşekkürü hak ederler. Bu teşekkür, hem yapılan iyiliğin derecesini artırır, hem de nimetin devamını sağlar ve arada sevginin oluşmasına vesile olur.
İnsanlar, ölünceye kadar birbirlerine muhtaçtırlar. Başkaları olmadan hayatlarını sürdüremezler. Maddi gücün her şeyi çözmediği tecrübelerle sâbittir. Kişiye, ana-babasının iyiliğinden tutun da, hasta olunca tedâvi eden doktora, okutan öğretmene, yol gösteren bir büyüğe kadar, pek çok kimsenin iyiliği dokunur. Bir insana ana-babasının yaptığı iyilikleri saymak mümkün mü? Bu karşılıksız iyiliklere teşekkür etmek, insanlık ve yardım etme duygusunun yüceliğinin gereğidir.
Türkçe’deki ‘Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır’ atasözü çok şey ifâde eder. Maddeyi bütün ilişkilerin temeline yerleştiren, çıkarından başka bir kutsal tanımayan, bu yüzden de derin bir egoizme saplanan günümüz insanına bunu nasıl anlatmalı?
İnsan, diğer insanlardan gördüğü iyilik ve yardımlara teşekkür etmeli. Fakat iyilik edene kul köle olmak, onun karşısında ezilip büzülmek, zelil olmak doğru değildir. İyilik eden böyle bir şey beklerse, bu iyilik değil sömürü niyetidir.
Üzerimizdeki en büyük nimetlerden biri iman ve hidâyet nimetidir. Bu nimete karşı nankörlükten daha büyük bir felâket yoktur.
Bir de nimetin içindeymiş gibi görünüp, mahrum kalanlar vardır. Açıkça içindeki sapık inanç ve itikadını söyleyemez. Herkes gibi müslüman görünüp, İslâm’a, dine ve dini hizmetlere yapmadığı hâinliği kalmaz. İşte bunlar hâinlerin en aşağıları olan münafıklardır.
En çirkin, en eski, en bilinen nankörlük evladın nankörlüğüdür.
İyiliklere karşı nankörlük yapıp, iyilikleri hiçe sayana daha dünyada iken cezâsı verilir.
✧ Madem ki oluktan vefa görmedin, suyu yağmurdan iste. Mevlânâ
✧ Allah’ın verdiği nimetlere, yaptığı iyiliklere karşı nankörlük yapmanın da iki boyutu vardır:
1- Küfür: Allah’ın yaratıcı, bütün evrenin sâhibi ve Rezzak olduğunu; insanın sahip olduğu hayat, can, kalp, eşya gibi şeylerin O’nun tarafından verildiğini inkâr etmek
2- Müminlerin verilen nimetlere, yapılan iyiliklere hakkıyla şükretmemeleridir.
✧ Nankörlük, (nimet ve ihsanı) beğenmeyip kınamaktır. Münebbihat
✧ Allah’ın (celle celâlühû) verdiği nimeti, O’nun sevdiği yerde harcamak şükür, sevmediği yerde kullanmak ise küfrân-ı nimettir.
✧ Nankörlük sevginin mezarıdır ve zayıf insanların işidir.
✧ Minnet, iyiliği yıkar. Ancak nankörlük yapana söylenirse çirkin görülmez. Nankörlük yapıldığında, minnet duygusunu yerleştirmek kişiyi nankörlükten sakındırır.
İsrâiloğullarından ala tenli, kel ve kör üç kimseyi Allah (cc) imtihan etmeyi diledi ve kendilerine bir melek gönderdi. Melek ala tenliye gelip:
– Hangi şey sana daha sevimlidir? diye sordu. Ala tenli kişi:
– Güzel renk, güzel derimin olması ve insanların benden hoşlanmadığı şeyin benden ayrılmasıdır, dedi. Bunun üzerine melek onu sıvazladı; sevimsizliği ondan giderdi. Melek:
– Hangi mal sana daha sevimlidir? Deyince, o:
– Devedir, dedi. Ona on aylık gebe bir dişi deve verildi ve: Allah bunda sana bereket ihsan etsin, dedi. Onu takiben melek, kele gitti.
– Hangi şey sana daha sevimlidir? dedi. Kel:
– Güzel saç, insanların benden hoşlanmadığı şu halin benden giderilmesidir, dedi. Melek; onu da sıvazladı, güzel saç verildi.
– Hangi mal sana daha sevimlidir? Dedi, o:
– Sığırdır; cevabını verdi. Kendisine gebe bir inek verildi ve melek: Allah bunda sana bereket ihsan etsin; dedi. Daha sonra âmâya gitti ve:
– Hangi şey sana daha sevimlidir? dedi. Âmâ:
– Allah’ın bana gözlerimi iâde etmesi neticesinde insanları görebilmemdir, dedi. Melek onu da sıvazladı, Allah kendisine gözlerini iade etti. Melek:
– Hangi mal sana daha sevimlidir? dedi, o:
– Koyundur; cevabını verdi. Kendisine gebe koyun verildi. Onların deve ve sığırı yavruladı. Bunun koyunu kuzuladı. Ala tenli iken kurtulana bir dere dolusu deve oldu. Kel iken saçlanana bir dere dolusu sığır oldu. Ve âmâlıktan kurtulana da koyundan bir dere dolusu mal hâsıl oldu. Sonra melek, ala tenli kişiye kendinin iyileşmeden önceki sûret ve hey’etinde geldi de:
– Ben yoksul bir adamım, yolculuğumda geçim sebepleri kesildi. Bugün bana ancak Allah’ın, sonra senin yardımın ile yerime ulaşma ümidi kalmıştır. Sana güzel renk, güzel deri ve mal mülk ihsan eden Zâtın hakkı için senden yolculuğumda yetinebileceğim bir tek deve istiyorum, dedi. O:
– Üzerimdeki haklar çok, sana verebilecek bir şeyim yoktur, dedi. Melek:
– Ben seni tanıyor gibiyim, sen, halkın kendisinden nefret ettiği ve, Allah’ın kendine mal verdiği fakir değil misin? dedi. O:
– Hayır, bu mal bana ancak büyüklerden miras kaldı, dedi. Melek:
– Eğer yalan söyledinse, Allah seni eski haline döndürsün, dedi.
Sonra, eskiden olan şekil ve sûret ile kele vardı. Ona da ala tenliye söylediklerini söyledi. O da kendisine diğeri gibi karşılık verdi. Melek:
– Eğer yalan söyledinse, Allah seni evvelce olduğun hale çevirsin, dedi. Nihâyet eski görünüş ve kıyâfetinde âmâya geldi:
– Ben yoksul bir adamım, yolcuyum. Yolculuğumda geçim sebeplerim kesildi. Bugün bana, ancak Allah’ın, sonra senin yardımın ile ümidime ulaşmak imkânı vardır. Sana gözlerini iâde eden Zâtın hakkı için senden, yolculuğumda yetinebileceğim bir koyun istiyorum, dedi. O kimse:
– Ben âmâ idim de Allah bana gözlerimi iâde etti. Artık dilediğini al, dilediğini bırak, Allah’a andolsun ki Aziz ve büyük Allah için bugün aldığın hiçbir şeyde sana zorluk çıkarmayacağım, dedi. Melek:
– Malını tut, siz ancak imtihan olundunuz. Allah senden râzı oldu; iki arkadaşına da gadap etti, dedi. Hadîs-i Şerîf
❈ Menfaatçilik
Menfaatçilik, başkasını zararlandırarak kendisini faydalandırmaktır. Yoksa her insan, menfaati celp, mazarratı def etmekle görevlidir. ‘Benim yaşamam için senin ölmen gerekir’ şeklindeki orman kanununu benimsemenin adıdır menfaatçilik.
Mümin, insaflı olup yarı yarıya düşünmesi, empati yapması gerekir. Bunun en üstünü, ahlâk-ı Muhammediye’si, îsardır. Dünyevi konularda din kardeşini kendine tercih etmek anlamı taşır.
Cenâb-ı Hakk, mahlukat içinde en çok insana değer vermiştir ki; hiçbir zaman mal, mevkii, eşya, makam, menfaat insandan değerli görülmesin, her mümin, Allah ve Resûlünden sonra en büyük değeri insana versin. Bunun da en üstünü, insanlar içinde en büyük değeri Allah’ı seven, sayan, ihlâs sahibi müttakilere vermesidir.
«Andolsun ki Biz Ademoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır. Onlara karada, denizde taşıyacak (vasıtalar) verdik, temiz ve güzel nimetlerle rızıklandırdık ve yarattıklarımızın çoğundan tam anlamıyla onları üstün kıldık» (İsra, 70) «Allah katında en değerli ve şerefliniz, Allah’dan en çok korkanınızdır.» (Hücurat, 13)
Menfaatçinin Özellikleri
❃ Hep kurnaz, çıkarcı ve hileci davranır. Bu sayede sevgisini, saygınlığını ve sevâbını yok eder.
❃ Kendi kusurunu gizlemek için, başkasını töhmet altında bırakır.
❃ Kimseye söz hakkı vermez, despottur.
❃ Başına buyruk, dik kafalı ve kıskançtır.
❃ İhlâssız ve sebatsızdır.
❃ Zarar vermekten, hasım olmaktan çekinmez.
❃ İtirazcı, kinci, uyumsuz ve huysuzdur.
❃ Herkesi, her şeyi kullanmayı kâr bilir.
❃ Çocuğunu menfaatı için yetiştirir.
❃ Menfaatı için hep yağlı kuyruk arar. Gerekirse dalkavukluk, döneklik, bayağılık yapmaktan kaçınmaz.
❃ Kendi menfaatını, başkasının lehineymiş gibi gösterir.
❃ Kinci, iki yüzlü, hâin, korkak ve aldatıcıdır.
❃ Menfaatı uğrunda, haram sınırlarını aşıp, rüşvet, faiz ne bulursa yer.
❃ Menfaatı olmayan kimselerle ilişki kurmaz.
❃ Şükürsüz, sabırsız, kararsız ve dönektir.
❃ ‘Bir ben yapsam ne olur’ fikrindedir.
❃ Kendi dert, tasa, endişe ve sorunlarıyla feryat ederek başkasının huzurunu bozar.
❃ Toplu işlerden, hatta kendi görevinden sıvışır.
❃ Zor durumda olanlara yardım etmeyip, bahâne ileri sürer.
❃ Kendine yapılan nasihat ve ikazları, karşı tarafın zaafı veya menfaatı olarak kabul edip, önemsemez.
❃ Her hangi bir yerde kurulu düzene, disipline, plân ve programa saygı göstermeyip, aldırış etmeden kuralları çiğner.
❃ Üşengeçlikten meydana gelen tertipsizlik ve dalgınlığıyla nizâmı ve intizâmı bozar. Başkasının göz estetiğine saygı duymaz.
❃ Moral bozmaktan, gönül yıkmaktan çekinmez.
❃ Başa kakıp, ezer ve tahakküm eder.
❃ Kendi özel işleri ve rahatı için bol bol harcayıp israf eder, hak-hukuk düşünmez.
❃ Gereksiz yere ana-baba, evlât ve yakınlarına nazlanarak huzursuz eder. Herkesi mecbur görür.
❃ Menfaatı için, büyüğüne karşı saygısız, küçüğüne kötü örnek olur.
❃ Başkalarının kendine hizmet etmesinden, kendine ayrıcalık yapılmasından memnun olup, üzüntü ve eziklik duymaz, hatta küstahlık yapar.
❃ Kendi eşyasına, malına ve canına gösterdiği itinayı, başkasınınkine göstermez.
❃ Kendi cimri davrandığı halde, herkesten cömertlik bekler.
❃ Yapacağı işi, uyuşuk, kalitesiz yapıp, başa kakar.
❃ Öncelik hakkının hep kendisine verilmesini ister.
❃ Kendi artniyetli olduğu halde, hep iyi niyet bekler ve iyi niyetleri suistimal eder.
❃ Cenâb-ı Hakkı ve kullarını incitmek pahasına olsa da, iğneleyici konuşarak veya dedikodu ederek kendini rahatlatır.
❃ Kendi hevâ ve heveslerini tatmin için şık ve çekici kıyâfetler giyip, kadınları dünyaya, erkekleri zinaya dâvet eder.
❃ Her hangi bir olayda, iki taraflı ve insaflıca düşünmeyip, kendine yontar, haksızlık yapar ya da haksızlığa göz yumar.
❃ Paylaşmayı bilmez, iyiyi güzeli kendine lâyık görür. Yapılması gereken sorumlulukları başkasına atarak sıyrılır.
❃ İyilik edenleri beğenmemezlik ederek, nankörce davranır.
Sen canından geçmeden, canan arzu kılarsın.
Zünnarını kesmeden, iman arzu kılarsın. Niyâzi Mısri
❈ Bencillik
İnsana verilmiş olan benlik emâneti, en büyük gerçeği tanıyıp bulma yolunda ona verilmiş ve vazife biter bitmez de taşa çalınıp kırılması gereken bir mukaddes armağandır. Böyle yapılmadığı takdirde kabarır, şişer ve sahibini yutacak bir ifrit haline gelir. Fert onunla yüce yaratıcıyı, onun kudretinin, ilminin, iradesinin sonsuzluğunu eksik ve kusurların O’nun semtine sokulamayacağını idrak edecek, sonra sinesinde tutuşturduğu mârifet ve muhabbet ateşiyle onu eritip bitirecek, sâdece yüce yaratıcının varlığıyla bakıp görecek, O’nunla düşünüp O’nunla bilecek ve sâdece O’nunla soluyacak.
Bencillik şeytani bir sıfat olduğundan, ona kapılanları şeytanın âkıbetine uğratacağından şüphe edilmemelidir. Şeytanın mazeret ve müdafaaları bile, güm güm birer benlik melodisidir. Adem (a.s.), Nebi ufkunun karardığı bir anda göz yaşlarından yepyeni bulutlar meydana getirerek, onunla gönül ateşini, hasret ateşini söndürmeye çalışmasına karşılık; İblis her kelimesi gurur ve inat, her ifadesi saygısızlık, mazeretler sayıp döküyordu.
✧ Hayatın karmaşası, herkesin plânını gerçekleştirmeye çalışmasıdır
✧ İnsanların ruhlarından söküp atacakları yalnız iki şey vardır: Bencillik ve imansızlık.
✧ Bir insanın tek başına mutlu olması, aslında utanılacak bir şeydir.
✧ Kendini düşünen kardeş, kardeş değildir. Hatta hısım bile değildir. Yol arkadaşın hızlı gider acele ederse, o yoldaş değildir. Sana gönül bağlamayan bir kimseye, sen de gönül bağlama.
✧ Bir insana, kendi iyiliğine çalıştığı için değil, komşusunun iyiliğine çalışmadığı için gururlu ve bencil deriz.
✧ Bencilliğin sebebi insafsızlıktır. Bizi haksızlıktan alıkoyan şey adalet ilkesinden doğan merhamet duygusudur.
✧ Kendini sevenin rakibi olmaz.
✧ Sinelerinizin içinde bulunan gam ve kederlerin hepsi de, varlık buhranlarından ve fırtınasından hâsıl olmaktadır.
✧ Muhâlefeti bırak, bana istediğin gibi hükmedebilirsin.
✧ Eğer harflerden, isimlerden geçmek ve kurtulmak istersen, kendini kendinden tamamıyla temizle.
✧ Bütün ihtilat ve fesadın asıl madeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin muharrik ve menbaı tek iki kelimedir:
Birinci kelime: ‘Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne!’
İkinci kelime: ‘İstirahatim için zahmet çek, sen çalış, ben yiyeyim.’
Birinci kelimenin ırkını kesecek tek bir devası var ki, o da vücub-u zekattır.
İkinci kelimenin devası hürmet-i ribadır. Adalet-i Kur’aniyye âlem kapısında durup, ribaya ‘Yasaktır, girmeye hakkın yoktur’ der. Beşer bu emri dinlemedi büyük bir sille yedi. Daha müthişini yemeden dinlemeli!
✧ Sevgililerin birbirlerinden hiç bıkmamalarının sebebi, hep kendilerinden söz etmeleridir.
✧ Herkesin sizden iyi bir şekilde söz etmesini mi istiyorsunuz? Öyleyse kendinizi övmeyin.
Hayatında en çok pişmanlık duyduğu ve tövbe ettiği şeyin
ne olduğunu soranlara, Sırrı Sakatî şöyle cevap vermişti:
– Bir gün Bağdat’taki bir çarşıda yangın olmuş ve benim
dükkanımın dışındakiler yanmıştı. Ben, yangından zarar
görmediğimi duyunca, diğer müslümanların hâlini
düşünmeden şükretmiştim. Bu günahım için 30 yıldır
gece gündüz tövbe ediyorum.
❈ Şeytan
Mü'min aklı açık, şuurlu, her şeyi detaylı bir şekilde düşünüp isabetli kararlar veren, örnek davranışlar sergileyen bir ahlâka sahiptir. Bu davranışlar müminin imanının ve Allah (celle celâlühû) korkusunun bir sonucudur. Ancak şeytan zaman zaman unutkanlığını, dikkatsizliğini ya da bilgisizliğini fırsat bilerek anlık da olsa mümini gaflete düşürmek ister.
1- İnsana kusurunu itiraf ettirmemek. Ta ki istiğfar ve istiane yolunu kapasın ve nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin. Taksirattan takdis etsin.
2- Bir müminin bir günahıyla bütün hasenatını örter. Şeytanın bu hilesine uyan insafsızlar, mümine düşmanlık eder.
Oysa Cenâb-ı Hakk haşirde mutlak adaleti ile mükelleflerin hasenatını seyyiatına, galibiyetin mağlubiyeti noktasında hükmeder.
Günahların sebepleri çok, yapılışları kolay olduğundan bazen bir tek hasene ile seyyiatını örter.
Biz de insanları akıl muhakemesiyle öyle değerlendirmeliyiz.
✽ ✽ ✽
✧ Şeytan sadece Resûlullah’ın hicret ettiğinde uyumuştur. Bir daha da uyumayacaktır.
✧ Şehvet ile gadap, şeytanın giriş yollarının en büyüklerindendir. Hased ve hırsa gelince, bunlar şeytanın cümle kapısıdır. Kul bir şeye hâris oldu mu, artık hakkı görmekten kör, hakikatı duymaktan sağır olur.
✧ İnsanın şeytandan muhâfazası üçtür: Kur’an okumak, zikrullah ile meşgul olmak ve câmiye, (sohbetlere) devam etmek.
✧ Şeytanların gönüllerde dolaşması, gönüllerin kötü vasıflar ile dolu olma halindedir. Kötü vasıflardan kalbini temizleyip sâfileştiren kimselerin kalplerinin etrafına şeytanlar yaklaşamaz.
✧ Şeytan bir kötülüğün kapısını açmak için kişiye doksan dokuz hayır kapısı açar. Hasan b. Sâlih
✧ Şeytan cennetten kovulunca, her gün dayak atılırdı. Bu dayağın acısı öbür güne kadar devam ederdi. Peygamberimiz dünyaya gelince ‘Ya Rabb! Âhir zaman Nebi’sinin hürmetine benden şu dayağı kaldır’ dedi. Allah da melekler tarafından dövülmeyi kaldırdı ve şeytan şöyle dedi: ‘Yazıklar olsun o insanoğluna ki; ben şeytan olduğum halde Resûlullah’ın doğumundan istifade ettim de, o insanoğlu istifade edemedi.’
✧ Şeytanı dinleyen bir nefis kusurunu görmek istemez. Görse de yüz teville tevil ettirir. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez; şeytana maskara olur.
İmam Semerkandi anlatıyor: Namaz emri gelince şeytan bir çığlık attı. Bütün yardımcıları yanına üşüştü.
- Sana ne oldu? Niçin böyle feryad ettin?
- Müminlerin saadetini temin eden çok önemli bir ibâdet emri geldi.
- Peki onları bundan nasıl uzaklaştırabiliriz?
- Namaz vakti gelince durmadan onları meşgul edin. Çünkü rahmet namazın ilk vaktinde nâzil olur.
- Ya biz bunu başaramazsak?
- Onlardan biri namaza durduğunda sizlerden tam dört kişi gidip biri sağında biri solunda bir üstünde biri de altında dursun. Sağdaki ‘Sağa bak’ soldaki ‘sola bak’, üstteki ‘yukarıya bak’, alttaki de ‘alta bak’ desin ve onu bu şekilde oyalasın. Şayet bunu başaramazsanız o kılmış olduğu namaz dört yüz namazın yerine kaim olur ve böylece o nisbette sevap alır.
❈ Kötü Arkadaş
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Kişi, arkadaşının dini üzerinedir; o halde arkadaşınızı iyi seçin’ buyurarak bizi vakitlice uyarıyor.
İnsan kötülük çamuruna daldıkça dalar, çıkmak istese de çıkamayacağı bir raddeye gelir. O zaman yalnız kalmamak, kınanmamak için kendine yandaş arar. Kötülüğe meyyal olanları kolayca, olmayanları da ısrarla kandırıp kendi çizgisine getirmeye çalışır. Kurbanları bazen sınıf arkadaşı, bazen iş arkadaşı, bazen komşu, bazen akraba olabilir.
Yalnızlık, yetimlik, sevgisizlik, eğitimsizlik, kurban adaylarının vazgeçilmez vasıflarıdır.
Mümin, zâbıta-i mânevi hükmünde olan Allah korkusunu kuşanmalı ki, bu girdaba düşmesin. Çocuk yetiştirirken iyiyi-kötüyü, ayıbı-günahı, edebi-âdabı öğrenmekle beraber; sosyal ihtiyacı olan arkadaş seçiminde temkinli davranmak gerekir. Onun için iyi arkadaş bulacak ortamlar oluşturmak; okulunu, muhitini, oyun ve eğlencesini (meşru dairede) iyi seçmek zorundayız. Gücümüz varken sırf ucuz olduğu için ilimden, irfandan, görgüden, bilgiden yoksun semtlerde ya da cemaatten, cemiyetten, şehir merkezinden uzak yerlerde oturmamak, mümkün mertebe iyi komşuların içinde bulunmak, âilevi bir tedbir olsa gerek. Bir de sıkmadan, incitmeden denetlemeyi, kontrolü elden bırakmamak ve çocuğu âileden uzaklaştıracak sert tavırlardan, yüz kızartıcı işlerden sakınmak, her âile için en önemli görev olduğunu akıldan çıkarmamalı.
✽ ✽ ✽
✧ Allah’ım kötü günden, kötü geceden, kötü zamandan, kötü arkadaştan, mahalledeki kötü komşudan sana sığınırım. Hadîs-i Şerîf
✧ Kötü arkadaş, bütün kötülüklerin başıdır.
✧ Dostluğundan fayda görmediğin kimsenin, husûmetinden sana bir zarar gelmez. Meymun b. Mihran
✧ Hâli seni ayakta doğru tutmayan ve sözü Allah’a delâlet etmeyen kimseyle arkadaş olma.
✧ En kötü dost, seni şakşaklayıp eksiklerini örtendir.
✧ Fasık ve günahkâr kimselerle arkadaş olmaktan kaçının; çünkü kötülük kötülüğe kavuşur, ondaki kötü vasıf zamanla benimsenir.
✧ Dünyada arsız kimseyle arkadaş olmak, âhirette insanı mahcup eder. İmam Şafii
✧ Kim bidat ehlini severse, Allahu Teâlâ da onun amelini yok eder, kalbinden İslâm nurunu çıkarır. Hasan-ı Basri
✧ Kötü insanlarla dostluğun sona erince iyiliğini gizler ve aleyhinde konuşurlar. Kedi ile oynayan, tırmalanmayı göze alır.
✧ Kötülüklerini öğrenmek düşüncesiyle de olsa, fâcirlerle arkadaş olma. Hz. Ömer
✧ Hal ve davranışlarıyla, duygu ve düşünceleriyle, söz ve amelleriyle seni Allah’a yaklaştırmayan kimselerle dost olma! Kötü insanlarla yakınlık, kişiyi zarara uğratır. Kötü arkadaş, kişiye şeytanın yaptıramayacağını yaptırır.
✧ Ben namazsız bir insanla otursam, kırk gün namazımın bereketini bulamam. İmam Şa’rânî
✧ Her kim, sekiz sınıf insanla düşüp kalkarsa, sekiz özelliği artar:
1- Devlet adamları, idarecilerle düşüp kalkanların kibri ve kasvet-i kalbi.
2- Zenginlerle; dünya ve dünyalık şeylere hırsı.
3- Fakirlerle; taksim-i ilâhiye rızâ ve teslimiyet.
4- Çocuklarla; oyun ve vakit geçirme arzusu.
5- Kadınlarla; cehâlet ve şehvet.
6- Sâlihlerle; ibâdete rağbet
7- Âlimlerle; ilim ve verâ
8- Fasıklarla; günah ve tevbeyi tehir etme arzuları artar.
✧ Mâlik bin Dinar, yanına bir köpek gelip otursa ona hiç bir şey yapmaz; yanından kovmazdı. Kendisine:
- Neden köpekleri kovalamıyorsun, onlarla beraber oturmaktan sıkılmıyor musun? diye sorulduğunda, şu cevabı vermişti:
- Bu köpek, kötü arkadaştan daha iyidir. İnsanın iyi dost ve arkadaşlardan mahrum olması, kötülük olarak ona yeter.
❈ Aldatmak
Varlığımızın idâmesi için nefsimize yerleştirilen dört tiynet kontrol altına alınıp ifrat ve tefritten arındırılıp itidale gelmezse, iç düşmanımız olan nefs-i emmâremiz başımıza işler açar; hem kendimize, hem çevremize zararlı oluruz.
Bu dört kanal, aynı zamanda günahların menbaasını teşkil eder. Her birinden kendi türlerinden günahlar akar. Bunlar; behimiyet, sebuiyet, şeytaniyet. Bunlardan şeytaniyet, hile, desise, aldatma gibi günahların kaynağıdır.
Nefis insanı bencillik, tembellik duyguları ile aldatıp kendini akıllı, gayrıyı ahmak gösterir. Kolay yoldan isteklerine kavuşmak için başkalarının hakkını ihlâle zorlar. Nefis onu, o başkasını aldatmaya çalışır; ne yazık ki sonuçta aldanan, zillete düşen, pişman olan, cezâ çeken kendi olur.
✧ «Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar; onlar ancak kendi nefislerini aldatırlar, onlar şuursuzlardır.» (Bakara; 9)
✧ Allah’ın görüp gözetme vazifesini verdiği bir kimse, şâyet gözettikleri insanları aldatır bir hal üzere ölürse, Allah ona Cenneti haram kılar. Hadîs-i Şerîf
✧ Bir mümini aldatan, tüm müminlerin emânından (güvencesinden) uzak olmuştur. Hadîs-i Şerîf
✧ Kim bizi aldatırsa, bizden değildir; aldatan ve hile yapan cehennemdendir. Hadîs-i Şerîf
✧ Aldatayım diyen aldanır.
Boğazında hakik var, ne çok gönlü yıkık var.
Şimdiye barışırdık; arada münafık var.
✧ Kim Rabbinin mumuna üflerse, ancak; üfleyenin ağzı yanar. Mevlânâ
✧ Şeytan, ‘Âdemoğluna üç şeyi yaptırabilirsem muradıma erer, artık ona istediğimi yaptırırım:
1- Günahını unuttururum.
2- Amelini çok gösteririm.
3- Kendi görüşünü beğendiririm.
✧ Belirgin bir anlaşma ile birlikte gelmeyen barış teklifleri tuzak belirtisidir.
✧ Filozofların felsefesi insanoğlunun zan ve şüphesini artırır. İslâm’ın hikmeti ise, insanı yücelere ulaştırır. Mevlânâ
✧ İnsanın Allah’tan uzaklaştıran şeylere muhabbet etmesi, bütün kötülüklerin başıdır. Ebû Süleyman Dârânî
❈ Hıyânet
Hıyânet, emânetin zıddıdır. ‘Mü’min emin olan, emin olunandır.’ Mü’min sözünde, işinde, niyetinde, kararında, niyetini yerine getirmekte, mesleğini icraatında, insanlara verdiği sözde, saygıda, sevgide tüm faaliyetlerinde yapmacıklıktan, yalandan, abartmadan, azaltmadan beri olması gerekir ki emin olsun. ‘Güven sevdiden de üstündür’
İnsan kendisi nasılsa gayrıyı da öyle zanneder. Kendisi emin birisiyse emniyeti sarsacak bir durum olmadıkça herkesi emin görür, zaten mecellede bir kural ‘Beraatı zimmet asıldır’. Yani bir kimsenin kötülüğüne delil ve şâhit yoksa o iyi sayılır.
Rabbü’l âlemin «Hâinlere hısım (yakın) olma» (Nisa,10) buyurmuştur. Anadoluda hısım, nikâh yoluyla oluşan akrabalara denir. Demek eş, gelin, damat, seçerken en önemli nokta; seçtiklerimizin ve onların akrabalarının hâin olmaması. Tabii ki böyle birilerinin bizi tecihleri de bizim hâin olmamamıza bağlı. Dolayısı ile herkesin hâin olmaması lazım. Resûlullah ‘mü’minde yalan ve hâinlik bulunmaz’ buyurur. Kendimize ve ehlimize vereceğimiz en büyük terbiye, bu ikisini terk etmektir.
✧ En büyük hıyânet, arkadaşına haber verdiğin sözde, o sana inandığı halde senin ona yalan söylemendir. Hadîs-i Şerîf
✧ Bir kimse, kızını fâsık bir kimseye verirse, Allah’ın emanetine hıyânet etmiş sayılır. Emanete hıyânet edenlerin gideceği yer cehennemdir. Hadîs-i Şerîf
✧ Cennete girdim, ehlinin ekseriyeti fakirlerdi. Cehenneme de muttalî oldum, ekseriyeti zenginlerdi. Arada ayrıca üç kimsenin azap gördüğünü müşahede ettim: Birisi Himyer kabilesinden bir kadındı. Bu kadın bir kediyi bağlayarak aç ve susuz bıraktığı gibi sokak artıklarını yemesi için de bırakmamıştı. Bunun için kalbi parçalanıyordu. Diğeri de Da’da’ın kardeşi idi. Bu da çengelli asâsıyla hacıların mallarını çalardı. Sonra da: ‘Benim asâma takılmış’ derdi. Bir diğeri ise Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) iki kurbanını çalan kişi idi. Hadîs-i Şerîf
✧ Hıyânet olarak, hâin kişilerden emin olman sana yeter.
✧ Bir mezarlığa uğrayıp da oradakilere duâ etmeyen ve kendisinin âkıbetinin de aynısı olacağını düşünmeyen kimse hem kendine, hem de kabirdekilere hıyânet etmiş olur. Rebî b. Haysem
✧ Hâinlik, Allah’ın emâneti olarak bulunan nefsi helak etmektir.
✧ Hâinlik, namaz, oruç ve diğer ibâdetlerde de söz konusudur. Buradaki hâinlik, ya bütünüyle, ya da şartlarından birini terk etmekle olur.
✧ Hıyânet, gizliden gizliye verilen sözü bozmak sûretiyle hakka aykırı davranmak demektir.
✧ Üç kimse vardır ki, onlara yumuşak davranırsan, onlar sana ihânet eder, sert davranırsan iyilik ederler. Onlar da; kadın, hizmetkâr ve işçidir.
Hainliğin menşei
1. Öncelikle haram lokma. Çünkü haram lokmalarla oluşan, yetişen, gelişen birinin helâl işler yapması bir mucize, bir özel lutuftur. ‘Kötü araziden iyi mahsul çok zor çıkar.’ Atalarımız, ‘Kurt yavrusu nereye gitse kurt olur’ demişlerdir.
2. Çocuğun gönlünü Allah, Peygamber, Ehl-i beyt ve Kur’an sevgisiyle, imanla doldurmayıp, boş bırakarak şeytana fırsat vermek. Anne-babanın üzerine farz olan; çocuğun dini, ahlâki eğitiminde yeterli gayreti göstermemesi.
3. Çocuklara sınırsız hürriyet verilmesi. Oysa ‘Hürriyetin tamamı hayvanlara mahsustur.’ Birinin hürriyeti diğerinin esâretine, birinin kazancı diğerinin kaybına neden oluyorsa, bu hürriyet değil zulümdür.
4. Kontrolsüz, disiplinsiz, hedefsiz, terbiyeden yoksun yetiştirmek.
5. Bol para verip nereye sarf edeceğini kontrol etmemek.
‘Üç şey bir kimsede toplanırsa, kişiyi fesada götürür: Gençlik, para, boş zaman’ diye boşuna söylememişler. Karma eğitim yaptır, altına arabasını çek, cebine bol parasını koy; o çocuğa artık ‘Laylaya’ gitmek düşer.
6. Bir de namus konusunda ‘Hoş görün, gençtir, olabilir, kereta biraz zampara, babasına çekmiş,’ ya da ‘hayatını yaşa sonra evlenip bağlanırsın böyle fırsat bulamazsın’ diye teşvikler gencin ekmeğine yağ sürer. Gerekçe hazır ‘Biz de gençliğimizde neler yaptık!’ Peki gençliğinde yaptıklarının af olunduğuna elinde beratın var mı? Neleri kaybettiğinin farkında mısın? Kaybettiğin ömrün, paranın, gençliğin, zamanın telafisi şimdi mümkün mü?
Gençken ilim tahsil edip güzel güzel halis amel işlemeye zemin hazırlasaydın bunca kazalar yığılmasaydı, bunca kul hakkı üzerinde olmasaydı daha iyi değil miydi? Âlimler, yedi yaşında namaza başlayanla sekiz yaşında başlayan arasında inanç bakımından dağlar kadar farkın olduğu söylüyorlar. Sen halâ kendi yaptığın günahları gençlerin de yapmasını mübah gören bir tavır içindesin. Bu cesaretini kime borçlusun? Tabii ki câhilliğe. Resûlü Ekrem: ‘Câhil cesurdur’ buyurmuştur.
7. Kendi peşin zevk ve keyfi için eş seçen; dinine, ahlâkına, ibâdetine bakmadan sırf maddiyatına, fiziğine bakan kimseler de gelecek nesillerine bir nevi hainlik etmişlerdir. Yüce Allah bu tip eşler için «Onlar sizi cehenneme çağırır» buyurmaktadır. Bu yanlış seçim de hainlik sayılır.
8. Çocuğuna gerekli ilgiyi, eğitimi vermeyip onları ahlâksız, dinsiz, pervasız, hayasız program, film ve reklamlarla başbaşa bırakmak da bir hainliktir. Belki diğer hainliklerin temelini oluşturur.
9. Günlük hayatta yapılan her türlü zulüm, haksızlık, işkence, sadistlik, egoistlik, bencillik de bulunduğu ortamın insanlarına bil fiil yapılmak sûretiyle empoze edilen hainliktir.
10. Mutaassıp, mazbut, dindar aileden kız alıp, kendi sosyete hayatıyla onun hayatını da mahfu perişan etmek de bir hainlik türüdür.
11. Her türlü aldatmalar, kandırmalar, eziyetler, zulümler, gevşeklikler, zorbalıklar, gevezelikler, sırrı ifşâlar, gıybetler, mahcup ve mahzun etmeler, sözünde durmayışlar, hep hainlik kapsamı altında tek tek ele alınır.
❈ Dünya Sevgisi
«Belki dünya hayatını tercih edersiniz. Halbuki âhiret hayatı daha hayırlı ve bakidir.» (A’lâ, 16-17)
«Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda övünme, mal ve evlâtta bir çokluk yarışından ibârettir.» (Hadid, 20)
Hazreti İbrâhim ne güzel söylemiş, ‘Ben kaybolanları sevmem.’
Her nimet gibi, dünya da insana fayda için yaratılmış. İnsan iyiye kullandığı zaman aziz, kötüye kullandığı zaman zelil olur. Dünya âhiretin tarlası olduğuna göre bize düşen görev tarlamıza sahip çıkıp; onu sürüp, yabancı otlardan kurtararak kaliteli tohumlar ekmektir.
Tevrat’ta dünya için şöyle bir misal olduğu söylenir; Ruhul Beyan tefsirinde, bir kimse tarlasına buğday eker evine gider, arkadan biri gelip tarlaya acı ot eker. Köle gelip durumu efendiye bildirir. Efendi artık yapacak bir şey yok hasat zamanı gelir, zehiri buğdaydan ayırır buğdayı ambara, zehiri ateşe veririz der. Bu misalde tarla dünyadır, ekici insan, zehirli ot atan şeytan, hasat zamanı ölüm, ambar cennet, ateşe vermek cehennemi temsil eder.
Mevlânâ: ‘Dünya bir deniz, sen de bir gemi. Denizin suyu geminin altında olursa ne âlâ gemiyi yürütür, yok eğer geminin içine girerse gemiyi batırır’ der. Yani mala, paraya, servete otorite kurar, onu Allah namına harcar, ayak altı eder kıymet vermezsen, gaye, mugayyaya ulaşmış demektir. Ama dünya sevgisi içine girerse, seni helak eder.
Mevlânâ başka bir misalde: Bir adam evini yıkar, herkes şaşırır, adamı kınar. Adam evin temelinde bir küp altın çıkarır büyük bir köşk yapar, herkes gıptayla bakar. İşte o yıkılan dünya sevgisi, malı Allah için harcamaktır. Çıkan küp dünyanın sonundaki cennettir.
✧ Bir kimsenin himmeti dünya olursa, Allah (celle celâlühû) ona kıyâmette benim komşuluğumu haram kılar. Zira ben dünyanın harabesi için gönderildim, umranı için gönderilmedim.
✧ Benden sonra öyle bir dünyalık yaşayacaksınız ki, ateşin odunu yakıp yok etmesi gibi, o hayat da imanınızı kemirecektir. Hadîs-i Şerîf
✧ Bu dünya, baştan sonuna kadar yırtılıp da sonunda bir iplik ile tutan elbiseye benzer ki, o da nerede ise kopmak üzeredir. Hadîs-i Şerîf
✧ Kişi, beden memleketinde kalıp dünyadan geçmedikçe, Allâhu Teâlâ’ya ulaşamaz.
✧ Bütün psikolojik rahatsızlıkların kaynağı, inanç zayıflığı ve tevekkül eksikliğidir. Yazıklar olsun bu güzel dünyayı, hobileriyle, fobileriyle cehenneme çevirenlere!...
✧ Dünya, sonsuzluğun içinde küçük bir parantezdir.
✧ Dünya âhiretin ekeneği, tarlası ve ziraatgâhıdır. Hidâyet menzillerinden bir konaklama yeridir. Bedenî zevklerine düşkün olup, bütün gayretlerini yemeye içmeye verenler ise, hayvan derekesine düşmüş olur.
✧ Fakih de olsa, mürşid veya mürid de olsa, kişi bu alçak dünyaya bir kez kapıldı mı, bala düşmüş sineğe döner. Sadi-i Şirâzî
✧ Dünyadan ve dünya zevklerinden olan hazzın tümünü almak, cehennemliklerin özelliklerindendir. Akıl ve temyiz sahibi her müminin, peygamberlerin Efendisine ve onun sâlih ashabına uyarak bundan kaçınması gerekir. Onlar, âhiret sevabını umarak dünya lezzetlerinden uzak durdular.
✧ İnsanların seni iyi bir kişi olarak tanımalarından hoşlanman, dünya sevgisinin başıdır.
✧ Dünyasına isyan etmeyen ruh, Allah’a teslim olmamıştır. Nureddin Topçu
✧ Her kim hayat-ı faniyi esas maksat yapsa, zâhiren bir cennet içinde olsa da manen cehennemdedir. Bediüzzaman
✧ Bir kimse dünyaya yönelirse, dünya meşgaleleri onun için âfettir. Ebû Said Sakati
Allah diyemezse bir insan son nefeste
Ne çıkar; ömrünü geçirse de altın kafeste. Abdülhamid Han
❈ Şöhret
‘Ünlülerin sonu’ diye bir kitap yazmışlar. Okumağa değer. Zulümle abad olanların nasıl berbat olduğunu muşahhas şahıslar anlatmışlar.
Başı bal sonu zehir, önü mamur sonu viran, giriş bedava çıkış ücretli, başı zevk sonu zindan, ucu kahkaha sonu hicret olan bir saltanatın ne kıymeti var? Bu tıpkı mutlaka perhiz yapması zorunlu olan bir hastanın nefis yemeklere doyamayıp ‘adam sen de, atın ölümü arpadan olsun’ diyerek tıka basa yedikten sonra hastahanelerde perişan olmasına benzer. Hem acı çeker, çevresindekileri perişan eder; hem de sabırsız pis boğazı yüzünden kınanır, horlanır ve mimlenir. Çevresindekilerin belleğinde acı bir hatıra olarak kalır ya da pisipisine ölür gider. Böyle bir sonuçtan Allah’a sığınırız.
✧ Şöhreti seven bir kul Allah’a sadâkatle teslim olmaz. Hadîs-i Şerîf
✧ Şüphesiz şeytan kırmızıyı sever, sizi kırmızıdan ve şöhretli her elbiseden sakındırırım. Hadîs-i Şerîf
✧ Zillete düş, fakat şöhret isteme. Başkaları seni söylesinler diye yükselmeye çalışma. Hz. Ali
✧ Bir kişi tanımıyorum ki, tanınmasını sevsin de bu yüzden dini gidip rezil olmasın. Bişr-i Hafi
✧ İnsanoğlu üç perdeyi gönlünden gidermeyince ona Allah yolu açılmaz: Dünyayı mülk olarak verseler sevinmemek, dünya kendisinin olsa da elinden alsalar yerinmemek; şöhretten ve övülmekten hoşnut olmamak. İbrahim bin Edhem
✧ Meşhur olan kişinin başına kırbadan su dökülür gibi isabet-i aynlar, gazaplar, hasetler boşalır. Mevlâna
✧ Şöhret, zinetin ve yumuşaklığın fazla oluşu ile, veya haşinliğin ziyâdeliği ve horluğun ziyâdeliği ile tefsir olunmuştur.
✧ Şöhret hazin ve tatlı bir dumandır.
✧ Şöhret güneş gibidir; uzaktan parlak ve ısıtıcı, yaklaştınız mı bir dağ tepesi gibi soğuktur.
✧ Sessiz, ünsüz yaşa, şöhreti sevme. Şöhreti sevdiğinde de nefsine duyurma; sonra onu kibirlendirmiş olursun.
✧ Şan ve şöhret hırsı, ihtiyarlık bilmezler.
✧ Kolayca kazanılan şöhretler kanadı çürük uçaklara benzer; yükseldikçe düşme tehlikesini arttırmış olur.
✧ Şöhrete kalbini açan, huzura kalbini kapatır.
✧ Şöhretin bir iyiliği varsa, insanın kendine güvenmesine ve düşüncesini olduğu gibi ortaya atmasına imkân vermektedir.
✧ Şöhret peşinde koşmaya tenezzül etmeyenleri, şöhret kendi takip eder.
Şöhret ve Alkış
Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi’nden büyük bir zaferle dönerken, çoluk çocuk, genç ihtiyar binlerce insan, onu şehre girerken karşılamak için toplanmıştı. Ama Padişah, gece olmadan şehre girmek istemiyordu. Ordudaki herkes merak içinde olmasına rağmen, bunun sebebini sorma cesareti gösteremiyordu. Sonunda, büyük âlimlerden İbni Kemal, padişahın yanına çıkarak bu işin hikmetini sorduğunda, Yavuz:
- Efendi, sen bizi halâ tanıyamadın mı? diye gürledi. Biz şan, şöhret ve alkış toplamak için değil, Allah rızâsını kazanmak için savaşırız.
❈ Lüks - Gösteriş
Âlimler israfa harcanan paranın helâlden kazanılmadığının hükmünü vermişlerdir. Bu düşünce halk arasında ‘Haydan gelen huya gider, selden gelen suya gider’ diye ifade edilir.
İnsanlar kendilerine harcadıklarının %1’i kadar bile tutmayan cüzi infaklarla vicdanlarını rahatlatıp, kendilerine sınırsız harcamalar yaparlar.
Bu tip insanlar, kendileri gibi israfçı kimselerle kendilerine bir ağ örerler. Gerçekleri duyup bilmeğe asla yanaşmaz, aslandan kaçar gibi kaçarlar.
Yine bu tipler, insana insan olduğu için değil zengin olduğu için değer verirler. İnsanları bir dükkan gibi kullanırlar. Maddi seviyesi düşük olanlara hizmetçi gözüyle bakarlar da, bunun firavûnî bir zihniyet olduğunu düşünemezler.
Bir çok insanın aç, perişan, muhtaç olduğunu bile bile lükse dalmak, insaf ve merhamete ters düşmez mi? İmtihan dünyasında mühim görev ve sorumluluklar içinde lükse, keyfe, konfora dalmak, bu uğurda zamanını, imkanlarını sarf etmek şuurlu bir mümine yakışmaz.
✧ Lüks yaşamaktan sakın. Çünkü Allah’ın gerçek kulları lüks yaşamazlar. Hadîs-i Şerîf
✧ Kim ipek giyerse, gümüş kaptan su içerse, o bizden değildir. Hadîs-i Şerîf
✧ Lüks yaşamayı ve ecnebi kıyâfetini terkedin, ipekten sakının! Çünkü Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu terketmiştir. Hz. Ömer
✧ Süslenmeyi terk, kamil imanın belirtisidir.
✧ Ehl-i dünyanın heyet ve şekilde riyâsı, kıymeti çok olan nefis elbiselerle ve kıymeti büyük bineklerle, geniş meskenler, evler ve odalarla olur.
✧ Eğer denilirse ki, Peygamberimizin yemen kumaşından yapılmış bir elbisesi vardı. Onu bayramlarda ve cumâ’da giyerdi. Biz de deriz ki, Bu elbiseler şöhret için değil, vakitlere tâzim için, bir rivâyete göre de, o vakitlerde inen meleklere tâzim içindir.
✧ Eğer yine denilirse ki: Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), elçiler için de süslenir ve güzel elbiselerini giyerdi.
✧ Biz de deriz ki, bu ondan bir ibâdettir. Çünkü o, halkı dâvetle ve onları tergib ile kalplerini meylettirmeye memurdur. Şayet onların gözlerinden düşse, ona ittibâ etmekle rağbet etmezlerdi.
✧ Çünkü avâmın gözleri dış görünüşe bakar. Bundan dolayı imamların Cumâ günü güzel elbise giymeleri gerekir. Güzelliği ziyâde etmek ve sarık takmak sünnettir.
❈ Mevki Sevgisi
«Kim yalnız dünya hayatını ve onun ziynet ve ihtişamını arzu ederse, onların yaptıklarının karşılığını burada tamamen öderiz. Onlar bu hususta bir eksikliğe de uğratılmazlar. Onlar öyle kimselerdir ki, âhirette kendilerine ateşten başkası yoktur. Dünyada işledikleri şeyler (hatta) iyilikler orada boşa gitmiştir. Zaten yapageldikleri hep boştur.» (Hud, 15-16)
Mevki sevgisi de mal sevgisi gibi insanın mâneviyatına büyük zararlar veren afetlerdendir. Anası dünya sevgisidir. İnsan uzun emel ve rızık endişesine kapılınca bir yandan mal toplar, bir yandan da insanların gönlünde yer kapmak ister. Bir işi düşünce hemen halledip, kendisini sevip saysınlar, hürmet edip isteyerek hizmetine koşsunlar diye renkten renge, boyadan boyaya girer. Bazen ibâdet ederek, bazen ibâdeti terk ederek, bazen ibâdette titizlik göstererek riyanın, nifakın, günahın her çeşidini işlemekten çekinmez.
Bundan şöyle bir fayda bekler: İşlerini parayla yaptırsa parası biter bitmez adam işi bırakır gider, ama gönüllerini avladığı kimseler onu severek meccanen iş yapar. İyi de bu menfaatçı, gösterişçi, sömürücü insan düşünmez mi; sahte tavırlarla kandırıp, kendine ram ettiği kimseler gün gelip kendinden bu hakkı ister, mahşerde iflasına sebep olur.
Kâr yaptığını sanan insan aslında büyük zarar ve aptallık yapmış olur. Dünyada âhiretini verir, dünyalık elde eder, âhirette sevabını verip cehennemi kazanır. Sahtelikle, riya ile, dalkavuklukla kendine bağladığı kimselerin âhirette «Allah’ım, şu tabi olduğumuz kimseye iki kat azap ver. Onu ver de ayağımızın altında çiğneyelim» (Fussilet, 29) tehditlerini şimdiden duyuyor gibi olmalı.
Belki daha kıyâmete kalmadan, yaptığı riyakârlıklar meydana çıkar, rezil rüsvay olur. Bütün hazinelerin sahibi Rezzâk-ı âlem dururken, onun aciz, fakir, güçsüz kullarından mal, mevki, ilgi, sevgi, merhamet dilenciliği yapmak zaten peşin zillettir. Mevlâsını aramayan, belasını arar. Onun kapısına müraacat etmeğe tenezzül etmeyen, bütün âlemin dilencisi olur.
Mevki arzusu, şöhret ve ün kazanmak içindir, bu ise mezmumdur. Makbul olan, kapalı kalmaktır. Ancak şöhret peşinde olmaksızın Allah-u Teâlâ’nın dinini yaymak uğrunda O’nun meşhur ettikleri, bu hükmün dışındadır. Nitekim Resûlu Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Dininde olsun, dünyalığında olsun parmak ucu ile gösterilmek, kula kötülük bakımından yeter, Allah-u Teâlâ’nın korudukları müstesna’ buyurmuştur.
Allah’a ibâdet eden temiz ahlâklı, temiz niyetli, saf, berrak, muhabbetullah’ı kazanmış mümtaz şahsiyetler vardır. Bunların gayesi sırf Rabbini râzı edip gücendirmemektir. Bütün gayretlerini bu yolda sarf etmişler, gecelerini gündüz eylemişlerdir. Allah’dan gelen musibetleri sabr-ı cemil ile, gönül rızâsı ile karşılamış ‘Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyadan’ geçip menzile ulaşmış «Allah onlardan râzı, onlar Allah’dan râzı» (Beyyine, 8) «Allah onları sever, onlar Allah’ı sever» (Mâide, 54) müjdesine mazhar olmuşlardır.
İşte Allah (celle celâlühû), bu sevdiği kulları bunların hiçbir dahli ve arzusu olmadığı halde bütün aleme sevdirmiş, gönüllerde sultan olmuşlardır. Bu yüce Zat’a hizmet edip duâ ve sevap almaya yarışan mü’minleri gören, işin aslını bilmeyen münafık tipler ‘Yürümeden hacı okumadan hoca’ olma hevesine kapılanlar gibi sevilip, sayılmak için sahte kemâller peşine düşmüş, korsan olarak mevki sahibi olmak istemişler. Rol yaparak, şov yaparak, oyun, hile ve düzenlerle bunu elde etmeye çalışmışlar. Bu, günden güne yayılarak, mevki sevgisi adında bir illet olup çıkmış. Allah hepimizi bu illetten hıfz-u himaye eylesin.
✧ Su bakliyatı (topraktan) bitirdiği gibi, mal ve mevki sevgisi de kalpte nifakı bitirir. Hadîs-i Şerîf
✧ Aç olan iki kurdun saldırdıkları bir koyun sürüsüne verdikleri zarar; mal ve şeref sevgisinin müslüman olan kimsenin dinine verdiği zarar kadar değildir. Hadîs-i Şerîf
✧ İnsanların helakı, arzuları peşinden gitmek ve medh-ü senâyı sevmektendir. Hadîs-i Şerîf
✧ İnsana hüner, fazilet, din ve olgunluk gerek. Mevki, mal dediğin şey bir gelir, bir gider... Sadi
Sultan olmak istersen tacı, sorgucu unut
Zafer araban senin gıcırtılı bir tabut. N.Fazıl
❈ Hırs
Emel, hüküm ile bir sonraki vakte kadar yaşamayı murad etmektir.
İnsana verilen duygular sırf dünya için olmadığından, devamlı ve çeşitlidir. Âhirette her şey sonsuz ve çeşitlidir. İnsanda çeşide ve devamlılığa karşı hiç bitmeyen, müthiş bir hırs vardır. Yalnız inanca göre bu hırs yönlendirilir. Ölüm ötesini düşünen kimse, hırsını, sâlih amele, iyi işlere, hayır ve hasenâta yönlendirir.
Hırs, kötü ve iyi olmak üzere iki türlüdür:
1. Kötü olan hırs, Allah’ın emrini yerine getirmekten alıkoyar. Böbürlenmek için mal toplamaya sevk eder.
2. İyi hırs ise, Allah’ın emrettiği şeylerden birini dahi, mal toplamak ve böbürlenmek için terk ettirmeyen hırstır. Tıpkı Resûlullah gibi; tek kuruş evinde kalsa, uykusu kaçar, vermeden uyuyamazdı. Ayakları şişene kadar gece namazı kılar, ümmetini affettirinceye kadar secdeden kalkmazdı. Ümmetine olan hârisliğinden, Mîraçta, en yüksek huzurda, Cebrâil’in ulaşamadığı makamda bile ümmetini andı, selâmı yalnız kabul etmedi.
Dünyalık adamların kapısına koşarak, ezile büzüle onlardan dünyalık koparmak, insana yaraşmaz. Ne çıkar bu halden? Sabırla, doğru yoldan nasibini arasa daha iyi olmaz mı? Ya bir de yaptığı dilenciliğin sonu boşa çıkarsa... Nitekim Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘En büyük belâ, nasipte olmayanı aramaktır’ buyurmuştur.
Hadîs-i Șerîfler...
İnsan yaşlanır, iki şeyi müstesna: Mal ve yaşama hırsı.
Zenginlik, mal zenginliğinde değil; gönül zenginliğindedir. Zenginlik, mal çokluğu değil, göz tokluğudur.
Dünya hayatında zühd, insanın kalp ve kederini rahatlatır. Dünyada tama ise, gam ve kederi çoğaltır.
Mal ve şöhret hırsının insana zararı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zararından daha çoktur.
Tamahkâr (haris aç gözlü) olmak, âlimlerin kalplerinden hikmeti giderir. (Yani mala-mülke fazlaca meyletmek, makam ve mevkie düşkün olmak ilim erbabına asla yakışmaz. Onu, hikmetli söz, tavır ve hareketlerden mahrum bırakır)
t
Şarap, tamahkarlık kadar aklı baştan alamaz. Hz. Ömer
‘Tama’ kelimesindeki (arap harflerine göre) harflerin içi boştur; ‘tı’, ‘mim’, ‘ayn’ boştur.
Tamahta zillet (aşağılık duruma düşmek) vardır. Hz. Ali
Hırsın bol; içinden çıkılmaz ümitlerin var, dünya sevgisi içini kaplamış. Bunlara karşılık takvâ hâlin az, îmânın zayıf. Bu haller seni şirkçi yaptı, küfre kattı. Mal ve halkı Allah’a karşı çıkardın.
Bir kimsenin dünya sevgisi artarsa,
1- Hırsı çoğalır,
2- Ölümü unutur.
3- Hakk’la karşılaşmayı aklına getirmez.
4- Helâli haramı ayırt etmez. Bu hâli ile hak ve hakikati inkâr etmiş olur. Şu âyet bunu haber veriyor: «Onlar ki: ‘Hayat yalnız bu hayattır, ölürüz, diriliriz. Zaman bizi helâk eder’ derler.» (Müminun, 37) Hırs ve nefis isteğinin bulunduğu yerde, hiçbir gerçek zafer yoktur.
Aza sâhip olan değil, çoğu isteyen fakirdir.
İster servet, ister şöhret için olsun, her türlü ikbal hırsı, bütün öteki ihtiraslar gibi ruhtaki diğer arzuları telef eder ve tek başına saltanat sürer.
Cehennem haristir. Hırs cehennem vasfıdır.
Ufka bakarlar; ölüm uzakta mı uzakta...
Ve tabut bekler, suya inmek için kızakta (N. Fâzıl)
❈ Benlik
Çekirdekler kendini tüketmeden filiz vermediği gibi, insan da, benlik-bencillik duygularından soyutlanmadan insan-ı kâmil olamaz. Allah ile kul arasında yetmiş hicap vardır; bu hicapların en kesifi, en kalını benliktir, öbür hicaplar şeffaftır.
İnsan tabii olarak en çok kendini sever, en çok kendine kıymet verir, her şeyin iyisini kendine ayırır. Bu arada başkalarının aleyhine hileler, haksızlıklar, yanlışlıklar yapması kaçınılmaz olur. Bu tavırlara bir sansür gerekir. Rabbinden gelen mesaja kulak verirse, başkalarının menfaatini düşünmesi ve kimseye zararlı olmaması gerektiğini anlar. Önceleri, yarı yarıya düşünmek anlamına gelen ‘insaf’ bağına yapışır, git gide benlikten bencillikten fedâkârlığa, diğergamlığa doğru yol alır. Benliğini atar, nefsini öldürür; yeni bir dirilişle Allah dostları kervanına katılır. Artık kendinin değer vermediği, hiçe saydığı nefis, başkaları tarafından itibar görür, baş üstünde tutulur.
‘Ben, bana âit, benim katımda’ kelimeleriyle azgınlaşmaktan sakınmalıdır. Hadîs-i Şerîf (Ben: İblisin, Bana âit: Firavun’un, Benim katımdan: Kârun’un ifadeleridir..)
Benlik şarabıyla mest olan; zerre iken, kendini güneş görür. (Mevlânâ)
Tabii hissin sıhhati bedenin afiyetinde, dini ve mânevi hissin sıhhati ise cismin tahribindedir.
Bir insanın kendi faziletlerini dile getirmesi kibirdir.
Benlik, hakikat güneşine gölgedir. Onu aşmadan hakikate ulaşmak mümkün değildir.
‘Ben’ dersen, bende (köle) olursun; ‘Biz’ dersen, önde olursun.
Benlik gaflet suyu ile büyür.
Allah (celle celâlühû), benliğini bir yana atıp mânevi bir hal almaya istidatlı kulların kalbine, yüksek rütbelerle nişanlar takar. Onların lakâbı, evliyâ ve abdaldır.
Kibirle haddi aşanı Allah (celle celâlühû) yerden yere çalar.
Beni bende demen, ben bende değilim.
Bir ben vardır bende, benden içeru. (Y. Emre )
❈ Ucub - Riya
Ucub, kendini övüp, tezkiye etmeye kadar sürükler. Hata da olsa kendi buluşlarına sevinir. Hatasında ısrar eder. Âdeta bir diktatör haline gelir. Akâid ile alâkalı dînî bir mesele ile hatalı görüşünde ısrar ettiği için helâka gider. Say’u gayretten geri kalması ucbun en büyük âfetlerindendir.
Bir insanın yaptığı ibâdet, bulunduğu hal, onu gurura götürüyorsa, bilinmelidir ki (dış görünüşü ne kadar mazbut da olsa) o kemâl ehli değildir. İslâmi ahlâk ve edepten nasibi yoktur. Avamın ta kendisidir.
Nice yanan kandiller vardır ki, onu rüzgar söndürmüştür. Nice ibâdet vardır ki, onu ucup söndürmüştür. Hz. İsâ
Kulun aleyhine olan taatın en zararlısı, kötülüklerini unutup iyiliklerini hatırında tutmasıdır. Bu sebeple o nazlanmasını ve insanlar arasında gururlanmayı arıtırır da âhirette iki eli boş kalır. Üstelik kendisini sâlihlerden sanır. Ebû Abdullah Antâkî
Töhmet yollarından kaçmalı. Günah işlenen yerin en az zararı, ucup (ben onu yapmıyorum) duygusudur.
Amelini bozan şeyden korumayan kimse riyadan kurtulamaz.
Şeytan, amel ve ibâdetlerine bakıp, kendilerini beğenenleri ve şımaranları görünce artık onlarla meşgul olmaz.
Kendini büyük görmen ve çalım atman, seninle Allah (celle celâlühû) arasındaki bağı koparır.
Eğer Âdemoğlunun bütün sözleri hak, bütün yaptıkları doğru olsaydı, mutlaka delirirdi. Yâni böyle bir durumda kişi kendini beğenirdi.
Amellerle övünmek, Allah’ın nimetlerini görmemekten ötürüdür. Yusuf b. El-Hüseyin
Sakın yaptığın ibâdetlerin, İslâmî hizmetlerin çokluğu sebebiyle kendini Allah’ın (celle celâlühû) yanında büyük bir makam sâhibi sanma! Çünkü bu zanna kapılanların hepsi, âhirete eli boş gittiler. Tavus bin Keysan
Ucub sebebiyle işlenen ilk isyan, şeytanın isyanıdır.
Her günahın, gaflet ve şehvetin aslı, nefsini beğenmektir. Her ibâdet ve taatın, uyanıklık ve iffetin aslı da, nefsini hakir görüp beğenmemektir.
Ucbun ilâcı
1. Başarıyı Allah’tan görmek,
2. Şükürle meşgul olmak,
3. İhlâsını düşünmek,
4. Daha önceki günahlarını düşünmek,
5. İbâdetindeki kusurları görmek.
Kim yaptığı bir ameli, onu en yüce amele (Allah’a) ulaştıran bir araç sayarsa, yoldan çıkmıştır.
Ucub, meleği şeytan, şeytanı melek gösterir.
Velilik taslamak imansız gitmeye sebeptir. Kendine kemâl izafe eden helak olur. Günahını önemsememen, ameline güvenmendendir.
Riyakarın dört nişanı vardır:
1- Yalnız kalınca tembeldir.
2- Halk arasında neşelidir.
3- Övülünce amelini arttırır.
4- Övülmeyince amelini azaltır.
Güzel amellerin sayesinde Allah’ın (cc) sana azap etmeyeceğini
sanıyorsan bil ki helâk yolundasın.
Senin ibâdetinin Allah’a bir faydası olmadığı gibi, isyanının da hiçbir zararı yoktur, olamaz da... İbâdetleri ve iyilikleri emretmesi, kötülük ve günahları da yasaklaması hep senin içindir.
❈ Hased
«Size bir iyilik gelse, onların fenâsına gider. Başınıza bir kötülük gelse, buna sevinirler.» (Âl-i İmran, 120)
Haset; lâyık olan kimseden nimetin gitmesini istemektir. Bu nimet ister dinî olsun isterse dünyevî. Mümin gıpta, münâfık ise haset eder. Haset tehlikeli bir hastalıktır. Ateşin odunu yeyip bitirdiği gibi, iyilikleri yer bitirir.
Gökyüzünde Allah’a karşı işlenen ilk günah, İblis’in Hz.Âdem’e haset etmesidir ki, bu yüzden Allah onu cennetten kovdu ve taşlanmış bir şeytan oldu. Yeryüzünde işlenen ilk günah ise, Kâbil’in, Hâbil’e haset edip öldürmesidir.
Maddi hayatımızdaki hastalıklar, insanın fâni hayatının sona ermesine sebep olurken, bu ve buna benzer mânevi hastalıklar, kişinin amel ve ibâdetlerinin yanıp yok olmasına sebep olur.
Hadîs-i Șerîfler...
Mü'min zandan, hasedden, uğursuz saymaktan kurtulamaz.
Ne hased, ne dedikodu ne de kehanet sahibi benden değildir, ben de onlardan değilim.
İnsanlar haset etmedikçe hayır üzeredirler.
Önceki ümmetlerin hastalığı size de bulaştı. Bu da kıskançlık ve kin beslemektir.
t
Nimet sâhibi olup da hasetçilerin hasedinden sâlim kalan yoktur. Hz. Ömer
Dostun sıkıntısına herkes katılabilir. Ama dostun başarısına sahiden sevinmek için çok yüksek bir ruha sahip olmak gerekir.
Haset, kendinde olmayan her şeyi başkasına çok görmektir.
Dünyalık hususunda kimseye hased etmedim. Çünkü kendisine dünyalık verilen kimse cennetlik ise, bu dünyalığın cennet yanında kıymeti nedir? Şayet cehennemlik ise, hased edilecek neyi var? Dünyalığından ne çıkar? İbni Sirin
Ölümü çok hatırlayanda ne neşe olur, ne de haset.
Cennette hased olmadığı gibi, dünyada da cennetlikler arasında hased olmaz. Dünyada cehennemlikler arasında hased olur. Cehennemde de Siccîn’in darlığına girecekleri gibi.
Hasedin çocukları, gıybet ve yalandır.
Hasedi terk eden, kıyâmet günü derecesi mahlukatın üstüne çıkarılıp mahmud olur.
Hasedçinin alâmeti; arkadaşlarını arkalarından çekiştirir, yüz yüze geldiklerinde yaltaklanır, arkadaşının başına bir felâket geldiğinde sevincinden şenlik yapar. Lokman Hekim
Hasedin Zararları
Gıybete sebeptir.
Hasetçi obur, nankör, haris, fesatçı olur.
Haset insanı gaddarlaştırır, insanı küstahlaştırıp saygısız yapar, dostluğu, arkadaşlığı, birlik ve beraberliği zedeler.
Haset, meclislerde zillet ve meskenet.
Melekler tarafından, lânet
Halk tarafından, nefret ve sıkıntı,
Ölüm ânında, şiddet ve zorluk.
Mahşer yerinde, rezâlet ve azaba sebebtir.
Haset, akrabalarından ve akranlarından her birini, senden birer birer uzaklaştırır. Arkadaşlarını kaçırır. O halde hasede mukabele edecek şey şudur: Şunu bilmelisin ki senden daha hayırlı kimse ile beraber bulunduğun zaman, içinde bulunduğun zamanın en hayırlısıdır. Yakınların arkadaşların ilimde senden üstün iseler senin için nimettir, sen onlardan istifade edersin. Kuvvetçe üstün iseler, sen onların kuvvetleriyle şerri ve kötülükleri def edersin. Malda senden üstün iseler onların malından faydalanırsın. Câhda ve makamca senden üstün iseler sen onların câhlarıyla mansıplarıyla ihtiyaçlarını görürsün. Dinde üstün iseler sen onların salahıyla salahını artırırsın.
Kıskanç olma; kıskançlık aczin isyanıdır.
Hased afetinin büyüyüp taşması, kişiyi her türlü ahmaklığı yapmaya mecbur eder. Onları, haramları helâl görmek gibi bir tehlikeye doğru sürükler. Tıpkı tutuşup alevlenen ateşin, kuru yaş demeden herşeyi yakması gibi.
Hasetçinin, senin sevindiğin zaman üzülmesi, intikam olarak sana yeter. Hz. Ömer
Hased Testi
Herkese hediye verseler sizi ayırsalar,
Aynı suçu işleyenler içinde sırf size ceza verseler,
Sizin yanınızda birisine iltifat edilse,
Sevmediğiniz bir kimse yanınızda azarlansa üzülür müsünüz?
Sizden başarılı olanları çok seviyor musunuz?
Sevdiğiniz kimsenin sizden başka birini sevmesi sizi huzursuzlandırıyor mu?
Kapıcının sizin müdürünüz olmasına râzı olur musunuz?
Yaşı küçük, mevkisi düşük kimselerin nasihati size zor geliyor mu?
İnsanların birden yükselmesi sizi sevindirir mi?
Sizde olan eşyanın benzerini veya daha kıymetlisinin başkasında, özellikle kızdığınız kimsede olmasından rahatsız oluyor musunuz?
❈ Kötü Âlim
Bir takım insanlar gördüm; dudakları makasla kırpılıyordu. Kim olduklarını sordum, ‘Ümmetin sahte bilginleri’ dediler. Hadîs-i Şerîf
Kim din ilmini âlimlere karşı övünmek için veya sefihlerle münakaşa etmek için ya da insanların yüzlerini kendilerine çevirmeleri ve iltifat etmeleri için öğrenirse, Allah onu cehenneme girdirir. Hadîs-i Şerîf
Kötü âlimler, hırsızlardan daha şerlidirler. Çünkü onlar Allah’ın kitabından Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) niteliklerini çaldılar. Nasıl yol kesicilerden kötü olmasınlar? Hak dini, halkın elinden aldılar. Ahmak câhillerden daha kötüdürler. Çünkü bile bile inkâr, küfr-ü inâdîdir. Bu, câhillerin inkârından daha çirkindir. Bundan anlaşılıyor ki, kötü bilginlere karşı olan tehdit, sıradan birisine olan tehditten daha büyüktür.
Kişi şu üç özelliği taşımadıkça aslâ âlim sayılmaz: Kendinden daha yüksekte olanlara tamah ederek onları methetmemek, aşağıdakileri küçük görmemek, ilmine karşılık bedel istememek. Ebû Nuaym el-İsfehâni
Korkmadığı halde kendine âlim diyen, ilim elde etmemiş, boşa zaman harcamıştır. Tıpkı çarşılarda dolaşan, kendine hikmet sâhibi diyen ve hikmetten hiç haberi olmayan falcılar gibi. Çünkü bütün mârifetlerin başı, kendini ve Allah’ı tanımaktır. Kendini ayıplı ve kusurlu, Allah’ı ise Celâl, Azâmet ve Hâkimiyet sâhibi olarak bilmektir. Kendini ve Allah’ı böyle bilmekten korku doğar. Bunun için Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘İlmin başlangıcı, Allah’ı (celle celâlühû) Cebbar ve Kahhâr bilmek; sonu ise kula yakışır şekilde işlerini O’na bırakmaktır’ buyurdu. Bil ki sen hiçbir şey değilsin. Ve senin bir şeyin yoktur.
Siz, hiç karşılık rızıklandırıldığınız dünyada, çalışıyorsunuz da, karşılıksız rızıklandırılmayacağınız âhiret için çalışmıyorsunuz.
Yazıklar olsun size, kötü bilginler! Hiçbir iş yapmıyorsunuz, ama ücret alıyorsunuz. Yakında dünyadan çıkıp, kabrin darlığına ve karanlığına düşeceksiniz. Allah size oruç ve namazı emrettiği gibi, sizi mâsiyetlerden de men etmiştir.
Dünyada kendisine rağbet edilecek en faziletli kimse iken, nasıl olur da dünya, ilim ehline âhiretten daha değerli olabilir?
Dünyaya yönelmişken, kendisine zarar verecek olan şeyler faydalılardan daha câzip gelirken, o nasıl âhiret yolcusu olan ilim ehlinden sayılabilir?
Bulunduğu mevkiinin, Allah’ın (celle celâlühû) ilim ve kudretinden olduğunu bilip dururken, makâmını küçük gören, kendisine verilen rızka kızan bir kimse, nasıl ilim ehlinden olabilir?
Allah’ı yaptığında isâbet etme (noktasında) itham eden birisi ve sözü amel etmek için değil de, konuşmak için arzu eden bir kimse, nasıl ilim ehlinden olabilir?
Hakk’a kıyandır ki, asıl zâlimdir.
Halkın en kötüsü, kötü âlimdir.
Îsâ b. Meryem âlimlere hitâben: ‘Ey yeryüzünün tuzları! Sakın bozulmayın. Çünkü bir şey bozulduğu vakit, onu tuz düzeltir. Eğer tuz bozlursa, onu hiçbir şey ıslâh edemez’ demiştir.
Bilhassâ dünyayı isteyen, ameli sözünü tutmayan âlimden çok sakın! Sohbeti öldürücü zehirdir.
İlim ahlâksız bir adamın elinde kuvvetli bir silahtır.
Kötü âlim, taştan olan su oluğuna benzer. Ne kendisi suyu içine çeker, ne de suyu ağaca emdirip onu canlandırır.
İnsanoğlu üç bölüktür:
1- Emredenler.
2- Emir kulları.
3- İlimle uğraşanlar.
Emredenlerin fesâdı, zulümde; emir kullarının fesâdı, riyâda; ilimle uğraşanların fesâdı da, tamahta...
Günahtan kaçınmayan âlim, meşâle tutan köre benzer.
Âlim iki kısımdır: Dünya düşkünü âlim, âhiret âşığı âlim. Dünya düşkünü âlimin ilmi ortada ve gösterişlidir. Âhiret düşkünü âlim ise gizli ve utangaçtır. Siz âhiret âlimine uyun, dünya âliminden kaçının, sizi saptırmasın. Fudayl b. İyad
Âlimin zilleti, geminin parçalanması gibidir; hem kendini, hem de başkalarını batırır.
Eski devirlerde talebeler hocalarına karşı daha çok saygılı ve edepli davranırdı. Hoca bir şey sormadan talebe cevaplamaz, hocanın yanında gevezelik edilmez, ona saygıda asla kusur edilmezdi.
Bir gün bir âlim hacca gidecekti. Başka bir âlimden kendisine yolda refâkat edecek bir talebe istedi. O da talebeyi gönderdi. Hac yolculuğu boyunca hiç konuşmadılar. Yalnız bir ara Hoca:
– Evlâdım adın nedir?
– Hasan efendim... Babamın adı da Mahmut idi...
Yolculuk bitince geri dönmüşler. Âlim, kendisine verdiği talebeden memnun kalıp kalmadığını sormuş. Diğer âlim:
– Talebeniz çok iyi, fakat biraz geveze!…
❈ İnat
Daha çocuk yaşta her şeyin kendi dilediğince olmasını ister insan. İstenilen, arzu edilen şey, her zaman iyi ve doğru olmayabilir; ‘Hayır ille de olacak’ diye tutturmak, inadın ta kendisidir. Bu inat gide gide cüzî iradesi ile insanın külli iradeye karşı direnip perişan olmasına yol açar. Bu anlamda esnek olmak, zaman ve mekânın müsaitliğini kollamak, zorlama sınırını aşmak, biz istedik diye herşeyin olmayacağını bilmek gerekir. «O ol deyince olur» (Yasin, 82) hükmü sâdece Allah içindir, yaratıklar böyle bir güce sahip değildirler.
İnatçı bir çocuk gibi sonucunu düşünmeden, kimseyi dinlemeden, önüne geleni kırıp, üzüp, tepeleyerek fikr-i sabitle hareket etmek ne akıl kârıdır, ne de Müslüman işidir. Çocuğun inadını kırmak için dikkatini başka bir tarafa çekmek yeterli olabilir ama, büyümüş çocuklara, nefsi emmâresinin esiri insanlara söz anlatmak mümkün olmaz. Bununla da yetinmez, ilâve olarak da inadıyla kibirlenip böbürlenir. ‘Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin. İşine gelirse arkadaş!’
İnad ev yıkar, can yakar, gönül bozar. İnad gitgide küfr-ü inâdiye dönüşür. Ebûcehil’in küfür karanlığında kalıp, cehlin babası olması hep inadı yüzündendir. Fravun, Nemrut ve Ebû cehil bu durumu sembolize eden örneklerdir. Her dönemde, her çağda bunların benzeri bulunur. Yaşadığımız çağ ise bu örneklerin çok bulunduğu çağdır.
t
İnatçı bir insan fikirleri tutamaz, fikirler onu tutar.
İnsan yalnız kendi kanaatlerine dayanarak hüküm verdiği sürece, aynı deneyden yüzlerce kez geçmek durumunda kalır.
İnatçı bilgin, inatçı câhil sapıklıkta eşittir.
Düşüncelerinin tersine inandırılmaya çalışılan insanın düşüncesi değişmez.
Ey inatçı kimse, sende kalp gözü, yani; başarı, basiret denilen keşiften eser bulunmadığı için, âdi odunlarla, od ağacını ayırt edemiyorsun.
Bir kimseye inat etmenin keffareti iki rekat namazdır.
İnadın gözü meleği şeytan görür. Muhalif taraf da eğer meleği görürse, başı değişmiş şeytan zanneder ve lânet eder.
Âlem bir yere gelse, inat yine söylediğini söyler.
Düşüncelerde inat ve şiddet, aptallığın en açık belirtisidir. Bardağını çeşmeye ters tutan, bir yudum dahi alamaz.
Fikirlerini hiç değiştirmeyen kimseler, kendilerini çok sevenlerdir.
Ilımlı, hoşgörülü, halim selim, uysal, ilim sahibi kimseler inadını yenen insanlardır. İnat, ulvi hasletlerden olan sebat ve metanet vasfının ifratıdır.
❈ Küstahlık
Küstahlık nankörlüğün açığa vurmuş şeklidir. İyiliğe kötülük yapan, kendine emeği olanlara saygısız davranan, hocasını, ustasını küçümseyen, kıskanan, kendini onunla eşit gören kimseler kötü ruhlu küstah kimselerdir.
Aradan bir nice zaman geçmedikçe insanın içyüzü anlaşılmaz. Sadi
Kendisinden fazlasıyla iyilik gördüğün kimseye fenalık etmen insanlık değildir. Sadi
Küstahlık; nefrete sebep olur.
Kendini bilmek için
1- Küstahlık eden kimselerle küstahlık eyleme.
2- Borçlu adamları yar tutma.
3- İyi dostlardan göz ve gönlünü döndürme.
4- Laf vurucu kimse ile ihtilâf etme.
5- Hiç kimse ile alay etme. Nuşirevân-ı Âdil
Ustasına karşı beraberlik davasıyla meydana çıkan çırak, ne kadar uğursuzdur. Mevlânâ
Farenin biri nasılsa devenin yularına sarılmış, kurula kurula yola düzülmüştü. Gururundan kabına sığamıyordu. Kendi kendine:
– Hayret ben ne büyük kılavuzmuşum da haberim yokmuş. Ben ne de yiğit bir ermişim ki koca bir deveyi yularından tutmuş çekip götürüyorum... diye söyleniyordu. Derken önlerine koca bir ırmak geldi. Fare ırmağı görünce durakaldı. Suya dalsa mutlaka boğulacak, ölecekti. Deve farenin durduğunu görünce seslendi:
– Hayrola dostum niçin durakladın. Dal şu ırmağa, karşı tarafa geçelim. Sen kılavuzumsun. Haydi durma!
Fare utancından eriyordu. Çaresiz boynunu büktü:
– Ben bu ırmağı nasıl geçerim. Görmüyor musun su çok derin...
Deve,
– Hele bir görelim, derinliğini ne kadarmış... diyerek ırmağa daldı. Su ancak dizlerine kadar çıkmıştı. Fareye
– A korkak cüce... Su ancak diz boyu. Durma haydi yürü, dedi.
Fare korkudan titriyordu. Deveye yalvarmaya başladı:
– Ey büyük üstad! Dizden dize fark var. Sana diz boyu, ama benim tepemden yüz arşın geçer. Deve:
– Öyleyse bir daha küstahlık edeyim deme... Sen kendin gibi farelerle boy ölçüş... Deveyle senin ne sözün olabilir? Haydi hörgücüme sıçra da seni de senin gibi yüzlercesini de karşıya geçireyim, diyerek zavallı fareyi sırtına aldı, ırmaktan öteye geçirdi.
❈ Müstehcen - Argo Konuşmak
«Allah, kötü sözün meydana çıkmasını sevmez.» (Nîsâ:148)
Açık-saçık; edep dışı ve ayıp sayılan her çeşit söz, hareket, resim, fotoğraf, film, yazı, komedi vb şeyleri nitelendiren bir sıfattır. İnsanların edep duygusunu inciten ve onları utandıran çirkin ve müstehcen şeylerdir.
İnsanları güldürmek için müstehcen şakalar yapmak, dil zinası sayılır. Bu şakalara gülen ve dinleyenler de aynı günaha ortaktır. Günümüzde her alanda bu bozulmaya şâhit olmaktayız. Özellikle sanat adı altında komedi tiyatrolarında, tek kişilik gösterilerde ve tüm televizyon kanallarındaki dizi filmlerde, mutlaka dinle dalga geçilmekte,
ahlâksızca espriler yapılmakta.
Sağlıklı bir toplumda, güzel işleyen insâni ilişkilerde açık-saçık konuşmalara, ahlâk dışı şaka ve eğlencelere; hele de bunun bir tarz ve üslûp hâline getirilmesine izin verilmemelidir.
Argo konuşmak, insandaki zerafet ve kibarlığı giderir. Muhatabımızın kalbi kırılır. İnsanlara kötü örnek olunur.
Müstehcen konuları bilgi ve benzeri maksatlarla bir şekilde dile getirmek gerekiyorsa, bunu edeb ve nezâket içinde yapmak lâzımdır. Bu hallerde Resûlullah (sav), benzetme, kinâye ve istiâre yaparak konuşmayı tercih etmişlerdir.
Kötü söz söyleyen, köpek sûretinde dirilir. Hadîs-i Şerîf
Cimri ve müstehcen konuşan cennete giremez. Hadîs-i Şerîf
Bir adam zulmüyle ün salar da, mazlumların sövgüsü ve hakâreti ile adamın günahları azalır, sonunda zâlim, mazlumdan daha üstün olur. Ömer b. Abdülaziz
Argo kanundan kaçanların dilidir. Cemil Meriç
Argo;
Ağız alışkanlığı yapar.
Toplumda rezil olur.
Kaba hareketleri yerleştirir.
Sevgi, saygıyı giderir.
Küfretmek çocuklara kötü örnek olur.
Haya perdesini yırtar. Hayasızlık iman zayıflığıdır.
Açıkça konuşmak edebe aykıdır.
Şaka yaparken müstehcen konuşmamalıdır.
Küçüğe, büyüğe nasıl konuşacağımızı bilmeli, asrın uyduruk müstehcen kelimelerine meyletmemelidir.
Ayyaş, sarhoş kimselerin konuştuklarını ayıklar konuşmamalıdır.
Müstehcen manaya çekilecek söz ve davranışlardan sakınmalıyız.
❈ Hile
Hile, yalanın bezenmiş kısmı. Akıl yakıtını ilimden, irfandan, imandan, almazsa, şeytanın uydusu olur. Artık faydaya, iyiye, güzele değil; zarara, kötüye, çirkine çalışır. Hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterir. Kalpler eğrilir, sadâkat gider, güven kalmaz.
Hile yapan, öncelikle vicdan azabı çeker, sonra mazlum bedduâsının reddedilmez cezâsını, sonra da kıyâmete kalmayan zulmün, haksızlığın cezası altında kıvranır durur. Güyâ hayatı kolaylaştıracakken, tam aksine hayatı çekilmez hale getirir. «Kötü hile sahibinin başına döner.» (Fatır:43)
Müminde hile ve yalan bulunmaz. Mü’mine zarar veren ve hile yapan mel’undur. Hilekâr ve ahlâkı kötü olan cennete giremez. O halde her müslüman kalbinde aldatmaca, kin, haset ne varsa hepsini çıkarıp atmalıdır. Amellerin en üstünü budur. Hadîs-i Şerîf
İlâhi! Sen bizimle beraber olup bizi muhafaza edince ayak altında yüzbinlerce tuzak olsa da ehemmiyeti yoktur.
Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına nasıl uygun görürsün? Bilmiyor musun ki benim için kuyu kazarsan, sonunda o kuyuya kendin düşersin. ‘Kim kardeşine kuyu kazarsa kendisi düşer’ hadisini okumadın mı? Okumadıysan ey abasının kuzusu, önce o hükme sen uy, okuduğunu yap. Mevlânâ
Kötü olduğu kanaati iyice ağırlık kazanmadıkça, arkadaşın için iyi zanda bulun. Ömer b. Abdülaziz
İnsan günah işlemese de, günaha niyetlense ibâdetin tadını alamaz.
Kendisinden korkulan kişi şerlidir. Düşmanın tehlikelisi, hilesini gizleyendir. Düşmanına galip geldiğin zaman onu affetmen, zaferinin şükrüdür.
Zulüm, ahdini bozma ve hile kimde bulunursa, zararları yine kendine dokunur.
En büyük hile hilesizliktir. Bediüzzaman
Sâlih kimselerin sözlerini ezberleyip, riya niyetiyle kendi sözüymüş gibi halka yutturmak, emâneti kendine mâl etmektir.
Hakiki müslüman odur ki, ibâdetinde riya, muamelesinde hile olmaz.
Kendinin kötü huylu olduğunu bilerek, bir kadına evlenme teklifinde bulunan kimse, bu halini o kadına açıklasın. Süfyan-ı Sevri
İçerdeki kurtlar, çabuk semirir.
Bir kadın oğlunu akıllı başlı biri yapabilmek için 20 yıl uğraşır; bir başka kadın gelir, 20 dakikada aklını başından alır.
Hile yapmak, tevazu yoksulluğundan ileri gelir.
Kadı kalbinde rüşvet almaya karar verince, zâlimi zavallı mazlumdan nasıl ayırdedebilir?
❈ Acele
Acele, bir şeyi vakti gelmeden önce talep edip istemektir. Acele, Himyer lûgatına göre, çamurdur.
İnsan, tabiatıyla acul, acele eden bir varlıktır. Fakat Allah (celle celâlühû), onun için aklı yarattı ve onu sebat gösterme ve teenniye irşad etti.
Acele, âhiret yolunda bir binektir. Eğer ağırbaşlılık edip de binen kimseyi bunun gayrına götürürse, onu akıl yularıyla durdurur.
İstediğin bir şey için acele etme. Çünkü acele eden kimsenin istediğine ulaşması pek nâdirdir. İşinde teenni eden kişi, her çeşit gâyesine erişir. Acele eden kişi ise ayağının kaymasından uzak kalmaz.
Semt-i hasen (vakar, rızâya lâyık bir duruş), teenni ve iktisad (orta yol), Peygamberliğin yirmi dört cüzünden biridir.
Beş şeyde acele edin: Bâkireyi evlendirmek, borcu ödemek, misâfire ziyâfet, günaha tevbe, cenâzeyi teşyii, su kenarına ulaşmadan eteklerini sıvama.
Acele etmenin âfetleri
1- Amelin cüzlerinin olmaması sebebiyle, amelin noksanlığı, hattâ onun bâtıl olmasıdır. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ‘Bizim dinimiz metin, sağlam ve mûtedil bir yoldur. Bu yola rıfk ile girin ve acele etmeden yürüyün, ifrat ve tefritten sakının.’
2- Allah’tan bir dileğinin yerine getirilmesini isteyen aceleci kişi duâ eder ve gâyesine çabuk varması için duâsını sıklaştırır. Fakat ümit ettiği zaman da dileğinin gerçekleşmediğini görünce, duâ etmeyi terk eder ve böylece dileğinin yerine gelmesini önler.
3- Aceleci insan, kendisini inciten bir kimseye bedduâ eder ve öfkesi geçinceye kadar devam eder. Bu bedduâsından ötürü o mümin zarar görür, kendisi de sabretme sevâbından mahrum kalır. Bâzen bu bedduâsını haddinden fazla yapar. O zaman da günaha girer. Nitekim âyette, «İnsan, hayra duâ ediyormuş gibi, şerre de duâ eder. İnsan çok acelecidir.» (İsrâ, 11) buyurulmuştur.
4- İbâdetin, yalvarış ve takvânın aslı, her şeyde dikkatli ve düşünceli hareket etmeyi itiyat edinmektir. Yemekte, içmekte, giyinmekte, hülâsa bütün işlerinde teenniyle ve düşünerek hareket etmeyen aceleci kişi, her zaman hataya düşebilir. Hattâ yiyecek, giyecek ve içeceklerinde ve bütün işlerinde şüpheye düşmek ve haram işlemekten kendini kurtaramaz. Böyle olanların da taat ve ibâdetlerinde hayır yoktur. Çünkü ibâdetin sermâyesi ve saadetin gâyesi takvâdır.
5- Bâzen fiillerde ve sözlerde önce yapmakla ve öne geçmekle imama muhâlefet edebilir. İmamdan önce secdeden kalkması, böylece onu geriye bırakarak öne geçmesi gibi.
İkinci Mahmud devrinin devlet adamlarından biri, Ramazan’da bazı arkadaşlarını iftara dâvet eder. Ünlü şâir İzzet Molla da dâvetlilerin arasındadır.
Yatsı ezanından sonra cemaatle terâvih namazına başlarlar. İmamlık yapan zat, hemen iki secdeyi bir edecek kadar çabuk çabuk namazı kıldırır. Daha on beş dakika olmadan onuncu rekâtın sonuna gelirler. O sırada dışardan bir adam gelir, cemaatin namaz kıldığını görür.
‘Hazır abdestim varken, ben de cemaate yetişeyim’ diye koşup safa gireceği sırada cemaat selâm verir. İzzet Molla der ki;
– Be adam! Biz içerdeyken yetişemiyoruz. Sen dışardan geldiğinde nasıl yetişeceksin?..
❈ Tembellik ve Rahata Düşkünlük
Bu âlemi büyük bir makine olarak düşünelim. Yaratılan her şey bu makinenin bir parçasıdır. Hepsi ayrı görev başında Yaratıcısının emrine boyun eğmektedir. Kendilerine verilen görevi yapmakla Rabbi tesbih ederler.
Bütün mahlûkatın hizmeti insana yöneliktir. İnsan da Rabbine kulluk etme göreviyle yükümlüdür. Mümin atik, hassas, pratik, işinin ehli, itaatkar, istişareli olması lazım. Böyle olmazsa hem kendi düzenini, hem alemin düzenini bozar.
İnsan kulluğun ne kadar idrakinde ise o kadar munis, itaatkar, huzurlu, hevesli ve neşeli olur. Görevini seve seve zamanında yapar. Alacağı sevabı, yükseleceği makamı düşünerek dâimâ büyük bir gayret içinde çalışır, hatta mesai yapar; istirahatı için ayrılan zamanı da gece ibâdetiyle kâra çevirir. Bir dakikasını boşa, bir kuruşunu israfa, bir sözünü mâlâyâniye sarf etmez. Hepsini rızâ-i ilâhiye, genişliği yerler gökler kadar olan Cennetine kavuşmak için feda eder. Verdiğini, Allah yoluna harcadığını kâr, nefsine harcadığını ziyan sayar. Dâimâ hayırlı bir işin başındadır. Günahlardan ve günaha sevk edici ortamlardan aslandan kaçar gibi kaçar. Hedefi Rabbinedir.
Bir müminin Allah’a ve âhirete inancı ne kadarsa; gayreti, çabası, koşuşturması da o miktardadır. İman azaldıkça gayret azalır, gayret azaldıkça kan kaybı gibi mânevi bünye çöker, yıkılır, bitkisel hayata geçer. İşte o zaman donukluk sönüklük başlar. Mücadele ruhu ölür. Kimsenin ilerlemesi, menzile varması onu etkilemez, yerinden kıpırdatmaz. Tembellik çadırında uyur, uyuşur kalır, kervan gider, fırsat kaçar, gaflet vadilerinde helak olur gider.
Düşünmeliyiz ki, Cehennemliklerin Cehenneme gitmek için harcadıkları para kadar para, gayret kadar gayret sarf ediyor muyuz? Onların gösterdiği titizlik kadar görevimize titizlik gösterebiliyor muyuz? Birkaç misal verecek olursak: Bir cumhurbaşkanlığı orkestrasında yüz elli kişi ellerindeki çalgı aletlerini öylesine dikkatli kullanıyorlar ki; bir an kafaları bir yere gitse tamamen ses uyumu bozulur, her şey alt üst olur. Onlar görevlerini öyle bir dikkat ve titizlikle yapıyorlar ki, en ufak bir ses bozukluğu ortaya çıkmıyor. Peki, biz Müslümanlar namaz kılıp yüce Rabbin huzurunda bulunurken aynı titizliği gösterip konsantre olabiliyor muyuz? İki rekâtlı bir namazda bile aklımızı çarşı pazardan ya da gündelik meşgalelerden alıkoyup kendimizi namaza veremiyoruz.
Biz her konuda muhatap olduğumuz kimselerin canlı, gayretli, samimi, sevgi dolu, ilgili olmasını arzular, bu tip insanlara hayran oluruz. Ya biz ezelden aldığımız kutsal görevler için bu vasıfların hangisini üzerimizde taşıyoruz? Şairin ‘Davaya adanmış kaç kuruşun var’ dediği gibi, neyimizi harcadık, düşünüp kendimize gelelim. Pasiflik, donukluk-sönüklükten bir an önce kurtulalım.
Resûlullah (sav) Muaz b. Cebel’i Yemen’e vâli olarak gönderirken kendisine ‘Rahata dalmaktan sakın; zirâ Allah’ın has kulları lükse göz dikmezler’ buyurmuştur.
t
Rahat ümidiyle kaçıp, en ücra köşeye çekilsen bile o kaçtığın yerde huzurunu kaçıracak bir afet zuhur eder.
Dünyada rahatı terk eden, âhirette mesrur olur.
İnsanların emniyet, rahat ve her türlü endişeden uzak olarak yaşaması onları aldatmamalı; çünkü Allah’ın azâbı geldiğinde, herhangi bir işâret bulunmadan, birden gelir... O halde insan, içinde bulunduğu duruma aldanmamalı.
İnsanı vaktinden önce yıpratan bir şey varsa o da tembelliktir. Hz. Ali
En bedbaht, en muzdarip, en sıkıntılı işsiz adamdır. Zira atalet ademin biraderzadesidir. Sa’y vücudun hayatı ve hayatın yakazasadır. Bediüzzaman
Tembeller her şeyi bir anda yapmak isterler.
Zamanında bir adım atmayan tembel, sonunda yüz adım atmak zorunda kalır.
Ekilmeden biçilen tarla nerede var? M. Akif
Tembellik hür insanı esir yapar. Tembellik; muvaffakiyetin düşmanı, ahlâksızlığın anasıdır.
Tembel emir buyurmakta ustadır.
Terk et hevâyı, iyisini lutfeylesin cânan sana,
Sarf etme zâyi vaktini vermez şifâ seyran sana. Esâd
❈ Dalkavukluk (Yağcılık)
Bir kimseye sırf dünyevi makamından dolayı saygı göstermek, iltifat etmek dalkavukluktur. Dalkavukluk onurlu bir insana yakışmaz.
Tatlı dil, güler yüz çok kıymetli hasletler; fakat gerçek olursa. Herşey gibi bunların sahtesi de kıymetsiz çirkin bir aldatmadır.
‘Resûlullah bizi aldatan bizden değildir’ buyurur. İnsanda din-îmân kaygısı olmazsa, menfaatinin, nefsinin, hevânın, dünyanın esiri olursa, bunların arzularını normal yoldan tatmin ve temin edemezse, anormal yollara başvurur. Bazen gasb eder, bazen çalar, bazen gizli alır, bazen hile yapar, bazen yüzsüzlük yapıp ister. Bazen de yüze gülüp yağ çekerek, pohpohlayarak maksadına kavuşur.
Yapılan iş görüntüde iyi olsa da niyet bozuksa iyi sayılmaz. Bunun aksine iyi niyetle kötü iş yapmak da helâl değildir. Hem işin, hem niyetin düzgün olması gerek. İnsanda mal, güzellik, şöhret gibi istifâde edilecek özellikler bulununca, çingenelerin bir şeyler verenin etrafını kuşatması gibi, etrafını bir sürü dalkavuk sarar, abartırlar, kabartırlar, şişirirler, alacaklarını böyle mânevi dilencilik usulü ile alırlar. Ama bu insan bu özellikleri, bu faziletleri kaybedince herkes etrafından çekilip dağılır. Adamcağızı oracıkta yapayalnız, kimsesiz, yardımsız, desteksiz bırakırlar, önceden aldıklarının hatırına bile bir saygıları, bir ilgileri kalmaz, çil yavrusu gibi savuşup giderler.
t
Biriniz kardeşini mutlaka övecekse, ‘Filanı böyle biliriz, Allah’a karşı kimseyi tezkiye edecek değiliz. Herkesin murâkıbı Allahu Teâlâ’dır. Allahu Teâlâ da böyle kabul ederse iyidir’ dersiniz. Hadîs-i Şerîf
Mâsiyetle emrolunduğu zaman, idareciyi dinlemek ve itaat etmek gerekmez. Hadîs-i Şerîf
Her kim, bir zâlime yardım etmek maksadıyla onun zâlim olduğunu bildiği halde onunla birlikte yürürse, İslâmdan çıkmış demektir. Hadîs-i Şerîf
Kim bir zenginle karşılaşır ve önünde eğilirse, dininin üçte ikisi gider. Hadîs-i Şerîf
Dalkavuğa itibar etmeyin, beklediği şeyleri kendilerine vermeyin.
Fasık bir mevta arkasından medh edildiği zaman, üzerinden kaynar su dökülür.
Sana saldıran düşmanlarından korkma, sana dalkavukluk eden dostlarından kork.
Dalkavukluk, insanın karşısındakine tamamen kendisi hakkında düşündüklerini söylemesidir.
Dalkavuktan sakınınız, çünkü o insanı boş kaşıkla besler.
Yağcılık yaparsanız, hem kendi şahsiyetinizi düşürmüş, hem de muhatabınızı aldatmış olursunuz.
Sultan kapısına giden fitneye düşer.
Âlemde âlimlerin yağcılığı olmasaydı, zâlimlerin zulme cesareti olmazdı. Abdülfettah Dağıstani
Başını eğmek atlara yaraşır.
Allah (celle celâlühû), padişahları etten ve kemikten küçük bir kapı olarak halketti, haberin olsun.
Kölecesine peşinde olduklarımızın esiri sayılırız.
Bir kimse yaptığı ibâdetlerle yerle göğü doldursa, bununla beraber fena kimseleri severse, yaptığı ibâdetin hiçbir faydasını göremez.
Dalkavukluk devlet adamlarının çevresini sarmış bir çemberdir.
Bütün düşmanlıkların aslı, kötü kimselerle dost olmak ve onlara
iyilik yapmaktır. İmâm-ı Şâfii
Haksız sözleri tasdik eden yalancı, dalkavuk ve ikiyüzlüdür.
Allahu Teâlâ’ya güvenip kendini zengin bilmek ne hoştur. Bir nâmerde dayanıp kendini zengin bilmek de ne fenadır.
Nefsine veya gayrına yağcılık yapan, sıdkın kokusunu alamaz.
Ne senden rükû, ne bizden kıyam
Selâmün aleyküm, aleyküm selâm. (Ebû’s Suud Efendi)
❈ Çok Konuşmak
Sükût etmekte aklını başına almak vardır. Vakar vardır. Fikir, zikir ve ibâdet için huzur vardır. Dünyada dedikodulardan, âhirette de bunların hesabını vermekten selâmet vardır.
«Her ne söz söylerse, mutlak yanında hazır bir gözcü vardır.» (Kâf, 18)
Söz, insanı içinde gizli bulunan sırların tercümânıdır. Saçma ve garip sözleri geri getirmek mümkün değildir. O halde akıllı kimselerin sürç-i lisandan korunması, mecbur kalmadıkça az konuşması gerekir. Sükuttan ayrılmayan, câhil de olsa âlim de olsa hikmet ehli sayılır.
Bir hakkı açıklamaktan, bir bâtılı reddetmekten, bir hikmeti yaymaktan ve bir nimete şükretmekten başka dili tutmak gerekir. Çünkü kişinin yarısı dili, yarısı da kalbidir. Geri kalan, et ve kandır. Nitekim Resûlullah, ‘Akıllı kimsenin dili, kalbinin arkasındadır. Konuşmak istediği zaman, önce kalbine başvurur. Konuşması lehine ise konuşur, yok aleyhineyse susar. Câhilin kalbi ise dilinin gerisindedir. Bu yüzden her diline geleni söyler’ buyurmuştur.
t
Hayâ ile sükût, îmân ağacının iki dalı; çirkin söz ile beyan da, münafıklığın iki budağıdır. Hadîs-i Şerîf
Allahu Teâla insana dilden daha faydalı bir şey yaratmamıştır. Onunla cennete girer. Eğer ona sahip olmazsa ateşe girer. Kişi onu tutmazsa, dili ona sahibini ısırıp parçalayan köpek gibi olur. Hadîs-i Şerîf
Geveze birine sır söylemek, çatlak testiye su koymaya benzer.
Sizden biri nereye varacağını bilmediği bir laf eder ve bu yüzden yetmiş sene ateşe düşer. Kurtuluş ise, dilini tutmak, günahlarına ağlayıp, evinde oturmaktır.
Nebiyyi Muhterem (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Selamı yayınız’ buyurdu; biz kelamı yaydık, selamı ihmal ettik.
İnsanlar ayaklarından çok dilleriyle kayarlar.
Boş sözü terk edip, zikirle meşgul olmak, dili yalandan, gıybetten, boğazı haram lokmadan, kalbi şüpheden, gözü hıyanetten ve nazardan, gönlü riya ve sümadan, sırrı mâsivadan pak eyler. Tabakat
Boş konuşmak geçimi zorlaştırır.
Her kim Mevlâsıyla sohbette noksan kalırsa Allah ona kullarla sohbet etmek belası verir. Osman-ı Kureyşi
Bir okla delemediğiniz kalbi, bir sözle delebiliriz.
Âdap dışı bir sözü işitip de, onu yayan kimse günah bakımından onu icat eden kişi gibi günâhkardır.
Ağzınızı her açışta başkaları oradan içinizi seyreder.
Kişi söz ile yükseldi sultân oldu. Çok söz, başı gölge gibi yere serdi. Yusuf Has Hâcip
Akıl tamam olunca, söz azalır. Hz. Ali
Her sorulana cevap vereni, her gördüğünü anlatanı, her bildiğini söyleyeni görürsen onun bilgisizliğini anla. Atâullah İskenderî
Üç şey kalbi öldürür: Çok yemek, çok uyumak, çok konuşmak. Fudayl bin İyaz
İnsanları iki şey mahveder: Fazla mal toplama hırsı ve çok konuşmak. İbrahim en-Nehâi
❈ Yalan
«Yalan söyleyenler ancak Allah’ın (celle celâlühû) âyetlerine inanmayanlardır.» (Nahl, 105)
Yalan söylemek, en çirkin, en iğrenç günahlardandır. Bu, ayıpların da en kötüsüdür. Nitekim tüm kötülüklerin başı da yalancılıktır. Yalan söyleme, îmanla çelişir. Yâni yalan bir tarafta, îman diğer tarafta olur. İkisi bir yerde bulunmaz. Bu ifâde, kinâye yoluyla ikisi arasındaki mesafenin uzaklığını anlatmak içindir.
Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur. ‘Kuşkusuz tüm yalanlar kaydedilir. Ancak kişinin savaşta yalan söylemesi bunun dışındadır. Çünkü savaş bir hiledir. Ya da aralarında dargınlık bulunan iki kişinin arasını düzeltmek için söylenen yalan kaydedilmez. Bir de hanımını hoşnut etmek için kişinin söylediği şey yalan sayılmaz.’
t
Her özellik müminde bulunabilir yalnız hıyanet ve yalan bulunmaz. Hadîs-i Şerîf
En hayırlı kul; dili yalan konuşmayan, kalbi kötülük düşünmeyen, edep yeri zina etmeyendir. Hz. Mûsâ
Yalancıları tasdik eden yalancıdır. İmam Şafi
Bir insan hiçbir durumda yalan söyleme özgürlüğüne sahip değildir.
Yalan iki yerde fena değildir:
1- Zâlimlerin şerrini def etmede,
2- Ara bulmada. Cafer-i Sadık
Yalanı söküp atmadan hakikati tutup dikmeye çalışma, tutmaz. C. Şahabettin
Gerçek ortaya çıkacaksa yalan söyleme.
Ayran içinde yağ nasıl gizliyse doğruluk cevherinde de yalan öyle gizlidir. Mevlânâ
İyilik için söylenen yalan fitne çıkaran doğrudan iyidir.
Yalancı, Hakk’a karşı kafa tutan fakat insanlardan korkan bir serseridir
Sözden dönmek yalancılığın en kötüsüdür.
Yılandan değil yalandan kork. Saadete erişmek istersen yalan söyleme. Sağlam ruh sahipleri yalan söylemez.
İnsanlar yalan söylemek zorunda kaldıkları kimselerden nefret ederler.
Yalan kadar insanı aldatan hiçbir şey yoktur.
Doğruyla yalan biri diğerini çıkarıncaya kadar kalpte boğuşurlar. Mâlik b. Dinar
Yalan kılıç darbesi gibidir, yara geçse de izi kalır. (Sadi)
Yanlış anlayanlar tarafından söylenen bir doğrudan daha kötü bir yalan yoktur.
Ayarı bozuk olanın tartısına güven olmaz.
Bir tane sıdk bir harman yalanı yakar. Bir tane hakikat bir harman hayalata müraccahtır. Said Nursi
Çok konuşan yalan söylemeye yatkındır. Yalan, nifak alametidir.
Bir adam Resûlullah’a (sav) gelip dedi ki:
- Ey Allah’ın Resûlü! Ben müslüman olmak istiyorum ne var ki yalan, zina, hırsızlık ve içki gibi şeyleri çok seviyorum. Hepsini birden nasıl bırakayım? Efendimiz (sav) ona,
- Şimdilik yalanı terk et, buyurdu. Adam,
- Olur, dedi ve huzur-u saadetten ayrıldı. Uzun uzun düşündü ve,
- Zina yapıp Resûlullah’a itiraf etsem, mutlaka beni ölüm cezasına çarptırır. İtiraf etmesem yalan söylemiş olacağım. Oysa ben Resûlullah’a (sav) yalan söylememek için kesin söz verdim. İçki içsem, hırsızlık yapsam yine aynı ihtimallerle karşılaşacğım. En iyisi bunların tümüne tevbe edip vazgeçeyim.
Böyle düşündükten sonra Efendimizin (sav) huzuruna geldi ve şöyle dedi:
- Ey Allah’ın Resûlü! Bana doğruluk düsturunu öğretmekle bütün günaha açılan kapıları suratıma kapattın.
Yalanın Maddi- Mânevi Zararları
Doğruluktan kalbe sükun, huzur gelir. Yalandan ise şüphe ve perişanlık doğar. Hadîs-i Şerîf
Yalan yere yemin etmek evleri ıssız bırakır. Hadîs-i Şerîf
Yalan rızkı azaltır. Hadîs-i Şerîf
Yalancılık kibir ve hased gibi Allah’ın huzurundan kovulmaya sebeptir. Ahmet Rufai
Yalan yere yemin edenin sermayesi tükenir ve kazancı bereketsizleşir.
Yalancı doğru söylese bile inanılmaz. Yalan kadar insanı alçaltan bir şey yoktur.
Yalan huzur, öz güven ve emniyeti yok eder. Daha açıkçası, yalancıya ne kendi güvenir, ne başkası. İmam Şafi
Yalanın dostu, doğrunun düşmanı çoktur. Bir kez yalan söyleyen ikincisini de söyler.
Her günah yalan ile işlenir. Yalan söylemek insanlığa yakışmaz.
Şeytan yalan, gazap ve uykuyla insanları kandırır, uyutur. Hadîs-i Şerîf
Yalan, bacaları karartan is gibi, insanların içini de karartır.
Gönül, yalan sözden rahatsız ve tedirgin olur. Mevlânâ
Yalandan sakın. Çünkü o serçe eti kadar tatlıdır. Ondan kurtulan azdır. Lokman (as)
Aldanma rengine fâni dünyanın
Önü yalan sonu yalan demişler.
❈ İftira
«Namuslu ve hür kadınlara (zinâ isnadıyla) iftira atan, sonra da dört şâhit getirmeyen kimselerin her birine seksen değnek vurun. Onların şâhitliklerini ebedi kabul etmeyin. Onlar fasıkların ta kendileridir. Ancak tevbe edip durumlarını ıslah etmeleri müstesna. Çünkü Allah ğafur ve rahimdir.» (Nur, 4-5)
Âyete, iftira edene dünyada tatbik edilecek cezalar izah edilmektedir ki; seksen değnek vurulması, şâhitliğinin bir daha kabul edilmemesi ve isminin fasıklar defterine kaydedilmesi. Fakat tevbe eder de, yaptığı işten pişman olursa ‘Fasık’ diye isimlendirilmekten kurtulur.
Bir de âhiretteki cezâsına bakalım: Peygamber Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mirac gecesi bir topluluk gösterildi. Her birinin elinde bakır tırnaklar vardı. Yüzlerini ve göğüslerini tırmalıyorlardı. ‘Bunlar kimdir?’ diye sorunca, ‘Gıybet ve iftira edenlerdir’ cevabı verildi.
t
Aslından çevrilmiş, hakikatı tahrif edilmiş söz manasına gelen iftira, büyük günahlardandır. Müslümanın ırzına dil uzatarak haksız yere ona iftira etmek en büyük günahlardan biridir. Hadîs-i Şerîf
Kim bir müslümanın kötülenmesini dileyerek iftira atarsa, Allah, onu kıyâmet günü cehennem köprülerinden birinin üstünde (günahlarından temizlenip) çıkıncıya kadar hapseder. Hadîs-i Şerîf
Bir adam bir adama ‘günahkar’, ya da ‘kâfir’ derse, o özellik de onda bulunmazsa, bu söz kendisine döner. Hadîs-i Şerîf, Buhârî
Haklar dört kısımdır;
1- Yalnız Allah hakkı,
2- Yalnız kul hakkı,
3- Allah hakkı ile kul hakkı beraber fakat, kul hakkının galip olduğu haklar.
4- Allah hakkı ile kul hakkı beraber fakat, Allah hakkının galip olduğu haklar. Bir müslümana iftira etmek, hem Allah’ın hem kulun hakkını ihlal etmektir. Fakat Allah hakkı galiptir. Böyle olunca, kul, kendisine (zinâ suçuyla) iftira edeni affetse bile dünyada tatbik edilecek olan cezâ muhakkak tatbik edilir.
Her türlü sihir ve iftira küfürdür. İnkarcıların en hafif cezası bereketten mahrumiyettir.
Gıybet, gerçeği söylemektir. Olmayan şeyi söylemek ise iftiraya girer.
Beş şey vardır ki, onların keffareti yoktur:
1- Allah’a ortak koşmak.
2- Haksız yere birini öldürmek.
3- Mümine iftira etmek.
4- Savaştan kaçmak.
5- Hakkı olmayan bir malı yemin ederek almak, kendine ayırmak.
Bunların hepsinin mayasında yalancılık vardır.
Lokman, efendisinin yanındayken diğer köleler tarafından oldukça kıskanılıyordu. Bir gün efendisi kölelerini bağa meyve toplayıp getirmeleri için gönderdi. Köleler topladıkları meyveleri yolda gelirken yiyip bitirdiler ve gelip efendilerine:
- Bütün meyveleri Lokman yedi, dediler. Efendisi Lokman’a kızdı. Lokman efendisinin kızgınlığının sebebini araştırıp anlayınca:
- Efendim, hepimize sıcak su içir, ovaya inelim, sen atlı olarak biz yaya olarak koşalım. O zaman gerçek ortaya çıkacak, dedi.
Efendisi Lokman’ın dediğini yaptı. Büyük sahrada koşup yorulan köleler, yediklerini kusmaya başladılar. Böylece kimin yalancı olduğu ortaya çıktı.
❈ Dedikodu
Gıybet, duyduğu zaman, insanın hoşuna gitmeyecek bir kusuru gıyabında söylemektir. Buna Türkçe’de çekiştirmek denir. Gıybet, kişiyi sadece dil ile tarif etmekten ibaret değildir. Işâret, ima, gıyabda yazı ile de gıybet olabilir.
Gıybet, umumiyetle insanı, hususiyetle de İslâmi hayatı zedeleyip, huzuru kaçıran çok kötü bir alışkanlıktır.
Gıybet, insanlar arasındaki itimadı zedeler. Saygı ve hürmeti bozar. Emniyet yerine tecessüs ve şüphe yerleşir. Öyle ki, sohbet edip hal hatır sorduğunuz dost ve kardeşlerinizin yanından uzaklaştığınızda içinizde bir şüphe ve tereddüt belirir; ‘Acaba ben kalkıp gidince arkamdan ne konuştular, nasıl bir gıybet yaptılar, nasıl çekiştirdiler?’ diye vesveseler insanı yer bitirir.
Gıybetin bir çeşidi de; gıybet edenin hevesini artırıp daha fazla gıybet etmesine sebep olmaktır. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: ‘Dinleyen de, gıybet eden de birdir.’
Hadîs-i Șerîfler...
Benim katımda en sevimsiziniz; koğuculuk yapan, dostların arasını açan ve temiz kimselerde kusur arayandır.
Din kardeşinin aleyhine konuşulurken, onu savunmaya gücü yettiği halde susanı, Allah (celle celâlühû) dünya ve âhirette zelil eder.
Gıybet zînâdan daha şiddetlidir. Zînâ eden tevbe eder, Allah da onun tövbesini kabul eder. Fakat gıybet eden, gıybet edilen tarafından af edilmedikçe, mağfiret olunmaz.
t
Allah (celle celâlühû) Hz. Mûsâ’ya: ‘Cennete en son girecek olan, gıybetten tövbe edendir. Cehenneme ilk girecekler de, gıybete devam edenlerdir’ diye vahyetmiştir.
Avn dedi ki: İbn Sirin’ın yanına gittim. Haccac’ın aleyhinde konuştum. Bunun üzerine beni uyardı: ‘Yüce Allah adil bir hakimdir. Haccac’dan halkın hakkını aldığı gibi, Haccac’ı arkadan kötüleyenlerden de Haccac’ın hakkını alır. Yarın kıyâmet günü işlediğin küçük bir günah, Haccac’ın işlediği büyük bir günahtan ağır gelir.’
İbrahim b. Ethem, bir davette gıybet edilince, hemen orayı terk etti ve üç gün yemek yemedi.
Gıybet eden adam mancınık kuran adama benzer; bütün iyiliklerini doğuya ve batıya savurur. İyiliklerden kendisine bir şey kalmaz. Kıyâmet günü amel defterini boş gören kişi, namaz ve oruçlarını sorar, gıybetlerin amellerini bitirdiği söylenir. Bazı kişiler de yapmadıkları ameller ile karşılaşırlar, bunların gıybet edenlerden geldiği belirtilir.
Gıybet dostluğu bitirir, sevgileri götürür.
Kalbe leke getirir; Rahman yasak eyledi.
Hoşa gitmeyen sözü, ister söz ister yazı.
Haramdır çoğu azı; Kur’an ilân eyledi. (M. Balcı)
Çekiştirmeyi önlemeye muktedir iken onu önlemeyen, günahta müşterektir.
Kovuculuk yapan, cennete giremez.
Üç kişinin suçlarını saymak gıybet sayılmaz: Zâlim yönetici, içki içen ve açıkça günah işleyen.
İnsanların senin hakkında bilgileri az olsun ki, gıybetin de fazla yapılmasın. Süfyan Sevri
Hak arzdan daha geniş
Kanaatkar insan denizden daha derin.
Hırs ateşten daha yakıcı.
İhtiyacını karşılayamamak zemheriden daha soğuk.
Koğucu (ortaya çıkınca), yetimden daha zelil.
Ya da koğuculuk zehirden daha tesirli bir zehirdir.
Gıybet, yalan, söz taşıma, harama bakmak orucu bozar (sevabını giderir)
Gıybetin keffâreti, gıybet ettiği kimse için (kulağına gitmeden) mağfiret dilemektir.
Sakın gıybet etmeyin. Çünkü onda üç âfet vardır:
1- Duâsı kabul edilmez.
2- Yaptığı iyilikleri geçersiz olur.
3- Kötülükleri artırır. Hz. Ali
Bir kadın, bir meselenin hükmünü öğrenmek üzere Resûlullah’ın (sav) yanına geldi. Çıkıp giderken, Hz. Âişe vâlidemiz eliyle kadının boyunun kısalığını ima edince (veya söyleyince), Resûlullah (sav): Yavaş ol, ey Âişe! Gıybet etme’, buyurdu.
Âişe vâlidemiz: ‘Yâ Resûlallah! Ben, ancak onda olanı söyledim.’
Bunun üzerine Resûlullah (sav): ‘Evet, zâten onda olanı söylediğin için gıybet oldu. Onda olmayanı söyleseydin, gıybet değil, iftirâ olurdu.’
❈ Alay
«Ey îmân edenler! Bir kavim diğer bir kavimle alay etmesin. Zirâ alay edilenlerin kendilerinden daha hayırlı olmaları muhtemeldir. Bazı kadınlar da diğerlerini alaya almasın. Alay edilenlerin kendilerinden daha hayırlı olmaları muhtemeldir.» (Hucurat, 11)
Alay etmek; bir kimseye gülmek, sözünü ve işlerini gülünç şekilde anlatmaktır. O kimse bundan kırılırsa, haramdır.
Alay, başkalarına değer vermemek, onları küçümsemek, kusur ve özürlerini eğlenceye almaktır. Bu, sözle yapıldığı gibi, kaş-göz ve el hareketleriyle de yapılır.
Alay etmek, dinimizde günah sayılan bir davranıştır. Akrabâmız olsun, arkadaşımız olsun; onların korku, acelecilik, sakarlık gibi kusurlarıyla alay etmemeliyiz. Bu durum, kişinin hem içine kapanık olması, hem de ezik durmasına sebep olur. Hele vücut kusurlarıyla, şaka yoluyla bile olsa alay etmek çok ayıptır. Bunları özellikle çocuklarımıza öğretmeliyiz.
Olgun, kültürlü ve seviyeli insanlar, başkalarıyla alay etmezler. Çünkü toplumun her derecedeki insana ihtiyacı vardır. Henüz cehâletini atamamış, kültürünü belli düzeye getirememiş yarım aydınlar ve bir de kaba mağrurlar, başkalarına tepeden bakar, onlarla alay ederler.
Allah (celle celâlühû) katında şirkten sonra en büyük günah, insanlarla alay etmektir. Vehb b. Münebbih
Başkalarıyla alay etmek, onları, hakâret derecesine varan sözlerle eğlenceye almak haramdır. Hiçbir mümin, kendisine yapılmasını istemediği şeyi başkasına yapmamalıdır.
Alay, câhilliktir; ilmin ve hilmin zıddıdır.
Sakın ola ki kimse ile eğlenmeyiniz. Hiç kimseyi alay konusu yapmayınız. İsterse bu kişi kâfir olsun. Zira alaycılığın, istihzânın sonu pişmanlıktır.
Alay, sözde ve işte, hikâye, taklit etmek sûretiyle yapılır.
Alay etmek; insanın vakarını kaybettirir, yüzünden hayâyı kaldırır, kin ve nefreti uyandırır, dostluğun tadını kaçırır.
❈ Dini İstismar
Dini istismar da Allah’ın gazabını celbeder. Bu tip kimseler nefse uyup itidaldan çıkarak, kusurlarını örtbas etmek için çeşitli haller arzederler. Bunu günlük hayatımızda görmeye çalışırsak şu neticeleri alırız:
Sevdiğini sevmediğinden ayrım yaparken ona dini bir merhamet kılıfı geçirir.
Zengine fakire davrandığından farklı davranır. Bunu dine ısındırmak sebebiyle yaptığını savunur.
Canının istediği gibi süslü ve pahallı kıyafet giyer. Bu kıyafetle insanları dine celbetmek, dini sevdirmek için yaptığını öne sürer. Oysa fakirin de dine teşviğe ihtiyacı vardır. Hz. Ömer’in yamalı hırka içinde nice beldeler fethettiğini bilmez.
İbâdet, ilim ve sohbete çok düşkün olduğunu söyler. Uykusundan, zevkinden, konuşmasından, gezmesinden kısıtlamaz; yapması gereken görevden kısıtlar.
Kendini basit işleri görmeye layık görmez, daha kutsal işlerle meşgul oluyor havasına girer.
Aile ve akrabasına gereken sevgi, saygı ve ikramı göstermez. Onlarla samimi olursa, dinine zarar edeceğini söyler.
Malının iyisini kendine ayırır. Sadece nefsini, çoluk-çocuğunu düşünmesini dini bir vazife addeder.
İşten, hizmetten, görevden kaytarmak için nafile ibâdetlerin arkasına sıvışır.
Kendi başına kaldığında uygulamadığı dini planını işten kaçmak için harfiyen uygular.
Cimriliğini israf günahıyla savunmaya çalışırken, savurganlığını cömertlikle örtmeye kalkar.
Tembellikten işçi tutar. Ona da vakti değerlendirme, İslâma hizmet kılıfı geçirir. Fakat uykusunu, gezmesini arttırarak kendini ele verir.
Sırrı gizlemez, kendini dindar, temiz ve saflıkla yorumlar.
Kibreder, kimsenin bir şeyini beğenmez. Onu dini bir titizlik olarak gösterir.
Namahremden kaçınmaz, zevk alır. Kalbinin paklığına yorar.
Büyüklerini ihmal ettiği halde, onların yanında hayasızca eşi ve çocuğu ile yakından ilgilenir, bunun da kültür ve merhametten olduğunu iddia eder.
Akraba veya hasta ziyareti hatırlatıldığında dışarı çıkmanın günah olduğunu söyleyip; çarşı-pazar ve kafadarlarını ziyarete gider.
Dış görünüşe önem vermiyorum diye bâtıni özelliklere sahip olduğunu belirtircesine dindar görünür.
Bu Dünya
Yüzüne çok gülerler, yüzde yüzü yalandır
Menfaat kaygusudur, hepsi falan filândır,
Âlemin göz diktiği cebindeki kalandır.
Cebin delikse eğer vermezler bir yudum su
Aldırma adam sen de hepsi geçer dünya bu. H. N. Zorlutuna
Gayri zaruri olan nefis isteklerinde mezhep değiştirmeye kalkar.
Fuzuli israf olan şeyleri alır, sıkışınca yalan söyleyip dinen câiz görür.
Zamanın hayasızlığını işler. ‘Zaman sana uymazsa sen zamana uy’ diyen Hz. Ali’nin sözünün arkasına sığınır.
Şık kıyafetler giyer. ‘İslâm iticiliği değil, çekiciliği sever’ der. Tâvizlerine, mazeretlerine kılıf geçirir.
Dini meseleler zor gelince, hocayı ve okulu zemmeder.
Televizyondaki dizileri seyreder, ‘ibret alıyorum’ der,
kültürünün arttığını iddia eder.
Gözden düşmemek için ilâhi yasakları es geçer. Bunu uyumluluk addeder.
Hadisleri, âyetleri işine geldiği gibi tefsir eder.
‘Çocukları sevmek sünnettir’ deyip, çocukları İslâm terbiyesinden uzak ve şımarık yetiştirir.
‘Kalp kırmak günahtır’ deyip tebliğ yapmaz.
Zaruretsiz, mâzeretsiz ‘İslâmda zorluk yok’ deyip namazları oturarak kılar veya kazaya bırakır.
‘İslâma daha yararlı olurum’ diye İslâmdan tâviz verir, tesettür ve mahremiyeti önemsemez.
Meselenin sadece fıkhi yönüne bakıp, ahlâki ve itikadi yönüne bakmaz.
Ayıp olmasın diye yaptıklarını Allah rızâsına hamleder.
Genç kızlar dini bahane ederek haram şartlarda tahsil yaparlar. Erkekler de ‘okuyorum’ bahanesiyle çalışmaktan, işten kaytarıp, ana-babalarını uşak yerine koyarlar.
Beceriksizliğini, dikkatsizliğini kaza-i ilâhiye yorar.
Fakir halktan okul, cami vs. için para toplayıp, şöhret için çıkardığı dergi veya kitabı din içinmiş gibi gösterir.
Menfaat için dinin arkasına saklanır. Aslında kendisiyle dini koruması gerekirken, kendisini dinle saklar.
Tehlike
Tehlike demek, kişinin bir günahı işlemesinden sonra ‘Allah (celle celâlühû) beni bağışlamaz’ demiş olmasıdır.
Tehlike, Allah’a ibâdet edebilmek için muhtaç olduğu nafakayı temin etmemektir. Bunu yapmayan kendini helâk etmiştir. İşte bundan sakınmak lâzımdır.
Tehlike; yaptığı bir kötülükten sonra bir daha iyilik yapmamak ve bu hal üzerine ölmek demektir.
Size Deccalin fitnesinden daha büyüğünü haber vereyim mi? Başka birine gösteriş için amel yapan adam, Deccal’in fitnesinden daha tehlikelidir.
Taşların altına gizlenen yılanlar ve akrepler değil; asıl tehlike olan, insanın kalbinde taşıdığı kötülüklerdir.
Sorunun üstüne yürümeyen insan, çocuğun karanlıkta melodi mırıldanması gibi, bir gizli korkunun, kaçışın içindedir. Bu çekingenlik de tehlikeyi büyütür.
Koyunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Şaşılacak şey koyunun kurda âşık olmasıdır.
Tehlikenin câiz olduğu yerler
Öldürülünceye kadar kâfirlerle cihat câiz olduğuna göre, öldürülünceye kadar da marufu emretmek câizdir.
Fakat düşmana saldırmasında bir fayda sağlamayacağını bilenler; meselâ; körler ve âcizler gibi, bunların düşmana saldırmaları kendilerini öldürtmekten başka bir işe yaramayacağından bu haram ve kendini tehlikeye atmak demektir.
Bu gibi fedailik, öldürülünceye kadar öldüreceğine ve düşmanın kalbine korku salacağına inanan kimseler için câizdir.
Yani adamın böyle yapması ile diğerlerinin de Allah yolunda şehâdet mertebesine ulaşmak için hatalarına hiç kıymet vermediklerini görüp mâneviyatlarını sarsmak gayesini taşırsa, bu saldırış câizdir.
Yoksa zâlimin bir elinde kadeh, bir elinde kılıç vardır. Ona, ‘kadehi at’ dersen, kadehi içecek ve kılıç ile de kelleni koparacak. Bu kimseye nasihat edip kendini tehlikeye atmak câiz değildir.
Çünkü bu doğrudan doğruya bir intihardır. Aranılan, din namına bir fayda sağlamak ve bu uğurda feda-i can etmektir. Hiçbir kârı olmadan kendini tehlikeye atmakta elbette bir mânâ yoktur. Hatta bu gibi emr-i maruf haramdır.
Şu ana kadar anlatılanlar Allah’ın gadab ettiği, rahmetinden uzaklaştırdığı kimselerin vasıflarıydı. Gadap olunanlar hem kendini hem başkasını hak yoldan uzaklaştıran kimselerdir. Şimdi yolunu sapıtan, gaflet, dalâlet, inkar, şüphe girdabında kaybolan, şer yolda etkileyen-etkilenen, sapmış-saptırılmış güruhun durumunu anlatalım.
Sapıklarınkine değil
Dalâlet, lugatte doğru yoldan sapmak, kaybolmak, unutmak, şaşa kalmak, bozgunculuk, boşa çıkarmak, yolunu şaşırma, azma, sapkınlık ve bâtıla yönelme, helak olmak, bâtıl şey ve unutmak, bilerek veya bilmeyerek az veya çok doğru yoldan sapmak, hidâyetin zıddı. Sûrede duâ ‘ihdina / bize hidâyet ver’ diye başladı, hidâyetin zıddı olan ‘dâllîn’ ile bitti. (Muraat-ı nâzır-benzerliğe riâyet)
İster kasıtlı, ister gafletle olsun, ister az, ister çok olsun doğru yoldan uzaklaştıran her tür sapmaya dalâlet denir.
Doğru yol; istikamet, sevab, hak, hedefe isabet eden ok gibidir. Bunun dışındaki bütün yönler hedeften sapmak olduğundan dalâlettir.
Dalâlet, bazen gafletten ve şaşkınlıktan doğar.
t
‘Kızdıklarının ve sapıkların yoluna değil’ derken, isim kalıpları geldi. Ki bu kalıplar mâziye mahsus değildir. Bütün zamirleri kapsar.
‘Mağdubi / kızılanlar’ meful kalıbında gelmiştir. Böylece kızan umumi olmuştur. Çünkü bu kişilere bir çok yönden kızılmıştır. Âhirette en ihlâslı arkadaşları ve en yakınları, bütün bağların koptuğu gün onlara kızacaktır. O gün Allah’la olan bağ hariç bütün bağlar kopacaktır. Hatta insan, aleyhine şâhitlik eden kendi derisinden ve organlarından bile uzak durur. Dolayısıyla herşey ve herkes tarafından ona kızılmış olur.
Nimet hayır ve fazilettir. Gadab ise intikam babındandır. Allahu Teâlâ bu iki şeyden kuvvetli olanı kendisine nisbet eder. Bu Kur’an’ın üslubudur. Ayrıca O nimet vermede tektir.
Gadaba gelince; Allah’ın gadab ettiklerine melekler, nebiler, resûller ve evliya da gadab eder. Nimet vereni zikretmekte nimet verileni yüceltmek vardır. Gadablananı zikretmemekte de gadablanılan kişiyi küçültmek vardır.
Bunlar isim olduğu için subuta delâlet eder. Yani bu hal onlarda devamlı olur. Dünyada ve âhirette devam eder.
‘Dallin’in başında gelen ‘la’ edatı, bu iki vasfın birbirinden farklı olduğuna ve bunların ayrı ayrı kişiler olduğuna delâlet eder. Yani bu vasıfların aynı kişiye ait olmadığını ifade eder.
‘Dallin’ kelimesi bir defa yanılmışa kullanılmaz, yanılmışlığı kişiliğine yerleşen kimselere kullanılır.
Hadîs-i Șerîfler...
Gelecekte size önderlik edenler, mallarınızı gasp edecekler, sizinle konuştukları zaman yalan konuşacaklar. Kötü işlerini güzel görüp yalanlarını tasdik etmedikçe sizden asla hoşnut olmazlar. Hakk’a râzı oldukları müddet onlara hakkı veriniz (doğru olanı söylemekten çekinmeyiniz). Haddi aştıkları zaman (yaptıklarını tasvip etmeyip) bu yolda öldürülen de şehittir.
Sapıklığa çağıran kimseye ona uyanların günahları kadar günah yazılır. Ancak onların günahlarından bir şey eksilmez.
Öyle bir zaman gelecek ki, insanın felaketi çocukları ve ailesi elinden olacaktır. Ailesi ve çocukları, onu fakirlikle ayıplayacaklar, gücü yetmeyecek şeyler teklif edecekler. Bu istekleri helâl yoldan elde edemeyen aile reisi, haram yollara başvuracak. Bu yüzden kendini felakete sürükleyecektir.
t
Tarihte sırât-ı müstakimden iki sapma olmuştur: Yahudi ve Hıristiyanların sapması. Biri maddecilik diğeri ruhçuluk adına bir sapmadır.
Yahudiler manayı, ruhu reddetiler. Hıristiyanlar da insanın bedensel ihtiyaçlarını reddederek saptılar.
Bu sapmayı şöyle de anlayabiliriz: Yahudinin sapmasında ilim var, amel yok. Hıristiyanın sapmasında da amel var, ilim yok.
Kim Allah’a hamdetmezse, o mağdubi aleyhim ve dallindir.
Kim Allah’ın ‘Rabbü’l âlemin’ olduğunu kabul etmezse, o mağdubi aleyhim ve dallindir.
Kim Allah’ın rahmetini idrak etmezse, mağdubi aleyhim ve dallindir.
Kim din gününe inanmazsa, o mağdubi aleyhim ve dallindir.
Kim Allah’ın din gününün sahibi olduğuna inanmazsa, o mağdubi aleyhim ve dallindir.
Kim sadece Allah’a ibâdet etmez ve ondan yardım istemezse, o mağdubi aleyhim ve dallindir.
Kim Allah’ın nimet verdiklerinin yoluna girmezse, o mağdubi aleyhim ve dallindir. Bu ne güzel irtibat!
Medeni Avrupalının, Amerikalının gözünde bir varil petrol, Hıristiyan olmayan milyarlarca insandan daha değerlidir. İşte böyleleriyle aynı safta olmamak için ‘Gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil’ diyoruz.
Lânete uğrayanlar (Yahudiler) Allah’a iftira ettiler. Peygamberleri öldürdüler, tamahkar, cimri ve korkaktırlar.
İnsanlar vardır, fenalık yapmaktan hoşlanırlar. İyilik yapamazlar, iyilik yapanları sevmezler. Küfürbazdırlar, kabadırlar. Kıskanç ve bencildirler. Bunlardan sakınmak gerekir. Bunlar namuslu ve dürüst insanları kirletmek veya kirli göstermek için ellerinden geleni yaparlar.
Mutlu insan göremezler, kıskanırlar ve mutlu ailelerin yuvalarını bozmak için her türlü yalana, fitneye tevessül ederler.
Her şeyle alay ederler. Yalandan sakınmazlar. Yarı okumuş oldukları için kendi kendilerini âlim addederler. Her şeyi bildiklerini iddia ederler. En büyük mutlulukları masum ve ümitsiz insanlara ümit vererek onların beklentileri ile alay etmektir.
İmam Fâtiha’nın sonunda ‘veled’dallin’ dediğinde istediğin duâyla Allah’tan yardım iste. O an duâların kabul edileceği anlardandır. O anda gaflet etmeyip kalpten duâ etmek lazımdır. (Mücahid, Hilal ibni Yessaf)
Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi de dünyadaki ilk isyandır.
Bâtıl şeyleri iyice tasvir safi zihinleri idlâldir.
Çoğu insanlar kör bir testere gibi kalplerini mantıklarına sürte sürte paramparça ederler.
Akılsız kişi para kazansa bile yerinde sarf edemez.
Felsefeyi vahye tercih edenler, aklı aklın yaratıcısına tercih etmiş olurlar.
Münazara tefrikayı, tefrika kuvvetten düşmeyi netice verir.
Muaz b. Cebel ırçılık yapan kimseyi yakasından tutup Resûlullah’a götürüyor. Resûlullah hutbe okuyor. ‘Araplık ne ananızda ne babanızda vardır, Araplık dildedir’ buyuruyor.
İslâmi ilimleri keyfi olarak bırakanların Allah keyfini kaçırır.
Güler yüzlü olmayanın, insanların itimadını, sevgisini kazanması zordur. Cömert olmayan, vermekten hoşlanmayan, insanların sevgisini kazanamaz. Sırf Allah rızâsını gözetmeyenin, yaptığı hizmetlerde insanlardan takdir veya maddi bir karşılık bekleyenin ihlâsı zedelenir. Allahü Teâlâ da ihlâssız kimseyi muvaffak kılmaz.
En akıllı kimse takvâ sahibi olandır. En ahmak ise fitne fesat çıkarandır.
Yoktur!
Edebi olmayanın, ilmi yoktur.
Korku ve iffeti olmayanın hakka yakınlığı yoktur.
Zekat vermeyenin namazı yoktur.
Hayası olmayanın imanı yoktur.
Yalancı ve hainin dostu yoktur.
Menfaatperestin onuru yoktur.
Farzı terk edenin nafilesi yoktur.
Nankörün vefası yoktur.
Haram kazancın bereketi yoktur.
Huysuzun akrabası yokutur.
Acelecinin rahatı yoktur.
İmansızın hiçbir şeyi yoktur.
İnsan enam derekesine düşer. Orada da barınamazsa şeytan derekesine düşüp akide ve ahlâkı bozmaya çalışır.
Bozulduğu zaman insandan daha fena bir yaratık yoktur.
Fitnenin büyüğüne küçüğüne bakılmaz. Büyük tomruklar küçük yongalarla tutuşturulur.
İnsanı küçük düşüren sebebler:
• Her türlü sınırı aşmak, her konuda ifrat ve tefrit insanı küçük düşürür.
• Sık sık kendinden söz edip, kendini övmek.
• Dedikodu, jurnalcilik, alay, bencillik ve kibir.
• Aşırı şaka, mizah, gevezelik, argo, sövme ve pis dil.
• Âdab kurallarına uymamak.
• Başkasına âit olan şeyi, sormadan ya da râzı olmadığını bile bile almak ve kullanmak.
• Sabırsız, aceleci söz ve hareketler.
• Oburluk, cimrilik, korkaklık, tembellik ve uyuşukluk.
• Aşırı atılganlık, çabuk bozulmak.
• Aç gözlülük, ihmalkârlık ve üşengeçlik.
• Görevini aksatma, sözünde durmama ve randevuya sâdık kalmama.
• Sû-i zan ve horgörü. Verdiğini geri alma.
• Yaşına, cinsiyetine ve inancına uygun olmayan kıyâfetler.
• İçki, uyuşturucu gibi aklı başından alacak şeyler kullanma. Çocuksu hareket ve davranışlar.
• Oynama, rol yapma, abartma ve kaş göz işâretleri.
• Vâveylâ, âh-u figân, kahkahayla gülme veya bağıra bağıra ağlama.
• Dilencilik. Bir günlük nafakası olan kimsenin dilencilik yapması haramdır. Bir hadiste: ‘Kıyâmette, bakırdan tırnaklarla kendi yüzünü tırmalayıp, parçalama cezâsına çarptırılacağı’ vârit olmuştur.
• Târizle dilencilik: Her hangi bir şeyi beğenip, göz koyduğunda, onun hakkında bilgi almaya çalışmak. ‘Nereden aldınız, kaça aldınız? Çok güzelmiş, böyle şeyler benim çok hoşuma gider’ gibi sözlerle hem muhâtabı tedirgin edip, hem de kendini küçültmüş olmak.
• Kalp dilenciliği: Dıştan bir şey söylemeyip, beklenti içinde olmak ve bunu bir şekliyle hissettirmek. Verilen şeylere aşırı memnuniyet göstermek ve tekrar yapılmasını sağlayacak tavırlarda bulunmak. Verilen hediyelere, karşılık vermeyi düşünmemek, ‘bedâva sirke baldan tatlıdır’ tavrı içinde parazit yaşayıp, birilerine yük olmak.
• Yapabileceği işlerden kaytarmak, ihtiyaç olmadığı halde birilerini yardıma çağırmak ve kendinden yardım istendiğinde kaytarmak.
• Başkalarının evinde ev sahibiymiş gibi serbest hareket etmek, izinsiz yemek içmek ve bir yerleri karıştırmak. Ev sahibinin özel eşyalarını kullanmak.
• Misâfirlikte, tuz ve suyun hâricinde bir şey istemek.
• Misâfirlik süresini, kendi arzusuna göre, ev sahibini düşünmeden uzatmak.
• Kendine misâfir gelmesini istemediği halde, üç günden fazla misâfir olmak. Uygun olmadığını bile bile, kendi menfaatini ve rahatını düşünerek ev sahibini rahatsız etmek.
• Üstüne vazife olmayan, gereksiz sorular sormak.
• Dikkatle dinlenmesi gereken yerde lâkayt davranmak.
• İnsanların yatma, kalkma, yemek, dinlenme ve çalışma saatlerini hesap etmeden, olur olmaz saatlerde rahatsız etmek.
• Kur’an’ın bildirdiği yerlerin hâricinde yemek yemek. Nur sûresi 61. Âyette şöyle buyurulur: «Köre güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya da güçlük yoktur ve size de kendi evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya analarınızın evlerinde veya erkek kardeşlerinizin evlerinde veya kız kardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya bakımı için anahtarları sizde bulunan evlerde veya dostlarınızın evlerinde izinsiz olarak bir şey yemenizde bir sakınca yoktur.»
• Birilerinin sırasını, yerini ve seçtiği şeyleri kapmak.
Sapmış ve sapıtan fırkalar,
1- Kitabı tahrif edenler,
2- Münafıklar,
3- Münafıklarla mücadele edenler,
4- Taklit eden ümmi tabaka.
Dalâlet’in Şumulüne Girenler
Gurur, Akıl yürütmek, Nefis, Hevâ, Allah’ın rahmetinden ümit kesmek, Haram, Kötü alışkanlıklar, Taklit-Özenti, Gaflet, Eğlence-gülmek, Boş vakit, İsraf, Cimrilik, Cemaati terk, Zarar-Ziyan, Zulüm-Eziyet- Tahakküm, Kul hakkı, Ayıp, Kötü huy, Kötülüğü yaymak, Bâtıl, Dalanlarla dalmak, Lüzumsuz sözlere dalmak, Lânet.
Gurur (Aldanış)
«O zaman münâfıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar, (sizin için) ‘Bunları, dinleri gururlandırmış (aldatmış; çünkü kendilerinden çok üstün bir ordu ile savaşmaya kalkışıyorlar) diyorlardı. Halbuki kim Allah’a tevekkül ederse (o kazanır)» (Enfâl, 49)
«Hayır! Zâlimler birbirlerine, gururdan başka bir şey vaad etmiyorlar.» (Fatır, 40)
Gurur, boş şeylere güvenerek böbürlenme, aldanma, kibir, kendini boş yere değerli ve yüksek tutma; uydurulmuş bir takım şeyler yüzünden aldanma, yanılma, aldatma manalarına gelen bir kelimedir.
Âyet-i Kerime’de: «(şeytan) Onlara söz verir, onları ümitlendirir; halbuki şeytanın onlara söz vermesi, gurur (aldatmaca)dan başka bir şey değildir.» (Nisâ, 120) buyrulur.
Şeytan, insanoğlunun zaaflarını tesbit etmekte ve onu bu zaaflarından yakalayarak saptırmaya, azdırmaya çalışmaktadır.
Bir kale nasıl fethedilir? Önce o kalenin gizli kapıları, geçitleri, kale duvarlarının zayıf olan kısımları, kaledeki askerlerin mevcudu, yiyecek, içecek, mühimmat ve asker ile komutanları arasındaki ilişkiler, yönetimden memnun olmayanlar vs. hakkında iyi bir istihbarat yapılır. Sonra elde edilen bu bilgiler değerlendirilir daha sonra da kalenin fethi için plan ve projeler yapılır.
Şeytan da, biz insanları saptırmak, Hak yoldan döndürmek, azdırmak için böyle bir istihbarat çalışması yapmakta ve bizleri en zayıf yönümüzden vurmak için çeşit çeşit hilelerle, vesveselerle planlar yapıp uygulamaktadır.
Kimimizi, makam, mevkiye karşı zaafiyetimizden,
Kimimizi, mal düşkünlüğümüzden,
Kimimizi, şöhret sarhoşluğumuzdan,
Kimimizi, ucub ve kibrimizden,
Kimimizi, haset ve kinimizden,
Velhasıl kelam, her birimizi bir zayıf noktamızdan vurmaktadır.
Aklı başında bir komutanın kalesini düşmana karşı korumak için;
Öncelikle kale duvarlarını tahkim etmesi,
Yiyecek, içecek ve mühimmat takviyesi yapması,
Komuta kademesinde, askerler arasında bir anlaşmazlık varsa onu gidermeye çalışması,
Casusluk yapabilecek, düşmana bilgi sızdırabilecek, fitne ve ikilik çıkaracak karakterde insanlar varsa, onları göz hapsinde tutması,
Sürekli istişare etmesi,
Merkezi sürekli bilgilendirmesi,
Askerlerine ve halka sürekli moral vermesi gibi çeşit çeşit tedbirler alması gerekir.
Aynı bunun gibi aklı başında bir müslüman da kendi içinde şeytana karşı, şeytana askerlik yapacak, şeytana arka çıkacak güçlere karşı her türlü tedbiri alması ve her türlü hazırlığı yapması gerekir.
Öncelikle kalp, dil ve diğer azalarımız arasında tam bir mutabakat sağlamamız gerekir. Beden ülkesinde; ruh hükümdar, akıl vezir, diğer azalarımız askerdir.
Hadîs-i Șerîfler...
Şeytan; yalan, gadap ve uykuyla insanları kandırır.
Kendi ailesinden başkası için süslenen gururlu kadın, kıyâmet gününde karanlık gibi nursuz kalacaktır.
Ahmak; nefsin arzularına uyup Allah’tan uman, akıllı ise; nefsini deneyip ölüm ötesi için çalışandır.
t
Aldanmışın belirtisi üçtür:
1- Geriye bırakacağı malı toplamak.
2- Kendisini helâk edecek malı toplamak.
3- Kendisini kurtaracak iyilikleri bırakmak.
Bu dünya, dâru’l gururdur (yani aldanma yeridir); aldanmamak gerek.
Kötü bir iş yaptığın halde Allah’ın sana iyi muamele etmesi, buna bakarak ‘Sürçmelerim, yanlışlarım müsâmaha ile karşılanıyor, Allah (celle celâlühû) bana huzur ihsan ediyor’ diye düşünmek aldanıştır. Oysa bu bir istidraçtır.
Şerlilerin hayırlı sanılması kadar garip bir şey olmaz. S. Sevri
Mevlâm bana dedi ki; sen hiç utanmaz mısın?
Günahlarına bakmamdan, hiç sıkılmaz mısın?
Dedim ki; merhamet buyur ey Mevlâm!
Senin bol ikrâmındır, beni aldatan.
Dünyayı âhirete tercih eden, nefsinin arzularına uyan, kötü hile kuran, hâinlik yapan, zevk ve sefahate dalan aldanmıştır.
Bilgi çokluğu, amel fazlalığı sebebi ile gurura kapılan mârifet ehli değildir. Çünkü şeytan da hayli bilgi sahibiydi. Mantık oyununu ilk önce o kullandı.
Bir kimse, üç şeyi, üç şey olmadan iddia ederse, bil ki, şeytan onunla eğleniyor:
1- Dünya sevgisi içinde, Allah zikrinin tadını anlatan.
2- Nefsine darılmadan, Allah’ın rızâsını söyleyen.
3- Övülmeyi sevdiği halde, ihlâslı olduğunu iddia eden.
Bir insanın, iyiliklerini hatırlayıp, günahlarını unutması gurûrundandır. Bilâl bin Sad
Vallâhi dünyadan âhirete bir dinar dâhi götüremezsiniz. Bizden öncekilerin bıraktığı gibi biz de dünyayı bırakıp gideceğiz. Onlar da, sizin şimdi dünya için çekiştiğiniz gibi çekişmişlerdi. Ve sizin aldandığınız gibi aldanmışlardı. Dininizi, dünyânızı sizin gibi helâk etmişlerdi. Ebû Mesud el-Ensâri
Âdemoğlunu aldatarak mağrur eden ve endişe veren şeyler: Kuruntu, dünya ve şeytan.
Aldanmışlar
1- Kötüyü iyi görenler: Haram servet ile câmi yapıp süslemek gibi.
2- Yaptıkları işlerin kendi namlarına mı, yoksa Allah rızâsı için mi olduğunu aramayanlar: Halkın teveccühüne mazhar olup, mevkii kazanmak için vaaz eden vâizler gibi.
3- Mühim olmayan bir şeyi, ehemm üzerine tercih: Namaz huzurunu bırakıp, mahrece önem vermek gibi.
4- Nâfileyi farz üzerine takdim edenler.
5- Özü bırakıp, kabukla uğraşanlar.
Yarasa güneşi görmez. Görüyorum dese bile gördüğü güneş değildir.
Beni bir kez aldatırsan, yazıklar olsun sana
İkinci kez aldatırsan, yazıklar olsun bana!
Akıl Yürütmek
Akıl, insana verilmiş mânevi kuvvettir. Kimileri bu akıl gücünü ve yeteneğini iyi yolda kullanmazlar. Özellikle evrendeki yaratıklara bakıp, yaratıcıyı idrak etmezler. Ya da onun huzurundaki konum ve durumlarını düşünmezler, akıllarını kullanıp kendilerine faydalı olacak ve onları kurtaracak işler yapamazlar.
‘Sizin en akıllınız Allah’tan en çok korkanınızdır’ Allah, adâleti gereği, herkese büyük nimet olarak aklı ihsan buyurmuştur. Bu nimetin taksiminin adil olduğunu herkes kabul etmiş durumda; çünkü hiç kimse kendi payından şikâyetçi değil!..
Akıl, çok kıymetli bir cihaz. Sahibi ona kaliteli hammaddeler getirirse, çok güzel neticeler elde eder. Hammaddesi bozuk olan, çok büyük zarar ve tehlikeye girer. Allah (celle celâlühû) aklı, koyduğu kanunları kavrasın, gönderdiği hükümleri ve buyrukları anlasın diye vermiştir. Ama akıl, akılsızlık eder ve Yaratıcısına isyan edip kendi kanun ve tüzük çıkartmaya ya da nefsin emrinde çalışmaya koyulursa, kendini tehlikeye attı, derbeder etti demektir.
Vahye dayalı ilimlerden nasip almamış bir akıl, sâhibinin başında yılan gibidir, cenneti cehennem yapar. Oysa Mevlâna ‘Ey akıllı! Sakın aklın başına gelince pişman olacağın bir sarhoşluğa düşme; aklını Hz. Muhammed’e kurban et!’ diye sesleniyor. Çünkü bilgisiz, tecrübesiz ve rehbersiz bir akıl, bir iş beceremez.
t
Akıllının uyku ve yemeği ne güzeldir. Onlar, nasıl olur da ahmakların uykusuzluğuna, cehd-ü gayretine aldanırlar? Hadîs-i Şerîf
Lokman hekim der ki: Akıl on hasletle kemal bulur.
1- Kibirden emin olup, olgunlaşma istidadı göstermek.
2- Dünyadan ihtiyacı kadarını alıp, fazlasını infak etmek.
3- Tevazuyu, şeref ve zûlden daha fazla sevmek.
4- Hayatı boyunca ilim talep etmekten bıkmamak.
5- İhtiyaçlarını gidermeyi küçümsememek.
6- Başkasının yaptığı iyiliği büyütüp kendi iyiliklerini azımsamak.
7- Kişiyi , hayırla anılmasını sağlayacak işlerle meşgul olmak.
8- Bütün dünyadakileri kendinden üstün görmek.
9- İnsan, kendinden üstün daha birilerini görünce sevinip, ona erişmeyi temenni etmek.
10- Kendinden kötüsünü görünce ‘umulur ki o kurtulur; ben helâk olurum’ demek.
Neyin olabileceğini araştırmak, neyin olamayacağını araştırmaktan bin kat daha kolaydır.
Akıl yorulmazsa akıl olmaz, sormazsa kâmil olmaz.
Saadet-i ebediyyeye kavuşmak için çok engeller var. En büyük engel, akla, nefse tâbi olmaktır.
Her insanın aklını beğenmesi, bir bakıma nimet, bir bakıma nikmettir.
Akılsızlar; hırsızların en zararlılarıdır. Çünkü zamanınızı ve neşenizi çalarlar. Yaptıkları yanlış işlerle moralinizi bozarlar. Ahmak ile düşüp kalkmak, uğursuz bir iştir.
Bir kimsenin nefsinin istek ve arzuları galip gelirse, aklı gizli kalır. Ebû Ali Cürcânî
Akıl, yanılıp sürçünce ateşini kaybeder, gözyaşı donar akmaz! Sağlam ve sabit olunca, sahibi öğütleri daha iyi anlar, içi yanar, dertlenir ve ağlar. Amr b. Zerr
Akıl düşünceyi üretir, düşünce aklı eğitir.
Eflatun, felsefecilerin reisidir, Îsâ'nın bi'seti devletine kavuştu, ama onu tasdik etmedi. Cehâleti sebebi ile sandı ki; kendisinin ona ihtiyacı yoktur. Böylelikle, nübüvvet bereketlerinden bir nasibe nail olamadı. İmâm-ı Rabbânî
Kullanmıyorsan aklım var deme.
Dinî hükümleri kendi aklıyla anlamak ve aklı ona rehber etmek isteyen, peygamberliğe inanmamış olur. Onunla konuşmak akıl işi değildir. İmâm-ı Rabbânî
Akıl ile yürek çelişkiye düşerse, beden tökezler.
Uhrevi bir gayeden yoksun olan kişinin akıllılık iddiası, bir yalandan ibarettir. Vehb b. Münebbih
Mutezile denen sapık fırkanın doğru yoldan ayrılmasına sebep, Allahu Teâlâ’yı akıl ile anlamaya, her şeyi akıl ile izan etmeye çalışmalarındandır.
Akıllar, mesleklere göre taksim edilmiştir. Aklına güvenen mahrum kalır.
Aklın terbiyesi ilme bağlıdır. Onun için vahye dayalı ilimleri öğrenmek her mümine farzdır. Akıl ilimle kuvvetlenince, sahibine daima olan biten işlerin nereden, hangi yollardan akıp geldiğine delil olur. Her hadisede Allah’ın (celle celâlühû) iradesini ve kudretini sezdirir. Onun rızâsı için çalışmayı sevdirir. Bu nedenle ihsanı ilâhinin en hayırlısı akıl, afetlerin en zararlısı cehildir.
Yarım akıl kurnaz olur, eksik akıl yalancı olur, yamuk akıl şeytan olur.
Hoşlanmadığı bir kimseden kurtuluncaya kadar güzel geçinmeyen kimse, akıllı sayılmaz. M. b Hanefiye
Hz. Ömer, Ubey b. Kâ’b ve Ebû Hureyre, Resûlullah’ı (sav) ziyâret ettiler ve:
– Yâ Resûlallah! İnsanların en âlimi kimdir?
– Akıllı kişi.
– Ey Allah’ın Resûlü, insanların efdali kimdir?
– Akıllı olan kişi.
– Kişiliği tamamlanmış, fesahati ortaya çıkmış, kazancı iyi, mertebe ve makâmı büyük olan kimse akıllı kimse değil midir?
– Akıllı kişi ancak dünyada müttaki olan kişidir. Aşağı tabakalarda olsa bile, buyurdu.
Nefis
«(Kötü duygularını) hevâlarını tanrı edinen, bilgisi olduğu hâlde Allah’ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola
eriştirebilir? Hiç düşünmez misiniz?» (Casiye, 23)
Şimdilerde çok duyduğumuz bir laf; ‘Çok nefis bir yemek, çok nefis bir yer, çok nefis eğlendik’... Âdeta bu sözler şımarık nefsin hezeyanı, tezahüratı. Kendi azdığı gibi; birilerini de azdırıp arzuların, hevânın tutsağı etmek, ebedi mutluluğunu yok etmek ister. Nefsin getirdiği sefaleti, rezaleti anlamak için Cehenneme gitmek, oradan seyretmek gerekmez; daha dünyadayken açık olarak görülmekte. Nefisperestler rezaletlerini kendileri haykırıyor ‘Şeytana uydum bir kere, perişan oldum bin kere’. Nefse uyan, zevke düşen her hangi birini takip etseniz, sonunda nasıl derbeder olduğunu görmeniz uzun sürmez.
Kötü alışkanlıkları tek tek saymaya gerek yok. Neticelerini hep beraber seyrediyoruz. Çok basit görülen bir sigara alışkanlığı çoğu kez gırtlakların kesilmesi, ciğerlerin iflas etmesi gibi acı âkıbetlerle son buluyor. En iyisi yol yakınken dönmek.
Nefsine zor gelen, hakkında hayırlıdır. Hadîs-i Şerîf
İçinizde gizli olan düşmanı anlatsam yiğitlerin ödü patlar, akıllıların aklı mahvolurdu. Ne gönüllerinizde duâ edip yalvarmaya, ne oruç tutmaya, ne de namaz kılmaya kuvvet bulamazdınız.
Nefisle harp etmek, en güzel cihattır. Nefsini sabretmeye alıştırabildiysen, ona zaferlerini müjdele. Hz. Ali
Nefsini günahtan, kötü ahlâktan korumayan kimseye ilim fayda vermez. İmam Şâfii
Nefis yemekler mideden bağırsaklara geçtikten sonra, insan bunlardan nasıl nefret ederse, insan ölüm anında da, dünyalıktan bu şekilde nefret eder. İmam Gazali
Nefsin istirahatı, ümitsizliğe işârettir. Hayra niyet edince acele et ki, nefsin seni yenip de niyetinden caydırmasın. Hz. Ali
İnsanların kadir ve meziyette yüce olanları, kendi nefislerinde fazilet ve üstünlük görmeyenlerdir. İmam Şafiî
Nefis üç köşeli dikendir, ne türlü koysan batar. Mevlâna
İyi yaşamak istersen, nefsine uyma. Nefsinenuyan mahvolur
Nefsini kınamasını bilen onun hile ve mekrini bilir.
İsyanınız nefsinize, itaatiniz Rabbinize olsun.
Muhataplarınız sizin aynanızdırlar. Siz nasılsanız onlar da öyle veya benzer tutum içinde olurlar. Çevrenizle bir geçimsizlik ve intibaksızlık söz konusuysa, kafanızı ellerinizin arasına alıp kendi kendinizle hesaplaşma (otokontrol) zamanı gelmiş demektir.
Nefsi en iyi şu dört şey terbiye eder: Susmak, açlık, yalnızlık ve uykusuzluk. Feriduddin Attar
Sâlih bir kişi için en kötü şey, nefsine kolaylık göstermektir.
İnsanların en zayıfı, nefsani arzularından el çekmede aciz kalandır. En güçlüsü de, bu arzuları terk etmeye güç yetirendir.
Göğsü yakut ve safir, kapıda bir misafir
Sordum ‘kimsin, nesin sen?’, nefis isimli o kafir. (N. Fazıl)
Hevâ
«Bilmeyenlerin hevâlarına uyma.» Casiye, 18
Hevâ ve nefse uymak; kendi şahsî istek ve arzuları peşinde gitmek sûretiyle Allah’ın istemediği tarafa yönelmek, nefsin şer’i bir gerekçe olmaksızın, zevk duyduğu ve lezzet aldığı şeylere karşı eğilim göstermesi anlamına gelir. ‘ehva’ kelimesi şehvete dayanan, sapıklığa çağıran görüş demektir.
Cinsellikte, yemekte, müzikte aradığımız tam tatmini bulamayız. Çünkü maddi zevkler tanıtım için yaratılmıştır, ruhları doyurmak için değil. Bu yanlış arayış zihinsel yeteneklerimizi tahribe, başarı arayışlarını terk etmeye, geleceğimizi karartmaya yol açar.
İnsanda hem ruhani yön, hem de cismani yön vardır. Ona akıl ve şehvet verilmiştir. Eğer aklı hevâsına üstün gelirse, meleklerden üstün; nefis ve hevâsına mağlup olursa, hayvanlardan daha alçak ve aşağı olur.
Ruhlarımızı ihmal ettiğimizde tüm zevk arayışımız maddi unsurlarda toplanır. Bedenin zevklerine düşkün olup, bütün gayretini yalnız yiyip içmeye verenler, hayvanat ufkuna düşmüş olur. «...bunlar hayvan gibidirler, hatta daha da sapık ve şaşkındırlar.» (A’raf:179) Ya öküz gibi ahmak, ya hınzır gibi boğaz düşkünü ve köpek gibi saldırgan, yahut da deve gibi kinci veya arslan gibi kibirli, yâhut da tilki gibi hilekâr veya bütün bu kötülükleri nefsinde toplayan bozguncu bir şeytan olurlar.
İmam-ı Gazali’nin deyimiyle şehvet, hınzırı temsil eder. Ona itaat edilirse, utanmazlık, pis tabiatlılık, hırs, zillet, çekememezlik, riyâ, tesettürsüzlük, maskaralık, boş işler ve benzeri kötülükler meydana gelir.
Ümmetim için en çok korktuğum şey hevâ ve uzun emeldir; hevâ haktan alıkoyar, uzun emel ise âhireti unutturur. Hadîs-i Şerîf
Sizden birisinin hevâsı, benim getirdiğim şeye tabi olmadıkça, îmân etmiş sayılmaz. Hadîs-i Şerîf
Belâların hepsi, insanın hevâ ve isteklerinden çıkar.
Aklını başına al da, bu ilim yükünü, hevâ ve heves için taşıma. Tâ ki, içinde ilim amberi göresin. Tâ ki, ilim atına binesin, omzundaki ağır yükten kurtulmuş olasın.
Hevâsına uyan, Hâviyeye yuvarlanır.
Hevâya bağlanmak; iman ve ibâdetin tam tersidir, iman kapısının kilididir.
Kim dinini ayağa düşürmez, uygular ve üstün tutarsa, Allah da onu üstün tutar (şerefini ayaklar altına almaz). Kim de kendini düşünür ve üstün görürse, dinini rencide eder, dinin kendisi hiçbir zaman alçalmaz. Kim kendi şehevi arzularını doyurursa dinini zayıflatır. Kim de dinine gereken önemi verirse, dini de onu güçlendirir ve onun karakterini rencide etmez.
Oruçluyken gördüğü bir şeye tutkuyla bakmak gizli şehvettir.
Hevânın kapıları (azgınlık ve fesadın sebepleri):
1- Kıskıvrak pençesi altına alan bir cimrilik.
2- Peşinde dolaşıp seni sürükleyen bir nefis.
3- Kendini beğenmek.
4- Belâya karşı az sabırlı olmak.
5- Nimete karşı az şükretmek.
Hevâ ile hevesi kendine vezir tayin etme ki, mübarek ruhun namazdan geri kalmasın. Hevâ ile hevesten sakınınız. Çünkü hevâ ile heves, sahibini kör ve sağır eder.
Hevâ ile heves, şerler üzerine serilen hasırdır.
Üstaz Muhammed eş Şafii çocuklarına şu tavsiyelerde bulunur:
Ey oğulcuğum! Dini dünyaya uydurmak mutsuzluğun başlangıcıdır. Hevânın dine uydurulması ise saadetin, mutluluğun başlangıcıdır.
Dinini, hevâna tâbi kılmaktan sakın ha sakın! Kim dinini hevâsına tâbi kılarsa ziyan etmiş demektir. Kim de hevâsını dinine uydurursa kâr etmiş demektir. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle demiştir: ‘Sizden birisinin hevâsı, benim getirdiğim şeye tâbi olmadıkça, îmân etmiş sayılmaz’
Tam bir akıl, olgun bir bilgi sahibi hevâsına tâbi olmaz.
Derviş bağrı taş gerek, gözü dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek, sen derviş olamazsın,
Mevlâyı bulamazsın. (Yunus)
Allah’ın Rahmetinden Ümit Kesmek
«De ki: Ey kendileri aleyhine israf eden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayanın, çok esirgeyenin ta kendisidir.» (Zümer, 53)
Ümitsizliğin oluşturduğu gevşeklikten son derece uzak durup gayreti elden, umudu gönülden, ibret almayı gözden ırak etmemeliyiz. Şom ağızlı insanların yapamazsın edemezsin, yaşın geçmiş, gücün yetmez gibi sözlerine aldırmayıp kafaya takmadan üzülmeden sessiz ama hızlı, gayretli ama riyasız, sebatlı ama inatsız hedefe doğru koşmalıyız ‘Yürüyerek gelene ben koşarak gelirim’ buyuran Rabbu’l Âlemin, koşarak gelene kim bilir nasıl yaklaşır? Bizim ulvi konularda başarılı olmamız hususunda şöyle beyan buyurmuş «Gevşemeyin, üzülmeyin üstün geleceksiniz.» (Âl-i İmran:139)
Beni İsrail, birinin ölümü ile bayram ederken, Cenâb-ı Hak Mûsa (as)’a o kimseyi kuyudan çıkarmasını ve namazını kılmasını emretti. Mûsâ (as), bunun hikmetini sordu:
- Ey Mûsâ! O kulum, kavminin zannettiğinden daha beterdi. Fakat, ölüm sarhoşluğu geldiğinde bana kalbinden teveccüh etti. Bana münâcatla arzuhâl verdi: ‘Ey izzet ve Azamet sahibi Allah’ım! Ben, bütün fenalıkları yapardım, fakat, yapanları sevmezdim. Ya Rabbel Kerim! Benim elim hiç hayra uzanmadı, fakat, iyilik yapanları severdim. Eğer beni cehenneme attığında hınç alacaksan, at yanayım. Ben fakir kulunu cennetine koyduğunda öbür kullarına dar gelecekse, koyma beni.’
Ben onu ve o kulumun üzerinde namaz kılanları hepsini de affettim.’
Haram
Yapılması ve yenilmesi dinen kesin olarak yasaklanmış olan şeye haram denir. Buna göre haram olan şeyler sayılı ve sınırlı olup, bunun dışında kalanlar helâldir. Haram iki çeşittir:
1- Bizzat Haram (Haram liaynihi): Bizzat kendisinde kötülük sebebiyle baştan itibaren temelden haram kılınan şeydir. Zina, hırsızlık, adam öldürmek… gibi. Bu tür haramları işleyen kişi günahkar olur ve âhirette cezaya çarptırılmayı hak eder.
2- Dolaylı Haram (Haram liğayrihi): Aslında meşru ve serbest olduğu halde, haram kılınması gerekli olan geçici durumdan dolayı haram kılınan şeydir. Çalıntı mal gibi. Şöyle ki ekmek helâl kılınmış bir nimettir. Ancak başkasına âit olduğu ve sahibinin izni olmadan alındığı için haram olmuştur.
Bir şeyi helâl yapan da, haram kılan da Allah’tır. O hiç kimseye haram kılma yetkisi vermemiştir. Konunun önemine binaen İslâm âlimleri, hakkında haram olduğuna dair kesin bilgi olmayan hiçbir şeye haram dememiş, ‘hoş değil, mekruhtur’ gibi sözleri tercih etmişlerdir. Yüce Allah (celle celâlühû) Kur’ân-ı Kerimde şöyle buyurmaktadır: «De ki: Allah’ın (celle celâlühû) kulları için yarattığı süs ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyâmet gününde müminlerindir. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.» Araf, 32
İslâm dininin bir şeyi haram kılışı bir çok hikmete dayanır. Dinin emir ve yasakları, kulun Rabbi karşısında ciddi bir sınav verişi anlamını taşıdığı gibi, emrin tutulmasının, yasağa uyulmasının kullara yönelik dünyevi ve uhrevi birçok yararı vardır. Zaten bu ilâhi adaletin tabi bir sonucudur.
Hadîs-i Șerîfler...
Sakın haram veya haksız mal biriktirene imrenme. Şüphesiz ki o, bu malı tasadduk ederse kabul edilmez. Elinde kalan ise cehennem azığı olur.
İpek giymek ve altın kullanmak, ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına helâldir.
Kim zarla oynarsa, şüphesiz Allah ve Resûlüne isyan etmiş olur.
Tavla oynayıp sonra kalkıp namaz kılanın hâli, irin ve hınzır kanıyla abdest alıp da, kalkıp namaz kılan gibidir.
Ümmetimden öyle insanlar olacak ki, zinayı, (erkekler için) ipeği, sarhoşluk veren içkiyi ve çalgıları helâl kabul edeceklerdir.
İçinde köpek veya resim olan eve, rahmet melekleri girmezler.
t
Haramdan biten her ota, ateşin dokunması evlâdır.
Haramla aranıza helâlden bir sütre (engel) koyun. Kim bunu yaparsa, dinini ve ırzını tebrie etmiş (temize çıkarıp kurtarmış) olur. Kim de (arada bu sütre olmadan) oralarda dolaşırsa, koruluk kenarında (yasak bölgede) otlayan, her an oraya düşecek koyun gibidir.
Beş vakit namazı kıldıktan sonra çalışıp helâl kazanmak her müslümana farzdır.
Kim içki satarsa, hınzır kasaplığı da yapar. Haramdan bir mal kazanıp da onu elinde tutar ve onunla hayır işlerse o hayır, kabul olmaz. Onu sadaka verirse sadaka da kabul olmaz. Onu sırtı üzerine vurup cehenneme çeker.
Yasak lezzetler şeytanın yularıdır. Kim şeytanın yularına yapışıyorsa, onun kulu olacaktır.
Hangi bina zayıfların gücüyle yapılmışsa, âkıbeti harap olmaktır. Hangi mal da haram yoldan kazanılmışsa, kazananın âkıbeti fakirliktir.
Kalbi perdeleyen her sevgi haramdır. Aklı perdeleyen her içki haramdır. Bedeni perdeleyen her uyuşturucu haramdır.
Müslümana ait olan her şey, müslümana haramdır; kanı, ırzı ve malı.
Haram olan süslenme: Şöhret, kibirlenmek, başkalarının dikkatini çekmek, kadın olan, olmayan misafirlerin bakışlarını üzerine çekmek. Mahrem olmayanlara kokusu yayılan koku sürünmek. Mahrem olmayanların önüne çıkmak.
Biz, harama düşmek korkusuyla helâlin de onda dokuzunu terk ederdik. Hz. Ömer
Kalbin hırs için sandık, karnın haram için küp olmasın. Çünkü halkın helaki bu iki şeyle, kurtuluşu da, bunlardan korunmakladır. Hatim Rai
Her haram, içki gibi sarhoşluk verseydi, hiç kimseyi ayık göremezdin. Mevlânâ
İçinizden biri şu direk hâline gelinceye kadar ibâdette bulunsa, midesine girenin helâl mi haram mı olduğunu düşünmedikçe, Allah onun bu ibâdetini makbul saymaz. Vehb b. Verd
Haram Lokma
Araştırmadan eline geçen her şeyi yiyene cehennem vardır. Hadîs-i Şerîf
Bir kimse ki, yediğini ve içtiğini nasıl elde ettiğini düşünmez, Allah (celle celâlühû) ona rahmet nazarı ile bakmaz. Cehennemin hangi kapısından girerse girsin, aldırmaz. Hadîs-i Şerîf
Bu devirde doyuncaya kadar helâl nimetlerden yenmesi çirkindir. Peki karınlarını haramdan doyuranların hâli nasıldır!
Haram lokmadan hased, hile, cehâlet ve gaflet husule gelir.
Haram para ile sadaka veren, câmi ve hayrat yaptıran, elbiseyi idrar ile yıkayana benzer ki; daha çok pislenir. Elbise ancak su ile temizlenir. Günahlar ise, ancak helâl yemekle örtülür. Süfyan-i Sevri
Köpek bile önüne lokma atılınca önce koklar, sonra yer. Mevlânâ
Hâlis helâl, kazanırken Allah’a âsi olunmayan ve şeriat hükümlerine riâyet edilerek elde edilen maldır.
Haram yemek: Dünya ile uğraştırır, hatâları sevdirir, kalbi öldürür.
Haram yiyenlerin yedi azası istese de, istemese de günah işler. Helâl yiyenlerin bütün bedeni ibâdet eder.
Şüpheliden Kaçınmak
Fadıl Oğlu Şeyh Muhammed, talebe iken çarşı yemeği ve ekmeği yemezdi. Babası köylü idi. Cumâ günleri oğlunun bir haftalık yemeğini getirirdi.
Bir gelişinde babası, oğlunun odasında çarşı ekmeği gördü. Oğlu ile konuşmadı. Oğlu özür beyan etti: ‘Ben almadım. Arkadaşım aldı, ben râzı değilim’ dedi. Babası, ‘Eğer sen vera ve takvâ sâhibi olup şüphelilerden sakınsaydın, arkadaşın buna cesâret edemezdi. İlim öğrenen vera’ya riâyet etmezse câhiller arasında kalır’ dedi.
Kötü Alışkanlıklar
İnsan kelimesinin bir anlamı da ‘alışan’ olduğu için; iyi kötü demez, devam ettiği her şeye alışır.
Bilgiler inancı, inanç eylemi, eylem alışkanlıkları, alışkanlıkların da karakterleri oluşturduğu tesbit edilmiştir. O halde iyiyi, doğruyu, güzel olanı alışkanlık haline getirmek için eğriyi doğrudan, iyiyi kötüden, günahı sevaptan, haramı helâlden ayıracak kadar ilme sarılıp temyiz gücünü elde etmemiz gerekir. Sadece bilip öğrenmek de yeterli olmaz; iradeyi, imanı güçlendirmek gerekir. Kötü ortamlardan, kötü arkadaştan, kötü reklamlardan, kötü sahnelerden şiddetle kaçınmak gerekir. Aksi halde alışkanlıklarımız bizi esir eder, bağımlı eder, perişan eder, derbeder eder, çirkefin çıkmazına sokar da, çıkamayacak hale geliriz.
Hadîs-i Șerîfler...
İçki içenlerle oturmayın, hastalarını ziyâret etmeyin, cenâzelerinde de bulunmayın. Şüphesiz içki içen, kıyâmet günü kızartılmış, dili göğsüne sarkıtılmış, salyası karnına akarak gelecektir. Her gören ondan tiksinecektir.
Dünyada şarap içene Allahu Teâlâ siyah yılanların ve akreplerin zehrinden öyle bir şerbet içirir ki, içmeden evvel yüzünün etleri içtiği kaba düşer. İçtiğinde ise, etleri leş gibi kokuşur. Mahşer halkı ondan eziyet duyar. Şarap içmekten tevbe etmeden ölene, dünyada iken içtiği her yuduma karşılık cehennem irinlerinden bir şerbet içirmesi, Cenâb-ı Hakk üzerine bir hak olur.
t
Alışkanlıklar ya en iyi hizmetçidir, ya en fena efendi. Bilge kişi zevk aramaz. Başını derde sokacak dünyalıktan uzak durur.
Kumar fenalığın oğlu, zulmün kardeşi, belanın da babasıdır.
İçkide korkaklık ve utanç vardır. Ne yazık ki onda cesaret ve güven aranır.
Akıllı adamın içkisi sudur.
Bir alışkanlık pat diye pencereden atılamaz. Onu diller dökerek yavaş yavaş merdivenlerden indirmemiz gerekir.
Barutu ateşten, gençleri de kumardan uzak tutun.
Alışkanlığın zinciri önce hissedilmez. Ama sonra kırılamayacak kadar güçlü olur.
Bir tek alışkanlık bir çok alışkanlıklardan daha tehlikelidir.
Kötülüklerin içine kolay girilir fakat zor çıkılır.
Bir esrar içicinin en büyük zevki bir başkasını da esrar içirmeye alıştırmaktır. Kanmayın.
İnsanlar en büyük zararı alkolden görmüşlerdir.
Çağımızdaki kötü alışkanlıklardan kurtulmanın tek bir yolu vardır. O da inanç, eğitim ve tehlikeyi önemsemektir.
Alışkanlıklar terk edilmezse zamanla ihtiyaç haline gelirler.
Bir kuyuya bir damla olsun şarap düşerse, onun yerinde de bir minare yapılsa, ben o minarede ezan okumam. Yine bir denize bir damla şarap düşse, sonra deniz kurusa ve orada otlar bitse, o otu yedirmek için hayvanlarımı orada otlatmam. (Hz. Ali)
Taklit - Özenti
Tahkik: Bir şeyin ne olduğunu, doğru olup olmadığını anlamak için yapılan araştırma, soruşturma. Bir şeyin doğru olduğunu ortaya çıkarma, hakikatini anlayıp bilme.
Taklit: Bir şeyin gerçeğini araştırmayıp sadece şeklinde kalmak ve şekil olarak tekrarlamak. Başka birisinin fikir, görüş ve davranışlarına tahkiksiz uyma, ona şeklen benzemeye çalışma. Tasavvufta hal ve makam ehlinin sözlerini söyleme, fakat huyları ile huylanmama; onlar gibi olgun olmadığı halde olgun görünmeye çalışma.
İtikatta taklitçilik: Müçtehid; kendisinde hikmet, şecaat ve iddetin toplandığı kimsedir. Dört mezhepten herhangi birini taklit etmek câizdir.
Kim bir kavme benzerse o onlardandır. Hadîs-i Şerîf
Taklit, insanı kendinden uzaklaştırıp yapay bir yaşama sokar. İnsan taklide özendi mi, orjinal olmaktan çıkar.
Taklit her iyiliğin âfetidir; sağlam bir dağ gibi olsa bile, saman kadar hafif ve değersizdir.
Kâbe’nin putlarla dolu oluşunun başlangıcı taklitti.
Taklitle insan görünme hevesine saptı mı, amaçlı amaçsız hepsini birbirine karıştırır. İyi bir davranışa karşı olan özenti ise, bundan farklıdır.
Cevherlerine uymak için kendini yontanlar tükenip giderler.
Durmak ölüm, taklit uşaklıktır. Çalışmak ve ilerlemek ise hayat ve özgürlüktür.
Toplumun genelini örnek alarak düşündüklerinin ve yaptıklarının doğruluğuna kendini inandırmak gaflet içindeki insanların en belirgin özelliklerindendir. Bu saçma inanca sahip olan insanlar, kendilerince kimseye zarar vermezler, kalpleri iyilikle doludur ve bu nedenle de sahip olduklarını hak etmişlerdir.
Başkasının yolunda yürüyenler ayak izi bırakamazlar.
Meyiller, uyumuş köpeklere benzer. Onlarda hayır da şer de gizlidir. Güçleri olmadığı için bunlar, odunlar gibi yerlere yatmış susup uyumuşlardır. Fakat aralarına bir leş atıldı mı, köpeklere âdeta ‘hırs sûru’ üflenmiş olur. Sokakta bir eşek düşüp öldü mü, uyuyan yüzlerce köpek uyanır. Gaybda gizlenmiş olan hırslar, yenlerinden, yakalarından baş çıkarır, hücuma koyulurlar. Leş başında her köpeğin kılları diş kesilir. Köpeğin kendisi de hile ile kuyruk sallamaya başlar. Köpeğin belden aşağısı hile, belden yukarısı öfke olur. Şu hali ile köpek odun bulmuş zayıf ateşe döner. Mekansızlık âleminden ona şuleler erişince, alevlenir de ateşi ta göğe yükselir. Bu çeşit yüzlerce köpek de insanın bedeninde yatmış uyumuştur. Bir av olmadığı için onlar, âdeta gizlenmişlerdir.
Bu ne hazin ağaçtır; bütün ufkumu tutmuş
Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş. N. Fazıl
Gaflet
Gaflet, nefisten hakiki mana anlayışının gitmesidir. Nisyan (unutmak) ise, nefiste mana mâlum olduktan sonra silinmesidir.
Bazı büyükler, ‘Gaflet, kalbin uyumasıdır. Kalp uykuda ise, lisanın hareketine itibar olunmaz. Kalp uyanık ise, lisanın sükûtu zarar vermez’ demişlerdir.
Uyanıklık: Allah-u Teâlâ’yı kalbde muhâfaza etmek, hiç unutmamak, O’nun kendisini daima murâkabe ettiğini, görmekte ve hallerini bilmekte olduğunu ve bütün hâcetlerini O’nun gördüğünü bilip düşünmektir.
Bizim için en üstün gâye, Allah’ın rızâsına nâil olmaktır. Cennet, O’nun rızâsına kavuşma yeri olduğu için cennettir. Cehennem, O’nun rızâsından mahrumiyet yeri olduğu için cehennemdir. Öyleyse nasıl kandırabiliyoruz kendimizi? Neye dayanarak? Akıl nasıl ikaz edici olmaktan çıkıyor?
Nefse hitap eden faktörler arttıkça, akıl, bir ihmal mâzereti veya icâzeti üretiyor, irâdede ilk zaaf meydana geliyor. Bir çatlak gibi... Gaflete giden ilk adım, bu. Yani, ‘Böyle de olur, pek bir şey kaybetmeyiz’ demeye başlar. Bütün bunlar mukâvemet gücünün azlığından, dolayısıyla da tefekkür emeğinin harcanmayışındandır.
İki günü bir olan aldanmıştır. Gününün sonu kötü biten lânetlenmiştir. Her gün hayrını arttırmayan noksanlık üzeredir. Noksanlık üzere olanın da ölümü daha hayırlıdır. Hadîs-i Şerîf
İnsanlar arasında öyle duyarsızlar var ki, bedenin yarısı ölse öbür yarısının bundan haberi bile olmaz.
En büyük gaflet, kulun Allah’tan (celle celâlühû) gâfil olması, Mevlâsının emir ve yasakları karşısında ve O’nunla olan muamelesinde edebe riâyetten gâfil olmamasıdır. İbn Atâ
Namahreme bakma! Harama bakmak gaflet verir.
Az yiyip az uyuyun! Çok tefekkür edin, geceyi ibâdetle geçirin. Çok yemek, insanı uyuşuk yapar. Uyuşuk kimse gâfil olur. Gâfil olan mahzun olur. Bu da insanı felâkete götürür. (Ebû’l Vefâ)
Ey gaflet uykusunda uyuyanlar! İyi biliniz ki, sizi yaratan uyumuyor. Hoca Ahmed Yesevi
Nice mutlu görünen kimseler var ki, kaybetmişlerdir. Ve nice kaybeden, kaybettiğinin bile farkında değildir. Acıklı bir duruma düştüğü halde bu halini anlamayanlara yazıklar olsun! Yer, içer, güler, oynar, oysa Allah onu çoktan cehennemlikler içine almıştır. Bilal b. Sa’d
Mârifet ağacı; düşünce ve kaygı suyu ile, gaflet ağacı; cehâlet suyu ile hayat bulur. Ebû Bekir
Dört şeyle imtihan edilenin dört şeyden gaflet ettiğine hayret ederim:
1- Gam ve kederle karşılaşan kimsenin ‘Lâ ilâhe illa ente sübhâneke inni küntü minezzâlimîn’ demeyişine.
2- Kötülükten korkan kimsenin de: ‘Hasbiyallâhü ve ni’mel vekil’ dememesine.
3- Yine insanların tuzaklarından korkan kimsenin: ‘Ben işimi Allah’a ısmarlıyorum. Muhakkak ki, Allah kullarının bütün yaptıklarını görendir’ dememesine.
4- Cenneti arzu eden kişinin: ‘Mâşâallâhü la kuvvete illâ billâh’ dememesine hayret ediyorum.
Üç haslet ibâdet etmekten daha değerlidir: Gaflet uykusundan uyanmak, nefse dilediğini vermemek, Allah korkusundan ağlamak. Ebû Bekir Kettânî
Gaflet kıskançlığı azdırır.
Yarın utanarak başının göğsünün üzerine eğilmemesi için bugün başını gaflet yakasından çıkar. Sadi
Gaflet uykusundan uyanan kimsenin alâmeti dörttür:
1- Dünyevi işlerde kanaatkâr olur; acele etmez.
2- Âhiret işlerinde ise, acele eder, hem de hırsa sarılır.
3- Dini işlerini, ilimle, cihatla yürütür.
4- Halkın işini nasihatle, durumu idâre etmekle yürütür.
Gece gündüz; işte, uykuda ve her şeyde, bir serçenin başını suya sokup çıkarması kadar bir zaman içinde bile Allah’dan gâfil olmadım. Alâaddin Gücdevânî
Tam bir gâfil olmanın delili, bir sürü gâfille oturup kalkmandır. Üzerinde bir gerçek işâreti bulunmayan kimseyle arkadaş olunmaz. Temeli bir hiç üzerine atılanla sohbet edilmez.
Gâfilin üç alâmeti vardır: Sehiv (fazla yanılma), lehiv (fazla eğlenme), nisyan (fazla unutma)’dır. Vehb b. Münebbih
Ahbar-ı Dâvut’ta şöyle geçer: ‘Kimse ile ünsiyet etme. Zira Ben iki kişi ile münâsebeti keserim. Birisi mükâfatının verilmesini geç görerek ibâdetten ayrılan, diğeri de Beni unutarak kendi hâline râzı olandır. Bunlardan yüz çevirdiğimin nişanı, bunları kendi hallerine terkedip dünyada şaşkınlık içinde bırakmamdır.’
Berh kıssasında şöyle deniliyor: Berh, Mûsâ (as)’ın su istediği siyah bir köledir. Allah-u Teâlâ Mûsâ (as)’a:
– Berh benim için çok sevimli bir kuldur. Ancak onun bir kusuru vardır, buyurdu. Mûsâ (as):
– Kusuru nedir, yâ Rabbi? diye sorunca, Allah-u Teâlâ:
– Seher rüzgârı onun hoşuna gider ve ondan zevk alarak onunla huzur bulur. Halbuki beni seven, başka hiçbir şey ile huzur ve sükûn bulamaz, buyurmuştur.
Eğlence - Gülmek
«Yaptıklarının cezası olarak az gülsün çok ağlasınlar.» (Tevbe, 82)
İnsanlar espri budalası oldu. Kaybolan samimiyetin soytarılıkla geri geleceği zannedilerek, herkes soytarı olmak için birbiriyle yarışa girdi. Sempatik görünmek için söylenen yalanların adı ‘Şaka’ oldu. Yalan haberler, yanlış bilgiler verilip, gerçek ortaya çıktığında ‘Şaka yaptım’ diyerek çirkinlikler maskelendi. İnsanlarla dalga geçip, alaya alıp, hor ve küçük görmenin adı da ‘Şaka yaptım!’oldu.
‘Şaka’, zulüm ve işkence aracı oldu. Oysa şaka, yalan ve yanlış söylememek, karşımızdakini incitmemek, doğru olmak şartıyla yapılan söz sanatı ve sağlanan gönül hoşluğudur. Bu da, yerinde, aşırıya kaçılmadan ve sıkça yapılmadıkça güzeldir. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Ben de şaka yaparım, fakat gerçeği söylerim’ buyurmuştur.
Peygamberimiz, çocukların ve hanımların gönlünü hoş etmek için lâtifeler yapardı. Bir keresinde Resûlullah, yaşlı halasına: ‘Yaşlılar cennete giremez’ buyurduğunda, halası mahzunlaşınca: ‘Halacığım, yaşlı olarak değil, gençleşip öyle girerler’ buyurarak, gönlünü almış ve sevindirmişti. Şaka; gönül almak, tebliğ yapmak, gerçekleri meydana çıkarmak, yanlışları düzeltmek için yapılırsa güzeldir. İnciten, kalp kıran, gerçeği gizleyen, gerçek dışı, yalan ve çirkin olan, yapanı basit, hafif ve küçük düşüren, yapılanı üzen, korkutan şaka, azabın ta kendisidir.
Âyet ve hadislere, dini emir ve hükümlere, dilini uzatıp, sonra da ‘şaka yaptım’ demek, insanı iman dairesinden çıkarır.
Bu insana kelime-i tevhid gerekir. İman da, nikâhta ve yalanda şaka olmaz; şakası da ciddi, ciddisi de ciddidir. Elektrik, kendisine şakadan veya ciddiden dokunanı aynı biçimde çarpar. Allah dostlarına şaka yapıp, onları alaya alanlar, aynı biçimde çarpılırlar.
Yaşça, ilimce, rütbece kendimizden büyük ve yüksek olan kimseye şaka yapmak küstahlıktır. Şaka, akranına ve aşağıda olana, incitmeden, üzmeden, aşırıya gitmeden yapılandır. Kendinden küçüklere sıkça şaka yapmak, dinleyende saygıyı, söyleyende heybeti giderir. Güldürmek için şaka yapmak, soytarılıktır, günahtır. Gülmek, kalbi öldürür. Peygamberimiz ağız dolusu gülmez, sadece tebessüm ederdi. Sadaka olan güler yüz, mütebessim çehredir.
Güldürmek için yapılan soytarılıklara, müstehcenlik ve muzırlıklar da eklenip, ar ve hayânın giderilmesine çalışanlar; Peygamberin: ‘Deyyuslar ve fâhiş konuşanlar cennete giremez’ hükmünün muhâtabı olurlar.
Şaka bazen de, ‘Nisan bir’, ‘lâdes’ şeklinde paralı ve kumar şeklinde olur ki, buna cevaz yoktur. Şaka yaparken, ‘Gülerek günah işleyeni, ağlayarak azaba atarım’ hükmünü hatırımızda tutmamız gerekir. Kısaca adına ‘Eşek şakası’ denen her şakadan sakınmak insalık görevi, İslâmın vâciplerindendir. Kaşıyla, gözüyle, diliyle şaka yapıyorum diye alay edenler, sevgiyi, dostluğu yıkmakla kalmıyor, zulmün bir başka türünü deniyor.
İnsanlar asli görevinden uzaklaşıp hedeflerini kaybettikleri vakit canları sıkılır. Bu can sıkıntısı kulluk vazifesini ihmal etmeye verilen peşin ceza olsa gerek «Kim beni hatırlamaz benden yüz çevirirse, ona yaşantısında sıkıntılar verilir.» (Tâhâ:124)
Şaka nâdiren yapılırsa, mübahdır. Devamlı yapıldığında mezmum olur.
t
Çok gülmek ve güldürmenin zararları:
Lüzumsuz lâtifelerden kaçınınız. Çünkü bu, mü’minin zarâfet ve güzelliğini, şan ve şerefini giderir.
• Resûlu Ekrem ‘İnsanları güldürmeye çalışanlar, süreyya yıldızının dünyaya olan uzaklığından daha fazla Allah dan uzaklaşır’ buyurmuştur. Gülmek, kalbe katılık, darlık ve ölüm verir. Ağlamak ise, kalbe genişlik, ferahlık, göze kuvvet, ruha dirilik ve dinçlik verir.
• «Az bir zaman eylenin, zevklenin, dönüşünüz ateştir.» (Zümer:8) ayetini düşünerek bu yanlışlıktan vazgeçmek gerek.
• Kahkaha atmak da, attırmak da şeytandandır. Attığı kahkahalar sayısınca azap içinde feryat edeceğini, Allah’ın ferahlananları, şımaranları sevmediğini, günahlar sebebiyle ve ilerde hazırlanan azabı düşünüp, gülmeyi güldürmeyi terk edip, olgun, vakarlı, düşünceli, kaliteli bir mü’min olmalıyız. Zira bir insanın asıl karakteri, eğlencesi ile anlaşılır.
Tebessüm Allah’dan, kahkaha şeytandandır. Hadîs-i Şerîf
Kullara oyunlarını din, dinlerini oyun edinmek, âyetle yasaklanmıştır. Eğlenceye meraklı insanlar, genelde tembel, pısırık, pasif ve ehl-i keyf tiplerdir. Bizim böyle eğlenceye düşkün olduğumuzu gören düşmanlarımız, eğlence, komedi, magazin, müzik, tv, internet gibi modern tekniklerle hem oyaladılar, hem de küfür boyalarıyla boyaladılar.
Büyüklerimizi aldatıp, dinden, edepten, ahlâktan mahrum ettikleri yetmiyormuş gibi, çizgi filimlere soktukları gayr-ı ahlâki programlarla, yavrularımızın körpe beyinlerini de istilâ ettiler. Gün boyu evden uzak babalar, hasretle evlerine, eşlerine, çocuklarına dönüp, onlarla hemhâl olmak yerine, tv nin esiri olarak hoyratlaştılar. Âilelerde eski sevgi, muhabbet, canlılık kalmadı. Said Nursi; ‘Helâl keyfe kâfidir’ sözüyle insanlığı uyarmıştı.
Gülüyor musun? Belki şu anda kefenin hazır durumda.
Yaptığı işi seven ve zevk alan insan için, vazifesi eğlence sayılır, başka eğlencelere ihtiyaç duymaz.
Âbidin eğlencesi ibâdet, müridin eğlencesi zikir, ârifin eğlencesi fikir, âlimin eğlencesi ilim, sanat erbâbının eğlencesi de kendi sanatlarıdır. Başka eğlencelere ne zamanları, ne de hevesleri vardır.
Müminin ayrı bir eğlencesi de, dine yardım gâyesi taşımalıdır. Meşru şartlar dairesinde, nefsini dinlendirip yeniden göreve başlatmak, ya da gençleri, çocukları kafa-kola alıp çalıştırmak gibi bir hedefe yönelik olmalıdır.
Mikâil (as), cehennem yaratıldığı günden beri hiç gülmemiştir.
Resûlullah’ın (sav) Gülmesi
Çoğunlukla gülüşü tebessüm idi. En fazla güldüğünde azı dişleri görünürdü.
Gülünecek şeylere gülerdi. Onlar ise şaşılan, ender ve seyrek olarak rastlanan şeylerdi.
Boş vakit
İnsanın sahip olduğu en değerli hazinelerden biri zamandır.
Nitekim Allahu Teâlâ, Asr sûresinde zamana, çağa yemin etmiştir. Bu yemin, zamanın Allah katında ne derece önemli bir hazine olduğunu gösterir. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, ‘İki nimet vardır ki, insanların çoğu bu iki nimeti kullanmakta aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit’ buyurmuştur.
Zamanını iyi kullanamayan bir müslümanın başarılı olması mümkün değildir. Müslüman, boşa zaman harcamayan, hatta boşa geçecek zamanı olmayan kimse demektir.
Allah’ın kuluna gazap edeceğinin göstergesi, dünya ve âhirete yararı dokunmayan şeylerle meşgul olması, zamanlarını lüzumsuz şeylerle harcamasıdır. Bir kimsenin ömründen bir saati Allah’ın hoşlanmadığı bir şey ile geçerse, ne kadar pişmanlık duysa yeridir. Bir kimse kırk yaşını geçtiği halde hayırlı işleri kötü işlerinden fazla değilse, Cehenneme hazırlansın. İmam Gazâli
Ömür sermayesini, zâhiri ziynetlere yağma ettirme.
Sizden biri, defteri açılıp da içinin ne dünya ne de âhiretine yaramayan saçma sapan şeylerle doldurulmuş olduğunu görünce, hiç utanmayacak mı? Muhammed b. Sûka
Boş vakit geçirmek nefreti celbeder.
Şu gecenin kapkaranlık örtüsü altında Allah için ameller yapın, ibâdet edin ki, O size acısın, rahmet etsin. Zira gecenin ve gündüzün hayrını görmeyen gerçekten zarara uğramıştır. Gece ve gündüz hayır işlemeyen, iyilikten mahrum olmuştur. Gece ve gündüz, Allah’a (celle celâlühû) ibâdet vesilesi olarak yaratılmıştır. Onlar, kendilerini gaflete gömenler için birer vebâldirler. Amr b. Zer
İbâdet için boş vakit arayıp gecikmek, nefsin ahmaklığındandır. Atâullah
Boş vakitten faydalanmasını bilmeyenin boş vakti olmaz.
Bir âlim, talebesine der ki: ‘Sermâyen, kalbin ve vaktin idi. Kalbini zan ve şüphe kirleri, vesveseleriyle bulaştırıp, vaktini lüzumsuz şeylerle uğraşarak zâyi ettin. Sermâyesini mahveden, nasıl kâr edebilir, söyle bana?’
Boş vakitlerini okumakla değerlendiren kimse, fikir rahatlığını kaybetmez.
En büyük sermaye ömür olduğunu bile bile bu lakaytlık niye? Gerçekten âhirete inanıyorsak nasıl boş vakit geçiriyor, nasıl uykuyla, eğlenceyle, luzumsuz gezip dolaşmalarla vakit geçiriyoruz?
İnsan ömrü dönüş bileti satılmayan seyahat.
Ömür bu kadar kısa iken, amelleri kısaltıp, emelleri uzatma.
Bir gün boyu otur düşün, Hakka yarar var mı işin?
Günah haram budur aşın, yiyip içip oh çekersin
Be hey gafil sen neylersin?
Başın gururla havada, gönlün eğlence sefada
Öldüğün gün musallada, acz ile boyun bükersin
Be hey gafil sen neylersin?
Dünya malı almış aklın, bin hileyle döner çarkın
Bir kafirden nedir farkın? Yalan söyler dil dökersin
Be hey gafil sen neylersin?
İsraf
«İşte böyle israfçı ve şüphecileri Allah (celle celâlühû) sapıtır.» (Ğafir, 34)
İmamı Birgivi, ‘Sefihlere, rüşde erinceye kadar mallarını vermeyin.’ (Nisa-5) âyetini delil alarak, israfı akıl hafifliğinden saymıştır. Nasıl ki çocuklar akılları yetmediği için eline aldığı şeylere cam demez, mobilya demez, bebek demez, nine demez vurar kırar incitir. İşte nefis ve hevâsına düşkün insanlar da zevki, keyfi, tembelliği uğrunda, nice
israflar yapıp sonunda sefalete düşerler ve düşürürler.
Üç şey çok kıymetli ve muhteremdir, kıymeti bilinmelidir; alınteri, gözyaşı, kan. Her israf, alınterine yapılmış bir zulümdür.
Genelde israfı, kendi kazanmamış hazır bulmuş kimseler yapar. Yeni yeni eşyaları atıp yenisini alır. Sıhhatini israf için, paket paket sigaralar tüketir. İçki, uyuşturucu, kumar, oyun ve eğlence uğrunda aklını, sıhhatini, şahsiyetini, ailesini, çevresini harcar bitirir. Aklını ilme, kültüre, tefekküre kullanmayıp ya fitne fesat üreticisi ya da ‘şeytanın çalışma odası’ haline getirir.
İsrafın en acısı, ömrün israfıdır. Âyetlerde sık sık,
«feenna tü’fekun / Nasıl harcanıyorsunuz» (Ğâfir:2) diye ikaz edilir. Gençliğin eğlenceye mahsus olduğunu söyleyenler, ahmaklardır. Gençlik çağı, ilerideki hayatında faydalı olacak iyi alışkanlıkların kazanılma yıllarıdır. Bu yüzden eğlence yerlerine yaklaşmak şöyle dursun, onlara karşı savaşa girişmek, bütün rehâvet ve konfor görüntülerinden uzaklaşmak gerekir. Çünkü sefâhat, sefâletle biter.
t
Gönlünün çektiği her şeyi yemen israftandır. Hadîs-i Şerîf
Dilediğini ye, dilediğini giy. Ancak iki huy seni aldatmasın; israf ve kibir. Hadîs-i Şerîf
İsraf, bir nimeti gereğinden fazla kullanmak, telef etmektir.
İsrafsız kalınacak ev, seni güneşten ve yağmurdan koruyandır.
İsrafsız yemek, açlığı gideren, fakat tam doyurmayan yemektir.
İsrafsız giyecek, avret uzuvlarını örten, soğuk ve sıcaktan koruyandır.
İsrafsız gülmek, sâdece tebessüm ederek, hiç ses duyulmadan olandır. Vüheyl b. Verd
İsraf zillete, manen dilenciliğe ve sefalete sebeptir.
Sözünü ve fikrini ancak yerinde kullan. Her doğru her zaman güzel olmaz. Sözün ve fikrin hedefe ulaşması, ancak yerinde kullanılmasıyla mümkündür.
İsrafçı adam, kendine lâzım olmayanı alır, kendine âit olmayanı giyer, kendine lâyık olmayanı yer. Vehb b. Münebbih
Parayı düşünerek harcamak, yarı kazançtır. Hasan Basri
Sade sudan zerde olmaz, bal kazana girmeyince
Hazır para tez tükenir, arkasından gelmeyince.
Cimrilik
İnsanlar her bakımdan birbirine muhtaç ve birbiriyle yardımlaşmak zorunda. İnsanların birbiriyle yardımlaşıp, birbirlerinin işlerini görmeleri için, Allah bazısının rızkını geniş, bazısının rızkını dar etmiş. Zengini, fakir ve ihtiyaçlı olana vermekle görevlendirmiştir.
İhsan ve ikramdaki gâye, sadece maddi ihtiyaçları karşılamak değil, insanların en çok muhtaç olduğu sevgi ve ilgiyi de temin etmektir. Yakın akrabaları, komşuları, arkadaşları, dostları, faziletli insanları, zaman zaman hediyelerle hatırlamak, gönüllerini almak, onlara hatırlanma sevinci tattırmak, ilgi göstermek de temel görevlerimizdendir.
Kardeşinin yanında bulunan anne ve babasına yıllar geçse de küçük bir hediye ile iltifatta bulunmayan kişi, dostları tarafından bu hatası yüzünden ikaz edildiğinde: ‘Onun ihtiyacı yok, onun herşeyi var, kardeşim çok zengin’ türünden, özrü kabahatinden büyük bir yolla kendini savunur. Oysa ihtiyaçlıya verilen şey sadakadır, ana-babaya zekât ve sadaka verilmez, çünkü evlât onlara her hâl-ü kârda bakmak zorundadır. Düğünler, bayramlar, kandiller, hediye vermenin tam zamanıdır. Hediye için zengin fakir ayrımı yapılmaz. Hediyeleşmek, kini giderir, sevgiyi artırır, insanı, ucu cehenneme uzanan cimrilik hastalığından kurtarır.
Hediyeyi geniş çerçevede düşünmek; ana-baba, dost, akraba dışında, İslâm’a ısındırmak için kullanmak da görevlerimiz arasındadır.
‘Ben ona hediye verdim, o da bana vermeli’ tarzında bir düşünce, İslâm’ın istediği hediyeleşmeyi ortadan kaldırarak, hediyeleşmeyi alışverişe benzetmiş olur. ‘O bana vermişti, ona vermem gerekir, öbüründen bir şey görmemiştim’ biçiminde borç ödemeye döner. Tercihi, daha çok sevap kazanacağımız, daha çok emeği geçen, bizim için sıkıntıya katlanan kimselere öncelik verme yönünde yapabiliriz. Takvâ sahiplerini, ihlâslı ve dindar öğrencileri gözeterek onlara maddi ve mânevi destek sağlamalıyız. Zengin de olsa; yetim, dul, yalnız, garip, hasta, dertli kimselere hediye vererek, onların mahzun ve kırık gönüllerini hoş etmeliyiz.
t
En ağır hastalık cimriliktir. Hadîs-i Şerîf
Cimriler, aldatıcılar, hainler, kötü huylu insanlar cennete giremez. Hadîs-i Şerîf
Cimriden hâcet dileyen, ıssız çölde balık avlanmaya kalkan kimseye benzer. Hasan-ı Basrî
Esir bir kişinin esiridir, cimri ise fayda umduğu kimselerin hepsinin esiridir.
Ben veririm muhabbete akçemi; sen yel savur rüzgara ver
Muhabbete vermediğin malını; hekime, hakime, nara, kara ver. Seyrani
Tohumu ambarda saklayanın, buğdayını fareler yer.
Cimriyi toplamak ve toprak hariç hiçbir şey doyuramaz. Sadi
Cimrilik: Buhul. ‘be’ (belâ: nefsi ile belâda), ‘ha’ (hüsran: çalışma ve gayreti ile hüsranda), ‘le’ (levm: kimseye faydasızlığı ile kötülenme ve kınanmada)
Cömerdin yemeği ilaç, cimrininki derttir.
Kötü huyların en kötüsü cimrilik ve hasettir. Çünkü ikisi de başkasına zarar verir.
Cimri, şu akibetlerden kurtulamaz:
1- Malı kötüye kalır.
2- Zâlim gasp eder.
3- Şehvet yoluna harcar; boş yere malı yok olur.
4- Malı çalınır.
5- Belaya, hastalığa tutulur, ona harcar.
6- Yanar, kaybolur, malını bulamaz, hayrını göremez. (Hz. Ebûbekir)
İnsanların en cimrisi, içinde saadet ve mutluluk olan şeyi özüne esirgeyendir.
Cimri fakir gibi yaşar, zengin gibi hesap verir.
Fatih Sultan Mehmed Han bir yaz günü yemek yerken
sineklerden rahatsız olur.
– Acaba sineksiz bir yer var mıdır? diye sorar.
Nedimlerden biri;
– Vardır, efendimiz, der.
Padişah;
– Neresi? diye sorunca, nedim şu cevabı verir;
– (Cimriliğiyle meşhur İshak Paşa için) İshak Paşa kulunuzun mutfağı!
Cemati terk
Cemaat; korkuların, kederlerin dağıldığı, huzurun, sekinenin, rahmetin, bereketin indiği mübarek ortam. Çünkü gayesi, hedefi muhterem; Allah’ın rızâsı. Ya namaz, ya ilim, ya zikir, ya yardımlaşma; niyet hayır, âkıbet hayır.
Bu kadar hayırların merkezi olan ehl-i sünnet ve’l cemaatı, takvâ üzere kurulmuş meclisleri, medreseleri, tekkeleri terk etmek, zarar üstü zarar olmaz mı? Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in, cemaati terk eden kimselerin evini yakmak istediğini ifade buyurması, işin vehâmetini anlatmaya kâfidir.
Kim, müezzini işitir ve kendini engelleyen bir özrü olmadığı halde (korku ve hastalık) cemaate katılmazsa, kıldığı namaz (tam bir sevapla) kabul edilmez. Hadîs-i Şerîf
Sizden her birinizin evinde mutlaka bir mescid var diye namazı evlerinizde kılıp, mescidlerinizi terk ederseniz, Peygamberinizin sünnetini terk etmiş olursunuz. Peygamberinizin sünnetini terk edince de, küfrân-ı nimete düşmüş olursunuz. Hadîs-i Şerîf
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashabdan Mihcan’ın (ra) cemaate iştirak etmediğini görünce, ‘Senin cemaatle namaz kılmana ne mâni oldu, yoksa sen Müslüman değil misin?’ dedi. Mihcan: ‘Evet Yâ Resûlullah, ben Müslüman birisiyim, lâkin ben bu namazı evimde kılmıştım’ dedi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Namazı evinde kılmış bile olsan, namazı cemaatle kıl’ buyurdu.
Allah (celle celâlühû), Resûlüne korku namazında bile cemaati emretmektedir, öylesi ağır şartlar altında bile terki için özür tanımazsa, emniyet halinde daha şiddetli bir vâcip olduğu anlaşılır. Ebû Sevr
Hazerde ve köyde, ezanı işiten hiç bir mümine, cemaatle namazı terketmeye ruhsat yoktur. Atâ ibn Ebi Rebah
Sabaha kadar uyumayıp, sabah cemaate gitmemektense, sabaha kadar uyuyup sabah namaza gitmek efdaldir.
Her kim, cemaat halinde bulundukları halde onlardan ayrılırsa, İslâmiyet bağını boynundan çıkarmış olur.
Cemaatle namaza gereken önemi vermeyen kimsenin;
1- Allah (celle celâlühû) rızkındaki ve çalışmasındaki bereketi kaldırır.
2- Yüzünden sâlih kimselerin simâsını çeker, alır.
3- Diğer amellerini kabul etmez.
4- İnsanların kalbinde, sevilmeyen kimse hâline gelir.
5- Rûhu aç ve susuz olarak alınır.
6- Kabirde şiddetli bir sorgu-sual, karanlık ve gazab-ı ilâhi ile karşı karşıya kalır. Rûhu’lBeyan
Bir kimsenin cemaatten mahrum kalmasına sebep, günahlarıdır. Süleyman-ı Dârâni
Biz öyle kimselere yetiştik ki, onlar çarşıda alış-veriş yaparlar, müşterileri etrâfını sardığı halde ezan okununca, alım-satımı bırakıp derhal namaza koşarlardı. Ne yazık ki şimdi, alış-veriş namaza tercih ediliyor. Fudayl b. İyad
Zarar – Ziyan
Cenâb-ı Hakk, «Mahlukatın en şerlisi iman etmeyenlerdir» buyurarak, zararın nereden geldiğini haber veriyor. İnsan ve cinden gayrı kâinatta ne kadar canlı varsa, hepsi görevini aksatmadan yaparak her biri aleme bir fayda sağlar. Biz bu faydaları anlayamasak bile...
Ama kendisine cüz’i de olsa irade verilmiş ins-ü cin, kendilerine gösterilen yola gitmedikleri takdirde hem kendilerine, hem kâinata, hem insanlığa zarar vermektedir.
Haramları yaparak, farzları yapmayarak bedenine, aklına, ruhuna, nesline, nefsine zarar verir, nimetleri ziyan eder.
İnsan öldürür, yaralar, sarhoş olur evine kan kusturur, sigara içer hem bünyesini, hem ülkesini zehirler, dumana boğar.
Kumar oynar, kendini ve arkadaşlarını sefalete, rezalete sürükler.
Haram rızık kazanır, çocuklarının, ailesinin mâneviyatını mahveder.
Ürettiğine hile katar, malzemeden çalar, aldatır, aldanır.
İsraf yapar, kendini ve insanlığı fakr-u zarurete düşürür.
Gıda maddelerine hile yapar, hormonlu ürünlerle toplumu kanser vs. hasta eder.
Genlerle oynar, tohumları kısırlaştırır, ziraatı mahveder.
Ana babaya saygıyı, evlatlara sevgiyi terk eder, yediden yetmişe insanlığı hüzne boğar.
Kısacası insan bozulunca her şey tuhaflaşır, anormalleşir. Âyette «Onlar nesli de ekini de helak ederler» (Bakara; 204) buyrulmuştur.
t
Amalığın en zararlısı, kalb körlüğüdür. Hadîs-i Şerîf
En ağır günah ve en zararlı varlık, yalan söyleyen dildir. Hadîs-i Şerîf
Yolda insanlara zarar verecek şeyleri gideriniz. Hadîs-i Şerîf
Ruh ve nefiste mürekkep insanın, alabildiğine ehl-i keyf olması, hem kendine, hem çevresinde bulunanlara zarar verir. Zamanlı, planlı, disiplinli olmamak, ömrü israf etmek; sıkıntıya, bunalıma düçar olmak demektir.
Üç huy vardır ki, kimde bulunursa, onun zararınadır: Sözünde durmamak, hile yapmak, zulmetmek. Hz. Ebûbekir
Allah’dan korkun ve insanlardan sakının. Çünkü onlar, bindikleri devenin sırtını deler yara eder, bindikleri atı çökertir, girdikleri kalbi harap ederler. Ebû’d-Derdâ
Korkak tâcir; ne kâr getirir, ne zarar.
İnsanlar, başkalarına ya korkudan, ya da hınç duydukları için zarar verirler.
Üç şeyi kaybettik, bunların yokluğu bize zarardan başka bir şey getirmez:
1- Haramdan korumak sûretiyle güzel yüz.
2- Diyâneti korumakla güzel söz.
3- Vefâkârlıkla samimi arkadaşlık. Yahya b. Muaz
Acımasızlık, insanı ilkelliğe götürür.
Âlim kişi, söze söylememesinden zarar geleceğinden korktuğu zaman başlar.
Zarar zararla telafi edilmez.
En küçük bir bidattan bile kaçınmayandan siz kaçın ki, zararı size dokunmasın.
Sekiz kişi ihanete uğrarlarsa, yalnız kendilerini ayıplasınlar:
1- Davet edilmediği halde ziyafete giden.
2- Ev sahibine emir vermeye yeltenen.
3- Düşmanlarından hayır bekleyen.
4- Düşük kimselerden fazilet uman.
5- Konuşmaları sırasında iki kişinin arasına giren.
6- Yöneticiyi hafife alan.
7- Lâyık olmadığı yere oturan.
8- Sözünü, dinlemeyen birine kabul ettirmeye çalışan.
Saadet, akıllı, fazıl, âlim kişilerle konuşmandadır. Bilgisizin vereceği fayda zararın kendisidir.
Zararın neresinden dönersen kârdır.
Üç sınıf kimse var ki, kalplere kin eker, dargınlığı körükler, yaptıklarını yıkarlar:
1- İnsanların ayıpları ile meşgul olan kimse.
2- Başkalarını hor gören kimse.
3- Ameli ile gösteriş yapan kimse.
Her günahkâr, ahmak ve câhildir. Eğer ahmaklık ve cehâleti olmasa, Allah’a isyan etmezdi.
Kendi muhâsebesini yapmayan her insan ahmaktır.
Günahların büyük zararlarını tasdik, ancak Allah ve Resûlüne
yakınen inanmakla mümkün olur.
Yanlış ve yerinde olmayan sevgiler zarar verir.
Bir ümmet için şu üç şeyden daha zararlısı yoktur:
1- Dünya ve para sevgisi.
2- Baş olma sevgisi.
3- Devlet yöneticileri ile düşüp kalkmak. Ebû Hureyre
Çok ziyaret usandırır, az ziyaret dostluğa zarar verir.
İsyan gizli yapıldığı zaman, zararı sadece sahibine racidir. Âşikare olup islah edilmediği zaman, mazarratı umuma sirâyet eder.
En çok zayi olan şey on tânedir:
1- Kendisine bir şey sorulmayan âlim.
2- Kendisiyle amel edilmeyen ilim.
3- Kabul edilmeyen doğru görüş.
4- Evde olup kullanılmayan silah.
5- Bir cemaatin gözü önünde durduğu halde içinde namaz kılınmayan mescit.
6- Bir evde okunmayan mushaf.
7- Bir kimsenin elindeki faydalanılmayan mal.
8- Binmesini bilmeyenin yanındaki at.
9- Dünya isteyendeki zühd ilmi.
10- Âhiret seferi için hazırlık yapılmayan uzun ömür.
Kul uyanıkken Allah’dan korkuyorsa, rüyada gördüğü (ürkütücü) şeyler ona zarar vermez.
Akılsızlar, hırsızların en zararlılarıdır; zamanımızı ve neşemizi çalarlar.
Dostluğundan fayda görmediği kimsenin husumetinden sana bir zarar gelmez. Meymun b. Mihran
Görev Şuuru
Osmanlıların ilk Şeyhülislâmı Molla Fenâri (1350-1431) Şeyhülislâm olmadan önce Bursa kadısı idi. Onun kadılığı sırasında bir adam pazardan bir at satın aldı. Fakat alış-verişin hemen arkasından atın hasta olduğunu fark etti. Geri vermesi gerekiyordu, ama satın aldığı adam zorluk çıkartır, atın hastalığını kabul etmez diye önce kadıya gidip resmi kanaldan işi sağlama bağlamak istedi. Mahkemeye gittiğinde kadıyı (Molla Fenâri) yerinde bulamadı. İşini ertesi güne bıraktı. Fakat at o gece öldü.
Adam ertesi gün olanları kadıya anlattı, mağdur olduğunu, ne yapması gerektiğini sordu. Molla Fenâri ‘Senin zararını ben ödeyeceğim’ dedi. Adam hayretle kadıya baktı, ‘Niçin siz ödeyeceksiniz, konuyla hiçbir ilginiz ve suçunuz yok ki...’ dedi. Molla Fenâri, ‘Evet öyle görünüyor ama aslında benim de suçum büyük. Eğer sen dün makamıma geldiğinde ben yerimde olsaydım, olaya müdahale eder, atı geri verdirir, paranı iâde ettirirdim. At da sâhibinin elinde ölmüş olurdu. Bu imkân şimdi yok olmuştur. Senin zararına benim makamımda bulunmamam sebep olduğu için zararını ben ödeyeceğim’ dedi ve ödedi.
Zulüm - Eziyet - Tahakküm
Adâletin zıddı zulüm, nurun zıddı zulümât; aynı kökten gelen bir kavram. Zulüm; yıkım, söndürme, haksızlık.
Haksızlık eden zâlim, haksızlığa uğrayan mazlum; her devre bu iki zümre hayat sahnesinde boy gösterir. Sonunda ne zâlim kalır, ne mazlum; ama acı izleri, dramlı öyküleri dillere destan olur. Herkes ettiğini bulur, daha kıyâmete kalmadan zâlim olanların cezası karşısına çıkar .
«Şüphesiz mü'min erkek ve kadınlara işkence edip sonra tevbe de etmeyenlere cehennem azabı ve yanma cezası da vardır.» (Buruc, 10)
Hadîs-i Șerîfler...
Sizin hayırlınız aile ve çocuklarının, akraba ve yakınlarının yüzünü güldürendir.
Sana gelmeyene git, sana kötü davranana iyi davran.
Af ve musamaha ile muamele ediniz ki, dünya ve âhirette af ve musamaha göresiniz.
Daveti kabul ediniz. Hediyeyi geri çevirmeyiniz. İnanan insanları dövmeyiniz.
Kim bir müslümana eziyet ederse sanki bana eziyet etmiş olur. Kim de bana eziyet ederse sanki Allah’a (celle celâlühû) eziyet etmiş olur.
t
Acımasızlığı ile övünenin övülecek başka bir şeyi kalmamıştır.
Zâlimlerin zulmü karanlık bir kuyudur; bütün âlimler böyle söylemişlerdir. Daha zâlim olanın kuyusu, daha korkunçtur. Adalet, ‘daha kötüye daha kötü ceza verilir’ buyurmuştur. Ey zulümle bir kuyu kazan! Sen kendin için bir tuzak hazırlıyorsun.
Zayıf daima adalet ve eşitlik ister; oysa bunlar kuvvetlinin umurunda bile değildir.
Bir âsude gönül düşmüştü yerlere.
Davranın bir kenara sürün dediler.
Bir yanda boğulanlar varken kedere.
Bakmayın defterini dürün dediler.
Kiminin kitaptadır gözyaşı teri.
Kiminin bir azaptır düşünceleri.
Şiirin kucağına sığınmış biri,
Beyinlere kelepçe vurun dediler.
Ruh yücelirken mâbedinde Allah’ın.
Bestelenirken şarkısı, dinmez âhın.
Muştusunu beklerken kudsî sabahın.
Geçtiler önüne, durun dediler.
Bir yiğit ki geceyi fecre bağlardı.
Yalnız dinine dost, milletine yardı.
Ağarmış çilesinden yorgun ağlardı.
Bu suçtur, hesâbını sorun dediler. Hâlid Bahtiyar
Adalet nedir? Ağaçlara su vermek. Zulüm nedir? Dikeni sulamak. Adalet nimeti yerine koymaktır, her su isteyen tohumu sulamak değil. Zulüm nedir? Bir şeyi yerinde kullanmamak, layık olmayan yere koymak. Bu da ancak belaya kaynak olur.
Zerafet incitmemek, incinmemendir.
Tahakküm, ‘hâkimlik’ kökünden gelir. Baskı kurmak, emri
altındakileri idâre edeceğim diye zulmetmek, sadistçe nefsi arzularını yerine getirebilmek için başkalarının hukûkuna tecâvüz etme, ezme, eziyet etme, aşağılama, kendini zorla saydırma anlamına gelir. İnsanları, dalkavukluğa, irâdesizliğe, robotlaşmaya iter.
Otorite kurmak, toplumun ve şahsın menfaatına ise, İslâmi ve insâni hudutları aşmamak şartıyla etkili bir tutumdur. Ama şahsi menfaatler için başkasını zarara sokmak, hudûd-u ilâhiyi aşma ve insanlara zulmetme şeklinde olursa, unutulmayacak kadar kötü, affedilmeyecek kadar büyük bir zulümdür. Nefsin fravunlaşması demektir ki; azan kimse çok geçmeden belâsını bulur. Kanatlanan karıncanın eceli yakındır.
Her kim zâlimlikle bir karış yer koparıp alırsa, Allah kıyâmet gününde yedi kat yerden itibaren o arazi parçasını bu zâlim kişinin boynuna (halka yapıp) geçirir. Hadîs-i Şerîf
Kim bir zâlime yardım ederse, Allah o zâlimi ona musallat eder. Hadîs-i Şerîf
Memleketler, mülk ve saltanat, küfür üzerinde durabilir, ama zulüm üzerinde duramaz.
Bir dağ bir dağa zulmetse, zulmeden yıkılır.
Cefâ, vefânın zıddıdır. Kendine iyilikte bulunan kimselere, küstahça ve nankörce davranışlar cefâ olduğu gibi, düşünmeden ağır ve kırıcı konuşmak da cefâdır. Sahibine kopyalanarak geri dönecektir.
Hz. Zübeyr’in oğlu Urve anlatıyor:
Sahabeden Hişam b. Hakim bir defasında Suriye’ye gitmişti. Müslüman olmayan bazı çiftçilerin başlarına zeytinyağı dökülerek güneş altında beklemeye mahkum edildiklerini gördü.
- Bunlara niçin ceza verildi? diye sordu.
- Bunlar arazi vergisini ödemedi, dediler. Bunu duyan Hişam,
- And olsun ki ben Peygambr Efendimizin (sav) şöyle buyurduğunu işittim: ‘Dünyada insanlara haksız yere azab edenlere Allah da âhirette mutlaka azab eder.’
Sonra da valinin huzuruna çıktı. O sırada vali sahabeden Umeyr b. Sad idi. Hişam ona duyduğu hadisi okudu. Bunun üzerine vali çiftçilerin serbest bırakılmasını emretti.
Kul Hakkı
Yeryüzünde huzur içerisinde bir hayat sürdürmek, Allah’ın (celle celâlühû) sayısız nimetlerinden meşru ölçüler içerisinde yararlanmak, neslinin devamını sağlamak ve ihtiyaçlarını karşılamak, toplu halde yaşamaya bağlıdır. Cemiyet halinde yaşamak, karşılıklı hak ve sorumlulukları da beraberinde getirmektedir.
Bir gün bu fâni hayat son bulacak, gerçek hayat dediğimiz âhiret hayatı başlayacak ve herkes dünyadaki hayatından hesaba çekilecektir. Akıllı ve basiretli insan; Allah’a (celle celâlühû) ve O’nun kullarına karşı vazifelerini yapan, hak ve hukuka saygı gösterip, hesap gününe borçsuz ve günahsız olarak gitmeye çalışandır. Şu gerçek hiçbir zaman unutulmamalıdır: Kim iyilik ve kötülük olarak ne yaptıysa; mutlaka karşılığını görecektir. Nitekim Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerimde: «Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim zerre miktarı kötülük işlerse onu görür» (Zilzal 7-8) buyurmaktadır.
Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise: ‘Bir kimsenin diğer bir kimsenin haysiyetine, yahut malına tecavüzden dolayı üzerine bir hak bulunursa; altın ve gümüşün geçmediği hesap günü gelmeden helâlleşsin. Aksi takdirde, yaptığı haksızlık ölçüsünde, iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden kimseye yüklenir’ buyurmaktadır.
Şu halde diyebiliriz ki; Müslüman kul haklarına son derece titizlik göstermelidir. Bilerek veya bilmeyerek başkalarının haklarını alan kimse, o hakkı ödemek ve helâlleşmek sûretiyle kendisini kurtarmaya çalışmalıdır. Haksızlık edip de, hak sahibine hakkını vermeyenler; âhirette pişmanlık duyacaklar ve çetin bir azaba uğrayacaklardır.
Dünyadaki birçok kötülük, kavga ve cinayetlerin, insanlar arasındaki huzursuzlukların, kul haklarına saygı göstermemekten meydana geldiğini de unutmayalım.
Hapishanede Kılınan Namaz
Horasan vâlisi Abdullah bin Tâhir, çok âdil biriydi. Jandarmaları birkaç hırsız yakalamış, vâliye bildirmişlerdi. Getirilirken hırsızlardan birisi kaçtı. O sırada Hiratlı bir demirci, Nişabur'a gitmişti. Demirciyi, gece eve giderken jandarmalar yakaladılar ve diğer zanlılarla beraber vâliye çıkardılar. Vâli dedi ki:
- Hepsini hapsedin!
Bir suçu olmayan demirci, hapishanede hemen abdest alıp, namaz kıldı. Ellerini uzatıp:
‘Yâ Rabbi! Bir suçum olmadığını ancak sen biliyorsun. Beni bu zindandan ancak sen kurtarırsın!’ diye duâ etti.
Vâli uyurken rüyâsında dört kuvvetli kimse gelip, tahtını ters çevirecekleri zaman uykudan uyandı. Hemen kalkıp, abdest aldı, iki rek'at namaz kıldı. Tekrar uyudu. Tekrar o dört kimsenin tahtını yıkmak üzere olduğunu gördü ve uyandı. Kendisinde bir mazlumun âhı olduğunu anladı. Hemen hapishane müdürünü çağırtıp sordu:
- Acaba bu gece hapishanede mazlum birisi kalmış mı?
Müdür dedi ki:
- Bunu bilemem efendim. Yanlız biri namaz kılıyor, çok duâ ediyor, gözyaşları döküyor.
- Hemen o adamı buraya getirin.
Demirciyi vâlinin yanına getirdiler. Vâli hâlini sorup, durumu anladı ve dedi ki:
- Sizden özür diliyorum. Hakkını helâl et ve şu bin gümüş hediyemi kabul et. Herhangi bir arzun olunca bana gel! Demirci de cevabında dedi ki:
-Ben hakkımı helâl ettim. Verdiğiniz hediyeyi kabul ettim. Fakat işimi, dileğimi senden istemeye gelemem.
- Neden gelemezsiniz?
- Çünkü benim gibi bir fakir için, senin gibi bir sultanın tahtını birkaç defa tersine çevirten sâhibimi bırakıp da, dileklerimi başkasına söylemek kulluğa yakışır mı? Namazlardan sonra ettiğim duâlarla beni nice sıkıntılardan kurtardı. Pek çok murâdıma kavuşturdu. Nasıl olur da başkasına sığınırım? Rabbim, nihayeti olmayan rahmet hazinesinin kapısını, ihsân sofrasını herkese açmış iken, başkasına nasıl giderim? Kim istedi de vermedi? Kim geldi de, boş döndü? İstemesini bilmezsen, alamazsın. Huzûruna edeple çıkmazsan rahmetine kavuşamazsın!
Ayıp
İnsanların çekineceği iki şey, biri günah, diğeri ayıp. Her günah ayıptır, ama her ayıp günah değildir. Çünkü günahı vahiy bildirmiş, ayıp insanların örf, töre, an’ane, âdet ve geleneklerinden ortaya çıkmış. Bu durumda ölçümüz semavi bilgilerdir (âyet, kudsi hadis, hadîs-i şerîf).
Örfen ayıp sayılan şeyler bu ölçülere ters düşmedikçe uymak gerekir. Çünkü İslâm fıkhında örf de bir delil sayılır. Mesela mihri belli olmayan bir kadının mihrini tayin etmek gerektiğinde Kur’an, bu tayini örfe göre yapın der. Tabi ki bu örf, müminlerin örfü olmalı. Bu durum ancak tali meselelerde geçerli olur. İslâma ters düşen örf ve âdetlere uymak haram olduğundan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Ben âdetleri yıkmak için gönderildim’ buyurmuştur.
İnsanların alışageldiği saygı, görgü, nezaket kurallarına uymamak, edebe-adaba ters düşen haller, fiiller, sözler, güncel argolar, terbiye dışı sövmeler, ayıp ve günah cümlesindendir.
Ayıp olarak bir mümine şu üç huy yeter:
1- Kendisinin de yaptığı bir şey olmasına rağmen onun için insanları ayıplaması.
2- Başkasının ayıbını görüp kendi ayıbını görmemesi.
3- Lüzumsuz bir konuşma ile berâber oturduğu arkadaşına haksızlık ve eza vermesi.
En büyük ayıp, başkalarında gördüğümüzde beğenmediğimiz bir ayıbın kendimizde bulunmasıdır. Hz. Ömer
Mal ve ilim, her ayıbı örter. Fakirlik ve cehil, her ayıbı ortaya çıkarır. İbni Abbas
Bir hata işlediğiniz zaman Allah'tan bağışlanma dileyiniz. Çünkü hatalar, insanlar yaratılmadan önce yaratılmıştır. Bütün tehlike hatada ısrardadır. Ebû Abdullah Câfer-i Sâdık
Ey Ademoğlu! Sen imanın hakikatını ancak, sende bulunan bir ayıptan dolayı halkı ayıplamayı terkettikten sonra elde edebilirsin. Hasan Basri
Sofiliğin şartı insanların kusurlarını görmemektir. Ahmed er-Rufai
Daima başkalarının kusurlarını gören, bir gün rüsvaylık içinde ağzını açamaz olur. Feridüddin Attar
Herkesi kusurları ile anan bir kimsenin senden de teşekkürle söz edeceğini sanma. Sâdî
Allah (celle celâlühû) bir kula buğz ederse, ondan hayayı çeker, Allah’ın huzuruna ancak buğz edilmiş olarak çıkar.
Ve ondan emaneti çeker. Ondan emaneti çekince, rahmeti de çeker.
Ondan rahmeti çekince, İslâmın ipini de boynundan çeker.
İslâmın ipi boynundan çekilince, Allah’ın huzuruna inatçı bir şeytan olarak çıkar.
Sonra hain, sonra katı kalpli, sonra İslâmdan çıkar.
En sonunda da lânetlenmiş şeytan olarak çıkar.
Batı Hayranlığı
Son iki asırdır, çöken bir imparatorluğun külleri üzerinde arayış içinde bulunan aydınlarımız (!), meselelere çok farklı yaklaşmışlardır. 1899-1961 yılları arasında yaşamış, Türk fikir hayatının mümtaz kalem ve mücâdele erbâbından Peyâmi Sefâ, ‘Doğu-Batı Sentezi’ kitabında bu mevzuya hulâsaten şöyle yaklaşıyor:
‘Milletimizin, bir yabancı medeniyeti ya toptan reddetmek veya toptan benimsemek gibi iki reaksiyonun dışında üçüncü bir şansı daha vardır ki, o da bu milletin yabancı bir medeniyetle kendi milli ve dini geleneklerini uzlaştıran bir sentez yapabilmesidir. Hepsinin kültürlerini âhenkli bir birliğe kavuşturacak medeniyetler arası bir uzlaşma...
Batı medeniyetinin 20. asır içinde bir buhran geçirdiği muhakkaktır. Bu buhran, insanın maddi-mânevi bütün faâliyet arzlarını ve kendi kendine verdiği mânânın kökünü sarmış bir buhrandır.
... Batının bugünkü dinamizmini yapan fikir hummâsını paylaşmaktan kaçınmamız, bizi donmuş bir örnek önünde pasif kalmaya ve onu maymunca taklit etmekten başka hiçbir şey olmayan tehlikeli bir vaziyet içinde kısırlaşmaya götürür.
Kültürümüzün kıblesini Doğudan Batıya çevireli 200 yıl geçti. Batı dediğimiz zaman, onun devrini tamamlamış ve tarihe mâl olmuş dünkü medeniyet ve kültür anlayışını benimsiyoruz.
Her yeni medeniyetin eskilerine neler borçlu olduğu, onlardan hangi unsurları alarak yeni terkipler yaptığını biliyoruz.
Türkiye kendi milli ve mânevi değerlerini bu yeni sentezin içine katmadıkça, Batı medeniyetinin geride kalan eski modeli önünde hayran ve onu taklitten başka hiçbir ideali olmayan, üreticilikten mahrum bir seyirci hâlinde kalacaktır.
t
Opera, bale, batı Edebiyatı, batı müziği, metres hayatı, fuhuş, eş cinsellik, alkol, kumar vb. alışkanlıklar ile Hıristiyanlık, batı kültürüne aittir. Batılılar gelişmekte olan ülkelere kendi kültürlerini ihrac ederek onların milli kültürlerini tahrib etmek sûretiyle onları kolayca sömürecekleri ülkeler haline getirmeye çalışıyorlar. Hedef ülkelerden müslüman olanlarda dini inancı yıkmak için ayrıca, materyalizim, çok tanrılı dinler ile hıristiyanlık propagandası ve İslâm inancını saptırıcı yayınlar yapılıyor.
Batılıların hedef ülkeleri aldatmada en büyük şansı, o ülkelerde batı kültürünü benimseyerek kültürü beynelmilel sanan yarı aydınlardır. Halbuki kültürler millidir, başka bir ifade ile milletlerin kimlikleridir.
Bizde ise, Osmanlı topraklarında tanzimat fermanlarına dayanarak 1890’a kadar 705’e varan misyoner okulları vasıtasıyla hem milli kültürümüz tahrib edilmiş, hem aydınlarımıza batı kültürü aşılanmış, hem de hıristiyan teb’a isyanı kışkırtılmıştır. Günümüzde batılıların kültür emperyalizmine maruz kalan ülkelerde, insanları buna alıştırmak için medyada ‘Çok kültürlülük’ konusu işlenmektedir. Bizde batının güdümündeki medya kesiminde ‘Türk mozaiği’den bahsedilmektedir. Bunlar tamamen batılıların tuzağından ibaret olup, bu sözcükler bilerek ortaya atılmakta ve bazı gâfiller de buna alet olmaktadır.
t
Ağzımız bir karış, gümrük hamalından deniz erine kadar her gördüğümüz Avrupalı yâhut Amerikalıya ‘amanın, adam dediğin böyle olur’ diye başımızın üstünde yer verir olduk. Bu, bize Tanzimattan kalan bir illettir. Yüzyıldan beri Garp hayranlığı ile dışarıdan habire şekil aldık, içeriden habire öz verdik. Durmadan iç zenginliği verdik, şatafat aldık. Ahlâk güzelliğini makyajla değiştik.
Herkesin bir deniz şehrine koştuğu bugünlerde, ben dağları özler oldum; dağların yalnızlığını, Allah’a yakınlığını... Yaz aylarının beşeri denizini, bir et yığını halinde uzayan plaj dedikleri kıyıları sevmiyorum. A. M. Dranas
Müşriklerin ateşiyle (kültürel değerleriyle) aydınlanmaya kalkışmayın
Batının bir başka yüzü
• Gırnata’yı müslümanlardan alan katolik V. Ferdinand 1483 yılında halka yıkanma yasağı koymuştur.
• İngiltere’de 1981’de yapılan bir araştırmaya göre her iki İngiliz’den birisinin Hz. İsa’nın (as) Allah’ın oğlu olduğuna inandığı ortaya çıkmıştır. Halkın %31’i ise Hz. İsa’nın (as) normal bir insan olduğunu düşünmektedir.
• Hristiyanlar, adı İncil’de geçmediği için yıllarca patates yememişlerdir.
• Köle tacirleri senelerce Afrika’daki insanları çalıştırmak üzere esir almışlar ve Avrupa’ya, Amerika’ya götürerek satmışlardır. Sâdece 16. yüzyılda Amerika’ya götürülen zenci köle sayısı 900.000 kişiyi bulmaktadır.
• Galile’nin teorisini ispatından yaklaşık olarak 400 yıl geçmesine rağmen her üç Fransız’dan biri hâlâ dünyanın döndüğüne inanmamaktadır.
• Dünya intihar rekorunu elinde bulunduran Danimarka’da günde ortalama elli kişi intihara teşebbüs etmekte ve bunların yaklaşık %10’u ölüm ile neticelenmektedir..
Kötü Huy
Her canlı, kendi cürmüne göre insana hizmet verir; meyvelerinden, etlerinden, sütlerinden, yapağılarından, ballarından, ipeklerinden, kuvvetlerinden istifade ederiz.
En şerefli varlık olan insan, bu hizmetlerden hiç birini yapmaz. Onun insanlığa vereceği hizmet, güler yüz, tatlı dil ve güzel ahlâktır.
Nefsine uyup gazap ve şehvetini dizginlemeyen insan, kötü ahlâkı, bet suratı, ağır diliyle zarar verir, gönül kırar, yuva yıkar, hile yapar, rencide eder, tahakküm kurar, ezer, üzer, akla hayale gelmedik kötülükler yapar ve mahlukatın en şerlisi diye adlandırılır.
t
Güzel huylu insanlara bazı haller ârız olunca, yumuşaklık, tevâzu ve güler yüz gider de bunların yerine sertlik, kabalık ve asık surat gelir. Bu sebepler şunlardır:
1- Riyâset.
2- Makamından düşmek.
3- Zenginlik.
4- İhtiyaç ve zaruret.
5- Kalbi meşgul eden, zekâyı ve fikri çalışmaz hale getiren üzüntü ve elem.
6- Vücuda hücum eden hastalıklar.
7- Yaşlanmakla kuvvetin zevale yüz tutması.
8- Bir şahsın diğer şahsa nefretinden hâsıl olan hususi buğz.
Kalp iyi ise, vücut da iyidir.
Kötü huylunun hâli kırık çömleğe benzer; ne bir faydası dokunur, ne de tekrar toprak olur. Vehb b. Münebbih
Çok konuşmak, çok yemek, çok uyumak gönlü katılaştırır. Ebû Bekr Verrâk
Zâhirin karanlığı, bâtının karanlık olmasındandır.
Günahların kökü, kalpte yerleşen kötü huylardır. Kalbini bunlardan temizlemeyenin zâhiri ibâdetleri tamam olmaz. Bir çok âfetlerle karşılaşır.
Şu beş şey kalbin devâsıdır:
1. Mânâsını düşünerek Kur’an okumak.
2. Karnı boş tutmak.
3. Geceyi ibâdetle değerlendirmek.
4. Seher vakti niyazda bulunmak
5. Sâlih insanların sohbetlerine katılmak.
Kötü huylarından her birini bir çalı farzet ki, onun dikenleri kaç kere senin ayağına battı.
Kötülükten kaçmak, iyilik yapmaktan daha büyük kazançtır. Hz. Ali
Kötü huy, öldürücü bir zehir, insan beynini öldüren bir tehlike, açıkta bir zillet ve rezâlettir.
Kalp bozukluğunun üç işâreti vardır:
1. İbâdet ve taatın zevkine varamaz.
2. Günahtan ve isyandan korkmaz.
3. Ölümden ders ve ibret almaz. Aksine gün geçtikçe dünyaya daha çok bağlanır.
Kötü huydan, haramdan sakınır gibi sakınınız.
Kalp, bir havuz gibidir. Beş duyu ırmaklarından oraya pis, bulanık ve mikroplu sular dökülür. Bu nedenle bu zâhir âzâları günahtan korumak üzerimize farzdır.
Gider;
1. Hased edenin dini gider
2. Gadab edenin aklı gider.
3. Gıybet edenin sâlih ameli gider.
4. Tama edenin hassâsiyeti gider.
Haya sıyrılmış, inmiş öyle yüzsüzlük ki her yerde
Ne çirkin yüzleri örtermiş meğer o incecik perde
Vefa yok, ahde hürmet hiç, emânet lafz-ı bî medlûl
Yalan râyiç, hıyanet mültezem her yerde hak meçhul
Ne tüyler ürperir yâ Rabb, ne korkunç inkılab olmuş
Ne din kalmış ne iman, din harab, iman serap olmuş. (M. Âkif)
Kötülüğü Yaymak
Günümüzde insanlar, içki, kumar, zina ve her çeşit fuhşu, yazılı, sözlü ve görüntülü olarak teşhir ve reklâm ederler. Bunlar toplumun bozulmasını, çocukların, gençlerin gayr-i ahlâki yetişmesini, ahlâksızlığın yaygınlaşmasının en büyük sebebini teşkil eder. Yasağı çiğneyen insanlar, kendilerini diskalifiye etmek için yaptıkları kötülüklere küçük-büyük, yakın-uzak, kadın-erkek demeyip teşvik ederler. İçinde yüzlerce çeşit zehir bulunan sigarayı arkadaşına ikram etmek, bunun en sık görülen örneklerindendir.
Sigara ikram etmekle, ‘Al, ben zehir zıkkım içiyorum, sen de iç’ demiş olur. Daha sigaraya gelinceye kadar neler, neler... Her gün okunan, görülen, duyulan yüzlerce fuhuş, uyuşturucu ve sahtekârlık haberleri ibret olarak yeter.
Allah bir şeyi yasak etmişse, o mutlaka kötü ve zararlı olduğu içindir. Allah, bize bizden daha merhametlidir. Bize düşen, O’nun emir ve yasaklarına riâyet edip ve bu konuda önder olmaktır. ‘Allah’ım, bizi müttakilere öncü eyle.’ Âmin.
Ölülerinizin (câhiliyet yoluyla) öldüğüne dair ölüm haberini yaymaktan kaçınınız. Çünkü bu câhiliyetin yaptıklarından biridir. Hadîs-i Şerîf
Televizyon; zinayı, içkiyi, haramları yaymak için dizi filmler, baleler, konserler ve benzeri gösterilerle iffeti, şerefi yıkmakla, namus mefhumunu sıfıra düşürmektedir. Zina ve benzeri ahlâksızlığa teşvik etmektedir. O halde onu seyretmek ve dinletmek haramdır.
Kim bir kötülüğü işitir ve yaparsa, o, yaydığı kötülüğü yapan gibidir.
Sırrı yaymak, tövbe etmeyi engeller. Sırrı açıklayıp yaymak yasaklanan şeylerdendir. Bu konuda hadisler çoktur. Eğer bunda zarar ve
eziyet vermek varsa haramdır.
Bâtıl
«Ey Kitap ehli! Neden Hakkı bâtıl ile örtüyor ve siz de bildiğiniz halde hakkı gizliyorsunuz?» (Âl-i İmran, 71)
Bâtıl, sözlükte; boş, boşa giden, doğru ve hak olmayan, devamlı olmayan, hükümsüz ve yok olan şeydir. Hak kavramının karşıtıdır. Haklı bir sebebe ve gerekçeye dayanmayan, zulüm ile olan ve hak edilmeyen şeye de bâtıl denir. Bâtıl, geçersiz, hükümsüz ve kalıcı olmayandır.
Fıkıhta ise; rükûn ve şartları tamamen veya biraz eksik olan ibâdetler ve hukuk işlemleri demektir. Meselâ, abdest almak, namazın rükûnlarından biridir. Dolayısıyla abdestsiz kılınan bir namaz bâtıldır.
Günah olan sözleri anlatmak da bâtıldır. Meselâ, ‘Falan kadına şöyle laf attım, o bana böyle dedi’ gibi hikâyeler anlatmak, içki masalarından, fâsıkların kepâzeliklerinden, zenginlerin zevk-i sefâsından, zâlimlerden, mezmum olan merâsimlerden bahsetmek. Bunlardan bahsetmek helâl değil, belki haramdır.
Günümüz insanlarının, gazap ve şehvet yüklü filmleri seyretmeleri, müstehcen neşriyatlara tenezzül etmeleri, insanı şerre meylettiren romanlar okumaları, internet vasıtasıyla tüm dünyanın faydası olmayan, üstelik dine, imana, ahlâka, âile yapısına son derece zarar veren her türlü çirkinlikleri duyması, görmesi, aktarması ve günahlara karşı bağışıklık kazanması, bâtıla dalmanın en çirkin örneğidir.
t
Kıyâmet günü insanların en büyük hatada olanları, dünyada en çok bâtıla dalanlarıdır. Hadîs-i Şerîf
Bâtıl, maksada ulaşmaya nispetle, varlığı yokluğu gibi kabul edilen şeydir.
Gösterişin varlığı, yokluğundan çok fenâdır. Atılması gereken sıfatı takviye eder ki bu bâtıldır.
Gafletle ibâdet, bâtıldır.
Bâtıl şeylere fazla kulak vermek, kalbin taatten zevk alma
duygusunu engeller. İbn Hubeyk
Zararları
• Boş sözlerle uğraşan kimse, bâtıla düşmekten emin olamaz.
• Bâtıla dalan insan, ehemmiyetsiz sandığı öyle sözler konuşur ki, bu sözler onu helâke sürükler.
Tedavisi
Bâtıl sözlerden kurtulmanın tek çıkar yolu, yalnız din ve dünya hususunda mühim olan sözlerle iktifa etmek. Bu tip sözlerin dinleneceği mekânlardan uzak durmak ve «Bir işten boşaldın mı, kalk yorul» (İnşirah, 7) âyetine kulak verip, güzel, anlamlı, faydalı ve verimli meşguliyetlerle programı yoğunlaştırıp, şerre meyle fırsat vermemek gerekir. Aksi halde ‘Tabiat boşluk kabul etmez’ kuralınca, boşluklar fena halde dolar. Bu kötülükler zamanla tutku haline gelir, içinden çıkılmaz bir vaziyet alır. «Hataları onu sarar»(?) âyetinin belirttiği kimse haline gelir.
Dalanlarla Dalma
«Cennetlikler günahkârlardan sorar; ‘Sizi cehenneme atan ne? Onlar derler ki ‘Biz namaz kılanlardan değildik, yoksulu yedirmezdik, dalanlarla dalmıştık ölüm gelinceye kadar (böyle devam ettik)» (Müddessir 41-45)
«Her nefis kazancına bağlı bir rehindir. (Yaptığının sorumlusudur) Ancak defteri sağından verilenler öyle değil. Onlar cennetlerde, araştırıp soracaklar günahkarlara: Sizi Sekar’a getiren nedir? Onlar: ‘Biz namaz kılanlardan değildik, yoksulu doyurmuyorduk, bâtıla dalanlarla birlikte dalıyorduk ve hesap gününü inkar ediyorduk ve hep böyle ölüm gelinceye kadar!’ diyecekler. Onlara şefaatçilerin şefaati fayda sağlamayacak. O halde niçin öğütten kaçıyorlar!’» (Müddessir:38-49)
İnsan, alışan bir varlık; hangi topluma girerse, hangi ortamda bulunursa bulunsun, kısa sürede oraya alışır, hatta bırakamaz hale gelir. Nasıl ki müsbet cemaatler fertlerin yükselmesini, değişmesini, hak yolda birleşmesini sağlıyorsa; bozuk toplumlar da bünyesine düşen kimseleri maddi-mânevi sömürüyor, bozuyor, insanlıktan çıkarıyor. Artık din, ahlak, karakter, ırz, namus, edeb, haya diye bir şey kalmıyor. Yandaşlarını çoğaltarak suç oranlarını azalttıklarını sanıyor, yalancı tesellilerin saçağına sığınıyor. Oysa Rabbimiz ‘Risliğin çokluğu hoşunuza gitmesin’ buyuruyor.
İnsanlar ile düşüp kalkmaktan ziyâde, Allah ile münâcaattan zevk almayan kimsenin ilmi az, kalbi kör ve ömrü boşa gitmiştir. ‘İnsanlar ile ünsiyet, iflâs alâmetidir.’ Mâlik b. Dinar
Dünyevi arzuları ve hırsı artan, buna karşılık âhiret kaygusu azalan ve bu duruma memnun olan birini gördüğünde, bil ki o kişi yüzüstü süründüğü halde farkına varmayan aldanmış biridir.
İnsan, ölüme hazırlanırsa, huyu güzel olur. Ölümü hatırlatmak, mümin için müjdeli haber gibidir.
Ölümü unutup, çok yaşama arzusuna kapılan, üç şeye hasret gider: Topladığına doymaz, umduğuna kavuşamaz, âhiret yolculuğu için yeterli hazırlık yapamaz.
‘Herkes yapıyor’ demek, dalanlarla dalmaktır.
• Halk çok amelle meşgul olurken, sen az da olsa iyi, güzel amelle meşgul ol!
• Halk nâfile ibâdetlerle meşgul olurken, sen farzları tam yapmaya çalış!
• Herkes dışını süslerken, sen içini-kalbini süsle.
• Herkes, dünyadaki faydasız şeyleri îmar ederken, sen âhiretini îmar et.
• Herkes, başkasının ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarınla meşgul ol.
• Herkes, insanlara yaranmaya çalışırken, sen Allah’ın rızâsını kazanmaya çalış!
• Herkes, fânilerle dost olurken, sen bâki olan Allah’la dost ol!
• Herkes, bir şeye güvenirken sen, yalnız Allah’a güven!
• Herkes, nefsini beğenirken, sen kötülemeye çalış!
• Herkes mal toplarken, sen cömert ol!
İbn-i Semmak, kendisinden nasihat isteyen kimseye elindeki bir bardak suyu göstererek şunları söyledi:
– Ölecek derecede susuz kaldığında, elindeki şu bir testi su, sâhip olduğun tüm servetin karşılığında sana verilecek olsa, acaba tüm servetini verip bu suyu alır mısın?
– Elbette alırım.
– O halde, bir yudum suya bile değmeyen servete, mal ve mülke sakın aldanma...
Lüzumsuz Sözlere Dalmak
İnsanın en değerli sermayesi vakitleridir. Bunları boş yere harcar ve âhiret için bir sevap hazırlamazsa, zayi etmiş olur.
Kişiye gereken; başkalarına zararı olmayan sözleri konuşmaktır. Mübah ile konuşurken her ne kadar günahkâr olmazsa da, Allah’ı zikir sayesinde yapacağı büyük kârdan mahrum olduğu için zarardadır. Çünkü mü’minin sükûtu fikir, bakışı ibret, konuşması zikir olur. Cennet hesap görmeyecekler için hazırlanmıştır. Bu sözleri konuşanlar, bu sözlerinden de hesaba çekilecektir.
Mâlâyâninin haddi; sükût etmekle günahkâr olmadığı ve hiçbir sûretle zarar görmeyeceği sözleri konuşmaktır. Meselâ: bir toplulukta hatıralarını, karşılaştığın halleri, hoşuna giden veya gitmeyen hususları ve gördüğün bazı zatları anlatman gibi.
Canı çatlatarak deve kükremiş gibi konuşmak, şeytanın gevelemesindendir. Hadîs-i Şerîf
Boş konuşmak geçimi zorlaştırır.
Tanıdığın bir kimse yanından ayrıldığı zaman, onun ayrı bir yerde seni nasıl anmasını istersen, sen de onu öyle an. Kardeşinin sana ne şekil muâmele yapmasını istersen, sen de ona o şekilde muâmele et. İbn-i Abbas
Lüzumsuz söze dalmak; Allah’ın yardımını keser, kalbi karartır, bedeni zayıflatır, geçim sebeplerini zorlaştırır. Mâlik bin Dinar
Hayâsız ve lüzumsuz sözler; kulakları mânen sağır yapar ve kirletir, hakkı işitmez olur.
Güzel konuşmanın sırrı, lüzumsuz sözleri terk etmektir. Hz. Ebûbekir
İstihzâ, insanın vakarını kaybettirir, yüzünden hayayı kaldırır. Kin ve nefreti uyandırır, dostluğun tadını kaçırır, fakihin fıkhını zedeler, âdi kimselere lüzumsuz sözler söyleme cesareti verir.
Lüzumsuz söz kalbi karartır, bünyeyi zayıflatır.
Dünyada kendisine zühd ve az konuşma hasleti verilmiş bir adam görürseniz, ona yaklaşınız . O hikmeti kalbinize koyar. İbn Mace
Mümin adım attığı yerden çok dilini korumalıdır. Ebû’l Hazım
Çok az kimse dişleri sıkmanın, tehlikeli sözcükleri kıstırmak işlevi gördüğünün bilincindedir.
Mümin az söyler çok iş yapar. Münafık çok söyler, az iş yapar.
Söylediğin faydalı bir öğüt veyâ mahşer günü korkusuyla susup dile getirmediğin bir söz, malın sadakası olacak, belki de seni sıkıntı ve acılardan kurtaracak. Ebû Zerr
Akıl tamamlandığında söz noksanlaşır.
En güzel belâgat, söz söylemek gerekmediği zaman susmayı tercih etmektir.
Hakimler hikmeti, tefekkür ve sükut ile elde etmişlerdir.
Nazik olmak istersen, kardeşine itiraz etme, onunla boş konuşma, şaka yapma, ona bir söz verip de sonra cayma.
Dil sussa, gönül hikmet söyler.
Çok konuşan pişman, her susan sâlim olur.
Bir gece Hacerü’l Esved’in dibinde namaz kılıyordum. Kâbe ile örtüleri arasından şöyle bir ses duydum:
‘Allah’a ve sana şikâyet ediyorum ey Cebrâil! Çevremde ne kadar boş konuşup, hevâ ve eğlenceden söz ediyorlar. Böyle sürerse, öyle bir patlarım ki, taşlarımın her biri koparıldığı dağa fırlar.’ (Vüheyb b. Verd)
Lânet
Lânet, Allah’ın rahmetinden mahrum kalınmasını istemektir ki, çok ağır bedduâdır. Yapılması, bazı istisnalar dışında helâl değildir. Bir defasında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Ebûbekir’i birine lânet okurken görür, hemen ikaz eder; ‘Sıdkla lânet bir arada olmaz.’
Özellikle nefsi hallerde, menfaat çatışmalarında, gazaplı, gergin hallerde lânet etmekten sakınmalı. Şunu bilmek gerekir ki, insan ömründe kimseye lânet etmese, defteri a’mâline günah yazılmaz.
Lânet, indiği yerin hepsini kapsayacağından Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) devesine lânet okuyan kimseyi kervandan uzaklaştırır. En güzeli, dili kötüye, bedduâya, lânete alıştırmamalı. Ayrıca Allah ve Resûlünün diliyle lânetlenmiş fiillerden uzak durmalı. Mesela Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîfinde peruk takanlara, dövme yaptıranlara lânet etmiş, Cenâb-ı Hakk da Kitabını gizleyenlere lânet etmiştir.
Hadîs-i Șerîfler...
Hz. Allah (başına gelen herhangi bir belâdan ötürü sabretmeyip) tırnaklarıyla yüzünü yaralayan, ceplerini yırtan ve ‘vay benim halime’ deyip üzüntülerini belirten kimselere lânet etsin.
Hz. Allah (başına gelen semavi bir musibetten dolayı rızâ göstermeyip) bağırıp çağıranlara ve onları dinleyenlere lânet etsin.
Hz. Allah, rüşvet verene, alana ve bu arada aracılık yapanlara lânet etsin.
Hz. Allah, içkinin kendisine, içene, içki kadehlerini orada dolaştırana, satana, sattırana, (üzüm gibi meyvelerin) suyunu sıkana, sıktırana, hamallığını yapana, yaptırana ve içkiden elde edilen paradan yiyenlere lânet etsin.
Hz. Allah, kızgın demirle yüzünü damgalayan kimselere lânet etsin.
Hz. Allah şu kimselere lânet etmiştir:
1- Faiz yiyen ve yedirene,
2- Yazıcılığını yapanlara,
3- Şâhitliğini yapanlara,
Bunlar bildikleri halde yaparlarsa, lâneti hak etmiş olurlar.
4- Peruk takan ve taktırana,
5- Saçların arasından beyaz kıl koparan ve kopartanlara.
Hz. Allah hırsızlık yapana lânet etmiştir. Çünkü (öylesine kötü bir şeydir ki) yumurta veya bir ip çalsa bile eli kesilir.
Hz. Allah, şair gibi uydurduğu kötü şeyleri millete en güzel bir sesle söyleyen hatiplere lânet etsin. (Bu hadislerde geçen lânet kelimesi, Allah'ın rahmetinden mahrum etmek anlamındadır. Fakat yerine göre ağır, yerine göre de hafiftir.)
Hz. Allah, kabirleri ziyaret ederek (sesli) ağlayan kadınlara, kabrin üzerine cami inşa eden ve mum yakanlara lânet etsin.
Hz. Allah kendini erkeklere benzeten kadınlara ve kadınlara benzeten erkeklere lânet etsin.
Hz. Allah vücudunun herhangi bir yerine dövme yapan, yaptıran, beyaz kıllarını yolan, güzel görünmesi için ön dişlerini açan ve Allah'ın yarattıklarını ameliyatla değiştiren kimselere lânet etsin.
Hz. Allah (safların arasında yer varken oturmayıp) ortasında oturan kimselere lânet etsin.
Anne ve babasına lânet edenlere, Allah'tan başka büyük şahıslara tazimen kurban kesenlere, büyük günah işledikten sonra yatmaya gelenlere ve (tarla, arsa gibi) yerlerin sınırını değiştirenlere Hz. Allah lânet etsin.
Gaipten haber veren, ok çeken ve kuş bırakanlara lânet olsun.
Altı kimseye ben de, Allah da, diğer peygamberler de lânet ettik:
1- Allah’ın (celle celâlühû) kitabına fazla bir şey katan
2- Kaderi yalanlayan
3- Kibir, kahır, zulümle Allah’ın (celle celâlühû) aziz kıldığını zelil, zelil kıldığını aziz kılan
4- Haramı helâl sayan
5- Sünnetimi terk eden
6- Ehl-i Beytime saygısızlık yapan.
t
Yağmur yağmayınca haşerat insana lânet eder.
p Ana babaya lânet edene
p Eşcinsellik ve hayvan tecavüzü yapana
p Amayı şaşırtana
p Hulle yapana, yaptırana
p Ana ile çocuğunun arasını ayırana Allah lânet eder.
Ebû Umeyr el-Hadrami, Abdullah b. Mesud’un yakın dostuydu. Bir gün İbni Mesud onu ziyaret etmek üzere evine gitti. Fakat Ebû Umeyr evde değildi. Abdullah Ebû Umeyr’in hanımından izin alarak içeri girdi, selâm verdi. İçecek bir
şey istedi. Ebû Umeyr’in hanımı içecek birşey getirmesi için hizmetçiyi komşuya gönderdi. Hizmetçi geç kalınca da,
- Allah ona lânet etsin, gecikti, diye söylendi.
Bunun üzerine Abdullah b. Mesud dışarı çıktı. Derken Ebû Umeyr eve gelip de onu dışarda görünce,
- Ebû Abdurrahman! Senin gibi biri asla kıskanılmaz. Kardeşinin eşine bir selâm vermedin mi? İçeri girip bir şey içmedin mi? dedi.
Ebû Umeyr olanları anlattı ve şunları söyledi:
- Ben Resûl-ü Ekrem’in (sav) şöyle buyurduğunu duydum: ‘Bir kimsenin ağzından lânet sözü çıkarsa lânet bakar, eğer gönderildiği kimse bu sözü hak ediyorsa yerini bulur. Eğer o kimse bunu hak etmiyorsa lânet şöyle der: ‘Ya Rabbi beni falan kimseye gönderdiler. Fakat ben onun lâneti hak etmediğini gördüm.’ Bunun üzerine ona şöyle denir: ‘Nerden geldinse tekrar oraya dön!’
Yolunu Kaybedenler
Hergün defalarca tekrarladığımız ‘sırât-ı müstakim’; en doğru yol, Allah’ın Kitabının gösterdiği, Resûlün rehberliğinde gidilen yol. Bu yolun menzili kayıtsız şartsız cennettir. Hatta tam manasıyla uyulursa, insanın dünyasını da cennete çevirir.
Bu yolda emin adımlarla yürümek için, dinimizin olmazsa olmazı olan, üzerimize farz kılınan itikat-ibâdet-ahlâk ilimlerini öğrenmemiz şarttır. Çünkü sadece akılla görevlerimizi idrak edemeyiz. Akıl; hüküm vermek, kural koymak, kanun çıkarmak için değil, Kânun-u İlâhiye ayak uydurmak için verilmiş. Sınırı belli;
‘İdraki meali bu küçük akla gerekmez,
Zira bu küçük terazi bunca sıkleti çekmez.’
Bizim Kânun-u İlâhi üzerinde akıl yürütmemiz; bakkal terazisiyle vagon tartmaya benzer. İşte hep doğru yoldan ayrılanlar, sapanlar, sapıtanlar, vahyi bırakıp nefsine ve aklına tapan kimselerdir. Hem kendilerini, hem de çevresini helak eden bu güruhtur.
t
Kafirlerin, hayvanlardan daha sapık olmaları:
1- Hayvanlar Allah’a itaât ederler, kafirler ise itaât etmezler.
2- Hayvanlar, Rablerini bilir ve O’nu zikrederler. Halbuki kafirler, Rablerini ne tanır ne de zikrederler.
3- Hayvanlar, kendi menfaât ve zararlarını gözetir, zararlı olan şeyden sakınırlar. Kafirler ve inatçılar ise, bâtılda direttiklerini bildikleri halde, küfürde ısrar edip böylece kendilerini cehenneme atarlar.
4- Hayvanlar, kendilerini devamlı bakan ve gözeten insanlara yönelirler. Kafir ise, kendisine sınırsız nimetler veren Rabbinden kaçar.
5- Hayvanlar, yol göstericileri olduğu taktirde, yollarını şaşırma nisbeti çok azalır. Kafirler ise, Peygamberler ve Kitaplar geldiği halde, sapıklığını artırmıştır.
Helâk
Efendimiz, ‘İnsanlar helak oldu, ancak alimler müstesna. Alimler de helak oldu, ancak ilmiyle amel edenler müstesna. İlmiyle amel edenler de helak oldu, ihlaslı olanlar müstesna. Onlar da büyük tehlike üzeredirler’ buyurarak, helâkın güzergâhını çizmiştir. Bize düşen, bu merhaleleri sırasıyla aşıp, sâhil-i selâmete çıkmaktır.
Öncelikle ilimle işe başlamalıyız ki, amelimizi şuurlu, bilinçli, yapılması istendiği gibi yapalım. Sonra da amelin iç şartlarını geçip, ihlâsı elde etmeye çalışalım, tâ ki en ileri hedefe varalım. Rabbü’l Âlemin’e tam teslimiyet göstermekle helâktan kurtulalım. Yüce Mevlâmız «Ölmeyin, ölmeyin, ancak müslüman olarak ölün» buyurarak âkıbetin fecaatına işâret ediyor.
Kendi tasarrufuyla şeriatın hududunu aşan helâk olur. Bunun için Allah’u Teâlâ buyurdu: «Her kim Allah’u Teâlâ’nın gösterdiği ölçü ve hududu aşarsa kendine zulmetmiş olur.» (Talak, 1)
Bu ümmetin helâkı, bilgiç münâfıkların ellerinden olacaktır.
Üç şey helâka götürür: Boyun eğilen cimrilik, peşinden koşulan hevâ, insanın kendisiyle övünmesi. Hadîs-i Şerîf
Esasları terkeden bu zavallılar kendilerini Allah’ın (cc) sevgisine erişmekten mahrum ediyorlar. M. b. Ebi’l-Verd
İnsanların iki sebepten helâk olduklarını görüyorum:
1- Devamlı nafile ile meşgul olup farzları ziyan ediyorlar,
2- Kalbe inmeyen bir ibâdet ile azâlarını yoruyorlar.
Bir kavimde yalanlama konusunda ısrar, şer ve kötülükte aşırı gitmek varsa, Cenâb-ı Hakk onları muhakkak helâk eder.
İnsanları iki sıfat helâk eder: Malın ve sözün fazlalığı.
Dünya bir kuşa benzer; iki kanadı koptuğu zaman düşer. Yeryüzünün de iki kanadı vardır; biri Mısır, diğeri Basra. Bunlar harap olursa dünya da batar.
Helâk edici günahlar:
1- Allah’ın kitabına ilâve yapmak veya noksanlaştırmak.
2- Kaderi yalanlamak.
3- Allah’ın aziz kıldığını zelil,
4- Zelil kıldığını aziz yapmak.
5- Haramı helâl saymak.
6- Allah’ın dinini yalanlamak.
İnsanoğlu Allah ile şeytan arasında bırakılmıştır. Eğer Allah kalbinde hayır olduğunu bilirse onu kendine bağlar. Yok eğer onda bir hayır görmezse kendi haline bırakır. Kim de kendi nefsinin eline bırakılırsa şüphesiz helâk olur.
Helâk sebepleri:
1- Allah’a şirk koşmak.
2- Sihir yapmak, yaptırmak.
3- Haksız yere insan öldürmek.
4- Faiz yemek ve almak.
5- Yetim hakkı yemek.
6- Harpten kaçmak.
7- Namuslu kadına iftira etmek.
Allah (cc) helâkını murat ettiği kimseden tevazuu, nasihatı ve kanaatı kaldırır. Hayır murat ettiği zaman, bu hasletleri ona nasip eder.
Helâk olan kavimler:
1- Nuh’un (as) kavmine umumi tufan.
2- Lut’un (as) kavmine korkunç yağmur.
3- Ad kavmine kuvvetli rüzgar.
4- Semud kavmine sayha ve sarsıntı.
5- Musa’nın (as) kavmine denizde boğulma.
Zâlimi zulmü ile başbaşa bırak; zîra onun helâkı için zulme devam etmesi, senin bedduâlarından daha tesirlidir.
Lût Kavminin helâk sebepleri:
1- Sokakta sakız çiğnemek.
2- Islık çalmak.
3- Toplumda misvak kullanmak.
4- Sarığı güzel sarmamak.
5- Çocuk oyuncaklarıyla oynamak.
6- Erkeklerin kına vs. ile süslenmesi.
7- Yaka düğmelerini açıp gezmek.
8- Sokaklara bir şey atmak.
9- Meclislerde birbirine yuvarlak bir şey atmak. (top, zar, vs. gibi)
10- Baldırları açık dolaşmak.
Âmin yâ Muîn!
«Bana duâ edin, ben de duânıza icâbet edeyim...» (Ğafir 60) buyuran, rahmeti, ğufranı, ihsanı geniş Rabbim. Biz bunca günah ve hatalarımızla, bitimsiz ihtiyaçlarımızla kimin kapısını çalalım. Senden başka sığınacak, yardım istenecek kimsemiz yok. Her şey fâni, her şey güçsüz, her şey Senin kapına muhtaç. Biz duâ etmekten, duâ ederken kalbiyle dilini bir tutmaktan bile aciz biçare kullarız. Bize öğrettiğin eşi, menendi olmayan Fâtiha sûresiyle ve içinde maddi-mânevi tüm ihtiyaçlarımızın cevabı olan, niyazları kabul eden Kur’anî duâlarla sana yalvarıyoruz. Duâlarımızı kabul buyur. Bütün gönlüyle duâ etme bahtiyarlığını nasip eyle. Duâsı müstecap olanlardan kıl.
Yüce Rabbim biz sırât-ı müstakim yolcularıyız. Yol selâmeti nasip eyleyip, Yüce Rehberimize bütünüyle tabi olarak ümmet-i icâbet olmayı nasip eyle. Âmin yâ Mûîn.
‘Âmin’in Anlamı
İlim ehlinin çoğuna göre ‘Âmin’ kelimesi, duâ anlamında kullanılan bir kelime olarak ‘Allah'ım, duâmızı kabul buyur’ demektir. Bazıları da: ‘Âmin’ yüce Allah'ın isimlerinden birisidir, demiştir. ‘Âmin’in anlamının, ‘Böyle olsun’ demek olduğu da ileri sürülmüştür. İbn Abbas şöyle demiştir: Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Âmin ne demektir?’ diye sordum, o: ‘Rabbim yap’ demektir, dedi.
Tirmizî der ki: ‘Âmin’in anlamı, ‘sen bizim umutlarımızı boş çıkarma’ dır.
Mukatil de ‘Âmin’in, duâ için güç ve bereket indirilmesine sebep olduğunu söylemiştir.
‘Âmin’i Söyleyiş Şekli
‘Âmin’ kelimesi iki şekilde söylenir. Birincisi Yâsin gibi ‘fâil’ vezninde med ile ‘Âmin’ şeklinde, ikincisi ise ‘yemin’ vezninde kasır ile ‘emîn’ şeklinde söylenir.
Şeddeli okunduğuna dair rivâyet de gelmiştir. O zaman bu kelime kasdetmek manasına gelen ‘emme’ den türemiş olur. ‘Bizler sana yönelmeyi kastediyoruz’, demektir. Yüce Allah'ın: «Beyt-i haramı kast ederek gelenlere de saygısızlık etmeyin» (Maide, 2) buyruğu da bu kökten gelir.
‘Âmin’ Deme Zamanı
Kur'ân okuyan bir kimsenin Fâtiha’yı okuduktan sonra -Kur'ân’ın Kur'ân olmayandan ayırd edilebilmesi için- ‘vele’d dâllîn’ kelimesinin ‘nun’ harfi üzerinde sekte yaptıktan sonra ‘âmin’ demesi sünnettir.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ‘İmam ‘âmin’ dediğinde siz de âmin deyiniz. Çünkü her kimin âmin demesi meleklerin âmin demesine rastlar ise geçmiş günahları affolunur.’
Bu hadise göre; geçmiş günahların bağışlanması, şu dört şeyin gerçekleşmesine bağlıdır.
1- İmamın âmin demesi
2- İmamın arkasında namaz kılanların âmin demesi
3- Meleklerin âmin demesi
4- Cematin âmin demesi meleklerin âmin demesine denk düşmesi.
Bu denk düşme ile ilgili; duânın kabul edilmesi hakkındadır, denildiği gibi, zaman hakkındadır, duânın ihlâsla yapılması hakkındadır da denilmiştir. Çünkü Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ‘Duânızın kabul edileceğini bilerek Allah'a duâ ediniz. Ve bilin ki Allah gafil ve başka şeylerle oyalanan bir kalbin duâsını kabul etmez.’
‘Âmin’in Fazileti
Ebû Musabbih el-Makrai şöyle der: Ashaptan Ebû Züheyr en-Numeyri'nin yanında otururduk. Bizden herhangi bir kimse bir duâda bulundu mu; onu âminle bitir, derdi. Çünkü âmin bir sahifedeki mühür gibidir. Ebû Züheyr dedi ki: Bunun neden böyle olduğunu size bildireyim mi?
Bir gece Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile birlikte çıkmıştım. Israrla duâ eden birisinin yanından geçtik. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun duâsını işitecek bir şekilde durdu. Sonra; ‘Eğer mühürlerse duâsı kabul olunur’ dedi. Orada bulunanlardan birisi: Ne ile mühürleyecek ey Allah'ın Peygamberi? diye sordu. Hz. Peygamber: ‘Âmin ile’ dedi. ‘Çünkü o âmin ile duâsını bitirirse (kabulünü) gerektirmiş olur.’ Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu soruyu soran adam duâ eden adamın yanına gitti ve ona: Ey filan, duânı mühürle (âmin diyerek bitir) ve (kabul olunacağına dair) sana müjde olsun, dedi.
Âmîn dört harftir. Allah her bir harften: ‘Allah'ım, âmin diyen herkes için mağfiret buyur’ diyen bir melek yaratır. Vehb b. Munebbih
‘Cebrail bana Fâtihatu'l-Kitab'ı bitirdiğim vakit ‘âmin’ demeyi telkin etti ve: Bu mektubun üzerindeki mühür gibidir, dedi.’ Bir diğer hadiste şöyle denilmiştir: ‘Âmin âlemlerin Rabbinin mührüdür.’
Hz. Ebûbekir dedi ki: Bu, Allah'ın kulları üzerindeki mührüdür, demektir. Çünkü yüce Allah onun vasıtası ile onların üzerinden afet ve musibetleri bertaraf eder. Tıpkı mektupların üzerine vurulan, mektubu himaye eden ve bozulup içindekinin dışarıya çıkmasına engel olan mühür gibidir.
Âmin, cennette bir derecedir. Hadîs-i Şerîf
Hz. Ebûbekir der ki: Bunun anlamı şudur: Âmin öyle bir kelimedir ki bunu söyleyen bu vesileyle cennette bir derece kazanır.
Mümin bir kul ‘âmin’ deyince Allah bu kelimenin her harfinden bir melek yaratır. Her meleğin üçyüz tüyü, bir ağzı ve dili bulunur.
Kıyâmete kadar Allah’ı tesbih ederler. Dünyada sadakatle ‘âmin’ diyene müjdeler olsun. Hadîs-i Şerîf
‘Âmin’ kelimesinin;
A ‘Elif’i Arşın köşesinde,
A ‘Mim’i Kürsinin köşesinde
A ‘Ye’si, Levh üzerinde
A ‘Nun’u Kalem üzerinde yazılıdır. Kim ‘âmin’ derse hepsi harekete geçip onun için istiğfarda bulunurlar. Cenâb-ı Hak ‘Şâhit olun ki ben o kulumu bağışladım’ buyurur. Hadîs-i Şerîf,
Ya Mûsâ! Ben Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetine dört harf verdim. Birincisi Tevrat’ta, ikincisi İncil’de, üçüncüsü Zebur’da, dördüncüsü Kur’an’dadır.
Bunun üzerine Hz. Mûsâ sordu:
- Ya Rabbi, onlar hangi harflerdir?
- ‘Âmin’ kelimesinin harfleridir. Bunu söyleyen dört kitabı okumuş gibi olur.
‘Âmin’ dört harftir. Kim ‘âmin’ derse Allah onu dört türlü beladan koruyup güven içine alır:
1- İmanın kalpten ayrılması
2- Hesap gününün korkusu
3- Sıratı geçememe endişesi
4- Cehennem derekesinde ebedi kalma belası Hadîs-i Şerîf
‘Âmin’ kelimesinin;
A ‘Elif’i, Cibril’in alnında,
A ‘Mim’i Mikail’in alnında,
A ‘Ye’si İsrafil’in alnında,
A ‘Nun’u, Azrâil’in alnında yazılıdır. Kim duâsında ‘âmin’ derse bu dört meleğin hepsi onun için istiğfarda bulunurlar. Allahu Teâlâ o kulu bağışlamadıkça başlarını secdeden kaldırmazlar.
İmam'ın ‘Âmin’ Demesi
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize hutbe irad etti. Sünnetleri açıkladı, nasıl namaz kılacağımızı öğretti ve şöyle dedi: ‘Namaz kıldığınız vakit saflarınızı doğru tutunuz. Daha sonra sizden herhangi bir kimse imam olsun. İmam ‘Allahu ekber’ dediği vakit siz de tekbir getiriniz. ‘Gazaba uğramış olanların ve sapıtanlarınkine değil’ dediğinde siz de ‘âmin’ deyiniz. Allah sizin duânızı kabul buyurur. Ebû Mûsâ el-Eş'ari
İmam ‘âmîn’i açıktan söyler. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘ve leddâllîn’i okuduğunda ‘Âmin’ der ve sesini yükseltirdi.
İnsanlar ‘âmin’ demeyi terketti. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise ‘Gazaba uğramış olanların ve sapıtanlarınkine değil’ dediğinde ‘âmin’ derdi. Onun âmin deyişini birinci saftakiler işitir ve bu ses ile mescid dolardı. Ebû Hureyre
İbn ez-Zübeyr ve onun arkasından namaz kılanlar öyle bir ‘âmin’ dediler ki mescidde bir ses kalabalığı işitildi.
İmama uyan bir kimse imamın ‘vele’ddâllîn’ dediğini işitmedikçe ‘âmin’i söylemez. Eğer uzak olup da onun ‘âmin’ dediğini işitmiyor ise demez. İbn Abbas der ki: İmama uyan onun sesini duyamıyorsa, okuma miktarını kendisine göre tesbit etmeye çalışır ve bitirdiğine kanaat getirdiği yerde ‘âmin’ der.
Bizden Öncekiler ve ‘Âmin’
‘Âmin’ kelimesi bizden önce yalnızca Mûsâ ve Harun (as)'a verilmiş ve öğretilmiştir. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ‘Şanı yüce Allah benim ümmetime kendilerinden önce kimseye verilmemiş üç şeyi verdi. Selâm. Bu cennet ehlinin kendi aralarındaki selâmlaşmalarıdır. Meleklerin saf saf dizilmesi (gibi namazda dizilmek) ve âmin demek. Mûsâ ile Harun'un söyledikleri dışında (‘âmin’ öncekilerden kimseye verilmemiştir.)’
Ebû Abdullah der ki: Mûsâ (as) Fir'avn'a bedduâ etmiş, Harun (as) da âmin demiş idi. Şanı yüce Rabbimiz de Kitab-ı Kerim'inde Hz. Mûsâ'nın duâsını bize zikrettiğinde: «Sizin duânız kabul olundu» (Yunus, 89) dediğini bize bildirmekte ve Harun'un söylediğini zikretmemektedir. Hz. Mûsâ; Rabbimiz, diye duâ etti. Harun (as) da ‘âmin’ diyordu. Bu şekilde ona da duâ eden kişi adını vermiştir. Çünkü onun âmin demesini de onun duâ etmesi olarak değerlendirmiştir.
Âmin bu ümmete hastır. Çünkü Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ‘Yahudiler, selâm ve âmin demekten dolayı sizi kıskandıkları kadar hiçbir şeyden dolayı kıskanmamışlardır. O bakımdan çokça âmin deyiniz.’
Kitap ehlinin bizleri kıskanma sebepleri şudur: Fâtiha Sûresi'nin başı Allah'a hamdetmek, O'na senada bulunmaktır. Daha sonra O'na itaat etmek, O'na yönelmektir. Arkasından bizi dosdoğru yola iletmesi için bir duâdır. Sonra da âmin demekle onlara bedduâ ediyoruz.
Elif Lâm Mîm.
Âlemlerin Rabbi, merhametliler merhametlisi, bütün insanlığa gönderdiği yüce kelâmını ilim deryası kılmakla beraber, rahmet ve inâyetiyle her insanın kapasitesine, ilmine, irfanına, aklına, anlayışına göre hitab eden yüce kitabının derin, zarif, sonsuz manalarını kolay, çekici, anlaşılır lafızlarla inzal buyurmuş. Çünkü bu muazzam kitab, Efendimiz (sav)’den kıyâmete dek bütün bir insanlığı irşad için gönderilmiş, yediden yetmişe, köylüden kentliye, arabdan aceme bütün insanlara hitap etme maharetine sâhip lafzıyla, manasıyla, hattıyla, imlâsıyla tam bir mûcize.
Edebiyatta zirve olmalarına rağmen, çoğu okuma yazma bilmeyen fetret devri insanlarının diyarında zuhur ettiğinden, en az anlayabilme kapasitesine sâhip kimselerin bile anlayacağı olağanüstü bir üslûbta nâzil olmuş, aynı zamanda devrin usta şâir ve ediplerinde akıl almaz hayranlıklar uyandırıp, imanlarına vesile olmuştu.
Ne var ki insanoğlu bu kolaylık nimetine de nankörlük ederek, ‘Dilesek biz de bunun gibi söyleriz. Bu, ancak eskilerin masalı’ deme küstahlığını göstermişler; hatta daha ileri giderek bu câhilliğin bedbaht cesâretiyle belâ yıldırımını üzerlerine çekmişlerdir.
Bu câhil ve azgın gürûhun hezeyanlarına Rahmet Peygamberi son derece üzülüp dehşete kapılmış, secdeye kapanıp saatlerce Rabb-i Kerîmine önceki kavimlerin başlarına gelen belâların gelmemesi için gözyaşları içinde yalvarmış, yalvarmış; feryâd-u figanı dinmemiş. Tâ ki, Cibril-i Emin gelene kadar...
Cebrâil (as) ‘Sen onların içindeyken Allah onlara azap edecek değildir. (Enfal 33)’ âyetini getirmiş, onu teskin etmek istemiş; ama Efendimiz (sav): ‘Ya ben içlerinden ayrıldığımda onlara azab gelirse?’ diye endişesini dile getirmiş, gözyaşları dinmemiş.
Cebrâil (as) tekrar gelip ‘Onlar istiğfar ettikleri sürece Allah onlara azap edecek değildir. (Enfal, 33)’ âyetini getirmiş. Efendimiz (sav), yine teselli bulmayıp ‘Ya istiğfar etmezlerse, yine belâ mı gelir?’ diye inlemiş.
Cebrâil (as) tekrar gelip ‘Arşı taşıyanlarla etraafındaki melekler Rablerini hamd ile yüceltirler, O’na inanır, iman edenler için bağışlanma dileğinde bulunurlar... (Ğafir, 7)’ âyetini getirmiş. Efendimiz (sav) ancak o zaman teselli bulup, başını secdeden kaldırmış.
İnsanoğlunun yerde kan dökecek, fesad çıkaracak olmalarından endişe eden melekelerin itirazvâri ‘Orada fesat çıkaracak, kan dökecek kimseleri mi yaratacaksın? (Bakara, 30)’ sözlerinden dolayı mahcup olarak Beyt-i mâmur etrafında tavaf edip, müminler için istiğfar etmeleri, onların başına toplu belâları, musibetleri bertaraf etmesi, Efendimiz (sav)’e ümmeti hakkında bir garanti, bir kurtuluş muştusu olmuştu.
Cenâb-ı Allah Hz. Musa’ya Tevrat’ı indirdiğinde Tevrat bin sureden ibaretti. Her sure de bin âyetti. Hz. Musa sordu:
- Ya Rabbi! Bu kitabı okumaya ve ezberlemeye kim güç yetirebilir?
Allahu Teâlâ cevap verdi:
- Ben bundan daha büyük bir kitap indireceğim.
- Ya Rabbi! Bu kitabı kime nâzil edeceksin?
- Son peygambere.
- Ya Rabbi! Onun ümmetinin ömrü kısadır. Nasıl okuyacaklar?
- Ben o kitabı onlara kolaylaştıracağım. Hatta küçük çocukları bile okuyabilecekler.
- Ya Rabbi! Bunu nasıl yapacaksın?
- Ben yüz dört kitap indirdim. Ellisi Ęit’e, otuzu İdris’e, yirmisi İbrahim’e, Tevrat’ı sana, Zebur’u Davud’a, İncil’i İsa’ya, Kuran’ı Kerim’i Muhammed Mustafa’ya (sav) indirdim. Kur'an-ı Kerim öyle bir kitaptır ki; bütün alemleri bu kitaplarda zikrettim, bu manaların hepsini de Muhammed’in kitabında zikredeceğim ve yüz on dört surede toplayacağım. Bu sureleri otuz cüz kılacağım. Cüzlerdeki mana, Fatiha’nın yedi âyetinde olacaktır. Sonra bu manalar da yedi harfte toplanacaktır.
O yedi harf ‘Bismillah’tır. Sonra bütün bunların hepsi ‘ الٓمٓ ’in ‘ا elif’inde olacaktır.
Allah (cc) Fâtiha Suresi’yle zatını bazı sıfatlarıyla tanıtıp, kullarına hamd ve duâyı öğrettikten sonra kitabını ve muhataplarını tanıtıyor. Onların Kitâbullah’a karşı tutumlarını, farklılıklarını bilgimize arz ediyor. Öncelikle inanan müminleri, sonra inanmayanları sonra da kasıtlı veya kasıtsız ikilemde kalanları beyan ediyor.
Âyetler, muhkem ve müteşâbih olmak üzere ikiye ayrılır. Muhkem âyetler, açık ve nettir, dini hükümler bunlardan çıkarılır. Müteşâbih âyetler, Allah ve Resûlü arasında şifredir, bunlardan hüküm çıkarılmaz. Sadece ilimde kökleşen derin âlimlere yorum izni verilmiştir: ‘...Oysa onların gerçek anlamını sadece Allah bilir ve ilimde derinleşmiş olanlar: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır’ derler ve bunları ancak gerçeği kavrama özelliği olanlar düşünür ve anlarlar.’ (Âl-i İmran, 7)
Müteşâbih âyetleri gördüğümüzde bize düşen, ‘Allahu a’lemu bi murâdihi ve nazmi esrâri bi kitâbihi’ demektir. Yani, bu âyetlerle Allah’ın (cc) ne murad ettiğini, kitabın diziliş sırlarını en iyi bilen Allah’tır.
Müteşâbih harfler, Allahu Teâlâ’nın ilmini ve manasını kendisine ayırdığı sırlardandır.
Ebû Bekr der ki: Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de yer alan harflerin anlamlarını bir imtihan olmak üzere bütün alemden gizli tutmuştur. Bunlara iman eden kimseye ecir verilir, mutlu olur. Bunları inkar eden ve şüphe ile karşılayan da günah kazanır ve haktan uzaklaşır.
الٓمٓ (Elif, Lâm, Mîm) ve diğer mukattaa harfler, iki sevgilinin arasında, harfler ile konulmuş ve ikisinden başkasının muttali olmayacağı muammâ birer şifre kâbilindendir. Gerçekten bu şifreyi Allah (cc), hiçbir nebiyyi mürselin ve mukarreb meleğin güç getiremeyeceği vakitte Efendimiz (sav) ile berâber olduğu zaman koydu. (Cebrâil (as) dâhi mukattaa harflerin esrar ve hakikatini bilmemektedir).
Müşrikler, insanların Kur’ân-ı Kerîm’i dinlememesi için gürültü yapıyorlardı. Cenâb-ı Allah, insanların menfaatlerini istediği için, onların susmalarına ve Kuran’ı dinlemelerine sebeb olsun diye, bilmedikleri bu harfleri inzal etti. Onlar bu harfleri duyunca, hayrete düşerek şöyle dediler: ‘Hz. Muhammed’in söylediklerine hele bir kulak verin.’
Allah (cc), insan tabiatına garip ve bilinmeyene meyletme duygusu koyduğundan, yeni, değişik bir şey okunduğunda insanlar anlamak için ona kulak verirler. Kâfirler böyle Kur’an’a kulak verince, Kur’an onlara nüfuz etti. Bundan anlaşılıyor ki, mukattaa harfleri Allah’ın (cc) bütün insanlar için büyük bir rahmeti ve hikmetidir.
‘ الٓمٓ ’, Üç ana mahrecin harflerini taşır. Harflerin resim ve şekillerini sergiler. Muarızların muarazada aczlerini tebcil için ve yine kitabın şerefini anlatmak için gelmiştir.
Surenin başında gelen bu huruf-u mukattaa, o surede bu harflerin çok bulunduğunu da gösterir. Bu harfler, Cenâb-ı Allah’ın kendi zâtını övme vesilesi yaptığı harflerdir.
✧ Namazda üç ana hareket vardır:
1- Kıyam. ا , kıyama işarettir.
2- Rüku. ل , rükuya işarettir.
3- Secde. م , secdeye işarettir.
✧ Yani kim müminlerin miracı olan namazda Fatiha’yı okursa, Allahu Teâlâ o kişinin ‘اِهْدِنَا / Bize hidâyet et’ duâsına icabet eder.
✧ Cebrail'in (as) Resûlüllah (sav) ile son müzakere ettiği harf, ‘Elif-Lâm-Mim bu kitabta şek ve şüphe yoktur’ âyetidir. İbn- i Abbas
✧ Bakara sûresinin müteşâbih harflerle başlamasının sebebi, akıl ve hikmet sâhiplerinin mertebelerinin bilinmesi içindir. Akıl ve hikmet sâhibi kimseler, bununla acziyetlerini itiraf etsinler, ibret alsınlar ve Kur’ân âyetlerinin üzerinde düşünsünler diyedir.
✧ Ulemânın bir sırrı, halifelerin bir sırrı, peygamberlerin bir sırrı, meleklerin bir sırrı ve bütün bunlardan sonra da Allah’ın bir sırrı vardır. Ęâyet câhiller âlimlerin sırrına vâkıf olsalar, onları yok ederler; âlimler de halifelerin sırrına vâkıf olsa- lardı, onlara karşı gelirlerdi. Peygamberler meleklerin sırrına muttali olsalardı, onları töhmet altında tutarlardı. Şâyet melekler Allah’ın sırrına muttali olsalardı, şaşkınlık içinde kalır ve yok olup giderlerdi. Bunun sebebi ise, yarasanın gözleri güneşin ışığına tahammül edemediği gibi, zayıf akılların da güçlü sırları taşıyamamasıdır.
✧ Peygamberlerin akılları fazla olduğu için, nübüvvet sırlarını taşıyabilmişlerdir. Ulemânın da akılları fazla olduğu için, ortalama insanların taşımaya güçleri yetmeyen sırları taşıyabilmişlerdir. Bâtıni bilgiye muttali olan hukemâ, akılları çok olduğu için, zâhir ulemâsının âciz olduğu şeyleri taşımaya güç yetirmişlerdir.
Elif okudum ötürü
Pazar aldım götürü
Yaratılanı severim
Yaradandan ötürü Y.Emre
2- Budur işte o kitap; onda asla şüphe yoktur, muttakileri (kötüye sapmaktan endişe içinde olanları) doğruya yöneltir.
Arapça’da ‘ ذَلِكَ ’, ‘o’ demektir. Araya giren ‘ ل ’ lam harfine, lam’ı buud (uzaklık lam’ı) denir. Âyette, kitap elimizde ve gözümüzün önünde olmasına rağmen, ince bir nükteye binaen ‘o kitap’ buyrulmuştur. (muktezay-ı zâhirin hilâfına kelam) Kur’an’dan manen, ilmen, amelen uzak kaldığımıza işarettir.
Kelimeye bir ‘ ل ’ ilâvesiyle mana inci inci dizilmiş. Şöyle ki; Kur’an zâhiren kitap olarak şimdilik yanınızda, dünyanızda, işaret edebileceğiniz kadar yakın. Dünyanın her yerinde hiçbir harfi, harekesi bozulmadan taptaze ‘solmaz, pörsümez, yeni’. İşaretle gösterilen mümtaz, gözde, ezeli, ebedi, kerim kitab. Hem de Kebiru’l Müteâl’in bizzat işaret ettiği kıyâmete dek muhafaza edeceğini (Hicr, 9) bildirdiği Azim kitab.
Ne var ki, ‘denizler mürekkep olsa’ (Lokman, 27) sonsuz ilim deryasından zayıf akılları, mahdut ilimleriyle insanlar ne kadar alabilirler?
‘O bir bahr-i ummandır
Ona hatt-ı kenar olmaz’
Kur’an’ın gerçek manasını bütünüyle anlamak beşeri takatın fevkinde olması nedeniyle uzaklık edatı ‘ ذَلِكَ ’ ile getirilmiş.
Bir kimse ömrünü sadece Kur’an ilmi, Kur’an tefsiriyle geçirse büyük bir âlim olur. Ama ilim deryasından ancak kovası kadar alır. Kur’an’ın manaları anlaşılmaz, muğlak değil. Aksine yediden yetmişe, her sınıftaki insana hitap eden mucizevi kitap. Siz hiç duydunuz mu, anaokulundan üniversiteye kadar sadece tek kitapla eğitim yapılsın? Bu insan fevkinin üstünde yapılmamış, yapılması mümkün olmayan bir tedrisat.
Onun için ‘Her kitap bir kitabı anlamak içindir.’ demişler. Hatta manasını bilmeden okuyan ve dinleyen bile nasibini alır. Zerrelerine kadar iman dolar. Haz alır, zevk duyar, enerji kazanır. Menfi enerjilerinden kurtulur, hastalıkları şifa bulur, kalbi, gözü, gönlü nurlanır.
Rabbinin mesajını alır. Huzuru, rahmeti, bereketi harf harf, cümle cümle yudumlar. Yalnızlıktan, can sıkıntısından kurtulur. Gönül yaralarına merhem sürülür.
Sabah gündem onunla açılır, akşam onunla hitam bulur. ‘Allah'ı çokça anın, Onu sabah akşam zikredin’ (Ahzab, 41-42) âyeti tecelli eder. Artık boş ve nâhoş sözler lezzet olmaktan çıkar, ona eza verir. Alaylar, şakalar, laf sokuşturmalar, yavaş yavaş hayatımızdan çekilir. İrademiz sağlamlaşır, vakarımız artar. Laubalilik, lüzumsuz konuşmalar artık sevimsiz hale gelir. Nitekim Hz. Musa Rabbiyle kelam etmekten dönünce insanların sözleri ona giryan gelmişti. Sanki hayvan sesi duyar gibi oluyordu.
Velhasıl Kur’an; gören gözlere nur, duyarlı kalplere surur veren ilâhi vahiy, Allah’ın Kelam isminin tezahürüdür.
✽ ✽ ✽
Allah Nebi (sav)’e suyun silemeyeceği, reddiyelerin eskitemeyeceği bir kitap indireceğini vaad etmiş. Ne zaman ki o kitabı indirdi, şöyle buyurdu: zalikel kitabu; işte o vaad ettiğim kitap ki Tevrat’ta, İncil’de, senden önceki nebilerin dilindeydi. Ferra
Resûlullah’ın (sav) insanlara okuduğu kitab anlamına da gelir.
‘Kitap’, bir araya derlenip toparlanmayı ifade eden ‘ كَتَبَ ’ den masdardır. Bir araya gelip toplandığından dolayı askerî birliğe ‘ كَتِبَ ’ denilir.
‘Kitap’, yazan kimsenin alfabe harflerini bir arada veya ayrı ayrı yazmasıdır. Yazılan şey olmakla birlikte buna ‘kitap’ adı verilmiştir.
‘Kitap’, aynı zamanda farz, hüküm, kader anlamına da gelir.
Kur’an’ın ‘kitap’ diye isimlenmesinde O’nu hıfz için yazılmasının vacip olduğuna işaret vardır. Kur’an’ı yazmak Müslümanlara farz-ı kifayedir.
‘ ذَلِكَ الْكِتَابُ ’, Şanının yüceliğini gösterir. Çünkü o, kitap ahvalinden kemal haddine ulaşmıştır.
Hitap, ehli kitaba yöneliktir. Bu kitap sizin kelamınızdaki harflerden telif edilmiştir. Kitaplar arasında kemal dereceye ulaşmıştır. Bu sizin çok duâ ettiğiniz, ona ittiba ile iftihar ettiğiniz kitaptır. Çünkü o kitapların sonuncusu idi. Bu yüzden kendinizi en faziletli ümmet sayıyordunuz. Şimdi içinizde inen en faziletli kitaba itaata koşmuyorsunuz.
✧ Kur’an-ı Kerim’in maksadı, kalpleri, ruhları yaratıklarla meşgul olmaktan, mârifetullah deryasında gark olmaya götürmektir.
✧ Kur’an’da her kelimenin bir zahir, bir batın iki manası ve bir hükmü vardır. Her hükmün içinde de bir kurtuluş vardır.
✧ Kur’an-ı Kerim Allah’a; gökten, yerden ve içindekilerden daha sevimlidir. Hadîs-i Şerîf (Dârimi 2/441)
✧ Allah’ın Kitâbından tek bir âyeti cânı gönülden dinleyen kimse için o âyet, kıyâmet gününde bir nur olur. Hadîs-i Şerîf (Beyhaki-Müsned, Nesâî, (Hz. Aişe'den)
✧ Kim Kur’an’ı okur ve onunla amel ederse, Allah (cc) kıyâmet gününde onun ana babasına bir tac giydirir ki, o tacın ziyası, dünyadaki güneşin ziyasından daha parlak ve güzeldir. Ya bir de onunla amel edene (verilecek sevap ve ihsana) ne dersiniz? Hadîs-i Şerîf (Ebû Davud, Vitr, 14; Ahmed, 3/440; Hâkim, "Müstedrek", 1/567)
Bütün hakikatlar sendedir Kur’ân’ım
Seni okudukca bir kat daha artar imanım
Senden ayrıldığım an perişanım
Ey benim neşe dolu, bilgi dolu Kur’ân’ım
Sensin gönlümüzde bahar
Sana uyan elbet olur bahtiyar
Uymayan ye’se düşer
İster genç olsun, ister ihtiyar. M. Balcı
✧ Hangi evde Kur’ân-ı Kerim okunursa, orada bolluk, bereket çoğalır, şeytanlar uzaklaşır ve melekler oraya hücum eder. Hangi evde Kur’an okunmazsa, o evde darlık, sıkıntı, huzursuzluk baş gösterir. Rahmet melekleri oradan uzaklaşır ve şeytanlar orayı istilâ ederler. (Ebû Hureyre)
✧ Kur’an’ı ezberden okuyan bin sevaba, yüzünden okuyan ikibin sevaba kavuşur.
Bu Senin Kitabındır
Ebû Müslim-i Saftar, evliyânın büyüklerinden biriydi.
Gemi ile yola çıktığı bir günde âniden ters yönde bir rüzgâr çıktı.
Dalgalar yükseldi. Gemi batacak gibi oldu. Gemide olan yükü denize attılar. Yardım istediler.
Ebû Müslim diyor ki:
‘Bizimle berâber gemide bir köylü vardı. Yanında bir mushafı vardı.
Kalktı ve o mushafı elinin üzerine koydu, şöyle yalvararak duâ etti:
‘Ya Rabbi! Eğer bir kimsenin elinde dünya sultanından bir mektup bulunuyorsa,
hiç kimse ona saldıramaz, zarar veremez, belâlardan emin olur. (Mushafı kaldırdı ve) Yâ Rabbi!
Bu senin kitabındır, bunu bize verdin. Ellerinde senin kitabın bulunan kullarını suda boğmak keremine yakışmaz.’
Derhal dalgalar söndü ve deniz süt liman oldu. Gemidekiler sağ sâlim gitti.
‘O’nda şüphe yok’
Kur’an, Hakk’ın kelamıdır. Rabb’ın buyruğudur. Cibril-i Emin’in getirdiği, Resûl-ü Emin’in tebliğ ve tefsir ettiğidir.
Şüphe; bilmemenin veya tam bilmemenin, anlamamanın neticesidir. Oysa Allah (cc) her türlü noksan sıfatlardan çok uzak ve beridir.
Onu gönderen Zat, bütün mükevvenatın sahibi, yaratıp yaşatanı, her şeyin içini dışını, künhünü bilen Âlim, Habir, Müdebbir olan zattır. O’na gizli kalan hiçbir şey yoktur. Her şey O’nun malumatında, tedbir ve idaresindedir. Böyle bir zatın elbette ki gönderdiği kitap hak ve gerçektir. Kendisinde asla şüphe yoktur.
O bütün her şeyin Hâlikı ve her şeyi bilen zat. Mükevvenâtta hiçbir şey onun malumatı dışında değil ki şüphe olsun. İlmi yetersiz değil ki, şüphe olsun. ‘Allah âlim olarak yeter.’ (Nisa, 70)
Şüphe kelimesinin masdar olarak gelmesi manayı genişletir. Bu durumda ‘ لاَ رَيْبَ فِيهِ ’;
Hem o kitapta şüphe hem de o kitaba şüphe etmek yok, ona şüpheli gözlerle bakmayın. Ona ilimle bakın, temiz kalple, temiz gözle ve iyi niyetle bakın. Anlayarak, ağlayarak, Hakk’a bel bağlayarak bakın. Yenilmemiş nefisle hırs ve heva ile, terbiye görmemiş gözlerle, etrafta dolaşan kalıplaşmış sözlerle bakmayın, demektir.
Kur’an’ı bunca tekzib eden, inkar eden varken, Cenâb-ı Hakk لاَ رَيْبَ buyurup te’kide bile gerek görmemiş.
Çünkü ‘ فِيهِ / içinde’ buyuruyor. Kur’an’ın içine girenler, durumunu keşfedenler, onun Allah kelamı olduğunu hemen sezecek ve gönülden bağlanacaktır.
Şüphe edenler câhil, cühela, bir takım mukallid ayak takımı, pervasızca dil uzatırlar. Bunları muhatap alıp inandırmaya çalışmak, tekitle pekiştirmek abesle iştigal olur.
Kur’an’ın kendinde şüphe yoktur. Şüphe bunların gönüllerindedir.
Güneş güneştir, körler onu görmeseler bile...
Bal baldır, ağzının tadı bozulanlar balın tadını hissetmeseler bile...
Misk misktir; her ne kadar koklama duyusunu kaybedenler hissetmese de...
Önünde deniz gibi berrak ve tatlı su aktığı halde içemeyen kişiye yazıklar olsun...
Dolunayın gündüz gibi etrafı aydınlattığı bir gecede, karanlıkta kalanlara yazıklar olsun!
Aydınlığa koşmadığı için kendini suçlayacağı yerde, suçu dolunayda bulan ne kötü, ne habistir!
Gül bahçesine bakıp, o güzel kokuları koklamadan soldurana yazıklar olsun...
Kur’an-ı Kerim’e isyan edip, onun emirlerine, nehiylerine uymayarak,
Cennet vaadi ve Cehennem tehdidine aldırmayarak fasıklığa düşene yazıklar olsun!
‘ رَيْبَ ’, aslında nefse ızdırap ve kuşku vermek manasına masdardır. Sonra ‘şek’ ve ‘şüphe’ manasında kullanılmıştır. ‘ رَيْبَ ’ile ‘Şekk’ arasında küçük bir fark vardır. Şöyle ki;
‘ رَيْبَ ’ kendisinde korku olan bir şüphedir. Şekk’ten daha hususidir. Şekk ise; iki zıddın arasında tereddüt edip, birini diğeri üzerine tercih edememektir. Her rayb, şekk’tir, ama her şekk rayb değildir.
Şüphe nefse huzursuzluk verip, emniyeti yok eder. ‘ رَيْبَ ’ kelimesinin üç anlamı vardır: Şüphe, Töhmet, İhtiyaç
✽ Şüphe, hummalı hastaya benzer; uyumaz, uyutmaz, uyusa bile korkulu rüyalar görür. C. Şehabettin
✽ Gülmek, kuşkunun kışkırtıcısıdır.
✽ Bir insan kimseye güvenmiyorsa, siz de ona güvenmeyin. Bir kimseden şüphe ediyorsanız ona iş vermeyin. Bir kimseye iş vermişseniz ondan şüphe etmeyin.
✽ Mü'min olabilmek için başta kalpten şüpheyi atmak şart olduğu gibi, imanın bekası ve devamı için de şüpheden uzak olmak şarttır.
✽ İman esaslarıyla ilgili olarak ‘bunlar doğru mu, değil mi, aslı var mı, yok mu?’ diye şüphe etmek, kesin bir şekilde kalbin huzur ve sükun içinde tasdik etmesi anlamında olan imanla ters düşer.
✽ Şüphe bir hastalıktır.
✽ Şüphecinin görüşleri gerçek olamaz, kalp hastalığı artar, bedeninde troit, iltihaplar, kistler çoğalır.
✽ Şüpheciler beceriksiz ve bedeni işlerden kaçarlar. Hafızaları azalır. Kederden kurtulamazlar, saldırgan olurlar. Olmayanı gerçek görürler, kıskançlık ve cinâyetlere sebep olurlar. (Yaşları 45-84 arasında yedi bin kişi üzerinde araştırma yapılarak bu sonuç elde edilmiştir.)
‘Muttakileri doğruya yöneltir.’
Bu kitap Arab’a, Acem'e hidâyettir, denmiyor da; ‘müttakilere hidâyettir’ deniyor. Bütün nevi beşere, bütün insanlığa hidâyettir. Fakat bu hidâyetten istifade edebilmenin tek şartı muttaki olmaktır. Kur’an takvâ sahiplari için hidâyettir.
Hidâyet yönlendirmek, yol göstermek demektir. Bu durumda, bir kimsenin yola çıkması lazım ki yol gösterilsin. Allah yolunun yolcusu olan muttakiler için Kur’an rehber, yol gösterici, yönlendiricidir.
Kurân her halükarda hidâyet güneşidir. Kusursuz bir verici istasyondur. Ama alıcının da kusursuz olması gerekir. Yarasalar güneşten istifade edemez. Bu nedenle Rabbimiz, tahsis lamı ile hidâyetin müttakilere has olduğunu beyan buyurmuş. Gökten inen rahmetin güle uğrasa gül, dikene uğrasa dikene dönüştüğünü daima görmekteyiz. Âyette ‘Zâlimlerin ancak ziyanını arttırır.’ (İsra, 82) buyrulmuş.
Müttaki genel anlamda küfür ve şirkten, günah ve fısktan, masivadan kalbini arıtmış kimsedir.
İlâhi kerem eyle aşkınla hidâyet kıl
Bizi hâr-ü hakir edenlere dâhi her dem inâyet kıl. Sezâyî-i Gülşeni
‘ هُدًى ’ kelimesinin Arapçadaki anlamı, doğruluk ve açık seçiklik demektir. Yani bu kitapta mârifet ehline bir açıklama vardır, doğru yol gösterilmektedir.
Hûda iki türlüdür: Birisi delalet (yol göstericilik) şeklindeki hidâyettir. Bu peygamberlerin ve onlara tabi olanların yapabilecekleri bir şekildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Her bir kavim için de hidâyete ileten bir (yol gösterici) kişi vardır.’ (Rad, 7)
Diğer bir hidâyet şekli ise; te'yid ve başarı anlamına gelen ve yalnız yüce Allah'a has olan hidâyettir. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: ‘Muhakkak ki sen sevdiğin kimseyi hidâyete erdiremezsin.’ (Kasas, 56)
Buna göre hidâyet, kalpte imanı yaratmak anlamına gelir.
‘ هُدًى ’ aynı zamanda hidâyet bulmak, irşad anlamına gelir. Ayrıca hidâyet müminleri cennete götüren yollara iletmek anlamında da kullanılır.
‘ هُدًى ’nin gündüzün isimlerinden birisi olduğu da söylenmiştir. Çünkü insanlar geçimlerini sağlamak ve bütün maksatlarına ermek için, gündüzün aydınlığında yol bulurlar.
Vaaz-u nasihat aldıkları, yasaklardan kaçındıkları ve hidâyetten faydalandıkları için, hidâyet, müttaki kullara has kılınmıştır.
Allah’ın Hidâyeti
✽ Ruhani ve cismani kuvvetler bahşetmesi.
✽ Akli meleke, irâde gücü vermesi.
✽ Hak ile bâtıl, iyi ile kötü arasını ayırma yeteneği vermesi.
✽ Peygamber ve kitap göndererek doğru yolu göstermesi.
✽ Vahiy, ilham, sadık rüyalar ile kalplere sırları açmak, eşyanın hakikatını göstermek. Ki bu, husûsi hidâyettir.
Kime inâyet ve hidâyet yetişirse, yüce mertebelerden, aşağı tabakalara inmez. Allah kimi yalnız bırakırsa, hevâsına uyar, hevâsı da onu Allah yolundan saptırırsa, işte onlar, bu nurun kendilerine ulaşmadığı ve isâbet etmediği kimselerdir. Böylece sapıklık ve ziyan içine düşmüşlerdir.
Allah'dan gelen hidâyete ermenin altı şartı vardır:
1- Gayba îman etmek,
2- Namazı dosdoğru kılmak,
3- Zekâtı vermek,
4- Kur'an'a iman etmek,
5- Allah’ın Kur'an'dan önce gönderdiği diğer kitaplara da inanmak,
6- Âhiret âlemine tereddütsüz inanmak.
Müttakilerin, yani Kur’an’ın kendilerine hidâyet olduğu bahtiyar şahısların önemli bir vasfı da, âhirete şeksiz şüphesiz yakinen inanmalarıdır. Çünkü onlar bilirler ki, kendilerine gelen kitaptaki dünyevi bilgiler, öncesiyle, sonrasıyla, âfakıyla, enfüsüyle haktır, gerçektir, gün gibi açık ve nettir. Bu eşsiz kitabı indiren zatın uhrevi olarak da bildirdiği her şey haktır, gerçektir.
Bir işte güvenilirliğini ispat eden birine, kasa teslim edilir. Meslek sırları ona öğretilir. Ona gönül rahatlığıyla iş devredilebilir. Kalbi Allah sevgisi, Allah bilgisi ile dopdolu olan insan güvenilir kul olur.
Her işte ‘hasbunallahu ve nimel vekil’ diyen müttaki kul önce inanılması gereken her şeyi öğrenir, inanır. İlmi hiç bir şüphesi kalmayacak şekilde ilme'l-yakine, sonra vesveseden arınmış kalp ekranında görerek ayne'l-yakine ulaşır. Ve nihâyetinde perdeler kalkar, nurefşan olur. Müttaki kul hakka’l-yakine ulaşır. Yakînin mertebelerini kat kat aşarak menzile ulaşır.
Artık cennet inancıyla, içindeki umut kuşu pır pır eder. Cehennem korkusu, daha da önemlisi Rabbini gücendirme endişesi gün be gün haşyetini arttırır. Korku ve ümit, alyuvar ve akyuvarlar gibi bünyesini kaplar. Yüzü ümitle gülerken, yüreği korkudan titrer. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalışırken, yarın ölecekmiş gibi âhiretine yönelir. Hali ise ipte yürüyen cambaz gibi dikkatli ve tedirgindir.
İçindeki Allah korkusu fıskı, fücuru kalpten kovmuş, gönlünde doğan takvâ güneşi zahir azalarına aksedip, hayatın her deminde onu zahir-batın günahlardan arındırmış olur.
Onun bütün gündemini Rabbi doldurur. En büyük hedefi, O’nun rızâsı ve cemali, en büyük meşgalesi Hakk’a itaat ve mahlukata merhamettir. Günahtan uzaklaşıp pürnur, zulmetten uzaklaşıp billur olur. Rabbinin beğenisini kazanıp iltifat- ı ilâhiye mazhar olur.
Rabbü’l alemin Kur’an’da bir çok yerde müttakiden söz ederek şanını yüceltmiş, hakkında ‘Muhakkak ki, muttakiler için kurtuluş vardır.’ (Nebe, 31) buyurmuştur. Efendimiz (sav) ‘İmamül müttakin - Müttakilerin imamı’ olarak vasıflanmıştır.
O takvânın zirvesinde bütün müttakilerin öncüsü, rehberi, imamı ve Rabbin yüce Habibidir. Ömrü secdelerde gözyaşları içinde geçtiği için, Rabbisi ömrüne yemin etmiştir. (Hicr, 72)
Takvâ, henüz eline girmeyen şeyler için güzelce tevekkül, eline giren şeyler için rızâ, elinden çıkan şeylere sabırdır.
Müttakî, Allah'ın nizamına göre; âhiretine zarar veren şeylerden şiddetle kaçınan kimse demektir.
Allah’dan (cc) başka bir şeyden korkan veya bir şey ümit eden kimsenin yüzüne Allah (cc) bütün kapıları kapatır. Ve ona âdi korkuyu, yâni korkusunun dışındaki korkuları mûsallat kılar. Kendisi ile onun arasına yetmiş perde çeker, o perdelerin kalınlığı en az olanı şüphe olur. Âkibetleri üzerinde düşünmeleri ve hallerinin değişmesinden endişe etmeleri de Allah’dan gayrı korkular sebebiyledir.
Kimseden havf eylemez,
Allah’dan havf eyleyen.
✧ Takvâ, şirk, kebair ve fuhşiyattan sakınmaktır. Vikayeden alınmıştır. İki şey arasında engel demektir. İbni Abbas
✧ Müttaki, Allah’ın emrine imtisal, nehyinden ictinab ile kendisiyle azap arasına engel koymuş olan kimsedir.
✧ Takvâ; nefsini kimseden hayırlı görmemendir. İbni Ömer
✧ Takvâ lafzının tekrarı kadar hiçbir lafız Kuran’da tekrarlanmamıştır. Bu da takvânın şanının ihtimamını gösterir. İbni Arabi
✧ Takvâ asıl olarak, az söz söylemektir. İbn Faris
✧ Takvâ sahibi konuştuğu zaman Allah için konuşan, amel ettiği zaman Allah için yapandır. Ebû Yezid el-Bestami
Birisi Hz. İsa'ya gelip: Ey hayrın muallimi! Ben ne şekilde gerektiği gibi Allah (cc)’dan ittika eden olurum?’ Hz. İsa: ‘Az bir şeyle olursun: Bütün kalbinle Allah'ı (cc) seversin. Gücün yettiği kadar ibâdet edersin. Nefsine merhamet ettiğin kadar hemcinslerine merhamet edersin’ dedi.
Adam: ‘Ey hayrın muallimi! Benim hemcinslerim kimlerdir?’
Hz. İsa: ‘Ademoğullarının hepsidir. Sana dokunmasını istemediğini başkasına dokundurma. O zaman gerçekten Allah azabından sakınmış olursun.’
✽ Allah’tan korkan bir kimse, O’nun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya, titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz.
✽ Kendine kötülük yapanlara sabır, yaptığı kusurlara tevbe eder.
✽ Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar.
✽ Kimsenin malına, canına, namusuna göz dikmez. Çalışırken hile yapmaz. Alışveriş yaparken kimsenin hakkını yemez.
✽ Herkese iyilik eder. Şüpheli şeylerden kaçınır.
✽ İlim ve ahlâk sâhiplerine saygı gösterir.
✽ Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir, onlara uymaz.
Ömer b. Abdülaziz, Sâlim isminde bir âlimi nasihat almak maksadıyla dâvet etti ve dedi ki:
‘Gördüğün gibi idare bana bırakıldı. Böyle bir imtihandan yara almadan kurtulamayacağımdan korkuyorum.’
Sâlim, ‘Eğer dediğin gibi korkuyorsan, o zaman bu korku seni kurtaracaktır. Ama korkmuyorsan, korktuğunu söylediğin acı sona uğrayacaksın!’ dedi.
❊ ‘ ذٰلِكَ الْكِتَابُ ’da, Kuran’ın şanının yüceliğini ve mertebesinin yüksekliğini belirtmek için, uzaklık ifade eden ‘ ذٰلِكَ ’ kelimesiyle yakına işaret edilmiş ve mertebesinin erişilmez derecedeki yüceliği hissî uzaklık menzilesine indirilmiştir.
❊ Kitabın ' ال ' ile tarifi işinin hükmünün büyüklüğüne işarettir.
❊ Kitap aslında masdardır.
❊ ‘ رَيْب ’ın car ve mecrura takdim olması, dinleyenin önünde tecessüm içindir.
❊ ‘ هُدًى’de mübteda olan ‘ هُوَ ’ hazfolunmuştur. Ayrıca ‘ يُنْفِقُونَ ’nin mefulü olan ‘mal’ kelimesi hazfolunmuştur.
❊ ‘ هُدًى ’ masdarı ismi fail yerinde gelmiştir. Bu, devam ve süreklilik ifadesi içindir.
❊ ‘ هُدًى لِلْمُتَّقٖينَ ’ ifadesinde mecazı akli vardır. Çünkü burada hidâyet Kuran’a isnad olunmuştur. Bu ise sebebe isnad kabilindendir. Gerçekte hidâyete erdiren Allahu Teâlâ’dır.
❊ Müttekin‘in zikrinde icaz var. Çünkü bu vikâyenin müstehab olanını bünyesinde cem etmiştir.
3- Onlar ki gayba (duyular ötesi aleme) inanır, namaz kılarlar, kendilerine verdiklerimizden infak ederler.
‘O müttakiler ki gayba inanırlar’ cümlesinin başındaki ‘ الَّذِينَ ’ ismi mevsulü, beyan ve medih için gelip, müttakileri gayba iman sıfatıyla tavsif etmiş.
‘ غَيْبِ’, elif lam’lı gelerek marife olmuş. Yani inanılması gereken gayba inanmak. Yoksa delilli delilsiz her gayba inanmak bunun dışında kalır (Falcılara, büyücülere inanmak vs. gibi). Âyet müttaki olmanın ilk şartının iman olduğunu bildiriyor. Çünkü inanmadan bir şeyi yapmak, ve sakınmak imkansızdır.
İnsanın cesareti, mürüvveti, etkisi - tepkisi imanı nisbetindedir.
O iman ki, kızgın taşlar altındaki Bilal’e ‘ehad! ehad!’ dedirtti. O iman ki; Hamza’yı çifte kılıçla kahramanca cihat ettirip şehadet şerbeti içirtti.
O iman ki; Hz. Ebû Bekir’e, Hz. Hatice’ye tüm servetini bu uğurda feda ettirdi. O iman ki; Mus’ab’a bütün debdebe ve lüksü, evini, diyarını terk ettirip, Uhud’un eteğinde yarım kefenle şehit ettirdi.
O iman ki; kana susamış, gözü dönmüş sapıklık girdabında boğulmaya yüz tutmuş nice katı kalpleri yumuşatıp, ipek huylu, gani gönüllü sahabi eyledi. O sahabiler ki; malını, canını, evladını, eşini, işini, adet ve alışkanlıklarını bir çırpıda terk etmiş, Allah’ın askerleri olmuş. Emr-i ilâhi karşısında hiç tereddüt etmeden teslimiyet göstermiş; bin yıllık içkilerini devirmiş, Medine sokaklarından sel gibi akıtmış. Örtü âyeti iner inmez Resûlün tabiriyle ‘kara kartallar gibi’ siyah örtülerine bürünmüş.
Bütün bu örnekler gösteriyor ki; müttaki olmanın ana şartı, olmazsa olmaz kuralı iman, imanla yaşayıp imanla ölmek. Bunun için Rabbimiz ‘Ölmeyin, ölmeyin, ancak mümin olarak ölün.’ (Ali İmran, 102) buyurmuş.
İmansız göçen kimseye arkadan yapılan hayırlar, duâlar asla ulaşmaz. Onu cehennemden korumaz. İsterse Hz. İbrahim göndermiş olsun. (Mümtehine, 4) Çünkü imansız insan kayıtsız, kadrosuz sıradışı biridir. İyilik yapmış olsa da onu yükseltmez. Tıpkı okula kaydolmayan birinin ‘ben o kitapları okudum, sene sonunda bana da diploma verin’, demesine benzer.
‘ بِالْغَيْبِ’ kelimesindeki ‘ ب ’ beraberlik, bağlılık (ilsak) için olduğundan müminin her işi, her düşüncesi, her eylemi imanına bağlı, imanı doğrultusunda olmalı. Her şey iman vizesinden geçmeli. İmanın vikayesinde, himayesinde, gözetiminde olmalı. Tıpkı bir askerin amirine bağlılığı gibi, yemesi, giymesi, yatması, kalkması her şeyi emir komuta zinciri içinde olmalı. Zaten mümin de cündullah / Allah’ın askeri değil mi? Ona teslim ve inkıyadı tam olmalı, ona gönülden bağlanmalıdır.
Rasulullah’ın Selamıyla Malını Veren Vezir
Sâlihlerden biri için bir darlık hasıl olunca hemen Rasulullah’ı rüyasında görür. Rasulullah Efendimiz (sav):
‘Ey falan, kederlenip üzülme. Yarın vezir Ali b. İsa’ya git. Ona benden selâm söyle. Alamet olarak da ‘Sen Rasulullah’ın kabrinin yanında 4000 salavatı şerife okudun’ de. O sana yüz dinar verecek’ buyurdu.
Sabah olunca sâlih vezire gidip gördüğü rüyayı ona anlatır. Vezir Ali b. İsa ona acıyarak gözleri yaşla dolar ve o zata hitaben:
‘Ya filan bunu Allah (cc) ve Rasulünden başka kimse bilmiyordu. Allah ve Rasulü tasdik etti, sen de tasdik ettin’ deyip kölesine:
‘Ey köle, çantayı getir’ der.
Köle çantayı onun önüne getirir. Vezir çantadan üç yüz dinar çıkarır ve şöyle der:
‘Bu yüz dinar Rasulullah’ın dediğidir. Şu yüz dinar da müjde içindir. Şu diğer yüz dinar da sana hediyedir.’
Adam üç yüz dinarla beraber vezirin yanından çıkar… Böylece hüznü ve kederi giderilmiş olur.
‘ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ’cümlesinde, iman muzâri gelmiş. Bu siga hem şimdiki, hem de gelecek zamanı ifade etmekle beraber istimrar-ı teceddüdi’yi bünyesinde taşır. Aynı zamanda bu siganın isme benzeme özelliği de vardır.
Bu kuralların ışığıyla biz, imanın daima yenilenmesini, kuvvetlendirilmesini, devamını, derecesinin yükselmesini, icmali ve tafsili olarak, inanılması gereken her şeyin, her hükmün tek tek delilleriyle incelenip, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak derecede yakin hasıl olmasını düşünebiliriz.
Aynı zamanda iman emniyet kökünden, güvenmek, güvenilir olmak, emin olmak, emin kılmak manalarına geldiğinden müttaki kelimesi ile uyum içinde bir bütünlük arz eder. Buna da ilm-i bedide, muraat-ı nazır (benzerliğe riâyet) denir.
Gazali’nin deyimiyle; iman kalbe doğan bir güneş, onun dalları zahir azalarda gözükür. Göz, kulak, dil, el, ayak, mide hepsi iman kontrolünde hareket eder. Sonuç böyleyse iman kalbe yerleşmiş demektir.
İman, bedende kalp mesabesindedir. O yoksa hiçbir şeyin kıymeti yok. O bozuksa her şey bozuk, o hastaysa her şey hasta. Bunun için Yüce Allah ‘Bu âyetlerde kalbi olana bir ihtar vardır.’ (Kaf, 37) buyuruyor.
Yine Gazali’nin ifadesiyle, beden ülke, kalp hükümdar, akıl vezir, azalar asker. Demek asıl iş hükümdarın imanlı olup vezirin de mârifetullah ve muhabbetullahla donanımlı olması. Bundan sonra azalar zorunlu olarak sâlih amel, güzel ahlâk sergileyecektir.
Bu âyet müttakileri açıkladığından hem umumdan sonra hususiyi zikirle itnab, hem leffi neşir, hem tefri sanatını görüyoruz.
Mübteda olan ‘ الَّذِينَ ’nin haberi nahiv kurallarına göre isim olacakken hükmü takviye maksadıyla fiil geldi. Fiilin muzâri gelmesiyle de istimrarı teceddüdi (yenilenerek devam etme) hasıl oldu. Bu durumda mana ‘İmanını tazeleyerek devam ettirenler’ şeklinde oldu. Yani, bugün inanıp yarın inkar eden münafık tiplerin yapmacık ve çıkarcı imanlarına değer verilmez.
‘ غَيْب ’; gâbe fiilinin mastarı olup, duyularla algılanamayan, insanın deney ve gözlemlerine konu olmayan, Allah, cennet, cehennem, melek, vahiy, öldükten sonra dirilmek, hesap, kitap gibi tadılıp koklanamayan, ölçülüp tartılamayan Allah’ın verdiği haberlerdir ki, işte bunlara iman, gayba imandır. Veya gıyaben imandır.
✧ Gayb, Allah (cc)’dır. Yine gaybın Kur’an, vahiy ve benzerleri olduğu da söylenmiştir.
✧ Gayb, âhirettir. Hasan
✧ Kaderdir. İbni Keysan
✧ Burada bahsedilenler Ashab-ı Muhammed’dir. Çünkü öncekiler Nebi (sav)’i gördüler. Onu görmeyenler iman ettiler. Bu gayba imanın efdalidir. Abdullah b. Mesud
✧ Gayb bilinmez, ona iman edilir. Gaybı bilen kişi değil, ona iman eden kişi muttakidir.
Gayb iki çeşittir :
Birincisi: Ne melek, ne cin, ne de resûllerin bilmedikleri gayb. Allah’tan başka hiç kimsenin, hiçbir varlığın bilmediği gayb.
‘Gaybın anahtarları O’nun katındadır. O’ndan başkası asla onu bilemez!’ (En’âm 59)
‘Kıyâmetin saatini bilmek ancak Allah’a mahsustur. Yağmuru O indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz ki bütün bunları bilen Allah’tır, Allah her şeyden haberdardır.’ (Lokman, 34)
Allah’ın Resûlü, başına gelecekleri bir saat öncesinden bilseydi tedbir almaz mıydı? Meselâ onu akrep sokmuştur. Savaşta kılıç darbesi almış ve mübârek yanakları yaralanmıştır. Attan düşmüş, kendisine sihir yapılmıştır. Hanımının gerdanlığı kaybolmuş, çölde saatlerce aranmış, hattâ hanımı Hz. Ayşe hakkında bu konuda dedikodu çıkarılmış, durumu bilmeyen Allah’ın Resûlü Ayşe anamızın temiz olduğuna dair âyetler gelinceye kadar da huzursuz bir vaziyette beklemiştir. Eğer Allah’ın Resûlü gaybı bilmiş olsaydı bunlar asla olmazdı.
İkincisi; delili olan ve Allah’ın vahiy yoluyla sadece râzı olduğu Resûllerine bildirdiği gayblardır ki, işte yukarıdaki âyet bunu anlatır. O muttaki mü'minler, Allah’ın vahiy yoluyla peygamberine bildirdiği gayba inanırlar, o gaybî bilgilere iman edip teslim olurlar.
İnanılması gereken gayb:
‘ بِالْغَيْبِ ’deki ‘ elif lam ’ ahd içindir. Yâni muttakilerin inandıkları gayb, delili bulunan bu gayblardır. Allah, peygamberler, âhiret ve ahvali, melekler, nübüvvet, kitaplar, bunlar delili olan gayblardır. Yâni Allah’ın, peygamberine vahiy yoluyla bildirdiği gaybî bilgilerdir.
Abdullah b. Mes'ûd, Resûlullah (sav)'den rivâyetle dedi ki: Hiçbir mümin gayba imandan daha faziletli bir imana sahip olmaz. Bundan sonra da: ‘Onlar gayba inanırlar’ (Bakara, 3) buyruğunu okudu.
Keşif, kalp gözünün açılması, Allah tarafından haber verilmek (tahdîs) gibi çeşitleri veya isimleri bulunan ilham, ancak İslâm'a sağlam iman ve onun esaslarını samimiyetle yaşama sonucu elde edilirse muteber olur. Yine de ilham herkes için geçerli, üzerine hüküm bina edilebilecek bir bilgi kaynağı değildir, kime gelmişse onu ilgilendirir, kesin delillere aykırı olmamak şartıyla onu bağlar.
Ebî Cuma şöyle anlatır:
— Beraberimizde Ebû Übeyde Âmir b. Cerrah olduğu halde Resûlullah (sav) ile yemek yedik. Bu esnada Âmir: Ey Allah'ın Resûlü! Bizden daha hayırlı birisi var mıdır? Seninle beraber müslüman olduk, seninle beraber cihad ettik.
— Evet. Bir kavim vardır ki, sizden sonra gelecekler. Beni görmedikleri halde bana îman ederler, işte onlar sizden daha hayırlıdır.’
✦ İman, emandan alınmıştır. Nefsini azaptan emin kıldığı için mümine mümin denmiştir. Esmâ-i ilâhiden biri de el- Mü’mindir (cc); kullarını azaptan emin kılma anlamındadır.
✦ İman, kalpte coşarsa, ameli eyleme dönüşür. Tıpkı kaynayan tencerenin kapağını oynattığı gibi. İmân, ibâdet, infak; birbirine zincirleme bağlı üç temel prensip. Birincisi küfür ve nifaktan kurtarıcı, saadet kapısına ulaştırıcı; ikincisi Hakk'a yaklaştırıcı ve insanı şükreden bahtiyarlar mertebesine yükselticidir. Üçüncüsü, geniş rahmete kapı açıcı, kemâle iletici ve ilâhî sevgiye yol açıcıdır.
✦ İman, kalpte parlak bir nokta hâlinde belirir. Amel ettikçe bu parlaklık kalbi kaplar. Nifak da, siyah bir nokta hâlinde belirir. İsyan edenin de bütün kalbi kararır ve o kalb de mühürlenmiş olur. Hz. Ali
İmanın tadını almak için:
1- Allah ve Resûlünün (sav) kendisine herkesten daha sevimli olması
2- Sadece Allah rızâsı için birbirini sevmek
3- İmandan sonra küfre dönmeyi bir ateşin içine atılmaktan daha ürkütücü bulmak. Hadîs-i Şerîf (Buhari-İman; 9)
İnanarak koştuk biz bu cepheye
Gelirse bizimle erenler gelsin
Kuru gölgelerden usandık artık
Davâmıza gönül verenler gelsin
Ödlekler, kaçaklar gölge etmesin
Görecek işi var çünkü herkesin
Hira dağındaki ilâhi sesin
Olgun meyveleri derenler gelsin.
‘Namazı ikâme ederler.’
Kur’an'dan istifade edebilmemiz, Kur’an’a muhatab olabilmemiz için ilk ve en önemli şart, iman ve akabinde namazı düzeltme emri. Bu bir vasıtalı kinayedir. Mana şöyledir: Namazı kıl ve gün be gün kalitesini artır. Kalıp namazından aslı miraç olan kalp namazına ulaşıncaya kadar namaz derecelerini bir bir aş. Has odanın has misafiri ol.
Bunun için namazın dış şartlarının düzgünlüğü ile (hudu) başla. Yedi zahir azanı günahtan, gafletten, kötü ahlâklardan bir bir arındır. Sonra kalpte bulunması muhtemel olan ahlâk- ı rezilelerden bir bir kurtul. Köklü bir temizlik yap. Ama biçme, yine bir daha, daha kuvvetli biter. Sök ve sık sık kontrol et (tahliye / boşaltmak). Boşaltma, temizleme işi bitince (tahliye / süslemek) güzel ahlâklarla bezemeye başla. Yemeği, içmeyi, midenin üçte ikisiyle sınırlı tut, üçte birini nur ile dolması için boş tut. Kalp ekranını günah çamurundan, oburluk buharından uzak tut. Gözyaşı ile abdest aldır kalbine. Hakiki hadesten taharet, necasetten taharet ancak bu şartlarla mümkün. Bu temizliğe gönül ekranı görüntü verinceye kadar devam et. Bu ilk aşama. Arınmanın kalitesi yükseldikçe, kalpten hafaya, ahfaya, sırra doğru merhale merhale yolculuk devam eder. Namaz miraç olur. Amirin istediği kaliteye ulaşır.
‘ وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ ’ cümlesi, bu uzun serüvenin parolası. Kur’anda ikiyüz küsür yerde önümüze çıkıp yaratılış gayemizi, kulluk görevimizi remz eder. Efendimizin (sav) ‘Namazı benden gördüğünüz gibi kılın’ emri, sadece dış şartlarla sınırlı değil. ‘Namazı kılın’ yerine ‘namazı ikame ederler’ diye gelmesi istiaredir. Namazın kendiyle beraber düzeltilmesinin farz olduğu istiâre yapılarak gösterildi.
‘Ehline namazı emret’ (Taha, 132)
✧ ‘ الصَّلاةَ ’ lafzının devamlılık ve ayrılmamaktan alınmış olduğu da söylenmiştir.
✧ Namaz (salât) kelimesinin ateşte kavrulup, düzeltilerek yumuşatıldığı zaman kullanılan, ‘değneği ateş üzerinde ısıtmak’ kökünden alındığı da söylenmiştir (bugünkü fizik tedavisi gibi). Sanki namaz kılan ‘el-musalli’ namaz kılmak suretiyle kendisini doğrultur, yumuşatır ve huşua gelir gibi olduğundan bu isim verilmiştir.
✧ Salat, duâ ve rahmet anlamlarına gelir. ‘Allahumme salli ala Muhammed / Allah'ım, Muhammed'e rahmet buyur’ ifadesi de buradan gelmektedir.
✧ Salat, ibâdet anlamına da gelir.
✧ Salat, tesbih anlamına da gelir. Yüce Allah'ın: ‘Eğer o gerçekten tesbih edenlerden olmasaydı’ (Saffat, 143) buyruğu gibi.
✧ Salat, okumak anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda bu anlamdadır: ‘Duâ yaparken, sesini pek yükseltme ve pek de kısma.’ (İsra, 110) Buna göre ‘salat’ lafzı müşterek bir lafızdır. Yine salat, içinde namaz kılınan ev anlamına da gelir. İbn Faris
✧ Salat'ın bildiğimiz ibâdet için özel bir isim olduğu da söylenmiştir. Çünkü şanı yüce Allah şeriatsız hiçbir zaman bırakmadı. Namazsız hiçbir şeriat de yoktur. Ebû Nasr el-Kuşeyri
✦ Namazla alâkalı olarak sürekli ikâme kelimesi kullanılmıştır. İkâme lügatte ayağa kaldırıp dikmek demektir. Onun içindir ki Allah’ın Resûlü: ‘Namaz dinin direğidir’ buyurur.
✦ Namazın ikamesi, rüku' ve secdesini tamamlamaktır. Kur'an'ı namazda okumak, huşu'a bürünmek ve kalben namaza yönelmektir. İbnu Abbas
✦ Namazın ikâmesi, vakitlerini, abdestini, rüku' ve secdesini korumak demektir. Katade
Resûlûllah (sav) miraçtan dönerken Cenâb-ı Hakk ‘Misafir vatanına dönerken hediye götürür. Sen de ashabına ve ümmetine ef’al ile cismani ezkar ile ruhani olan iki miracı câmi namazı hediye götür.’
Namaz kılanın elbisesi, bedeni temiz olsun. Çünkü namaz, mukaddes Tuva vadisidir.
Kul temizlenip dünyayı arkaya atıp ellerini kaldırınca, kalbini ve ruhunu, sırrını Allah (cc)’a yönlendirerek ‘Allahu ekber’ der. Yani bütün mevcudattan, hatta kendisini başkasıyla kıyaslamaktan da büyük olan.
Sonra ‘ سُبْحَانَكَ الّٰلهُمَّ وَبِحَمْدِكَ ’ der. Bu makamda celal tenzihinin nuru keşf olunur.
Sonra ‘ وتَبَارَكَ اسْمُكَ ’ der. Bu, ifna ve yokluktan münezzeh tenzihin devamına, kıdemde ezeli, bekada ebedi hakiki olduğuna işarettir. Bununla da ezeliyet ve ebediyet nurları tecelli eder.
Sonra ‘ وَتَعَالَى جَدُّكَ ’ der. Bu da, aliyyül azim olduğu celal ve cemâl sıfatlarını anlatılmakta da münezzeh olduğuna işarettir.
Sonra ‘ وَلَا إِلٰهَ غَيْرُكَ ’ der. Bu da, celal sıfatları, kemâl isimleri gayrıya değil, sırf Allah (cc)’a mahsus olmasına işarettir. O’ndan başka kamil yok, ancak O var, hakikatte başka kimse yok sadece O var. Bununla diller tutulur, akıllar dehşete düşer.
Sonra ey namaz kılan, kendine, nefsine ve haline dön ve ‘ إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ حَنِيفًا وَمَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ ’ (En'am,79) de.
Senin ‘ سُبْحَانَكَ الّٰلهُمَّ وَبِحَمْدِكَ ’ sözün, mukarreb meleklerin miracı. Çünkü onlar ‘...‘Biz seni hamd ile tesbih ve takdis ederken...’ dediler. (Bakara, 30)
Aynı zamanda bu, Muhammed (sav)’in miracıdır. Çünkü O’nun miracı ‘ سُبْحَانَكَ الّٰلهُمَّ وَبِحَمْدِكَ ’ ile açılmıştır.
Senin ‘ إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ ’ sözün, Halil’in (as) miracıdır.
Senin ‘De ki: ‘Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah (cc) içindir.’ (En'am, 162) sözün, Habibin (sav) miracıdır.
Namaz kılan, mukarreb meleklerin miracı ile, ulu’l azim peygamberlerin miracının arasını cem etmiş olur.
✧ Bu halden fariğ olduğun zaman ‘ أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ ’ de ki, nefsinden uçup def olsun. Bu makamda sana cennet kapılarından biri açılır; o marifet kapısıdır.
✧ ‘ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ ’ dediğinde sana zikir kapısı açılır.
✧ ‘ الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ’ dediğinde, sana şükür kapısı açılır.
✧ ‘ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ ’ dediğinde, sana reca kapısı açılır.
✧ ‘ مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ’ dediğinde, sana havf kapıları açılır.
✧ ‘ إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ’ dediğinde, sana ubudiyet ve rububiyet marifetinden doğan ihlas kapıları açılır.
✧ ‘ اهدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ ’ dediğinde, sana dua ve tazarru kapıları açılır. ‘Bana dua edin, Ben de duanıza icabet edeyim’ (Ğafir 60)
✧ ‘ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ ’ dediğinde, sana ervahı tayyibeye iktida ve nurlarına ihtida, Rabbani marifetin cennetleri açılır.
Bu sekiz ruhani kilitler ile sana sekiz kapı açılır. Bu anlatılanlar, namazdaki ruhani miracın beyanıdır.
Cismaniye gelince:
En yüce mertebe, Allah (cc)’ın huzurunda ashabı kehf gibi kıyam etmendir. ‘(Zalim hükümdarın önünde) dikilip de: Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir, O’ndan başka hiçbir tanrıya asla tapmayacağız; aksini söylersek saçmalamış oluruz.’ (Kehf, 14)
Ya da kıyâmet ehlinin kıyamı ‘İnsanların, alemlerin Rabbi huzuruna çıkmak için kalkacağı günde’ (Mutaffifin, 6)
Sonra subhanakeyi, inni veccehtüyü, elhamı, sonra sana kolay gelen Kur’an’ı oku ve Allah (cc)’ın ibadetine nazar etmesine çalış ki, müstehak olasın. Sen Allah (cc)’a yaptığın ibadete bakmaktan sakın. Aksi halde helak olanlardan olursun. Bu ‘ إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ’ sırrı.
Nefsin, şu an celal korkusunun narı üzere arz olan odun mecrasında akmakta. Sen onu rüku ile korumaktasın. Sonra onu terk edersin, sonra kıyama kalkarsın.
Bu din metindir. Nefsini Allah (cc)’ın taatında kızdırma, rıfk ile muamele eyle. Kıyama kalktığında arzu tevazu ile ve Rabbini ulviyetle ‘subhane rabbiyel ala’ diye zikret.
İkinci secdeyi yaptığında senden üç nevi taat hasıl olur; bir rüku, iki secde. Rüku seni şehvet belasından, birinci secde eziyetlerin başı gadap ukubetinden, ikinci secde de her sapıklığa sebep olan heva ukubetinden korur.
Bu sıfatları aştığın zaman, bütün bu derekelerden halas olursun. Yüksek derecelere, baki, salih ameller melekesine vasıl olursun.
İşte bu durumda ‘ettehiyyatü’ namaz rükûnleriyle ‘tahiyyat’ kalple de ‘vettayyibat’ dersin. Allah’a iman kuvvetiyle ruhunun nuru yükselsin, ruhun Muhammed’in nuruna yaklaşsın. İki ruh karşılaşsın ve burada revhu reyhan hasıl olsun ve ‘Esselamü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtüh’ de.
Bu durumda Muhammed (sav) ‘esselamü aleyna ve ala ibadillahissalihin’ der.
Sanki sana, ‘bu keramete neyle nail oldun?’ denilir. De ki; ‘eşhedü en la ilahe illallah vahdehu la şerike leh ve eşhedü enne Muhammeden Resûlûllah (sav) kavliyle’
Denildi ki: Hz. Muhammed (sav) sana hediye, senin ona ne hediyen var?
Sen de ‘Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ali Muhammed’ de.
Sana denilir: ‘Ey Rabbimiz, onların arasından onlara ayetlerini okuyacak, kitabı, hikmeti öğretecek, onları günahlardan temizleyecek bir peygamber gönder’ (Bakara,129) diyen Hz. İbrahim’e senin hediyen nedir?
Sen de ‘kema salleyte ala ibrahime ve ala ali ibrahime fil alemine’ de.
Sana: Bu hayırlar Muhammed (sav)’e İbrahim (as)’dan mı, yoksa Allah (cc)’dan mı? denilir.
Sen de ‘inneke hamidün mecid / Hamid ve mecit olandan’ de.
Sonra kul, Allah (cc)’ı bu minval üzere zikredip, medh-u sena ettiğinde Allah (cc) melekler mahfelinde zikreder.
Melekler bunu işittiğinde kula aşık olur. Allah (cc) şöyle buyurur: Melekler seni ziyarete iştiyak duyuyorlar. Sana ziyaretçi olarak geliyorlar. Sen onları geçmek için hemen selâm vermeye başla, sağa sola yönelerek ‘Esselamü aleyküm ve rahmetullah ve berekatüh’ de.
Şu muhakkak ki, namaz ehli cennete girince her kapıdan melekler girip ‘Sabrınızdan dolayı selâm size, âhiret yurdu ne güzel’ derler.
❊ Hayatın sermâyesi zaman, hayatı ve zamanı değerli kılan ibâdetlerimiz, onların değeri de, vaktinde yerine getirilmeleriyledir. Zirâ her namazın muayyen bir vakti vardır. Yine her vaktin de, âit olduğu namazın edâsı yönünden müstehap olan bir kısmı mevcuttur.
❊ Nitekim denilmiştir ki: Vaktinde kılınan namazda, Cemâl- i ilâhi, rızâ-i ilâhi ve mağfiret-i ilâhi vardır. Geç kılınan namazda, bunlar birer birer zâil olup, sâdece mağfiret-i ilâhi kalır. (S. Hilmi Tunahan)
❊ Namaz, rızık için bir sebeptir. Nitekim Allah, ‘Aile halkına namazı emret. Biz sizi rızıklandırırız’ (Taha, 132) buyurmuştur.
❊ Ebû Hureyre şöyle der: Peygamber (sav) erkenden namaz kıldı. Ben de kıldım ve oturdum. Peygamber (sav) bana dönüp şöyle dedi: ‘Onun (açlığın) derdinden mi karnın ağırıyor?’ Ben: ‘Evet ey Allah'ın Resûlü’ dedim. O da bana: ‘Kalk namaz kıl, çünkü namazda şifa vardır’ buyurdu.
❊ Namazı tadil-i erkan üzere kılmayan, ödünç aldığı hırkayı iade ederken sahibinin yüzüne çarparak veren gibidir. İâde etmiş olur, ama sevap kazanamaz. (Gazali)
❊ Farzı terk edip nafilelerle uğraşma. Bir farzı yapmak, bin sene nafile ibâdet yapmaktan efdal ve faydalıdır. İ. Rabbani
❊ Dünya sevgisini kalbinden çıkararak iki rekat namaz kılan, binlerce rekat sevap kazanır.
❊ Namusunu koruyan, namazını vaktinde kılan beden, cennetliktir.
Hz. Ömer ve Namaz
Ateşgede, İranlı bir köle, Hz. Ömer Efendimizi namaz kılarken sırtından hançerlemişti. Namazını tamamlamak için belini doğrultmaya çalışıyordu. Yanındakiler, ‘Sen namaz kılamazsın’ dedikçe, o ‘namaz’ diyor, Rabb'ine ‘namaz’ diyerek yürüyordu. Kendini kaybetmeye başlamıştı. Adeta komaya girmişti. Uyandırmaya çalışıyorlar, bir türlü muvaffak olamıyorlardı. Bir ara içeriye ashabın gençlerinden Misver İbn-i Mehrame girdi. ‘Emir-ül Mü'minin'i uyandıramıyoruz!’ dediler. Yaşı gençti ama, Ömer'i çok iyi anlamıştı:
- Emir-ül Mü'minini namaza çağırın, dedi. Birisi, ağzını kulağına doğru yaklaştırdı:
- Es salâh Ya Emir-ül Mü'minin (Namaza ey mü'minlerin emiri!) dedi.
Bıçak keser, ateş yakar, su ıslatır, Ömer namaza çağrılınca kalkardı. Uyuyan ve birkaç defa çağrıldıktan sonra ‘Geliyorum!’ diyen bir insanın telaşıyla:
- Ha Allahi izen (Tamam şimdi kalktım) diyerek doğrulmaya çalıştı.
İmanla başlayıp, namazla devam eden ehl-i hidâyetin üçüncü niteliği de Allah’ın kendisine verdiği şeylerden infak etmektir.
İman kalbî, namaz bedenî, infak da malî ibâdetlerin başı olup, tağlib yoluyla her birinin türlerini hatırlatan bir üslupla zikredilmiştir.
İman, ancak bedenî ve malî ibâdetlerle kalpte varlığını sürdürebilir. Onlardan destek alır. Pekişir, yerleşir, sabitleşir, kuvvetlenir. Nasıl ki; demire su vermek suretiyle çelikleşir, eğilmekten bükülmekten kurtulur; öyle de, kulluk görevlerinin mecmuunu ifade eden ibâdetler de imanı her türlü eğrilikten, bozukluktan, zafiyetten kurtarır. Nitekim Rabbimiz ‘Ey Rabbimiz kalplerimizi, hidâyete erdikten sonra eğriltme’ (Ali İmran, 8) diye duâ etmemizi tâlim buyurmuş.
Efendimiz (sav), imanın yetmiş küsur şubesi olduğunu tebliğ ederken iman-amel ilişkisini açıkça ortaya koymuştur. Ne amel imansız, ne iman amelsiz kabule şayan değil. ‘İman çıplaktır, libası takvâdır.’ Hadîs-i Şerîf (Vehb bin Münebbih)
Herhangi bir toplumun huzur içinde yaşaması için, adil, aklı başında bir liderleri olup ona itaat etmeleri gerekir. Aksi halde özgürlüğün gasp edilip, işgal, esaret zincirine vurulduğu bilinen bir gerçektir. Halk, liderine itaat etmeyi züll addeder, asi olursa, asıl o zaman zillet ve esaret başlar.
Bu kâinat sarayının Mâliki, tebaasının huzur içinde yaşaması için bazı yasalar koyup buna uyulmasını istemiş. Bir elçi gönderip kanunu bir kitap halinde tebliğ etmiş. 'Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin, sizden olan ülü’l-emre de itaat edin.’ (Nisa, 59) Yüce Sultanın emrine teslimiyet gösteren kul hürdür, özgürdür, azizdir. Dünyaya, nefse, şeytana kul olmaktan, zillet, esaret, meskenetten kurtulmuştur. Amiri tektir. Gayesi, hedefi tektir. Tek endişesi ‘Rabbim benden râzı mı, gücenik mi?’
أَقِيمُوا الصَّلَاةَ buyruğuna uyarak nefsini yaratıcısının önünde iki büklüm boyun eğdirmiştir. Sonra da hayatını idame için Rabbinin verdiği rızkını (ihtiyaç olan her şey) amaç değil araç edinmiş, ihtiyaç dışı olanları hemen infak ederek maddeye esir olmaktan kurtulmuş, ihtiyaç sınırını yine Rabbinin tâlimiyle belirlemiştir.
İçinde ibâdet, muhabbet için yerleştirilen hırs duygusunu yanlış yere harcamamış; paraya, şöhrete, hevaya, çevreye esaretten kurtulup asude bir hayat yaşamıştır. Verdikçe mutlu olmuş, sevinmiş, sevgi, merhamet, özveri, samimiyet, mürüvvet gibi güzel duygular yüreğinde menbalanmıştır. Yeri gelmiş sahip olduğu nimetlerle can kurtarmış, yeri gelmiş gözyaşlarını dindirmiş; yanık gönüllere su serpmiş, duâ almış, nezd-i ilâhide derece kazanmış.
Nefsindeki cimrilik, kıskançlık mikroplarını söküp atmış. Yeniden ürememesi için canı gönülden riyasız, sümasız eziyet etmeden, başa kakmadan infak etmeye devam etmiş, bazen gece bazen gündüz, bazen aşikare, bazen gizli vermiş. (Bakara, 274)
Zamanla bünye vermeye alışmış, mal vermek basit kalmış. Allah yolunda canını, cananını vermek en büyük isteği olmuş. Ashab gibi dini için evini, işini, evladını, eşini her şeyini bir çırpıda bırakıp muhacir olmuş. Harb meydanlarında Allah için kahramanca savaşmış, i'lây-ı kelimetullah için gazi olmuş, şehit olmuş. Ruhu, cennet sevgisi gönüllere armağan olmuş.
İşte Rabbine boyun eğen kulun şerefli öyküsü. Sıratı müstakim güzergahını takip etmek, öncelikle gönül cennetine sonra da ebedi cennetlere mazhar ediyor.
‘ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ ’, mefulün takdimiyle kasır yapıldı. Yani ‘Rızık sizin mi? Onu biz size verdik. Ve bir kısmını ihtiyaçlılara harcamanızı da biz emrettik. Dikkat edin, yaratmak kiminse emretmek de onundur.
‘ منْ ’ harf-i ceri, burada tebiz (kısım) ifade ettiğinden ‘hepsini değil, bir bölümünü verin, muhtaç duruma düşmeyin’ anlamı taşıyor.
‘Yeryüzünde yürüyen ne kadar canlı varsa hepsinin rızkını veren de mutlaka Allah'tır.’ (Hud, 6)
Hz. Ömer devrinde bir yangın oldu. Ateş, canlı cansız önüne gelen herşeyi sarıp kavuruyordu.
Kova kova dökülen onca suya ‘Bana mısın?’ bile demiyordu. Halk çaresiz bir halde halife Ömer’e geldi:
– Ya Ömer! Bu yangın her şeyi yakıp kavuruyor. Sular bile kâr etmiyor.
Bu musibeti bir nasihat olarak değerlendiren Ömer buyurdu ki:
– O Yangın, Allah’ın bir hatırlatmasıdır size. Ve sizin hasislik ateşinizden bir şûledir.
Cimriliği terkedin, yoksullara ekmek dağıtın. Cömert olun.
Halk bu sözlere biraz da şaşırarak cevap verdi:
– Ya Ömer! Bizim kapımız herkese açıktır. Biz cömert kişiler değil miyiz?
– Siz hiçbir zaman Allah rızâsı için cömert olmadınız. Siz, adet ve alışkanlık olduğu için fakirlere yardım ettiniz.
Övünmek için, gösteriş için cömertlik yaptınız.
✧ Rızık, Ehl-i Sünnet'e göre helâl veya haram olsun kendisiyle yararlanmanın mümkün olabildiği şeydir. Lugatta haz ve nasiptir.
✧ Rızık, kendisinden faydalanılan, hayatta ihtiyacı karşılayan her şey, yemekler, davarlar, hayvanlar, ağaçlar, meyveler, giysiler ve bunlara sahip olmak için kullanılan nakitlerin hepsine rızık ismi verilir. Hatta evlat, köle bile rızıktır.
✧ Yine insanı rızka ulaştıran vasıtalara da rızık denir. Mesela hayvanların otlaması için meralar, sular, hayvanların ihtiyaçlarının karşılanması gibi.
✧ ‘Rızk’ kelimesi ‘razaka’dan masdardır. Razk şeklinde masdar, rızk şeklinde isimdir. Çoğulu ‘erzak’ şeklinde gelir.
✧ Rızk, atâ (devlet tarafından verilen muayyen maaş) anlamına da gelir.
✧ ‘Er-Razıkiyye’, beyaz keten bir kumaştır.
✧ ‘Rezega’ Askerler azıklarını (maaşlarını) aldı anlamındadır. ‘Bir defalık rızık’ manasına da gelir.
✧ Diğer taraftan İbnu's-Sikkît şöyle demiştir: Rızk, Ezd-i Şenue kabilesinin lehçesinde şükür anlamındadır.
✦ ‘İnfak ederler’ buyruğunun anlamı ellerinden çıkartırlar demektir. İnfak malın elden çıkartılmasıdır.
✦ Bir taraftan takib edildiği takdirde öbür taraftan çıkmasına yarayan ve tarla faresinin yuvasının adı olan ‘en-nâfika’ da burdan gelmektedir. ‘Münafık’ kelimesi de bu köktendendir. Şalvarın ayakların çıktığı paça kısmına da ‘neyfak’ adı verilir.
✦ İnfak, rızkı kendi ailesi, iyali, akrabalarıyla harcamak ya da Allah’a yaklaşmak gayesiyle faydalı olmak için vermektir. Bu âyette de fakirlere, ihtiyaç sahiplerine fayda için harcama manasındadır. Şüphe yok ki infak, kamil iman hasletlerindendir. Hayır yolunda, maslahat-ı amme yolunda harcanan övülmüştür. Çünkü nefsine ve ailesine harcanan övülmez. Buna fıtrat kendiliğinden davet eder. Dinin buna zorlaması gerekmez. Bu zaten hak ve vaciptir. Yine askeri teçhiz, zekat, zaruri maslahatlar fıkıh kitaplarında bildirilen harcamalar böyledir. Dinin faydasına nafile olarak harcananlar da bunlardandır.
✦ Mü'minin hedefi infaka dayalı bir hayat olmalıdır. ‘Efendim ben Kur’an’ı bilmiyorum; bu nedenle gayba inanamam! Ben hoca değilim, namaz kılamam!’ diyemeyeceğimiz gibi, ‘Benim fazla malım yok, ben infak edemem’ de diyemeyiz.
✦ Bu âyeti kerime ‘Verdiğimiz ilim rızkından da infak ederler, onlar da başkalarına öğretirler’ şeklinde de anlaşılabilir.
✦ Nitekim Efendimiz ‘Keşke ilim, herkese rızık olsaydı’ buyurmuştur.
✦ Öyleyse infak etmek için sadece mal mülk sahibi olmak gerekmez. Birine bir âyet anlatmak, birinin yükünü kaldırmak, birine yol göstermek, emr-i bil’maruf yapmak, bir kötülüğü men etmek, hasta ziyaretine gitmek, bir müslüman kardeşinin yüzüne gülmek de bu anlamda infaktır.
✦ ‘Verdiğimiz rızıklardan infak ederler.’ Allah’ın verdiği ilim, akıl, sıhhat, basîret, zekâ, el, dil, boş zaman ve bunun gibi neyimiz varsa Allah yolunda, Allah rızâsı için fedâ etmeliyiz. Meselâ hayat da bizim için bir rızıktır. Dünyaya harcadığımız kadar Kelamullah’ı anlamaya, anlatmaya, yaşamaya harcamamız infakların en üstünüdür. Zamanlarımızı hep para kazanmanın peşinde kullanacağımıza biraz da vahyi tanımaya ayırmalı değil miyiz? İnfak, sahip olduğumuz her şeyi, her türlü imkânı Allah yolunda seferber etmektir, tüm hayatı Allah için yaşamaktır.
Dünyayı dolaştım giymedim başıma taç
Ne zengini tok gördüm ne fakiri aç
Ya Rabbi öyle bir feyzi kanaat ver ki,
Değil namerde, merde de eyleme muhtaç.
İnfaka Dair
Kişinin infak ettiği dinarların en faziletlisi, aile halkının ihtiyaçlarına harcadığı dinar ile Aziz ve Celil olan Allah yolunda kullanacağı bineğine harcadığı dinar ve Allah yolunda arkadaşlarına harcadığı dinardır. Hadîs-i Şerîf (Müslim)
Fakire sadakadan ziyade haklarını verin.
İyilikte mükemmellik
1- İyiliğin acele olması: İyilik yapılanın içine siner.
2- Küçük görmesi: Allah indinde mükâfatı büyük olur.
3- Gizlenmesi: Tamamlanmasına imkân bulur. (Hz. Abbas)
Sâlih din kardeşin ve dostun için infak et. O senin varislerinden sana daha hayırlıdır. Zira o, sana içten duâ eder. Sen öldükten sonra dahi, seni unutmaz. Hatta onun duâları bereketi ile günahlarından kurtulman bile mümkündür. Varislerin ise, malını aralarında taksim edip seni unuturlar. Senin onlara bu malı bırakmak için yaptığın gayret ve fedakârlığı, çoğu kere hatırlamazlar. (Muhammed bin Yusuf)
❊ Üç şeye yemin ederim:
1- Sadaka malı eksiltmez.
2- Af edene Allah (cc) daha çok verir.
3- İsteme ve dilenme kapısını kendine açmayanlara Allah (cc) fakirlik kapısını açmaz. Hadîs-i Şerîf (Tirmizi, Zühd, 17; İbn Mâce, Zühd 8)
✧ Fakire bir şey vermek, insanı günah kirinden korur. Ashabdan Said b. Ubade, suffeden seksen kişiyi alır yemek yedirirdi.
✧ Darlığı genişletmek sıfatı ilâhi olduğu için, darlıkta vermek genişliği celbeder.
✧ Verilen en kıymetli sadaka, buğzeden akrabaya verilen sadakadır. Hadîs-i Şerîf (Ahmed b. Hanbel, Taberani)
Fakir, fukara aç iken Hz. Ömer’in boğazından yemek geçmezdi. Bir zaman Medine’de kıtlık baş göstermişti.
Hz. Ömer (ra) devesinin kesilip fakirlere dağıtılmasını emretti. Deve kesilip dağıtıldı. Güzel bir yeri de
ayrılıp pişirilerek önüne konuldu. Hz. Ömer yemekte et görünce sordu:
- Bu et nereden geldi?
- Kesilmesini emir buyurduğunuz deveden efendim.
Hz. Ömer’in birden rengi değişti. Tüyleri diken diken oldu. Celalli bir şekilde buyurdu ki:
- Ben size, deveyi kesip fakirlere dağıtın demedim mi? Üstelik en iyi yerini önüme koyuyorsunuz.
Derhal bu yemeği kaldırın. Fakir, muhtaç kimselere verin!
Az sonra her zaman yediği kuru arpa ekmeği ile zeytinyağını besmele çekerek gönül rahatlığı içinde yedi. Molla Cami
❊‘O müttakiler ki gayba inanırlar’ cümlesinin başındaki ‘ الَّذِينَ ’ ismi mevsulü, beyan ve medih için gelip, müttakileri gayba iman sıfatıyla tavsif etmiş.
❊‘ غَيْبِ’, elif lam’lı gelerek marife olmuş. Yani inanılması gereken gayba inanmak. Yoksa delilli delilsiz her gayba inanmak bunun dışında kalır. (Falcılara, büyücülere inanmak vs. gibi) Âyet müttaki olmanın ilk şartının iman olduğunu bildiri- yor. Çünkü inanmadan bir şeyi yapmak, ve sakınmak imkansızdır.
❊‘ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ’cümlesinde, iman muzâri gelmiş. Bu siga hem şimdiki, hem de gelecek zamanı ifade etmekle beraber istimrar-ı teceddüdi’yi bünyesinde taşır. Aynı zamanda bu siganın isme benzeme özelliği de vardır.
❊‘ بِالْغَيْبِ ’deki ‘ elif lam ’ ahd içindir. Yâni muttakilerin inandıkları gayb, delili bulunan bu gayblardır. Allah, peygamberler, âhiret ve ahvali, melekler, nübüvvet, kitaplar, bunlar delili olan gayblardır. Yâni Allah’ın, peygamberine vahiy yoluyla bildirdiği gaybî bilgilerdir.
❊‘ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ ’, mefulün takdimiyle kasır yapıldı. Yani ‘Rızık sizin mi? Onu biz size verdik. Ve bir kısmını ihtiyaçlılara harcamanızı da biz emrettik. Dikkat edin, yaratmak kiminse emretmek de onundur.
❊‘ منْ ’ harf-i ceri, burada tebiz (kısım) ifade ettiğinden ‘hepsini değil, bir bölümünü verin, muhtaç duruma düşmeyin’ anlamı taşır.
4- Ve onlar ki sana indirilmiş olana inanırlar, senden önce indirilmiş olanlara da; bunlar âhirete de kesin inanç taşırlar.
Rabbi kerimimiz sureye kelamını tanıtarak başladı. Kitabının şüpheden uzak olduğunu bildirdikten sonra hidâyetin menşei olduğunu, ancak bu hidâyet hazinesi kitabın öğrencilerinin bilhassa müttakiler olabileceğini belirtti. Sonra müttakilerin özelliklerini tek tek saydı.
Konuları iç içe gül goncası gibi dercetti. Mana semasında her bir konuyu kendi yörüngesinde cevelan ettirip hiçbirini diğerine feda etmeden, hayranlık veren bir üslupla sundu.
Müttakileri gayba iman, namaz ve infakla niteledikten sonra tekrar imana vurgu yapıldı. Bu defa ‘sana indirilene’ diye Kuran sıfatlı kinaye ile gösterilip âyetin başındaki ‘ ذَلِكَ الْكِتَابُ ’den tecrid yoluyla ifade edildi. Son kitap, son peygamber ve tek din İslam’dır artık.
Bütün dünya insanları bu dine davet ediliyor. Bunun için zarif bir beraat-ı istihlal yapıldı. Önceden hak iken sonra tahrif edilerek bâtıl olan din mensupları ümmet-i davet olarak yeniden dine davet olunuyorlar. Önceki dinler ilâhi hükümle iptal edilerek yürürlükten kaldırılıyor.
Bu nedenle müslümanlar onlara inen kitaplara indiği şekliyle inanmalı ki, onlar da aynı kaynaktan gelen Kur’an’a inansın, tefrikanın önü alınsın.
İnen kitapların kendi ismiyle değil de, sıfatlı kinaye olarak ‘onlara indirilen’ ifadesiyle zikredilmesi de manidardır. Eğer kitap ismi verilseydi, aslı bozulmuş, sadece ismi kalmış muharref kitaplara da inanılması gerekecekti. Hem Kur’an, hem önceki kitaplar ‘ünzile’ sigasıyla gelerek vahy-i ilâhi olmakta cem edildi.
‘ إِلَيْكَ / sana’ tabiri, intiha-i gaye ifade eden ‘ إلى’ ile gelmiş. Bu da Efendimizin (sav) son peygamber olmasına işaret eder.
‘ مِنْ قَبْلِكَ / Senden önce’ Önceki kitaplar önceki insanlara gelmiş. Onlar şu anda hayatta değil, bisetten altı yüz sene önce peygamber ve kitap gönderilmesine ara verilmiş. Kitapsız ve peygambersiz bir dünyanın nasıl olacağı insanlığın gözleri önüne serilmiş.
Bütün insanlık hasretle, duâyla son peygamberi beklemişler. Mehmet Âkif bu durumu tek mısra ile ifade etmişti:
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta...
Dünyanın kuruluşundan, Hz. Adem’den bu deme kadar dünyada ve insanlarda bir çok enfüsi ve afaki değişiklikler oldu. Mesela Hz. Adem ve Havva’dan başka ana baba yoktu. İnsanlık ailesi genişledikçe hükümler de değişti. Esasında Efendimizden (sav) önce gelen hükümleri Cenab-ı Hakk muvakkat zaman için gönderdi. Belirli zamanlarda farklılaşacağını ezelden takdir buyurdu.
Yoksa Allah’ın ilminde asla değişme olmadı. İnanca âit hükümler dinin temeli ve aslı olduğu için her dinde aynıdır. Efendimiz (sav) ahir zaman peygamberi olarak gönderildiğinde insandaki ve dünyadaki değişme tamamlanmıştı. Ayrıca mirac mucizesiyle Efendimize (sav) geçmiş ve gelecek hadiseler doksan bin kelam edilerek hem bildirildi, hem de gösterildi. Bununla Efendimiz (sav)’de ayne’l yakîn, hakka’l yakîn hâsıl oldu. Kısacası dünyanın ve insanlığın durumu son şeklini almıştı.
Bu nedenle Efendimizden sonra peygamber ve kitap gelmesine ihtiyaç kalmadı. Onun alemlere rahmet ve son peygamber olduğu nazm-ı Kur’an ile ilan edildi. Eğer böyle olmasaydı sadece ‘Sana ve senden öncekilere’ buyrulmaz, ‘sonrakilere de’ dikkat çekilirdi.
‘Bugün dininizi tamamladım... size din olarak İslama râzı oldum’ (Maide, 3) ‘Allah katında tek din İslam’dır.’ (Ali İmran, 19) ‘Kim İslam’dan gayrı din ararsa, bu ondan asla kabul edilmez.’ (Ali İmran, 85) gibi âyetler, bu durumu apaçık ortaya koymaktadır.
Burada konu gereğince peygamber isimleri sayılmayıp ‘öncekiler’ ifadesi kullanılarak Peygamberimizden (sav) önceki peygamberler arasında ayrım gözetilmemiştir.
Âyetin Efendimize (sav) bakan cephesiyle; ‘Sen türedi değilsin. Senden önce de peygamberler vardı.’
İnsanlara bakan cephesi; ‘Resûlümün nübüvvetine inanmayan güruh! Ondan önce de peygamber gelmemiş miydi? Neden onu yadırgıyorsunuz?’
‘Sana inene, senden öncekilere inene’ nazm-ı celili, aynı zamanda kıyâmete kadar peygamberlik ve vahiy davasında bulunan veya bulunacak olan her yalancıya tekzib ve reddiyedir. Böyle bir davaya hiçbir mümin asla inanmaz, inanmamalıdır.
Kitaba iman, Allah’ın gönderdiği kitapla hayatı düzenlemeye, kitap kaynaklı bir hayat yaşamaya iman demektir.
Kur’ân-ı Kerîm’in âyet ve sûreleri, değişik zaman ve mekânlarda inmelerinden dolayı;
✧ Mekkî (Mekke’de inenler),
✧ Medenî (Medine’de inenler),
✧ Leylî (geceleyin inenler),
✧ Nehârî (gündüz inenler),
✧ Seferî (yolculukta inenler),
✧ Hadarî (mukîm iken inenler),
✧ Sayfî (yaz mevsiminde inenler),
✧ Şitâî (kış mevsiminde inenler),
✧ Nevm-i Berzâhî (gece ile gündüz arasında inenler),
✧ Arzî (yeryüzünde inenler),
✧ Semâvî (gökte inenler),
✧ Gârî (mağarada, yer altında inenler),
✧ Berzâhî (Mekke ile Medine arasında inenler),
✧ Arşî, Miracî (Bakara sûresinin sonu gibi Mirac gecesi inenler) diye isimlendirilmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerîm’in değişik zaman ve mekânlarda inmesinin hikmeti, o yer ve zamanlara Efendimiz (sav)’in teşrifi ve vahy-i ilâhinin inmesiyle şeref bahşetmek içindir. Mirâcın sırrı da, Efendimiz (sav)’in bütün kâinatın her yerini dolaşıp şereflendirmesidir.
Hükümdarlardan biri, bir mâneviyat ehline şöyle der:
– Bir ihtiyacın var mı?
Mâneviyat ehli zat şu karşılığı verir:
– Senden ihtiyacımı nasıl isteyebilirim? Zira benim mül- küm senden büyüktür. Hükümdar:
– Nasıl olur? diye sorar.
Mâneviyat ehli zat, şu açıklamayı yapar:
– Evet, öyledir, çünkü senin kölesi olduğun şeyler benim kölelerimdir. Hükümdar:
– Ne demek bu? der
– Sen şehvetin, öfkenin ve midenin kölesisin. Oysa ben, bütün bunları iradem altına almışım. Onların hepsi benim kölemdir.
‘Âhiret’: Bizden sonraya kaldığı ve biz de ondan beride bulunduğumuzdan dolayı ‘teehhur’dan türetilmiştir. Dünya ise ‘yakın olmak’ anlamına gelen ‘ed-dunuv’dan türetilmiştir.
Dünyaya, âhiretten önce olduğu için dünya ismi verildi. Âhirete de dünyadan sonraya tehir edildiği için âhiret denildi.
Sena sadedinde ‘Âhirete yakinen inanırlar’ buyrulması, âhiret inancının; takvânın, haşyetin asli sebebi olmasındandır. Çünkü yakini iman, sevap ve ikabın medarıdır. Bu da sakınmayı, nefsin azaptan kurtulmasını ve nimetlenmesini düşünmeyi icab eder. Bu da Nebi (sav)’e inanmaya sevk eder. Çünkü âhirete iman câhiliye zamanında ehli kitabın Araplardan fazla olan meziyetleri idi. Müşrikler ikinci bir hayata inanmıyordu, onlar dehriyyun idi.
Yakîn, yüzde yüzden de öte kesin bilgi demektir. Kur’an- ı Kerîm, kendisi için yakîn ifadesi kullanır.
Meselâ kendi tecrübelerim ve bilgi kaynaklarımla öğrendiğim bu dünyanın varlığına yüzde yüz inanıyorsam, âhiretin varlığına yüzde yüzden de kesin inanıyorum. Çünkü dünyanın varlığını duyularımla algılayıp öğrendim, ama âhiretin varlığını Allah’tan öğrendim. Yâni kişinin kitap ve sünnetle öğrendiği bilgiye yakîn bilgi denir ki; öteki bilgiden her zaman üstün ve kesindir. ‘Allah’dan daha doğru sözlü kim olabilir?’ (Nisa, 122)
Ey yolcu uyan! Yoksa çıkarsın ki sabaha:
Bir kupkuru çöl; ne ışık var, ne de vaha. M. Âkif Ersoy
İnsan, kendini hiç ihmal etmeyen, en güzel sûrette yaratıp, besleyip büyüten, akıl-fikir, kuvvet, yetenek veren, bir anda her şeyini alma kudretine sâhip olan biricik Rabbini unutarak, nefsinin yılışık, bayağı hatırına boyun eğip, tahsilini, mesleğini, çevresini, konumunu putlaştırıp, dini vecibeleri hiçe sayarcasına, kendisine örtünmesini, nâmahreme dikkat etmesini söyleyene kaşlarını çatar, suratını asar ve karanlık ağzını açar: ‘Şimdilik düşünmüyorum, belki ileride...’
Aynı kişiye çalıştığı iş yerinden ihtar gelse, nasıl özür dileyeceğini, nasıl telâfi edeceğini şaşırır.
İsyana bedel çalışıp kazandığı paraları yemek için, ellerini, dişlerini, sindirim sistemini kim yarattı? Giyinip kuşanarak bezediği bedeni kim düzene koydu? Eğlenip neşelenebilmek için sıhhat ve âfiyeti kim verdi? Bütün bunlar olmasa, paranın, mevkiinin, işin, eşin, maaşın ne kıymeti kalır?
Kimin gayesi âhiret olursa;
1- Allah ona kuvvet verir.
2- Kalbine zenginlik koyar.
3- Dünya ona boyun eğer.
Kim de dünyayı kazanmak isterse,
1- Allah onun işlerini parçalar.
2- Fakirliğini gözünün önüne getirir.
3- Kendisine taktir edilenden başkasını alamaz.
Fıtri ve taklidi imanı son nefese kadar ulaştırmak zordur, ancak özel bir lütuf olarak nasip olabilir. İmanımızı akli ve nakli delillerle istidlâli mertebeye çıkarmak ve inandığımız şeyleri görür gibi yakinen inanmak, her türlü sebeplerden arındırmak, sâlih amel işlemeye, ihlâslı muttaki bir kul olmaya götüren yegâne sebeptir. Kur’an’ın yazılı kanunlarını kâinattaki toprak kanunlarıyla karşılaştırıp eserden müessire ulaştıran delilleri görür, bu konuda yazılan kitapları mütealâ eder ve de yüce Mevlâya bütün gönlümüzle duâ eder, istersek, inşaallah yakîne ulaşırız.
Yakîn, bir şeyi nazar ve istidlal ile bilmektir. Allah’ın ilmine ve ilm-i zaruriye yakin denmez. Yakin, ihtimali kabul etmeyen ilimdir. İmandan daha hususidir.
Yakin, bazen kuvvetli zan manasına da gelir. Şu cihetten ki; onun zan olduğu hatıra gelmez. Kesin ilme benzer. İlim ve imanın müradifi (eş anlamlısı) olur.
Yakin, değişmeyen, dönmeyen bir ilmin kalbde karar kılmasıdır. Cüneyd el-Bağdadî
Âhirete imanın ‘yakin’ ile ifade edilmesi, ikisinin bir maddeden oluşudur. Düşünce, ilim, teemmülden ve fikri istidlal yoluna daldırmaktan hasıl olur. Âhiret hayatının gayesine mârifeti nisbetinde yakin hasıl olur.
Allah (cc) hikmet ve celaliyle sevgiyi, rahatlık ve ferahı rızâ ve yakinde kılmıştır. Gam, tasa ve üzüntüyü, şek (şüphe) ile öfkede kılmıştır.
Yakîn nurundan az bir şey kalbe ulaşınca, orayı aydınlatır ve bütün şüpheleri dışarı çıkarır. Böylece kalb, şükür ve korkuyla dolup taşmaya başlar. Abdullah Antakî
Yakîn'in üç alâmeti vardır:
1. Halk ile fazlaca îhtilat halinde olmamak.
2. Şunu, bunu -verdiği için- övmemek.
3. Vermediği için de yermemek,
1. Her hususta Allah'a yönelmek,
2. Her hâl-ü kârda Allah'a dönmek.
3. Her işte Allah'tan yardım istemek. Zünnûn Mısrî
✯ Yakîn kokusunu alan bir kalbin Allah'tan başkasıyla sükûnet bulması haramdır. Sehl bin Abdullah Tüsteri
✯ Kalbe inen en hayırlı şey, ‘yakin bilgisidir.’
❀ ❀ ❀
Ömer b. Abdülaziz halife olunca, hanımı Fatıma Sultanı yanına çağırmış, ona şu teklifi yapmıştı:
- Hanım! Ben artık kendini sâdece ev halkına tahsis eden eski Ömer değilim. Üzerime yüklenen büyük vazifeler, sizlerle yeterince meşgul olmama mânidir. Dünya zevki istersen, babanın evine dönebilirsin. Bu hâlime râzı olarak benimle kalmak istersen, üzerindeki ziynetleri çıkarıp Beytü’l-Mâl’e (devlet hazinesine) vermen gerekir. Müslümanların çâresizleri, fakr-u zarûret içinde kıvranırken, Halife-i Müslimin’in hanımı, boynunda kıymetli ziynetlerle dolaşamaz.
Bu sözleri can kulağı ile dinleyen Fatıma Sultan, hiç tereddütsüz, ziyletlerini boynundan çıkarıp hazineye göndermek kahramanlığını göstermiştir. Böylece Ömer b. Abdülaziz’e lâyık bir zevce olduğunu da fiilen ispatlamıştı. Ömer b. Abdülaziz vefat edince, yerine geçen Yezid b. Abdülmelik, Fatıma Sultan’ın ziynetlerini hazineden getirtmiş:
- Ben bilirim ki, bu ziynetleri sen, gönülden râzı olarak vermedin. Şimdi hepsini geri al, demişti. Fâtıma Sultan ona şu unutulmaz cevabı vermişti:
- Vallahi kabul etmem. Ben kocam Ömer’e hayatında itaatli olduğum gibi, vefâtında da aynı şekilde itaatli olmaya devam eder, isyandan çekinirim.
5- İşte bu kimseler Rablerinden hidâyet üzeredirler ve bunlar kurtuluşa erenlerdir.
Yüce Allah Müminun suresinde kurtuluşa eren müminlerin vasfını detaylı bir şekilde izah edip âyetlerin zımnında Resûl-ü Kibriyayı ve onun nezd-i ilâhideki kadr-ü kıymetini biz ümmetine ilan buyurmuş. Çünkü Hz. Aişe kendisinden Resûlullah’ın halleri, tavırları, ahlâkları sorulduğunda Müminun suresinin ilk on bir âyetini okumalarını tavsiye etmişti. Bu mübarek surede de mümini mümin eden, olmazsa olmaz üç özellikten bahsetmiştir: İman, namaz ve infak. Bunları ve Kitabullaha inanan müminleri kitap ve sünnetle belirlenen emir ve yasaklara itaat etmeleri durumunda hidâyet bulup iki cihanda mutlu olacaklarını müjdelemektedir. Çünkü felahın diğer bir anlamı da mutluluktur.
Dine uyan kimse, imanını, kalbini, sıhhatini, bedenini, âilesini, nâmusunu, aklını, nefsini, neslini, şerefini, vakarını, dilini ve diğer âzâlarını korumuş olur. Hasan-ı Basrî
İkilik yok birlik var, elbet bunda dirlik var
Elbet bundadır felah, Lailahe illallah
Felah, sözlükte yarmak ve kesmek demektir. Toprağın ekin ekmek için yarılmasını ifade eden kelime de buradan türemiştir. Bundan dolayı araziyi sürüp yaran kimseye ‘Fellah’ denilmiştir.
Alt dudağı yarılmış olan kimseye de ‘eflah’ denilir. Müflih (felaha eren) de sanki arzu etiğini ele geçirinceye kadar bütün zorlukları katetmiş gibi olduğundan dolayı bu adı alır. Fevz ve Beka hakkında da kullanıldığı olur.
Felah bulanlar; istediklerini elde edenler ve kaçıp kurtulmak istedikleri şeylerin kötülüklerinden kurtulanlardır. İbn Ebi İshak
‘Felah’ kelimesi sahur hakkında da kullanılmıştır. Bir hadis-i şerifte şöyle denmiştir: ... Neredeyse Resûlullah (sav) ile birlikte Felahı kaçıracaktık. Ben, ‘Felah nedir?’ diye sordum. O bana, Sahurdur, cevabını verdi. Ebû Davud
Diğer taraftan örtfe ‘felâh’; arzulanan şeyi elde etmek ve kendisinden korkulan şeyden de kurtulmak anlamındadır.
Felah, engelleri aşmak manasına da gelir.
Felah, beka manasındadır. Yani devamlı nimette baki kalmaktır.
Bakara sûresinin ilk dört âyeti, Kur'ân-ı Kerîm'e şüpheden uzak bir imânla bağlanan ve onu kendilerine hayat ve memat düsturu edinen müttakî mü'minlerin felâh bulduklarını müjdelemek üzere inmiştir.
Nitekim Huneyn savaşında İslâm saflarının sarsılıp gerilediğini gören Hazret-i Peygamber (sav), onlara Bakara sûresinin iniş sebebini hatırlatarak: ‘Ey Bakara sûresinin yaranları!’ diye seslenmişti. İbn Cerîr
Tevrat’dan: ‘Âdemoğlu kanaat edince ihtiyaçtan kurtulur. İnsanlardan uzaklaştıkça, selâmete ulaşır. Şehvetleri terk ettikçe, hürriyete kavuşur. Hased etmedikçe, mürüvvet sâhibi olur, az sabreder, çok kârını bulur.’
Resûlullaha (sav), ‘Kurtuluş çâresi nedir?’ diye sorulunca, şöyle buyurdu: Dilini koru, evinde otur, günahlarına ağla.
Şüphesiz ki, dünyada da, âhirette de gerçek kurtuluşun anahtarı, Allah’ın varlığına ve birliğine inanıp şehadet getirmektir. Bundan sonra sırasıyla:
1- Kur’an’ı günlük hayatımızın reçetesi kabul etmek.
2- İlâhi emir ve yasaklara uymak
3- Resûlullah (sav)’in sünnetiyle yaşamak
4- Hayırlı ve iyi bir insan olmaya çalışmak
5- Yalnız kendimiz için değil, bağlı bulunduğumuz İslam alemi için de yararlı çalışma ve hizmetlerde bulunmak.
6- Müslümanlarla kardeşlik bağlarımızı kuvvetlendirmek.
7- Her yerde güven telkin edip, huzur havası estirmek.
8- Her konuda Allah’ın hoşnutluğunu ön planda tutmak.
Mümin kardeşinizin duâsını almaya çalışın. Kurtuluşun onun duâsında olabileceğini unutmayın.
Kurtuluş için hürriyet ve iffete dikkat edin. Hürriyet, Allah’tan başka bir sebebe bağlanmamaktır. Umum işlerde sebeplere değil, sebepleri yaratana dayanmak, kulun ilk kurtuluş kapısıdır. İffet ise, kendi nefsi ve başkasının hesâbına değil, söz, hareket, amel, niyet ve özde yalnız Allah hesabına göre olmaktır.
Ey Allah’ım, bu günümüzün evvelini salâh, ortasını felâh, kurtuluş ve sonunu da necât, başarı kıl. Ey Allah’ım, onun evvelini rahmet, ortasını nimet ve sonunu da ikram ve mağfiret kıl. Hadîs-i Şerîf (Taberani)
Yusuf (as) kuyuda üç gün kaldı. Cibril (as) bu sırada şu duâyı öğretti: ‘Her kederi gideren, her kırığı saran, her yalnızı avutan Allah’ım! Muhakkak Senden başka ilâh yoktur. Seni tesbih ederim. Senden bana bir kurtuluş yolu kılmanı, kalbime sevgi yerleştirmeni, beni korumanı ve bana acımanı istiyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi Allah’ım!’
❊ ‘ عَلٰى هُدًى ’de istiare-i tasrihiyye tebaiyye vardır. Müttekinin hali atın üzerindeki kimseye benzetilmiş. Müşebbeh hazfolunmuş. ‘ عَلٰى ’ kelimesi istiare edilmiş. Bu gerçekten yerleşmek, dine devam etmek, tahammül etmek anlamını taşır. Bu aynı zamanda atla binicisi arasındaki irtibat gibi bir irtibata da benzetilmiştir.
❊ ‘ اُولٰٓئِكَ عَلٰى…’ ve ‘ وَاُولٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ ’ âyetinde müttekilerin şanının yüceliğini vurgulamak için ‘ اُولٰٓئِكَ ’ ismi işareti iki defa zikredilmiştir. ‘ هُمْ ’ zamiri ise hasr ifade etmek için getirilmiştir. Sanki ‘Kurtuluşa erenler onlardır, başkaları değildir’ denilmiştir. Bu beş âyetin bütününde hüsnü taksim sanatı vardır. Hüsnü taksim, bir şeyin kısımlarının tamamını taksim ederek zikretmektir ki mananın bütün aksamını eksik etmeden anlatmaktır. Bu âyetlerde hamdin ve ibâdetin mümine kafi gelecek bütün kısımları zikredilmiştir. Çünkü ibâdetler bedeni ve mali diye ikiye ayrılır.
6- İnkara sapmış olanları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar.
Rabbimiz Kur’an'ın zirvesi olan Bakara Suresi’nde insanları, mümin, kafir, münafık diye üçe ayırdı. Sırasıyla ilk beş âyetinde müminleri, iki âyetinde kafirleri, on üç âyetinde münafıkları anlattı.
Efendimizin (sav) inkarcılara üzülmemesini teselli için yüce Allah; ‘Habibim sana inene inanmıyorlar diye kendini kahretme. İnanmak istemeyeni kimse inandıramaz. İstediğini hidâyet etmek bana aittir. Sana düşen tebliğ görevidir. Ne yazık ki onlar inat, kibir, taassub, câhillik ve hevaları sebebiyle küfrü tercih etmişler. Onların senin tebliğini dinlemek istemeyişleri, inkarları sırf bilmediklerinden değil, küfr-i inadilerindendir. Bu nedenle onların dinleyip dinlememeleri arasında fark yok. İmani hükümler nefislerine, menfaatlerine, sahteliklerine ters düştüğü için gözlerini, gönüllerini kapatıp kulaklarına parmaklarını tıkıyorlar.’
Teklif var ısrar yok. Allah iki yol gösterip akıl verdi. İnsanoğlunu kendi iradesiyle serbest bıraktı. Ama rızâsı daima hidâyet yolunda, buğzu da dalâlet yolunda. Buna rağmen kişiye özel sınav tarihleri, görevler verdi. Sorular sordu. Fakat kimseyi zorlamadı.
Dine girmeyen için ‘Dinde zorlama yoktur’ buyurdu. Yoksa istediğini istediğine zorla yaptırma gücüne sahip olan Kebirül Müteal bütün insanları kendi meşietiyle hidâyet ederdi.
Fakat O, insanların kendi istek ve iradeleriyle hidâyet yolunu tutmalarını istedi. Kimseyi hidâyetine, ebedi saadete, tükenmez nimete zorlamadı. Öyle olsaydı cennet zorla yularından çekilen merkep ahırına dönerdi. Sınavı veremeyen kimsenin birinci olması gibi gariplikler ortaya çıkardı.
‘Biz ona iki göz vermedik mi..’ âyetinde görüldüğü gibi ebedi hayat insanın mükellefiyetlerinde olan say-ü gayreti neticesi kazanılır.
İşte âyetin bir yüzü habibi teselli için ‘Sen üzülme! Tebliğim tesir etmiyor, imana gelmiyorlar, bu işi başaramadım, diye kederlenme. Senin görevin tebliğ, tesir bana aittir’ manası taşır.
Âyetin diğer yüzü, kafirlerin inatlığını, tinetlerinin bozukluğunu, inkarlarının sebebinin bilgisizlik olmadığını izahtır.
Cümlede geçen ‘ سَوَاءٌ ’ kelimesi, cümle içi fiilleri masdar hükmüne çevirir. Bir nevi sübut, devam ifadesi kazandırır. ‘Uyarın devam etse de etmese de sonuç aynı.’
Sözün söylenmesiyle söylenmemesinin eşit olması, dinleyenin sağır, kafasız olmasını gerektirir ki, bu da kafirler için tahkir, terzil ve tenkittir. Kafirlerin böyle vasıflanmasını istiare-i mekniyye olarak değerlendirebiliriz.
Aynı zamanda vasıtalı kinaye olduğu da dikkatimizi çeker.
Cümlenin ‘ إِنَّ ’ ile başlaması inkarcıların inkar bahanelerini inkar etmektir. Yani inkara karşılık inkar. Çünkü tekit şüpheci ve inkarcılara karşı kullanılır.
✽ ✽ ✽
Küfür, dört kısma ayrılır:
1. İnkâr yollu küfür: Allah'ı hiç bilmemek, tanımamak. Firavun'un küfrü gibi.
2. Bile bile inkâr yollu küfür: Kalbiyle Allah'ı bildiği halde diliyle ikrar etmemek. Şeytan'ın küfrü gibi.
3. Cuhud (İnat) yollu küfür: Kalb ile Allah'ı bilmek, dil ile ikrar etmek ve fakat dindar olmamak, aksi bir istikamet tutup dinî bütünüyle kabul etmemek, küçümsemek, alay etmek. Mekke müşriklerinin küfrü gibi.
4. Nifak yollu küfür: Dil ile Allah'ı ikrar etmek, fakat kalb ile tasdîk etmemek. Münafıkların reisi Ubey b. Selûl'ün küfrü gibi. Hazret-i Âîşe validemize iftira atan da bu münafıktır.
Küfür diye hükmedilen her fiil, alay etmek, küçümsemek ve hafife almak, bunları bozmaya çalışmak küfür kapsamındadır.
Yalnız kalpte gizlenen küfre küfür denip de, sözlü veya fiilî olarak açıklanan ve ilan edilen küfre küfür dememek nasıl mümkün olur? Meğer ki o, sözlü veya fiilî zarurî bir zorlamaya dayanmış olsun. ‘Kalbi imana yatışmış olduğu halde (inkâra) zorlanan değil.’ (Nahl, 106)
Fiilî tekzib, iman ile bir araya gelmesi mümkün olmayan fiili yapmaktır.
Küfür için, iman edilecek şeylerin tamamını inkar etmek şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak da küfürdür. İman, bütünlüğü gerektirir. Küfür ise onun tersi olduğundan, bir kısmı inkâr ile vâki olur.
Kafirlerin, hayvanlardan daha sapık olmaları:
1- Hayvanlar Allah’a itaât ederler, kafirler ise, itaât etmezler.
2- Hayvanlar, Rablerini bilir ve O’nu zikrederler. Halbuki kafirler, Rablerini ne tanır ne de zikrederler.
3- Hayvanlar, kendi menfaât ve zararlarını gözetir, zararlı olan şeyden sakınırlar. Kafirler ve inatçılar ise, bâtılda direttiklerini bildikleri halde, küfürde ısrar edip böylece kendilerini cehenneme atarlar.
4- Hayvanlar, kendilerine devamlı bakan ve gözeten insanlara yönelirler. Kafir ise, kendisine sınırsız nimetler veren Rabbinden kaçar.
5- Hayvanlar, yol göstericileri olduğu taktirde, yollarını şaşırma nisbeti çok azalır. Kafirler ise, Peygamberler ve Kitaplar geldiği halde, sapıklığını artırmıştır.
Bunun için Cenâb-ı Hakk, ‘Bunlar hayvanlardan daha aşağıdır.’ buyurmuştur.
Allah’ın en çok buğzettiği yaratık, iman edip sonra küfre giren kimsedir. Camiu’s-Sağir
‘İnzar etsen de, etmesen de’
‘Onları inzâr etsen de’ buyruğunda yer alan ‘inzâr’ korkulu birşeyden sakındırmak için bildirmek ve tebliğ etmek, yani ‘ilerde şu fenalık var, sakın!’ diye doğru yolu göstermek, korkutarak haber vermektir. Korkutma olmazsa buna inzâr değil, i'lâm ve ihbar denilir.
İnzâr ancak korunup sakınmak için elverişli bir sürenin olması halinde yapılan korkutmalar hakkında kullanılır. Eğer korunup sakınmak için gerektiği kadar zaman yoksa bu iş'ar (bildirmek) olur, inzâr olmaz.
Âyette sadece inzarın fayda vermeyeceği üzerinde duruldu, fakat tebşîr'in te'sir edip etmeyeceğinden bahsedilmedi. Çünkü ‘Def'-i mazarrat celb-i menfaatten daha mühimdir.’ Te'siri büyük olan inzâr kâr etmeyince, artık tebşire pek lüzum kalmıyor.
Bir gün bir deve Resûlullah’a (sav) ağlayarak gelir. Resûlullah (sav) sebebini sorduğunda, sâhibinin ve âilesinin yatsı namazını kılmadan yattığını söyler. Resûlullah (sav) gidip bu âileye durumu anlatınca, onlar da itiraf edip, bir daha yatsı namazını kılmadan yatmayacaklarına dair söz verirler.
❊ ‘ سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ ’ âyetinde, Hz. Peygamber’in kafirlerin iman etmesini beklememesi tekitle ifade edilmektedir. Bu cümle onların küfür ve taşkınlıktaki aşırılıklarına ve iman kabiliyetlerinin olmayışına dikkat çekmektedir. Onların kesinlikle iman etmeyecekleri vurgulanmıştır. Çünkü onlar kendilerine verilen iman çekirdeğini çürütüp istidatlarını yok etmişlerdir.
❊ Sözün söylenmesiyle söylenmemesinin eşit olması, dinleyenin sağır, kafasız olmasını gerektirir ki, bu da kafirler için tahkir, terzil ve tenkittir. Kafirlerin böyle vasıflanması istiare-i mekniyye olur.
❊ Bu aynı zamanda vasıtalı kinayedir.
❊ Cümlenin ‘ إِنَّ ’ ile başlaması inkarcıların inkar bahanelerini inkar etmektir (inkari kelam oldu.) Yani inkara karşılık inkar. Çünkü tekit şüpheci ve inkarcılara karşı kullanılır.
7- Allah (cc) onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır; onlar için büyük bir azap beklemektedir.
Hiçbir şeyi abes yaratmayan, yaşatmayan yüce Allah, insanı kainatın kalbi, insan kalbini de muhabbetinin, mârifetinin merkezi olarak yaratmış. Hem şeytanın, hem meleğin ilham merkezi eylemiş. Meleğin ilhamına kulak veren hayır üzere olduğu gibi, şeytanın telkinine uyan şer üzere karar kılmış olur.
Gönül ekranı günahlarla nokta nokta karardığı gibi, sevaplarla aydınlanır. Gönül ekranı nurla dolup genişlediği zaman Hakk’ın sırrının aynası olur. Çünkü günah çamurundan, cehâlet karanlığından, oburluk buharından temizlenerek nazargâh-ı ilâhi olmuş, gaye mugayyaya ulaşmış olur.
Fakat isyanlara batıp tevbeyi unutan, dünyaya dalıp ukbayı unutan kimsenin kalbi meleğin ilhamına kulak vermediğinden kalp kara noktalarla kirlenir. Öyle hale gelir ki, meleğin ilhamına menfezler kapanır. Kalp, fonksiyonunu kaybeder. Melek tarafından kullanılmayan bu kalbe Cenâb-ı zül celâl mühür vurur. Tıpkı belediyenin imarsız, iskansız, ruhsatsız binalara mühür vurması gibi.
Kafirin kalbi mühürlü olduğundan müsbet hiçbir şeyden etkilenmez. Eskiler bu durumu ‘Cehennemlik kulun kulağına laf girmez’ sözüyle ifade ederler.
Bu âyet, bir önceki âyet için sebep olarak gelmiş. Ne var ki, hakiki sebep değil, hüsn-ü talildir. Onların inanmayışlarının, kalplerinin mühürlenmesinden kaynaklandığı ifade edilmiş. (Bu vasıtalı kinayedir, mecazı mürseldir.) Son durum söylenerek önceki durum kastedilmiştir (sabık mesbuk alakası).
İnkar edenler kibir, taassub ve inatlarıyla, gelen peygamberi ve kitabı kabul etmediler. Efendimiz'in (sav) müjdesini, inzarını, tebliğini, ihtiyari olarak duymazdan, anlamazlıktan geldiler. Kalpsiz, duygusuz, basiretsizce yalanladılar. Hezeyanlar kopardılar, alay ettiler, eziyetler, işkenceler yaptılar. Sonunda karanlık, katı, karamsar kalpleri mühürlendi. Mânevi hayatları yok oldu. ‘Dipdiri meyyitler’ oldular.
Düşünemeyen, göremeyen, duyamayan, kıymetsiz, tînetsiz, hissiz robot oldular. Hayvanlardan aşağı, kaygısız, duygusuz, acımasız, vicdansız oldular.
Bugün de görüldüğü gibi kendi menfaatleri için yaşlı, kadın, çocuk, hayvan, bitki demeden nesli, ekini mahvettiler. ‘Kendi yumurtalarını pişirmek için komşunun evini yaktılar.’
Cümlenin başında mazi fiil olduğu halde sonu muzâri kipiyle gelmiş. Bununla beraber cümle tekitli isim cümlesi ile başlamış. (Yani isimliğin sübut devamını, maziliğin katiyet ve teceddüdünü, muzârinin teceddüdü sübutunu bünyesinde cem etmiş.) Bu mümtaz kurallar bize, inkarcıların dün de, bugün de, yarın da inatlarının devam ettiğini, kalplerinin benzediğini, uyarının olup olmamasının bunlara tesir etmeyeceğini, yarasalar gibi nura tahammül edemediklerini veciz birşekilde bildirir. Böyle küfürde kararlı kalplere mühür vurulması haktır.
Küfür lugatta kapatmak manasına olduğundan, ‘hateme’ fiilinin gelmesi manidardır. Çünkü kendini gerçeğe kapatanlar ve bunda ısrarlı olanlara mühür vurulması uygun bir cezadır. (Küfür ve hatem fiilleri arasında muraat-ı nâzır vardır)
Sanki şöyle deniyor: Sen ki, gerçeklere kalbini, kafanı, gözünü, kulağını kapatıp bu azaların yaratılış gayesini yok saydın. Resûlün inzarını umursamadın, o halde artık bu hislerden faydalanamayacaksın. Sen alıcı istasyonunu kapatırsan, biz verici istasyonumuzu açık bırakır mıyız?
Kıymet sırasına göre önce can kulağının dinleyişini iptal eder, ardından ibret alan, gerçeği gören gözlerine perde indiririz. İpini başına atarız. Ve hayret vadilerine salarız. Sayılı günlerinde ne yaparsan yap, sonunda görürsün. ‘Onlar ilerde bilecekler’ (Nebe, 4) ‘Söyle: Küfrünüzle bir süre metalanın’ (Zümer, 8)
❁ ❁ ❁
‘ خَتَمَ ’, ‘tab’ gibi basmak mânâsınadır. Ve ‘ketm’ ile de ilgilidir.
‘ عَلٰى ’ ile geçişli kılındığı zaman üzerini mühürlemek, yani bir şeyi veya içindekini sağlamlaştırmak için üzerine mühür veya damga basmak, birşeyi örtmek ve bir başka şeyin üzerine girmemesini sağlamak kastıyla emin olunacak hale getirmek demektir. Bir çıkını, bir odayı, bir zarfı mühürlemek gibi. Kitabı (mektubu) ve kapıyı mühürledi ve benzeri ifadeler de buradan gelmektedir. Bununla, onun ağzına başka bir şeyin ulaşması ve içine muhteviyatından başka bir şeyin konulması önlenmek istenir.
Bir de, bir şeyi sona erdirmek anlamı vardır.
‘Kalb’in takdim edilmesi, bütün âzâlardan üstün olduğuna delildir.
Her şeyin özü ve en şerefli bölümü o şeyin kalbidir. Kalb, düşünce ve fikir yeridir. Kelime, asıl itibariyle bir şeyi başlangıcına doğru döndürüp çevirdiğimiz takdirde kullanılan ‘kallebe’ fiilinden mastardır. Daha sonra bu lafız asıl manasından hareketle canlının en şerefli olan organına ad olmuştur.
Buna sebep ise oraya düşüncelerin çok hızlı gelmesi ve dönüp durması, evrilip çevrilmesidir.
Organlar her ne kadar kalbe tâbi ise de, kalp organların işlediklerinden etkilenir. Çünkü zahir ile batın arasında bir ilişki vardır. Peygamber (sav) de şöyle buyurmaktadır: ‘Kişi doğru söyler. Bunun üzerine onun kalbine beyaz bir nokta konur. Yine kişi bir yalan söyler ve bunun sebebiyle kalbi kararır.’
‘Kalp’, yürek ve gönül mânâlarına gelir, yani ‘kalp’ iki mânâya kullanılır.
Birincisi göğsün sol tarafında, çam kozalağı şekline benzer bir durumda ve bedendeki etlerin hiçbirine benzemeyen, hem sinir, hem kas dokularının esaslarını toplayan belli bir et parçasıdır ki, atar ve toplar bütün damarların köküdür.
İçinde karıncıkları ve kulakcıkları vardır. İnsanın organları içinde kendi kendine hareket eden odur. Ruha ait iticilik ondan başlar. Bu, motoru kendinde, kendi kendine açılıp kapanan bir tulumbadır. Kan dolaşımı buradan sağlanır. Bu hareket solunum ve akciğer hareketi ile de ilgilidir. Bu kalp, tıp ilminin ve doktorların meşgul olduğu ve bedendeki yeri belli olan kalptir. Buna biz dilimizde yürek deriz.
İkincisi, ruhanî, ilâhî bir lütuf olan ve bütün şuur, vicdan, duygu ve sezgilerimizin, düşünme kuvvetimizin kaynağı, manevî âlemimizin merkezi bulunan, yeri belli olmayan kalptir ki, ‘insan ruhu’ da denilir. İnsanın asıl gerçeği bu kalptir.
İnsanın anlayışlı, bilgin ve arif olan bölünmez kısmı; konuşulan, azarlanan, talepte bulunulan ve sorumlu olan özü budur. Bu, sanki ruhumuzun bir gözüdür. Sezgi onun bakışı, akıl ruhu, irade kuvvetidir. Bunu, ruhumuzun kendisi şeklinde anlayanlar da çoktur. Dilimizde buna yine ‘kalp’ deriz. ‘Gönlümden geçti’, ‘kalbimden geçti’, ‘zihnimden geçti’, ‘aklımdan geçti’ dediğimiz zaman hepsinde aynı mânâyı kastederiz.
Aldatıcı dünya yurdunun ihtiraslarından kopup uzaklaşan, âhiret yurduna yönelen ve gelmeden önce ölüme (ve ölüm ötesine) hazırlanan kimsenin kalbi nurlanır. M. Mesabih
İsrâiloğullarından biri: ‘Ya Rabbi! Sana kaç kere isyan ettim, beni cezalandırmıyorsun’ deyince, Allah (cc) zamanın peygamberi vasıtasıyla:
‘Ben sana nice cezâlar verdim anlamıyorsun. Gözünün donukluğu, kalbinin katılığı, Ben’den yavaş yavaş inen bir azaptır.’ buyurdu.
Mühürlenmek; zarf, kap, örtü ve kapı gibi şeylerde olur. İnsanların kalpleri de, ilimlerin ve bilgilerin zarfları ve kapları gibidir. Ne kadar anlayışlarımız varsa orada saklıdır.
Kulak da bir kapı gibidir, duyulan şeyler oradan girer. Bilhassa geçmişteki, gelecekteki ve şimdiki gaybla ilgili haberler, kitaplardaki kavramlar duyma yoluyla bilinir. Şu halde kalbin mühürlenmesi, zarfın mühürlenmesine; kulağın mühürlenmesi, kapının mühürlenmesine benzer.
Kalplerin mühürlenmesi Allah’ın hitaplarının anlamını kavramamak ve âyetleri üzerinde düşünmemektir. Kulakların mühürlenmesi ise, okunduğu zaman Kur'ân-ı Kerim'i anlamamalarıyla da Yüce Allah'ın vahdaniyyetini kabule çağrıldıkları zaman çağrıyı anlayamamaları demektir. Gözlerin mühürlenmesi ise, Allah'ın yarattıklarına ve san'atının hayret verici yönlerine dikkat etmemek, onlara ulaşamamaktır.
Peygamber Efendimiz (sav) buyurmuştur ki: ‘Günah ilk defa yapıldığı zaman kalpte bir siyah nokta yani kara bir leke olur. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar ederse kalp yine parlar. Etmez de günah tekrarlanırsa, o leke de artar, sonra arta arta bir dereceye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar, Mutaffifîn sûresinde ‘Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas tutmuştur.’ (Mutaffifîn, 14) âyetindeki ‘rayn’ da budur.’
Bu hadis gösteriyor ki, günahlar devam ettikçe kalpleri bir kılıf gibi kaplar. İşte o zaman âyette buyurulduğu gibi Allah tarafından mühür ve baskı yapılır. O salgın leke o kalbe basılıp tab edilir. Başlangıçta âharlı parlak bir yazı kağıdı üzerine dökülmüş, silinmesi mümkün bir mürekkep gibiyken, bundan sonra matbû ve silinmez bir hale gelir. Yani alışkanlıkla bir ikinci huy olur. Ne silinir, ne çıkar ve o zaman ne iman yolu kalır, ne de küfürden kurtulmaya çare.
Bu mühürleme ve baskının kazanılması kuldan, yaratılması Allah'tandır. Şu halde burada mühürlemenin Allah'a isnadı, aklî mecaz değil, Ehl-i Sünnet'in anladığı gibi hakikattir ve cebir (zorlama) yoktur.
Bu hadis ve âyet ahlâkın ve dinin kıymetinin, devam ve alışkanlıkta olduğunu ne güzel anlatır. Terbiye meselesinin sırrı bu noktadır. Bir günahta ısrar etmekle etmemenin farkı da bundandır. İyiliklere âdet edinmekle alışılır. Kötülükler de alışkanlık ile içinden çıkılmaz bir ikinci huy olur.
Yüce Allah, kâfirlerin kalplerini on nitelik ile nitelemiştir:
✦ Hatm (mühürlemek) ‘Allah kalplerine mühür vurmuştur.’ (Bakara, 7)
✦ Tab' (damgalamak) ‘Bilakis Allah, inkârları yüzünden kalplerinin üzerini damgalamıştır.’ (Nisa, 155)
✦ Dîk (darlık), ‘Kimi de dalâlette bırakmak dilerse onun da göğsünü daralttıkça daraltır.’ (En'am, 125)
✦ Maraz (hastalık), ‘Kalplerinde hastalık vardır.’ (Bakara, 10)
✦ Reyn (kabuk bağlamak, pas), ‘Hayır, aksine onların kazandıkları kalplerini örtmüştür.’ (Mutaffifin, 14)
✦ Mevt (ölüm), ‘Daveti kabul edenler ancak dinleyenlerdir. Ölüleri ise Allah diriltecektir.’ (En'am, 36)
✦ Kasavet (katılık), ‘Allah'ı zikretmekten (anmaktan yüz çevirdikleri için) kalpleri kaskatı olanların vay haline.’ (Zümer, 22)
✦ İnsiraf (haktan yüz çevirmek), ‘Ve sonra yüz çevirip giderler. Allah da onların kalplerini ters çevirmiştir. Çünkü onlar anlamayan bir toplulukturlar.’ (Tevbe, 127)
✦ Hamiyet (taassub) ‘Hani kâfirler kalplerine hamiyeti (taassub ve kibiri) câhiliyye hamiyetini koymuşlardı.’ (Fetih, 26)
✦ İnkâr. ‘Onların kalpleri inkâr edicidir. Ve onlar (büyüklük taslayan) müstekbirlerdir.’ (Nahl, 22)
Kalblerin mühürlenmemesi için Hazret-i Peygamber (sav) sık sık Allah'a iltica ederek: ‘Ey Kalbleri çeviren (istediği tarafa döndüren Allahım!) Kalblerimizi kendi dinin üzerine sabit kıl’ şeklinde duâ ederlerdi.
Fitneler kalplere tıpkı bir hasır gibi(hasırın dokunduğu gibi) çubuk çubuk olarak arzedilir. Hangi kalbe bu fitneler içirilirse, ona siyah bir nokta konulur. Ve hangi kalp bunlara karşı çıkarsa ona beyaz bir nokta konur. Nihâyet iki türlü kalp ortaya çıkar: Birisi dümdüz kaya parçası gibi bembeyazdır. Gökler ve yer devam ettiği sürece hiçbir fitnenin ona zararı olmaz. Diğeri ise, bulanık siyah ve yana meyletmiş bir testiyi andırır. Hiçbir marufu maruf olarak bilmez. Hiçbir münkere de karşı çıkmaz. Ancak kendisine içirilen hevayı bilir... Hadis-i Şerif (Müslim, Ahmed bin Hanbel-Müsned)
Günahlar art arda kalbler üzerine gelmeğe başlayınca (kalbin irfan kapılarını) kapar. Kapanınca da Allah tarafından o zaman mühür gelir (kalbe basılır). Artık o kalblere bir yol yoktur ve küfürden de bir kurtuluş yolu bulunmaz. İşte bu, Allah'ın Kur'ân'da bildirdiği ‘mühür basma’dır. Hadis-i Şerif (Suyuti)
Haberiniz olsun, bedende bir et parçası vardır; o düzeldiğinde bedenin her tarafı düzelir; o bozulduğu zaman bedenin her tarafı bozulur. Dikkat edin, o et parçası kalb'dir. Hadis-i Şerif (Buhari)
Kalbin şifası:
1- Mânâsı üzerinde düşünerek Kur’an okumak.
2- Karnı boş tutmak.
3- Geceyi ibâdetle değerlendirmek.
4- Seher vakti niyazda bulunmak ve sızlanmak.
5- Sâlih insanların sohbetlerine katılmak.
6- Zikrullah.
7- Tefekkür etmek.
8- Tamah etmemek.
✧ Kalp avuç gibidir. Her bir günah sebebiyle ondan bir parmak kapanır. Sonra da üzerine mühür basılır. Mücahid
✧ İnsanlar ile düşüp kalkmaktan ziyâde, Allah ile münâcaattan zevk almayan kimsenin ilmi az, kalbi kör ve ömrü boşa gitmiştir. ‘İnsanlar ile ünsiyet, iflâs alâmetidir.’ Mâlik b. Dinar
Aynanın yüzündeki kirler, uzun zaman orada kalınca leke yapıp camı bozdukları ve böylece cam eski cilâsını kaybettiği, yeniden eski hâlini alamayacağı gibi, gönüldeki bu kara lekeler, orada uzun müddet kalınca iz yapar ve yerleşirler.
Vücut hastalandığı zaman, yemek yiyemez, su içemez. Ne uyuyabilir, ne de rahat edebilir. Kalp de böyledir. Ona dünya sevgisi girdiğinde ne öğüt alır, ne Allah’ı zikredebilir. Mâlik b. Dinar
‘ غِشَاوَةٌ ’ perde demektir. Araplar, bir kimse birşeyin üzerine perde çektiğinde ‘ğaşşâhu’ derler. Kıyâmet manasına gelen gâşiye de bu köktendir. O da, verdiği korkularla insanları sarar.
‘ غِشَاوَةٌ ’nin gündüz görüp, gece görmeme manasına geldiğini söyleyenler de var.
Müfredat-ı Ragıb'da, ‘غِشَاوَةٌ 'nin göze arız olan katarakt’ olduğu ifâde ediliyor.
Bunlardan başka gözlerinin üzerinde de bir perde vardır... Görülen âlemde, âlemin şekli, madenlerin oluşumu, bitkilerin ve hayvanların durumu, anatomi gibi gözle görülebilen doğru delilleri, bakmak isteseler bile göremezler, çünkü o gözler perdelidir. Onları gaflet,şehvetler, kötülükler, bencillik perdesi bürümüştür.
Mesela her gün gökyüzüne bakar, o gönlün hoşlandığı manzarayı görür de, şu yerdeki, şu bedendeki, şu küçücük gözün, küçücük göz bebeğine uyan bir anlık ışık ile dışardan o kadar uzak ve geniş mesafedeki büyük dış manzaranın nasıl ve ne ile anlaşıldığını görmez, düşünmez. Acıktığı zaman ekmeğe koşar da, ekmeği nasıl idrak ettiğini, ona nasıl, ne sayede isabet ve uyum sağlayabildiğini düşünmez, görmez... Böylece onlar, gerçeği anlamak için şart olan kalp ve akıl, sağlam duyular, haberi duyma denilen üç ilim sebebinin üçünden de mahrum bir haldedirler.
Perdeler
Kainatın karanlığı olmasaydı, gaybın nuru görünürdü.
Nefsin fitnesi olmasaydı, Hakk’ı görmeye mani perdeler aradan kalkardı.
Engeller olmasaydı, hakikatler ortaya çıkardı.
İlletler olmasaydı, kudret zahir olurdu.
Tama olmasaydı, ilâhi muhabbet daha sağlam olurdu.
Ebedi hazlar olmasaydı, Rabb-i Teâlâ’yı görme iştiyakı ruhları yakardı.
Uzaklık olmasaydı, Hakk müşahade edilirdi.
Perde açıldığı zaman, bütün bu sebepler tecessüm eder ve açıkça belirir.
Fani münasebetlerden alakanın kesilmesiyle mevcut bu engellerin hepsi ortadan kalkar.
Sen kalp ile Allah (cc)’ın sırrı arasında bir perdesin. Nefse muhalefet etmezsen keşfin esasları üzerine hakikatın çadırları çekilir, nuru göstermeye perde iner.
İlahi nur ve hakikatlere dair öyle sözler vardır ki, kulak onların ibarelerini dilemekten bıkmaz.
Kalp, kör olduktan sonra gözün görmesinde yarar yoktur.
Ey sabahı yaran, geceyi sükût mahalli yapan, güneşi, ayı hesapla yürüten! Benden borcu öde, beni fakirlikten kurtarıp zengin et. Benim kulağımı, gözümü ve gücümü Senin yolunda harcamakla metâlandır. Hadîs-i Şerîf
Gözlerin konuştuğu dil, her yerde aynıdır.
Vazifesini müdrik olmayan insan sonunda büyük azabları hak eder. Azabın sıfatı olan azim, korkutmak ve büyütmek manasına da gelir. O zaman mana şöyle olur: Siz bile bile inkar etmeseydiniz, yapma gayreti içinde olsaydınız, gerçeklere kendinizi büsbütün kapamasaydınız, sonuç böyle olmazdı. İş bu kadar vahim, bu kadar büyük olmazdı.
İnkar ederek Allah’a ve Resûlüne baş kaldırmanız, kafa tutmanız, aczinizi unutmanız affedilecek bir kusur değil.
Buna ancak büyük muazzam bir ceza gereklidir. Size has, size özel (lam tahsis ve istihkak için) büyük isyanın büyük cezası.
‘ كَفَرَ ’ kelimesinin karanlık, ıssız, uzakta kalan, gizlenen, nankör olan manalarıyla âyeti bir daha düşünürsek; inkar eden kendini haktan, gerçekten, doğrudan, güzelden uzaklaştırıp inkarın ıssız, uzak, derin girdabına atıp insanlıktan uzaklaşmıştır. Derin bir kuyuda olanın yukarıdaki sesleri duymadığı gibi, ortadan kaybolan, saklanan gizlenen kimsenin olan bitenden haberi olmadığı gibi, firavunun kızıl denize dalıp boğulması gibi, kendi açtığı küfür batağına batmıştır. Bu haliyle dünyada kendine verilen en kıymetli zahiri batıni azaları, yetenekleri kaybedip iki cihanda büyük bir azaba giriftar olmuştur. Öyle büyük ki; (azimin nekre gelişiyle) büyüklüğü izah edilemeyecek boyutlara ulaşır.
Bu iki âyette yüce Allah kafirlerin durumunu anlatıp üçüncü güruh olan münafıkların durumunu anlatmaya başladı.
Bunlar için kurtuluş da yok, büyük bir azab vardır. Çünkü bunlarda, yukarda anlatılan iman ve âhirete şeksiz inanma yoktur. Allah, Allah'ın kitabı, peygamber, âhiret denildikçe o mühürlü kalpler kıvranır, çarpınır, o mühürlü kulaklar uğuldar, o perdeli gözler deprenir etrafa yalpa vurur. Öldükten sonra da cehennem azabını boylarlar.
Allah’ın ne ibâdetlere, ne de azaba ihtiyacı vardır. Fakat bu beklenti ile günah işlemek, vücudun direncine güvenerek zehir içmeye benzer. Gerçekten Allahu Teâlâ müminler için pek cömert ise de, günahkârlara karşı azabı çetindir.
Abdullah bin Amr (ra) anlatıyor: Peygamber (sav)'den soruldu:
— Ey Allah'ın Resûlü! Biz Kur'ân'dan bâzı yerler okuyoruz, ümitleniyoruz. Bâzı yerler de okuyoruz, neredeyse ümitsizliğe düşüyoruz!
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sav) onlara:
— Size Cennet ehliyle, Cehennem ehlinden haber vereyim mi? diye sordu.
— Evet, Ya Resûlallah! Haber veriniz, dediler.
Peygamber (sav) Bakara sûresinin ilk beş âyetini okudu ve:
—İşte bunlar Cennet ehlidir! buyurdu, Ashab-ı Kiram (ra):
— Onlardan olmayı ümit ederiz, dediler.
Sonra Hazret-i Peygamber (sav) Bakara sûresinin altıncı ve yedinci âyetlerini okudu ve:
— Bunlar da Cehennem ehlidir, buyurdu. Ashab-ı Kiram:
— Biz onlardan değiliz, Ya Resûlallah!’ dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sav):
— Evet, öyledir, buyurdu.
❊ ‘ خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ ’ ifadesinde latif bir istiare-i tasrihiyye vardır. Allah (cc) hakkı kabul etmedikleri için onların kalplerini, peygamberi dinlemedikleri için kulaklarını ve hidâyet nurunu görmek istemedikleri için de gözlerini, menfezleri kapatılmış, kendisine yararı olan herhangi birşeyin içeri girmesine engel olan bir örtü ile örtülmüş ve üzeri mühürlenmiş bir kaba benzetti.
Allah Teâlâ istiare-i tasrihiyye yoluyla ‘ خَتَمَ ’ ve ‘ غِشَاوَةٌ ’ kelimelerini müstear olarak kullandı.
❊ ‘ خَتَمَ ’nin kalbe isnadı istiareyi temsiliyyedir. Kalblerine hak yerleşmediğinden ve hakka meyl etmediğinden mühürlenmiş hale benzedi ki, o da behâimin kalbidir. Ma'kul (akılla idrak edilebilen) mahsusa (hisle idrak edilene) benzetilmiştir.
Veya Arapların ‘vadi doldu, filan kayb olduğunda anka olup uçtu’ demeleri gibi mecazi aklidir.
❊ Duymanın müfret siğasıyla gelmesine karşılık göz ve kalbin cemi gelmesindeki nükte; kalp ve göz ile bir anda çok şey idrak edilir. Fakat kulak ile bir anda ancak tek şey duyulur.
❊ Azabın burada nekra gelmesi kemiyetinin ve keyfiyetinin (nasıllığının niceliğinin) meçhul bir nevi olduğuna işarettir. Azim ile sıfatlanması azlık ve nadirlik ibhamını def için tekittir. Çünkü, o azamette baliğ bir hadde ulaşmıştır (çok büyüktür).
❊ Bu âyet, bir önceki âyet için sebep olarak gelmiş. Ne var ki, hakiki sebep değil, hüsn-ü talildir. Onların inanmayışlarının, kalplerinin mühürlenmesinden kaynaklandığı ifade edilmiş. (Bu vasıtalı kinayedir, mecazı mürseldir.) Son durum söylenerek önceki durum kastedilmiştir. (sabık mesbuk alakası)
8- İnsanlardan kimileri Allah (cc)’a ve âhiret gününe inanıyoruz derler; halbuki iman etmiş değillerdir.
Kafirlerin inkarı aleni fakat münafıklar inkarlarını gizleyip mümin ve inkarcılar arasında git gel kurarlar. Her iki taraftan istifade etmek isterler. Yani inanç, inkar onlar için bir önem taşımaz.
Önemli olan onların menfaatleridir. Müminin yanında mümin, kafirin yanında kafir görünmek bunları rahatsız etmez. Bukalemun gibi bulunduğu yerin rengini alırlar.
Kafirler iki âyette tanıtılırken münafıkların on üç âyette tanıtılmasının başlıca iki sebebi vardır:
1- Kafirlerde iman yokluğu anlatılır. Yokluğun anlatılmasında detay gerekmez. Münafıklar ise iki taraf arasında varlık göstermekteler.
2- Kafirler kötü de olsa yollarını seçmişler, dönmeye niyetleri yok. Münafıklar ise henüz kesin bir hedef seçememişler. Bu ikilem bilgisizliklerinden ise telafisi mümkün, bunun için detay gerekir. Hile ve sahteliklerinden ise bunların durumunu anlatmak yine detayı gerektirir.
Münafıkların ilk vasfı mümin olmadıkları halde Allah’a ve âhirete inanma iddiası ki; bu Allah tarafından reddediliyor, iki yüzlülükleri yüzlerine vuruluyor. Müminler bunlara karşı uyarılıyor.
Âyet-i kerimeden anlıyoruz ki, sadece dil ile inanıyorum demekle insan mümin olmaz. İman dil ile ikrar, kalp ile tasdik, erkanı ile amel edince gerçekleşir. İman ihlâs ister, fedâkârlık ister, mücadele ister. İman kalp fiilidir. Ürperti ister, azim ve sadakat ister.
İman bir davadır, şahit ister. ‘Allah’a inanıyorum’ demek, Allah’ın bütün buyruklarını gönülden kabul edip, icraata geçmektir. Farz dediklerini yapıp haram dediklerinden sakınmaktır. Allah’a itaat mahlukuna şefkatli olmaktır.
Âhirete iman eden kimsenin hesaba, mizana, sırata, mahşere, cennete, cehenneme inanıp hesaplı yaşaması, Rabbini gücendirmekten son derece kaçınması, ölüm ötesi için daima hazırlanması gerekir.
Oysa münafık tiplerde bu özellikleri bulmak ne mümkün! Onların işi gücü hile, aldatma, bencillik. Bütün yaptıklarını bilen, işiten, hesaba çekecek olan Allah’a inanan, bu tînette olabilir mi? Nokta kadar menfaati için, virgül kadar eğilebilir mi? Sözüne yalan, rızkına haram katabilir mi? İçi dışına, eylemi inancına muhalif olabilir mi?
Menfaatı celbe koşup, mazarratı deften kaçabilir mi? İşlerinde yalandan, hileden medet umabilir mi? İman ve küfür gibi iki zıt kavramın arasını bulma gayretinde olabilir mi?
Âyete nahiv boyutuyla baktığımızda, münafıkların ‘inandık’ sözleri mazi fiille getirilmiş. Bu kaide gereğince onların ‘iman ettim’ sözleri devamsız ve değişkendir. Allah’ın onların imanını tekzib etmesi devamlı ve sabittir. (istimrarı sübuti)
‘Onlar mümin değiller’ cümlesinde mecazı mürselden lazım-melzum alakası kabul edilmekte. Yani mümin vasıflarını taşımadıklarından müminin dünya ve âhiretteki avantajlarından asla yararlanamayacaklar. İman nurundan mahrum olduklarından karanlıklar içinde boğulacaklar, demektir.
Âyete ahlâki açıdan bakacak olursak; yapmadıklarıyla övünen, menfaati için yalan söyleyen bu zavallı kimseler kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmışlar. Allah’a karşı yalan söyleme cesaretinde, câhilliğinde bulunmuşlar. Allah’ın onları tekzib edeceğini, rezil olacaklarını, kıyâmete kadar menfur vasıflarının dillerde dolaşacağını hesab edememişler.
İnsan hem suçlu, hem güçlü olmamalı. Yapmadığı bir şeyle övünmemeli. Söylediği sözün, yaptığı işin sonunun nereye varacağını hesab etmeli. Aksi halde kendi kuyusunu kendi kazmış olur.
‘ النَّاس ’ın, ‘insan’ ile ‘insane’ kelimesinin lafzı değiştirilerek çoğulu olduğu ve bunun küçültülmüş isminin ‘nüveys’ olduğu belirtilmiştir. Buna göre en-nas kelimesi hareket anlamına gelen en-nevs'ten gelmektedir.
Bunun ‘Nesa-unuttu’ kökünden geldiği de söylenmiştir. İbn Abbas der ki: Âdem (as) Allah'ın ahdini unuttuğundan dolayı (Taha, 115) ‘insan’ adını almıştır.
İnsana bu adın veriliş sebebinin, Hz. Âdem'in Havva ile ünsiyeti olduğu da söylenmiştir. Veya Rabbiyle ünsiyeti dolayısıyla da bu isim verilmiş olabilir. O takdirde kelimenin başında bulunan hemze aslî harflerden olur.
‘ النَّاس ’ kelimesi, ‘halk topluluğu’ mânâsına da kullanılır. Yani insanların bir kısmıda vardır ki, Allah'a ve yani âhirete iman ettik der; halbuki bunlar mümin (inanmış) değillerdir.
Dikkat edilirse Peygamber'e imanı çoğunlukla kâle bile almazlar da Allah'a ve âhiret gününe imanı söylerler ve güya bu kadarla Peygamber'i tasdik ediyormuş gibi görünürler.
İnsan yine insandır, olmasa da bir pulu
Merkep yine merkeptir, atlastan olsa çulu
Münâfık, Medine toplumunda görülmüştür. Mekke’de münâfık yoktu. İslâmın ve müslümanların zayıf olduğu bir toplumda münâfıklığa gerek de yoktu. Böyle bir toplumda kafir, küfrünü gizleme zarureti duymaz. Ama Medine toplumunda, yâni İslâmın ve müslümanların güçlü olduğu toplumlarda kâfir, ya korkusundan, ya da menfaatlerini kaybetmemek için müslüman görünme zaruretini duyabilir.
Münâfıkların sıfatlarını anlatan âyetlerin kâfirlerden söz eden âyetlerden daha çok ve daha kapsamlı olduğunu görüyoruz. Herhalde bunun sebebi şu olmalı: Küfür de, iman da kesin ve net bir çizgi ifade ederler. Yâni mü'min de, kâfir de akide ve hayat konusunda tavrını net ve açık ortaya koymaktadır. İnançları konusunda her iki tarafta da bir kompleks söz konusu değildir. Açık ve nettirler.
Ama münâfıklar çifte standart uyguladıklarından onları tanımak ve ortaya çıkarmak kolay değildir. Çizgileri, tercihleri, safları belli değildir.
Bir de münâfıklar İslâm ve müslümanlara kâfirden çok daha zarar verici olduğu için uzunca anlatılmıştır. Bir Ebû Cehil’in kâfir olarak İslâm’a ve müslümanlara verdiği zararın yanında bir münâfık olarak Abdullah İbni Übey’in verdiği zararın büyüklüğünü ve tehlikesinin boyutunu biliyoruz.
Bu âyet, münafık kişiyi sıfatlandırdı. Yani iç alemi hain, va'dine çok muhalefet eden, diliyle tanıyıp kalbiyle inkâr eden, diliyle tasdik edip ameliyle ters davranan, sabah bir durumda, akşam başka duruma giren ve rüzgâra göre giden gemi gibi olan münafığı sıfatlandırdı. Katade
Selefin katında bu âyetten daha dehşetli bir âyet yoktu. İbnu’l Münzir
Münafıkta, korku, ümit ve samimiyet bulunmaz. Münafık, ibâdeti, ameli unutur, bol bol güler. Ameli az, sözü çoktur.
Yalandan zahid, dindar, takvâ sahibi gibi görünen münafık için şeytan sevincinden oynar ve onunla alay eder.
Münafıklar, Allah’ı bilmez ve tanımazlar. İşledikleri çirkin karanlık amelle Allah’ı inkar etmiş, onu görmezden gelmişlerdir.
Kendinin yapmadığı bir şeyi başkasına tavsiye eden kimse münafıktır. Malik b. Dinar
İnsanların içi başka dışı başka olduğu zaman çeşitli bela ve musibetler sicim gibi yağar.
Kibir, ihtiras, hased, dünyaya dört elle sarılmak nifaktır. Nar ile nur ehli sureta (görünüşte) karışmışlar lakin aralarında Kaf dağı kadar mani var.
Kerem sâhibi mümin, dâima din kardeşinin iyiliklerini hatırlar ki, bu sâyede ona sevgi ve saygısı artar. İnsanların dâima kusurlarını araştıranlar, ahlâksız münâfıklardır.
Münafıkların özellikleri
✻ Münafık, namazı hafife alır, düzgün kılmaz.
✻ Israrla ister, kendisinden istenince ‘sonra’ der.
✻ Nasihat edildiğinde yüzünü ekşitir.
✻ İnsanların ayıbını araştırmaktan geri durmaz.
✻ İyilikten nasibi yoktur. Hep başkasından bekler.
✻ Hıyanet için yumuşak konuşur.
✻ Düşmanlık etmek için dostluğu öğrenir.
✻ ‘Biz onlar gibi olamayız’ der.
✻ Kötülükte hızlı, iyilikte yavaştır.
✻ Zengini sever, fakiri horlar.
✻ Bir öğünü yerken öbürünü düşünür.
✻ Sabah ve yatsıyı kılmaz.
✻ Uykuyu kar bilir, zevk peşindedir.
✻ Adaleti, dürüstlüğü, şefkati başkasından bekler.
✻ Hıyanet ehlini sırdaş edinir.
✻ Selam vermez ve almaz.
✻ Bakınca haset gözüyle bakar. Yüz çevirince kinle yüz çevirir.
✻ Fakirlerle alay eder.
✻ Taş taşımak, münafığa Kur’an okumaktan daha kolaydır. Evs b. Abdullah
✻ Yanında olanı nifakla râzı eder, yanında olmayanı bilmedikleriyle itham eder.
✻ Konuştuğunda seni bıktırır, üzer.
✻ Üzüldüğünde sevinir, sevindiğinde zarar verir.
✻ Ayrıldığında gıybet eder.
✻ Sırrını söyleyince canını yakar.
✻ Kendisine uyduğunda haset, uymadığında nefret eder.
✻ Kendisinden üstün olunmasını istemez. Üstün olmak için çalışmaz.
✻ İyilik edene mükafat vermekten acizdir.
✻ Bilmedikleri hakkında konuşur.
✻ Kendi sözlerini kontrol etmez.
✻ Gizli amellerini açığa vurur.
✻ Faniye sarılır, bakiden uzaklaşır.
✻ Şöyle yapsaydım, böyle olurdum diye düşünür.
✻ İlim meclislerinden kaçar. Abdullah b. Avn
İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: Bakara sûresinin sekizden on dokuza kadar olan âyetleri, münafıkların reisi Ubey b. Selûl ve arkadaşları hakkında nâzil olmuştur.
Peygamberimizin ensarı(yardımcıları) olan Evs ve Hazrec kabileleri o zaman Yesrib denilen Medine'nin en esaslı unsuru idiler ki, ikisine birden ‘ma'şeri Hazrec’ (Hazrec topluluğu) de denilirdi. Bunlardan başka Medine yakınlarında Kurayza, Benî Nadîr, Benî Kaynuka gibi yahudi kabileleri vardı. Medine içinde oturan yahudiler de bulunuyordu. Büyük bir peygamberin gelmek üzere bulunduğu yahudi bilginleri arasında söyleniyor ve Medine halkı arasına yayılıyordu. Yahudiler, Hz. Musa'nın ‘Bana benzer peygamber’ dediği peygamberi, Arapça ‘en-Nebî, er-Resûl’ ismiyle bekliyorlar, zamanının geldiğini seziyorlardı. Fakat bunu kendi içlerinden bekliyorlardı. O sırada Yahudi Abdullah b. Übeyy de kendini Evs ve Hazrec içinde Yesrib krallığına aday gibi görüyordu.
Allahu Teâlâ’nın lütfuyla Efendimizin (sav) tebliği ettiği hakikate ilk uyanan, Evs ve Hazrecliler oldu. Hac mevsiminde Evs ve Hazrec’den oniki kişi Mekke'ye gidip ‘ilk akabe’de Hz. Peygamber'e biat ettiler. Ertesi sene ‘ikinci akabe’de yetmiş kişi, onun ‘ensar’ı olmaya söz verdiler, Allah'a ortak koşmaktan kurtulup gayba iman ettiler. Hatta birçokları Hz. Peygamber'i görmeden iman etti. En sonra da Peygamber Efendimiz hicret ettiler.
Yesrib, ‘dâru'l hicre / hicret yurdu’ oldu ve Medine (yani şehir) ismini aldı. Medîneliler Efendimizin (sav) etrafında toplanınca Abdullah'ın yıllardan beri kurmuş olduğu hayali başbuğluk tahtı ve hazırlamış olduğu plânlar altüst oldu.
Açıktan açığa birşey yapamayacağını, yapsa bile hedefine ulaşamayacağını anlamakta gecikmedi; sırf zahiri kurtarmak, fakat İslâmiyeti içinden kemirmek için Hazret-i Peygamber'e (sav) gelip bey'at etti ve sözde İslâmiyeti kabul eder göründü. Peygamberimiz'in buraya yerleşmesinden sonra İslâm çabucak yayıldı. Müslümanlar çoğaldı, puta tapıcılara ve müşriklere karşı ezici bir çoğunluk oluştu. Bununla birlikte Evs ve Hazrec kabileleri içinde iman etmeyen bir azınlık da vardı.
Yahudiler ‘kitap ehli’ iseler de, tersine çoğunluğu çekememezlik sebebiyle inkârcılıkta inat etmiş ve bununla birlikte en büyük âlimlerden Abdullah b. Selâm hazretleri gibi bazı zatlar da imanlarını açıklamışlardı.
İman etmeyen Yahudi âlimleri ‘gizli örgüt’ rolü oynuyordu. Peygamber'e ve müslümanlara düşmanlık etmek için iman etmeyen azınlık ile gizlice ittifak ederek bir münafıklar zümresi oluşturmuşlardı. Başkanları Abdullah b. Übeyy b. Selûl idi. Allah'ın bildirmesi ile Peygamberimiz onları tanıyordu ve ashabından seçkin olanlara da bildiriyordu. Bu sebeple bunların adları ve nesebleri bile rivâyet olunmuştur.
Bu münafıklar, müslümanların ibâdetlerine ve bütün dinî hususlarına görünüşte iştirak ederler, el altından da entrika çevirmeye çalışırlardı. Yalnız görüntüyü muhafaza ettiklerinden dolayı -Allah Teâlâ'nın hikmetiyle- İslâm toplumundan çıkarılmazlardı. İşte açıkça bilinen kâfirlerden daha çok bu gibilere karşı İslâmî emniyeti muhafaza etmek, peygamberlik görevinde ve İslâm'da pek önemli bir mesele olduğundan Cenâb-ı Allah bunlar sebebiyle bu on üç âyeti indirerek durumlarını bildirmiştir.
❊ ‘ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنٖينَ ’ ifadesinde münafıkların inkarlarında mübalağa vardır. Zira bunun ‘ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا ’ ifadesine uygun şekli ‘وَمَا آمَنُوا ’dur. Fakat Yüce Allah onları müminler grubunun dışında tutmak için fiil cümlesi yerine isim cümlesi kullanmış ve onların iman etmediklerini vurgulamak için haberin başına tekid edatı olan ‘ بِ ’ harf- i cerini getirmiştir.
9- Allah'ı (cc) ve müminleri aldatmaya çalışırlar; oysa yalnız kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar.
Münafıkların ikinci vasfı da (haşa) Allah’ı ve müminleri aldatma yarışına girmeleridir. Kendilerini inanmış göstermekle güya Allah’ı ve müminleri aldatacaklar.
‘Oysa onlar ancak nefislerini aldatırlar. Bunun şuurunda değillerdir. Bu durumu fark edemezler.’
Aldatma, dürüst olmamak demektir. Demek ki bunlar korkuyorlar. Gerçeklerden kaçıyorlar. Hile ve yalandan medet bekliyorlar. Aynı zamanda câhilce bir cesarette bulunup kendilerini riske atıyorlar. Kendilerini üstün görüp, muhataplarını küçümsüyorlar. Tıpkı okullarda zengin çocukların markalarıyla fakir öğrencileri aşağılayıp, alay ettikleri gibi.
Âyetin nüzul sebebi; rastladıkları mümin kişilerle el sıkışıp onların güzel meziyetlerini övüp, biraz uzaklaşınca kahkahalar atıp hezeyan koparmalarıydı. Bu tavırlarıyla kendilerini Bedir’deki akıbete hazırlıyorlardı.
Efendimiz (sav) sohbet ederken arka saflarda bir münafık durmadan ağız hareketleri yaparak alay ediyordu. Efendimiz (sav) aleme ibret için ‘öyle kal’ diye bedduâ etti. O kişi bu bedduâ üzerine, ömür boyu çirkin mimikleriyle kalıp aleme rezil oldu. İşte hud’alarına karşı bir hud’a.
Zaten Rabb-i Kerimi söz veriyor. Habibullah ile alay edenlerin ele başları feci akıbetlerine eriyor. Kıyâmete kadar da bu böyle olacak. Yakın tarihte Efendimiz (sav) hakkında çirkin karikatürler yapan bedbahtın, evinde yanarak cehenneme yuvarlanması gibi.
Âyette müşakale yollu iki kere geçen ‘ خَدَعَ ’ lafzı lugat anlamıyla, aldatmak, kandırmak, oyuna getirmek, vazgeçirmek olmakla beraber, deyim olarak ‘hadead dabbu’ kertenkelenin kendi yuvasında örtünmesi, saklanması demektir. Kertenkele kendini korumak için, yuvasına elini uzatan kişiyi soksun diye bir akrebi dışarıda hazır bekletir. Hatta ‘akrep kertenkelenin kapıcısı ve gözcüsüdür’ denir. Ayrıca bazı kimselere ‘kertenkeleden daha düzenbaz’ denir.
Bu manalara göre âyet-i kerimeyi değerlendirdiğimizde, inanmaz, fakat inanmış gibi gözükerek müminlerin içine sızmak, hem onlardan istifade etmek, hem casusluk yapmak için hileye başvururlar. Fakat bu tutumlarıyla kendilerini aldatmış olurlar. Çünkü Allah, kalplerin künhünü bilen, her şeyden haberdar olan Zât-ı kibriyadır. Ve kendine inanan müminlerin dostudur. Onları daima galip getirir, yardımcı olur. Düşmanların hilelerini haber verir, tedbir öğretir. Bu tarih boyu böyle olmuş ve böyle de olacaktır. Yeri göğü korumak kendisine zor gelmeyen Zâta, müminleri korumak elbette kolaydır. Zaten müminlere yardım etmeye bizzat söz vermiştir.
Titizliğin Böylesi
İslâm dünyasında Kur'an'dan sonra en güvenilir kaynak Sahih-i Buhari adındaki hadis kitabıdır.
İsmail el-Buhari'nin, Hz. Peygamberin hadislerini toplamaya kendini vakfettiği, yeni bir hadis
duymak ve almak için dere tepe dolaştığı, günlerce, haftalarca yol kat ettiği sıralarda, kendisine,
birçok sahabi ile görüştüğü bilinen birinden söz edildi. Çok zaman yaptığı gibi uzun bir yol kat
ederek bahsedilen adamı buldu. Fakat adamı bulduğu sırada, kazığından boşanmış olan devesini
boş torba ile aldatarak yakalamaya çalıştığına şahit oldu. Bu halde hiçbir şey sormadan geri döndü.
Niçin boş döndüğünü, birkaç hadis not etmediğini soranlara şöyle cevap verdi:
- Ben devesini aldatarak yakalamaya çalışan adamın rivâyet edeceği hadise güvenmem.
Münafıkların içyüzü Kur’an-ı Kerim’in muhtelif yerlerinde beyan buyrulmuş, mümine sinsi düşmanı tanıtılmıştır. Birkaç misal vermek gerekirse;
1- Onlar birbirindendir, iyiliği nehyedip kötülüğü emrederler. (Tevbe, 67)
2- Namaza tembel tembel giderler. (Tevbe, 54)
3- Münafıklar aleyhlerine bir sure inmesinden korkarlar. (Tevbe, 64)
‘el-had'ın asıl anlamı, fesat ve bozuluştur.‘Hud'a’(hîle) kelimesi esasında bir gizlilik mânâsını içine alır. Ve tarifi: Başkasına karşı görünüşte selamet ve doğruluk düşündüren bir işi açıklayıp, içinde onu zarara sokacak bir şeyi gizlemektir. ‘Muhâdea’, hile yarışına kalkışmaktır ki, ikisi birden değil, önce bir taraftan başlamak şarttır.
İyi düşün iyi hisset, yanılma, aldanma
Ne varsa doğrudadır, doğruluk şaşar sanma
‘Her kim asla aldatılamayanı aldatmaya kalkışırsa, ancak kendisini aldatır’ diye bir söz vardır. Çünkü aldatmak ancak gizlilikleri bilemeyen kimseye karşı yapılabilir. Gizlilikleri bilen kimseyi aldatmaya kalkışan ancak kendisini aldatmış olur.
Bu aynı zamanda Allah'ı tanımadıklarını da göstermektedir. Çünkü onlar Allah'ı tanımış olsalardı O'nun asla aldatılamayacağını da bilirlerdi.
Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: ‘Allah'ı aldatmaya çalışma. Çünkü her kim Allah'ı aldatmaya kalkışırsa Allah onu aldatır ve o kişi eğer farkında ise aslında kendisini aldatır.’ Bunu duyanlar: Ey Allah'ın Peygamberi, Allah nasıl aldatılmaya çalışılabilir ki? deyince, Hz. Peygamber şöyle buyurur:
‘Sen Allah'ın sana emrettiği şeyi yaparsın, fakat bu işi yaparken O'ndan başkasını amaç olarak gözetirsin.’
‘Nefs’, bir şeyin zatı, kendisi ve hakikati demektir. Sonradan ruh manâsında kullanılmıştır. Zira canlının zatı ruh ile kaimdir. Kalb manâsında da kullanılır. Çünkü kalp, ruhun yeridir. Bedenin varlığını sağlayan kan manâsına da gelir. Su manâsında da kullanılır. Çünkü beden şiddetle suya muhtaçtır. Re'y (görüş) manâsı da vardır.
Şeriat örfünde şehvet ve kızgınlığın başlangıcı olan nefsanî kuvvete ‘nefs’ denilir. Bu âyette ‘kendisi’ anlamındadır.
Şuur, açık duygu ile hissetmektir. Yani şu anda his halinde olan ve henüz hafızaya ve akla tamamen geçmemiş bulunan açık bir ilimdir ki, dalgınlığın zıddıdır. İdrakin ilk derecesi yani bir şeyin, düşünenin fikrine ilk varış derecesi, ilk görünümüdür. Şuur, bir bakıma ilmin en zayıfıdır, çünkü onda sebat ve ihtiyatlı hareket yoktur. Bu sebeple Allah'ın ilmine şuur denmez.
Göğsü yâkut ve safir Kapıda bir misâfir...
Sordum: Kimsin, nesin sen?
Dedi şeytandan sefir!
Nefs isimli o kâfir... N. Fazıl
❊ ‘ يُخَادِعُونَ اللّٰهَ ’ cümlesinde istiare-i temsiliyye vardır. Yüce Allah (cc) burada münafıkların Allah karşısında küfrü gizleyerek inanmış görünmelerini, padişahı aldatmaya çalışan tebaanın durumuna benzetmiştir. Burada müşebbehi bihin ismi, istiare yoluyla müşebbeh yerine kullanılmıştır.
❊ ‘ يَخْدَعُونَ ’ kavlinde müşakale vardır. Zira mufâale babı manada müşâreketi iktiza eder. Allah’u Teâlâ hilelerine hileyle mukabele etmesi gibi; hud'alarının zikrine mukabil cezayı ‘hud'a’ lafzıyla zikretti.
❊ Hud'a kelimesinde mecaz vardır. Sanki aldatma fiilini güç yetireceklermiş gibi kesin ifadeyle sunuyorlar.
❊ Buna karşı ‘ وَمَا يَخْدَعُونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ ’ cümlesi ile şiddetle (kasır ve tekitle) bu tavır reddediliyor.
10- Onların kalbinde hastalık (nifak-haset) vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır; yalan söylemekte oldukları için onlara acıklı azap vardır.
‘Maraz’, lugatta insana has olan düzenden çıkış demektir. Maddi hastalıklara maraz dendiği gibi, mânevi hastalıklara (cehâlet, korkaklık, cimrilik, ikiyüzlülük vb.) da maraz denir. (Nisa, 50, Tevbe, 125)
Kötü tînet ve ahlâkların hastalığa benzemesinde ortak yön (câmi), hastalığın insanın hareketlerini kısıtlaması gibi, küfür ve nifak da erdeme ulaşmayı engeller. Veya hasta vücudun zararlı şeylere meyletmesi gibi, nefis bu kötü ahlâklarla sapık inançlara yöneldiği için hastalığa benzetilmiştir. Nitekim Efendimiz (sav) ‘Cimrilikten daha beter hastalık var mıdır?’ buyurmuştur.
Bu âyet-i kerime münafıkların dördüncü vasfını beyan ediyor. İnanmadığı halde inanmış gözüküp Allah’ı ve müminleri aldattığını zanneden bu şuursuz güruh hastadır. Hem de hastalık kalplerinde, vicdanlarında, şirk, şikak, nifak hastalığı. Bu hastalık İslam’ın şerefini tatmaya mani. Bu hastalık da diğer hastalıklar gibi tedavi edilmezse gitgide artar.
‘Kalplerinde hastalık vardır. Allah hastalıklarını arttırır’ cümleleri arasında başka hazfedilmiş cümleler olduğundan, vasıtalı kinaye olmuştur. Yani hastalıkları tedavi etmeyi emreden Allah, bu emre uymayanların hastalıklarını arttırır. Nifak hastalığı da böyledir. Nifak sahibi yalanı, hileyi, kibri, hasedi, şüpheyi terk etmezse günaha, fısku fücura devam ederse, ‘günah günahı arttırır’ hükmüyle gitgide hastalıkları artar, müzminleşir. İslami hayat tehlikeye girer. Nihâyet küfri bir ölümle ölür ve kalplerine mühür vurulmayı hak etmiş olurlar.
Münafıklık imanda ve amelde olmak üzere iki çeşittir. İmanda olan çok çok tehlikelidir. Bu kimseler, kafirlerden de beter olduklarından cehennemin en alt tabakasında yer alacakları Nisa Suresi, 145. âyetiyle beyan buyrulmuştur.
Ameli münafıklık ise, ihlâssız, riyakar, yapmacık, menfaate yönelik samimiyetsizliktir. Bu konuda bütün müslümanların kendini sigaya çekip itikat, ibâdet ve ahlâkta Kuran itidaline gelmesi gerekir. Ve bu kontrol, bir ömür boyu devam etmelidir. Hastalık varsa hekimlik, yoksa koruyucu hekimlik adına ihmal etmeden, gafil olmadan, dalanlarla dalmadan sağlıklı bir İslami hayat yaşanmalıdır.
Maraz (hastalık), bedeni sağlam alışkanlığından döndürüp dengesini bozan ve görevini istenilen şekilde yapmamasına sebep olan bir aksama durumudur.
Hastalık, bir rahatsızlık yahut bir münafıklık veya herhangi bir işteki kusur dolayısıyla insanın sıhhat sınırlarının dışına çıkmasına sebep olan her şeyin adıdır. İbn Faris
Maraz, aslında bir şeyin aslî fonksiyonunu bozan illettir.
Fıtrat-ı aslîyesi gereği her kalp sıhhatlidir.
Burada ‘maraz’ kelimesindeki tenvin, korkutmak içindir.
Demek bütün ahlâksızlığın başlangıcı, idrak ve iradenin afeti olan bir hastalık var.
Bu hastalık, şüphe ve nifak hastalığıdır. Buna yakalanan kimse, Allah'tan, Allah'ın emrinden, Allah'ın ‘onda şüphe yoktur’ buyurduğu kitabından şüphe eder. Allah'ın peygamberinden, Allah'ın halis mümin kullarından ve onların doğru olan fiillerinden, hatta kendinden bile şüphe eder.
Onun gözüne hak ve hakikat kendinden ibaret görünür.
Herkesi ve her şeyi şüpheli görür. Yerler, gökler, ağaçlar, taşlar, hayvanlar, insanlar, Allah, Peygamber, hep onu aldatıyor zanneder. Kötü zan ile dolar. Zevkine, keyfine, şehvetlerine o kadar tutkundur ki, onlardan hiç şüphe etmez. ‘Acaba bunların aslı var mıdır, bunun sonu ne olacaktır’ demez. Hepsine atılır, sarılır.
Onun için hak ve hayır bir hiçtir, zevk her şeydir ve her şey kendisidir. Onu, ilmî şüphe içinde benlik derdi, kibir, mevki hırsı, baş olma sevdası sarmıştır. Bunun için imansızken, kendini imanlıyım zanneder. Aldatmayı, hile yapmayı, entrika çevirmeyi üstünlük ve başarı sayar. Müminle mümin, kâfirle kâfir görünür. Bunlar dünya nimetlerine gömülseler, yine iğneli beşikte gibi yaşarlar.
Şam’da, zâtın biri mescitte oturuyordu. Aç idi... Kalbinden:
−Ne olurdu, İsm-i Âzâm duâsını bilseydim, dedi.
O anda iki şahıs göründü. Yanına gelip oturdular. Biri diğerine sordu:
− İsm-i Âzâmı bilmek ister misin?
− İsterim.
−O halde ‘Allah’ de.
−Ben bunu içimden her zaman söylerim...
−Hayır öyle değil. O’nu söylemek istediğin zaman, kalbinde O’ndan başkası olmayacak.
Daha sonra yanından ayrıldılar ve semâya doğru yükseldiler.
Bedenin hastalığı, bedenin sıhhat ve selâmetinin aslî fonksiyonunun bozulmasıdır. Görme ve işitme duyularının bozulması gibi, hasta olan bir bedende de idrak ve hareket bozulur. Yahut da beden hastalandığı zaman eşyayı tamamen farklı olarak idrak etmeye başlar. Meselâ acıyı tatlı, tatlıyı acı hissetmeye başlar ve hazım bozukluğu şeklinde tezahür eder, bazı gıdalardan hoşlanmaz hale gelebilir. Beden hastalıklarının tezahürü böyledir.
Nasıl ki beden hastalığı, ya gıda eksikliğinden, ya da gıda fazlalığından kaynaklanıyorsa; kalp hastalığının kaynağıda böyledir. Ya gıda eksikliğindendir, gıda alınmalıdır, ya da gıda fazlalığındandır fazlalık atılmalıdır.
Hakk kulundan intikamı yine kul ile alır,
Bilmeyen ilme ledünni onu kul yaptı sanır.
Kalbin gıdası bilgidir. Bundan dolayıdır ki: ‘Onların kalplerinde maraz (hastalık) vardır’ âyetindeki ‘maraz’ kelimesi pek çok müfessirlerce bilgisizlik, yâni şüphe ve tereddüt olarak anlaşılmıştır.
Bir şey hakkında şüphe, o konuda bilgi eksikliğinden kaynaklanır. O konudaki şüphe ve tereddütler kalbi istila eder ve kesin bilgi gelinceye kadar bu durum kalbe elem verir. O konuda tam bir bilgi elde edilince kalpteki tüm şüphe bulutları dağılıverir. Onun içindir ki Allah’ın Resûlü: ‘Bilmediklerinden sorsalardı ya! Zira câhilliğin şifası sormaktır’ buyurur.
Her hastalık, huy ve tabiat olmadıkça tedavisi mümkündür.
Allah (cc), Efendimiz (sav)’i peygamber göndermiş ve ona ‘kendisinde şüphe olmayan’ bir kitap indirmiş ve doğup büyüdüğü Mekke'de bırakmayıp bütün dünyaya, kıyâmete kadar nur saçmak için Medine’ye getirmiş ve insanlar yavaş yavaş ona iman ederek büyük bir topluluk kurmaya başlamışlardı.
Eğriliği kaldırıp doğruluğu yayıyorlardı. Kuvvetlilerin zayıfları ezmesine imkan vermiyor; hak denildi mi, hatır gönül tanımıyorlar, herkesi eşit tutuyorlardı. Zor kullanmakla insanlardan faydalanmak yasak, dalavere yasak, rüşvet ve adam kayırma yasak, fuhuş ve ahlâksızlık yasak.
Bu hal, Abdullah b. Übeyy b. Selûl gibilerin hükümdarlığına nasıl imkan tanır? Sadece para kazanma hırsına kapılanların ticareti nasıl döner? Bunun üzerine onlar, ‘Bu tedavi değil, bir tuzaktır’ dediler. Artık o hastalık Allah katından bunların kalplerine basıldı. İkinci bir huy oldu da gittikçe arttı; Allah'a ve müminlere hilekârlık yapmaya başladılar.
Hastalık hastalığı, zulmet zulmeti doğurur. Bir hata, başka bir hatayı, israfı israf takip eder.
Bir yalandan sonra, ikinci, üçüncü bir yalan peşinden gelir. Önce gözle zina, arkasından fırsatını bulunca elle zina, daha ileride nihâyet bedenle bu işi yapmaya kalkar. Önce bir kadeh, sonra ikinci bir kadeh, üçüncü bir kadeh ve en sonu malum.
Âyetin sonunda bulunan sebep cümlesi nifakın can damarı olan yalan ve yalanlamaların altını çiziyor. Yalanlamaları sebebiyle acı veren azab onlara tahsis edilmiş. Yalan, hile dünya ve âhirette sahibine elem çektirir.
Yalan önce insanın kendine olan güvenini, saygısını yok eder. Kendine güvenmeyen, başkalarına hiç güvenmez. Bu güvensiz, emniyetsiz hayat, acı veren bir işkence olur. Suçluluk duygusu insanda huzur bırakmaz. Bir hapishane kaçkını gibi hayatı tedirgin yaşar.
‘ اَلٖيمٌ ’ kelimesi aslında ismi mefulken, mecazen ismi fail olarak gelmiş. Bu şekilde kendi siga anlamında kullanılmaması, ince bir nükte ifadesi içindir. Şöyle ki; o öyle dehşet, öyle zorlu, öyle acı bir azabtır ki, azab olunanın acısıyla azabın kendisi bile azab çeker. (gulüvv-ü makbulün hayali kısmı)
Ayrıca bu feîl kalıbı beş ayrı siganın kalıbı olduğundan biz buna beşi birlik kalıbı diyoruz. Bu da bize, beş ayrı manada düşünme imkanı verir.
1- İsmi fail: Elem verici azab
2- İsmi meful: Elem çeken azab.
3- Sıfatı müşebbehe: Daima devam eden azab
4- Masdar: Elemlerin menbaı olan azab
5- Mübalağalı ismi fail: Oldukça acı veren azab
❊ ‘ فٖي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ ’, istiare-i tasrihiyyedir. Zira kötü itikat ve câhillikten kalblerinde olan pas için ‘hastalık’ emânet (istiare) olarak kullanılmıştır. Bununla telefe sebeb olan cehâletler kast edilmiş.
❊ ‘ فٖي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ ’ cümlesinde latif bir kinaye vardır. Zira maraz, beden için kullanıldığında hakikattir. Burada nifaktan kinaye edilmiştir. Çünkü maraz beden için, nifak da kalp için bir fesat unsurudur.
❊ ‘ اَلٖيمٌ ’ kelimesi aslında ismi mefulken, mecazen ismi fail olarak gelmiş. Bu şekilde kendi siga anlamında kullanılmaması, ince bir nükte ifadesi içindir. Şöyle ki; o öyle dehşet, öyle zorlu, öyle acı bir azabtır ki, azab olunanın acısıyla azabın kendisi bile azab çeker. (gulüvv-ü makbulün hayali kısmı)
11- Kendilerine ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!’ denildiğinde ‘Biz sadece ıslah edicileriz’ cevabını verirler.
Münafıkların aldatan, yalanlayan kimseler olduğunu bildirdikten sonra bildirilen dördüncü vasıfları; ifsad edici oldukları halde kendilerinin ıslah edici olmalarını iddia etmeleridir. Hem suçlarını kabul etmiyor, hem de kendilerini övüyorlar. ‘Hem suçlu hem güçlü’ tabiri sanki bunlara söylenmiş.
Meseleyi biraz derinlemesine düşünürsek, kendisine Resûl gelmiş, kitap gelmiş, tebliğ edilmiş insanların cehâlet karanlığından hidâyet nuruna çıkması gerekir. Câhiliye toplumunun ne kadar haksız, ne kadar dengesiz, ne kadar kaba ve haşin olduklarını bilmemelerine imkan yok.
Cebbarlar, zayıfların sırtına basarak maddi imkanlara kavuşurken, yetim, yoksul, garip, kimsesiz, hürriyetini kaybetmiş insanlar ezilip zulüm altında inim inim inliyordu.
Kabileler birbiriyle didişiyordu, huzur, emniyet yoktu. İnsaf diye bir şeyin adı okunmuyordu. Aklı başında, faziletli kimseler hep bir çözüm yolu arıyordu. Ehli kitap, kitaplarında müjdelenen son peygamberin gelmesini sabırsızlıkla bekliyorlardı.
Böyle bir girdabın içinde boğulmak üzere olan çaresiz insanları kurtaracak Resûlün gelmesi büyük bir ihsan-ı ilâhi idi. Ne yazık ki hazır yemeye, zayıfı ezmeye, sahte rütbelere alışık olan insanlar kurtarıcılarını yalanlayıp inananları engellemek için her türlü fesada başvuruyor, sinsiliklerini de kullanıyorlardı.
Ebû's-Suûd'un da açıkladığı üzere, ‘biz ancak ıslah edicileriz’ derken yaptıkları fesatçılıkları, inkâr ile örtmek isterler.
Bundan asıl maksatları ise yaptıkları şeylerin fesatçılık değil, bizzat ıslah olduğunu iddia etmektir. Çünkü bunlar hak ve gerçeği ayıramadıklarından, bozmayı düzeltmek sanırlar.
Yeryüzünün bozulması, Allah'ın kullarının durumlarını bozan, gerek geçimleri ve gerek âhiretleriyle ilişkili işlerini çığırından, hedefinden çıkaran fitneler, harplerdir. Bozgunculuk da bunları ve bunlara sevkeden şeyleri ortaya çıkarmaktır. Münafıklar da böyle yapıyorlardı. Müminlerin içine karışıyorlar, sırlarını kâfirlere açıklıyor ve onları iman ehli aleyhine teşvik ediyorlardı. İnsanları tutuşturmak, müminleri bozmak, zarar vermek için fırsatlar icat etmek ve fırsatlardan istifade etmek gibi kötülükler yapıyorlardı. Müminler de onları gözden kaçırmıyor, gaflet etmiyorlar ve kötülüklerden vazgeçirme hususunda münasib şekilde nasihatlerde bulunuyorlardı. Fakat münafıklar ne öğüt dinlerler, ne de dinlemek isterler. Bunlara karşı ‘biz ancak ıslah edicileriz’ derlerdi.
Fesad, salahın zıddıdır. Bunun gerçek mahiyeti doğruluktan onun zıddı olana geçiş yapmaktır. Âyetteki anlamı, ‘Küfür ile ve kâfirlerle dostluk ve yakınlık ilişkilerinde bulunmakla, insanları Muhammed (sav)'e ve Kur'ân-ı Kerim'e imandan uzak tutmakla yeryüzünde fesat çıkartmayınız’ şeklindedir. Yeryüzünde fesadlık çıkarmaları, Müslümanları kandırmak, kâfirlere ümid vermek suretiyle savaş havasını kızıştırıp insanları, diğer canlıları ve bitkileri yok etmeye çalışmalarıdır. Günahları açıktan yapmak, dini önemsememek de yeryüzünde çıkarılan fesattandır. Çünkü Allah'ın sistemlerini ihlâl etmeleri, karışıklığı getirir. Nizâm-ı alemi altüst eder!
Cümlenin başında bulunan ‘ ألآ ’ ile ‘ اِنَّ ’ harfleri, haberin ma'rife gelmesi, haber ile mübteda arasında fasıl zamirinin bulunması sebebiyle tahkik ifade eden edatlardır.
Hakiki bir müslüman, samimi bir mümin, hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Din, fitne ve anarşiyi şiddetle men etmiştir. Çünkü anarşi, hiçbir hak tanımaz.
İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir ki, bunun âhir zamanda Yecüc ve Mecüc komitesi olduğuna Kur’ân-ı Hâkim işâret buyurmaktadır. Bediüzzaman
‘Salâh’, Mekke'nin isimlerinden birisidir. ‘es-Silh’ bir nehir adıdır.
Suçu savunmak ile savunmamak arasındaki fark, Âdem ile şeytan arasındaki fark kadardır.
Dine soğuk bakan bir sabun imâlâtçısı, bir din adamına:
– Sizin anlattığınız dinin, dünyaya iyilik getirdiği görülmüyor. Dünya, aradan geçen yüzlerce yıla rağmen, hâlâ kötü insanlarla dolu... demişti.
O sırada çamur içinde oynayan küçük bir çocuk göze çarptı. Din adamı dedi ki:
– Sabunun da dünyaya pek fazla iyilik getirmediği anlaşılıyor. Zîrâ dünyada hâlâ pek çok pislik, pek çok pis insan var...
Sabuncu itiraz etti:
– Ama sabun kullanıldığı zaman faydalıdır. Din adamı taşı gediğine koydu:
– Evet, din de öyle. Uygulanırsa ve yaşanırsa...
‘ قَالُوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ ’ cümlesinde de kasır vardır. Bu, mevsufun sıfata hasrı nevinden bir kasırdır. Yani ‘biz sadeceı slah edicileriz, başka birşey değiliz’ demektir.
12-İyi bilin ki onlar bozguncuların ta kendisidir, ancak bunun farkına varmazlar.
Hem inkar edip, hem alay ederek, hile yaparak fesat çıkarıyorlar, ikaz edenlere yalan yeminlerle, pişmanlık edasıyla kendilerini savunuyorlardı. Allah bu hilekar güruhun foyalarını meydana çıkararak masum müslümanlara yardım etti. Onları ‘Şuursuz fesatçılar’ diye niteledi.
‘Fesad’, bozgunculuk etmek, ıslah ise nizam vermektir.
‘ لٰكِنْ ’‘Fakat’ anlamına gelen bir te'kid ve bir istidrâk (ek açıklamada bulunmak) harfi (edatı)dır. Böyle bir edatın kullanılması için hem bir nefiy hem de bir isbat (olumlu ve olumsuz cümle) bulunmalıdır. Eğer لٰكِنْ den önceki cümle olumsuz ise, sonrası olumluluk ifade eder. Şâyet öncesi olumlu ise sonrası olumsuzluk ifade eder.
Fesat; ıslahtan sonra yapılan şeydir, düzeni bozmak demektir. Öyleyse işimiz küfür ve şirk değil, imandır. İsyan değil itaattir. Bozmak değil yapmak, zulüm değil adâlet, fesat değil ıslahtır.
Fesat, yeryüzünde Allah’ın koyduğu düzeni bozmak, Allah’ın isteklerinin dışına çıkmaktır ve münâfıkların işidir.
Moral bozmak ifsad olduğu gibi, malzemeyi ifsat etmek de fesattır. Yemek pişirmek, dikiş dikmek veya herhangi meşru bir görevde ziyan etmemek için önce iyi öğrenmek gerekir.
Çocuğumuza aktardıklarımız, kendi kafamıza yerleştirdiklerimiz, eğer Allah ve Resûlüne sorulmadan yapılmışsa, biz de düzen bozuyoruz demektir.
Lokman (as), Habeşli bir köle idi. Efendisi buna bir koyun teslim etti ve: ‘Bu koyunu kes, bunun etinin en güzel yerinden bana iki parça et getir’ dedi. Lokman koyunu kesti, dili ile kalbini efendisine getirip teslim etti. Bu defâ efendisi ona tekrar bir koyun teslim etti ve ‘Bunu kes, etinin en kötü yerinden bana iki parça getir’ dedi.
Lokman götürüp koyunu kesti. Yine dili ile kalbini alarak getirip efendisine verdi. Bunun üzerine efendisi ona neden böyle yaptığını sordu. Lokman ona şöyle dedi: ‘Bunlar iyi olduklarında bunlardan daha iyi birşey olmaz. Bunlar kötü olduklarında da bunlardan daha kötü birşey olmaz.
‘ اَلآ اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ ’ âyetinde manayı kuvvetlendiren birçok tekit türü vardır.
Cümle dört kuvvetlendirme edatı ile vurgulanarak söylenmiştir. Bu edatlar şunlardır:
❊ Uyarı manası ifade eden ‘ اَلآ ’
❊ Tekit için kullanılan ‘ اِنَّ ’
❊ Zamiri fasıl olarak ‘ هُمْ ’
❊ Cümlenin haberi olan ‘ مُفْسِدُونَ ’ lafzının marife olması.
13- Onlara ‘İnsanların inandığı gibi inanın!’ denilince ‘Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanalım?’ derler; asıl beyinsizler kendileridir, fakat bilmezler.
Münafıkları fesattan men etmekle defi mazarrat, celbi menfaat murat olunmuş. Çünkü kalp fesattan temizlenmedikçe iman ile imar olmaz.
‘İnsanların iman ettiği gibi’ ifadesi (mefhumu muhalifi ile), ancak insan olan iman eder, inanmayan mahlukatın en şerlisidir (Beyyine, 6) âyetini hatırlatıyor.
İnancı oturmamış münafık tipleri Allah ikaz ediyor; ihlâssız, gayri ciddi, sırf lisan ile menfaat icabı iman etmek iman değildir. Gerçek mümin, gerçek insandır. Siz de onlar gibi iman edin, buyuruyor.
Onlar ise inatlarından vazgeçmedikleri gibi Allah’ın imanlarını, insanlıklarını övüp örnek gösterdiği temiz müminleri ahmaklıkla suçlayıp, kibirlerini ortaya koyuyorlar. Çünkü müminler fakir, zayıf kesimden, münafıklar zengin, nüfuzlu kesimdendiler.
Herşeye maddi gözle bakan, mânevi değerleri hiçe sayan bu zavallılar, kendi mezmum sıfatlarını müminlere taktılar fakat bu itham, yücelerden gelen vahiyle kendilerine döndü.
Din terakkiye mani imiş görelim hani
Terakkiye hangi âyet, hangi hadis mani?
Sanayii haram eden bir tek âyet göster
Yoksa öyleyse yeter, artık iftira yeter. M. Akif Ersoy
Lugat itibariyle ‘sefeh’ hafiflik ve inceliktir. Kumaş kötü dokunmuş veya oldukça eskimiş ve incelmiş ise ona ‘Sefih’ denilir. Meylettirdi, anlamına da gelmektedir.
Sefih, aklının eksikliğinden dolayı kıt görüşlü ve değersiz olan kimse demektir.
Arap dilinde ‘en-Nâs’ ifadesi bulunduğu yere göre bazen tazîm ve bazen tahkîr mânâsını ifade eder. Yukarda münafıkların önce ‘anlamazlar’ nefy-i hâl ikinci olarak ‘anlamayacaklar’ nefy-i istikbâl kipleriyle duygu ve şuurları; burada da ‘bilemezler’ diye ilimleri olumsuz kılınmıştır. Bunda yerme ve azarlama açısından derece derece bir yükselme vardır ki artması hastalık ile uyumludur. Hem de ilim ile şuurun farklarına işaret vardır. Din ve iman, düşüklük ve yükseklik meselelerinin sadece his ve şuur ile değil, ilim ile ilgili olduğunu ifade eder.
Ruha muhalefet delilik
Akla muhalefet gerilik
Nefse muhalefet veliliktir.
✦ Görmeden bakan, dinlemeden duyan, tanımadan seven dikkatsiz olur.
✦ Detaylar arasında önemli olayları göremeyenlerin başarıları bir anda başarısızlığa dönüşür.
✦ İnsanın unutmaktan ziyade dikkat problemi vardır. Hafızaya iyi bir ilk izlenim bırakılmazsa kolayca unutulur.
✦ Büyük problemleri bazen küçük bir dikkat çözebilir.
14-İman edenlerle karşılaştıkları zaman: ‘İnanıyoruz’ derler, şeytanlarıyla başbaşa kalınca da: ‘Biz sizinle beraberiz, biz sadece alay ediyoruz’ derler.
Kur’an-ı Kerim’in âyetleri gül goncası gibi, açıla açıla mana derinliklerini gözler önüne seriyor. Önce özetle anlatıp tedrici tedrici detaya geçiyor.
Münafıkların tanıtıldığı âyetlerde; önce iman iddialarının yalan olduğu belirtilir: İnandık derler, müminleri aldatmaya çalışırlar.
Kalplerinde bulunan nifak hastalığı imana olan arzu ve iştahlarını keser. Böyle devam ederlerse hastalıklarının artacağı beyan buyrulur. Sonra da yeryüzünü fesada vermemeleri için uyarılmalarına karşılık, ‘ıslah ediciler’ olduklarını iddia ederler.
Bu iddia ile hem müfsit, hem şuursuz oldukları yüzlerine vurulur. Bu tavırları müminlere bildirilerek gafil avlanmamaları için uyarılır.
Daha sonra, yanar döner bir imanın sahih olmadığı, insan gibi, gerçek müminler gibi, imana çağrıldıkları beyan buyrulur.
Bütün bu ikazlara rağmen onlar nifaklarının dozunu artırıp inananların, aptal, câhil, sefih olduğunu, kendilerinin onlar gibi iman etmeyeceklerini açık açık söylerler. Buna karşılık kendilerine bilgisizlik, sefihlik damgası vurulur. Onların bu çirkin halleri kıyâmete kadar gelmiş-gelecek insanlara ilan edilir.
Ta ki bunların şerrinden emin olsunlar. Ders alsınlar. Ne yazık ki dinlemediler, anlamadılar, azgınlıklarını arttırıp nifaka devam ettiler. İman edenlerle karşılaşınca menfaatlerine halel gelmesin diye inandık, dediler.
Cenâb-ı Hakk onların iki yüzlülüklerini yüzlerine vuruyor. Müminleri uyarıyor. Onların bozuk tıynetlerini, eğri niyetlerini tecessüm (gözde canlandırma) sanatıyla gözler önüne seriyor.
‘Şeytanlarıyla halvette kalınca’ tabirinde hem istiare, hem idmaç sanatı var. Şöyle ki; şeytanlarıyla halvette tabirinin içinde iki zem cem edilmiş. Yani hem kendileri şeytan, hem arkadaşları şeytan. Hem insan, hem cin şeytanı.
İstiareye gelince, ‘ خَلَوْا’, boşalmak, ölmek manalarında kullanılır. Yapılan istiarelerde ortak yan (cami) düşünülecek olursa,
1- Şeytanlarıyla ölmek. Şeytan her ne kadar kıyâmete kadar yaşasa da onun zürriyyetinin ve ona tabi olanların hayatları hayat değildir. Onların sağduyuları, mâneviyatları ölmüştür. Çünkü Yüce Allah’ın rahmeti onlardan kesilmiştir. Hatta bunlar ölülerden beterdirler. Çünkü ölülere devamlı okunup rahmet gönderilirken bunlar ebedi lâneti kuşanmışlardır. Ölü yok olan demektir.Şeytan ve yandaşları nezd-i ilâhide yok gibidirler.
Çünkü değerleri yok, iyilikleri yok, Allah’ın izni olmadıkça tesirleri yok.
2- ‘ خَلَا ’nın ikinci istiare olarak tuvalet manası alınırsa ortak yön (cami) şöyle olur: Şeytanlarıyla helada olmak.
‘Pisler pisler içindir’. Şeytan helayı, pisliği, dağınıklığı çok sever. En pis makamlar onun barınağıdır. Büyü yaparken veya öğretirken helayı kullanır. İnsanların necis, pis yerlerde kalmasına bayılır. Bu nedenle insanlara hayatın gayesini yemek içmek olarak telkin eder. Çok ve çeşit yemeğe zorlar. Kendisine kardeş yapmak ister.
Helaya giden içinin işe yaramaz pisliklerini boşalttığı gibi, şeytana giden de içindeki nefretleri, kinleri, kötülükleri izhar eder.
Şeytanın beraberliği, hatta halveti; küfür, şirk, nifak, şikak, fısku fücurdan başka ne kazandırır? ‘Kişi arkadaşının dini üzeredir.’ Münafıklar şeytanlara, insanlar da münafıklara uyduğu zaman şeytanlaşır.
3- ‘ خَلَا ’nın, geçip, gitmek manasıyla, yapılan istiarede ortak yan, şeytanlarına gitmek. Müminlerden ayrıldıktan sonra eğitmenlerine gider, yeni dersler, metotlar öğrenir. Yaptıkları kepazelikleri anlatıp, aferin alır. Özel hayatını onlarla geçirir, anlamını taşır.
Âyette bildirildiği gibi alay etmek, câhillerin işidir. Aslı kibre dayanır. Küçümsemek maksadıyla yapılır. Münafıklar kendi gibi olan kimselere bununla övünür, müminlere hakareti görev sayarlardı.
Münafıklar sadakat arz ederken hainliklerini, şecaat arz ederken hırsızlıklarını söylerler. Bu gibi âyetlerin muhtevasından, ilim ve inançta hafife alma ve alay etmenin küfrün gereği olduğu kaidesi anlaşılmaktadır.
‘Şeytan’ kelimesinin türemesinde iki görüş vardır. Birisi ‘ شَطَنَ / uzaklık’ fiilinden (fe'yâl) veznindedir; ‘baîd = uzak’ demektir. Gerçekte de şeytan haktan uzaktır. Ondan da uzaklaşmak gereklidir.
Diğeri ‘ شَيْطَنَ yanma veya bâtıllık’ kökünden (fa'lân) kalıbındadır ki, yanmış ve bâtıl demektir. Gerçekte şeytan da böyledir.
Huysuz hayvana da şeytan denir. Nitekim Hz. Ömer Şam'a geldiğinde bir ata bindirilmişti. Biner binmez at çalım atmaya başlayınca hemen inmiş ve: ‘Beni bir şeytana bindirdiniz’ demişti.
Bu yedi âyette münafıkların vasıfları ve kötülükleri tam bir belağat ve îcaz yoluyla haber verilmiş, kendi tasdikleriyle bütün ruh halleri iki kelimede özetlenmiştir.
✧ Alay insanın vakarını kaybettirir. Yüzünden hayayı kaldırır.
✧ Kin ve nefreti uyandırır. Dostluğun tadını kaçırır.
✧ Alay câhiller işidir.
✧ Kınama kökenlidir, başa bela getirir.
✧ Küçümsemek, aşağılamak, hor görmek, kötü niyetli, kötü tinetli, şımarık nankör insanların işidir.
✧ Alay, israf ve zulüm kapısını açar. İnsan psikolojisini bozar.
✧ Alay, kibir, kin ve hasedden doğar. İçinde düşmanlık ve nefret tohumunu saklar.
Abdullah b. Übeyy yardakçılarıyla bir gün sokağa çıkmış, Ashab-ı kiramdan birkaç kişinin karşıdan gelmekte olduklarını görmüşlerdi. İbn Übeyy yanındakilerine: ‘Bakın ben şu gelen budalaları başınızdan nasıl savacağım’ demiş. Yaklaştıkları zaman hemen Hz. Ebû bekir'in elini tutmuş, ‘Merhaba Temîm oğullarının efendisi, Şeyhu'l İslam, Resûlullah'ın mağarada ikincisi olan, kendini ve malını Resûlullah'a vermiş bulunan Hazreti Sıddîk’ demiş, sonra Hz. Ömer'in elini tutmuş: ‘Merhaba Adiy oğlullarının efendisi, dininde kuvvetli, nefsini ve malını Resûlullah'a vermiş bulunan Hazreti Faruk’ demiş, ardından da Hz. Ali'nin elini tutmuş: ‘Merhaba Resûlullah'ın amca oğlu ve damadı, Resûlullah (sav)'dan sonra bütün Hâşim oğullarının efendisi’ demiş.
Hz. Ali: ‘Ey Abdullah Allah'tan kork, münafıklık etme, çünkü münafıklar Allah'ın en kötü kullarıdır’ deyince, ‘ey Hasan'ın babası benim hakkımda böyle mi söylüyorsun? Allah'a yemin ederim bizim imanımız, sizin imanınız gibi ve bizim tasdîkımız, sizin tasdîkınız gibidir’ demiş ve ayrılmışlar. Abdullah b. Übeyy arkadaşlarına: ‘Nasıl yaptım gördünüz ya! İşte siz de bunları görünce böyle yapın’ demiş, onlar da: ‘Sağ ol, sen bizim içimizde hayatta oldukça hep böyle hayırlı istifadeler ederiz’ diye kendisini övmüşler, müslümanlar da varıp Hz. Peygamber'e haber vermişlerdi. Ardından bu âyeti kerime nâzil oldu.Bu rivâyete göre ‘Âmenna / inandık’ diyen esasen İbn Übeyy b. Selûl oluyor ve bu sözle arkadaşlarını da temsil ediyor. Fakat âyette zikredilen, tenhada yalnız başlarına görüştükleri şeytanların, İbn Selûl'den başka, müşriklerin reisleri ve Yahudi hahamları olduğu da nakledilmiştir.
15- Asıl Allah (cc) onlarla alay eder de taşkınlıklarında şaşkın şaşkın süründürür onları.
Allah’ın onlarla istihza etmesi, alaylarına ceza vermek anlamında müşakale sanatıdır (yansılama, muhatabın ağzıyla konuşmak.)
Hadisi şerifte; bu tip kimselerin âhiretteki cezaları cennet kapılarının sonuna kadar açılıp, davet olunmaları, koşup gelince de yüzlerine kapanması ve bu olayın defalarca tekrarı olarak bildirilmiştir. Bu muamele onları ateş azabının yanısıra hasret ateşi ile yakacaktır.
Ayrıca bu münafıklara dünyada bol nimetler verilip, şımarıp azmaları, kalp gözlerinin kapanması, sonunda kötü akıbete düçar olmaları da bir istihza muamelesi sayılır.
‘ فٖي طُغْيَانِهِمْ ’kelimesi istiare-i tebaiyedir. (Çünkü فٖي harfi kendi yerinin dışında kullanılmıştır.) Aslında فٖي harfi ceri, zaman ve mekan için kullanılır. Âyette tuğyan üzerine gelmiş, oysa bu soyut bir kavramdır, masdardır. O zaman mana kuşatma, içine alma, daldırma, dibe inme şeklini alır.
Bu kurala göre şunları düşünebiliriz:
Allah’ın dinini inkar etmekle kalmayıp alay konusu yapan kimseler gerçekten haddi aşmış, azgınlıkta had safhaya ulaşmış olduklarından artık nefislerinin yularını ellerinden kaçırmışlar.
Kontrolu kaybetmiş, freni tutmayan araç gibi tuğyana, isyana dalmış gitmişler. Gerçekleri görecek basiretleri kalmamış. Azgınlığın derin denizlerinde ardamarları, şah damarları, din damarları, vicdan damarları çatlaya çatlaya mânevi hayata son vermişler.
Dalmamış olsalardı belki bir kurtaran olurdu ama derine, çok derine dalmışlar. Zaten hayret, şaşkınlık, tereddüt, hissizlik anlamına gelen ‘ عَمَه ’ kelimesi de bu manayı teyid etmektedir.
‘ يَعْمَهُونَ ’ fiili ‘ عَمَه ’ kökündendir. Bunun manası, basiretin körlüğü demektir. Bu durumda olanlar şaşkınlık ve hayret içerisinde kıvranıp dururlar. Battıkça batarlar.
Tuğyan kelimesinin ‘sapmak, zulmetmek, zorba, şeytan, kahin, sihirbaz, bâtıl mabud’ manalarıyla bu istiareyi düşünürsek, müminlere eziyet eden bu güruhun nelere daldığını, hangi girdaplarda boğulduğunu daha iyi anlarız. Allah’ın dini ile alay etmek, kainatın hışmını, gadabını Allah’ın azabını üzerine çekmek demektir.
İstihza alay etmek, karşıdaki muhatabı hiçe saymak, hafife almak ve oyuncak etmek demektir. İstihzâ'nın asıl anlamının intikam olduğu da söylenmiştir.
İstihzâ (alay), bir kimseyi şaka içinde maskara etmek, şeref ve onurunu kırmak istemektir.
Burada, ‘Allah Teâlâ'ya alay yakışır mı?’ diye akla derhal bir soru gelir. Fakat Allah'a isnat olunan çoğu fiillerde ve sıfatlarda farklı gayeler olduğunu Fâtiha'nın tefsirinde görmüştük. Bilindiği gibi, alaydan maksat şaka değil, şeref ve haysiyeti kırarak maskara etmek, budalalığı gizlice anlatıp sezdirmeden hakaret etmek ve hafife almak, bunlardan da hoşnutluk duymaktır.
Halbuki münafıklar gibi alaycıların çoğu, alay ettikleri kimselere hakikaten hakaret etmeye güçleri yetmez de, çoğu zaman, budalalık, hakaret, alaycıların kendilerinde kalır ve onunla eğlenirler. Halbuki Cenâb-ı Allah, rızâsı olmaksızın hareket edenler hakkında ilâhî adaletini açıklamak için, böyle bir hakaret ve hor görmeyi istediği zaman, bütün kâinata onu rezil eder de, o, bir deli gibi kendisinin bu halinden haberdar bile olmaz. ‘Ayıplarımı gizliyorum’ zannederken, bütün âleme sergiler de farkında olmaz. Böyle bir şuursuzluk elbette en büyük bedbahtlıktır. İşte Allah'ın istihzası ki, bunu ancak Allah yapabilir ve bu bir ilâhî adalettir. Dolayısıyla; şer'an Allah'a (haşa) ‘alaycı’ denilmez, fakat ‘istihza muamelesi yapar’ denilir.
Allah'ın onları aldatması ve onlarla alay etmesi, onlara pek çok dünyevî nimetler vererek onları derece derece azaba yaklaştırmasıdır. Allah, âhirette onlar için gizlediği azaptan farklı olarak dünyada onlara pek çok lütuf ve ihsanda bulunur, âhiretteki azaplarınıda gizler, göstermez. Allah kalp körlüğüyle şuursuzluk, dikkatsizlik, anlayışsızlık içinde şımarıklık etmelerine adeta yardım eder, azgınlıklarına meydan verir, körü körüne tuğyanlarında sürükleyip götürür. Onlar da Allah'ın kendilerinden râzı olduğunu sanırlar.
Hâlbuki yüce Allah, kesinlikle onlara azap edecektir. ‘Doğrusu münafıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar.’ (Nisa, 145) ayeti gereğince onlar, ateşin en aşağı tabakasında olacaklardır.
İşte düşünüldüğü takdirde bu muamele, sanki bir alay, hile ve aldatma gibi gözükür. Nitekim Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
‘Aziz ve celil olan Allah'ın kula, Allah'a isyanı sürdürdüğü halde sevdiği şeyleri verdiğini görürseniz, bilin ki bu Allah tarafından bir istidrâcdır. (Derece derece azaba yaklaştırmaktır). Sonra şu âyet-i kerimeyi okudu:
‘Bunlar kendilerine verilen nasihatı unutunca üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Nihâyet onlara verilenlerle şımarıp sevindiklerinde de ansızın onları tutup yakalayıverdik. Artık onlar ümitsiz kalıverirler. Zâlimler topluluğunun ardı arkası kesilmiş olur. Alemlerin rabbi olan Allah'a hamdolsun.’ (En'am, 44–45)
Onlara dünyada müslüman muamelesi yapılmasıda bu istihza muamelesine dâhildir. Münafıklar İslâm toplumu dışında tutulmazlar. Gayr-i müslimler gibi dinlerinde serbest değillerdir. İbâdet ve muamelelerle ilgili dinî hükümlerin hepsi müslümanlar gibi münafıklara da tatbik edilir.
Mü'minler onlara dikkat etmeye, bu hususta gözlerini açıp mücahede etmeye, nizamı, hükmü ellerinde tutmaya yükümlüdürler. Bunda başlıca üç hikmet vardır:
Birincisi İslâm'ın sabır ve sükunu, terbiyesinin yüksekliği, ruhî hoşgörüsüdür.
İkincisi bunların İslâm muhitinde ve İslâmî hükümler altında yetişecek olan çocuklarından ciddi müminlerin yetişmesine imkan bırakmaktır.
Üçüncüsü de bu münafıkları kalben iman etmedikleri ilâhî hükümlerin tatbikatına zorlamak suretiyle her an gönül azabı içinde bırakmak ve maskaralıklarının cezasını dünyada da çektirmektir. İlâhî alaydan biri budur.
Bu gibi muamelede Cenâb-ı Hakk'ın ‘ben’ ve ‘biz’ gibi mütekellim (birinci şahıs) zamiriyle hitap etmeyip de gâib ile (ortada olmayan, üçüncü şahıs) ‘Allah'ın’ buyurması, büyüklük ve ululuğunu açıklamak içindir. Mesela bir komutanın, emri altındakilere hitap ederek ‘ben şöyle istiyorum’ demesiyle, ‘komutanınız böyle istiyor’ demesi arasında çok fark vardır.
❊ ‘ اَللّٰهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ ’ âyetinde müşakale sanatı vardır. Müşakale yoluyla istihzanın karşılığı istihza olarak isimlendirilmiştir. Müşakale; lafızların aynı, manaların farklı olmasıdır.
❊ ‘ فٖي طُغْيَانِهِمْ ’kelimesi istiare-i tebaiyedir. (Çünkü فٖي harfi kendi yerinin dışında kullanılmıştır.) Aslında فٖي harfi ceri, zaman ve mekan için kullanılır. Âyette tuğyan üzerine gelmiş, oysa bu soyut bir kavramdır, masdardır. O zaman mana kuşatma, içine alma, daldırma, dibe inme şeklini alır.
16- Onlar doğru yol karşılığında eğri yolu satın almış kimselerdir. Fakat alışverişleri karlı olmamış, hidâyete de ermemişlerdir.
‘ وَمِنَ النَّاسِ ’ âyetinden itibaren vasfedilen münafıklar (cem sanatı ile) ‘ اُولٰٓئِكَ ’ cümlesinde toplanıp özetlendi. Ve bunların dünya pazarında ömür sermayelerini boşa tükettikleri veciz birşekilde anlatıldı.
‘Hidâyetle sapıklığı değiştirdiler’ yerine, ‘satın aldılar’ şeklinde mecaz bir ifade tercih edildi. Çünkü değiştirmek, gönüllü gönülsüz olabilir; ama satın almak isteyerek, kendi iradesi ile olur.
Ayrıca satın almak, bir çarşıyı, bir alışveriş merkezini gözümüzde canlandırıp (tecessüm), olayı daha iyi anlamamızı sağlar.
Sanki hidâyet insanda mevcutmuş, o bunu dalâletle değiştirmiş gibi bir anlatım yapılmış.
Evet hidâyet Allah’tan, ama hidâyet yolunu tutmak, hidâyeti celb etmek insan iradesi dâhilinde. Üstelik doğruyu bulmak için Allah insana fıtratına inanma özelliği koymuş, akıl, irade vermiş, kitap indirmiş, peygamber göndermiş. Bütün bunların insana verilmesi, hidâyet verilmesine benzetilmiş (müsebbebi söyleyip sebebi kastederek mecazı mürsel olmuş).
Hidâyetin bütün sebeplerine sahip olan insan, bu kabiliyetleri körletip sapıklığa düşmüş. Para verip çarşıdan mal alan bir müşteri gibi. Ama bu müşteri ahmak! Kıymetliyi verip kıymetsizi, hatta zararlıyı almış. Mirasyedi gibi sermayeyi tüketmiş.
Katade’nin dediği gibi, münafıklar hidâyetten sapıklığa, taatten günaha, birlikten bölünmeye, emniyetten korkuya ve sünnetten bidata geçmişler.
‘Ticaretleri kâr etmedi’ cümlesi, ticarette şahıslar kar etmedi, manasında, mecaz-ı aklidir. Böyle mecaz gelişi, bırakın kendilerini, ticaretleri bile kar etmedi, anlamındadır. Şöyle ki;
Bir kimse bir iş kurar, bir kaç yıl o işi yapar. Ama kar sağlayamaz, ancak kendisi ticarete alışır, müşteri kazanır, çevre edinir. Bunlar kar için yatırımdır. Yani ticaretin karıdır. Bunun gibi hidâyeti satan kimseler ne kar ettiler ne çevre edindiler. Bu da onlar için zarar üstüne zarar oldu.
Ayrıca ‘ticaretleri kar etmedi’ cümlesi, teşbihin kuvvetini arttıran teşbihi tenasidir (unutturan teşbih). Sanki buradaki ticaret gerçek ticaretmiş de kar etmemiş. Fakat daha sonra gelen ‘onlar hidâyette olmadılar’ cümlesi, yine mecaz olduğunu belgelemiştir.
Âyette satın almak, ticaret ve kâr kelimeleri arasında muraat-ı nazır (benzerliğe riâyet), dalâlet-hidâyet arasında tezat tekabulu (zıtlıkların karşılaşması), mühtedin ile hidâyet arasında cinas-ı tam sanatları vardır. Bu sanatlar hem lafızda ses uyumu, hem manada güzelliktir.
Hem müminler münafıkları tanıyıp onlara kanmasın, hem de münafıklar kendilerini tanıyıp yola gelsinler diye münafıkların vasfı yeni bir üslupla, teşbihle beyan olunuyor.
Hidâyet tam ellerine değmiş, malları gibi olmuş gibi iken onu vermişler, dalâletle değiştirmişler de ticaretleri kâr etmemiştir.
Ticarî ilişkilerde başlıca iki maksat vardır. Birisi sermayenin selameti, diğeri kârdır. Halbuki bunlar sermayelerin sermayesi olan hidâyeti vermiş, yerine sapıklığı almışlardır.
Bundan dolayı ne kâr kalmış, ne kâr ihtimali, ne kâr yolu.
Sermaye imandı, hidâyetti. Hidâyeti, imanı kaybeden bir kimse nerde kaldı kâr etsin. Zira imansız hiçbir amelin kıymeti yoktur. İmandan kaynaklanmayan her amel boştur. Kâfirlerin yaptıkları herşey boştur. Onların yaptıkları zahiren insanlık için hayırmış gibi görünen tüm amelleri, tüm eserleri imandan kaynaklanmadığı için yarın değerlendirmeye bile tabi tutulmayacaktır.
Bu âyet, müttakîler hakkındaki ‘İşte onlar kurtulanların ta kendileridir’ âyetinin mukabili olarak, ‘ اُولٰٓئِكَ ’ ibaresiyle münafıkların son hallerini açıklamaktadır.
Cenâb-ı Hakk bunların hallerini, ticaret ve tefecilik ruh hâletine göre bir temsîlî istiare ile açıklamıştır. Bu tasvirde ticaretin büyük bir övgüsü vardır. Fakat ticaretten önce onun bir yolu bulunduğuna, bu yolun da iyi anlama ve doğruluktan geçtiğine, ticarette yalan, hile, ve entrikanın hakiki bir kâr yolu olmadığına tenbih vardır.
Bir ticaret kılmadım, nakd-i ömür oldu heba
Yola geldim, lakin göçmüş cümle kervan bîhaber
Ağlayıp nâlân edip düştüm yola tenha, garip
Dîde giryan, sîne büryan, akıl hayran bîhaber.
❊ ‘ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰى ’ âyetinde istiare-i tasrihiye vardır. Maksat onların doğruluğu eğrilikle, imanı da küfür ile değiştirmeleri vurgulanmaktadır.
❊ ‘ فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ ’ cümlesinde istiare-i tasrihiyeyi terşihiye var. Burada ‘işterâ’, seçmek, değiştirmek anlamında istiare. Karinesi ‘ed-dalâleti’.
❊ Sonra istiare ‘ فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ ’ kavliyle terşih oldu.
❊ ‘ وَمَا كَانُوا مُهْتَدٖينَ ’ kavlinde tetmim var. Tetmim, cümlede çıkarıldığı zaman mananın zatında veya sıfatında noksanlık olacak kelime veya cümledir. Ya da tetmim, güzelliği ziyadeleştirmek için gelir.
❊ ‘ وَمَا كَانُوا مُهْتَدٖينَ ’ önce geçen manayı tamamladı. Onlar, bütün bozuk amelleriyle sapıtmışlardır.
17- Onların durumu ateş yakmış bir kimsenin durumuna benzer: Ateş çevresindekileri aydınlatınca, Allah (cc) gözlerinin nurunu alır, karanlıklar içinde bırakır onları, artık hiçbir şey görmezler.
Yüce Allah münafıkların durumunu bir de misalle anlatıyor. Ta ki kalpleri mutmain olsun. Vahye karşı çıkan, Allah’ın delillerini görmeyen, akıllarını kutsayan, nakli reddeden zavallılar, güneşin aydınlığını bırakıp kapkara bir yerde, elinde yaktığı bir odun parçasıyla aydınlanmaya çalışan kimselere benzetilmiş.
Biraz etrafını aydınlatacak olsa Allah nurlarını büsbütün yok edip onları karanlıklar içinde terk eder ve artık görmez olurlar.
Daha açık bir ifade ile; İslam’ın getirdiği güneş gibi açık, parlak delillere sönük akılları, mahdut bilgileriyle karşı koymak isterler. Güya akıllarıyla delil getirirler. Cenâb-ı Hakk akıl nurlarını, ferasetlerini de alarak onları akıllarının karanlık vadilerine bir daha dönmemek üzere yuvarladı.
18. yy.’da Batı’da başlayan aydınlanma düşüncesi işte bu âyetin muhatabıdır. Aklı kutsallaştırıp, Hristiyanlığın yanlışlarından yola çıkarak vahyi tümden dışlayan bu dönem, aklı sınırlayarak herşeyi deneyden ibaret sandı. Aydınlanma dediği bu yolla Batı bir çok teknik buluş ortaya koydu.
Yaratılanı yaratıcısız izaha kalkışan bu akıl, kendi keşif ve icatlarıyla şimdi insanı, dünyayı, insani değerleri yok ediyor. Avrupa, Amerika, onların Asya’daki uzantıları ve İsrail; barışı, insanlığı, nesli, ekini, havayı, suyu, atmosferi ifsad ederek tüm dünyayı felâketin eşiğine getirdi. (ABD’nin 2001- Afganistan, 2003-Irak işgali, İsrail’in Gazze soykırımı bunun son örnekleridir.)
Çare yanlış yollarla arandığı için, çaresizlik derinleşmektedir.
İşte bunların misali, âyette belirtilen ‘Yaktıkları ateşin (aydınlanma) ardından karanlıkta kalanların’ aynısıdır.
Ülkemizde aydın kesim diye dillerde dolaşan kimseler de 18. yüzyılın dinsiz, imansız, akıl perestlerinin uzantısı değil mi?
Kendini aydın sanan karanlık düşünceli, kara kalpli, insanlığın yüzkarası kimseler, Allah’a kulluğu züll sayan, namaz, oruç, hac gibi ibâdet yapan insanlara suçlu muamelesi yaparlar. Kah namaz kıldığı için askeriyeden atar, kah örtülü olduğu için okuldan atar, kah muhasebede hile yapmadığı için işten atar. Sonra da fikir özgürlüğü, din özgürlüğü, insan hakları diye safsatalarla kendilerini aklamak isterler.
Bu karanlık aydınlar ne karanlık işler yaptı, ne rezaletlere sahne oldular. Dinsiz, imansız, ahlâksız toplumdan neler yetişti neler!...
Banka soyan aydınlar
Böbrek satan aydınlar
Metres tutarak yuva yıkan aydınlar
Mazlumların sırtından hava atan aydınlar
Geceleri melânette, gündüzleri yatan aydınlar
Askerlere sövüp sayıp dayak atan aydınlar
Kadın resimleriyle reklam yapan aydınlar
Fuhşun teşvikçisi olup namus satan aydınlar
İçkiyle kafa bulup nara atan aydınlar
Ana rahminde masum bebekleri parçalayan aydınlar
Binlerle işgücünü ekranda uyutan aydınlar
Mal elde etmek için siyasete batan aydınlar
Kumar, rüşvet, krediyle rızkına haram katan aydınlar
Çocukları katledip, köpek bakan aydınlar
Saygı, sevgi, edepten emekli olmuşaydınlar
Namusunu kıskanmayan, hımarvari aydınlar
Evlenmeyip çapkınlığı meşru sayan aydınlar
Fakiri küçümseyip azarlayan aydınlar
Kadını çalıştırıp kendi yiyen aydınlar
Çocuk diye evinde terörist yetiştiren aydınlar
Diplomayı alınca ana-babayı hiçe sayan aydınlar.
Eline para geçince nemrutlaşan aydınlar
Secdeyi terk eyleyip iblisleşen aydınlar.’
Önceki âyetlerde münafıkların halleri tahkik yoluyla tesbit edilmişken, şimdi temsilî yönüne geçiliyor.
Bu âyette temsil karinesi lafzidir. Ve ‘mesel’i, ‘mesel’e teşbihtir. Burada ‘mesel’, şaşılacak hal, garib olay mânâsınadır. Yani bunların;
Kuran dinlemeleri,.................ateş tutuşturmaya,
Kuran’ın insanı hayra irşadı............ateşe.
Küfre dönüşleri...............nurun nara dönmesine,
Küfürleri.......zulmete, gözlerini kaybeden kavme benzetildi.
‘ اسْتَوْقَدَ نَارًا / Ateşi tutuşturmuştur-’ ‘ ا ’ ve ‘ س ’ tekit için gelmiştir.
‘İstîkad’ ateşi tutuşturmak istemek, onu elde etmek için çalışmaktır.
‘Nar’ latif, aydınlatıcı, yakıcı ve sıcak bir maddedir. Lugatte yeryüzünde seyretmek anlamına gelir. Ateşe ‘nar’ denmesi, onda hareket ve ızdırap olmasındandır.
Ateş yakmak, ışıklandırmak maksadıyla olduğu gibi, yangın çıkarmak şeklinde suikastla da olabilir. O zaman da ateş yakmak, fitne ve fesat çıkarmak mânâsına gelir. Burada ikisine de ihtimali vardır.
Bu ihtimallere göre mana:
a) Onların durumu, ıssız bir çölde, karanlık bir gecede, yırtıcı hayvan ve diğer tehlikelerin korkusundan etrafı görmek için büyük bir ateş yakan kişinin durumu gibidir.
Onlar imana zahiren girmiş gözükerek kendilerini geçici bir müddet aydınlattılar. Muhammedî davetin ateş yakma ile misallendirilmesi şunu anlatır: Bu davet, bir taraftan müjdeleme, diğer taraftan korkutmayı, cennetin karşısında bir de cehennemi gösteriyor. ‘Bu ateşten kaçın, şu cennete koşun’ diyor.
b) Veya bu nardan maksat, Yüce Allah’ın râzı olmadığı mecazi ateş, fitne ve fesad ateşidir. Nitekim Maide Suresi 64. âyette; ‘Ne zaman savaş için bir ateş tutuştursalar Allah onu söndürmüştür’ buyrulur.
Buna göre âyetteki ateşin çevresini aydınlatmak ile vasıflanışı terşih kabilindendir. (Müşebbehi bihin vasfını, müşebbehe maletmek.)
Ya da âyetteki ateş, gerçek manasında kullanılmış olup, bundan maksat azgın insanların bazı günahlara ulaşmak için yaktıkları ve onunla fesat yolunu buldukları ateştir. (İstiare- i vefakiye)
Bu gidermenin Allahu Teâlâ’ya isnadının üç sebebi vardır:
1- Bütün fiillerin yaratıcısı Allahu Teâla olduğu için.
2- ‘Sönmek’ fiili, rüzgar, yağmur gibi semavi birşeyle ya da gizli bir sebeple hasıl olduğu için.
3- Mübalağa için. Bunun için fiil ‘ بِ ’ ile müteaddi olur. (Lazımı müteaddi yapma şekillerinden biri de harf-i cerle müteaddi yapmaktır.) Bu ‘giderme, yok etme’ manası ‘ بِ ’ nin istishab ve istimsak manasından dolayıdır. Yani ‘onu evvelki hale dönmekten tuttu, engelledi’ demektir.
Mana; bu nurun onlara dönme ihtimalinin hiç kalmadığını ifade eder. Çünkü birşeyi Allah aldıktan sonra, onu hiçbir kuvvet geri döndüremez.
‘Nur’deyip ziya dememesi nurun tamamının gitmesini beyan içindir ve daha beliğdir. Nur ziyanın kaynağıdır. Kaynak bütünüyle gidince aydınlanmak mümkün olur mu? ‘Ziya’ kelimesi çok aydınlığı ifade eder. ‘Ziyalarını giderdi’ dese, akıl, nur denen az bir şığın kaldığını düşünebilirdi.
‘Nur’parlayan herşeyin ışığıdır, aslı nar’dır. ‘Narlarını ateşlerini’ demeyip ‘nur’ kelimesinin seçilmesi, onun faydasının daha büyük olmasından, sibakın makamına daha münasib olmasındandır. Çünkü onların ateş yakmaktaki maksatları ısınmak değil aydınlanmaktı. ‘Etraflarını aydınlatınca’ cümlesi de bu maksatlarını açıklamaktadır.
Bu ateş, yangın çıkarmak ve kötülüğe davet için yakılan ateşse, o zaman nurlarının giderilmesi, ateşin söndürülmesi demektir. Ve bu durumda ateş yakanın kendisi de karanlıkta kalır.
Ancak ateş sönmeden, aydınlık devam ederken Allah'ın, onların göz nurlarını almış olması da muhtemeldir. Yanan ateşin birden bire sönmesi garip ise de, şiddetli rüzgar gibi bir sebeple az çok yine rastlanan birşeydir. Fakat ışık dururken şuurun, görme kabiliyetinin kayboluvermesi ilâhî bir harikadır. Ve meselin en güzel noktasını teşkil eder.
Teşbîhten ilk hatıra gelen husus, münafıklara önce bir nûr verildiği ve sonra nankörlükleri yüzünden o nurun kendilerinden alınmasıdır. Halbuki münafıklar için bir nûr olabilir mî? Ayrıca ateş yakıp da etrafı aydınlatan kimse az da olsa o ateşten ve aydınlığından yararlanmış sayılır. Bu, onun hakkında bir hayır olarak düşünülmez mi? Münafıkların böyle bir hayır elde etmesi mümkün mü?
Süddî'ye göre: Cenâb-ı Peygamber (sav) Medîne'yi teşriflerinde halkın bir kısmı İslâm dinine girmiş vaziyetteydi. Sonra kiminin kalbinde bir şüphe ve akabinde inkâr başladı ve bir kısmı münafık oldu. Buna göre, önce nûr'a kavuştular, sonra da ondan uzaklaştılar.
Hasan Basrî'ye (ra) göre: Medîne'deki münafıklar hiç bir zaman nûr'a kavuşmamışlardır; onlar daima münafık olarak bulunmuş, kendi canlarını ve mallarını korumak için harplere iştirak etmişler ve bu sayede bâzı ganimetlere nail olmuşlardır.İşte bu azıcık ve ehemmiyetsiz dünyalık onların haline uygun bir nûr olarak vasıflandırılabilir.
Ey Allahım! Kalbime nur ver.
Gözüme nur ver. Kulağıma nur ver.
Sağıma nur ver, soluma nur ver.
Altıma nur ver, üstüme nur ver.
Önüme nur ver, arkama nur ver.
Beni nur eyle. (Amin) Hadîs-i Şerîf (Buhari, Müslim)
Zulümat, daha çok kalbi bir karanlığın ifadesidir. Kuran’da geçen ‘karanlık’ tabiri çoğunlukla kalple ilgili kullanılır. Bu karanlık, münafıkları kaplayan kabir, nifak, isyan, cehennem karanlığı ve Allah’ın gadabının karanlığıdır.
Misalin Açılımı
Yüce Allah bu âyet-i kerimelerde münafıkların durumlarını açıklamak, onların kötülüklerini beyan etmek, onları ibretli bir şekilde cezalandırmak, gizlediklerini açığa çıkartıp rüsvay etmek üzere durumlarına dair misal vermektedir. Çünkü münafıklar insanlık için bir fitnedir, ümmet içerisinde bir hastalıktır. Bu misal onların huzursuz, tutarsız durumlarını, içyüzlerinin çabucak açığa çıkışını tablolaştırır:
Münafıkların sadece kısa bir süre için müslüman olduklarını söylemeleri, kendilerinin ve çocuklarının güvenliklerini sağlama halleri, tıpkı kendisinden faydalanmak için ateş yakan kimselerin haline benzer. Bu kişi ateş yaktı. Ateş onun etrafındaki çerçöpleri gösterdi. O da etrafı gördü, hangi taraftan sakınacağını anladı. Sonra Yüce Allah bu ateşi kuvvetli yağan bir yağmur yahut şiddetli bir rüzgar ile söndürüverdi. Böylece hangi taraftan korunacağını bilmez bir hale geldi.
İşte münafıklar da şirk karanlığında iken, İslama gelip iman ateşini tutuşturdular. İman kelimesini dilleriyle söyleyerek, onun nuruyla nurlandılar. Helâli haramdan, hayrı şerden ayırdettiler. İmanın izzetiyle izzet buldular. Malları ve canları güvende oldu. Müslümanlarla evlendiler, onlara varis oldular. Ganimetten pay aldılar.
Bu durumda iken doksan derecelik bir dönüşle küfre daldılar. Helâli haramdan, şerri hayırdan ayıramaz hale geldiler.
Dünyevi olarak az bişey faydalanacakları sıra onlara ölüm hücum edince bu nurdan faydalanma yok oldu. Onlar gam, kabir zulümatı, fesat, küfür zulümatı, nifak, masiyyet zulmetinde kaldılar. Çöl yolcularının gece zulmeti, bulut zulmeti, yağmur zulmeti, nurdan sonra hasıl olan zulmette kalmaları gibi bir çok karanlıklar içinde kaldılar.
Diğer bir tefsire göre:
Münafıkların mü'minlere rastladıklarında ‘inandık’ demeleri, etrafı aydınlatan bir ışığa, şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ‘biz sizinle beraberiz’ demeleri o ateşin ve aydınlığının kararıp sönmesine benzetilmiştir.
Işık, insana kendisini tanıtır ve yolunu aydınlatır. Aklın ışığı, vahşi hayvanı andıran nefsin arzularına, şeytana ve yanlış düşüncelere karşı insanı korur. Yanan akıl ışığı, donan insan zihnini ve gönlünü ölümden kurtarır. Aklın ışığı, insanın hamlığını pişirir.
Münafıkların ikili oynamaları, iman etmedikleri halde ‘iman ettik’ demeleri, Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya teşebbüsleri, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaları, iman edenleri beyinsizlikle itham etmeleri, inananlarla alay etmeleri ve tercihlerini kötüden yana kullanmaları nedeniyle Allah, onların akıl ışıklarını söndürmektedir. Onları, artık göremeyecekleri karanlıkların içine terketmektedir.
Kişi vahiyden ne kadar haberdarsa, o kadar nûru vardır. Bir âyetten haberdar olanın bir âyetlik nûru, on âyet bilenin on âyetlik nûru, yirmi sûre bilenin yirmi sûrelik nûru vardır. Kitaptan hiç haberi olmayanlar da nûrsuzlardır.
Geleceği karanlık görerek azmi bırakmak
Alçak bir ölüm varsa eminim budur ancak. M. Akif
Bu âyetlerin sebeb-i nüzulünde iki rivâyet vardır:
1-) Münafıklar hakkında nâzil olmuştur.
2-) Yahudiler hakkında nâzil olmuştur.
Tâbiînden Saîd bin Cübeyr diyor ki: Efendimiz (sav) henüz peygamber olarak gönderilmeden önce Yahudiler son peygamberi, ateş üzerinde durur gibi sabırsızlıkla bekliyorlardı. Fakat Hazret-i Peygamber (sav) risâlet göreviyle davete başlayıp da Yahudiler onun kendilerinden olmadığını görünce, birdenbire küfre döndüler; sapıklığı tercih ettiler. Bu bakımdan onların ilk durum ve tutumları nura, son tavırları ise karanlığa benzetilmiştir.
❊ ‘ مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي ’ âyetinde teşbih-i temsili var. Teşbih-i temsilinin hakikatı, vech-i şebenin müteaddid şeyler arasında tenazuudur.
Yani, münafıkların nifak ve gizledikleri küfrün hilafını izhar etme hali. Aydınlanmak için ateş tutuşturup sonra sönerek birşey görememe haline benzetilmiş.
❊ ‘ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا ’ ve ‘ اَوْ كَصَيِّبٍ ’ cümlesinde teşbih-i temsili vardır. Yüce Allah (cc) birinci misalde münafığı ateş yakan birisine, onun dışardan mü'min görünmesini aydınlığa, o aydınlıktan gördüğü faydanın kesilmesini de ateşin sönmesine benzetmiştir. İkinci misalde ise, toprağın yağmurla hayat bulduğu gibi kalplerinde İslam ile hayat bulmasından dolayı İslamı yağmura, kafirlerin şüphe ve tereddütlerini karanlıklara, Kuran’daki vaad ve vaidleri de gök gürültüsü ve şimşeğe benzetmiştir.
❊ Teşbih-i temsili tabi olanlarda sihir tesiri yapar, vehimlerde manaları temasül ederek şahıslara benzetir. Dilsizi konuşturur. Acemden lisan getirir. Cemadattan hayat gösterir, yakın şeyi uzak yapar.
❊ İki zamir arasında muhâlefet: ‘ اسْتَوْقَدَ ’ ‘ حَوْلَهُ ’ zamir müfret lafız yönünden müfret gelmiş, çünkü münafıklar sözde ve fiilde birdirler. Ama mana yönüne riâyet için ‘ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ ’, makamın hallerini takbih (kötülemek), zatlarını ve dalaletlerini beyan makamı olduğu için cemi geldi. Hükmü her bir fertte isbat için baki oldu.
❊ Murat-ı nazır: Benzerine riâyet, belağat indinde tenasub ve itilaf (uygunluk-ülfet) diye bilinir. Tezat zikrini ibtal ederek mütekellimin münasip olan hükümleri cem etmesidir ki, mutabakat meydana çıksın. Burada ‘nur’ ve ‘ziya’nın zikrinde murat-ı nazır vardır. Buradaki ‘edâet’ fiiline uygun olanı‘ziya’ olmasına rağmen ‘nur’ gelmesindeki sır, ziyadeliğe delâlet etmesidir. Eğer ‘edâet’e mukâbil ‘ziya’ gelseydi, ışığın bir kısmı gitmiş, yine nur baki kalır.
Oysa maksat nurun aslının giderilmesi ve sönmesidir. Bu durumu ‘ezhebe’ demeyip ‘zehebe’ demesi de teyid eder. Çünkü ‘ezhebe’ izale etmek ‘zehebehu’ ise sahiplenmek, beraberinde götürmek anlamına gelir. Artık nurun gelme ümidi yoktur demektir.
18- Sağır, dilsiz ve kördürler onlar; bir türlü gerçeğe dönemezler.
Yaptıkları hile, koparttıkları hezeyan, ortaya koydukları kepazelik yüzünden fıtratlarındaki güzellikleri kaybettiler. Gönül gözleri kör oldu. ‘Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.’ (Hacc, 46)
Artık gerçekler karşısında bütün hislerini, sağduyularını, kabiliyetlerini, cibilliyetlerini, haysiyetlerini, hassasiyetlerini kaybettiler.
Sağırlar; çünkü gerçekleri duymak istemiyorlar. Duysalar da duymazdan geliyorlar. Duymamış gibi eski tutumlarını sürdürüyorlar. ‘Onlar: ‘Senin bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Seninle bizim aramızda anlaşmamıza engel bir de perde vardır. Sen istediğini yap, çünkü biz yapıyoruz’ (Fussilet, 5) diyerek hiç çekinmeden itiraf ediyorlar.
Dilsizler; dilleri hakkı savunmuyor. Hakkı anlatmıyor, kendilerine fayda sağlayacak birşey konuşmuyorlar. Dillerinin olmasıyla olmaması arasında bir fark yok. Ya da gerçeklere karşı söyleyecek sözleri yok.
Körler; çünkü hakikat gün gibi açıkken mucizeleri gördükleri halde bakar kör gibi sezemiyorlar, anlamıyorlar. ‘Onların gözleri var ama görmezler.’ (Âraf, 179)
Hani dalgınlıktan birine çarpan kimseye, ‘kör müsün be adam!’ denilmesi gibi. Bu azalar kalbin askerleridir. Onun komutuna göre hareket ederler. Ama birisi kalpsiz olursa azalar ne yapsın? Mecburen muattal kalırlar.
‘Onlar artık dönemezler.’ Az bir ışıkla yola çıkıp ışıklarıyla birlikte ışık kaynakları da ellerinden alınmış, karanlıkta kalmış, o yoğun karanlıktan dolayı gözleri kör olmuş. Sağır, dilsiz, kör birinin ileri gitmesi şöyle dursun, geriye, geldikleri yere bile dönmeleri mümkün olmaz.
İnsan fıtratına tevdi edilmiş kabiliyetler ve akıl, öğrenmek, anlamak, fark etmek için yaratılmış birer alettir.İnsanı yaratan, düzene koyan, hayatına düzgün bir yön veren, eğiten, öğreten Allah’tır.
Şimdi kendisine bu özellikler, yetenekler verilen insandan yaratıcının mesajına uyması isteniyor.
Bir kısım insanlar inkar ediyor, bir kısmı inanıyor. Bir kısmı da inanıp inanmamakta tereddüt ediyor. Bu şüphe, bilmemezlikten ziyade, fitne fesat, haset kökenli.
Kanun-u ilâhiyi anlamaları, uymaları için kendilerine verilen aklı, vahye karşı kullanma, karşı koyma küstahlığında kullandılar. Sonunda hepsi birden ellerinden alındı. Hakikat yolunda kör kütük kaldılar.
Dinimizi dinlemiyorsak sağır, anlatmıyorsak dilsiz, anlamıyorsak kör hükmündeyiz.
Bir ilham istiyorum, bir gün vahye erecek.
Bir çift göz istiyorum, can evimi görecek.
Bir sevgi istiyorum, ömürlerce sürecek. H.İsmâil
Sağırlık, Arap dilinde aslında tıkanıklık demektir.‘ صَمَمَ ’ bir maddenin parçalarının toplanması, parçalar arasındaki boşluğun dolması ve maddenin bu şekilde katılık kazanması, manalarına gelir. Bir kanal ve boru tıkalı ise ‘Samme’ kelimesi kullanılır. Şişenin ağzı kapatılıp tıkandığında da bu fiil kullanılır. Buna göre sağır, kulağında işitmeyi sağlayan deliklerin tıkalı olduğu kimsedir.
Dilsiz ise, konuşamayan ve konuşulanıda anlayamayan kimsedir. Eğer konuşulanı anlıyor ise buna ahras denilir.
Doğuştan dili tutuk manasına gelen bu kavram, cehâletten veya kasden konuşmamayı da ifade eder. Sağırlıkla dilsizlik arasında sıkı bir bağlantı vardır. Dilsizler -genellikle- sağır da olurlar. Dinlemeyen insan, konuşacak birşey bulamaz.
Dil kavramı, gönül manasına da gelir. Ağızdaki dil, gönül dilindekileri anlatır. Gönül boş olunca, dilin anlatacağı bir şey olmaz. Dilin konuşması, bir işin başarılmasını ifade eder.
Bu sebeple dil, kültürün en önemli unsurudur.
‘ بُكْمٌ ’ kavramını, 17. âyetle birleştirsek şu manayı elde ederiz: Akıl ışığı sönmüş insan, karanlıktaki insana benzer.
Karanlıkta kalan insan da hiçbir iş beceremez. Dilsiz insan, karanlık içinde kalan ve hayırlı bir eylemde bulunamayan insandır. Karanlıktaki insanı, ne tarafa yönlendirirseniz yönlendirin, hayırlı bir iş yapması mümkün değildir.
Körlük (amâ): Görmenin gitmesi, yok olması demektir, işin içinden çıkılamadığı zaman ‘amâ’ tabiri kullanılır.
Bu dünya fânidir sakın aldanma
Mağrur olup tac-u tahta dayanma
Yedi iklim benim deyu güvenme
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan. III. Murad
Basiret körlüğünün sebepleri üçtür:
1- Azaları Allah’ın (cc) yasaklarında kullanmak
2-İbâdetlerde yapmacık davranmak
3- Mahlukatın elindekine göz dikmek.
Mesela büyük emekle ilim çalışırsınız, birçok olayları çözme amacındasınız. Fakat Allah basiret vermezse sonuç alamazsınız. Nitekim ateist bilim adamlarının bilimsel bir keşif yaptığı görülmemiştir.
Kuran yasasıdır; nifak içinde olanlar gerçeği duymaz, gerçeği görmez ve hiçbir zaman hakikati söyleyemezler. Onlardan hiçbir şey beklemeyin.
Münafıklar duygu ve hislerini işlemez hale getirmişlerdir.
Onlar akıllarını işletmediklerinden dolayı öğüt verenin öğüdünü, doğru yol gösterenin irşadını işitemezler. Hastalanmış kalp, akıl ışığının sönmesi ile kulakları sağırlaştırır..
Aynı zamanda onlar konuşma ve tartışmadan da yararlanamazlar. Herhangi bir meseleye karşı delil, açıklama istemezler. Sanki konuşamayan dilsizler gibidirler.
Onlar görmenin fonksiyonunu da işlemez hale getirmişlerdir. Başlarına gelen türlü fitneler ile ümmetlerin maruz kaldığı hallerden ibret almazlar.
Kulak, dil ve göz organlarına dikkati çeken Allah, duyu organlarının birlikte bir bütün oluşturduklarına işaret etmektedir. Buna idrak denir. Allah parçaları zikrederek, bütünü (insan beynini ve düşüncesini) kasdetmektedir.
‘Dönemezler’demek, ‘akıllarını kullanıp düşünemezler’ demektir. İnsanın girdiği yanlış yoldan dönebilmesi için, önce, yanlış yolda olduğunu anlaması gerekir.
Aklını kullanamayan, onun ışığından mahrum olan insan bu dönüşü nasıl başarabilir?
‘Dönemezler’ifadesi, eğitim açısından da sağır, dilsiz, kör, üstelik akıldan da yoksun olan insanın eğitilmesinin imkansızlığını vurgulamaktadır. Çünkü eğitim-öğretim göze, kulağa, beyne ve gönle hitap eder. Bunlardan yoksun insanlar, bulundukları karanlığı aydınlığa çeviremez, başkalarını da aydınlığa kavuşturamazlar.
‘Dönemezler’ifadesi, dönüşümü, değişimi, yeniliği, gelişimi ifade etmektedir. Yenilik, gelişim ve değişim akıl işidir. Beynini yenileyemeyen insan, hayatını da yenileyemez. Yeniliğe kapalı olan da, değişim meydana getiremez. Yenilik ve değişim, bir atılım ve beceri işidir. Münafık, bütün bu oluşumlara kapalıdır.
19- Yahut onların durumu; karanlıklar, yıldırımlar ve şimşekle dolu olarak gökten boşanan yağmura tutulmuş kimsenin durumu gibidir. Ölüm korkusuyla yıldırımlardan parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar. Allah (cc) kafirleri kuşatandır (bir türlü yakalarını kurtaramazlar).
20- Neredeyse şimşek (çakıp aydınlatınca) onların gözlerini kapıp alıverecek (kör edecek). Onları aydınlattığı zaman ışığı altında yürürler, karanlığa boğulunca da dikilip kalırlar. Allah dileseydi, onların hem işitme, hem görme yeteneğini alırdı. Allah (cc) gerçekten her şeye gücü yetendir.
21- Ey insanlar! Sizi ve sizden önceki atalarınızı yaratan Rabbinize ibâdet ve kulluk edin ki cezadan korunmuş olasınız.
22- O öyle Allah (cc) ki sizin için yeri bir döşek semayı da bir bina yaptı. Gökten sizin için bir su indirdi ve o su ile türlü mahsullerden sizin için bir rızık çıkardı. Artık siz de bildiğiniz halde Allah (cc)’a eşler koşmayın.
İnsanları küfrün, şirkin, zulmün karanlığından iman nuruna hidâyet için gelen yüce Kur’an’ın en büyük gayesi insanların iki cihan saadetidir. Buna nail olmak da ancak şirki, küfrü, nifakı terk edip tevhid inancında sabitleşmekledir.
Kur’an, daima alt yapıda bir fon gibi Allah (cc), âhiret, haşir, adalet inancını her âyette hatta her kelimede derc etmiştir. Çünkü insan tek olan, her şeye gücü yeten, adil, merhametli, hiçbir şeye muhtaç olmayan, kullarını seven Mabud-u Hakikiye iman edip itaat etti mi, hürriyetini kazanır. Korkuları, endişeleri, üzüntüleri bertaraf olur. Kimseden beklentisi olmadığından, kimsenin tahakkümü altına girmez, zillete düşmez. İnandığı Rabbini, buyruklarını gönülden kabul edip uygular.
Her konuda O’na, O’nun elçisine, O’nun kitabına danışır. Şaşmaz, şaşırtmaz. Bilginin, mevkinin, sevginin kaynağını bulduğundan fâni ve suni olan lezzetlerden vaz geçer. Her olayı vahyin, tefekkürün süzgecinden süzer, hikmetini sezer. Kederden emin olur. Bütün ihtiyaçların Rezzak-ı âlem tarafından karşılandığını ve bunun çok öncelerden tayin ve temin edildiğini bilir.
Emr-i ilâhi sebeplere yapışma doğrultusunda olduğu için 24 saatin 8 saatini kendine tayin olunan rızkı aramaya ayırır. İşinde ciddi, titiz, dakik, dürüst, adil ve çalışkan olur. Bu tedbirleri alıp, sebeplere müracaat ettikten sonra mü'min kul artık Rabbine güvenir. Rızkının takdir ettiği zamanda, takdir ettiği miktarda verileceğinden emin olur. Kimseden bir şey beklemez. Kimseyi kıskanmaz, kimseyi kıskandırmaz. Hile, yalan, hıyanet, onun semtine uğramaz. Çünkü o rızkı adil, merhametli, herşeyin iç yüzünü en iyi bilen Allah’ın (cc) taksim ettiğini bilir. Gönülden kabul eder. Kimsenin birşeyine asla göz dikmez.
Bu âyette Rabbimiz insanlığın asli görevinin ibâdet olduğunu açıkça bildiriyor. Çünkü ibâdet; insanı eğitir, geliştirir, terbiye eder. Sevgiyi, saygıyı, zamanı yerli yerine kullanmayı, sabrı, azmi ve bir insana lazım gelen her şeyi uygulamalı olarak öğretir. Şöyle ki; insan hem sosyal bir varlıktır, hem de tüm yaratılmışlardan azizdir.
Diğer varlıklarla kıyası şöyledir: Örneğin bir köpek kemik yiyip kaldırımlarda yatarken, insan pirzola yiyip yumuşak yataklarda yatar. Hayvanlar bir şeyden tad alırken, insana binlerce tad alma yeteneği verilmiş. Aynı zamanda insan korunmaya, sığınmaya, tedaviye, sevgiye, iletişime, yardımlaşmaya, ortak iş yapmaya, sayılamayacak kadar şeye muhtaçtır. Bu nedenle hemcinsleriyle beraber yaşaması zorunludur. Bunun için de uyumlu, hukuka saygılı, özverili, sabırlı, minnettar, sempatik, çalışkan, dürüst, hoşgörülü, hareketli, prensip sahibi olmalıdır. Bunun için saygı, sevgi eksenli bir eğitime tabi tutulmalıdır.
Kullarını ahsen-i takvim ile vareden Allah (cc), onların birlikte yaşamaları, birbirlerine destek olabilmeleri, saygılı, ilgili, tahammüllü olmaları için çeşitli ibâdetlerle mükellef kılmış. İbâdetin sadece bir tanesini ele alacak olsak bu hakikati sezmiş oluruz. Mesela; namaz. Namaz kılmak için bedenimizi, evimizi, elbisemizi, temiz tutmamız; bu bizi mikroplardan, menfi enerjilerden ve iğrenç biri olmaktan muhafaza ediyor. Huzur-u ilâhide belirtildiği gibi örtünerek hayat boyu nasıl örtünmesi gerektiği tâlim ediliyor.
Zekat, sadaka, kurban, fitre, fidye, keffaret gibi mali ibâdetlerin yararları herkesin görüp yaşadığı şekilde izahtan varestedir. Hac ayrı renkte ayrı dilde kitleleri cem ederek, yeni bir iletişim diliyle kardeşliği, birliği ve bütünleşmeyi tâlim ediyor. Akidemizde, kıyam bi nefsihi sıfat-ı ilâhisi ile, Yüce Rabbimizin hiçbir şeye, hiç kimseye muhtaç olmadığını biliyoruz.
O kulların ibâdetine, övgüsüne, itaatine de muhtaç değildir. Kimsenin isyanı da ona bir eksiklik vermez. Kendine itaatla, ibâdetle emretmesi rahmetindendir. Kullarını gayrıya kul olmaktan hürriyete kavuşturmak, hür olmalarını sağlamak, iki cihan saadetine eriştirmek içindir. İbâdet etmeye biz kulların ihtiyacı var.
Dünyada huzurlu yaşamak için de; ahlâkımızı, tutum ve davranışlarımızı kontrol etmeliyiz. Kibri, riyayı, hırsı, hasedi, tembelliği, gafleti, gevşekliği, alınganlığı atmalıyız ki mesut yaşayalım. Bu da ancak ibâdet disiplini ile olur. Bu tıpkı gezegenlerin güneşin etrafında dönme gayesine benzer. Budönüş yıldızlar için mi, güneş için mi? Balığın denizde yüzmesi, kuşun gökte uçması da hep kendi yaşamlarını sürdürmek içindir.
Balık sudan çıktığında hayatını kaybettiği gibi, insan da kulluktan ayrılınca iki hayatı da kaybeder. İnsanlık sınıfından behaim derekesine, ahseni takvimden esfeli safiline, izzetten zillete düşer. Bu nedenle ‘Ölüm gelinceye kadar Allah’a ibâdet et’ (Hicr, 99) emrine muhatabız.
‘Var mıdır bir balık, çıksın bu deryadan?
Var mıdır bir aşık geçsin bu sevdadan?’
İbâdete titizlikle ve hakkıyla devam eden bir kula, zamanla peşin mükafat olarak ibâdet tadı, ibâdet zevki verilir. Artık o kul dünyada cennet lezzetleri tadar, hatta cennetle ibâdet arasında tercih yapması istense ibâdeti tercih eder. Ünsiyeti ilâhiye, iltifatı Rabbaniyeye mazhar olur. Gün be gün ahlâk-ı ilâhi ile ahlâklanır. ‘Yaratılanı yaratandan ötürü hoş görür.’ O Rabbiyle, nefsiyle ve tüm kâinat ile barışıktır.
Rabbine olan sevgisinin yansımasıyla, gönlünün nuru ilâhi ile genişlemesiyle bütün varlıklara sevgi ve ihtiram gösterir. Dost olur, dostça muamele görür. Vahşiler onun elinde munis, asiler onun elinde muti, düşmanlar onun elinde dost olur. Onların bu mümtaz halini ‘Allah’ın dostlarına korku ve hüzün yoktur’ (Yunus, 62) nazm-ı celili beyan eder. Varın Allah’a itaat etmeyenin, kul olmayanın hali pürmelalini siz düşünün. ‘O kimseyi görmez misin nefsini ilâh edinir, Allah da onu ilim üzere sapıtır, kulağını, kalbini mühürler, gözleri üzerine de perde çeker.’ (Câsiye, 23)
‘ أَندَاد ’ kelimesi ‘nidd’in çoğuludur. ‘Misil’ ve ‘emsâl’ gibi ki, mânâları birdir.
23- Eğer kulumuza indirdiğimiz Kuran’dan şüphede iseniz, haydi siz de onun benzerinden bir sure getirin, Allah (cc)’tan başka şahitlerinizi yardıma çağırın, şâyet sadık kimseler iseniz.
24- Bunu yapamazsınız, elbette yapamayacaksınız. Kafirler için hazırlanmış, tutuşturucusu insanlar ve taşlar olan o ateşten sakının artık!
Bedâhet (apaçıklık), şühût (görme), aklî delil getirme, tecrübe, haber; bunlar ilmin, yakînin en önemli araçları, ölçüleridir. Bir kitap ki, nazmındaki yüksekliği bizzat görüyor, Allah'dan, Peygamber'den Kur'ân ile bu haberi de işitiyorsunuz. Tecrübe de yapınız ve yapılan tecrübelere de bakınız. Göreceksiniz ve bileceksiniz ki, bunun aynı yapılmadı, yapılamıyor, yapılamaz. O halde şüphe etmeye ne hakkınız kalır?
İlmî bir sebebe dayanmayan şüphe, vesveseden veya kötü ahlâktan başka ne olur? Onu tasdik etmemek için aklî, tecrübî, ilmî, fennî, mantıkî hiçbir şüpheye imkan bulunmadığını anlamanız gerekir. Bunu bilmez, hala şüphe davasından vazgeçmez, kuşkulanırsanız, buna inadınızdan, şahsî maksatlarınızdan, ahlâksızlığınızdan başka bir sebep kalmaz ve hiçbir mazereti bulunmayan kâfirlerden olursunuz. Hakkı kesin olarak reddedenler kâfir olduğu gibi, haksız yere şüphe edenler de kâfirdir. O halde şunu biliniz ki, kâfirler için hazırlanmış bir ateş, bir cehennem vardır ki, o korktuğunuz, kulaklar tıkadığınız yıldırımların hiç birine benzemez. O ateş, çırası insanlar ve taşlar olan bir ateştir, artık bundan kendinizi sakınabilirseniz sakınınız.
Kur'ân'ın bu meydan okuyuşunun i'cazı karşısında yarıştan vazgeçilmiş, silâhlar çekilmiş, kanlar akıtılmış, dünyalar karıştırılmış, her türlü zahmetler, masraflar tercih edilmiş fakat bu mu'cizeye hiçbir red cevabı verilememiştir. Ancak aldatmaca ile Kur'ân irşadının önüne geçmeye çalışılmıştır. Bunlara karşı ilâhî adalet elbette yerini bulacaktır, o ateş sönmemiştir.
Bu âyet cehenneme ilk önce kafirlerin ve onları kafir yapan maddelerin, putların, altın-gümüş paraların, kıymetli taşların atılacağını kinaye yoluyla bildirmiştir. Çünkü tutuşturucu olarak kullanılanlar ilk önce yakılır.
Cenâb-ı Hakk kullarına olan merhametinden ve onlara verdiği değerden dolayı kelamını merhale merhale bal damlaları gibi arz ediyor. Önce hamdle başlayıp zatını sıfatlarını tanıtıyor. Arkasından kullar üzerindeki tasarrufunu, saltanatını, merhametini, hakimiyetini beyan ediyor.
Sonra kullarına vazifelerini bildiriyor. Ve görevlerini gereği gibi yerine getirmeleri için onlara duâ, tazarru telkin ediyor.
Doğru yola gitmelerini ve daha önce bu yolun yolcusu olmakla nimetlendirilen kimseleri hatırlatıyor. Onların örnek alınması, kötü örneklere, doğru yoldan çıkıp gadabı ilâhiyi hak edenlere uyulmaması tenbih ediliyor. Daha sonra sırat-ı müstakime sevk eden Hakk’ın kelamı Kur’anı Kerim’i tanıtıp, onda şüphe olmadığı, takvâ sahiplerine hidâyet kaynağı olduğu ve müttakilerin özellikleri anlatılıyor. Mümin, münafık, kafir olarak üç sınıfta toplanan insanoğlunun hali pürmelalleri sırasıyla gözler önüne serilip insanın kendini tanımasını sağlıyor.
Öncelikle müminlerin görevlerini, özelliklerini sonra kafirlerin durumlarını daha sonra da münafıkların hallerini teşbih, mecaz ve hakikatlerle deşifre ediyor.
Bu sınıflandırmadan sonra tüm insanlığı asli göreve, kulluğa davet ediyor. Yaratma, var etme, türetme, çoğaltma vasıflarını hatırlatarak takvâya yöneltiyor. Afaki enfüsi deliller serdediyor. Sonra takvâya sebep olan ilmin kaynağı Kitabullah’ın inanılıp yaşanması için akli delillerle ikna etme yoluna giriyor.
Mislini getiremediğine göre bu kitabın ilâhi olduğuna inanılmasını, bir kul kelamı olamayacağını anlayıp Allah’a olan inancını, bağlılığını pekiştirmesi isteniyor. En son olarak da korku, ümit ikilisiyle kamçılanıp uçuruma gitmek üzere olanları ikaz ediyor. Kafirleri cehennem odunu olarak vasfettikten sonra, ümit kapısını aralayıp müminleri müjdeliyor.
Âhirette kafirin boynunda bir kibrit taşı asılıdır:
1- Tez yanar,
2- Çabuk söner,
3- Kötü kokuludur,
4- Çok sıcaktır,
5- Ve gövdeye yapışır.
Bu âyette ‘ الْحِجَارَةُ ’ kelimesinden kastedilen heykeller ve ibâdet edilen putlardır. Ancak aynı ifadede, çıra, kömür gibi ateşi tutuşturan taşlar bulunduğu da bildirilmiş oluyor ki, fen adamları bunun ‘taş kömürleri’ olduğunu söylemişlerdir.
‘ وَقُودُ ’, ateş yakılan kibrit, ot, çöp, çıra, paçavra, odun gibi şeylerin hepsi için söylenir.
Görüyoruz ki, Kurân’ın beyanları ne kadar canlıdır. Tamamen ilmî bir konu mantıkî, ruhî ve somut delillerle hem vecîz, hem gâyet basit ve güzel bir şekilde anlatılıyor. Yüksek bir minberden büyük ve çeşitli bir cemaate hutbe okuyan fevkalâde belağatlı bir hatibin, gereğine göre kâh sağa, kâh sola ve kâh merkeze dönerek, bazen hepsine ve bazen bir kısmına, kâh muhaliflerine ve kâh muvafık (kendine uyan)larına ve kâh hepsinin karşısında özel yaverine hitap etmesindeki açık ültimatomları temsil ediyor.
Cehennemi bildiği halde günah işleyen kimseye hayret ederim. Hz. Osman
Yahya (as)’ı Ağlatan Şey
Vehb b. Münebbih anlatıyor:
Bir gün Zekeriya (as), oğlu Yahya (as) bir kabir üzerine yaslanmış ağlar görünce sorar:
‘Ey oğul! Neden ağlıyorsun?’
Hz. Yahya:
‘Anam bana haber verdi. Cebrail sana gelerek ‘cennetle cehennem arasında alevli bir yer var. Onun hararetini gözyaşından başka bir şey söndürmez’ demiş, der. Bunun üzerine Zekeriya (as) oğlu Yahya (as)’a ‘Ağla ey oğul, ağla’ der.
Korku - Ümit Muvâzenesi
Cenâb-ı Allah Kur’an’da ne zaman bir vaid (tehdit) âyeti zikretse, onun yanında vaad âyetini de zikreder. Faydaları:
1- Allah (cc) adaletini ortaya koyar.
2- Korku ve ümidin terazili olması gerekir. Bu ise ancak bu yolla olur.
3- Allahu Teâlâ vaadi ile rahmetinin tamlığını, vaidi ile de hikmetinin tamlığını göstermiştir. Bu, insanı irfana götürür.
Vaad âyetleri umumi mana ifade ederler, vaid âyetleri ise hastırlar. Hass olan ifadeler, amme ifadelerden daha sonra nazarı itibara alınır.
❊ ‘ وَلَنْ تَفْعَلُوا ’ cümlesinde itiraz var. (İtiraz: Konu arasında gelen parantez cümledir.) Bir çok maksatlarla gelir. Burada tekit maksatlıdır. Çünkü bütün himmetlerini sarf edip çalışsalar da muvaffak olamayacaklardır.
❊ ‘ فَاتَّقُوا النَّارَ ’ cümlesinde kasır var. Maksat cümle kuruluşunu ve fesahatı bozmadan, az sözün tahtında çok mana ifade etmektir.
❊ ‘ فَاتَّقُوا النَّارَ ’ cümlesinde icaz-ı hazif var. İcaz-ı hazif, kelimenin cümlenin veya karineyle mahzufu tayinle bir çok cümlenin hazfedilmesidir. Âyetle ateşten korkan bütün tehlikelerden nefsini sakınması gerekir ki saymak uzun sürer. Büyük günahları ve inadı terk etmek, bunlardan bir kaçıdır.
25- İman edip sâlih amel eden kimseleri müjdele. Onlar için, altından ırmaklar akan cennetler var. Ne zaman onlardan bir meyve rızık olarak kendilerine yedirilse: ‘Bu daha önce yediğimiz şu rızıktır’ diyecekler. Bu kendilerine benzer olarak sunulacak. Orada onlar için tertemiz zevceler var ve onlar o cennetlerde ebedi olarak kalıcıdırlar.
Bu âyet vasıtalı kinaye sanatı ile gelmiş, uzun hazifleri hatırlatıyor. Şöyle ki; inanıp inandırıcı olanlar, kendilerini, ailelerini, çevrelerini, cemiyeti düzeltecek işler yapanlar dünyada huzur içinde, vicdan azabı duymadan yaşayacak. Hep yüzünü güldürecek, sevindirecek işler yaptığından mesut, mesrur olacak. Dünyasını cennete çevirecek. Bunun mükafatı olarak ebedi cennetleri, daimi mutlulukları, sermedi saadetleri kazanacak. Ey bu evsafta olan muhterem insan! Şimdiden düşün (kevn-i lahık); içinde şarıl şarıl berrak ırmaklar akan nadide bahçeler ebedi olarak senin olacak.
Tertemiz aile hayatı, ancak benzeri ile tarif edilebilecek, bitimsiz tatta meyveler, rızıklar ebedi olarak sana verilecek. Şimdi bu müjdenin süruru ile yaşa. Gayretine gayret katarak hedefine koşar adımlarla yürü! Müjdeden alacağın zevk sana sırat-ı müstakimde yakıt olsun. Cennete koş. Ümit kuşun kanat açsın. Engellere takılmadan cennetlere uç.
İşte bütün bu manaları düşündürecek, çağrışım yaptıracak tarzda âyet icaz (kısaltma) sanatı ile kulun akıl, haya, gönül ekranlarını canlı tutmaktadır. Âyet-i kerime söylenenden söylenmeyeni, sözden maksadı, özetten detayı hatırlatır tarzda sunulmuş.
İman ve sâlih amel ikiz kardeştir. Birbirinden ayrılmaz. İman amelsiz, amel imansız olmaz. İman tasarı, amel onu yürürlüğe koymaktır. İman ameli harekete geçirirken, amel de imanı korur. İman ruh, amel beden, ölünceye dek birbirinden ayrılmamalı.
İman esaslarına bütün gönlüyle inanan mümin bu inancı uygulamaya dökebilecektir. İmanın herbir esası onu vazifeye çağıracaktır.
Şöyle ki; ‘Âmentü billahi’ diyen bir mümin, Allah’ın varlığına, birliğine, kudretine, ilmine, izzetine, hikmetine, rahmetine, affına, mükafatına, cezasına, işitmesine, görmesine, kelamına, eşi, benzeri, ortağı olmadığına, yaratan da, emir veren de, hüküm koyan da O olduğuna kesin inandığında bu imanın icabı olarak o Zat-ı zülcelal’e, mülkün sahibi Rabb’ül âlemin’e kemal-i edeple teslim olup, O’nun buyruklarına gönülden boyun eğer. Onu dinler, O’nu sever, O’na bağlanır. Ona kulluk etmeyi boynuna borç bilir. Çünkü iman teslimiyeti gerektirir. Rabbini tanır, bilir, güvenir ve teslim olur. Onun rızâsını kendi rızâsına tercih eder. Yaptığını O’nu râzı etmek için yapar. Yapmadığını da O’nu gücendirmemek için yapmaz.
‘ صَّالِحَاتِ ’ kelimesi, iyi, dürüst, faydalı, uygun, düzenli, kusursuz ve anlaşma, sulh içinde olmak anlamına gelen ‘ صَلَحَ ’ kökünden ism-i failin cemi müennes kökünden gelmektedir. Hazfolunmuş ‘ عَمَلََا ’ şeklindeki mefulü mutlakın sıfatıdır. Bu nedenle tekit, nevi, adet ifadeleriyle mücehhezdir. Yani amelini, işini, vazifeni, tatbikatını ve işlerini eksiksiz yapmak, sürdürmek, günbegün amelini geliştirip pekiştirmek manalarını içerir.
İbaredeki hazif gün gibi aşikar. Hazifsiz düşündüğümüzde ‘sâlih işlemek’ gibi eksik mana çıkar. Buradaki hazıf hem cümleyi kısaltmak hem de amelden ziyade amelin sağlayacağı faydayı, sahibini düzeltmesi amacını nazar-ı dikkate sunuyor.
İsm-i fail kalıbından gelerek ‘sâlihleştirici bir amel’ anlamı taşıması da bu tezi doğruluyor.
‘Sâlih amel’ ‘sâlih kimse’ ‘sâlih mal’ ‘sâlih evlat’ ‘sâliha kadın’ tabirleri Kur’an ve sünnette karşımıza çıkan vahiy ıstılahlarındandır.
Sâlih amel, imanla beraber müminin maddi mânevi, dünyevi uhrevi, şahsi umumi bütün söz, fiil ve hallerinde ifrat tefritten sakınmasıdır.
İnanıp yararlı iş yapanları ağaçlar, köşkler, altından ırmaklar akan cennetlerle müjdelemesi insanın hayal alemini tezyin edip mest-u hayran bırakır. Buna belagat dilinde tecessüm (gözünde canlandırma sanatı) denir. İnsan hayatı için barınak, en elzem ihtiyaçtır. Bahçeli bir ev onun hayal dünyasını süsler. Şairlerin şiirlerine konu olur. Bahçenin içinden akar suyu da bulunursa, hiç solmayacak, kurumayacak demektir.
Bu bahçe binbir çeşit, rengarenk yeşillikler, leziz meyvelerle sahibini mesrur eder. Burada gördüğü ve tattığı herşey daha önce gördüklerine benzeyen, yadırgamayacağı türdendir. Bu güzel bahçede yalnız yaşamak olmaz, temiz görünümlü, temiz kalpli, temiz tiynetli içi dışı, özü sözü temiz zevceler var. Sırf kendilerine ait, gözlerini eşlerinden başkasına çevirmeyen, iri gözlü, tatlı dilli, güler yüzlü zevceler.
Ab-ı hayatta yıkanıp, içlerinde kin, nefret, kıskançlık, hainlik olmayan, arınmış, temizlenmiş, pırıl pırıl zevceler. Mutlu mesut, tertemiz; elemsiz, kedersiz, hastalıksız, ölümsüz zevklerin doruğunda bitimsiz, ebedi bir hayat.
‘ صَالِحَات ’ kelimesi ‘ صَالِح ’ın çoğuludur. ‘ صَالِح ’ aslında iyi, yararlı, aklen ve naklen doğru, hayırlı mânâsına sıfat iken nakil ت 'si ile (‘hasene’ kelimesi gibi) ‘güzel amel, güzel iş’ mânâsına isim olmuştur, kalbî, bedenî, malî olmak üzere üç çeşidi vardır.
Burada iman ile amelin ayrı ayrı zikredilmesi aralarında fark olduğunu gösterir. Fakat müjdeleme sadece imana değil, tümüne yapılmıştır.
Mânevi Rütbenin Sebepleri
Beşir b. Haris (ra) anlatıyor: Rasulullah’ı gördüm. Bana şöyle dedi:
‘Ya Beşir Cenâb-ı Hakk’ın seni, niçin akranının üstüne yükselttiğini biliyor musun?’ buyurdu.
‘Hayır ya Rasulallah.’ Rasulullah (sav):
‘Benim sünnetime talip olup sâlihlere hizmet, kardeşlerine sohbet ve benim ashabıma ve ehli
beytime muhabbet gösterdiğin için Cenâb-ı Hakk seni ebrar derecesine yükseltti’ buyurdu.
Sâlih amel
✦ Bir kul sâlih amel işlerken araya bir hastalık veya sefer girerek mani olsa Allah ona sıhhati yerinde ve mukim iken yapmakta olduğu sâlih amelin sevabını aynı yazar. Hadîs-i Şerîf (Buhari)
✦ Amellerin Hz. Allah’a en sevimlisi, aç fakiri doyuran veya onun borcunu ödeyen veyahut herhangi bir sıkıntısını gideren kimsenin amelidir. Hadîs-i Şerîf (Ramuzul Ehadis)
✧ Amelin kabulü:
1- İlim: İlim sahibi olursa yapacağı işi bilerek yapar.
2- Tevekkül: Tevekkül sahibi olursa kalbini ibâdet için boşaltır, halktan bir şey beklemez.
3- Sabır: Sabır ameli tamamlar.
4- İhlâs: Sevaba nail olmak için ihlâs gerekir.
♡ Sâliha kadın
♡ Ehl-i hakikate göre sâliha bir kadının;
♡ Güzelliği takvâ
♡ Zenginliği kanaat
♡ Süsü iffet (fesat ve şehvetten kaçınmak)
♡ Nafilesi efendisine hizmet
♡ Himmeti ölüme hazırlıktır.
Cennet aslen lügatte masdar binâ-i merredir ki ‘bir örtüş’, ‘bir kerre setr’ demektir ve bu fiilin bütün müştaklarında bir nevi ‘örtme’ mânâsı vardır. Nitekim ‘cin’, herkese görünmeyen gizli bir çeşit yaratık. ‘Cinnet’, aklın kaybolması; ‘cen’ kararmak, görülen eşyanın bakıştan gizlenmesi demektir.
‘Cennet’ bir örtü mânâsından, zemini görünmez, gâyet girift ağaçlarla örtülmüş bahçe ve bostan demektir.
Dini ıstılahta, dünya gözüyle görülemeyen içine girilmeden görülmez, gizli, çok değerli bağların, bahçelerin, gaybda gizli ‘dâru's-sevab’ (sevab yurdun)ın ismi olmuştur. Kur'ân'da ‘ الجَنَّةُ ’ denildiği zaman bu manada anlaşılır. Fakat ال ’sız olarak ‘cennetün’ denildiği zaman bazen de herhangi bir bahçe manasında gelmiştir. ‘Altından ırmaklar akan cennetler’ denildiği zaman da Cennetin mertebeleri kastedilir.
Bunlar öyle büyük ve geniş cennetlerdir ki altında mesela dünyadaki Nil, Fırat, Ceyhun, Seyhun nehirleri gibi büyük büyük ırmaklar akar. Öyle küçük çaylar, su kanalları, arklar değil, nehirler. Halis temiz su nehri, taze süt nehri, safi bal nehri, sarhoş etmez, aslı tasavvur olunmaz, içeceği temiz nehir akar.
Bu cennet bahçelerinin ayrıntılarını sormak mı istersiniz? Bunlar tarif edilir şeyler değildir. Onlarda: ‘Hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak duymamış, hiçbir beşerin kalbine gelmemiş’ (hadisinde dile getirilen) şeyler vardır. Çünkü insanlar örneğini görmedikleri şeyleri anlayamazlar.
O güzel amel sahibi müminler, bunlardaki meyvelerden bir rızık ile rızıklandıkları her defasında ‘bu, o rızık ki, bize bundan önce yani dünyada da kısmet olmuştu’ diyecekler. Ve her alışta onu başlangıçta dünyada rızıklandıkları nimet türünden görecekler.
Gaybdaki o bahçeleri, dünyadaki iman ve amelleriyle yetiştirdiler. Bunların bir çeşit meyvesi dünyada da az çok görülür ve hatta tadılır. Nitekim ‘Rabbinin huzurunda hesap vermekten korkan kimse için iki cennet vardır.’ (Rahmân, 46) buyurulmuştur ki, biri dünya, biri âhiret cennetidir.
Gerçekte insanların hepsi Allah'tan korkmuş ve ona göre amel etmiş olsalardı, dünyanın da her tarafı cennet kesilirdi.
Fakat Allah'ı tanıyanlar ve ondan korkanlar için bundan başka bir cennet daha vardır.
İki âlemdeki bu zevk, bu semere (meyve) arasında büyük farklar vardır. Biri saf olmayan, diğeri saftır; biri gaybe ait zevk, diğeri mahz-ı şühût (tamamen görme, görünme)dur. Biri elden kaçabilir, sonlu, bitimli; diğeri devamlı ve ebedîdir. Dünyada bu rızık, bu semere, gölgesiyle tadılır. Âhirette ise tam hakikati ile ayn-ı vücut (aynı varlık) olarak hakka'l-yakîn (gerçekliğinde şüphe olmayan) bir şekilde tadılır.
Bu âyet bize gösteriyor ki, dünyada anlayış ne kadar yükselir, iman ve amel de onunla ne kadar uygun olursa âhirete ait meyveler de o kadar çok olacak ve o oranda yükselecektir. ‘Ey Rabbim, ilmimi artır, de.’ (Tâhâ, 114).
Bu meyvelerden başka onlar için o cennetlerde tertemiz eşler vardır. Ve bunların hiç birinde dünyadaki pisliklerden eser yoktur. Bunlar sadece temiz değil, her yönden temizlenmiştirler. O zevcelerde (hanımlar) ne maddî kir, hayız ve nifas gibi cismanî; ne de ahlâksızlık, geçimsizlik, biçimsizlik, münasebetsizlik gibi ahlâki pislikler yoktur, kocalar da öyle pak, tertemizdirler.
‘Dâr-ı İslâm’ (İslâm ülkesi) dediğimiz müslüman vatanının da böyle olması gerekir. Ve bu âyet sınırlamasıyla buna da işaret etmiştir.
Cennet meyveleri renk, şekil, biçim olarak birbirine benzerler ama tat ve lezzet bakımından farklılık gösterirler. Bu yüzden cennetteki bir kimse, herhangi bir meyveyle karşılaştığında onu daha önce de yediğini sanır.
Bir Ârâbi Peygamber Efendimize (sav) gelerek dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Ben bir ay oruç tutar, beş vakit namazımı kılarım. Bunlardan
başka bir şey yapmam. Çünkü fakirim ve zekât, hac borçlusu değilim. Bu hâlim
ile ölürsem ben kıyâmette hangi dâr’da (cennette mi, yoksa cehennemde mi) olurum?
Bu suâle Peygamber Efendimiz (sav) tebessüm buyurarak şöyle cevap verdi:
- Gözünü iki şeyden (harama bakmak ve başkalarını küçük görmekten), kalbini iki
şeyden (hased ve kinden), dilini iki şeyden (yalan ve gıybetten) muhâfaza edersen,
cennette berâber oluruz. Hadîs-i Şerîf (Buhari, Müslim)
Müjde
✦ İslam’a hidâyet olup yetecek kadar nafakası bulunan ve buna râzı olan kimseye müjdeler olsun. Hadîs-i Şerîf
✧ Kul beş şeyle cennete girmeye hak kazanır:
1- Eğriliği bulunmayan istikamet
2- Hataya düşmeyen içtihat
3- Gizli ve aşikardan Allah’ın kendini murakabe ettiğini bilmek
4- Hazırlanmak suretiyle ölümü beklemek
5- Hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çekmek.
Âhiret nimetleri ile ilgili âyetlerin çoğunda, dünyadaki birçok meyvenin, içeceğin isimleri sıralanır; İncir, hurma, kuş eti, zencefil, kafur, misk, sedir, yastık serilmiş döşemeler, kâse, ipek, inci...vs. gibi. Allahu Teâlâ, âhiret nimetlerini ve azabını, insanların dünyadaki alışık oldukları şeylere benzer kılmıştır. Çünkü insan, görmediği ve tasavvurunun çerçevesine girmeyen şeyleri anlayamaz, algılayamaz.
❊ ‘ تَجْرٖي مِنْ تَحْتِهَا ’ kavlinde mecaz-ı mürsel var. Bazı belağat âlimlerinin dediği gibi nehir mecra ise mahalliyet alakası ile mecaz-ı mürsel. Su mecra manasına olduğunda o zaman mecaz yoktur.
❊ ‘ تَحْتِهَا ’daki ‘ هَا ’nın nasb ve sükûn olmak üzere iki lügatı vardır.
❊ ‘ هٰذَا الَّذٖي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ ’ cümlesinde teşbih-i beliğ var. Teşbih-i beliğ diye isimlenmesi edat-ı teşbihin hazf olup teşbihin iki tarafı müsâvi olmasındandır.