Sureler

Göster

Bakara Sûresi 122. Ayet

يَا بَنٖٓي اِسْرَائٖلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّتٖٓي اَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَاَنّٖي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمٖينَ

122- İsrailoğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve sizi vaktiyle diğer milletlere üstün kıldığımı hatırlayın.


Bir önceki âyet, İsrâiloğullarını son peygambere inanan ve inanmayan diye ikiye ayırıp özelliklerini bildirmişti. Cümle gaib sigasıyla gelmişti. Bu âyet muhatap sigasıyla gelerek bir üsluptan diğer üsluba döndü (iltifat). Ta ki zihinlerde canlılık ve dinleyenlere değişikliğin lezzeti tattırılsın.

Ayrıca heyecan uyandıran sanatlardan nida ile geldi. Özel has isimle marife oldu (mefhumu lakap).

Cenâb-ı Hakk bu âyetle Efendimizi (s.a.v.) inkara devam eden yahudilere kendilerinin bildiği, fakat Efendimizin (s.a.v.) henüz bilmediği geçmiş hallerini beyan ederek hem Efendimize (s.a.v.) onları tanıtıyor, hem de onları usulünce ikaz ediyor (idmaç sanatı).

Bu durum Efendimizin (s.a.v.) bizzat vahy-i ilâhiye mazhar olduğunu gösteren bir mucizedir. Asırlar önce yaşanmış olayların gündeme gelmesi, bir bir anlatılması, ne aklın işi, ne öğretinin, ne tecrübenin. Belli ki haber ötelerden geliyor.

İsrâiloğullarına öncelikle verilen nimetler, faziletler hatırlatılarak hem (hüsn-ü ibtida) güzel bir giriş yapılıyor, hem de insafa çağrılıyor: ‘Sizi asrınızda risalet ve nübüvvetle muasırlarınıza üstün kıldık. Sizden peygamberler, melikler gönderdik. Siz bu üstünlüklerle asırlardır övünüyorsunuz. Yani peygamberlik şerefinin ne demek olduğunu çok iyi biliyorsunuz. O halde vasfını Tevrat’ta okuyup, evlatlarınızdan daha iyi tanıyıp bildiğiniz son peygamberi neden kabul etmiyorsunuz? Taassubunuz, hasediniz, inadınız sizi gerçeği anlamaktan, hakka uymaktan, ebedi saadetten alıkoymasın.’

Âyette nimet vurgulanıyor. ‘O nimet ki (risalet) onu ben size verdim’ cümlesi şunu ifade eder: ‘Veren de ben, alan da.

O gün size vermiştim, sizi üstün kılmıştım. Bugün İsmail oğullarına verip onları üstün kıldım. Bu üstünlükte sizin dahliniz yok ki, onu sahiplenip kimseye layık görmüyorsunuz.

Oysa siz o nimetin kadrini bilmemiş, nice taşkınlıklar yapmıştınız. Şimdi de Allah’ın son peygamberine karşı çıkmayın. Onun dini kıyâmete kadar devam edecek. Ona gelen Kur’an bizzat Allah tarafından korunacaktır.’



     Senin aşkın var Allah’ım

     Bülbüllerin ötüşünde
     Senin aşkın var Allah’ım
     Şafakların söküşünde
     Senin aşkın var Allah’ım

Tomurcuklu sümbüllerde
Güle âşık bülbüllerde
Mâtem dolu gönüllerde
Senin aşkın var Allah’ım

     Ne tat vardır şu narlarda
     Şu hoş esen rüzgarda
     O fışkıran pınarlarda
     Senin aşkın var Allah’ım

Musa kavmi kaldı çölde
Yürü nefsim sen de öl de
Serin sulu mavi gölde
Senin aşkın var Allah’ım

     Hak kelamdır her sözlerde
     Kur’an aşkı var özlerde
     Feri sönmüş şu gözlerde
     Senin aşkın var Allah’ım

Garip nefsim sözü kes de
Hakk’ı zikret her nefeste
Kafesteki şu bülbülde
Senin aşkın var Allah’ım

Bakara Sûresi 123. Ayet

وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْزٖي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْـًٔا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنْفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ

123- O günden korkun ki, orada kimse, kimse için bir şey ödeyemez, azaptan kurtulmak için kimseden bedel kabul edilmez. Ve o kimseye şefaat fayda vermez, onlar yardım da olunmazlar.


Siz yahudiler bugün birbirinizi kayırır, savaş esiri düşenlere fidyesini verir, kurtarırsınız. Irkınızdan başkasını insan bile kabul etmez, onlara zulmetmekten uzak durmazsınız. Öyle bir günden korkun ki (mecazı mürsel, zamana isnadkimse kimse namına bir şey ödeyemez. Kurtuluş akçesi, fidye vs. bedel kabul edilmez. Herkes azabını bizzat çekecek. Öyle adamın adamını bulmak, filanın kartı, falanın selamı, organizasyonların harekete geçmesi orada fayda vermez. Rüşvet teklif edilmez. Yardım, şefaat mümkün değil. Bugünden başınızın çaresine bakın.

Bakara Sûresi 124. Ayet

وَاِذِ ابْتَلٰٓى اِبْرٰهٖيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَاَتَمَّهُنَّؕ قَالَ اِنّٖي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ اِمَاماًؕ قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّتٖيؕ قَالَ لَا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمٖينَ

124- Hatırlayın ki bir vakit, Rabbi İbrâhim’i bir takım kelimelerle imtihan etmişti de, o bunları tamamen yerine getirmişti. Allah (c.c.): ‘Seni insanlara imam (rehber) yapacağım’ buyurdu. İbrahim: ‘Benim zürriyetimden de yap’ diye yalvardı. Rabbi ise: ‘Zâlimler ahdime nâil olamaz!’ diye buyurdu.


Üstünlük soyla olsaydı, Hz. İbrahim imam seçilmesi için imtihana tabi tutulmaz ve ‘Benim zürriyetimi de imam yap’ arzusu reddedilmezdi. Bu gerçeğin vurgulanması için takdim sanatı (mefulün failden önce gelmesi) yapıldı.

Hz. İbrahim’i imam yapmadan önce yüce Rabbisi eğitmiş, öğretmiş, sonra da imtihan etmiş (vasıtalı kinaye). Bu imtihan (haşa) İbrahim’i tanımak için değil, geleceği makamın yüceliğini ve bunun ancak liyakatli, hak kazanmış kimselere verileceğini göstermek ve onun kadr-u kıymetini alemlere duyurmak içindi.

Öte yandan, şu içinde bulunduğumuz bir imtihan dünyası değil mi? Burada ebedi saadete ermenin, cennete girmenin elemesi yapılmıyor mu? Dereceler, derekeler burada tesbit edilmiyor mu?

Hz. İbrahim dünyada olabilecek imtihanların en ağırı ile imtihan olmuş ve barajı geçip ulu’l azim peygamber ve Allah’ın halili olmaya biiznillah hak kazanmış, Cenâb-ı Hakk’ın övgüsüne mazhar olmuştur. Onun Halilullah olmasının sebebini melekler dahi merak edip sormuşlar. Cevap müthiş: İbrahim’i görmez misiniz? Nasıl malını misafire, evladını kurbana, bedenini ateşe, kalbini Rabbine verdi de Allah’ın dostu oldu?

İşte böyle imtihanlardan geçti, hem de tek başına bir millet olarak.

Hz. İbrahim tevfikin, başarının Rabbinden olduğunun şuuruyla kendine bir pay çıkarmadan Rabbinin lütfu olarak kabul ettiği imamet nimetini zürriyeti için de Rabbinden istemiş, geçirdiği imtihanları hiç kaale almadan. Cenâb-ı Hakk ‘Benim ahdime zâlimler ulaşamaz’ diye imtihanı gündeme getirmiş, itaatin, itidalin, adaletin şart olduğunu bildirirken aynı zamanda zürriyetinden iyiler geleceği gibi, itaatten çıkıp nefsine zulmedenlerin de olacağını bildirmiş. (İdmaç)

Cenâb-ı Hakk bu âyette imamete ‘Ahd’ ismini vermiş. Çünkü burada imamlık hak yolda lider olmak, namazda imam olmak kutsi bir görev olmakla beraber Rabbinin buyruklarına itaat etmek, O’ndan aldığı bilgileri, ahitleri gündemde tutmak demektir. İmamlık sadece söylemek, anlatmak, yönetmek değil; bizzat yaşayarak örnek olmaktır.

Allah’a itaat etmeyen, elest bezminde verdiği sözü tutmadığından zâlim olmuş, önderliğe layık görülmemiştir.

İptilâ ve Belâ

Tecrübe ve imtihan mânâsınadır ki, esasen iki farklı anlamı içine alır: Birisi bir şeyin gizli özelliğini, içyüzünü tanımayı istemek, diğeri de o şeyin iyi ve kötü yanlarını, eksik veya üstün taraflarını ortaya çıkarmaktır. Birinci mânânın, gizliyi ve açığı bilen Cenâb-ı Allah hakkında tasavvuru mümkün değildir. Allah'ın Hz. İbrahim'i imtihana çekmesi, ikinci anlamıyla ele alınabilir.

‘İbrahim’ isminin esasen Süryanî dilinden geldiği ve Arapça’da ‘merhametli baba-Eburrahim’ demek olduğu, bu şekilde Arapça ile Süryanîce arasında lafız ve mânâ yönünden bir benzerlik bulunduğu söylenmiştir.
 

İmam

Öne geçmek, maksud (kastedilen) ve metbû (tabi olunan) olmak mânâsına gelen masdardan alınmış ve me'mûm (uyulan) mânâsına isim olmuştur ki, muktedabih, din ve dünya işlerinde insanlara öncülük ve riyaset etmektir. Bunun en son ve en yüce mertebesi de risalettir. Bu imamet amelde düstur olacak birtakım dinî hükümlere, millet ve şeriate sahip kılmak ve bununla insanların önüne geçirmektir.

İşte Ey İsrailoğulları, sizin vaktiyle o nimete, o üstünlüğe nail olmanızın sebebi ta Hz. İbrahim devrinden, onun Rabbine verdiği imtihandan ve bu kelimelerden, Rabbinin ona olan ahd ve va'dinden ileri geliyordu. Siz Hz. Musa devrinde zâlim değil, bilakis İbrahim soyundan gelenler içinde belki en mazlumları idiniz. İşte bundan dolayı o nimete nail oldunuz.

Uzun süre nübüvvet ve imamete nail olmuş bir ümmet olarak, âlemlere üstün tutuldunuz. Fakat o altın buzağıya tapma hadisesinden itibaren zulme başladınız, git gide bütün harekatınızda bu zulüm nihâyet kavminizin genel karakteri haline geldi, artık bundan sonra imamet İsrailoğulları'ndan çıktı ve İbrahim zürriyetinin öbür koluna geçti. İbrahim'in bu imtihanını ve bu kelimatını iyi hatırlar ve üzerinde iyi düşünürseniz, açık seçik anlarsınız ki, Tevrat'ta geleceği vaad edilen ahir zaman peygamberi İsrailoğulları'ndan değil, İsrail'in amcası olan Hz. İsmail evladından gelecektir.

Hz. İbrahim ve İmtihanı

Hz. İbrâhim (a.s.), Hz. Nuh’tan sonra gönderilen ilk peygamberdi. Dâvetine kendi ülkesi olan Irak’ta başladı. Daha sonra Suriye, Filistin, Mısır ve Arabistan’a gitti. Bunu tâkiben, çeşitli yerlere elçilerini gönderdi. Yeğeni Lut’u eski Ürdün’e; oğlu İshak’ı Suriye ve Filistin’e; büyük oğlu İsmâil’i de Arabistan’a gönderdi. Daha sonra Allah ona Mekke’de, Kâbe’yi yapmasını ve orayı dâvetinin merkezi olarak belirlemesini emretti.

Hz. İbrâhim (a.s.)’in iki oğlundan iki kavim meydana geldi; İsmâiloğulları ve İsrâiloğulları. Birincisi Arabistan’a yerleşen Hz. İsmâil (a.s.)’in torunlarıydı. Kureyş ve diğer bazı Arap kabileleri onun doğrudan torunları oluyorlardı.

İkincisi, yani İsrâiloğulları, İshak’ın oğlu Ya’kub’un torunlarıydılar. Hz. Yusuf, Hz. Mûsâ, Hz. Dâvud, Hz. Süleyman, Hz. Yahyâ, Hz. İsa ve birçok peygamber bunların arasından çıkmıştır. Bunlar Hz. İsrâil’den (Ya’kub’un ikinci ismi) sonra İsrâiloğulları adını almışlardı. Onların dinini kabul eden başka gruplar da bu kavme katılmışlardır.

Hz. İsa (a.s.) dâhil bütün İsrâil peygamberleri İslâm’ı, Allah’a teslimiyeti yaymaya çalışmışlardır. Fakat İsrâiloğulları bozulup dinlerini (İslâm) kaybedince, yahûdiliği, daha sonra da hıristiyanlığı icat etmişlerdir.

Hz. İbrâhim’in liderliği, tüm sorumluluklarıyla birlikte İshak ve Ya’kub’un torunları olan İsrâiloğullarına devredilmişti. İsrâiloğullarından tekrar tekrar hatırlamaları istenen özel nimet işte budur. Buna uygun bir şekilde, Kudüs’teki Kutsal Mâbed, Hz. Süleyman (a.s.) döneminde merkez ve Allah’a ibâdet edenlerin kıblesi yapılmıştı. İsrâiloğulları bu görevin önderleri olarak kaldıkları sürece de Kutsal Mâbed aynı şekilde korundu.

Buraya kadar yapılan hitaplarda (40-121. âyetler) Allah, İsrâiloğullarını önderlikleri sırasında işledikleri günahlar nedeniyle suçluyor. ‘Siz, verilen nimete lâyık olmadığınızı gösterdiniz, artık siz önderliğe uygun olmayan bir millet haline geldiniz.’

Onlara, insanlığa önderlik etmenin Hz. İbrâhim (a.s.)’in soyundan gelenlerin tekelinde olmadığı; çünkü, hiç kimsenin doğuştan getirdiği özellikleri nedeniyle böyle bir hak iddiâ edemeyeceği söyleniyor. O, sadece Hz. İbrâhim (a.s.) gibi kendisini Allah’a teslim eden ve O’nun hidâyeti üzere olan kullarına lutfedilen bir mertebedir. İsrâiloğulları, yoldan saptıkları için bu görevden alınmışlardır.

Bundan sonra Hz. İsmâil ve Hz. İbrâhim’in duâlarına uygun olarak Hz. İsmâil’in soyundan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamber olarak seçildiği gösteriliyor. Onun peygamber olarak seçilmesinin nedeni, kendinden önceki bütün peygamberlerin uyduğu yola tâbi olmasıdır. Bu nedenle, sadece Hz. Peygamber’e uyanlar, önderliğe uygun niteliklere sahiptirler.

Peygamber (s.a.v.) efendimizden nakledildiğine göre, Allahu Teâlâ Hz. İbrahim’i ‘Halil (dost)’ edindiğinde melekler:

– Ya Rab! O’nun gönlünde mal, evlat ve aile sevgisi varken, O nasıl Senin dostun olabilir? Çünkü çok büyük serveti vardır, dediler. Allahu Teâlâ:

– Onun kalbinde Benim sevgimden başka bir sevgi yoktur; isterseniz onu deneyiniz. Ben bu sınavınızı kendisine bildirmeyeceğim, diye buyurdu. Dört büyük melek birer insan şeklinde yeryüzüne indiler.

Hz. İbrahim’in vadiler dolusu sığır ve koyunu, elli bin tane de çoban köpeği bulunurdu. Buna göre onun malının çokluğu mukayese edilmelidir.

Cebrail (a.s.) Hz. İbrahim’in önünde durarak:

– Şu dağ, taş üzerindeki mallar ve bu mülk kimindir? diye sordu.

Hz. İbrahim:

– Bu mallar ve bu mülk, Allah’ın bize emânetidir, dedi.

Bunun üzerine Cebrail (a.s.) şu zikri yaptı:

– ‘Subbuhun, Kuddusün Rabbunâ ve Rabbu’l melâiketi verrûh / Rabbimiz Allah en Yüce ve en Kudsî, her eksik sıfattan temizdir, hem meleklerin ve hem Rûh’un Rabbidir.’

Bu zikri işiten Hz. İbrahim sarsıldı ve kendinden geçerek, mest-ü hayran olup nice zaman sonra kendine gelebildi:

– Ey yabancı ne olur, o zikri bir kez daha yapar mısın? diye Cebrail’e yalvardı.

Cebrail:

– Şu görülen malların üçte birini bana verirsen dediğini yaparım, dedi.

Hz. İbrahim:

– Tamam ey yabancı, dedi ve Cebrail aleyhisselam bu şekilde üç kez Allahu Teâlâ’yı tesbih etti. Dönüp gitmek üzere iken, Hz. İbrahim O’na seslenerek:

– Ey yabancı bu malların hepsi senin oldu, niçin bunları almadan gidiyorsun? dedi.

Cebrail (a.s.) bunun üzerine silkelenip melek şekline girdi, diğer melekler de melek suretine döndüler.

Cebrail (a.s.) Hz. İbrahim’e yönelerek:

– Ey İbrahim biz seni imtihan için gelmiştik. Sen bu tavrınla, gerçekten Allah’ın halili olduğunu isbat ettin, dedi.
 

Kelimeler

Hz. İbrahim’in aldığı bu kelimeler, çeşitli âyetlerde zikredilen otuz güzel hasletle tefsir edilmiştir. Şöyle ki:

(Bunlar), tevbe edenler, ibâdet edenler, hamdedenler, saihun (Allah yolunda seyahat edenler.), rükû’ edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın koyduğu sınırları hakkıyla koruyanlardır. (Tevbe, 112)

Şüphe yok ki müslüman erkeklerle müslüman kadınlar, Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar,

İtaat eden erkeklerle itaat eden kadınlar, Sadık erkeklerle sadık kadınlar, Sabreden erkeklerle sabreden kadınlar,

Allah’a derinden saygı duyan erkeklerle Allah’a derinden saygı duyan kadınlar,

Sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar,

Oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar,

Irzlarını koruyan erkeklerle ırzlarını koruyan kadınlar,

Allah’ı çok zikreden erkeklerle Allah’ı çok zikreden kadınlar var ya, İşte Allah onlar için bir mağfiret ve çok büyük bir mükâfat hazırlamıştır. (Ahzab, 35)

Mü’minler, gerçekten kurtuldu. Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler. Onlar ki, boş işlerden yüz çevirirler. Onlar ki, zekât (vazifelerini) yaparlar. Ve onlar ki, iffetlerini korurlar. Onlar ki, emânetlerine ve ahidlerine riâyet ederler. Onlar ki, namazlarını muhafaza ederler. (Mü’minun, 1-9)

 

Ayrıca, Hz. İbrahim’e ait on sünnet de bu kelimeler zımnında değerlendirilmiştir.

Başta olan beş sünnet,

1- Saçını ortadan iki yana ayırmak.

2- Bıyıklarını kesmek (makas ile kırparak).

3- Misvak kullanmak.

4- Mazmaza (Abdestte ağza bol su vermek, ağız temizliği yapmak.)

5- İstinşak (Abdestte burna su vermek, burun temizliği yapmak.)
 

Bedende olan beş sünnet,

1- Tırnak kesmek.

2- Koltuk altlarındaki kılları temizlemek.

3- Etek tıraşı.

4- Su ile taharet.

5- Sünnet olmak.
 

Keza,

- Haccın menasiki,

- Kendisine göklerin ve yerin melekûtunun gösterilmesi,

- Oğlu İsmail’i kurban etmekle imtihanı,

- Nemrut tarafından ateşe atılması,

- Hicret etmesi de bu meyanda sayılabilir.

Bakara Sûresi 125. Ayet

وَاِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِلنَّاسِ وَاَمْناًؕ وَاتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ اِبْرٰهٖيمَ مُصَلًّىؕ وَعَهِدْنَا اِلٰٓى اِبْرٰهٖيمَ وَاِسْمٰعٖيلَ اَنْ طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّٓائِفٖينَ وَالْعَاكِفٖينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ

125- Ve o vakti de hatırlayın ki, Kabeyi insanlar için bir sevap ve emniyet yeri yapmıştık. Siz de İbrâhim’in makamında kendinize bir namazgah edinin. İbrâhim ile İsmâil’e de: ‘Beytimi tavaf edenler, orada ibâdet kastıyla oturanlar, rüku ve secde edenler için tertemiz tutun!’ diye emretmiştik.


Mekke, ümmü’l kura, şehirlerin anası. Cenâb-ı Hakk beytini ne de güzel tanıtmış. Bütün şehirlerin, beldelerin çıkış yeri, anasıdır. Yeryüzünde insanlar için konulan evlerin ilki Kabe’dir. (Ali İmran, 96)

Üm (ana), saran, kucaklayan, barındıran, gözyaşlarını dindiren, sevgiyle teveccüh edilince, kabul olunmuş Hac sevabı kazandıran kutsal varlık.

Beytullah da insanların nazar etmesine bile sevap kazandıran, insanın ana gibi emniyet, huzur içinde olduğu, binlerce sevdalısını döne döne arıtan vahyin kalbi. Peygamberlerin son durağı Beyt-i Muazzama.

‘İbrahim makamını namazgah edinin’ cümlesi ile önceki cümle arasında nice asırlar var. Çünkü Makam-ı İbrahim’in imamın namaz kıldırdığı cephe olması, Peygamberimiz (s.a.v.) zamanında olmuştur.

Beytin emniyet ve sevap yeri kılınması Hz. İbrahim zamanında hatta daha da öncelerden. Bu yanyana iki cümleyle, Kuran’ın ezeli ebede, arşı ferşe bağlama mucizelerine açık bir örnektir.
 

Makam-ı İbrahim

İbrahim (a.s.)'ın Kâbe'yi bina ederken veyahut insanları hacca davet ederken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir. Tavaf namazı, burada kılınır.

‘Makam-ı İbrahim’ tabiri Kuran-ı Kerim’de iki yerde geçmektedir; Bakara 125 ve Ali İmran 97.

Beytü'l-Makdis'den daha önce orası kıble idi. Şu halde burada da kıblenin değiştirilmesine teşvik ve işaret vardır.

Buranın namazgâh kılınmasından muradın iki rek’at tavaf namazı olduğu söylenir. Hz. Peygamber (s.a.v.) tavafı bitirdiğinde makam-ı İbrahime yöneldi ve onun arkasında iki rekat namaz kılıp bu âyeti okudu.

Makam-ı İbrahim’in haremin tamamı olduğu da söylenmiştir. Ayrıca haccın değişik yerleri (Arafat, Müzdelife, Mina) olduğu, musalla edinilmesinin ise buralarda Allah’a duâ edilmesi manasında olduğu da bildirilmiştir.

Bir rivâyete göre Hz. İbrahim oğluna karşılık olarak gönderilen kurbanı burada kesmiştir.

          ✽     ✽     ✽

‘Beyti temizlemek için İbrahim’den ahd aldık’ cümlesi çok manaları içine almış (idmaç) muazzam bir kelam:

1- Evleri sahipleri temizler veya temizletir. İbrahim ve imam ve liderlere Beytullah’ın ve şubelerinin her türlü rahatsızlık veren maddi mânevi kirlerden temizlenmesi bizzat Allah’ın öğretisi, bildirisi, sözleşmesidir.

Temizlik işinin ciddiye alınmasına dikkat çekmektedir. Düşünürler; dağınık, savruk, nizamsız, intizamsız kimselerin ömür boyu huzursuz olacağını tesbit etmişlerdir.

2- Önderler, bizzat iş başında olmalı, Allah tarafından gözetim altında bulunduklarını unutmamalıdırlar. ‘Muhakkak ki Rabbin görüp gözetmektedir.’ (Fecr, 14)

Hani mehteranın ‘Gururlanma padişahım! Senden büyük Allah var’ deyip, padişahı itidale davet etmeleri gibi, Cenâb-ı Hakk insanları, özellikle önderleri bizzat iş başında bulunmaya davet ediyor. ‘İşin olmasını istiyorsan sen yap. Olmasını istemiyorsan başkasına yaptır’ diyenler isabet etmişler.

Bir cemaatin lideri, bir işin patronu, bir eğitimci, bir işin ustası işinin başında olmalı. Başıboşluğun zararlarını anlatmaya gerek var mı?

3- Beytullah’ta olduğu gibi gelen misafirler ibâdet ehli, takvâ sahibi olmalı. Efendimiz (s.a.v.) ‘Yemeğinizi müttakiler yesin. Kişi arkadaşının dini üzeredir’ buyurarak bu duruma açıklık getirmiş.

4- Beytin kıymetini anlatıyor. Öyle bir mabed ki; temizliğini peygambere yaptırıyor. Onu temizlemek en büyük şeref. Oranın misafirleri tavaf, itikaf, rüku, secde gibi ibâdetle meşguller. Yüce huzurdalar. Onların da şerefi anlatılıyor (mefhumu muhalifi olarak).

Peygamberin temizlediği o şerefli beyti siz kirletmemelisiniz, temiz tutmalısınız. Kirli işlerinize alet etmemelisiniz.

Kaç yıl önce Kâbe’ye dünyanın çeşitli yerlerinden 800 hırsız gittiğini emin bir kaynaktan öğrenmiştim. Şimdi daha da artmış olabilir. İşte bu ve benzeri hareketler Kabe’yi kirletmektir. Kalbi hasta olanlara, Kabe hakkında kötü düşündürmemelidir.

Ayrıca hacının biri yolda yediği muzun kabuğunu atıyor, bir diğeri basıp düşüyor ve hemen ‘Pis Araplar’ diye sövmeye başlıyor. Oysa muzu atan kendi memleketlisi. Atan da o, söven de. Kabe temizliği için geceli gündüzlü bin kişi çalıştıran, her iki saatte bir güzel kokulu, ilaçlı, sabunlu sularla Beyti ve çevresini dezenfekte eden, her hacı için zemzem bardağı tahsis eden, ani durumlarda hemen temizliğe koşan, tavanından tabanına devamlı toz alan, cilalayan, boyayan, dağıttığı binlerce kilo hurmanın çekirdeklerini bir anda temizleyen, milyarları, milyarlarca senedir konuklayan bir millete nasıl ‘Pis Araplar’ denir? Bu ne ile izah edilir?

Üstelik Avrupa tuvalet nedir, yıkanmak nedir bilmezken gelen abdest ve gusül emirleriyle bütün dünyaya temizliği Araplar öğretmiş olmasına rağmen.

5- Kabe’de neler yapılması gerektiği anlatılıyor.

Tavaf: En kıymetli ibâdet. Özellikle taşradan gelenler için.

Kabe’de itikaf: Gününü, gecesini Kabe’den ayrılmadan orada geçirmek. Kabe’yle bütünleşmek. Kalp Kabesiyle Beytullah’ı bir arada tutmak. Dış dünyadan kısa da olsa koparak sonraki hayatını zahit yaşamaya hazırlanmak. Rabbiyle baş başa kalmak, ünsiyet etmenin adıdır itikaf.

Rüku-secde: İnsanın Allah’a, emr-i ilâhiye severek, isteyerek, kendi arzusuyla uymasının mücessemleştirilmesidir. Hergün namazda kıbleye yönelmek farz olduğundan aklı başında her mümin Kabe’yi hatırlar, hayal eder. Burada bizzat hayalini değil, güzelliği görür, yaşar, havasını teneffüs eder. Gönül kuşu havalanır, Makam-ı İbrahim’den Makam-ı Mahmud’a cevelan eder.

6- O devirde henüz rüku ile ibâdet eden hiç bir ümmet olmadığı için, ahir zamanda gelecek ümmetin ibâdetinin rüku ve secdeyi içeren bir ibâdet olduğuna da işaret vardır.

 


Sebeb-i Nüzûl

Hz. Peygamber (s.a.v.) Hz. Ömer’in elinden tutup ‘İşte makam-ı İbrahim burası’ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer ‘Orayı bir namazgah yapacak mıyız?’ diye sordu. Hz. Peygamber ‘Bana böyle bir emir gelmedi’ dedi. Ve o gün güneş batmadan makam-ı İbrahim’in namazgâh yapılmasını bildiren âyet nâzil oldu.

Bakara Sûresi 126. Ayet

وَاِذْ قَالَ اِبْرٰهٖيمُ رَبِّ اجْعَلْ هٰذَا بَلَداً اٰمِناً وَارْزُقْ اَهْلَهُ مِنَ الثَّمَرَاتِ مَنْ اٰمَنَ مِنْهُمْ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِؕ قَالَ وَمَنْ كَفَرَ فَاُمَتِّعُهُ قَلٖيلاً ثُمَّ اَضْطَرُّهُٓ اِلٰى عَذَابِ النَّارِؕ وَبِئْسَ الْمَصٖيرُ

126- O vakti hatırlayın ki, İbrâhim: ‘Ey Rabbim burasını emin bir belde kıl. Allah (c.c.)’a ve âhiret gününe inanan halkını çeşitli meyvelerle rızıklandır’ diye duâ etti. Allah (c.c.): ‘İnkar edenleri de kısa bir süre için (yaşadığı sürece) faydalandıracağım, sonra onları cehennem azabına mecbur bırakacağım, orası ise varılacak kötü bir yerdir!’ buyurdu.


Emniyetli bir şehir yap (Çünkü o zaman orası çırıl çıplak bir çöl idi) Ziraate uygun değildi.

Cenâb-ı Hakk bu muazzam beldenin emin olmasının ve inananların meyvelerle, rızıklarla merzuk olmalarının, Hz. İbrahim’in duâsı olduğunu ilan ediyor. Dostun dosta övgüsü, nazı, niyazı arz olunuyor.

Hz. İbrahim Rabbine inanmayanlar için Allah’tan ikram isteği edebe uygun görmediğinden istisna ediyor. Cenâb-ı Hakk engin rahmetiyle ve dünyada herkese ulaşan rahmaniyetinin tecellisi ile inkar edenlerden de bu dünyevi menfaati esirgemeyeceğini bildiriyor. Fakat dünya hayatı ne kadar uzun ve şaşaalı olsa da âhiret ve sonsuz, baha biçilmez nimetler karşısında çok az bir istifade olduğu anlatılıyor.

Bu âyette şu kudsi hadise de telmih (gönderme) var: ‘Dünyanın bir sivri sinek kanadı kadar değeri olsaydı, ondan kafire bir yudum su vermezdim.’

Bu âyetten Beytullah’a geldiği halde ya da Mekke’de yaşadığı halde Allah’a ve âhirete gerçekten inanmayanlar olacağına da işaret vardır. Bugün maalesef hacıların ağzından öyle laflar çıkıyor, öyle davranışlar görülüyor ki şaşırmamak mümkün değil.

Hz. İbrahim’in semerelerden, meyvelerden istemesi de ilginç. Çünkü burası ‘ğayra zî zer’ın’ ifadesinde geçtiği gibi ot bitmez, mahsul olmaz, taşlık kayalık bir belde. Bugün burada tünellerin çokluğu da bunu gösteriyor. Elverişli olmayan yerde tabi ki yerden biten nimetlere ihtiyaç vardır. Cenâb-ı Hakk, Halilinin duâsını kabul edip dört mevsim meyvelerini burada cem etmiş. Dünyanın her tarafından her çeşit meyve seferber edilmiş. Üstelik şimdilerde denizin arıtılmasıyla birlikte su tesisatları ile sulama yapılarak meyve, sebze yetiştirilmekte.

ثَمَرَ  kelimesi aynı zamanda (istiare-i vefakiye) amellerin mahsulünü almak, sevap kazanmak, affa mazhar olmak, derecenin yükselmesi, duâların kabulü manasına da gelir. Çalışmanın semeresini görmek tıpkı bir ağaç dikip yetiştirenin meyvesini devşirmesi kadar zevkli olduğundan istiare yapılmıştır.

Ayrıca insan-ı kamilin semeresi olan Allah dostlarının toplanıp buluştuğu merkez de yine Beytullah’tır.

İnsanoğlu dünyada emr-i ilâhiyi yerine getirmekte zorlanmamıştır. İradesi ile serbest bırakılmış, ta ki kendi isteğiyle yapsın ve kazansın. Eğer zorlanmış olsaydı, hocamızın ifadesiyle ‘Cennet merkep ahırına dönerdi’. ‘Dinde cebir yok’ sözü de bu anlamdadır. Ama insan başıboş değildir. (Kıyame, 36)

Dünya abes yaratılmamıştır. İmtihan yeridir, çalışan kazanır. Cenâb-ı Hakk’ın mülkünde yiyip-içip kulluk yapmamak insan gibi eşref-i mahluka yaraşmaz. Hayvanat dahi kendine verilen görevi yılgınlık göstermeden yaparken insanın gayesiz, hedefsiz, görevsiz olması düşünülebilir mi?

Gün gelir, ömür biter. Serbestlik de sona erer. Âyette buyrulduğu üzere en kötü yer olan ateşe mecbur bırakılır, pişmanlık ateşiyle birlikte yanar da yanar. İmdatsız feryatlarıyla başbaşa kalır.


Sebeb-i Nüzul

İbrahim (a.s.), İsmail ile Hacer'i bırakıp Şam'a döndüğü zaman, Hacer arkasına düşmüş ‘Bu kupkuru vadinin içinde bizi kime bırakıp gidiyorsun?’ diye söylenir durur, İbrahim de ona cevap vermezmiş. Nihâyet Hacer: ‘Bunu yoksa Allah mı sana emretti?’ diye sormuş, bunun üzerine İbrahim: ‘Evet’ cevabını vermiş. Bu sefer Hacer: ‘Öyleyse Allah bizi korur, sen git bizi düşünme!’ demiş. Hz. İbrahim yola koyulmuş, Kedâ tepesine çıkınca vadiye doğru bakıp ‘Ey Rabbim, ben zürriyetimden bir kısmını bu ekin ekmeye elverişsiz vadiye iskan ettim...’ (İbrahim, 37) diye duâ etmiştir.

Aslında Hz. İbrahim, Allah'ın ‘Zâlimler Benim ahdime nail olamazlar’ ilâhî ifadesine dayanarak rızık meselesini de imamet gibi saymış, onu yalnızca inananlara mahsus kılarak duâ etmişti. Cenâb-ı Allah, bu düşüncenin doğru olmadığını, rızkın hem mümine, hem de kâfire ait genel bir dünya nimeti olduğunu, bunun hem din, hem dünyada üstünlük demek olan imamete benzemediğini ihtar buyurarak duâyı tamamlamış oldu.

Bakara Sûresi 127. Ayet

وَاِذْ يَرْفَعُ اِبْرٰهٖيمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَاِسْمٰعٖيلُؕ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّاؕ اِنَّكَ اَنْتَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ

127- Yine o vakti hatırlayın ki, İbrahim Kabe’nin temellerini İsmâil ile birlikte yükseltiyor ve duâ ediyorlardı: ‘Ey Rabbimiz, yaptığımız hayırlı işleri kabul buyur. Hakikaten sen duâmızı işitici ve niyetimizi bilicisin.

 

Cenâb-ı Hakk Hz. İbrahim’in ve oğlu İsmail’in serüvenini anlatmaya devam ediyor. Beytullah’ın temellerini yükselttiklerini anlatıyor ve bizim de hatırlamamızı, düşünüp ders almamızı istiyor.

Çünkü kaide gereği her ‘ اِذْ ’ zarfının tahtında(altında) ‘ اُذْكُرْ / hatırla’ fiili gizlidir. Kendi geçmişimizi hatırlamamız bir mana ifade etmez. Ancak bizi efkarlandırır, üzer. İleri-geri laflar ettirir. Buna rağmen hatırlamak, hatırlanmak için ne gayretler gösteririz. Resimler, video çekimler, hatıralar, doğum günleri, antika eşyalar, yadigâr hediyeler vs.

Bu tutkumuz bizi günaha soksa da vazgeçemeyiz. Bazen emr-i ilâhilere bile farkına varmadan ‘yasak’ deriz. Mesela bir dostumuza hediye verirken ‘Sakın hiç kimseye verme, darılırım. Sende kalsın’ diye ısrar ederken, hediyeyi hediye etmenin sünnet olduğunu gözardı ederiz.

Ölenlerin eşyalarını vermek ve onlara sevap kazandırmak gerekirken eskileri verip yenileri kendimize ayırırız. Ya da vermemiz gereken bir şeyi ‘bu bana filandan hatıra’ deyip vermeyiz. Haram olan cimriliği yapar veya emrederiz. Ya da çeşitli nesneleri biriktirmenin adına koleksiyon, deriz.

Âyette ‘ اِذْ - اِذَا’ geçmesinin bir sebebi de (mefhumu muhalifi) ‘Siz kendinizi, yaşantınızı, geçmişinizi, zevklerinizi, günahlarınızı, sevaplarınızı hatırlayıp zihninizi onlarla meşgul etmeyi bırakın. Benim size ‘Hatırlayın’ dediğim, altını özellikle çizdiğim olayları şahısları hatırlayın ki o sizin ufkunuzu açsın, yön versin. Fanileri hatırlamak, yolunuzu kesmekten başka bir şeye yaramaz. Hz. İbrahim ‘Ben kaybolanları sevmem’ (Enam, 76) dememiş miydi? ‘Sizin yanınızdakiler tükenir, ancak Allah katındakiler bakidir.’ (Nahl, 96)
 

     Geçmişle geri kalma
     Müstakbele hem dalma
     Hal ile dahi olma
     Görelim Mevlâm neyler
     Neylerse güzel eyler. Erzurumlu İbrahim Hakkı

 

Lüzumsuz hatıralar, Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği en değerli nimet olan aklı boşa harcayıp zayi etmektir. Bunun için yüce dinimiz zihnimizi bulandıran her şeyi yasak kılmış: ‘Yalan söylemeyin, gıybet etmeyin, boş konuşmayın, affedin, aldırmayın, kınamayın, müzik dinlemeyin, alay etmeyin, küçümsemeyin’ nehiyleri bunlardan sadece birkaçı.
 

Hatır saymak

‘Beyti Hz. İbrahim yaptı ve İsmail’ buyururken kıymetli ve önce olanı takdim edip oğlu İsmail’i ona atfetti. Fiili tesniye getirebilirdi veya mefulden önce zikredebilirdi. Burada saygı ve herkese kendi değerini vermek, çocuklarımızı kendi önümüze geçirip küstah, nankör ve şımarık yetiştirmemeye işaret vardır. Bu bütün birimlerde böyledir.

 

Kaideler - الْقَوَاعِدَ 

Âyette ‘Esas’ yerine ‘kaide’nin cemisi olan ‘kavaid’ kelimesi gelmiş (istiare). Hocamızın yorumuyla bu; dinî ilimlerin, on iki ilmin tahsil edilmesi, din binasının ve ilmin temelidir. Nasıl ki; temelsiz bina olmaz. Olsa da sağlam olmaz. Gecekondu gibi birşey olur. Üzerine kat atılmaz.

Yani İslâmî ilimler kulaktan dolma, ordan burdan birşey duymak, bir kaç kitap okumak, ya da bilgili kişilerle beraber olmakla âlim olunmaz. Efendimiz (s.a.v.), Kıyâmet alametleri arasında câhil müctehitlerin çok olmasını bildiriyor. Osmanlı medreselerinde yirmi-otuz yıl ilim tahsili yapılırdı. En son tefsir ve hadis ilmi okunurdu. Şimdilerde altyapı olmadan direkt tefsir, hadis okuyup kısa yoldan hoca olma heveslileri dikkati çekecek boyuta ulaşmış durumda.

Bunun sonucu da yanlış fetvalar, fasid kıyaslar, bozuk akideler, çeşitli fırkalar, şucular, bucular. Efendimizin (s.a.v.) buyurduğu gibi; yetmiş üç fırka. Bunlardan sadece birisi hak; ehli sünnet ve’l cemaat, gerisi bâtıl.

Bir kimse kırk yıl doktorun yanında çalışsa doktor olmadığı gibi, ilmin kenarında bucağında bulunmakla da âlim olunmaz. Ömer Nasuhi Hazretleri Usul-ü Fıkıh kitabında ‘Bir kimse on iki ilmi öğrenip iyice hazmetmedikçe bütün fetvaları ezberlemiş olsa da hazır fetvayı anlatamaz. Yani fetva verme yetkisine sahip değildir’ buyurmuştur.

Kısaca kaide ilimlerini tanıtacak olursak:

   Sarf: Lugat ve kelime bilgisi.

   Nahiv: Cümle bilgisi.

   Belagat: Edebi sanatlar. (Meani- Beyan- Bedi)

   Kelam: İmani deliller

   Akaid: İman

   Tasavvuf: Ahlâk

   Siyer: Ahlâk-ı Muhammedi

   Usulü fıkıh: Fıkhın asılları

   Usulü Hadis: Hadis usulleri

   İlmi Vaz’ı: Kelimelerin türeyiş yerleri

   İlmi Aruz: Şiir kalıpları

   Mantık: Delil getirme
 

İlim öğrenmek isteyen bunları öğrenmek zorundadır. Tıpkı alfabeyi bilmeden kitap okunmadığı gibi. Toprağı kazmadan tohum atmak gibi. Hiçbir okulda hiçbir öğrenci çalışmadan, imtihana tâbi tutulmadan elini kolunu sallayarak sınıf atlayamaz. Sırayı takip etmek, çalışmak zorundadır. Eskilerin, ‘Yürümeden hacı, okumadan hoca olunmaz’ demeleri gibi.

Medreseler, tekkeler kapanıp İslâmî ilimler resmen kontrolden çıktığı için maalesef kendini âlim sanan câhiller korsan bir şekilde ortaya çıktı, câhil halkı istedikleri gibi güdüyorlar. Üstelik bir çoğu kendine sıkı sıkı bağlayıp başka kaynaklardan, başka hocalardan ilim öğrenip sohbet dinlemesini yasaklama cesaretini de gösteriyorlar.

Bu tür câhil müctehitlere Kuşeyri Risalesi ‘Dinin yan kesicileri’ diyor. Çünkü kendi bilgisi yok, ya da yetersiz. İnsanların başka yerden öğrenmesini de engellediğinden, yolunu kestiğinden bu tabiri uygun görmüş.

Bu işari manadan sonra konumuza devam edelim: ‘Rabbimiz! Bizden kabul buyur’ diye baba oğul duâ ettiler.

Çünkü yaptıkları sıradan bir yapı değildi. Bütün dünyanın ibâdet merkezi olan Kabe’yi yapmışlardı. Bu bir ibâdetti.

Herkese nasip olmayan bir ameldi. Ezelde meleklerin temelini attığı kutsal mekanın yeniden yapılmasıydı. Bir emr-i ilâhi, bir beldenin canlanmasıydı.

Hz. İbrahim, bu duâsıyla Allah için yapılan bir amelle övünme yerine Cenâb-ı Hakk’a karşı mahviyet içinde olunması, kabule şayan olmasına duâ edilmesi gerektiğini bizzat yaparak alemlere ders vermiştir.

Bu gerçeği Nasr Suresi’nde de görmekteyiz. Efendimiz (s.a.v.) Allah’ın yardımı ve fetihle müjdelenirken, insanların oluk oluk dine girdiği müjdelenirken, akabinde Rabbine hamd ile tesbih et, O’ndan af dile, buyruluyor.

Kur’an-ı Kerim’de bütün peygamberlerin kendilerine bir nimet verildiğinde duâ ettiklerini görmekteyiz. Bu; nimetten ziyade nimet vereni görmenin ifadesi olsa gerek.

‘Muhakkak sen işiten ve bilensin’ cümlesi, dost İbrahim ve onun halim oğlu İsmail’in duâlarını aleme ilan etmekle beraber onların ahlâk, karakter ve nezaketini anlatmaktadır. Bu ve sonrasındaki duâlar örnek duâlardır. Hem tâlim hem tazim, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını bildiğini bildirmektir (lazım-ı faide-i haber).

‘Semi’sin ya Rabbi, duâmı işittin, İsmail’i verdin.’ Zaten İsmail; Allah işitti, demektir İbranice’de.

‘Âlim’sin, gayretimi, imanımı, niyetimi bildin. Beni Nemrud’un ateşinde yakmadın, orayı bana gül bahçesi yaptın.

Ya Rabbi, Semi’sin, bildim. Çünkü gökyüzüne baktığım küçük yaşlarda arayış içinde, Rabbimi ararken, Ay’a, Güneş’e, yıldıza ‘Hâzâ Rabbi’ dediğimde beni duydun. Perdeleri kaldırıp yerlerin, göklerin melekûtunu gösterdin.

Âlim’sin ya Rabbi, bildim. Benim putlara meyletmediğimi bildiğin için beni onların şerrinden küçük yaştan itibaren korudun.’ Hz. İbrahim bu duâsıyla daha neler kasdetmiştir, Allahu a'lem.

 

Elvedâ Diyemiyorum

Vakit doldu Kabe’m şimdi karşımda
Bırakıpta seni gidemiyorum
Kâbe kokusu var gözün yaşında
Doyamadım, vedâ edemiyorum

    Döner etrafında binler sevdâlı
    Kucağında asırlarca kalmalı
    Her mümin senden nasip almalı
    Gönlüm sende Kâbe’m gidemiyorum

Sayılı gün bitti, güllerim soldu
Firakın ateşi bağrıma doldu
Tavafın, şavtın bir hayâl oldu
Seni düşünmeden edemiyorum

    Çepeçevre dostlarınla hoşça kal
    Sevgi arıları yine yapsın bal
    Çağır beni tekrar derûnuna al
    Tattım ama sana doyamıyorum

Bırakıpta seni nasıl giderim
Her namazda seni hayâl ederim
Çağır yine dâvetini beklerim
Hoşça kal, elvedâ diyemiyorum…

Bakara Sûresi 128. Ayet

رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِنَا اُمَّةً مُسْلِمَةً لَكَࣕ وَاَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَاۚ اِنَّكَ اَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحٖيمُ

128- ‘Ey Rabbimiz, ihlâs sahibi olup sana teslim olmakta bizi sabit kıl; soyumuzdan da Müslüman bir ümmet yetiştir. İbâdet yollarımızı, hac vazifelerimizi bize göster, tevbemizi kabul et. Tevbeleri çok kabul eden, bol bol merhamet eden sadece sensin.


Hz. İbrahim duâsına oğlu İsmail’i de katarak, ‘Bizi sana teslim olan iki müslüman kıl’ deyip duâsını yaygınlaştırarak ‘Züriyetimizi müslüman ümmet eyle, bize Hac ibâdetinin nasıl yapılacağını göster. Tevbelerimizi kabul eyle, sen tevbeleri kabul eden Rahim’sin’ diye sürdürüyor.

‘O size Müslüman ismi verdi’ (Hacc, 78) âyetiyle bu âyeti birlikte düşünürsek konuyu daha iyi anlamış oluruz.

Hz. İbrahim müslüman ismini kendi ümmetine ve zürriyetinden gelecek son Peygamber’in ümmetine verilmesini Rabbinden niyaz etmiş. Rabb-i Kerim’i de kabul buyurmuş, Hz. İbrahim’in ümmeti de bu isimle anılmış. Sonra bu isim Hz. Muhammed’in (s.a.v.) zamanına kadar unutulmuş. Efendimiz (s.a.v.) peygamber olarak gönderilince, ümmetin din-i İslam’ı kabul edenlerine ‘Müslüman’ denmiş.

Bu isim bu iki ümmetin ortak ismi olmuş. Âyette geçen (tesniye) ‘ مُسْلِمَيْنِ  / iki müslüman’ lafzı Hz. İbrahim ve İsmail için olmakla beraber açık isim olmadığından yoruma müsaittir.

Bunu Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed (s.a.v.) olarak da düşünebiliriz. Sonraki âyet de bu anlayışımıza yardımcı olmaktadır. İnsan her güzel ve yeni bir ortama girince derlenip, toplanır, temizlenir. Girdiği ortamda itici olmaması için bu en önemli ve ilk vazifesidir. Burada da müslümanlığa girerken tevbeye, mânevi temizliğe dikkati çekerek ‘Ya Rabbi, biz tevbe ediyoruz, Senden tevbemizin kabulünü istiyoruz.’

Not: تَابَ ’ fiili ‘ عَنْ ’ ile gelince ‘tevbeyi kabul etmek’ manasına gelir.

Sen muhakkak Tevvâb’sın. (mübalağalı ism-i fail). Öyle rahmetin geniş, öyle affedicisin. Kimbilir şimdiye kadar nicelerini affetmişsin, bundan böyle de affedeceksin. Müsamahan, affın, tahminleri aşan genişlikte ve rahmetin alabildiğine büyük, sınırsız.

أَسْلَمَ fiili, ‘ ل ’ harfi ceri ile müteaddi olduğu zaman istislâm, yani teslimiyet ve nefsi teslim etmek, itaat ve tam uymak mânâsına gelir. Bizim zürriyetimizden de sana teslimiyetini sunmuş, sana itaatkâr müslüman bir ümmet yarat, ve bize menâsikimizi, yani sana ibâdet edeceğimiz, kurban keseceğimiz yerleri göster.

Menâsik, مَنْسَكَ nin çoğuludur ki 'nüsük' veya 'nüsük yerleri' demektir. ‘Nüsük’ aslında son derece tapınmaktır. Fakat hac ve kurban hakkında kullanılır.

Bakara Sûresi 129. Ayet

رَبَّنَا وَابْعَثْ فٖيهِمْ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكّٖيهِمْؕ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُࣖ

129- ‘Ey Rabbimiz, onların arasından onlara âyetlerini okuyacak, kitabı, hikmeti öğretecek, onları günahlardan temizleyecek bir peygamber gönder. Muhakkak ki Sen tek güçlü, her şeye üstün gelen hakim ve hikmet sahibisin.’

 

Hz. İbrahim ince duygulu, halim, merhametli bir baba. O sadece oğlu İsmail’e, İshak’a değil, bütün insanlığa duâ ediyor. Ve kurtulmalarını istiyor. Kendi görevi dünyada bitip Rabbine döndükten sonra dini tebliğ edecek Rasûl istiyor soyundan, tînetinden. Ve o rasûlün vasıflarını sayıyor duâsında.

‘Öyle bir rasûl olsun ki; onlara kitabı ve hikmeti öğretsin. Onları eğitsin, temizlesin, arındırsın. Sen Rabbim, Sen ancak Aziz ve Hakim’sin’ diyerek bitirmiştir duâsını.

Konuya girmeden önce duâların emir sigasıyla gelmesindeki hikmeti düşünmeye çalışalım. Cenâb-ı Hakk isteseydi duâ için başka bir siga seçerdi. Özellikle emir kalıbıyla getirerek bize duâ konusunda ince bir uyarı yapıyor:

1- Duâ etmeniz, bana yalvarmanız, sırf benden istemeniz o kadar hoşuma gider ki, şartlarına uygun yaptığınız duâyı sanki amirin memura söylediği ve hemen yapılmaya konulduğu serilikle kabul ederim. Hani sevdiğimiz birine birşey rica ederiz de o da bize olan sevgisinden ‘Emrin olur’ der ya, işte öyle bir incelik. Bir istiare, Rabbinden kullarına bir sevgi ifadesi.

2- Duâ her ne kadar emir sigasıyla gelse bile o küçükten büyüğe ancak bir rica, bir istirhamdır, bunu unutmayın. Allahu Teâla hiçbir şeye mecbur değildir. Fa’âlün limâ yürid’dir, istediğini yapar. İstemezse yapmaz. Yapması da yapmaması da hikmetlidir.

Duâ bir tazarru, bir niyaz, bir dilek, bir acziyet ifadesidir.

Bir şeyi dikte etme, mecbur etme, ille de yapacaksın, ille de vereceksin diye diretme değildir. Bundan dolayı ‘Nicedir duâ ediyorum kabul olmuyor, ibâdet ediyorum ama işlerim ters gidiyor’ düşüncesi yanlıştır. Sonra, bu dünya hizmet yeridir, ücret yeri değil. Sanki Cenâb-ı Hakk ‘Kendiniz duâ edip yalvarıyor musunuz, yoksa emir verip mutlaka yapmamı mı istiyorsunuz?’ diye sigasıyla bize ikazda bulunuyor.

Hz. İbrahim’in ve oğlu İsmail’in bu duâsı, son peygamberin gelmesi içindi. Bunu Efendimiz (s.a.v.) ‘Ben Hz. İbrahim’in duâsıyım’ sözleriyle beyan ediyor. Hz. İbrahim bu duâsıyla aynı zamanda tebliğcinin özelliklerini de sıralıyor.

1- Âyetleri okumak: Önce ilim bilmeden hiçbir şey yapılmaz. Bir bina yaparken planlanıyor sonra o plan takip edilerek bina yapılıyor. İslam binasında da ille işi öğrenmek gerekir. Ama öyle sağdan soldan, derme çatma, asılsız, ne idüğü belirsiz şeyleri değil. Bizzat kainatı yaratan, yerin, göğün, herşeyin sahibi, herşeyi en iyi bilen Allah’ın âyetlerini öğretmek, tebliğcinin, peygamberin ilk görevi. Çünkü yarattığı varlığı en iyi O bilir.

2- Kitabı-hikmeti (Sünneti, hükümleri, olayların iç yüzünü) öğretmek: Kainat mektebinin kitabı Kitabullah, üstadı Resûlullah (s.a.v.). O, kainata vahiyle herşeyi öğreten bir sultan.

3- Onları temizlemek: Akıllarını gerçek bilgilerle geliştirip zeki, uyanık müslüman olmalarını sağlamak.

Öğretmek, tâlim etmek ve temizlemekten oluşan üç aşamada Efendimiz (s.a.v.) cani, vahşi, câhil bir topluluktan âlim, munis, merhametli ve merhamet-i ilâhiye mazhar olan ümmet-i merhumeyi, altın nesli, eşsiz sahabeleri yetiştirdi. Onların herbiri gökteki yıldız gibi oldu. ‘Ashabım yıldızlar gibidir Hangisine uyarsanız hidâyeti bulursunuz.’ Hadîs-i Şerîf

Hidâyet, ehil olana yol gösteren, nasipsiz olanı yakan-yok eden yıldız. Her meslekte örnek alınacak, tabi olunacak yıldız. Haddini hududunu bilen, yörüngesinden ayrılmayan, ifrat tefritten uzak yıldız. Işığını kainatın güneşi Efendimiz’den (s.a.v.) alan ve ondan hiç ayrılmayan, ona hiç muhalefet etmeyen, onu seven, sayan, uğruna canını feda eden bir yıldız. Her biri ayrı ayrı, irili ufaklı, Şems-i Nübüvvetten ayrılmayan, gönül bağıyla, muhabbet bağıyla, vahyin aydınlığıyla şeref bulmuş, izzet ufkunun şeref yıldızları. Ne güzel üstad, ne güzel talebe...

Sen muhakkak Sen Rabbim; Aziz’sin, istediğini aziz yapansın. Güçlüsün, gücün herşeye yeter. İstersen altı yüz senedir peygamber gelmemiş, her türlü zulmü birbirlerine reva gören, ezen, ezilen zelil bir toplumu gönderdiğin şanlı resûl ve yüce kitapla eğitip en usta, en kıymetli insanlar haline getirirsin, Aziz olan sensin.

Sen herşeyi yerli yerine, hikmeti icabı yapılması gerekeni yapan, gerçek geçerli hükümleri veren, verdiren, gönüllerde hikmet pınarları kaynatan, sosyal adaleti sağlayan, gönülleri birbirine bağlayan Hakim Sensin, Sensin.

Hikmet; ilim ve amelde sağlamlık, sözde ve işte isabet demektir.
 

          ✽     ✽     ✽
 

Burada Allah'tan istenen peygamberin, Efendimiz (s.a.v.) olduğu apaçık bellidir. Çünkü İsmail zürriyeti içinde başka bir peygamber gelmiş değildir. Hz. İbrahim'in bu duâsına bir şükran olmak üzeredir ki, Muhammed ümmetine de namazlarda ‘Allahümme salli’ ve ‘Allahümme bârik’ duâlarını okmak ta'lim buyurulmuştur.


 

el-Aziz (c.c.)

İzzet; zilletin, aşağılık, düşüklük ve acizliğin zıddıdır. Aziz, Arapça ‘ عَزَّ ’ kökünden gelen bir sıfattır.

Kıymetli, değerli seçkin izzet sahibi, muhterem, kuvvetli, üstün, yüce, şeref sahibi, bulunmaz derecede az ve nadir olmak; her şeye gücü yetmek, hiç bir zaman yenilmemek manasındadır.

‘Aziz’ Yüce Allah'ın mutlak hâkimiyet ve üstünlüğünü ifade eder. O asla yenilgiye uğramayan, herşeye gücü yetendir. O, haksızlık yapılamayacak kadar güçlüdür. O en üstündür, en yücedir, şeref ve izzet sahibidir.

‘el-Aziz’ ismi, Kur'an-ı Kerîm'de doksan bir yerde; daima Esmâ-ul Hüsnâ'dan diğer bir isimle beraber geçmektedir.

el-Hakîm ile kırk yedi yerde el-Alîm ile onbeş yerde, daha sonra sırasıyla el-Kavî, er-Rahîm, Zu’ntikâm, el-Hamîd, el-Gaffâr, el-Cebbâr, el-Gafûr, el-Vehhâb, el-Kerîm ve el-Muktedir isimlerle geçmektedir.

Aziz isminin geçtiği doksan bir âyetin ellisi Mekkî, kırkbiri ise Medenî'dir. Bu doksan bir âyetin on üçünde Zu’ntikâm, el- Kavî ve el-Cebbâr isimleriyle yani Celal sıfatlarıyla beraber geçmektedir. Geriye kalan yetmiş sekiz âyette ise Cemâl sıfatlarıyla beraber geçmektedir.

Günlük hayatta bir hitap sözcüğü olarak kullandığımız ‘aziz’ kelimesi, karşımızdaki topluluğa veya kişiye bir şeref ve üstünlük atfetmekte, iltifat ifade etmektedir. Bir saygı ve bağlılık sözcüğüdür.
 

Kula düşen..

Bu isimden alacağımız en büyük ders; zilletimizin şuurunda olmamız, bize diğer varlıklar üstünde bir izzet bahşeden Rabbimize sonsuz hamd ve şükür etmemiz, ahirette zelil olmamak için de, günah ve isyandan şiddetle sakınmamızdır.
 

Sırları

Her kim bu ismi kırk gün sabah namazından sonra 40 kere okursa, Cenâb-ı Hakk onu hiç kimseye muhtaç eylemez. (Mifta hü'l Kulûb, Fethiye Evradı Bölümü, Mehmed Nuri Şemseddin)

 

     İki Kanadıyla Uçan Kuşlarda

     İki kanadıyla uçan kuşlarda
     İstikâmetini seyrediyorum
     Fırat’ın Dicle’nin akışlarında
     Cehd-ü gayretini hissediyorum.

Her fecir düzenli doğan güneşte
Yüksek reylerini seyrediyorum
Gül cemâline mazhar bir düşte
Firkatin acılığını hissediyorum.

     Cennet kokan bebeklerin teninde
     Baharların goncasında gülünde
     Gelinlerin bohçasında tülünde
     O zarif tenini hissediyorum.

Gökten sağanak sağanak inen rahmette
Tavusa kanadını veren kudrette
Kozalakta hâsıl olan ipekte
Sonsuz şefkatini seyrediyorum.

     Başı dumanlı yüksek dağlarda
     Asrın günahını sayan çağlarda
     Ümmete kurulan sinsi ağlarda
     Mahzuniyetini hissediyorum.

Zâtına nâzil olan Kerim Kitab’da
Güzelden bahseden bütün hitabda
Kinâye, mecaz, hem hakikatta
Zâhir-bâtın hüsnünü seyrediyorum.

     Selametle süslenen her nefeste
     Kemalini vasfeyleyen bahiste
     Asr-ı saadet bahçesinden bir deste
     Dererken aşkını hissediyorum.

 

Bakara Sûresi 130. Ayet

وَمَنْ يَرْغَبُ عَنْ مِلَّةِ اِبْرٰهٖيمَ اِلَّا مَنْ سَفِهَ نَفْسَهُؕ وَلَقَدِ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَاۚ وَاِنَّهُ فِي الْاٰخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحٖينَ

130- İbrâhim’in dininden kendini bilmeyenden başka kim yüz çevirir? Muhakkak ki biz onu dünyada peygamberlik şerefi ve Kabe’yi imar vazifesi ile seçtik. Ahirette de o iyiler arasında olacak.


Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’in duâlarını naklettikten sonra Yüce Mevlâmız Hz. İbrahim’in milletinin kıymetini anlatarak böyle bir milletten, dinden, böyle bir önderden yüzçevirmek akıl işi değil. Ancak olsa olsa kendini bilmeyen, sefih, ahmak kimseler ondan yüzçevirir. Çünkü biz onu dünyada seçtik, saflaştırdık. İçini dışını arı duru ettik.

Allah’ın seçip gönderdiği dinden ve onu temsil eden elçiden yüzçevirmek, akıllı bir insan için düşünülecek birşey değildir. Ancak nefsin kötü huylarına dalıp akıl nimetini nefsine alet etmiş sefih nefisler, dine, peygambere, vahyi ilâhiye arka döner. Çünkü ıslah edilmemiş ve arzularına uyulan nefis, bencillik, korkaklık, gadap, hile, yalan, kararsızlık, cevelan etme, döneklik, hasis, kindarlık, meskenet, zillet gibi sıfatlarla mevsuftur. Sahibi onu terbiye etmez, başıboş bırakır, zabtu rabt altına almazsa; o, sahibini yularlar, istediği yöne çeker götürür. ‘Ona daima kötülüğü emreder.’ (Yusuf, 53)

Böyle bir nefis asla dine, diyanete değer vermez ve kendi de asla başka şeylerle değer kazanamaz.

Hz. İbrahim, nefsin her türlü hilesini, şeytanın tuzağını, Nemrut’un ceberutunu aşmış, Rabbi tarafından seçilip ulu’l azim peygamberlerden olmuştur. Bütün ümmetler tarafından sevilmiş, Halilurrahman ünvanına kavuşmuş. Hanımı Sare ile birlikte, küçükken vefat etmiş çocukları cennet bağlarında eğitmekte olduğundan, ‘âhirette de sâlihlerden, islah edip düzeltenlerdendir’ diye medhü sena edilmektedir.


Sebeb-i Nüzul

Abdullah İbni Selâm, kendi yeğenlerinden Seleme ile Muhacir'i, İslâm'a davet etmiş; ‘Şunu çok iyi biliyorsunuz ki, Allah Teâlâ, Tevrat'ta, Ben, İsmail evladından Ahmed adında bir peygamber göndereceğim, ona iman edenler hidâyete ve rüşde erecekler, iman etmeyen de mel'undur, buyurdu.’ demiş. Bunun üzerine iki yeğenden biri olan Seleme iman etmiş, lakin Muhacir iman etmemiş, İslâm'a girmekten çekinmiş. İşte o zaman bu âyet nâzil olmuştur.

Peygamberlerin atası olan İbrahim doğruluğuyla, dürüstlüğüyle, hayır ve iyilikseverliğiyle ün yapmış, Allah'ın makbul kulları arasındadır. Dünya ve âhirette bu kadar nimete nail olmuş böyle bir zatın milletinden, hiç aklı başında olan bir kimse yüz çevirir mi?

Bakara Sûresi 131. Ayet

اِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُٓ اَسْلِمْۙ قَالَ اَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمٖينَ

131- Rabbi ona ‘İtaatkar ol!’ dediği zaman o: ‘Alemlerin Rabbine boyun eğdim’ dedi.


Hz. İbrâhim’in Rabbinin müslüman olma çağrısını hemen kabul edip Rabbini âlemlerin Rabbi diye övmesi, bu işi seve seve yaptığına delildir.

İtiraz yok, atalarının dinini bahane yok, önünde onu yönlendirecek örnek yok, sığınacağı, güveneceği bir toplumu, bir ülkesi yok. Şartlar hep aleyhte olmasına rağmen itirazsız, büyük bir teslimiyetle Rabbine teslim oldu. O’nun emrine râm oldu. Nefse, şeytana, Firavuna asla boyun eğmedi, zordan kaçmadı. Rabbinden başka kimseden korkmadı. Malıyla, evladıyla, canıyla, bütünüyle Rabbine râm oldu. Rabbinin beğenisini, övgüsünü kazandı. Dillere destan oldu, gönüllere taht kurdu, namazlara vird oldu. Hiçbir şeyi Cenâb-ı Hakk’a tercih etmedi. İslamiyeti, teslimiyeti, gerçek kulluğu yaşayarak insanlığa öğretti ve Kitabullah’ta örnek gösterildi.
 

Hz. İbrâhim’in seçilmesi

Onun kalbi hiçbir zaman şirk (Allah'a ortak koşmak) ile dolu olmadı. Bütün hayatı boyunca hep muvahhid (Allah'ı birleyici) ve müslim idi. Rabbi onu, aklı ermeye başladığı andan itibaren ıstıfa etti, kalbini ve aklını yanlış duygu ve düşüncelerden ayıklayarak terbiye etti.

Bakara Sûresi 132. Ayet

وَوَصّٰى بِهَا اِبْرٰهٖيمُ بَنٖيهِ وَيَعْقُوبُؕ يَا بَنِيَّ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰى لَكُمُ الدّٖينَ فَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَؕ

132- İbrâhim bu dini oğullarına da tavsiye etti. Yakup da: ‘Ey oğullarım, Allah (c.c.) size İslam dinini seçti. Sakın başka türlü değil, sadece Müslüman olarak ölün!’ dedi.


Hz. İbrâhim’in hayatının başlangıcında da, bitiminde de derdi aynıydı; tevhid dinini aramak, anlamak, yaşayıp yaşatmak.

İşte yüz yıl hasretini çektiği oğullarına ve torununa asırlara yadigar kalacak vasiyeti. O, adının şanının yükselmesi, malının, soyunun devam etmesi derdinde değildi. Onun derdi; kendinden sonra dininin kıyâmete kadar devam etmesi idi. Çocuklarını bu gayeye seferber ederek son tenbihini yapıyordu: Bu dinden asla ayrılmayın. Bu dini size Allah seçti. Hayatınız boyu bu dini yaşayın ki, sonunda inanan müslümanlar olarak ölesiniz. Sakın ha müslümanlıktan ayrılmış olarak ölmeyin. Yoksa sonunuz helâk, haliniz harap olur.

Âyette ‘ölmeyin’ emri mecazidir. (teklif-i mâlâ yutak) Çünkü insanın ölüp ölmemesi kendi elinde değildir. Ancak Allah’ın emri ile olan bir iştir; külli iradedir. Kula bu teklif kendi cüzi iradesini iyiye sarf ederek mümin kalmaya devam etmesi, Rabbine bir ömür itaat edip buyruklarına teslim olması anlamınadır. Çünkü Resûller şahı Efendimiz (s.a.v.) ‘İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle dirilir’ buyurmuştur.

Şu anda bu hadisin canlı örneğini de Kabe-i Muazzama’da görüyoruz. İhramda iken ölen mevtaları gasil yaptırmadan ve yüzleri açık olarak Kabe’de namazını kılıp öylece defnediyorlar. Ve gerçekten yüzlerine baktığınızda canlılığını hissediyorsunuz. Ve âyet tecelli ediyor; ‘Allah yolunda ölenlere ölü demeyiniz’ (Bakara, 154)

Âyet-i kerime, Hz. İbrâhim’in diliyle kıyâmete kadar gelecek müslümanlara sebep-sonuç zincirinde dehşet bir tavsiye. (Vâsıtalı kinaye) Müslüman doğuyorsunuz, müslüman yaşayın ki, müslüman ölesiniz.

‘ اِلَّا  (kasır harfi) ile cümle tahsis edilip (kasr-ı kalp) pekiştirilmiş. Yâni, çare yok ya müslüman öleceksiniz, ya da sonuç perişan. O halde siz dünyada başka kaygıları, endişeleri, hırsları, yatırımları, fani lezzet ve zevkleri bırakın, âkıbet derdine düşün. Efendiler Efendisi Rasûlüssakaleyn’in ‘Dünya bir saattir, onu da taatle geçir’, ‘Ölmeden önce ölüme hazırlanın’ uyarılarını dikkate alın.

Hani bazen bir şeyin olmasını kesin isteyip ille de böyle olacak deriz ya; Cenâb-ı Hakk, bizim lisanımıza mutâbık ‘ille de müslüman ölmelisin’ diye kesin teslimiyet istiyor.

        ❁   ❁   ❁

‘İslâm’ ile isimlendirme, Hz. İbrahim'in teslimiyeti zamanından itibaren ‘İbrahim milleti’ demek oldu. Bu kadarla da kalmadı, hem İbrahim'in kendisi, hem de torunu Yakup, her ikisi de kendi oğullarına bu kelimeyi veya bu milleti tavsiye ettiler:

Ey oğullarım! Hiç şüphesiz, Allah, sizin uyacağınız dini bizzat seçmiştir. Size dinlerin en safını, en arınmışını ve seçkinini ihsan eylemiştir. Şu halde, tam ve kâmil bir müslüman olarak ölmekten başka türlü ölmeyiniz.

 

İbrâhim’in (a.s.) Soyu

İbrahim'in İsmail ve İshak'dan sonra Medyen ve Medan adında iki oğlu daha olduğu rivâyet edilir. Sekiz veya yirmi dört oğlu olduğu yolunda rivâyetler de vardır. Yakup'un oğulları ise on iki tane idi: Rubin, Şem'un, Lavi, Yehuza,Yeşsuhuz, Zebulun, Zevana, Teftuna, Kevza, Uşir, Bünyamin ve Yusuf Aleyhisselâmdır. Yakub'un bir adı da İsrail olduğu için, Benî İsrail (İsrailoğulları) demek Yakub'un oğulları, yani Yusuf ve kardeşleri demektir. İsrailoğulları işte bu on iki kardeşin çocukları, torunları ve onların soyundan gelen nesillerdir.

 

Vasiyet

Dostlarım, toplanın öldüğüm zaman;
Riyâyı o günlük bir yana atın!

Tutunuz tabutun bir kenarından;
Bir derin çukura beni fırlatın.

Kalınca büsbütün sizden uzakta,
Vücudum çürürken kara toprakta,

Uzanın rahatça sıcak yatakta,
Yaşamak gururu içinde yatın! O. S. Orhon

 

Bakara Sûresi 133. Ayet

اَمْ كُنْتُمْ شُهَدَاءَ اِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُۙ اِذْ قَالَ لِبَنٖيهِ مَا تَعْبُدُونَ مِنْ بَعْدٖيؕ قَالُوا نَعْبُدُ اِلٰهَكَ وَاِلٰهَ اٰبَائِكَ اِبْرٰهٖيمَ وَاِسْمٰعٖيلَ وَاِسْحٰقَ اِلٰهاً وَاحِداًۚ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

133- Yoksa ölüm Yakub’a geldiği vakit siz orada mı idiniz? Hani o oğullarına benden sonra kime ibâdet edeceksiniz?’ diye sormuştu. Oğulları da: ‘Senin ilâhına ve babaların; İbrâhim, İsmâil ve İshâk’ın ilâhına, tek bir olan Allah (c.c.)’a inanacağız. Ve biz o Allah’a boyun eğen müslümanlarız’ dediler.

 

Hz. İbrâhim’in mübârek vasiyeti tam üç kuşağa tesir etmiş; onlar müslümanca yaşamış. Üçüncü kuşak, Hz. İbrâhim’in torunu, Hz. Sâre’den olma İshak’ın oğlu Yakup, ömür boyu ayrı düştüğü oğlu Yusuf’un yâd ellerde müslümanca yaşayıp yaşamadığından endişe edip gözlerini kaybedinceye kadar ağlamış, sonunda Yusuf’a iyi bir müslüman, hatta peygamber olarak kavuşmuştu. Bu, onun için en büyük arzuydu.

Artık bundan sonra ölmek ona bir huzur, bir gaye, bir mutluluk olduğundan ‘Yâkub’a ölüm hazır olduğu zaman’ ifadeleri kullanılmış. O da son anında 12 oğlunu yanına çağırıp, dedesi İbrahim gibi tavsiyelerde bulunmuş ve onlara kendinden sonraki endişelerini dile getirerek sormuş ‘Benden sonra neye tapacaksınız?’ Onlar da ‘Senin ilâhına ve babaların İbrahim, İsmail, İshak’ın ilâhı olan bir ilâha tapacağız ve biz o bir ilâha teslim olmuş müslümanlarız’ dediler.

Babaları, oğullarının önceden yaptıklarını düşünerek kendinden sonra ne yapacaklarından endişe ediyordu. Onlar da babalarını rahatlatmak için cevaplarını uzun tuttular. (İstitba - tefri sanatı) Ve müslüman olduklarını, aziz atalarının dinleri üzerinde bulunduklarını teyid ettiler.

Bir baba için en büyük saadet, bütün çocuklarının, torunlarının İslam üzere olduklarını görerek hayata gözlerini kapamaktır.

Âyette ‘babalarının’ deyip, sonra dede, amca ve babalarının diye açıklanması da akrabalık bağlarının boyutunu anlatıyor. (Cem mea’t taksim - İtnab - ibhamdan sonra izah - mefhumu lakap)

Dede ve amca babadan sayılmış. Bu, iki taraflı, birbiri üzerinde hak sahibi olmalarını gerektirir. (Hz.İbrahim Hz.Yakub'un dedesi, Hz.İshak babası, Hz.İsmail amcası)

Bir kimsenin amcası, dayısı, halası, teyzesi maddi-mânevi bakıma muhtaçsa, onlarla ilgilenmesi farz olur. Onlar muhtaç durumda iken insanın nafile hac ve umre yapması helâl olmaz. Ama aynı şey amca oğlu, dayı oğlu için geçerli değildir. Çünkü insanın gücü sınırlıdır. Allah (c.c.), kullarına gücü yetmeyecek tekliflerde bulunmaz.

Genelde bu incelik bilinmeyip hatlar karıştırılıyor. Hacca, umreye gidenlere bilmeden dil uzatılıyor. Oysa nafile hac ve umrenin sadakadan üstün olduğunu Efendimiz (s.a.v.) beyan buyurmuştur.

Daha açık bir ifadeyle; bir kimsenin ana, baba, dede, nine, torun, amca, dayı, teyze, hala, yeğen yakın akrabadır. Zaten ‘akraba’ kelimesi, Arapçada ism-i fâil olup, ‘çok yakın akraba’ demektir. Bunlar birbirinden mesul ve sorumludur. Mesela birinin bir diyet borcu olsa, kendi veremiyorsa, hep beraber paylaşıp ödemek zorundadırlar.

Bu sayılan kimseler muhtaç ise, kişi bunlara verip bakacağı parayı hacca, umreye veya başka bir hayra sarf edemez. Bunlara bakmak zorundadır.

Ama bu sayılanların dışında amca oğlu, hala kızı gibi uzak akrabaların mesûliyeti, nâfile ibâdetleri engellemez. Bu kimseye ‘senin amca oğlun muhtaçken neden umreye gidiyorsun?’ denmez. Ama amcası muhtaçken sorulur. Ya da amcasının kendi oğlu hayırsız çıktı, bakmıyor, ya da evladı yok; o zaman yeğeni ona bakmak zorundadır.

Tersi de olabilir. Yeğeni çok düşkün, yiyecek ekmek bulamıyor; o zaman amcası bakmak zorunda. Zaten bu ölçülere riâyet edilse, kimse zor durumda kalmaz, huzurevlerinde âhir ömründe sürünmez, kimse bedduâ alarak helâk yolunu tutmaz.
 

     Müminin kocamanı kocadıkça koç olur
     Kâfirin kocamanı kocadıkça hiç olur.

         ❁   ❁   ❁

 

Mısırlılar'ın türlü türlü putlara taptıklarını gören Hz. Yakup, onların içinde yaşayacak olan oğullarına, aynı vasiyyeti son nefesinde bir kerre daha hatırlatmak gereğini duymuştu. O, gerçekten Allah'a bağlı bir kul olduğunu ve İslâm üzere ölmenin önemini kendi şahsında örnek olarak göstermişti. Oğulları da böyle cevap vererek bu uğurda kararlı ve azimli olduklarını ortaya koymuşlardı. Dikkat çekici bir nokta da, söze Yakup'un dedesi İbrahim'den ve amcası İsmail'den başlamalarıdır. Onları da kendi babalarından saydılar. Kendilerinin sadece İsrailoğulları değil, aynı zamanda İbrahimoğulları olduklarını ve onun soyundan geldiklerini ifade ettiler.

Bakara Sûresi 134. Ayet

تِلْكَ اُمَّةٌ قَدْ خَلَتْۚ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْۚ وَلَا تُسْـَٔلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ

134- Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onları hak ettiği şey bekliyor, sizi de sizin kazandıklarınız beklemektedir. Siz onların yaptıklarından sorumlu olmayacaksınız.


Cenâb-ı Hakk, geçmiş ümmetleri iyilerinden-iyiliklerinden örnek, kötülerinden-kötülüklerinden ibret alalım diye anlatıyor. Geçmişle övünelim ya da geçmişi suçlayalım diye anlatmıyor

Herkes geldi, aynı sıralarda imtihan olup gitti. Çalışan, o gün de bugün de kazanır. Kimse kimsenin yaptığından mesul değildir. Çünkü bir evvelki ümmetle karşılaşmamış, birbirini mesul kılacak bir konumda olmadılar.

Buna rağmen âyet, orta dereceli ism-i işaretle başlamış ‘Şu ümmet’. Az önce hala izlerini, bâkiyelerini gördüğünüz bir ümmet. Onların gelip geçtiğini anlatırken mazide kesinlik ifade eden ‘ قَدْ ’ harfi getirilmiş. İsim cümlesindeki ‘ إِنَّ ’ ve ‘ أَنَّ ’ gibi.

Bu ve benzeri tekit harfleri muhatabın ya bilmediğinde, ya inanmadığında, ya da gafletinde, umursamaz davrandığında kullanılır. Bu kurala göre âyeti tefekkür edersek:

1- Bir gün kendisinin de anlatılan bir hikaye olacağını, unutulup gideceğini, sahip olduğu herşeyi bırakıp sadece yapmış olduğu amelden başka hiçbir şey götürmeyeceğini hesap etmeden, hırsla dünyanın süsüne, lüksüne dalan, âhirete ait hiçbir çalışması olmayan güruh.

2- Ara ara ölüp gideceğini düşünmekle beraber, asli görevi olan kullukta gevşek davrananlar.

3- Görevini yapmakla beraber gerekli özeni göstermeyen gâfil gurup.

Bu durumda geçmişten ders almak, zamanını iyi değerlendirmek, âleme ibret olmaktan korkmak konusunda çoğumuzun sınıfta kaldığını hissediyoruz âyetin bu telkininden.

Bazen de tarihten bahseder, yazar, çizer, vird gibi okullarımızda her yıl tekrar ederiz de, bir türlü sonuç çıkarıp ders almayız. Sadece birilerini yerin dibine batırır, birilerini göklere yükseltir, hatta bu yüzden kavgalar, düşmanlıklar ve ayrılıklar olur aramızda.

Ya da mevtaların ardından ileri geri konuşur, yakınlarını üzeriz, onların ruhunu incitiriz. Yasaklanmış olmamıza rağmen bu konuda cidalimizi sürdürürüz.

Ya da olmadık övgüler, abartmalar yaparak iki cihandakilerin moralini bozarız.

Oysa iyi olsun kötü olsun, şahıslardan bahsetmek bayağı insanların, olaylardan bahsetmek orta derecedeki kimselerin, sonuç ve ibretlerden bahsetmek faziletli kimselerin işi olduğu tesbit edilmiştir.

Cezayı, mükafatı biz vermeyeceğimize, veremeyeceğimize göre, başkalarının yaptığından sorumlu değiliz.

Ancak ceza ve mükafatla karşılaşacağımız muhakkak olduğuna göre, kendi yaptıklarımızdan mes’ulüz. Asıl dersimiz, derdimiz bu olmalı.

Görevlerimize müdrik olup, yapacağımızı-yapmayacağımızı iyice öğrenip gücümüzü, teveccühümüzü, düşüncelerimizi bu yöne yönlendirmemiz gerekir.

Asıl yolu bırakıp tali yollara saparak sırât-ı müstakimden ayrılmamamız ikaz ediliyor. Şimdi silkinip kendimize gelmenin zamanı. Son pişmanlık ele geçmez.

Efendimiz (s.a.v.), ‘Başkasının ayıbını hatırladığınızda hemen kendi ayıbınızı hatırlayın’ buyurarak gönül ekranlarımızı âlemin kusurlarından pak tutmamızı tembihliyor.

Böylesi hem gönül berraklığımıza, hem muhabbet bağlarımızın kopmamasına, hem de insanı maddi-mânevi hasta eden menfi enerji yaymaktan korur, kurtarır.
 

        ❁   ❁   ❁


Ümmet: İmam kökünden alınmış bir çoğul isimdir ki, çeşitli insan gruplarına önder olan ve kendisine uyulan bir cemaat demektir. Yani bir imamın çevresinde sağlam bir birlik oluşturup, düzenli bir şekilde faaliyet gösteren ve bu şekilde çeşitli insan grupları üzerine hakim olan bir topluluktur. Diğer bir tabirle ümmet, imamet-i kübra sahibi cemaattir. Cemaatlara göre ümmet, fertlere göre imam gibidir. Demek ki ümmet, hakim bir milletin fertlerinden meydana gelmiş olan bir sosyal toplumdur.

Bakara Sûresi 135. Ayet

وَقَالُوا كُونُوا هُوداً اَوْ نَصَارٰى تَهْتَدُواؕ قُلْ بَلْ مِلَّةَ اِبْرٰهٖيمَ حَنٖيفاًؕ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكٖينَ

135- Ve dediler ki: ‘Yahudi ve Hıristiyan olunuz ki, hidâyete ermiş olasınız.’ De ki: ‘Hayır, biz bir tek Allah (c.c.)’a inanarak (hanif olarak) İbrâhim’in dinindeyiz, o hiçbir zaman Allah (c.c.)’a ortak koşanlardan olmadı.’


Kur’ân-ı Kerim öyle yüce bir üslupla inzal buyrulmuş ki; okuyanları, dinleyenleri, hele hele anlayanları bir anda yerleri gökleri tayeran ettiriyor, zerreden kürreye şarktan garba bütün âlemi seyran ettiriyor.

İnsan zihnini ışık hızıyla zevkle dolaştırıyor. Bir konuyu anlatırken başka bir konuyu işaret ediyor. Geçmişten geleceğe, muhataptan gaibe, sevinçten drama geçerken zıtları kaynaştırıp tenasupları çağrıştırıyor.

Birkaç konuyu uygun parçalara bölüp bir paydada bütünlüyor. Kısaltmalar, hazifler konuyu eksiltme yerine bilhassa manayı genişletiyor.

Bazen giriş yapıp sonucu hatırlatırken, bazen orta cümleyle giriş ve sonucu bildiriyor. Konular yağmur taneleri gibi serpiştirildikleri halde bütünlüğünü kaybetmiyor. Mecaz ile hakikat bir cümlede iç içe dürüm yapılıyor da değerinden bir şey kaybetmiyor.

Öyle derin manalar, öyle kolay sözlerle anlatılıyor ki, derinliğini ancak derinleşmiş rasih âlimler fark edebiliyor.

Tavus kuşunun tüylerinde renk olarak, gök kuşağında âhenk olarak ortaya çıkan sanat-ı ilâhi, âyetlerde mucize olarak akıllara durgunluk veriyor.

Mananın derinliği, enginliği, okuyucusunun ilmine, takvâsına ve ilâhi muhabbetine göre hissediliyor. Balıkların kendi cüsse ve kabiliyetlerine göre denizin katmanlarında yüzdüğü gibi; Kur’an denizinde de herkes kabiliyetine göre yüzüyor.

Zaman zaman hep aklıma gelir; Kur’an’ın sırf üslubu, cümle çeşitleri üzerine bir kitap yazsam, yazabilsem, o zengin üsluptan az da olsa yararlanabilsek.

Akılla gönül arasında cevelan eden şimşek gibi çakıp geçen hitâb-ı ilâhinin doyumsuz lezzetine kendini kaptıran, ondan bir daha kopabilir mi?
 

     Var mıdır bir balık çıksın bu deryadan?
     Var mıdır bir âşık geçsin bu sevdadan?

 

Bu âyet-i kerime, yahudi-hristiyan tiynetini cem sanatıyla bir çırpıda anlatıp, müminleri aynı anda uyarıp, onlara uyulmayıp İbrâhim’in hanif dinine uyulmasını öneriyor. İbrahim’in hanif, tek Allah inancını söylerken yahudinin ‘Üzeyir Allah’ın oğludur’ hristiyanların ‘İsa Allah’ın oğludur’ iddialarıyla ehli şirk olduklarını beyan ediyor. (tariz sanatı / dokundurma)

Cenâb-ı Hakk yasak koyarken aynı zamanda altenatif sunuyor. Mekke müşriklerine avam hristiyanlara tam yol arayanlara gösterilebilecek bozuk yolların önünü tıkarken, onları başıboş, yolsuz, ortada bırakmayıp ‘ بَلْ ’ iddirab harfiyle yanlış yolun yolcularına ‘U’ dönüşü yaptırıyor. Zaten tebliğde esas olan, doğruyu, güzeli, açık ve net olarak sunmak, akla gelebilecek şüphe ve vesveselerin yolunu kapamak, açık delillerle akla yatırmaktır. Hatta hikmet ehli, en büyük merhametin bir müminin şüphesini yok edecek delil getirmek olduğunu söylerler.

Âyette, insanları doğru yoldan sapıtmak isteyen kimseler bile direk azarlanmıyor; tenkit yerine, kavli bi’l mu’cib sanatı tercih ediliyor. Yani doğrunun sınırını belirleyerek yanlışı kadro dışı bırakma üslubu. Hani iki kişiden biri diğerine ‘aptal’ diyor. Diğeri ‘aptal sensin’ demek yerine ‘burda bir aptal var ama ben değil’ demesi gibi.

Yahudilik ve hristiyanlık, önceden hak din iken sonradan tahrife uğrayarak hak din olmaktan çıkmıştır. Hz. Mûsâ’nın getirdiği din yahudilik, kitabı Tevrat’tı. Hz. Mûsâ’ya ve Tevrat’ın değişmemiş haline inanan kimseler gerçekten hak din üzere idiler. Sonra bozuldular ve dinlerini de tahrif edip bozdular. Tertemiz, şifalı, bir kova Nisan yağmurunun içine pis ve çamurlu bir el girince o suyun şifası kalmadığı gibi, onların da hükmü bitmiştir artık. ‘Allah katında tek din İslam’dır.’ (Âl-i İmran, 19)

Hz. İsa’yı da Cenâb-ı Hakk Tevrat’ın hükümlerini tebliğ ve İncil ile gönderdi. Hz. İsa’ya, getirdiği kitaba inananlara da hristiyan denirdi.

Ama bu dini de tahrif edip ‘İsa Allah’ın oğludur’ diyerek şirke saptılar. Bunlar daha sonra sanki tahrif edilmemiş, eski safiyetinde kalmış gibi, tahrif edilmiş bozuk inançlarını din diye kabul ettirmeye çalıştılar, birbirlerinin hakkında atıp tuttular.

Cenâb-ı Hakk da her ikisinin de tevhid dini olmadığını, her ikisinin de büyük ataları İbrahim’in dininin hak olduğunu, son peygamberin de İbrahim’in hanif, müslim dininden olduğunu ilan ederek mümin müslim adaylarını uyarıp doğru yolu göstermiştir.

Bakara Sûresi 136. Ayet

قُولُٓوا اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَمَا اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَمَا اُنْزِلَ اِلٰٓى اِبْرٰهٖيمَ وَاِسْمٰعٖيلَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطِ وَمَا اُوتِيَ مُوسٰى وَعٖيسٰى وَمَا اُوتِيَ النَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْۚ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْؗ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

136- Deyin ki: ‘Biz Allah (c.c.)’a ve bize indirilen Kuran’a, İbrâhim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Yakub’a ve torunlarına indirilenlere; Mûsâ’ya ve İsâ’ya verilenlere ve bütün peygamberlere Rableri tarafından verilen âyetlere inandık. Onlardan hiçbirini diğerine ayırt etmeyiz. Biz Allah (c.c.)’a boyun eğen Müslümanlarız.’


Cenâb-ı Hakk, Hâtemü’n nebî olan Efendimizin ümmetini yanlış yöne sevk edip eğriyi doğru, dalaleti hidâyet gibi gösterenlere karşı uyardıktan sonra, doğru yolu, doğru sözü tarif ve telkin ediyor. Böylece hem gerçek inanç tâlim ediliyor, hem de yanlışa dâvet edenlere de yolun doğrusu gösteriliyor. Önce gönül bahçesinin bozuk itikat, kötü tiynet ve niyetten arındırmak, sonra da iman tohumunu ekmek murad ediliyor.

Biz, Allah’a ve bize indirilen Kuran’a, İbrahim (a.s.) ve oğulları İsmail, İshak, torunu Yakub ve diğerlerine indirilen suhuflara Mûsâ’ya verilen Tevrat’a, İsa’ya verilen İncil’e inanırız, ama hangi İncil’e?

Cenâb-ı Hakk’dan bizzat peygamberlerine indirilen kitaplara indirildiği şekilde inanırız, dememiz isteniyor. Zaten semavi kitaplar asılda daima birbirini tasdik eder. Çünkü aynı kaynaktan geliyor, aynı inancı telkin ediyorlar. Gaye aynı, hedef aynı, yön aynı. Hepsi de son Peygamberin geleceğini, vasıflarını, gelecek kitabı haber verip tasdik ediyor. Hiçbiri ‘yahudi ol kurtul - hristiyan ol kurtul, hidâyet budur’ demiyor.

Bu ancak Allah (c.c.) üzerine iftira atma cesaretinde bulunan bahtsızların yalan, asılsız iddiaları, dinlerini dünyalarına alet eden menfaatperestlerin son çırpınışları, tefrika, nifak, şikaklarının homurtusu.

Bu davranış, Yüce Mevlâyı gadablandırdığından bir sayfa dolusu cevapla onların karanlık ağızlarını tıkıyor. Onlara şöyle deyin, şöyle deyin diye müminlere öğretiyor. Bununla, kıyâmete kadar gelecek müminlere o habislerin meşum halleri ilan ediliyor ki; Allah (c.c.) ile harbe girmek neymiş anlasınlar.

İslâm;
İtikatte: tevhid
İbâdette: ihlas
Muâmelatta: adâlet
İdârede: meşveret
Cemiyette: emânet
Ferdiyette: liyâkat

Bakara Sûresi 137. Ayet

فَاِنْ اٰمَنُوا بِمِثْلِ مَا اٰمَنْتُمْ بِهٖ فَقَدِ اهْتَدَوْاۚ وَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا هُمْ فٖي شِقَاقٍۚ فَسَيَكْفٖيكَهُمُ اللّٰهُۚ وَهُوَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُؕ

137- Artık onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, doğru yolu bulmuşlardır. Yüz çevirirlerse, muhakkak size karşılık ayrılık ve düşmanlık üzeredirler. Onlara karşı Allah (c.c.) sana kafi gelecek, O Allah (c.c.) her şeyi işitir, her şeyi bilir.


Sizi kendi sapık inançlarına çağıran, hidâyetin kendilerinde olduğunu iddia edenler sizin inandığınız gibi Kuran’a, son Peygambere inanırlarsa, hidâyettedirler, yüz çevirirlerse ayrılık içindedirler. Allah (c.c.) onlar hakkında sana kafidir. Seni onlara karşı asla yardımsız, desteksiz bırakmaz.

Bu kelime, Kur’an’ın en uzun kelimesidir. Ayrıca bu kelimenin unutulmaz bir hatırası vardır. Hz. Osman’ı şehit ettiklerinde Kur’an okuyordu ve mübârek kanı bu kelimenin üzerine akmıştı. Çok manidar bir tevafuk; ‘Allah, onlar hakkında sana kafi gelecek.’

‘İnandık deyiniz!’ buyurulması, iman konusunda kalb ile tasdikin yanında dil ile ikrarın da gerekliliğini dile getirmektedir.

el-Alîm

Ezelî ilmiyle, büyük-küçük, mümkün-muhal, gizli-aşikâr her şeyi bilen. İlmi, yaratılmış ve yaratılmamış her şeyi birlikte ihata eden (kaplayan, içine alan). Her şeyin başlangıcını ve sonunu bilen, yerde ve gökte, dünyada ve âhirette, şehadet ve gayb âleminde ilminden hiçbir şey saklı kalamayan, ezel ve ebed arasında bulunan her şeyi ezelî ve ebedî ilmiyle kuşatan Yüce Allah demektir.

‘İlm’ kökünden mübâlağa sıfatı olan ‘alîm’, ‘her şeyi hakkıyla bilen’ demektir. Allah-u Teâlâ'ya nispet edildiğinde ‘zaman ve mekân kaydı olmaksızın, büyük-küçük, gizli-âşikâr, her şeyi, her hâdiseyi hakkıyla bilen’ manâsına gelmektedir.

‘Alîm’ ismi, Kurân-ı Kerîm'de 153 yerde Allah'a nispet edilmiştir. Yanında başka bir isim bulunmadan kullanıldığı takdirde, bir çeşit fiil fonksiyonu icrâ ederek mef'ul de almıştır. Bu durumda genellikle ‘Allah, her şeyi bilendir’ şeklinde kullanılmıştır. Aynı tür kullanımın başka örneklerinde ‘Allah, kalplerinizdekini en iyi bilendir’ anlamındaki şekliyle de çok sık geçmektedir. Bu ismin Kurân'daki yalın kullanımları ‘Allah, yaptıklarınızı, müttakîleri, zâlimleri, müfsitleri hakkıyla bilendir’ şeklindeki ifâdelerle konuyu daha somut hâle getirmiştir.

‘el-Alîm’ ismi, Esmâ'ül-Hüsnâ'dan ‘hakîm’, ‘semî’, ‘vâsi’, ‘azîz’, ‘habîr’, ‘halîm’, ‘şâkir’, ‘kadîr’, ‘hallâk’ ve ‘fettâh’ gibi cemâl ve celâl ifâde eden isimlerle çeşitli terkipler oluşturarak kullanılmıştır.

Alîm, ‘bilgi sahibi’, ‘çok bilen’ anlamındadır. Allah, her şeyi tam mânasıyla bilir. O her şeyin, içini, dışını, inceliğini, açıklığını, önünü, sonunu, başlangıcını, bitişini çok iyi bilendir. Allah'ın bilgisine sınır yoktur. O, her şeyi bilir. Olmuşları bildiği gibi, olacakları da aynı şekilde bilir. Onun için, olmuş-olacak, gizli-açık söz konusu değildir. Bunlar, insanlar hakkında geçerlidir. İnsanların bilmesi nisbî ve ârızîdir. Allah'ın bilmesi ise, zâtî'dir. Onun için O'nun bilmesinde dereceler bulunmaz. Hiç bir şey ilminin dışında değildir.

Güneşin ziyası hangi sahaları kaplıyorsa, o sahadaki bütün varlıkları birlikte görür, hepsini beraber bilir ve her biriyle aynı anda beraber ilgilenir. Burada sıraya koyma söz konusu değildir. Güneşi şuurlu farz etsek ve ziyasına ilim desek, güneş bütün çiçekleri, ağaçları, yaprakları, otları, karıncaları, insanları ve daha nice varlıkları bir anda ve beraber bilir. Onun bilmesinde az-çok, büyük-küçük fark etmez.

Selimiye Camiinin mimarî özelliklerini biz de biliriz, Mimar Sinan da. Ama, onun bilmesi fiilîdir. O, Selimiye’nin minarelerini yapar, kubbesini çatarken, ilmiyle kudreti birlikte çalışmıştır. Bizim aynı şeyleri bilmemiz ise bundan çok farklıdır. Bizimkinde, yapılmış olanı sonradan öğrenme söz konusudur.

Her şeyi bilerek ve hikmetle yaratan Allah’ın, eşya hakkındaki ilmi ‘fiilî bir ilimdir,’ mahlukatın ilmine benzemez.

İnsan kendisine ihsan edilen o cüz’î ilmiyle Allah’ın Alîm ismini tanır. Her şeyin ilimle vücut bulduğunu, hikmetli ve mânâlı yaratıldığını anlar. Bir hayvan, kendi iç organlarından bile haberdar değilken, insanın bu kadar geniş bir sahada ilmiyle dolaşması, onun için büyük bir şereftir. Arzın halifesi olan insan, kendini okuduğu gibi, kendini okumaktan aciz mahlukları da okumakla vazifelidir.
 

Sırları

Günde 150 kere ilim zenginliği için okunur.

‘Ya Alîm’ zikrine devam eden, gizli sırlara vakıf olur. Her şey, ona beyan olur. Okuyanın ilmi artar, hikmetli konuşur ve yüce makamlara erişir.

‘El-Alîm’ ismi şerîfini söylemeye devâm edene mânevî sırlar açılır hikmet ve mârifete kavuşur.

‘Yâ Allâmel ğuyûb’ virdine devam edenler, gayb erenleri ile konuşurlar.

‘Yâ âlimel ğaybi veş-şehâdeh’ diye namazlarının sonunda 100'er defa okuyanların kalp gözleri açılır.

‘Yâ allâmel ğuyûbi fe lâ şey e yefûtuhû min ılmihi ve lâ yeûdüh’ diye bu esmâyı okumaya devam edenlerin unutkanlıkları gider, hıfzetme güçleri artar.

Her kim ‘Yâ Allâmel Ğuyûb’ diye kendinden geçinceye kadar zikrederse; rûhu, maverâlara yükselir, sır perdesi aralanır.

Bu ismin adedi, 150'dir. Mezkûr adedi okumayı âdet edinenler, ilim tahsilinde kavrama gücü elde ederler.

Kim sabah ve akşamları ‘Bismillâhillezî lâ yedurru measmihî şey'ün fil ardi ve lâ fis-semâ' ve hüves-semîul alîm.’ diye 3'er kez okusa, bütün belâ ve musîbetlerden Allah'ın izni ile korunur.

Bu adı devamlı ananlar, Hak Teâla'nın her türlü yardımını görür, dünya âfetlerinden, musîbetlerinden uzak kalırlar. Ayrıca bilmedikleri şeyleri de yine Allah'ın inâyetiyle çabuk ve kolayca öğrenirler. Konuşmalarında mantık ve hikmet sahibi olurlar.


 

Sebeb-i Nüzul

Bu âyet nâzil olduğu zaman, Resûlulah (s.a.v.) yahudilerle hıristiyanlara, ‘Allah böyle emretti’ diye söylemiş ve bu âyeti okumuştu. Hz. İsa'nın isminin anılmasına gelince, yahudiler, inkar edip, ona küfrettiler. Hıristiyanlar da ‘İsa diğer peygamberler gibi değildir, o Allah'ın oğludur.’ dediler. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: Ey müminler, siz onlara söyleyiniz ve şöyle haber veriniz: Eğer yahudiler ve hıristiyanlar sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse gerçekten ihtida etmiş, doğru yola girmiş, hak yolu tutmuş olurlar, aranızda birlik ve bütünlük sağlanmış olur. Eğer yüz çevirirlerse onlar hakikaten şikak, yani ihtilaf, münakaşa, parçalanma ve didişme içindedirler.

Onların şerrine karşı Allah sana kâfidir. Biraz geciktirse bile hiç şüphesiz onların hakkından gelecektir. Ve O Allah Semî'dir, duânızı ve her söylediğinizi işitir; Alîm'dir, gizli niyetlerinize varıncaya kadar her şeyinizi bilir ve ona göre hükmünü icra eder. Hakka ihlâs ile sarılmanın hükmü, felah (kurtuluş) ve zaferdir. Hakka karşı muhalefet ile direnmenin hükmü de, er veya geç helâke uğramaktır.

Bakara Sûresi 138. Ayet

صِبْغَةَ اللّٰهِۚ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ صِبْغَةًؗ وَنَحْنُ لَهُ عَابِدُونَ

138- Biz Allah(c.c.)’ın boyasıyla boyanmışızdır. Allah(c.c.)’tan daha güzel boyası olan kim? İşte biz O’na kulluk edenleriz.


Tahrif edilmiş bâtıl dinlerini deşifre sadedinde onların vaftiz boyasını dile getirmeden ‘Allah’ın boyası’ şeklinde müşakale tarzı târizde bulunuyor.

Hristiyanlar, her doğan çocuğun suçlu olarak geldiğini, ancak sarı bir suya batırarak temizlendiğini öne sürüyorlar. Cenâb-ı Hakk onu reddediyor. Onların bu uydurma boyaları ne temizdir, ne temizleyici. Üstelik dünyaya gelen her çocuk İslam fıtratı üzere geliyor, sonra ebeveyni onun fıtratını bozarak kendi dinlerine sokuyor. Şaraba ekmek batırıp yiyorlar; onu güya çarmıha gererek öldürdükleri İsa’nın kanı kabul edip böyle arındıklarını sanıyorlar. Pazar günleri kiliseye gidip para karşılığı günah çıkartıyorlar.

Bu ve benzeri uydurma dindarlıklarını kınayarak asıl uyulması gerekenin Allah’ın dini olduğunu ‘Allah’ın boyası’ terkibiyle istiare yapıyor.

Daha açık bir ifadeyle; din-i mübini öyle yaşayıp hayatınıza öyle geçirmelisiniz ki, boya gibi içinize sinsin. Günahlarınıza öyle tevbe etmelisiniz, öyle dönüş yapmalısınız ki, eski hali hatırlatacak hiçbir eser görünmesin, tıpkı boyanın önceki hali kapattığı gibi.

Boya kaliteli, boyacı usta, boyanan da boyaya elverişli olursa, netice tabii ki güzel olur.

‘Sıbga’ kelimesi din anlamında kullanıldığı gibi, fıtrat manasına da kullanılmaktadır. Fıtrata dil uzatan hristiyanlara ve benzerlerine cevaben ‘boşuna avam halkı kandırmaya çalışmayın. Allah’ın yaratması, fıtratı en güzel fıtrattır. Ondan daha güzeli hiç kimse için asla mümkün değildir. Meful-ü mutlak cümlesi ile tekit, nevi, adet manaları da bu hükmü daha da kuvvetlendirmektedir.

‘Hiç yaratan bilmez mi?’ ‘Yaratmak da emir de O’na aittir’ âyetleri de bize gözteriyor ki; yeri-göğü bütün alemleri yaratan, idare eden, sanatında, kudretinde, ilminde hiçbir fütur, hiçbir uygunsuzluk, eksiklik olmayan Zât-ı Zülcelal’in kullarını idare etmek, onları iki cihanda mutlu, huzurlu kılmak için koyduğu kanunda (dinde) bir eksiklik olması hiç mümkün müdür?

Cenâb-ı Hakk, ‘Söyleyin’ emriyle kullarına bu gerçeği ilan etmelerini bildirirken cümle sonunu ‘Biz ona ibâdet edicileriz’ cümlesi ile bitiriyor. Sadece ve sadece kendisine tapılacak, buyruklarına itaat edilecek olan Allah olduğu gerçeğini yani konunun başında geçen ‘hanif’ tabirini tefsir etmektedir.
 

           ✺   ✺   ✺


Deyin ki; biz, Allah boyası olan ve yaratılıştan gelen iman ile iman ettik, sudan imana, sun'î (yapay) boyaya tenezzül etmeyiz. Maddiyatta, tabiatta ve bütün kâinatta, O'nun boyasından daha güzeli var mıdır? Ağaçlara, otlara, çiçeklere, bilhassa insanların simalarına ve göz renklerine şöyle bir göz atınız, onlardaki doğuştan boya ile insanların sonradan sürdüğü sun'î boyalar arasında güzellik bakımından ne kadar büyük fark olduğunu görürsünüz.

Din fıtrî bir din, iman ilâhî bir iman, temizlik doğuştan bir temizlik, güzellik doğuştan bir güzelliktir. Sonradan elde edilen bütün temizlik ve güzellik, aslında doğuştan gelen güzellik ve temizliğin korunmasına yöneliktir. İnsanları bir paçavra boyar gibi, renkli bir suya sokup çıkarmakla elde edileceği sanılan iman, sudan bir imandır, temelsiz bir dindir.

İman ile dini bir boyaya benzetmek gerekirse, biz Allah boyası olan bir fıtrî iman ile ve Allah tarafından boyanmış olmayı üstün tutarız. Maddî ve mânevi bütün temizlik çabalarımız ve güzelliklerimiz hep ilk oluştan, doğuştan gelen temelin muhafazasına yöneliktir. İslâm dini ve tevhid imanı, insanların Allah tarafından boyanmasıdır.

Bakara Sûresi 139. Ayet

قُلْ اَتُحَاجُّونَنَا فِي اللّٰهِ وَهُوَ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْۚ وَلَـنَا اَعْمَالُنَا وَلَكُمْ اَعْمَالُكُمْۚ وَنَحْنُ لَهُ مُخْلِصُونَۙ

139- De ki: ‘Siz Allah(c.c.) hakkında bizimle çekişiyor musunuz? Oysa O bizim Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size. Biz O’na bütün özümüzle bağlanmışız.


Bizim de, sizin de Rabbimiz, terbiye edenimiz, besleyip büyütenimiz, rızık verenimiz olduğu halde Allah’ın dini, hükümleri, kitabı, rasûlü, kararları hakkında bizimle mi tartışıyorsunuz? Hiçbirimizin böyle birşeye hakkı, ehliyeti olmadığı halde mi?

Hiç akıl verene akıl satılır mı? Bu ne cüret, ne kendini bilmezlik, ne bedbahtlık, ne küstahlık. Her an O’na muhtaçken, herşeyin hazineleri, göklerin yerlerin kilidi O’nun elindeyken, O’nun mülkünde, O’nun verdiği imkanlarla, O’na karşı çıkmak aklın, insafın kabul edeceği bir şey değil.

Bir işçi kendi gibi her şeye muhtaç patronundan korkup uğradığı haksızlıkları bile sineye çekerken; sen ey âsi nefis, âlemlerin Rabbi hakkında çekişmeye utanmıyor musun? Sonucundan korkmuyor musun? Zayıf aklınla, mahdut ilminle kendini ne sanıyorsun?

Sana yakışan; O’nun azamet-i kibriyasına teslimiyet, uluhiyetine ubudiyet ve hulusu kalple samimiyettir. Duymaz mısın; Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor:

‘İnsanlar helâk oldu, âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu, ilmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.’ (Keşfü'l-Hafa)

 

Tartışmadaki menfi enerji

İnsanın etrafını birkaç milimetrelik AURA adında bir enerji halkası çevreliyor. Ancak fotoğraflarda farkedilebilen bu halka, kavga, tartışma anında negatif enerjiye dönüşüyor. Kavga yapılan ortamlarda menfi enerji oluştuğu için bu mekanlar sıkıcı oluyor. Zikir yapılan meclisler de müsbet enerji olduğundan içinde bulunan kimselere huzur veriyor. Mübarek zatların kabirleri ve içinde çok Kur’an okunan evler de böyledir.
 

Tabut

Düne kadar aboneydin harama
Hep derdin ki ‘sözüm geçer parama’
Şimdi musallada, boşa aranma
Banka vezneleri yok tabutların
Söyle biraz avans versin putların

Tapular bıraktın valiz dolusu
Varisler şimdiden kurdular pusu
Niye getirmedin? Hayret doğrusu
Gerçi bagajları yok tabutların
Bir taksi tutardı sana putların

Ahlâk felsefesinde, çağdaşlık maşa
Üç beş fahişeyle güreştin başa
Haydi bu gece de kaçamak yaşa
Gümüş şamdanları yok tabutların
Birkaç mum getirsin söyle putların

Hep aşkta kazandın (!) verdin kumarda
‘Dolaşmalı’ derdin ‘Rakı damarda’
Biraz ayıldın mı, bu son şamarda?
Amerikan barları yok tabutların
Söyle de cintonik versin putların

Nerede şimdi beş yıldızlı oteller?
O hüzzam faslına dem vuran eller?
Nerede o rakseden incecik beller?
Dansözü şantözü yok tabutların
Zil takıp oynasın şimdi putların. C. Nûmanoğlu

Bakara Sûresi 140. Ayet

اَمْ تَقُولُونَ اِنَّ اِبْرٰهٖيمَ وَاِسْمٰعٖيلَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطَ كَانُوا هُوداً اَوْ نَصَارٰىؕ قُلْ ءَاَنْتُمْ اَعْلَمُ اَمِ اللّٰهُؕ وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَتَمَ شَهَادَةً عِنْدَهُ مِنَ اللّٰهِؕ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

140- Yoksa siz İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yakub ve oğullarının Yahudi ve Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: ‘Siz mi daha iyi bilirsiniz Allah mı? Kendisine Allah’ın bildirdiği gerçeği gizleyenden daha zâlim var mı? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.’


Hz. İbrahim, İsmail, İshak ve torunları hakkında yahudiler onların yahudi olduğunu; hristiyanlar hristiyan olduğunu iddia ederek bu peygamberleri kendi bâtıl iddialarına alet etmelerini Cenâb-ı Hakk şiddetle reddediyor. ‘De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, Allah mı?’ tehdidiyle onların ukalalığı, gerçekleri sakladıkları için insanların en zâlimi oldukları ilan ediliyor. Tâ ki, kimse bunların sahte fikirlerine aldanmasın.

Yine âyette ‘İbrahim yahudi değildi’ buyrularak işin hakikati ortaya çıkmıştır.Cenâb-ı Allah mühlet tanır, acele etmez; ama asla yapılanlardan gafil değildir. Her şeyi bilir. Gaflet, nisyan biz kulların vasfıdır. ‘Rabbim ne unutur ne şaşırır’ (Taha, 52)
 

           ✺   ✺   ✺


Bu âyette başlıca birkaç tenbih (uyarma) vardır:

1- Geçmiş ataların faziletlerini dile dolamakla kalınmamalıdır. Herkes ameliyle hesaba çekilecektir.

2- İslâm’ın bir taraftan değişmez ilkelere, diğer taraftan değişik şartlara göre uygun düşen esnek kurallara dayanması, onun kıyâmete kadar ayakta duracağını gösteren özelliklerinden biridir.

3- Hak yola girmek isteyenlerin, öncekileri körü körüne taklit etmeden, hak ve bâtılı seçip ayırdetmeleri lazım gelir.

Bakara Sûresi 141. Ayet

تِلْكَ اُمَّةٌ قَدْ خَلَتْۚ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْۚ وَلَا تُسْـَٔلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَࣖ

141- Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandığı kendilerinin, sizin kazandığınız da sizin ve siz onların yaptıklarından sorumlu olmayacaksınız.


Cenâb-ı Hakk, ara ara tarihten sayfalar açıyor, anlatıyor; ibret almamızı, ders çıkarmamızı istiyor. Fakat takılıp kalmamızı istemiyor. Çünkü iş zamanı, amel zamanı, imtihan zamanı, dalıp kalacak detaylarla kıymetli ömür sermayesini zayi etmemizi istemiyor. Bir kazan sütün bozuk olup olmadığını anlamak için, bir kaşık almak yeterli, hepsini içmeye gerek yok.

Anlatılan olayların özünü alıp kabuğuyla uğraşmamak gerek. Ömrün her dakikası bizim için İsrafil’in suruna, büyük mahkemeye yaklaşmak olduğundan, bilinçli kullanmalı. Çünkü bir daha dönüş yok, son fırsat.

 

Seherde Uyunur mu?

Hafızlar çalışırken, Kur’an rafta dururken
Bunca insan ölürken, gaflette kalınır mı?

Kalbini hak bilirken, ektiğin biçilirken
Aşk şarabı içerken, sevdasız kalınır mı?

Nevbahar güz olurken, aşk senin görevinken
Bunca insan ölürken, kaygısız yaşanır mı?

Ömür su gibi akarken, cürmün âlemi yakarken
İblis yolları tıkarken, seherde uyunur mu?

Bakara Sûresi 142. Ayet

سَيَقُولُ السُّفَهَاءُ مِنَ النَّاسِ مَا وَلَّاهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّتِي كَانُوا عَلَيْهَا ۚ قُلْ لِلَّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ ۚ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَىٰ صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

142- İnsanlardan bir kısım beyinsizler: ‘Onları bulundukları kıbleden çeviren nedir?’ diyecekler. De ki: ‘Doğu da batı da Allah’ındır. O dilediğini doğru yola iletir.’


Efendimiz Medine’de Kudüs’e yönelip namaz kılarken emri ilâhi ile Mescid-i Haram’a doğru namaz kılmaya başladı. Orada bulunan gayrı müslimlerin tepkisi henüz başlamadan yüce Allah, Habib-i edibine onların tepkilerinin ne olacağını kelimesi kelimesine bir mucize olarak haber verdi. Ta ki Habibi temkinli olup üzülmesin, onlara nasıl cevap vereceğini önceden bilsin...

Cenâb-ı Hakk idmaç sanatıyla bir çırpıda hem söyledikleri sözü hem de söyleyenlerin vasfını ‘Sefihler’ diye sıfatlı kinaye ile arz etti.

Bu kelimeyi seçmesi son derece manidardır. ‘Hafif, taşkın, cahil, savurgan, hakkı tanımayan’ anlamlarına gelen ‘sefih’ kelimesi konuyu en güzel şekilde anlatan bir beraatı istihlaldir.

Bu kimseler Efendimiz ﷺ Kudüs’e doğru namaz kılarken onunla Mekke’ye doğru namaz kılmayı arzu ediyordu. Mekke’ye, Mescid-i alay ediyor, hafif meşrep tavırla kınıyorlardı. Bu yüzden Efendimiz ﷺ Haram’a doğru kılması emrolununca yine aynı cehaleti, taşkınlığı gösterdiler. Allah’a ve Resûlüne karşı küstah bir tavır alma sefihliğinde bulundular. Şaşkınlıkları taşkınlığa döndü. İlâhi buyruğa kafa tutarcasına sorgulamaya cüret ettiler. Ve âleme ibret için ebedi ‘Sefih’ damgasını yediler.

Kendi zayıf akılları, mahdut ilimleriyle Alim, Hakim olan Allah’ın buyruğunu beğenmeyen ne kadar densiz varsa bundan dersini alsın.

Âyette bu sefihler hem tekdir ediliyor, hem de mantıklarını iyi çalıştırmaları, şüphelerinin gitmesi için deliller sunuluyor. ‘Size kıble tayin eden Allah, doğunun, batının, kuzeyin, güneyin velhasıl her yerin, her şeyin sahibi değil mi? O; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kullarını istediği kıbleye çevirir. İstediğini adli ve lütfuyla doğru yola iletir. İstediğini dalâlet vadilerinde yolsuz, yordamsız bırakır.

Hiç kimsenin O’nun buyruğuna karşı çıkma gücü kuvveti yoktur. Kimi isteyerek, kimi istemeyerek O’na boyun eğmek zorundadır. Ama O ﷻ kullarına hep hayır murad eder; şerre düşmelerine razı olmaz.’

Âyette geçen ‘Doğru yol’ her gün namazda kırk kere yalvarıp istediğimiz İslâm’ın istikamet yoludur. Yani ifrat ve tefritten uzak mutedil olup, Rabbimizin her konuda tayin buyurduğu hududun içinde kalarak, aşkınlık taşkınlık yapmadan ilerlemektir.

Dini mübinin doğru yol diye tabir edilmesi, eğri yolların da bulunduğunu, kulun yanlış adreslerle doğruluktan ayrılmamasını tembih eder.

Ayrıca yol; insana seferi, hedefi, hasreti, vuslatı, gayreti hatırlatır. Fani dünyadan baki vatan-ı asliyemize adım adım, nefes nefes yol aldığımızı, menzile varmak için doğru yoldan şaşmamamızı tembihler. Bir istiare-i temsiliye olarak bir anda çok şeyleri çağrıştırır.

‘Teşbih-i temsilin hakikatı vechi şebenin müteaddid şeyler arasında tenazuudur. Teşbihi temsili dilsizi konuşturur, acemden lisan getirir, cemadattan hayat gösterir, yakını uzak yapar. Cahil ve ahmakların (Allah’a karşı herkes cahil ve ahmaktır) anlamalarına en kuvvetli vesiledir.’

Yol deyince akla neler gelir, neler... Yolcu gidiyor ama zorla mı, hasretle mi... İsteyerek mi, istemeyerek mi... Bilinçli mi bilinçsiz mi?

Yollar binlerce... Eğri yolların içinde tek bir doğru yol: Ehli sünnet ve’l cemaat... Yolcu bunu biliyor mu? Kılavuz rehberi var mı? Yol ışıkları, yol haritası, tanıtım levhaları, ikaz işaretlerinin farkında mı?

Yolculuğu vasıtalı mı vasıtasız mı? Süvari mi piyade mi, azıklı mı azıksız mı, yol emniyeti var mı? Yol haramilerden, anarşistlerden, haydutlardan arınmış mı? Afaki ve enfüsi nice tehlikelerden beri mi? Yolda gidecek enerjisi, takati, yakıtı, nakiti, arkadaşı, yoldaşı var mı?

Bütün bu güçlükleri aşarak sağ salim menzile varmak ancak büyük bir inayeti, yüce bir himmeti, alim bir kudreti, geniş bir rahmeti gerektirir ki o da yüce Allah’ın hidâyetidir. Emrine muti, hükmüne razı olan seçkin kullarını doğru yola iletir. 

Bakara sûresinin bu bölümünün (ikinci cüzün) ana maddesi, müslüman cemaate halife-ümmet olmanın gereklerini ve bağımsız kişiliğini kazandırmaktır. Bu ümmet; kıblesi, şeriatı geniş kapsamlı, yaygın ve pratik hayat tarzı ile bağımsız bir kişiliğe sahiptir.

Kuba mescidinde de halk namazda iken biri gelip ‘Resûlullah Kâbe’ye çevrildi!’ diye nida etti. İbni Ömer (r.a) şöyle anlatır:

‘İnsanlar Kuba’da sabah namazı kılarlarken biri geldi ve; ‘Bu gece Resûlullah’a ﷺ Kur’ân âyeti indi ve Kâbe’ye dönmesi emredildi, siz de o yöne dönün!’ dedi. O anda namaz kılanların yüzü Şam bölgesine dönüktü, hep birlikte Kâbe’ye döndüler.’

Kuba ehlinin haber-i vahid (bir kişinin haberi) ile namazda da olsalar hemen amel etmeleri, sahabenin Kur’ân ve Resûlullah’tan gelen emirler konusunda birbirlerine güvenmelerinden kaynaklanmaktadır. Zira onlar biliyorlardı ki hiçbir sahabe bu konuda yalan söylemez ve iftirada bulunmaz. Bundan dolayı sahabe Resûlullah’tan nakillerinde adil kabul edilmiş ve kendilerine güvenilmiştir.
 

''Beyinsizler şöyle diyecekler.''

Allah ﷻ, onlar henüz demeden, bu sözü söyleyeceklerini haber vererek Efendimize gaybtan haber verme mucizelerinden birini ihsan etmiştir.

Ayrıca bu haber, Efendimiz’in ﷺ bu konuşmaları birden duyup, üzülmesini engelledi, eziyeti daha az olmuş oldu. Üstelik Allahu Teâlâ vereceği cevabı da Habibine bildirdi, onların sözüne karşı Resûlünü hazırlıksız bırakmadı.

Mazi yerine muzari kullanılması kesinlik ve tekrar içindir. Bu da sefihlerin sözlerini tekrarlayacağına işarettir.

Bir konuda, düşmanların söyleyeceklerine onlardan önce cevap vermek, aradaki fikrî çatışmayı kesin bir şekilde reddeder. Böylece Müslümanların bu tarz yersiz suçlamalara hazır olmalarıyla, böyle hadiseler meydana geldiği zaman muzdarip olmamaları sağlanmıştır.

Saygıdeğer bir kişi, henüz ihtiyaç duyulmadan hasmına karşı hazırlık yapıp, onun fikirlerini çürütür. Çünkü yay, oku atmadan önce gerginleştirilip sağlamlaştırılır. Silahın temizlik ve yağlaması atıştan önce yapılır. Allahu Teâlâ’nın, Yahudi ve müşriklerin kıble değişince yapacakları itirazı bildirmesi, dövüş sanatı çalışan kişinin insana benzer bir maketle prova yapıp çalışması gibidir.

Allahu Teâlâ Enfal Sûresi 60. âyette “Savaş için atlar hazırlayın” buyurmuş, maddi cihada hazırlık emredilmiştir. Bu âyet-i kerimede de Efendimizi ﷺ ilimle cihada hazırlayarak, inkarcı sorulara cevaplarımızın hazır olması gerektiğine işaret edilmiştir. Savaş için at besleyen sevap alırken, insanlara tebliğ için cevap hazırlayan sevap almaz mı?
 

Sefih

Lügatta ‘ince ve hafif şey’ anlamında olan sefih kelimesinin çoğulu ‘السُّفهََاءُ’dür. Vakarı ifade eden ‘hilim’ kelimesinin zıddıdır. Noksan akıllılığı ifade eder. Bundan dolayı çocuklara da sefih denir.

Sefih, bildiğinin hilafını kasten söyleyen, çok cahil, çok yalancı ve çok iftiracı demektir. Lehine ve aleyhine olan şeyleri birbirinden ayırd edemeyip, faydalı şeyleri bırakarak, kendisine zarar veren şeylere yönelen kimse hafiflik ve ‘sefeh’ ile vasfedilir. Yani ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik, temkinsizlik, görüş ya da ahlâkî bakımdan tutarsızlık demektir. Süfehâ, ‘Zayıf akıllı cahiller’ demektir. Zıddı ağır başlılık, tam akıllılıktır.

Şer’an sefihlik, akıl ve dinin emirlerinin aksine hareket etmektir. Şu halde dünya ve ahiret işlerinde, isabetli görüşe malik olmayan ve ne yaptığını bilmeyen kimseye sefih denir.

Sefahat, görüş ve düşüncede heva ve hevese uymak, akıl ile değil zevk ile hareket etmektir. Bu da aklın hükümsüz kalmasından dolayı budalalıktan kaynaklanır. Sefih kavramı Kur’ân’da türevleriyle birlikte on âyette geçmektedir.

Kur’ân’da üç sınıf için ‘sefih’ kavramı kullanılmıştır:

     1. İslâm’ı kabul etmedikleri için kafir ve münafıklar. Din hususundaki cehalet (sefeh), dünyevî meselelerdeki cehaletten daha zararlıdır. Bu sebeple hiçbir kâfir yoktur ki ‘sefih’ olmasın.
     2. Aklı zayıf, bunak ihtiyarlar
     3. Aklı bazı şeylere ermeyen çocuklar.
 

           ✺   ✺   ✺


Akıllı insan hayvanlarda bulunan şu on hasleti edinir:
Horozun cömertliği, Güvercinin zayıflığı, Doğanın sükuneti, Karganın ihtiyatı, Tavusun gam ve kederi, Hüdhüdün basireti, Parsın azameti, Atın dobralığı, Devenin sabrı, Köpeğin sadakati. Eski Şark El Yazması’ndan

Âyetteki ‘Süfeha’ kimdir?

‣ Bunlar yahudilerdir. Çünkü onlar Hz. Peygamber’in ﷺ kendi kıblelerine yönelmesiyle, artık bütün hususlarda kendilerine muvafakat edeceğini zannediyorlardı. Ne zaman ki kıble değiştirildi, onlar kederlenerek: ‘Muhammed (putperest) atalarının dinine döndü. Şayet bizim kıblemize yönelmeye devam etseydi, onun Tevrat’ta müjdelenen peygamber olduğunu anlardık’ dediler.

‣ Bunlar müşrik Araplardır. Çünkü müşrikler, Hz. Peygamber ﷺ Mekke’de iken Beytü’l Makdis’e yönelmesinden sıkıntı duyuyorlardı.

Efendimiz ﷺ Medine’ye gelip Kâbe’ye yönelmeye başladığı zaman, ‘Demek ki icad ettiği dinden usandı, bize muvafakat etmeye mecbur kaldı. Ecdadının dinine dönmesi muhtemeldir. Eğer bu kıble üzere sebat ederse, onun için daha iyi olur’ dediler.

Ayrıca bu grubun müşrikler olduğuna ‘مِنَ الناَّسِ / İnsanlardan’ sözü de delalet eder. Çünkü Kur’ân ıstılahında Mekke’de nazil olan âyetlerdeki ‘İnsanlar’ tabiri ile müşrikler murad edilir.

‣ Âyette kastedilenler münafıklardır. Çünkü bu isim münafıklara has bir kelimedir. “İyi bilin ki onlar (münafıklar)dır sefihlerin tâ kendileri.

Fakat bunu bilmezler...” (Bakara, 13) Münafıklar bu sözü alay etme gayesiyle söylemişlerdir. Onlara göre kıblenin değiştirilmesi, sırf abesle iştigal ve şahsî görüş ile hareket etmektir.

Münafıklar küfrü izhar edip iman bilgilerini gizlediler. Tekzip izhar edip doğruluğunu bildikleri şeyleri gizlediler. Yine bunun gibi sefihçe iyilik izhar edip kötülüğü gizlediler. Onların basiretleri zahir batın kötülükleriyle kör ve sefih oldu.

‣ ‘Süfeha’ kelimesine, bu sayılanların hepsi dahildir. Çünkü bu, başında elif-lâm bulunan âmme bir lafızdır. “Kendini bilmez (sefih)den başka kim İbrahim milletinden (dininden) yüz çevirir?” (Bakara, 130) âyet-i kerimesi de buna delalet eder.

Yani mana şöyledir: Bu söz kimden sadır olursa sefih odur, ister müşrik, ister Yahudi, ister hristiyan olsun sefihlikte eşittir. Onlara ‘Sefihler’ denmesi, İslâm’ın hakikatini kavramaktan aciz ve örtülü olmalarındandır. Eğer aklıselime sahip olsalar, Kur’ân’ı delil olarak kabul ederlerdi. Fakat onlar cihetlere saplanıp bu konuda aşırı gittiler. Kıblenin değişmesini anlamayıp, inkar ettiler. Bütün cihetlere vakıf olan tevhidi bilemediler.

 

''Onları bulundukları kıbleden çeviren nedir?''

Kıble, Beytü’l Makdis’ten Kâbe yönüne çevrilince, kafirler Müslümanları kınayarak: ‘Onları üzerinde oldukları Kıblelerinden döndüren sebep nedir?’ dediler.

Bir başka görüşe görüşte ise; Yahudilerin kıblesi batı, hristiyanlarınki ise doğu idi. Kıblelerine yönelmedikçe, namaz kılma adetleri yoktu. Hz. Peygamberin ﷺ Kâbe’ye doğru yüzünü çevirdiğini görünce, üçüncü bir kıblenin çıkmasını yadırgayarak; ‘Bir kimse bu iki kıbleden başka bir kıbleye nasıl yönelebilir?’ dediler.

‘Kıblelerinden’ şeklinde, kıblenin Müslümanlara izafe edilerek söylenmesi, onların ihtisasını ziyadeleştirmek içindir. Çünkü onlardan başka bir ümmet bu kıbleye yönelmemiştir. Müşrikler zaten namaz kılmaz, ehli kitap da namazlarında bu kıbleye dönmezlerdi.

Ayrıca bu izafet, bu soruyu soran sefihlerin Yahudiler olmadığını da gösterir. Çünkü onlar olsaydı ‘Kıblemizden’ der, mütekellim zamiriyle izafet yaparlardı. Fakat sefihlerin Yahudiler olduğu görüşüne göre tefsir edilirse, o zaman bu izafet Müslümanların o kıbleye bir yıl ve birkaç ay dönmeleriyle, adeta kendilerine ait olduğunu ifade eder.

Yahudilerin Beytü’l Makdis’e kıble olarak dönmeleri dinlerinin aslından değildi. Beytü’l Makdis Hz. Mûsâ zamanında yoktu, Tevrat’ın ilk beş bölümünde Beytü’l Makdis’ten bahseden bir kısım bulunmaz. Beytü’l Makdis’i Hz. Süleyman bina etti, dua ederken ona yönelirlerdi. Fakat bu da Beytü’l Makdis’in yahudilere namaz kıblesi kılındığını göstermez. Belki daha sonra gelen peygamberler Allah’ın ﷻ vahyi ile kıble olduğunu bildirmiş olabilir. Ancak Müslümanlar, kendi peygamberlerine Allah’ın ﷻ bildirmesiyle, bizzat vahiyle ona yöneldiler, Beytü’l Makdis (geçici olarak bile olsa) onlara ait kıble oldu.
 

Beytü’l Makdis

Allah ﷻ kullarına dünyada ilk ev olarak Kâbe’yi bina ettirmiş, sonra onu kıble ve mescid olarak Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in eliyle tekrar inşa ettirmişti. Buna rağmen sonraki asırlarda bir müddet için Beytü’l Makdis kıble olarak tayin edildi. Bunun hikmeti şudur: Allahu Teâlâ Hz. Mûsâ ve Hz. İbrahim’e Beytü’l Makdis’in civarını umran hale getireceğini vaad etmişti. Hem bu vaadin tahakkuku, hem de İsrâiloğullarının kalplerinin daha fazla mutmain olup imana bağlanması içindi.

‣ Beytü’l Makdis nebilerin kıblesi idi. Rüknü Yemani’nin arasında namaza dururlardı.

‣ Melekler Beytü’l Makdis’ten göğe yükselir ve yine oradan oldukları yere inerler. Efendimiz ﷺ oradan miraca çıkmıştı.

‣ Yapılan tespitlere göre uzay çalışmaları için gönderilen hava araçlarının da bütün giriş çıkışları Beytü’l Makdis hizasından gerçekleşmektedir.
 

Kıble

Kıble kelimesi قِبْلةَ masdarından gelir. مُقاَبلَةَ anlamındadır. Namaz kılan kişi o yönü, o yön de namaz kılan kimseyi karşısına aldığı için bu isim verilmiştir. قبل fiili lügatta; yüzünü döndü, razı oldu, karşılaştı, yeniden başladı... manalarına gelir.

قِبْلةَ masdarı lügatta; Ön, evvel, senet, taahhüt, karar, önce, taraf, dağ eteği, başlangıç, güç, takat, yön, cihet, Kâbe, süs iğnesi, güzellik, seher yeli, nesil, topluluk, taraftar, benzer, zümre, kefil, başkan, soy, kabile, sınıf, gem dizgini, kafa kemiği... demektir.
 

Ehl-i Kitabın itirazları

Yahudi ve Hristiyanlar, İslâm’ı tenkit etmek için şöyle dediler:

‘Nesh, cehaleti gerektirir. Bütün yönler, Allah’ın mülkü ve mahlûku olma bakımından eşittir. Kıblenin bir yönden başka bir yöne çevrilmesinin faydası yoktur. Abes ile iştigal etmek ise Hakim olan Allah’a yakışmaz. Bu da, bu değiştirmenin Allah tarafından olmadığını gösterir.’ Allah ﷻ onların bu asılsız itirazlarına cevap vererek şöyle buyurdu:
 

''De ki; doğu da batı da Allah’ındır.''

قلُْ gizli bir sualin cevabıdır (istinafen fasıl). Sanki Efendimiz ﷺ ‘Yâ Rabbi! Sefihler böyle dedikleri zaman ne diyeyim?’ demiş, Allahu Teâlâ da ‘Habibim onlara de ki: Doğu da batı da Allah’ındır’ buyurmuştur.

Aslında her yön bir kıbledir, ibadete duran kul ne tarafa dönerse yüce Allah’ın yönü o taraftır. Herhangi bir yönün kıble olarak belirlenmesi yüce Allah tarafından bir yönlendirmedir ve o tarafa dönmek O’na itaat anlamı taşır. Yoksa bu; Allah’ın o tarafta değil de (haşa) bu tarafta olduğu manasına gelmez.

Yani mekanların hepsi, bölge ve nahiyelerin tümü, bütün esrarı ile mülk ve tasarrufları Allah’ındır. Allah’ın hiçbir mekana ihtiyacı yoktur. Hiçbir yer bizatihi kıble olmaya müstehak değildir. Herhangi bir yerin kıble olması ancak Allahu Teâlâ’nın emretmesiyle olur.

 

Allah

‘Allah’ ismi, Rubûbiyet sıfatları ile muttasıf, varlığı münferit olan Vâcibu’l vücud’un ismidir.

‘Vacibu-l Vücud’ demek, varlığı zaruri olan, yani bir an için yokluğunu farz etmek imkansız olan zat, demektir. Allah ﷻ, varlığı zorunlu olma sıfatıyla muttasıf bir mevcud-u hakikidir. O’nun varlığı Zatının muktezasıdır. Varlığında Zatından başka bir şeye muhtaç değildir. Bir an olsun yokluğunu farz etmek muhaldir.

Ondan başka mevcudat bizatihi varlığa müstahak değildir. Çünkü varlığı kendinden değildir. Zatı itibari ile yokluğa mahkumdur.

Bu isim, Allah’ın doksan dokuz isminin en büyüğüdür; çünkü, bütün ilâhi sıfatları cem eder. Diğer isimleri ise, ilim, kudret, fiil gibi yalnız ifade ettikleri mana birimlerine delalet eder. Mesela ‘Er Rahman’ yalnız merhameti, ‘El Kahhar’ yalnız kahrı, ‘El Alim’ yalnız ilmi ifade eder. Allah ﷻ ismi şerifi ise bu manaların hepsini birden toplu olarak ifade eder. Onun için manadaki bu topluluğu mülahaza ederek ‘Yâ Allah’ diyen bir kimse Cenâb-ı Hakkı bütün isimleriyle zikretmiş olur. Bu hususiyetlerden dolayı Esmaül Hüsna içinde Allah ﷻ ismi şerifi ism-i azam’dır. Şanı büyük, bereketi daha bol, feyzi ve inayeti daha süreklidir. Bu ismi şerif daima aşıkların gıdası, sadıkların nevası olmuştur.
 

               Ya Allah’a baş eğer, hiç kimseye eğmezsin;
               Ya herkese baş eğer, hiçbir şeye değmezsin... C.Numanoğlu 

 

Kulun bu isimden nasibi, Allah’a ﷻ kulluğa çok gayret etmesi, bütün kalbi ile O’na bağlanmasıdır. O’ndan başkasını görmemeli, başkasına iltifat etmemeli, başka hiç kimseden bir istekte bulunmamalı, kimseye boyun eğmemeli, korkmamalıdır.

Allah ﷻ ismi şerifi bütün isimlerin, sıfatların birleştiği ismi cami olup, bu isimden Cenâb-ı Hakk’ın bütün noksanlardan münezzeh olduğu öğrenildiği gibi, kul da kamil olmaya çalışmalı, noksanlarını azaltmalı, faziletlerini çoğaltmalıdır.

Bunu elde etmek için; öncelikle Allah bilgisi edinilmelidir. İnsanın ömrü doğduğu günden değil Allah’ı bildiği günden itibaren başlar. Hz. Nuh hakkında Allahu Teâlâ “Bin sene yaşadı, ellisi müstesna” (Ankebut,14) buyurmuştur. Çünkü Hz. Nuh bu elli yıldan sonra tebliğe, Allah’ı ﷻ tanıtmaya başlamıştır. Allah’ı ﷻ bilmeyen; gezen ve konuşan bir ölüdür. Birçokları sevdiklerinin ölümünden kederlenir, acılar içinde kalır.

Halbuki kendi kalbinin ölü olduğundan haberi bile yoktur.

 

''O, kimi dilerse onu hidâyete erdirir.''

Yani ‘Doğru yola veya Kâbe’ye yönlendirir.’ (Tevcih) BuradaFatiha’daki ‘اِهْدِناَ الصِّرَاطَ الْمُسْتقَِيمِ’ duasına sarih bir alaka vardır. “Yâ Rabbi, bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna.

Gazap ettiklerinin ve dalâlette bıraktıklarının yoluna değil” (Fâtiha 6-7)

Burada iki istisnadan söz edilir. Sıratı müstakimden sapan iki ana grup yahudiler ve hristiyanlardır. Yahudinin sapması; maddeye ağırlık vererek, manayı görmezden gelen materyalistçe bir sapmadır. Hristiyanlar da madde aleyhine ve ruh lehine dengeyi bozmuş, maddeyi yok farz ederek ruhu ve manayı putlaştırmışlardır. Bu iki durum da sapmadır, dengesizliktir. İslâm ümmeti maddeyi de, manayı da kabul eden denge unsurudur.

Ayrıca yahudilerin bir diğer sapması; bildikleriyle amel etmemeleri, hristiyanların sapması da bilgisizce amel etmeleri olmuştur. Yahudilerde bilgi var amel yok, hristiyanlarda da amel var ama bilgi yoktur. Bu ümmetten bildikleriyle amel işlemeyenler yahudilere, bilgisizce amel işleyenler de hristiyanlara benzemektedir. Allah bu konuda da İslâm ümmetini denge unsuru kılmıştır. Bu ümmet bilgiyle ameli, düşünceyle hayatı birleştirmiştir. İslâm ümmeti ne Komünizm gibi, toplumu putlaştırıp, toplum menfaati adına ferdin haklarını öldüren, ne de kapitalizm gibi bireyi putlaştırıp, her türlü davranışa özgürlük tanıyan ve bu konuda hiçbir sınır tanımayan bir ümmet değildir.

Âyet-i kerimede ‘Sıratı müstakim’in nekre gelmesi, azamet ve yeniliğine işarettir. Yani istenildiğinden daha güzel, önceden beri gidilen, bilinen sırattan daha farklı, selamete daha çok götüren, gadabı ilâhi ve dalâletten salim, müstakim yol demektir.

Ardından bu sıratı müstakime hidâyet, sırf ilâhi meşiete (dilemeye) bağlanmıştır. Meşiet-i ilâhiyeye bağlı olmayan hiçbir şey bulunmadığı halde bunun özellikle tahsis edilmesi, bu sırata ulaşmanın kulların kesbi ile olmayıp sadece fazlı ilâhi ile olduğuna tembihtir.

Kesb konusunda meşiet-i ilâhiye, meşiet-i ibadı takip eder. Bu gibi vehbi hususlarda ise kulun kesbi, meşiet-i ilâhiyeyi takip eder. Cenâb-ı Allah ﷻ her şeye maliktir ve dilediği kulunu yalnız meşieti ile peygamber yapar. Peygamberlik bir kesb işi değildir.

‘Dilediğini hidâyete erdirir’ buyruğunda icaz vardır. Allahu Teâlâ kimleri hidâyet edeceğini “…dilediklerini seçecek ve kendine yönelenleri de hidâyete eriştirecektir” (Şura, 13) âyetiyle beyan etmiştir. Yoksa -haşa- Allah’ın ayrım yapması gibi bir şey söz konusu değildir.

Burada sırat kelimesinin tevriyesi ve الي harfi cerinin intiha-i gaye manalarını düşündüğümüzde; şu manayı ifade eder: Bu dünyada kendi iradenle, isteğinle doğru yola gittiysen fırsatı iyi kullandın demektir. Aksi halde zaten eninde sonunda Sırat’a geleceksin.

‘Dilediğine hidâyet eder’ ile kasıt, evliya ve sevdikleridir. Doğru yola iletmesi; O’na kavuşmaya, zahiri ve batıni nimetlerine ulaştırmasıdır.

Allahu Teâlâ bize ‘Doğru yolu yapın’ demiyor. Doğru yolu zaten hazırlamış. Bize sadece o yolda yürümek kalıyor. Biz yürümeyi bırakıp yol yapmaya çalışmamalıyız. Sırat-ı müstakim her zaman Allah’ın yönlendirmesiyle bilinir; ancak Rabbü’l âleminin göstermesiyle doğruyu buluruz. Dolayısıyla kıbleye yönelmek; kalp, kafa, ruh, hayat, kısacası her şeyiyle Allah’a yönelmektir.

Sırat-ı Müstakim’in manaları: İslâm, peygamberlerin yolu, vasat ümmetin yolu, kulluk, hak yol, din, sebilü’r reşat, hidâyet, hakikat, sünnet yolu, en doğru yol.

هَدَي fiili lügatta; doğru yolu bulmak, yoluna girmek, yol göstermek, yol tarif etmek, çölde yolunu bulmak, Mekke’ye kurbanlık sevk etti, hediye verdi, yemeklerini getirip bir yerde yediler, sulh yaptılar, şiirle yerdi, beyan, akli ve nakli deliller, indirilen şeylerin verdiği fayda, aslan, önde olan, rehber, çıkıntı, değnek, su içinden sivrilen kaya, gündüz, yol, itaat ve kulluk, saygıdeğer kişi, hal ve gidiş, yön, maksat, gelin, deve, esir, sıratı müstakim, irşad, Kur’ân, iltifat... manalarına gelir.

Hidâyet; irşat etmek, doğru yolu göstermek, nazikçe rehberlik yapmak, ahiret saadetinin yolunu göstermektir. Zıddı saptırmak, yanıltmak, dalâlete düşürmektir.
 

Mü’minlerin Kâbe’yi kıble edinmeleri

Yahudiler batı tarafında Allah’ın Hz. Mûsâ’ya ikramda bulunduğunu, ona vahyettiğini zannettikleri için mağribi yani batıyı kıble edindiler.

Hristiyanlar da Hz. Meryem Hz. İsa’yı dünyaya getireceği zaman şehirden çıkıp doğu tarafına gittiği için doğu tarafını kıble zannettiler.

Kâbe her ne kadar Hz. İbrahim’in kıblesi ve Efendimizin ﷺ doğum yeri olsa da; mü’minler kendi görüşleriyle, içtihatlarıyla hareket etmeyip, sırf Allah emri olduğu için, sadece O’na itaat için Kâbe’yi kıble edindiler. Bunun için ümmeti Muhammed seçkin ümmet vasfıyla tebcil edildi.

Allahu Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e kıble tayin etmesi, darlıktan veya -haşa- bilgisizlikten değil, kullarını korumak ve onları birlik-beraberlik demek olan tevhid sırrıyla terbiye etmek içindir.
 

Kıbleye Yönelmenin Hikmetleri

‣ İnsan, mücerred ve aklî bir şeyi anlamaya çalışırken, zihninde birtakım hayali şekiller meydana getirir. Bu hayali şekiller, o soyut manaları kavramaya yardım eder. Bir mühendis proje yaparken, önce çizimle o hayali somutlaştırır. İbadet için kıble tayin edilmesindeki hikmetlerden biri budur.

Soyut duygular, beş his ile algılanan zahiri bir şekil bulmadıkça durulup istikrara kavuşamaz. Duygular ancak o zaman tamamen boşalarak dış âlemle uyumlu hale gelir.

İslâm, ibadet sistemini bu fıtri temele oturtmuştur. Bu yüzden ibadetler sadece niyetle, sırf ruhi yönelişle yerine getirilemez. Bu yöneliş, somut bir şekle bürünmelidir; namazda kıyam, kıbleye doğru durma, tekbir alma, Kur’ân okuma, rüku ve secde, Hacc’da belirli bir yerde ihrama bürünme, sa’y etme, dua etme, telbiye getirme, kurban kesip tıraş olma gibi. Bu hareketlerin her biri ayrı bir ibadettir.

Sapıkları doğru yoldan çıkaran asıl sebep, somut şekiller arayan insan fıtratının eğitilmemesidir. İnsanlar, duygularının aradığı büyük gücün taş, ağaç, yıldız, güneş, ay, hayvan, kuş gibi maddi varlıklarda olduğuna inanmışlardır. Bu yüzden İslâm, yüce Allah’ı her türlü tecessüm düşüncesinden ve herhangi bir yönden münezzeh tutarak, insan fıtratını ibadetlerdeki hareketlerle tatmin eder. İnsan kalbi, bütün varlığıyla Allah’a yönelirken, aynı anda Kâbe’ye doğru da yönelir. Allah’ın mekandan münezzeh olduğunun delili, kendisine yönelinen Kâbe’nin içinde her yöne namaz kılınıp cihet tayin edilmemesidir. Eğer namazda kıbleye dönmek farz olmasaydı herkes kafasına göre bir yöne dönerek -haşa- Cenâb-ı Hakk’a mekan tayin edeceklerdir.

‣ Zayıf bir köle, azametli bir hükümdarın meclisine girdiğinde, yüzünü mutlaka melike dönmesi, ona arka dönmemesi, onu en güzel şekilde tavsif etmesi, son derece hizmet ve itaatta bulunması gerekir. Namazda kıbleye teveccüh etmek de, hükümdara yönelip, ona sırt dönmemek gibidir. Namazda okunan dualar, ona övgü ve medh yerine; rükû ve sücûd ise, melîke hizmet etmek yerine geçer.

‣ Kıbleye yönelme bir yüzleşmedir. İnsan günde beş kere Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkacaksa, O’na asi olmaması gerekir. Onun için Şafiler subhaneke duası yerine “Ben yüzümü yerleri gökleri yaratan Allah’a çevirdim” (Enfal, 79) âyetini okurlar. Bu da bize masivaya değil, teveccühlerin Allah’a olması gerektiğini gösterir.

‣ Namaz kılmaktan maksat, kalbin Allah’ın huzurunda olduğunu bilmesidir. Bu huzur ise, ancak kıpırdamamakla, bu da kişinin bütün namazlarında aynı istikâmete yönelmesiyle elde edilir.

‣ Allahu Teâlâ bütün mü’minlerin bir babanın evladı gibi ülfet ve uyum içinde olmalarını sever. Eğer herkes namazında başka tarafa yönelse, aralarında ihtilâf olduğu vehmini verirdi. İşte Cenâb-ı Hakk, aralarındaki muhabbet ve ittifakı ortaya koymaları için, bir yön tesbit etmiş ve ona yönelmelerini emretmiştir. Bunda, Allahu Teâlâ’nın, hayırlı fiillerde kullarının birlikte olmasını sevdiğine işaret vardır.

‣ Kâbe alttan, üstten göğe kadar merkezdir. Çepeçevre ona yönelen yeryüzü sakinleri, onun etrafında sıra sıra birer saf teşkil ederek, tek düzen, tek ümit ve tek hedefli büyük bir cemaat teşkil eder. Kâbe’yi yerin altında cinler, hizasında insanlar, üst tarafta melekler tavaf eder.

‣ Bir ümmetin ruhî birliği, aralarında maddî birliğin görünmesiyle anlaşılır. Kâbe de ümmetin ruhanî birliğini gösterir. Kıblesiz bir ümmet olamaz. Dünyadaki bütün Müslümanların en mühim ibadetlerinde aynı yöne dönmeleri, hepsinin bir noktada birleşip kalplerinin tek bir yere bağlanması demektir.

‣ Allahu Teâlâ Kâbe’yi, ‘Evim’ diyerek kendine nisbet etmiştir. Mü’minleri de, kulluk sıfatıyla yalnız kendisine nisbet etmiştir. Bu her iki izafet de, tahsis ve tekrim, şereflendirmek içindir. Allahu Teâlâ sanki,

‘Ey mü’min, sen benim kulum; Kâbe evim, namaz bana yapılan hizmetimdir. Bana hizmet hususunda, yüzünle benim evime; kalbinle de bana yönel!’ demektedir.

‣ Hristiyanlar, nurların doğduğu yere yönelmişlerdir. Biz müslümanlarsa bütün nurların kendi nurundan yaratıldığı, nurların efendisi olan Hz. Muhammed ﷺ’in doğduğu yere yöneldik.

‣ Kâbe yerin göbeği ve ortasıdır. Allahu Teâlâ’nın namazlarında yerin ortasına yönelmelerini kullarına emretmesi, her şeyde adalet ve itidalin gerekli olduğuna işarettir. Bu teveccüh, şubeden merkeze yöneliştir.

‣ Allahu Teâlâ Kâbe’ye yönelmeyi emrederek, Hz. Muhammed’i ﷺ sevdiğini ortaya koymuştur. Hz. Peygamber ﷺ, yahudilere muhalefet etmek için, uzun bir müddet bunu arzulamıştı.

‣ Tek bir kıble tayin edilmese herkes kendine göre bir tarafa yönelecek ve Allahu Teâlâ’ya mekan izafe edilmiş olacaktı. Kıblenin bir tane olması bunu engelledi. Harem’de Kâbe’ye her cihetten dönülerek namaz kılınabilmesi Allah’ın ﷻ mekandan münezzeh olduğunun isbatıdır.

İstikbali kıble bir teveccüh, bir şeref, bir itidaldir. Halkın tek bir cihete ictimaı nurdan istifadede vatanların ittifakı için büyük bir tesirdir. Bunun için mahalle halkını namazda cem etti ki ittifak etsinler. Cumayı vâcib kıldı ki belde ehli ittifak etsin. Haccı farz kıldı ki ehli afak ittifak etsin.

Cihet tayini ancak semavi emirle olur. Hz. İbrahim’e cihetlerin en efdali Kâbe tahsis olundu. Çünkü Kâbe insan toprağının mebdeidir. Arz Kâbe’nin toprağından yaratılmaya başlandı. İnsan zahiren Kâbe’ye teveccüh etse de batınen Hakk canibinden mebdeye teveccüh etmiş olur.

Yer ve sema da Hakka icabet eder. Nitekim âyette: “Yere ve göğe isteyerek veya istemeyerek gelin’ dedi. ‘İsteyerek geldik’ dediler.” (Fussilet, 11) buyruldu.

Miraçtan sonra Kâbe kıble kılındı. Medine’de iken Mescid-i Aksa kıble kılındı. Medine’ye dönünce on altı ay kadar Kudüs’e doğru kılındı. Yahudiler onunla ülfet ettiler. Sonra Kâbe’ye döndü. Zira nihayet noktasından hidâyete rucu oldu. Kemali nihayete erdi. Zahiren teveccüh Kâbe’ye iken halin teveccühü Hakk’a olmalıdır. Kâbe veya miraç ibadete mesafe yeri değildir. Cenâb-ı Hakk mesafeden münezzehtir. Bu nedenle: ‘Dilediğini doğru yola iletir’ buyurdu.

Doğu ile batı arasında tek bir kıble vardır. Hadis-i Şerif
 

Kıblenin kıymeti

‣ Kim kıbleye hürmet ederse Allah ona ikramda bulunur. Hadis-i Şerif

‣ Namazda kıbleye yönelmek, namazın dışındaki şartlardandır. Ancak sadece bedenen kıbleye yönelmek yeterli değildir. Asıl istenen, kalbini masivadan ayırıp Allah’ın ﷻ emirlerine bağlamaktır. Kıbleye zahiren yönelmek, deruni hisleri harekete geçirmek ve onlar kalbe isyan etmesin diye zapt edip, belli bir tarafta durdurmak içindir. Çünkü azalar istedikleri tarafa yöneldiklerinde kalbi de kendi emirlerine alır ve Allah ﷻ yolundan ayırırlar.

‣ Yüzün kıbleye yönelmesi için diğer yönlerden ayrılması zaruri olduğu gibi, kalbin de Allah’a yönelmesi için masivadan ayrılması şarttır. İhya

‣ Vaktin evvelinde Kâbe’yi hayal-i nazara almakla namaz kılmak menduptur ki, birbirine giren daireler gibi Beyt’in etrafında teşekkül eden safları görmekle, yakın saflar Beyt’i ihata ettikleri gibi, en uzak safların da âlem-i İslâm’ı ihata ettiklerini görürsün. Bediüzzaman

‣ Kıble, bu cemaatin namaz kılarken tarafına döneceği basit bir yön ya da basit bir mekân değildir. Bu mekân düşüncede, kişilikte, amaçta, endişe ve ideallerde, yapıda farklılığın sembolüdür.

 

Peygamber Efendimiz, Medine’ye gelip Beytü’l Makdis’e doğru namaz kılmaya başlayınca, bu iş Arapların gücüne gitti. Onlar cahiliye döneminde Kâbe’ye saygı göstermeye alışmış, orayı geleneksel ziyaret yeri ve kıble olarak benimsemişlerdi. Üstelik bu yüzden yahudilerden kulaklarına gelen böbürlenici, hava atıcı laflar ve bu olayı koz olarak kullanmaları sıkıntılarını arttırıyordu.

Daha sonra tekrar Kâbe’ye dönerek namaz kılınması emredilince, bu defa Araplar sevindi, yahudilerin gücüne gitti. Oklarını müslümanların vicdanlarındaki iman temeline yönelterek şöyle dediler; ‘Eğer Beytül Makdis’e yönelmek yanlış idiyse, bunca zaman kıldığınız namazlar boşa gitti. Eğer oraya yönelmek doğru idiyse o zaman başka bir yöne dönmenin gerekçesi nedir? Bu ne iş böyle; kâh buraya, kâh oraya?

Bunda kesinlik ve kararlılık olsa böyle olur mu?’

Yahudiler, müslümanların yüce Allah’tan sevap alacaklarına olan güvenlerine, hatta Peygamberimize duydukları güvene oklarını yöneltiyorlardı. İslâm’dan çıkıp, dinden dönenler oldu. Münafıklar, ipe sapa gelmez sözlerle müslümanlar arasına şüphe ve fitne sokmaya çalıştılar. Bazı Müslümanlar, ‘Vefat eden arkadaşlarımızın kıldıkları namazlar ne olacak?’ diye telaşa kapıldılar. İşte kıble henüz değişmeden, bu hallerin olacağına işaret etmek üzere bu âyetler nazil oldu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine’ye gelmiş ve on altı ay Beytü’l Makdis tarafına namaz kılmıştı. Kıble’nin Kâbe’ye çevrilmesi, Bedir gazasından iki ay önce Recep ayı içinde öğleyin güneşin zevalinden sonra meydana geldi. Resûlullah, Beni Seleme mescidinde ashabı ile birlikte öğle namazını kılarken âyet geldi. Kılmakta olduğu öğle namazının ilk iki rekâtını Mescid-i Aksa, son iki rekâtını Mescid-i Haram tarafına kıldı. Peygamberimizin yer değiştirip Kıblenin değiştiğini bildirmesiyle erkeklerle kadınlar yer değiştirip birbirlerinin yerini aldılar. Bundan dolayı o mescide Mescidü’l-Kıbleteyn adı verildi. Derhal etrafa haberler gitti.

Resûlullah’a ﷺ biat eden kadınlardan Tüveyle b. Eşlem anlattı:

‘Biz Benî Harise’deki yerimizde namaz kılıyorduk. Abbad b. Bişr geldi ve: ‘Resûlullah Kâbe’ye döndü’ dedi.

Bunun üzerine erkekler kadınların yerine, kadınlar da erkeklerin yerine geçtiler. Sonra kalan iki rekâtı Kâbe yönüne doğru kıldılar.’ Kıble değiştirme, namazı bozan amel-i kesir olsa, o anda ilâhî emre itaat zarureti bulunması ya da amel-i kesirin yasaklanmasından önce vuku bulmasından dolayıdır.’

Kuba mescidinde de halk namazda iken biri gelip ‘Resûlullah Kâbe’ye çevrildi!’ diye nida etti. İbni Ömer (r.a) şöyle anlatır:

‘İnsanlar Kuba’da sabah namazı kılarlarken biri geldi ve; ‘Bu gece Resûlullah’a ﷺ Kur’ân âyeti indi ve Kâbe’ye dönmesi emredildi, siz de o yöne dönün!’ dedi. O anda namaz kılanların yüzü Şam bölgesine dönüktü, hep birlikte Kâbe’ye döndüler.’

Kuba ehlinin haber-i vahid (bir kişinin haberi) ile namazda da olsalar hemen amel etmeleri, sahabenin Kur’ân ve Resûlullah’tan gelen emirler konusunda birbirlerine güvenmelerinden kaynaklanmaktadır. Zira onlar biliyorlardı ki hiçbir sahabe bu konuda yalan söylemez ve iftirada bulunmaz. Bundan dolayı sahabe Resûlullah’tan nakillerinde adil kabul edilmiş ve kendilerine güvenilmiştir.


Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

سَيقَوُلُ السُّفهََاءُ مِنَ الناَّسِ Buradaki sefihlikte gaybet ve cehalet sefahati vardır. Hüccet eshabına kalp erbabının halleri gizli olduğu zaman bu işin sefihi olurlar. Kalp erbabı, gaybı müşahede, hakkı tasarrufta halden hale dönerler. Fiilden fiile geçerler. Sefihler bunların hareket ve sükunlarına itiraz ederler. Onların muamelelerinde her şeye ta’n ederler (kınarlar). Çünkü onlar kötü gözle, çirkin niyetle bakarlar.

Kula düşen, tereddüde düşmeksizin, sırf Allah’ın buyruğu olduğu için, emirleri hemen yerine getirmektir. Gerçek taât, Allah’ın emrine ihlasla bağlanmak ve amel etmektir. İbadetlerin illet, sebep ve hikmetlerini araştırmak taât değildir. Allah’ın hükümleri ve fiilleri meşakkat, zorluk ve garazdan uzaktır. Kullar Allah’ın emirlerinin illet, sebep ve maksatlarını bilmekle mükellef tutulmamıştır. Allah’ın ahkamının, efalinin sebep ve maksatlarını dâhiler bile anlayıp kavrayamazlar.

قلُْ لِلهِّٰ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ Doğu-batı Allah’ındır. Çünkü hakikate eren kullar Allah için doğarlar, Allah için batarlar. Onların kalpleri ancak Allah’ın vechine teveccüh eder.

Belagat

• Cenâb-ı Hakk’ın kıble emrine itiraz eden Yahudi, Hristiyan ve müşrik güruh için ‘Sefih’ sıfatlı kinayesi getirilmiş. Bu kelime Nisa Sûresi’nde de henüz aklı başına gelmemiş, büluğa ermemiş zavallı yetimler için kullanılmıştı.

Müstearun minh ‘Süfeha’, Müstearun leh Allah’ın emrine itiraz edenlerdir. Camisi, en ahmağın en akıllının fikrini beğenmemesidir. Delinin doktora, çocuğun ebeveynine, suçlunun hakime, talebenin üstada, çırağın ustaya, gencin yaşlıya, cahilin alime ukalalığı gibi yersiz ve saçmadır. Hele bu ukalalık Allah ve Resûlü’ne karşı olursa çok daha vahimdir.

• Onların pek çok başka özellikleri olmasına rağmen, sadece akılsızlıkları öne çıkarılarak ‘Sefihler’ diye isimlendirilmeleri tağlib sanatıdır.

• ‘Akılsızlar diyecekler’ dedikten sonra özellikle ‘insanlardan’ diyerek kayıtlaması, adeta bir tariz; ‘Sen insan ol da, Allah’ın verdiği aklı sefihlikte kullan. Olacak iş mi?’

Onların insan olduğu malum olduğu halde tekrar ‘مِنَ الناَّسِ /İnsanlardan’ şeklinde sıfatlaması, onların sefihlikte son noktaya ulaştıklarına tembihtir, mübalağadır. İnsanlar kısımlara ayrılsa, bunlar sefihler sınıfını oluşturur ve onlardan başka insanlar içinde sefih kimse bulunmaz.

• ‘İnsan’ ünsiyet eden, yadırgamayan, alışan, cana yakın, mahlukatın göz bebeği... manalarına gelen bir kelime. Bu açıdan düşündüğümüzde de medhe benzer zemmi tekit olur. Yani; ‘Sen insansın. Ünsiyetli, alışan bir varlık iken ihtilaf ediyorsun. İnsan olarak hiçbir şeyi, hiçbir mahluku yadırgamaman gerekirken Allah’ın emrini yadırgıyorsun. İnsan gibi görünürken insanlık dışı hareket ediyorsun. Kendi hemcinsinle ünsiyet etmen gerekirken Allah ve Resûlüne aykırı davranıyorsun.

• مِنْ harfi cerinin ibtida anlamını düşündüğümüzde, delaleti tazammuniye ile insanın itiraz etme huyunu hatırlarız. İnsan ilk duyduğu şeye bilse de bilmese de itiraz eder. Sonrasında kabul etse de öncelikle itiraz tavrı takınır. İtiraz insanın genlerinde vardır.

• ‘Diyecekler’ denip, ‘Soracaklar’ buyrulmamış. Onların öğrenme amaçlı değil, sırf laf olsun diye konuştuklarına işaret edilmiş.

Ayrıca قاَلَ fiilinin anlamlarından biri de, yalan söylemektir. Sefih kelimesinin anlamlarından olan ‘Çok yalan söyleyen kişi’ manasıyla aralarında muraatı nazır var.

• ‘كَانوُا عَليَْهَا / Üzerinde bulundukları’ ifadesinde عَليَ harf-i ceri mecazen bir yerleşiklik manasındadır. Mü’minlerin Kâbe’ye bağlılığının ne kadar sağlam olduğunu gösteren bir istiare-i tebaiyedir.

Mü’minlerin Kâbe’ye yönelmeleri, ona olan sevgileri, adeta Kâbe’yi tamamen kaplamış, bu kıble onların sevgi ve bağlılığı altında kalmış. Çok önemsenen şeylerin üzerine düşmek gibi, mü’minler de Kâbe’nin üzerine düşmüş, onu korumak için, etrafını tamamen sarmış, çevrelemişlerdi. Arının çiçeğe konup bal alması, bir şebnemin güle inip onu şenlendirmesi, bülbülün güle kavuşması, yağmurun toprakla buluşması gibi mü’minler de Beytullah’la buluşup muradına erer. Rabbin rahmetiyle kuşatılırlar.

• ‘Doğu da batı da Allah’ındır’ cümlesi, yeryüzünün tamamından kinayedir. Çünkü insanlar ıstılahta, güneşin doğması ve batması itibarı ile yeryüzünü ‘doğu-batı’ diye ikiye taksim ederler.

• ‘يهَْدِي مَنْ يشََاءُ / Dilediğini hidâyet eder’ cümlesi, Yahudilerin kıblesinin değil, Allah’ın ﷻ Müslümanlara emrettiği kıblenin hidâyet olduğuna tarizdir. Veya İslâm kıblesine imadır.

Bakara Sûresi 143. Ayet

وَكَذَٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا ۗ وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتِي كُنْتَ عَلَيْهَا إِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلَىٰ عَقِبَيْهِ ۚ وَإِنْ كَانَتْ لَكَبِيرَةً إِلَّا عَلَى الَّذِينَ هَدَى اللَّهُ ۗ وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ ۚ إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ

143- Böylece sizi öteki insanlara şahit olasınız ve peygamber de size şahit olsun diye orta (seçkin ve şerefli) bir ümmet (toplum) yaptık. Sana Kâbe’yi kıble yapmamız; ancak peygambere (sana) uyanları gerisin geri döneceklerden ayırt etmemiz içindir. Gerçi kıblenin çevrilmesi hadisesi ağır bir şeydir, ancak Allah’ın hidâyet ettiklerine ağır gelmez. Allah imanınızı (Mescid-i Aksa’ya karşı kıldığınız namazları) boşa çıkarmaz. Muhakkak Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.


Kıble emrine sefihler gibi itiraz edip karşı çıkmadığınız, Allah ve Resûlüne itaat edip İsrâiloğulları gibi peygamberleri öldürmekten, azgınlıktan uzak durduğunuz, canla başla Nebinize ﷺ destek olduğunuz için sizi seçkin, şerefli, itibarlı ümmet yaptık.

Yine siz Yahudiler gibi peygamber öldürecek derecede müfrit, Hristiyanlar gibi nebinizi ilâh edinme tefritinde olmadığınız için sizi mutedil, vasat ümmet kıldık.

Sizi İsrâiloğulları gibi on iki soy değil, tevhidde bütünleşen tek bir ümmet yaptık. Dini İslâm sizi tevhid sancağı altında ta Livaü’l hamd sancağı altında haşroluncaya kadar topladı.

Dininiz bir, peygamberiniz bir, kitabınız bir, şehadetiniz bir. Bir olan Rabbiniz sizi “Mü’minler ancak kardeştir” (Hucurat, 10) sloganıyla şuurlandırdı. Bu kardeşliği Nebiler Sultanı’nın bizzat uygulamasıyla, EnsarMuhacir kardeşliği ile en güzel şekliyle örneklendirdi. Asrı saadetin o güzel insanları, evlerini, eşyalarını, her şeylerini paylaşarak fedakârlık temeline kardeşlik sarayını inşa ettiler. Son nefeslerinde bile kendilerine sunulan suyu diğer kardeşe göndererek havz-ı kevseri hak ettiler.

Birbirlerini teşvik ile İslâm’ı dünyaya yaydılar. Cihat niyetiyle ticaret örtüsü altında dürüstlük, kibarlık ve yüksek şahsiyetlerinin sayesinde insanları İslâm’a aşık edip İslâm kadrosunu genişlettiler.

Bazen pusuya düşürülüp eğitim için gittikleri yerlerde şehit edildiler. Ama onların kanlarının düştüğü yerler dahi ahalisinin hidâyetine vesile oldu.

Peygamber eliyle yetişen bu mümtaz kadro, dini mübini, dünyanın kalbine altın kalemlerle nakşettiler. Nübüvvet güneşinin irili ufaklı yıldızları oldular. Efendimizin ﷺ irtihali ile karanlıkta kalan dünyayı yıldız yıldız aydınlattılar. Yolcuyu fenersiz, iradeyi fersiz bırakmadılar.

Efendimizin ﷺ irtihali kandillere katran dökse de onun uyduları, onun sevdalıları, dininin gönülden bağlıları görevlerini aksatmadılar. Sahabe, tabiin, tebe-i tabiin diye birbiri içinde yörüngeleşerek İslâm’ı yaymak için her türlü fedakârlığı gösterip zorluklara göğüs gerdiler.

Efendimizi ﷺ bir ömür canlarından, mallarından ve sahip oldukları her şeyden çok sevdiler. ‘Fedake ebi ve ümmi’ ağızlarından hiç düşmedi. Her zaman ve her durumda bu sözün gereğini yerine getirdiler. Rablerinin kitabında övgüye mazhar oldular. Resûlullah’a ﷺ olan bağlılıkları, samimiyetleri, saygıları vesilesiyle haşre dek insanlığın örneği ve sevgilileri oldular.

İslâm temelinin muhkem esasları olan bu sahabe-i güzin bütün ümmet-i Muhammed’e şeref kazandırdı. ‘Ümmeten vasaten/şerefli ümmet’ vasfının mevsufu yaptılar. İslâm’a serdar, müslümana yar oldular. Geçip gittikleri nurlu yola nurdan işaretler koyarak arkadan gelenlere rehber oldular.

Onlar Efendimizi ﷺ kitapta, hitapta, rüyada, aynada değil bizzat baş gözleriyle gördü, en içten duygularla, tertemiz gönüllerle sevdiler. O yüce Penaha pamuk ipiyle değil, aşk zincirleri ile bağlandılar.
 

''İşte sizi böylece orta (seçkin ve şerefli) bir ümmet yaptık.''

Yani ‘Sizi sıratı müstakime erenlerden kıldığımız, hallerinizi vasat kıldığımız gibi, ümmet-i vasat kıldık.’

Hitap bütün mü’minlere olduğu halde كَذَالِكَ kelimesinde (müfred kâf-ı hitabta) birleştirildi. Muhatap tayin edilmedi. Muhatap bütün mü’minlerdir.

‘Böylece sizi kıldık’ ifadesine, ‘Sizi yetiştirdik ve tayin ettik’ şeklinde mana verilebilir. Orta ümmet olmak, bir eğitim işidir. Aşırılıklardan uzak, dengeli bir beyne sahip olmak, kolay gerçekleşecek bir iş değildir.
 

 Kezalike’deki kâf harfi teşbih (benzetme)

‣ ‘Yehdi’ ile ilgilidir. Yani ‘Size, hidâyetimizle in’amda bulunduğumuz gibi, sizi vasat bir ümmet şeklinde yaratarak da in’amda bulunduk.’

‣ ‘Sizi kıblelerin en ortası bir kıbleye çevirdiğimiz gibi, aynı şekilde orta (vasat) bir ümmet yaptık.’ Zira Kâbe arzın ortasıdır.

‣ Bu benzetme, “Andolsun ki biz onu dünyada seçtik” (Bakara, 130) âyetinde, Hz. İbrahim hakkında Cenâb-ı Hakk’ın söylediği hususa râcidir. Yani, “Biz onu dünyada seçtiğimiz gibi, aynı şekilde sizi de orta bir ümmet kılarak seçtik” demektir. İbrahim (a.s), nebilerin vasatıdır.

‣ Bu teşbih, bir önceki âyete bağlıdır: Doğu da Allah’ındır, batı da. Bu yönler Allah’ın mülkü olmaları bakımından müsavi oldukları halde, Cenâb-ı Hakk lütfu ve ihsanı ile bir kısmını, kıble yaparak daha fazla şereflendirip yüceltmiştir. Aynen bunun gibi, bütün insanlar da Allah’ın kulu olma bakımından müşterektir. Ancak Cenâb-ı Hakk bu ümmet-i Muhammed’e, kendisinden bir lütuf ve ihsan olarak, daha çok şeref verip, daha çok ibâdete layık görmüştür. Yani; ‘Kıble mekanı olarak Kâbe’yi seçtiğimiz gibi, ümmetler arasından da sizi seçtik.’

‣ Bazen zamirin merci’i meşhur ve ma’rûf olur, bilindiği için zikredilmez, zamiri zikredilir. “Muhakkak ki biz onu Kadir gecesinde inzal ettik” (Kadir, 1) âyetinde olduğu gibi. Cenâb-ı Hakk’ın dilediği kimseleri azîz, istediği kimseleri zelil kılmaya kadir olduğu da herkesçe bilinen bir husustur. Buna göre ‘kezalike cealnaküm’ ifadesi, ‘Kendisinden başka hiç kimsenin kadir olamayacağı şu hayret verici yaratması gibi, aynı şekilde biz sizi orta bir ümmet kıldık’ anlamına gelir.

‘Ümmeten vasaten’, hayırlı ümmet demektir. Çünkü bir şeyin orta kısmı koruma altında olur. Bir tehlike gelirse önce dış kenarlara değer.
 

 Ümmet

‘Ümmet’ kelimesi ‘ümm’ kökünden türemiştir. Topluluk, halk, bir amaç etrafında toplanan grup veya bir dinin mensupları, elçi gönderen cemaat, insanın boyu, yol, din, kıyamet, cins, hak üzere olan, diğer dinlere muhâlif olan, zaman, anne, yüz, taât, alim, önder, her hayrı toplayan kişi, benzeri olmayan insan, millet... anlamlarına gelir.

Elmalılı, ümmet kelimesinin ‘imam’dan türediğini, ümmetin bir gaye uğruna bir lider etrafında toplanmış insanlar birliği olduğunu söyler.

Ümmet kelimesinin bir anlamı da ‘Anne’dir. Müstearun minh anne, müstearun leh ümmettir. Her birimiz, bir diğer mü’min kardeşimizi ümmet olarak kabul edersek, şu şekilde düşünebiliriz: Nasıl ki bir anne çocuklarına şefkatlidir, çok yakından ilgilidir. Hiçbir zaman evladını hor görmez, kırıcı davranmaz, sevmekten vazgeçmez. Suçlu bile olsa onu kalbinde taşımaya devam eder. İşte mü’minler de birbirinin annesi gibidir. Birbirlerine bir anne gibi şefkatli, yakın, candan, fedakâr, sevgi dolu olunca hakiki ümmet olabilirler.
 

Ümmet Kelimesinin Kur’ân'daki Manaları:

1- Grup. Bir cemaati veya küçük bir topluluğu ifade eder. “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir ümmet bulunsun...” (Âl-i İmran, 104)

2- Millet. Sosyolojik manada ümmet kelimesi, vatanı, bayrağı, anayasası ve sosyal müesseseleri olan bağımsız bir milleti ifade eder. “Her ümmetin bir peygamberi vardır.” (Yunus, 47)

3- Topluluk. Aynı cinsten olan, aynı değerler etrafında toplanıp benzer davranışları sergileyen topluluk ümmettir. Bu anlamda, aynı cinsten olan hayvanlar topluluğuna da ümmet denilir. “Yeryüzünde gezen her türlü canlı ve (gökte) iki kanadıyla uçan her tür kuş, sizin gibi birer ümmetten başka bir şey değildir.” (En’am, 38)

4- Yol, hayat taraf, din. Din, davranış biçimi, takip edilen yol ve ahlâk manalarına gelir. “Hayır, şöyle dediler: Bizler, atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk, biz de onların izlerince gitmekteyiz.” (Zuhruf, 22-23)

Bakara, 143 ve Âl-i İmran 104-110. âyetlerdeki ümmet kelimesi ise, insanlığın içinden bir grubu veya milleti ifade eder. Bu âyetler, rastgele bir toplumu değil, nasıl bir toplum olması gerektiğini bildirmektedir. Bu sûreler Medenidir. Mekki âyetlerde ümmetten beklenen, bu kadar açık belirtilmemiştir.
 

 Vasat

Vasat, fiil kalıbında alındığında yerleştirmek, koymak, ara bulucu olarak seçmek veya atamak, ara bulucu olarak davranmak, ortada veya merkezde olmak, ortada durmak, ortayı tutmak, aşırı uçlardan orta yolu tutmak... manalarına gelir.

İsim kalıbında alındığında orta, ortalama, orta derece, ortalama alet, iki şeyin arası, vücudun orta kısmı, meydan, çevre, etraf, âlem, merkez, dairenin merkezi, öz, iç, mümessil, ilim ve amelde doğru, adil, güzel meziyetlere sahip, yönetici kadro, araç, cemiyet muhiti... anlamındadır.

‘Vasat’ kelimesi, isim olduğu zaman (ümmeten vasatan, gibi) ortadaki س harfi harekelenir. Bu şekliyle sadece Bakara 143’te bir kez geçer. Zarf olduğu zaman ise, ortası sakin olur (وَسْطٌ).

‘Vasatan’ (âdil, dosdoğru) demektir. “قاَلَ اؤَْسَطُهُمْ / en âdilleri dedi...” (Kalem, 28) Ebû Said Hudri ‘vasatan’ kelimesini Efendimiz’den ﷺ ‘adlen’ diye rivâyet etmiştir.

Cenâb-ı Allah’ın, ‘Sizi vasat (orta) bir ümmet kıldık’ buyruğu, ümmet-i Muhammed’i öven bir ifadedir. Çünkü bu vasfı zikrederek, onları şâhidler yapmasına âdeta sebeb kılmış, ardından Resûlü’nün şehadetini de buna atfetmiştir. Onların ‘şahidler’ kabul edilmesi de, ancak âdil olmaları durumunda caiz olur. Böylece, ‘vasat’ kelimesinden, ‘adalet’ manası kastedildiği anlaşılır.

Vasat, her şeyin seçkini ve iyisi, güzeli manasınadır: “Sizler insanlar için çıkarılmış olan en hayırlı ümmetsiniz.” (Âl-i İmran, 110) Hz. Peygamber, ‘خَيْرُ الُْامُورِ اوَْسَطُهَا / İşlerin en hayırlısı en vasat olanıdır’ buyurmuştur.

Çünkü ‘vasat’ bir şeyin ortası ya da dairenin merkezidir. Vasat öyle bir noktadır ki, hiçbir tarafa diğerinden daha yakın değildir. Ona ulaşmak için etrafındaki şeylerin yakılıp yıkılması, ortadan kaldırılması gerekir. Daha sonra övülmeye değer özellikler için istiare yoluyla kullanılmaya başlanmıştır. Çünkü kahramanlık gibi övülmeye değer her nitelik, ifrat ile tefrit arasında, ulaşılması kolay olmayan vasat noktadadır. Fazilet vasat olandadır. Burada ‘Vasat ümmet’ ile maksat ilim ile ameli bir arada toplayan adaletli, hayırlı kimselerdir.

Tebaa, ortalarında bulunan reislerinin etrafını sarar ve onu aralarına alırlar. İşte bu manadan dolayı, en seçkinlerine ‘فلُانٌ اوَْسَطُناَ / O bizim en faziletlimizdir’ derler. Allahu Teâlâ katında da ümmeti Muhammed’in şanı, şerefi yüksektir.

Vasat olmak; bir şeyin ortası, normali, korunmuşu, mutedili, merkezi olmaktır. İslâm’ın hükümleri de Hristiyanlık ve Yahudilikteki muamelat hükümlerinin ortasıdır. Mesela gadap konusunda Hristiyanlıkta ‘biri yüzüne vurduysa, çevir öbür yüzüne de vursun’, Yahudilikte ‘bir vurduysa sen iki vur’, Müslümanlıkta itidal olarak; ‘vurana o miktarda vurabilirsin ama affetmek daha efdaldir’, hükmü getirilmiştir.

Vasat ümmet; hükmüne tüm insanlığın boyun eğmesi gereken ümmet demektir. ‘Ey müslümanlar, sizi, tüm insanlığın size bakıp hizaya geleceği, sapıkların sapıklıklarını sizde anlayacağı, hakkı bulmak isteyenlerin size bakarak hakkı bulabilecekleri denge unsuru bir ümmet yaptık.’

Ancak bu özelliklere sahip olan bir ümmet, tüm insanlık üzerine şahitler olabilir. Dünya üzerindeki toplumların dengesi bu ümmet vasıtasıyla kurulacak, insanlık, adâlet, özgürlük, müsavat bu ümmetle yeryüzüne ulaşacaktır. Eğer bu ümmet yeryüzüne hakim duruma gelirse, Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşarsa dünyanın dengesi düzelecektir.

Vasat ümmet; aşırılıklar karşısında dengeyi sağlayan, hem zevkü sefayı, hem de abartılmış bir zühdü reddederek insan fıtratını gerçekçi değerlendiren toplumdur.

Bu ümmet coğrafi bakımdan da vasattır. Yerleştiği topraklar doğu-batı, güney-kuzey arasında odak noktayı teşkil etmiştir.

Bu ümmet insanlığın da ortasıdır. Beşeriyetin çocukluğu bu ümmetle bitmiş, akli bakımdan reşitlik dönemine girmiştir.
 

‘Vasat’ Kelimesinin Kur’ân'daki Manaları:

İçine girmek. Bir topluluğun arasına dalmak, oraya sızmak ve girmek. “Derken düşman topluluğunun tâ ortasına dalanlara.” (Adiyat, 5)

Orta halli. Yeminini bozan insanın ödeyeceği keffâretin miktarı için bu kelime kullanılmıştır. “…Bu durumda yeminin keffâreti, ailenize yedirdiğinizin orta hâllisinden on yoksulu doyurmak…” (Maide, 89)

Makul olmak. Kalem, 28’de ism-i tafdil olarak yer alır: “Onların en makul olanı dedi...”

Bu âyette, en akıllı, en adil ve en dengeli manasına gelir, psikolojik açıdan beyinsel dengeyi ifade eder. Bakara, 143’ü bu anlamıyla düşünürsek, mana şöyle olur: ‘Sizi zihnen dengeli, makul bir millet kıldık.’ Zihnen dengeli olmayan insanlar, ‘orta ümmet’ olamaz.

Orta. “Namazlara ve orta namaza devam edin.” (Bakara, 238)

Vasat ümmet kavramını ahlâkî manada alırsak, ifrat ve tefrite düşmeyen topluluk; eğitim manasına alırsak, insanların problemlerini çözecek seviyede yetişmiş, bilgili ve adil toplum; şahsiyet anlamında ise, makul ve zihnen dengeli insanların oluşturduğu topluluk manalarına gelir. Yani vasat ümmet; zihnî yapısıyla uyumlu, davranış itibariyle de bulunduğu ortama intibak eden, beyin, gönül ve nefis arasında denge kurmuş, ölçülü kişilerden kurulu bir toplumdur.
 

 Ümmet-i Muhammed'in diğer ümmetlere üstünlüğü

˗ Bu ümmetin dalâlet (sapıklık ve bozuk bir iş) üzerine birleşmeyeceği bildirilmiştir.

˗ Bu ümmetin müctehidlerinin icmaı dinde senet ve delildir.

˗ Allahu Teâlâ bu ümmete umumi kıtlık vermeyecektir.

˗ Düşman tarafından hepsi birden helak olmayacaktır.

˗ ‘Müslüman’ ismi, bu ümmete mahsustur. Daha önce başka bir millet bu isimle zikredilmemiştir.

˗ İslâmiyet, kendinden önceki dinlerin en mükemmelidir.

˗ Bu ümmete her yüz senede bir müceddid gelecektir.

˗ Cennete ilk bu ümmet girecek, Cennetliklerin çoğunu bu ümmet teşkil edecektir.

˗ Cennete ilk önce bu ümmetin Peygamberi ﷺ girecektir.

˗ Cehenneme en son bu ümmet girecektir.

˗ Bu ümmetin az bir ameli dahi sevap bakımından en çoktur.

˗ Aralarında Kutub denen büyük evliya zatlar bulunur.

˗ Kabirlerine günahlarla girerler, mü’minlerin onlar için Allah’tan af ve mağfiret dilemeleri sebebiyle af olunurlar. Kıyamet günü kabirlerinden günahsız çıkarılırlar.
 

    Beri gel, serseri yol!

    O’nun Ümmetinden ol! Sel sel kümelerle dol!

    O’nun Ümmetinden ol!

    Sen, hiçliğe bakan yön!

    Hep sıfır, arka ve ön!

    Dosdoğru Kâbe’ye dön!

    O’nun Ümmetinden ol! N. Fazıl
 

‘Vasat’ her iki uçtan uzak olan, demektir. Bir şeyin en dengeli yeri, onun ortasıdır. Çünkü orta; diğer uçlardan daha düz ve dengededir. Kenarlar daha çabuk bozulur ve dengesini kaybeder. En orta kısım ise kuşatılmış vaziyettedir. Bu durumda vasat ümmet, sanki hiçbir tarafa meyletmeyen, ifrat-tefrit uçlarından uzak, tamamen dengeli ve ahlâken faziletli demektir.

‘Vasat/dengeli ümmet’ tabiri, bize her konuda dengeli olmayı, dengelerin önemini hatırlatıyor.

 

İmam Şazeli hazretleri anlatıyor:

Mescidi Aksa’da yatmış, istirahat ediyordum. Rüyamda gördüm ki; haremin ortasında, Mescid-i Aksa’nın dışında bir taht kuruldu. Oraya bölük bölük insanlar girdiler.

- Bu toplantı nedir? dedim.

- Enbiya ve Resûllerin toplantısıdır. Onlar, kendisinden vaki olan sui edep sebebiyle Hüseyin Hallac’a şefaat için,
Muhammed Mustafa’nın yanında toplandılar, dediler. 
Tahta baktım. Efendimiz ﷺ yalnız tek başına tahtın üzerinde
oturuyordu. İbrahim, Musa, İsa ve Nuh (aleyhimüsselam) gibi peygamberler de yerde oturuyorlardı. Durup onların
konuşmalarını dinledim. Hz. Musa, Efendimize ﷺ 
şöyle söyledi:

- Ümmetimin alimleri Beni İsrail’in nebileri gibidir’ buyurdunuz. Onlardan birini bize göster.’

Efendimiz ﷺ, ‘Şu’ buyurdu ve İmam-ı Gazâlî’yi işaret etti.

Mûsâ (a.s), İmam Gazâlî’ye bir soru sordu. İmam Gazâlî on cevap verdi. Mûsâ (a.s) itiraz etti:

‘Cevabın suale mutabık olması lazımdır. Halbuki burada bir sual, on cevap var.’ Bunun üzerine İmam-ı Gazâlî:

‘Efendim! Bu itiraz size de varid oldu. Allah size ‘Elindeki nedir?’ diye sorduğunda bu sualin cevabı
‘Asamdır’ olması gerekirken siz ‘O benim asamdır, dayanırım. Koyunlarıma yaprak silkerim. Onda başka
ihtiyaçlarımı da görürüm’ buyurdunuz. Maksadınız Allahu Teâlâ ile daha fazla konuşmak değil miydi?

- Evet.

- Ben de sizin gibi ulül’azm büyük bir peygamberi bulmuşken konuşmayı uzatmak için böyle cevap verdim.

Hz. Musa, Peygamber Efendimize ﷺ şöyle dedi:

- Şimdi anlaşıldı, gerçekten de senin ümmetinin âlimleri Beni İsrailin peygamberleri gibi imiş. Ruhu’l Beyan
 

‘Vasat’ kelimesinin istiare-i mekniyyesi ile;

Nasıl ki dünyanın dengesi bozulunca kıyamet kopar, vücut dengesi bozulunca hastalıklar baş gösterip beden ölüme yaklaşırsa, insanlığın dengesi olan Ümmet-i Muhammed de bozulduğunda sosyal denge alt üst olur. Tüm insanlık zarar görür. Bu dengeyi ferdi olarak da korumamız gereklidir. İnsan iç dünyasında ifrat-tefritten uzak, mutedil bir hayat tarzı oluşturamazsa, hem maddi hem manevi olarak sarsılır, hızlı bir çöküşe doğru yol alır.
 

 Adalet

‘Vasat’ kelimesinin bir anlamı da, adalettir. Adalete ‘vasat’ denmiştir çünkü adalet ziyade ve noksan arasında orta olmaktır. Adil; iki taraftan birisine meyletmeyen kimsedir.

Adalet dört kısımdır:

1. Allah’ın emrine uyarak hükmedilirken adaletli davranmak, yani insaflı olmaktır.

2. Sözde, konuşmada, haberleşmede adalet. “Konuştuğunuzda ölçüyü aşmayın.” (En’am, 152)

3. Kurtuluş sebeplerine sarılma, doğru davranışlara, salih amele yönelme anlamındaki adalet. (Bakara, 123)

4. Allah’a eş koşmaktan sakınmaktır “... Ne var ki kâfirler başka güçleri Allah’a (muadil) eş değer bulurlar.” (En’am, 1)

İslâm’a göre güçlü olmak, kazanmayı mutlaka hak haline getirmez. Gücü yetse, gâlip gelse, hedefine ulaşsa bile, Müslüman adâletten ayrılmamak zorundadır. İslâm Müslüman’ı helâlleşme konusunda müthiş bir dikkate dâvet eder. Çünkü hak sahibi ahirette sıkışınca dünyada helal etmiş olsa da hakkını tekrar isteme hakkına sahiptir.
 

''İnsanlara şahit olasınız ve peygamber de size şahit olsun diye''

‘Şahit’ kelimesi fiil olarak mahkemede şahitlik etmek, bir mecliste hazır olmak, kesin olarak haber vermek, bildiğini söylemek, bir hadiseye şahit olmak, muttali olmak, yemin etmek, bir şeyi huzura getirmek, haber vermek, namazda Ettahıyyatü okumak... manalarına gelmektedir.

İsim olarak ‘şehadet’, ikrar, delil, görünen âlem, müşahede edilen, meclis, cemaat, petekteki bal, duyulardan biri ile idrak etmek, duyum... manalarına gelir.

Şehadet, müşahede ve şuhûd, görmek demektir. Göz ile görmek ve kalb ile bilmek arasında sıkı bir bağlantı bulunduğu için, kalpteki mârifet de, bazen müşahede ve şuhûd diye; bir şeyi bilen de, şâhid ve müşâhid diye adlandırılır.

Bir şeye delâlet de, o şeye şâhidlik olarak adlandırılır. Bir şeyi haber veren, onun durumunu ortaya koyduğu için, bu haber veren de şâhid diye adlandırılır. Sonra bu lafız menkul-ü şer’i olarak, ‘Husûsî lafızlarla, husûsî bir tarzda insanların haklarını haber veren kimseye’ tahsis edilmiştir.

Eğer şahitlik eden bu şehadetiyle o kişinin zararına yol açacaksa, ‘شَهِدَ عَليَ / Aleyhine şahitlik etti’ denir. Eğer şâhidin şehadeti o kişiye fayda verecekse o zaman ل harf-i ceriyle شَهِدَ لهَُ denir.

Âyet-i kerimede لتكَُونوَا شُهَدَاءَ عَليَ الناَّسِ cümlesinde عَليَ harf-i ceri tam yerinde kullanılmıştır. Çünkü ümmet-i Muhammed’in şehadetiyle diğer ümmetlerin asileri zarar göreceklerdir.

Ancak ‘Efendimizin ﷺ ümmeti için şehadeti de عَليَْكُمْ diye عَليَ harf-i ceriyle ifade edilmiştir. Oysa ümmet, Efendimizin ﷺ şehadetinden faydalanmıştır. Neden ل harf-i ceri tercih edilmedi?’ diye akla bir soru gelebilir. Buna şöyle cevap verilir:

‘Şahitlik’ adaletli olmayı ve tezkiye etmeyi gerektirir. Şahitlik eden, o kişiyi gözetler, haline tam vakıf olunca şahitlik yapabilir. Onun adil olduğuna hükmedip, temize çıkarır. Bu nedenle شَهِد fiili, ‘رَقبَ / gözetledi’ ve ‘طَلعََ / muttali oldu’ anlamlarını da tazammun eder. Burada da, gözetledi ve denetledi manası kullanılmış, عَليَ harf-i ceriyle müteaddi olmuştur.

Âyetin manasının ‘Hakka muhalefet etmiş oldukları fiilleri sebebiyle, insanların aleyhine şehadette bulunasınız diye!’ olduğu da söylenmiştir.
 

 Ümmeti Muhammed’in Şahitliği

1- Resûlullah’ın risaletini tebliğde ehli kitap üzerine şahit olmaları

2- Önceki ümmetlerin resûllerinin risalet ve tebliğlerine şahit olmaları

3- Bütün ümmetlere hüccet olmaları. Hüccetleri şehadet diye tabir olundu.

Bu şehadet; ümmet-i Muhammed’in her dinin hak ve hakikatini, o dinlerin mensuplarının doğrularını-yanlışlarını bilmeleridir.
 

Bu şehadet dünyada mı, ahirette mi olacak?

‣ Bu şehadet ahirette gerçekleşecektir. Ümmeti Muhammed adil olduklarından ahiret günü enbiyanın huzurunda ve ümmetler arasında şahitlik yapacaklar. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

‘Ahirette, diğer ümmetlerin hepsi, kendi peygamberlerinin tebliğlerini inkar edecekler. Cenâb-ı Hakk, muhakeme icabı, o peygamberlerden tebliğ ettiklerine dair belge isteyecek, nihayet Muhammed ümmeti huzura getirilecek ve onlar şahitlik edecekler. Diğer ümmetler, ‘Siz bunları nereden biliyorsunuz?’ diyecekler. Muhammed ümmeti de, ‘Bunu bize Allah, kitabı ile ve gönderdiği hak Peygamber’in diliyle bildirdi’ diye cevap verecek. Bunun üzerine Hz. Muhammed ﷺ getirilecek, kendisinden ümmeti sorulacak, tezkiye edilmeleri istenecek, o da ümmetinin adaletine ve doğru söylediğine şehadet edecek, onları açıkça tezkiye edecektir.’

Ahirette dört türlü şahitlik olacaktır:

1- Kulların amellerini tesbit etmekle görevli meleklerin şehâdeti. “Her nefis, yanında bir sürücü ve şâhid olduğu halde gelir.” (Kaf, 21)

2- Peygamberlerin şehâdeti. “Ben onların arasında olduğum sürece, onlar üzerinde bir gözcü idim. Fakat ne zaman ki sen beni çekip aldın, onların üzerinde şâhid yalnız sen kaldın!” (Maide, 117)

3- Hz. Muhammed’in ümmetinin şehâdeti. “Ve, peygamberler ve şâhidler getirilir...” (Zümer, 69); ve “Şâhidlerin dikileceği gün…” (Mü’min, 51)

4- Uzuvların şehâdeti. “O gün dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları şeyler hususunda onların aleyhine şehâdette bulunurlar.” (Nur, 24)

‣ Bu şehâdet dünyada yerine getirilir.

‘Tâ ki insanlara şâhid olasınız diye’ ifadesi, ümmet-i Muhammed’in icmâ halindeki görüşlerinin bir hüccet (delil) olduğuna işarettir.

Şahit bir gerçeği ispat konusunda şahitliğine, bilgisine ve görüşüne dayanarak verdiği habere başvurulan, verilecek hükme delil niteliğinde olan kimsedir. Şahit, davacı ile davalı arasında, tarafsız, adil ve yalnızca gerçeği söyleyen, sözü dinlenir ve itibar edilir kimsedir. Bu nedenle hareket ve davranışları bakımından örnek alınan kimselere de ‘şahit’ denilir.

İşte Allah ﷻ, Muhammed ümmetini insanlar arasında böyle hakşinas, doğru sözlü, adil, dürüst ve iyi ahlâklı, ilim ve irfan ile seçkin, şahitlik yapmaya layık, merkezî bir cazibeyi ve imameti haiz, önder bir cemaat yapmak ve tam manasıyla adil, hakim bir ümmet teşkil etmek için, Resûlullah’ın ﷺ gölgesinde insanları sırat-ı müstakime hidâyet buyurmuştur.

Bu şartlar altında yürüyen müslümanlar ve özellikle Ashab-ı kiram, yeryüzündeki bütün kavimlerin teveccüh ve güvenini kazanan büyük bir ümmet olmuşlardı.

İnsanlara şahit olmak, bütün insanlara İslâm’ı götürmek, Kur’ân’ı tanıtmak, dünya üzerinde Allah’tan ve onun âyetlerinden, cennetten, cehennemden habersiz tek insan kalmayacak biçimde herkese ulaşmaktır. İşte o zaman müslümanlar insanlara şahitlik görevini yapmış olur.

Allah bu şerefi ümmet-i Muhammed’e nasip etmiştir. Ama bu görevin büyük sorumlulukları da vardır. Bu ümmet kendi döneminde işlenen bütün suçlardan da sorumludur. Dünyanın herhangi bir köşesinde, herhangi bir köyünde bir günah işleniyorsa, müslümanlar güçleri nisbetinde ondan sorumludur. Çünkü oraya İslâm’ı götürememiş, hakkı duyuramamış, orada Allah’ı anlatamamıştır.
 

Bir cenaze geçirildi ve hayırla anıldı. Bunun üzerine Peygamber ﷺ üç defa
‘Vacip oldu’ buyurdu. Bir cenaze daha geçirildi, bu da kötülendi. Bunun hakkında da
Peygamber 
ﷺ üç defa ‘Vacip oldu’ buyurdu. Hz. Ömer (r.a),
- Annem babam sana feda olsun! Bir cenaze geçirildi ve hayır ile tavsif edildi.
Bunun üzerine üç defa ‘Vacip oldu’ buyurdunuz. Bir cenaze daha geçirildi, o da şer ile
vasfedildi buna da üç defa ‘Vacip oldu’ buyurdunuz. Bunun sebebi nedir? diye sordu.

Allah Resûlü ﷺ cevaben şöyle buyurdular:
- Hayırla andığınız kimseye Cennet vâcib oldu. Şerle andığınız kimseye de Cehennem vâcib oldu...
deyip üç kere 
‘(Çünkü) sizler yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz.’ buyurdu. Sahih-i Müslim

 

 Efendimizin Ümmetine Şahitliği

1- Resûlullah’ın, ümmetine Rabbinin risaletini tebliğ etmesi

2- Onların lehine imanlarına şahit olması

3- Hüccet getirici olması

‣ Efendimizin ﷺ bu dünyadaki şahitliği, kendi asrındakilere Kitabullah’ı talim etmesi, insanlara dini anlatmasıdır. Uhrevi şehadet ise tüm peygamberlerin ümmetlerine karşı şahitlikte bulunacak olmasıdır.

‣ Şahit (şehadette bulunan), hakkında şehadet olunana karşı bir gözetleyici ve bir kontrol edici gibidir. Resûlün şehadet edeceğinin hesaba katılması adeta sapmaktan alıkoyan, hak ve adalete bağlı kalmanın garantisi mesabesindedir.

‣ Efendimizin ﷺ şehadeti, ümmetinin her ferdinin dindeki rütbesine muttali olması ve onun amel etmesine engel olan şeyleri bilmesidir. Efendimiz ﷺ ümmetinin kötülüklerini, ihlas ve takvalarını hak nuruyla bilmektedir. Ümmeti de Efendimizin ﷺ nuruyla diğer ümmetlerin iyilik ve kötülüklerini bilmektedir.

‣ Şahitlikte en önemli asıl, tezkiyedir. Tezkiye edenin (şahitlik edenin), hakkında şehadette bulunduğu insandan daha adil ve efdal olması gerekir. Şâhidin kendisi, tezkiyeye ihtiyaç duymaz. Bu nedenle Efendimiz ﷺ ümmetine şehadet eder ama ümmeti onun hakkında şehadet edemez. Nitekim Veda Haccı’nda Efendimiz ﷺ ‘Tebliğ ettim mi?’ diye sormuş, insanların ‘Evet’ demesi üzerine ‘Şahit ol ya Rabb’ buyurmuş, tebliğine Allah’ı şahit tutmuştur, ‘Sizler şahit olun’ dememiştir.

Önceki şehadetin sılası sonraya bırakılmış, ikinci şehâdetinki ise takdim edilmiştir. Birincide maksad, onların şehadetlerinin diğer ümmetlerin aleyhine olduğunu göstermek, ikincisinde ise Hz. Peygamberin ﷺ sadece ümmet-i Muhammed’e şâhid olacağını göstermektir.
 

Harun Reşid devrinde, İmam-ı Ebû Yusuf halifenin kadısıydı.
Bir dava görülüyordu. Harun Reşid baş vezirini şahit olarak
mahkemeye gönderdi. Fakat vezir hemen halifenin huzuruna koştu ve

- Ey mü’minlerin emiri! Kadı efendi şahitliğimi kabul etmiyor, dedi.
- Nasıl olur?
- Bilmiyorum efendim.
- Pekala, kendisinden soralım.
Kadıyı huzura çağırıp, sordu:
- Yâ imam! Niçin vezirimin şahitliğini kabul etmiyorsun?
- Kabul edemem! Çünkü defalarca rastladım, bu zat size hitaben
‘Bendeniz (köleniz)’ diyor. Eğer bu adam sizin kölenizse, bilin ki
kölenin şehadeti yarımdır kabule şayan değildir. Ve eğer köleniz değilse
yalan söylüyor, yalancının şahitliği ise bizim mahkememizde geçmez.

- O halde ben şehadet ederim! Ebû Yusuf aynı vakarla cevap verdi:
- Sizin de şahitliğinizi kabul edemem! Zira ezan-ı Muhammedi’yi duyuyor,
sonra da Müslümanların arasına cemaate gelmiyorsunuz.

Halife boynunu büktü, tek kelime olsun söyleyemedi…

 

''Sana Kâbe’yi kıble yapmamız; peygambere (sana) uyanları gerisin geri döneceklerden ayırt etmemiz içindir.''

وَمَا جَعلَْناَ الْقِبْلةََ ifadesinde جَعلَ fiili تشَْرِيع manasındadır. Çünkü mefulü olan ‘kıble’ teşri şeylerdendir, halk âleminden (kendisine yaratma taalluk eden şeylerden) değildir. Bunun için burada جَعلَ fiili tek meful almıştır. ‘Senin için önce Beytü’l Makdis’e dönmeyi teşri buyurup daha sonra Kâbe’ye döndürmemiz, ancak sana itaat edip, senin döndüğün yere dönecek kimselerle, ökçeleri üzere gerisin geri dönecek kişiler açıkça birbirinden ayrılsın diyedir. İmanı üzere sebat edecek olanın, sebat etmeyenden açıkça ayrılması için böyle yaptık. Bu, her insanın amelinin karşılığını görmesi için bir imtihandır.’

Diğer görüşe göre ise bundan kasıt ikinci kıble yani Kâbe’dir. ‘التَّٖى كُنْتَ عَليَْهَا’ ifadesinin manası, ‘Sen oraya yöneleceğine inanıyordun’ şeklindedir. ‘كُنْتَ عَليَْهَا’ kıble’nin sıfatı değil, ‘جَعلَْناَ / yaptık’ fiilinin ikinci mefulüdür. Buna göre mana şöyledir: ‘Biz kıbleyi, senin şu an yönelmekte olduğun kıble ciheti -ki o da Kâbe’dir- yapmadık. Önceleri Mekke’de yöneldiğin ciheti, yönelmen gereken kıble kılmamızın tek sebebi, insanlar için bir imtihan olmasıdır. Seni sırf bu maksatla tekrar ona döndürdük.’
 

'' إِلَّا لِنَعْلَمَ  / Ancak ayırt edelim diye''

Araplar cahiliye döneminde de Kâbe’ye saygı besler, burayı milli gururlarının sembolü sayarlardı. Oysa İslâm, kalplerin sırf Allah’a bağlanmasını, yüce Allah dışında kalan her türlü bağımlılıktan, yaygara ve taassuptan kurtarılmasını; tarihî, ırkî ve coğrafi tüm şartlanmalardan soyutlanmasını istiyordu. İşte bu yüzden müslümanların Kâbe’ye yönelmelerine son verilerek bir süre için Mescid-i Aksa’yı kıble edinmeleri emredilmişti. Böylece vicdanların cahiliye tortularından, cahiliye dönemini çağrıştıran her şeyden tamamen arınması sağlanmıştı. Ayrıca bu değişiklikle, Efendimize ﷺ yabancı duygulardan sıyrılarak güvenli, gönüllü ve teslimiyetle bağlı olanlar ile ırk, kavim, yurt ve tarih gururuyla inancından dönenler birbirlerinden ayrılabilecekti.

Kâbe’den Mescid-i Aksa’ya dönülmesinin bir hikmeti de, Kureyş’in kibrini ve İslâm’a saldırılarını yumuşatmaktı. Çünkü Nebi ﷺ hicretten sonra Mekke’ye yönelseydi onlar kibirlenip ‘İşte bu bizim beldemiz, biz onun ehliyiz, Kâbe’yi özlediği için ona yöneliyor, hicret ettiğine pişman oldu’ derlerdi.

Efendimizin ﷺ Beytü’l Makdis’e doğru namaz kılması, dönülen yönden ziyade emre itaatin önemli olduğunu hal diliyle anlatmıştır.

Efendimiz ﷺ bilfiil emre nasıl uyulacağını göstermişti. Yahudiler de Efendimizin ﷺ kıblesine dönmeyerek, Allah’ın emrinin önüne kendi taassublarını geçirdiler.

Özetle bu imtihanda iki grup denenmiş oldu:

1- Irkçılar. Daha önce Kâbe’ye doğru namaz kılarken, bir anda Mescid-i Aksa’ya dönme emri ile karşı karşıya gelince henüz buna hazır olmayan ırkçı Araplar denendi. Bunların içinden samimi müslümanlar imtihanı kazanıp karşıya geçerken, kavmiyetçilik putuna tapanlar, ‘Biz geleneklerimizden vazgeçmeyiz, atalarımızın kutsadıkları Kâbe’den vazgeçmeyiz’ diyenler geride kaldı.

2- Yahudi ve Hristiyanlar. Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a dönülürken de hem müslümanlar hem de yahudi ve hristiyanlar denendi. Adetlerine bağlı olanlar, alışkanlıklarının esiri olanlar imtihanı kaybederken, Allah ve Resûlüne gerçekten bağlı olanlar kazandı.

‘إِلَّا لِنَعْلَمَ’ buyruğundaki lâm, gâye ve maksat ifade eden lamdır (lâmu’l garaz).

‘Ayıralım’ mealini taşıyan ‘لِنَعْلَمَ / bilelim’ kelimesinin manası:

1- ‘İlmimiz zahir olsun’ demektir. Yani, ‘İslâm’ın doğruluğu ve mürtedlerin ayrılması hakkındaki ilmimizin zahir olması, ilâhi ilmin ortaya çıkması için’ demektir.

Münafıklar Allah’ın ﷻ bir şeyi olmadan önce bilmediğini (haşa) sanıyorlardı. Bunlara cevaben ‘elbette biz biliyoruz’ anlamındadır. Yoksa onların durumunu bilmiyordu da (haşa) sonra bildi manasına değildir. Cenâb-ı Hakk için ‘Bilelim’ ifadesi mecazdır. Çünkü O ezeli ilmiyle gaybı, şehadeti, her şeyi bilir.

2- لِنَعْلَمَ ’deki ilim tanıtmak manasındadır. Yani, ‘Peygambere tabi olanı tanıtmamız için’ demektir. Bundan dolayı لِنَعْلَمَ fiili ikinci mefule ihtiyaç duymamıştır.

3- İfal babının manasını taşır, ‘Peygamber ve mü’minlere, velilerimize bildirelim diye’ demektir. Yani Resûlullah ﷺ, kendisine gerçekten uyanla uymayanları birbirinden ayırıp, bilsin. Çünkü Araplar, her şeyi reislerine izafe ederler (Sebebe isnad).

4- ‘Biz, ihlâs veya nifaklarının ortaya çıkması sebebiyle ehli yakin ile ehli şirki birbirinden ayırd edelim diye.’

Böylece mü’minler kendi dost ve düşmanlarını tanırlar. ‘Ayırd etme’ işi, ilim olarak isimlendirildi. Çünkü ayırd etme ilmin neticelerindendir. Bu da mecazı mürselden lazım-melzum alakasına girer. Lazım; ilim, melzum; ayırd etmedir.

‘Başka bir şey değil, ancak peygambere uyanları, geldiği izden geri dönüp irtidat edecek olanlardan seçmek, çirkin ile güzeli, iyi ile kötüyü ayırd etmek ve her birinin halini açığa çıkarmak, Benim bildiğim şeyi sizlerin de bilmesini sağlamak içindir. Böyle olmasa idi, onları yalnızca Ben bilirdim, siz bilemez, ayırd edemezdiniz.’

5- Görmek manasındadır. İlmin sonradan olması muhataplar itibariyledir. Mesela cahil biri ile akıllı biri bir araya geldiklerinde cahil, ‘Odun ateşi yakar’ der. Akıllı da, ‘Ateş odunu yakar. Hangisinin diğerini yaktığını bilmek için, onları bir araya getirelim’ der. Ki bunun manası, ‘Hangimizin cahil olduğunu bilelim diye’ demektir. Buradaki ‘إِلَّا لِنَعْلَمَ’ buyruğu da ‘sizler bilesiniz diye’ anlamındadır. Bu tür sözlerden maksat, hitabta yumuşaklık, gönülleri meylettirmedir. Bu tıpkı Efendimizin ﷺ “Muhakkak ki ya biz ya da siz hidâyet üzerindesiniz” (Sebe, 24) âyetinde buyurduğu gibidir.
 

 Kur’ân’ın Sünneti Neshi

Bu âyet-i kerime, Sünnetin Kur’ân-ı Kerim ile neshedilebileceğinin delilidir. Peygamber ﷺ Beytü’l Makdis’e doğru namaz kıldığında, bu hususta Kur’ân’da herhangi bir âyet yoktu, sünnetten gelmişti. Daha sonra bu hüküm Kur’ân-ı Kerim ile neshedilmiştir.

Bu olay aynı zamanda peygamberin dinde temel olduğunu gösterir. Peygamber ümmetinin hayatında âmir ve nâhiydir. Peygamberin ümmeti adına ‘evet’ veya ‘hayır’ deme, emretme ve yasaklama yetkisi ve hakkı vardır. Zaten peygamberin, peygamber oluşunun hikmeti de budur.


''Ökçesi üzeri dönen...''

عَقبََ bir ayağı geciktirmektir.

قلب fiili lügatta; Altını üstüne getirmek, çevirmek, ters yüz etmek, incelemek, vazgeçirmek, tersine çevirdi, sonunu düşündü, istediği gibi hareket etti, seyahat etti, kalıp, yara, iç, öz, kuyu, kazma, bel... manalarına gelir.

‘İnkılâb alâ’l-akıb’ esas olarak, ‘ökçeler üzerine dönmek’ demektir ki, asker yürüyüşünde olduğu gibi tam sağdan veya soldan geri dönmektir. İki ökçeyi birden yerinde çevirmek sûretiyle ayakları çaprazlaştırdığından yürümeyi imkansız bırakır.

İki ayağı üzere dönmek, Hak dinden batıla dönmek ve mürted olmaktan istiaredir. Kıble tahviliyle bir takım Müslümanlar irtidat ettiler. Bunlar ökçesi üzere dönenlere benzetildi.

Vechi şebe (ortak yön): Ökçesinin üzerine geri dönen kimse, önündeki şeyi terk ederek ona sırtını dönmüştür. Bu kimseler de imanı ve delilleri terk edince, önündeki şeye sırt çeviren kimse gibi oldular ve bu şekilde nitelendirildiler. (Tecessüm sanatı)

Ökçesi üzerine dönenler bize sözünde durmayan, arka dönen, mal, şöhret ve mevki sahibi olduklarında arkadaş, ahbap ve akrabalarından yüz çevirenleri, camiden, cemaatten geri kalanları hatırlatır. Ökçe üzere dönmek, bale, step, buz pateni gibi dansların da yasaklığına işarettir.

تبع fiili lügatta; İzlemek, ardına düşmek, uymak, hakkını istemek, araştırdı, peşi peşine yaptı, güzel ve sağlam yaptı, muvafakat etti, yardım etti, akıbet, netice, tesir, intikam peşinde olan, hizmetçi... anlamlarına gelir.
 

''Doğrusu bu ağır bir şeydir, Allah’ın hidâyet ettikleri müstesna.''

اِنْ kelimesi şeddeliden muhaffeftir. لكَبِيرَةً ’deki لَ nefy manasına gelen اِنْ ile اِنَّ ’den muhaffef اِنْ ’i birbirinden ayırmak içindir.

كَبَرَ fiili; büyüklük, vücut, şan, şerefle ilgiliyse beşinci babdan, yaşla ilgiliyse dördüncü babdan kullanılır.

كَبَرَ fiili عَليَ harf-i ceriyle kullanılınca iş üzerine ağır gelmek, meşakkatli olmak, yaşlanmak, üstünlük, ululuk... anlamına gelir. O yüzden buradaki kullanımında tazmin vardır (harfi cerin cümleye yeni bir mana kazandırması).

Zamirden önce mutlaka bir merciin geçmesi gerekir. كَانتَْ ’in tahtındaki zamir;

a) Daha önce geçen ‘kıble’ lafzına aittir.

b) Bu zamir, âyetin sibakının delâlet ettiği şeye aittir. Bu da, kıblenin tahvilidir. Zamirin müennes olması ise, ‘vella’ fiilinin masdarı olan, ‘ettevelliye’ lafzından dolayıdır.
 

''Allah imanınızı zayi etmez.''

Sahabelerden Ebû Ümâme, Sad İbn Zurâre, Berâ İbn Azib, Berâ İbn Ma’rûr ve benzeri kişiler, ilk kıbleye yönelik namaz kılınırken vefat etmişlerdi. Akrabaları, kıble tahvil edilince, ‘Yâ Resûlallah, kardeşlerimiz ilk kıbleye namaz kılmış olarak vefat ettiler. Onların hali ne olacak?’ dediler de, bu âyet indi.

Belki de onlar Kâbe’ye yönelerek namaz kılmanın daha efdal olduğuna inanmışlar, ‘Daha önce vefat eden kardeşlerimiz de keşke bugünlere yetişselerdi’ demişlerdir.

Bu sorunun hem hayattakiler, hem de o esnada vefat eden mü’minler için sorulması da mümkündür. Çünkü onlar namazlarının mükâfatının yok olmamasına son derece dikkat ederlerdi.

Bunun, Ehl-i Kitab’a bir hitab olması da muhtemeldir. Âyette geçen ‘imân’ namaz manasında istiaredir. Peygamber ﷺ’in peygamberliğinden önce ehl-i kitabın kıldıkları namazlara ve taâtlara bu isim verilmiştir.

Veya âyet-i kerime, Yahudilere bir cevaptır. Kıblenin Kâbe’ye çevrilmesi üzerine Yahudiler, mü’minlere şöyle dediler: ‘Bize haber verin: Eğer Beytü’l Makdis’e doğru kıldığınız namaz hidâyet ise, ondan niçin döndünüz? Eğer dalâlet ise niçin bir süre o cihete yönelerek namaz kıldınız? Bu kıldığınız namazlar ziyana uğramadı mı?’ Bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. Allah ﷻ, emrettiği kıbleye doğru yapılan ibadetin zayi olmayacağını bildirerek mü’minleri teselli etmiştir. Çünkü Allah’ın ﷻ emri daima hidâyet, nehyettiği şeyi yapmak daima dalâlettir.

Yoksa emrettiği şey dalâlet olmadığı gibi, emri vechi üzere işlenen amel de zayi olmaz.

يضيع ’daki ضاع fiili lügatta zarar, haraç, alacak, düşük, şekil, durum, yer, mevzi uzak oldu, alçak oldu... manalarına gelir.
 

 Amele ‘İman’ Denmesi

‣ ‘İman’ lafzı namaz dışında tasdik ve ikrar manasına da gelir. Buna göre mana şöyle olur: ‘Allahu Teâlâ, sizin namazın farz olduğunu tasdik etmenizi veya kıbleyi tasdik etmenizi boşa çıkarmaz.’

İstiare yolu ile ‘iman’ kelimesinin ‘namaz’ manasında kullanılması caizdir.

‣ İman, ancak namazla tamamlanır. Namaz dinin en önemli erkanıdır. Aynı zamanda namaz niyet, söz ve amele şâmil olduğu için imanı da ihtiva eder. Efendimiz ﷺ ‘Namazı olmayanın dini yoktur’ buyurmuştur.

‣ Namaza iman ismini vermesi, ‘namaz imandan değildir’ diyenleri red içindir. Çünkü imanın şâhidi şehadet kelimesi, namaz ve zekattır.

Bu cümle ‘Amel imandan bir cüz müdür, değil midir?’ sorusuna bir cevaptır. İmanla amel birbirinden ayrılmayan bir bütündür, ikiz kardeş gibidir. Birinin yokluğunda diğeri de kabul edilmez. Yani ameller iyi oldukça iman da iyi olacaktır, imanın güzelliği, amelin de iyiliği anlamına gelir. ‘Siz benim amelime bakmayın, benim imanım çok güçlüdür’ diyenler bilmelidir ki; amel imanın dışa yansıyan bölümüdür, içinde iman olanın dışından da mutlaka görünür. Kim daha iyi amel işliyorsa, onun imanı daha mükemmel demektir.
 

''Allah insanlara karşı Raûf ve Rahîmdir.''

Yani ‘Yüce Allah lütfu ve rahmetinin genişliği, merhameti dolayısıyla sizi şer’î bir hükümden daha uygun ve faydalı olan bir başka hükme muhatap kılmıştır.’ Yahut ‘Yüce Allah Raûf ve Rahim’dir, iman edenin imanını zayi etmez’ anlamındadır.

Re’fet, aşırı merhamet demektir. Burada âyetin fasılası göz önüne alınarak daha mübalağalı olan Rauf sigası öne alınmıştır. Fasıla, âyet sonlarındaki ‘mim’ dir.

Rauf ve Rahîm kelimelerinin her ikisi de mübalağa sigalarındandır.

Re’fet ile rahmet arasında fark vardır:

‣ Rahmet, hoşlanmasa bile başkasına iyilik yapmak anlamına gelir. Refet ise gönülden kopan bir istekle şefkat göstermektir.

‣ Re’fet, rahmette ileri bir dereceyi ifade eder. ‘Hoşa gitmeyeni def edip zararı gidermek, şartsız sevgi, özel muamele, merhametin olgunlaşmış hali’ manasınadır.

Rahmet ise daha şümullü bir kelimedir. Çünkü rahmet, hem zararı bertaraf etmeyi kapsar, hem de ikram edip lütufta, iyilikte bulunma manalarını taşır.

‣ Refet, rahmetten daha hususidir. Allah, kuluna ne zaman merhamet etmek isterse ona rahmetini verir. Bu nimet bir musibetin ardından gelebileceği gibi, bela olmadan da gelebilir. Oysa re’fet böyle değildir, onda insan için bir zorluk ve zarar söz konusu olmaz.

Buna göre Allahu Teâlâ, onların amellerini boşa çıkarmayacağı, sıkıntılarını hafifleteceği manasında re’fetini; sonra da daha kapsamlı olsun diye rahmetini zikretmiştir. O’nun rahmeti sadece bu meseleyle ilgili olmayıp, re’fet kelimesiyle zararları da defedip, aynı zamanda faydaları celb edici olması bakımından da rahîmdir.

Âyet-i kerimede bu iki ismin birlikte getirilmesi, şunu ifade eder:

Allahu Teâlâ hak edene kuvvetli rahmetiyle (refeti ile) merhamet eder, hak etmeyene de mutlak rahmetiyle muamele eder.

İnsanda bir ‘kalb yumuşaklığı’, bir de ‘acıma duygusu’ vardır. Birincisi re’fete, ikincisi ise merhamete misaldir.

İkisinin arasında; öncelik-sonralık, hususîlik-umumîlik farkı da vardır. Henüz istenmeyen bir durumla karşılaşmadan engellemeye çalışmak re’fettir. Re’fet vikaye/koruma ile ilgilidir, Rahmetse tedavi ile ilgilidir. İsyana düşmeden önce kulunu isyandan ve sebeplerinden uzaklaştırmak Allahu Teâlâ’nın re’fetindendir. Her türlü engellemelere rağmen kul isyana düştüğündeyse, hak ettiği cezayı kaldırması rahmetindendir. Re’fet, rahmetin sorumluluk ve yükümlülük belirlenirken gerçekleşen tecellisinin özel ismidir.


Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

  لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلىَ الناَّسِ وَيكَُونَ الرَّسُولُ عَليَْكُمْ شَهٖيدًا      Nasıl ki Resûlullah ﷺ  için ümmeti üzerine yüce makamlar, yüce müşahedeler vardır, onunla ümmetini müşahede eder, bunun gibi bu ümmetin de diğer insanlar üzerine yüce makamları vardır. Onların sırlarına müşerref olurlar. Kalplerinde olan imanı, küfrü, taâti ve isyanı müşahede ederler. Onlara şahit olurlar. Nitekim Nebi aleyhisselam ‘Siz Allah’ın yeryüzündeki şahitlerisiniz’ buyurdu.

Allahu Teâlâ özel inayet ve keremini bu ümmete tahsis edip, şanlı, mutedil ümmet kılmıştır. Bu ümmetten öyle bir taife yarattı ki onlar hürmetine yağmur yağdırır, onlar hürmetine rızık verir, onlar kutuplardır, merkez üssü onlardır. O kutupları da kainatın her yerinde Allah’ın hıfzına merkez yapmıştır, onlarla cemi aktarı hıfzeder.

Onların kalpleri makbul ve yönelinen kıbledir. Bu ümmet için yağmurlar yağdırmış, rızıklar vermiş, bir taifeyi de kutuplar yapmış. Kalplerine gelenler varidatı ilâhidir. Kim onları reddederse merduttur, mebuddur.

Çünkü onlar Hakk’ın şuhuduyla müşahede ederler. Allah onlara nazar eder, onlar da görür ve bunlara muttali olurlar. Bunun için ‘Siz de insanlar üzerine şahitler olasınız diye’ buyruldu. Her ne kadar bu kutupların sireti anka gibi bugün gaip olsa da...

اِلَّا لِنعَْلمََ مَنْ يتَبَِّعُ الرَّسُولَ Allahu Teâlâ haklı ve muvafık olanla, taklitçi ve münafığın arasını ayırmak için, tebdil ve tefrik gözüyle nazar edenler üstün olsun diye, kıbleyi değiştirme emrini hükmetti.

وَإِنْ كَانتَْ لكََبِيرَةً ‘Ağır gelen’ kıblenin tahvilidir. Medine’de Beytü’l Makdis’i kıble edinmek cahiliye taassubundan henüz kurtulamayan müşriklere ağır geldi. ‘Muhammed’in dininde yakini olsaydı, kıbleyi değiştirip durmazdı. Bu değişiklik (haşa) dininde yakini olmadığına delâlet eder’ diyerek tereddüde düştüler ve irtidat ettiler. Yahudiler de kıble Kâbe’ye çevrilince ağırlandılar. Münafıklar da bu tahvili kaldıramayıp, huzursuzluk malzemesi yaptılar.

Kıblenin değişmesiyle büyük bir cemaat, Allah’tan başkasına taalluk ettikleri, masivaya dayandıkları, fena fillah derecesine ulaşamadıkları ve Allah’tan ﷻ kendilerine gelen kazaya rızâları olmadığı için, İslâm’dan çıkıp mürted oldular ve onları hüzün, keder ve bulanıklık seli alıp götürdü. Ama ezeli saadetle mesut olanlar ise, Beytü’l Makdis’in hakikatine taalluk etmediler, Kâbe’nin de hakikatine bağlanmadılar, belki onları ve başkalarını da yaratan Rablerine bağlandılar. Kendi iradelerinden vazgeçip fena buldular. Allah’ın ﷻ iradesi kendilerine geldi. Allah’ın ﷻ iradesiyle hareket ettiler. Safi şehadet gibi ki, ilâhi emirlerle surur ve safâ buldular.

Hakiki Muhib, Habib’den kendisine isabet eden musibetle mesrur olur. Gerçekten seven kişi, sevgilisinden kendisine gelen bütün zarar ve musibetlere seve seve katlanır. Bundan dolayı belanın en şiddetlisi peygamberlere ve evliyaullaha gelmiştir. Peygamberler ve evliya kendilerine gelen bu şiddetli belayı en leziz ve en tatlı şey kabul etmişlerdir.

Onlar teslimiyet elbisesini giydiler ve sabrettiler. Böylece mükaşefet ve müşahedet hücrelerine daldılar. Kalp ve dilden tevhid ile meşgul oldular. Mennan olan maliki zikrettiler. Hatta onun dışındaki bütün şeylerden geçtiler, bütün iltifatları bıraktılar. Kendilerini meşgul eden bir lokma yemek bile olsa terk ettiler. Yemek yemeleri bile onları Allah’ı zikretmekten alıkoymadı. Bundan dolayı fena ve bekadan yükseldiler, gayelerinin ta sonucuna vardılar.

Kim bütün vasıfları ile Allah için olursa Allah da bütün vasıfları ile onun için olur.

إِنَّ اللهَّ بِالناَّسِ لرَءُوفٌ رَحِيم Kim re’fet kapısını çalarsa ona rahmet kapısını açar.

 

Belagat

• Kazvini ve Taftazani’ye göre, وَ كَذَالِكَ جَعلَْناَ كُمْ ’deki ‘ك / gibi’ edatı teşbih için değil, meful-ü mutlakın naibi olarak zaide gibi getirilmiştir. İsmi işaret جَعلَْناَ كُم fiilinin meful-ü mutlakından naiben getirilmiş, sanki ذَالِك الْجَعْلَ جَعلَْناَكُمْ denmiştir. Masdardan ismi işarete dönülmesi

ise, bu kılınışın acipliğini ifade eder. Çünkü ismi işarette mertebe uzaklığını ifade eden bu’d manası vardır. Bu durumda teşbihten maksat mübalağadır.

• Ümmet ‘Vasat’ olmakla nitelendirildi. Vasat’ın ‘Orta’ manasını alırsak, bu ifade istare-i asliyedir.

Vasat’ın şanlı manasını alırsak; ehl-i kitaba tariz olur. Onlar peygamberlerini öldürerek, yalanlayarak, kendi izzetlerini, şereflerini kaybetmişler. Buna karşın ümmet-i Muhammed hem kendi peygamberlerine hem de bütün peygamberlere inanır, saygı ve sevgide kusur etmezler.

• Nebi’nin ﷺ şehadetinin ‘عَلىَ’ ile ifade edilmesi daha önce geçen kavle (عَلىَ الناَّسِ) müşakaledir. Çünkü o, ümmetin lehine şehadet edecektir.

Nebi size şahit olsun ‘وَيكَُونَ الرَّسُولُ عَليَْكُمْ شَهِيدًا’ derken, Car ve mecrurun amiline takdimi, ancak bu ümmetin şerefine ihtimam içindir. Bu ümmet, diğer ümmetlere ve resûllere şahitlik etti, onlara ise sadece kendi Resûlü şahitlik edecektir.

Aynı harfi cerle mecruru, ilk bölümde takdim edilmemiş, ikinci kısımda ise tahsis manası olduğundan takdim edilmiştir:
لِتكَُونوُا شُهَدَاءَ عَلىَ الناَّسِ وَيكَُونَ الرَّسُولُ عَليَْكُمْ شَهِيدًا

Aynı zamanda bu takdim, شَهِيدًا kelimesinde durularak fasılaya riayet edilmesi içindir. Çünkü med harfi üzerinde vakfe yapılmaya daha imkan vericidir. Bu da Kur’ân fesahatinin bir güzelliği (bediiyyeti)dir.

• ‘لِنعَْلمََ / Bilelim diye’ sözü kinayedir. Allah’ın bilmesi zikredilmiş, insanların bilmesi kastedilmiştir.

• ‘Üzerinde bulunduğun kıble’ ifadesinde Efendimiz’e ﷺ ‘Sen’ zamiriyle hitab edilmiş, ardından ‘Peygambere uyanı ayırmamız için’ ifadesinde ismiyle zikredilerek ‘Sana uyanı’ denmemiştir. Açık isim gaib hükmündedir, muhataptan gaibe iltifat vardır.

• ‘Peygambere uyan’ ifadesi, sıfatlı kinayedir.

• ‘Peygambere uyan’ ile ‘Ökçesi üzerine dönen’ arasında tibaka mülhak, ihamı tezat vardır. (Çünkü Peygambere uyan’ın tam zıddı uymayan’dır.)

• عَلىَ عَقِبيَْهِ arkasına dönmede tekidin ziyadeliğini bildirir. Bu tabir İslâm’dan irtidattan ve geçmişteki küfre geri dönmekten istiarei temsiliyedir.

• ‘لِنعَْلمَ / Bilip ayırt edelim’ buyruğunda Rabbimiz zatından azamet nunu ile ‘نحْنُ / Biz’ zamirini getirerek bahsetmiş, ‘Bu ağırdır, ancak Allah’ın hidâyet ettikleri müstesna’ buyruğunda da açık ismini getirmiştir. Mütekellimden gaibe iltifat vardır.

• ‘Allah imanınızı zayi etmez’ cümlesinde zamir yerine İsm-i Celil’in zikredilmesi, tazim içindir.

Bu cümlede icazı hazıf vardır, muzaf hazfolmuştur. Eğer ‘İman’ kelimesi ile namaz kastediliyorsa ‘Namazınızın sevabını’ eğer ‘iman’ anlamında ise ‘kıblenin değişimi sırasında vesveselerle sarsılmayan imanınızın hakkını’ şeklinde takdir edilir.

• ‘بِالناَّسِ لرَءُوفٌ رَحِيمٌ / Allah insanlara karşı rauf ve rahim’dir’ cümlesinde بِالناَّسِ ’nin müteallakı olan رَءُوفٌ رَحِيمٌ kelimeleri üzerine takdim edilmesi, hem fasılaya riayet, hem de Allah’ın ﷻ onlara olan inayetine tembih ve şükretmelerini ikaz içindir.

Bakara Sûresi 144. Ayet

قَدْ نَرَىٰ تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاءِ ۖ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضَاهَا ۚ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ ۚ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ ۗ وَإِنَّ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ ۗ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ

144- Yüzünü çok kere çevirdiğini görüyoruz. Şu anda seni razı olduğun (arzu ettiğin kıbleye) döndüreceğiz. Artık yüzünü namazda Mescid-i Haram tarafına çevir! Siz de ey mü’minler, nerede bulunursanız yüzlerinizi o yana çeviriniz. Şüphesiz ki kendilerine kitap verilenler; bunun Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yaptıklarından gafil değildir.

 

Efendimizin ﷺ emri ilâhiye uyarak Medine’de Kudüs’e doğru namaz kılması ehli kitaba giryan geldi. Onu alaylı sözleriyle üzdüler. Efendimiz ﷺ Rabbinden tekrar Kâbe’ye Hz. İbrahim’in kıblesine dönmeyi gönülden arzu ediyor fakar rızâ-i ilâhiye uygun düşmez diye bu kalbi duasını dile getirmiyor, bunu beden diliyle ifade ediyor, yüzünü Cebrail’in vahiy getirdiği yöne çeviriyordu.

Cenâb-ı Hakk Habibi edibinin duasını kabul ederken bu hassas, nazik tavrını da lazımı faide-i haber olarak arzediyor. ‘Razı olduğun kıbleye seni döndüreceğiz’ müjdesini vererek ‘yüzünü Mescid-i Haram’a çevir’ emrini veriyor.

Âyet indiğinde Efendimiz ﷺ ve ona gönülden bağlı olan ashabı namaz içinde hemen yönlerini Kâbe’ye çevirdiler. Bu bir teslimiyet imtihanıydı. O bahtiyar insanlar imtihanı kazandılar. Ama başta ehli kitap olmak üzere, şüpheci, imanı tam oturmamış kimseler hemen itirazı bastı ve kendilerini ‘Sefih’ diye damgalattılar.

Oysa ehli kitap kendilerine önceden gelen Tevrat’ta bu işin hakikatını okumuşlardı. Sırf taassub ve inatları sebebiyle karşı çıktılar, mütereddit, cahil kimseleri de arkalarından sürüklediler.

Bu âyet-i kerimelerde iki çeşit insan tablosu görüyoruz: Bütünüyle Rabbinin emirlerine teslim olan bir önder ve ona gönülden bağlı, teslimiyette zirve ashab. Öte yandan bile bile Rabbinin âyetlerini inkar eden elebaşları ve onlara körü körüne sefihce uyup hakkı inkar eden bir güruh...

Bu o zamanda böyleydi, şimdi de böyle. Hakta veya batılda uyanlar ve uyulanlar diye iki fırka var. Bunun için âyette “Biz onları imamlarıyla mahşere getireceğiz” (İsra, 71) buyruluyor.

Bize düşen; iki cihan güneşi, Livâü’l hamd sahibi, enbiyalar sultanı Efendimize ﷺ kayıtsız, şartsız, ‘Neden, niçin’ demeden gönülden bağlanıp itaat etmek. Ve bu itaatimizi kuvvetlendirip geliştirmek için Efendimizi ﷺ, O’nun getirdiği dini mübini gün be gün daha iyi öğrenmek ve tanımaktır. Çünkü iyi tanımak sevgiyi, sevgi de itaati intac eder. Gerçek lideri tanımayıp ona uymayanlar mutlaka sahte bir lider bulurlar. Bu sapmış ve sapıtma çabasında olan bir insan olabilir. Hangi cinsten olursa olsun boşlukta olan bir derbederi arar bulur ve kendi çirkin emellerine alet eder, girdiği cehennem yoluna onu da sürükler.

Sonunda uyduğu zalim kimse için “Yâ Rabbi onu ver de ayaklarımızın altına alalım” (Fussilet, 29) “Onlara iki kat azap ver” (Araf, 38) diye feryat eder. Ama iş işten geçmiş, olan olmuş, herkes hazırladığı akıbete uğramıştır. Artık sefihliğini o da anlamıştır ama heyhat!

Rabbimiz merhamet-i uzmasıyla bizi şimdiden uyarıyor. Durumumuzu kontrol edelim, konumumuz ne olursa olsun, ister uyan, ister uyulan durumunda olalım neyin peşinde olduğumuz, nereye doğru gittiğimizi kontrol edip kendimize çeki düzen verelim. Sonra da bütün gönlümüzle ‘İhdinas sırate’l müstakîm’ duamıza devam edelim. Gayret bizden tevfik Allah’tan...

 

''Muhakkak ki biz görüyoruz.''

قَدْ lafzı muzaride azlık ifade eder. Ama burada iki zıtlık arasındaki münacesetten dolayı istiare yoluyla çokluk ifade eden ‘rübemâ’ anlamındadır. Bazı nahiv alimleri de قَدْ edatının muzari başına gelince anlamı maziye çevirdiğini söylemişlerdir.

نَرَى fiili lafzen muzari, manen mazidir. Tilaveti müteahhar, manası mütekaddemdir. Çünkü نَرَى fiili kıssanın başıdır. Manası ‘Bildik ve müşahede ettik’ demektir.

رَأي fiili lügatta; görmek, bakmak, inanmak, sonunu düşünmek, bilmek, sanmak, düş görmek, verdi, gösterdi, ayna tuttu, gösteriş yaptı, istişare etti, ortaya çıktı, gözüktü, gördü, karşılaşıp gördü, inanç, görüş, akıl, tedbir, güzelliği tesir etti, parlak ve güzel görünüş... anlamlarına gelir.
 

''Razı olacağın Kıbleye Seni çevireceğiz.''

“Hoşnut olacağın bir Kıble’ye döndürüyoruz” yani ‘Senin hoşnut olacağın bir Kıbleye dönmene imkan veriyoruz’ demektir. Bu cümle Allah’tan Resûlüne, kıbleye dönme konusunda bir müjdedir.

وَلي fiili lügatta yakınlık, akrabalık, sevgi, yardım, idare, dost, zahir, layık, yakın, üstün, geri döndü, kaçtı, peşi peşine oldu, vazgeçti, işi üzerine aldı, devam etti, kendine veli etti, üstün geldi, yendi, sonuna vardı, andlaşma, Rab, sahip, misafir, komşu, ortak, damat, enişte, baba tarafından akraba, iyilik eden, köle azad eden, malik olmak, ahbaplık, beylik, sultanlık, saltanat, vilayet, tâbi, yağmur, Allah’a itaat eden, bakımını üzerine alan... anlamlarına gelir.

رضى fiili lügatta seçti, kabul etti, razı oldu... manalarına gelir.

Bu ifade, önceki cümlede mahzuf bir hal bulunduğunu gösterir, takdiri şöyle olur: Biz senin yönelmekte olduğun kıbleden başkasına döndürülmeyi isteyerek yüzünü semaya doğru evirip çevirdiğini gördük. Razı olmak, muhabbete iştiyaktan mecazdır.
 

İlk nesihler

‣ Hafiflik olması için elli vakit namazın beş vakte indirilmesi.

‣ Müşrikleri imtihan için kıblenin Kâbe’den Beytü’l Makdis’e çevrilmesi.

‣ Sonrasında namaz kılana istediği tarafa dönme serbestliği verilmesi.

‣ Ardından Medine’de Yahudileri imtihan için Mescid-i Aksa’dan Kâbe’ye çevrilmesi.

‣ ‘Seveceğin ve meyledeceğin bir kıble’ demektir. Kâbe, yaratılıştan gelen temayül sebebiyle, Hz. Peygamber’e daha sevgili idi.

‣ ‘Dini maslahatları ihtiva etmesi sebebiyle, sevdiğin kıble’ demektir.

‣ ‘Cenâb-ı Allah’ın seni çevirdiği her yöne razı olman gerekir; kıble değiştirilince İslâm’dan irtidâd ederek, ökçeleri üzere geri dönenler gibi bundan hoşnud olmaman caiz değildir.’

Çünkü Nebi’nin ﷺ makamı, Beytü’l Makdis’e yönelmedeki geçici maksadın son bulmasından sonra, maslahat olmayan bir şeye meyletmekten yücedir.

‣ ‘Neticesinden hoşnud olacağın kıble. Çünkü o kıble vasıtasıyla, sana tâbi olanı, dünyayı elde etmek gibi gayelerle sana tâbi olanlardan ayırd edeceksin.’

Halk deyişinde, bir kimse birini sevdiği zaman temsili olarak ‘Falanca falancaya sevgisinden dolayı teveccühünü değiştirdi’ denir. Allahu Teâlâ da sevdiği Hz. Peygamber ﷺ için kıbleyi hakiki manada değiştirdi. ‘Seni memnun olacağın bir kıbleye döndüreceğiz’ buyurdu da; ‘Benim razı (memnun) olacağım bir kıbleye seni döndüreceğim’ demedi. Hakk Teâlâ sanki şöyle buyuruyor: ‘Yâ Muhammed, herkes benim rızâmı talep ederken, ben her iki dünyada da seni hoşnud etmeyi

istiyorum. Dünyada seni hoşnud edişim; kıblenin değiştirilmesidir. Ahirette seni hoşnud etmeyi istemem ise, “Rabbin sana verecek, sen de razı olacaksın” (Duha, 5) âyetinde beyân edilen şefaat-ı uzmadır. ‘

Allahu Teâlâ ‘Razı olacağın kıble’ buyurmuş ‘Sevdiğin, arzuladığın’ dememiştir. Çünkü Efendimizin ﷺ makamı, Beytü’l Makdis’e yönelme maslahatı sona erince, maslahat olmayan bir şeye meyletmekten beridir.
 

''Yüzünü Çevir''

Yüz’den murad bütün bedendir. Çünkü kıbleye dönmekten kasıt yüz değil, tüm vücuduyla yönelmektir. Azalar arasından özellikle yüzün zikredilmesi, yönelme ve karşılamada asıl olanın yüz olmasındandır.

Yüz uzuvların en şereflisidir. Bir insan başkasından yüzü vasıtasıyla ayırd edilir. (Cüz-kül)

İnsanın ilk göze çarpan tarafı ve bedendeki en değerli varlığı yüzü olduğundan her şeyin ilk göze çarpan tarafı ve en değerli kısmı, ‘vech’ diye adlandırılır.

‘Cah’ kelimesi de vech’ten türemiştir. Vech; hem yüz, hem de saygınlık, prestij, mevki için kullanılırken, cah; sadece itibar ve mevki için kullanılır.

‘Vech’ kelimesi lügatta ayrıca istikamet, maksat, saygı, meram, hareket hakkı, yol, usul, tarz, itibar, şeref, sevgi, teveccüh, lütuf, beyin, nimet, gaye, rızâ, zat, başlangıç, yönelmek, gereken biçimde aklına fikir gelmek... anlamlarına gelir.
 

Vech-i Nebi

Hz. Hasan, dayısı Ebû Hale yoluyla Peygamberimizi şöyle anlatır:

Allah’ın Resûlü, irice ve dolgundu. Yüzü, ayın ondördü gibi parlardı. Orta boylu insandan biraz uzun, çok uzun boylu insandan da biraz uzun idi. Kafası büyükçe, saçları hafif dalgalı idi. Saçlarını ikiye ayırmaz, ancak kendiliğinden ayrılınca öyle bırakırdı. Saçlarının uzunluğu kulaklarının memesini az geçerdi. Saçları gür ve parlak, alnı genişti. Kaşları hilal gibi ve bitişik değildi. İki kaşı arasındaki bir damar öfkelenince şişerdi. Burnu hafif kıvrık ve zarifti. Burnunun üzeri parlardı. Kara gözlü, yanakları yumuşak

ve çıkıntısızdı. Geniş ağızlı, dişleri inci gibi ve hafif seyrekti. Göğsü hafif kıllı, boynu gümüş gibiydi. Kusursuz bir yaratılışı vardı. Vücudu dolgun, organları yerli yerinde idi. Karnı ile göğsü aynı hizada, göğsü geniş, omuzları arasındaki açıklık belli idi. Kemikleri iri, teni parlak, gerdanı ile göğsünün arası muntazamdı. Kolları, omuzları ve göğsünün üstü hafif kıllı idi. Bilekleri uzun, avuçları geniş, uyluk kemikleri uzunca, elleri ve ayakları iri, parmakları uzundu. Ayakları düzgün, üzerinde su durmaz, düztaban değil, yürürken ayaklarını sürümez, her zaman sağlam adım atar, olgun bir

şekilde yürürdü. Sanki yukardan aşağı iner gibi hızlı giderdi. İnsana döndüğünde bütün vücudu ile dönerdi. Gökten çok, yere bakardı. Bakışları ibret idi. Ashabının arasından gider, karşılaştığına önce selam verirdi.

Allah’ın Elçisi, genelde hüzünlü ve düşünceli idi. Onun dinlemesi çoktu. Lüzumsuz konuşmaz, susmayı tercih eder, söze tok başlar ve öylece bitirirdi. Az ve öz, ama anlamlı konuşurdu. Sözlerini tane tane söyler, fazla ve eksik konuşmazdı. Güzel huylu, ne kaba saba, ne de hafifmeşrepti. Az da olsa iyiliği küçümsemez, ne över ne de yererdi. Dünya için olan hiçbir şey onu öfkeli yapmaz, ama dine ve hukuka yapılan haksızlık karşısında onu kimse engelleyemez, ne gerekirse onu yapardı. Kendisine yapılan bir saldırıdan dolayı kızmaz ve intikam almazdı. İşaret ettiğinde eliyle gösterir, hayret ettiğinde elini çekerdi. Öfkelenince yüzünü çevirir, sevindiği zaman gözlerini kapardı. Kahkaha ile gülmez, tatlı bir şekilde gülümserdi.

‘Vecih’ kelimesinin manalarına göre Allah’a teveccühü bir kez daha düşünelim:

Yüz en kıymetli azadır. O çevrilince bütün beden de çevrilir. Bu da bize toplumun en değerli yüzlerini hatırlatır. Tebliğ yaparken önce bu kıymetli önderler ikna edilirse, onların döndüğü yöne bütün toplum dönecektir. Nitekim Efendimiz’in ﷺ uygulamasında bunu görmekteyiz. Hz. Mus’ab Medine’ye gittiğinde ilk olarak Esad b. Zürare ile Üseyd b. Hudayr’ı davet etmiş, onlar Müslüman olunca bütün kabileleri iman etmişlerdi.

Bu ifade aynı zamanda Efendimizin ﷺ birine dönerken, sadece yüzüyle değil, tüm bedeniyle ona yöneldiğine işarettir.
 

Yüz’ün Ehemmiyeti

Yüz, insanî özelliklerin toplandığı, güzelliğin belirdiği yerdir. İnsanın duyu organlarından bir çoğu yüzde bulunduğu gibi, sevinmek, üzülmek, utanmak gibi rûhi hallerinin de görüntü mahallidir. Onun için yüz, insanın en şerefli or ganıdır. Hem insan şerefini rencide etmemek hem de yüzde bulunan or ganların herhangi bir zarara uğramasına meydan vermemek

için Resûlull ah yüze vurmayı men etmiştir. Bu, hadleri uygulama anına şamil olduğu gibi mücerred terbiye için olan dövmelere de şamildir.

Yüze gelen bir darbe hem deriye, hem de kemik yapılarına zarar verebilir. Yüz kemikleri, göz, ağız ve burnun kemikleri kırılabilir veya parçalanabilir. Yüz kemikleri genellikle ince plakalar şeklindedir. Kemikler sadece birleşim yerlerinde kalınlaşırlar. Ancak genelde yüz kemikleri çok sağlam ve dirençli kemikler değillerdir. Sadece alt çene kemiği çok sağlam ve girift bir kemik olup vücudumuzun en sağlam kemiklerinden biridir.

Göz kapakları, burun kanatları ve dudaklarda yaralandığında eğer basit kesiler ve sıyrıklar şeklinde değilse sabit eser niteliğinde izler kalabilir. Yüz siniri yaralanmalarında yüz felci gelişebilir. Yüz siniri lifleri kökünden itibaren tam ayrılmışsa en iyi tedavi yöntemleri ile tecrübeli ellerde tedavi edilse dahi az da olsa bazı sekeller kalabilir.

Tüm bu yaralanmalarda erken tedavinin yeri çok önemlidir.

Yaralanmanın genişliğine bağlı olarak yüzdeki diğer organ ve yapıların da beraberce tedavisi gerekebilir.

Ayrıca yüzümüzün sağlığıyla ilgili hassas olunması gereken bir diğer konu da yüz felcidir. Nedeni bilinmeyen felçler genelde yüzün ani soğuğa maruz kalmasıyla gelişebilir. Özellikle yüz ıslakken soğuğa maruz kalmak bu riski daha fazla arttırır. Yüz atkıyla korunmalı ve sıcaktan soğuğa ani çıkışlar yapılmamalıdır.
 

''Mescid-i Haram tarafına…''

Kâbe’den maksat Kâbe’nin Rabbidir. Burada savaş, kavga ve her türlü saldırı yasak bulunduğu ve tam bir güvenlik hedef tutulduğu için ona ‘haram’ veya ‘harem’ denilmiştir. Kâbe’nin her makamının kendine münasip ayrı bir hürmeti vardır, ‘Harem’, tüm bu hürmetlerin çiğnenmesi yasak olan yer, demektir.

حَرَام kelimesi lügatta men etmek, mahrum etmek, memnu olmak, mümkün olmamak, ihrama girdi, terk etti, bağışladı, muhterem, Mekke’nin çevresi, kişinin namusunu koruduğu yakınları, hürmet, saygı, evin içi, aile... anlamındadır.
 

Kâbe'nin Kudsiyeti

1799’da Kâbe yakınındaki mübârek taşlardan biri çalındı. Ertesi günü Mekke’de bulaşıcı bir hastalık baş gösterdi, birkaç kişinin ansızın ölümüne sebep oldu. Hastalığın etkisi günden güne arttı. Ramazan’ın sonlarında ölenlerin sayısı günde kırk kişiyi buluyordu. Bu taş aklı pek başında olmayan birinin evinde bulundu ve yerine konar konmaz hastalık kesildi; o günlerde artık hiç ölen olmadı. Taşın çalındığı yer Kâbe’nin sol tarafında çukur bir yer olup Hz. İbrahim’in Kâbe’yi yaparken çamur kardığı çukur olarak tanınırdı. Burası şimdi mermerle döşenmiştir. A. Cevdet Paşa

 

Neden Kâbe?

İbrahim (a.s) milletine tabi olup, orta yolu tutan seçkin ümmet olmak isteyenlerin yönü, bilinen en eski, en geniş birlik yönü olan Hz. İbrahim’in kıblesi Kâbe’dir.

Kâbe’yi yapan Hz. İbrahim ile Hz. İsmail onu sırf Allah’a adayarak, İslâm’ın inanç merkezi olsun diye inşa etmişlerdi. Bu ümmet de, Hz. İbrahim’in soyundan İslâm’ı yayacak bir peygamber gelmesini dileyen duasının kabulü olarak gelişmişti.

Ehl-i Kitap, ataları Hz. İbrahim’in dini İslâm’ı kabul ederek onun mirasına ortak olmayı reddetmişti. Yüce Allah bu varisliği, müslüman ümmete yüklemeyi diledi. Şimdi ümmet-i Muhammed için kıble değişiminin, Hz. İbrahim’in inşa ettiği Allah’ın ﷻ ilk evine yönelmenin tam sırası idi. Böylece müslümanlar bu varisliğin maddi-manevi bütün özellikleriyle donatıldı. Hz. İbrahim’in hem dinine, hem kıblesine varis olma ayrıcalığına kavuştular.

Kendine özgü ve başkalarından farklı olmak müslüman ümmetin ayrılmaz iki vasfıdır. Bu ümmet düşünce ve inançta farklı olduğu gibi, Kâbe’ye yönelme emriyle kıble ve ibadet biçiminde de kendine özgü ve ayrıcalıklı olmuştur.

Yeryüzündeki kavimlerin her biri, bir yönden Kâbe’ye yönelebilir.

Mesela: Kuzey halkı, Kâbe’nin kuzeyine, güney halkı güney tarafına, doğu halkı doğusuna, batı halkı batısına ve aradakiler aradan bir yönüne yönelir. Hepsinin yönleri farklı olmakla beraber yine de tamamı, bir Kâbe etrafında toplanmış olur.

Arş nûrdan; Kürsî inciden; Beyt-i Ma’mûr yakuttan; Kâbe ise beş dağdan inşa edilmiştir. Bu beş dağ Sîna, Zeytâ, Cûdî, Lübnan ve Hira’dır. Cenâb-ı Allah sanki şöyle buyurmuştur: ‘Eğer üzerinde bu dağlar kadar günahın olsa, hac niyetiyle Kâbe’ye gelsen veya Kâbe’ye

yönelerek namaz kılsan, günahlarını bağışlatmış olursun.

Arş, Arşı yüklenen meleklerin; Kürsî Berere (Mukarreb) meleklerin; Beyt-i Ma’mûr, kâtib meleklerin; Kâbe mü’minlerin; Hak da mütehayyir mü’minlerin kıblesidir.
 

Fi sabiti; 1,618, matematikteki üstün tasarım sayısıdır.

Kalp atışlarımızda, DNA sarmallarının en ve boy oranında, kainatın dodecehadron adı verilen özel tasarımında, bitkilerin filotaksi denen yaprak dizilim kurallarında, kar tanesi kristallerinde, pek çok galaksinin spiral yapısında ve sayısız yerde Allahu Teâlâ hep aynı muhteşem sayı ile yaratmıştır:

Altın oran sayısı yani 1,618…

Pek çok ünlü mimari yapıda, Mısır Piramitlerinin tasarımında hep bu oranın kullanıldığı görülmektedir. Yüzlerce yıldır pek çok ünlü ressam, mühendis ve mimar bu oranı kullanmıştır.

Dünyamızın altın oran noktası ise, Mekke’dir. Mekke’nin kuzey kutup noktasına olan uzaklığı ile güney kutup noktasına olan uzaklığının oranı tam olarak 1,618 yani altın orandır. Ayrıca Mekke’nin Güney kutup noktasına olan uzaklığı ile iki kutup arasındaki uzaklığın birbirine oranı yine 1,618 dir.

Mekke’de günlerin değiştiği ve gün dönümü çizgisi olarak belirtilen sınıra olan doğu uzaklığı ile batı uzaklığının birbirine oranı da yine 1,618 dir. Ayrıca Mekke’nin gün dönümü çizgisine batı yönlü uzaklığının, dünyanın o enlemdeki çevre uzunluğuna oranı da yine Altın oran yani 1,618 sayısını verir. Tüm harita sistemlerindeki bir kaç km olan ufak farklara rağmen Altın Oran noktası Mekke'den asla dışarı çıkmaz ve Kâbe’yi içine alan Kutsal Bölge dairesinde kalır.
 

Şatr

‘Şatr’ kelimesi iki manaya gelebilen (müşterek) bir isimdir:

1- Bir şeyin yarısı veya en önemli parçası. Bu durumda mana: Mescid-i Haram’ın cihetine, onun karşısına ve onun yanına, tarafına çevir.

2- Bir şeyin tarafı, ciheti, yönü, bir yanı. Bu takdirde de mana şöyle olur: ‘Mescid-i Haram’ın ortasına çevir.’ Kâbe, mescidin bütün yönleri itibarıyla, tam ortada bulunmaktadır.

Yani ‘mümkün olduğu kadar Kâbe tarafına dön’ manasındadır. Şatr, doğrudan doğruya Kâbe’yi, Mescid-i Haram da Kâbe semtini ifade eder. شطر kelimesinin lügat anlamı: Taksim etmek, ikiye ayırmak, kamil, Allah yolcusu, taraf, yön.

Yüzün dosdoğru olarak kıbleye çevrilmesi, bedenin ön tarafından tamamıyla yönelmesidir. Yüzün ve bedenin Kâbe’den başka bir tarafa dönmesi namazı bozar. Fakat uzakta bulunanlar için bizzat Kâbe’ye isabet şart değildir. İşte bundan dolayı, bizzat ‘Kâbe’ denilmeyip, ‘Mescid-i Haram’ın şatrına’ buyurulmuştur. Mescid-i Haram ise Kâbe’nin kendisi değil, çevresindeki Harem-i şeriftir.

Beytullah, Mescid-i Haram’dakilerin kıblesi

Mescid-i Haram, Harem bölgesinde bulunanların kıblesi

Harem bölgesi doğu-batı her yerdeki müslümanların kıblesidir.

Kıbleyi gören kimsenin Kâbe’ye tam yönelmesi vâciptir.

Kâbe’nin cismi değil, bulunduğu mekan kıbledir. Kâbe, tavan, duvarlar ve binadan ibarettir. Kâbe’nin toprağı, taşları ve odunları bir başka yere taşınsa ve orada aynı bina yapılsa da herkes namazında oraya yönelse, bunun caiz olmayacağı malumdur. Allah korusun, meselâ Kâbe yıkılsa, arsası bomboş kalsa, yeryüzündeki bütün müslümanlar oraya yönelip namaz kılsalar onların namazları yine sahih olur ve kıbleye yönelmiş olurlar. Mescidin ikinci, üçüncü katlarından da namaz kılınabilmesi bunun delilidir. Oradaki arsa kıymetlidir. Denilmiştir ki: Kâbe’nin altı cinlerin tavaf yeri, çevresi insanların, üstü meleklerin tavaf yeridir.

Kıbleyi tayine yarayan delilleri bilmek, farz-ı ayndır. Çünkü her mükellef kıbleye yönelmekle emrolunmuştur.

Tam savaş esnasında düşmandan, yırtıcı hayvanlardan veyahut da azgın deveden korkmak gibi, bir özür bulunduğu zaman kıbleye tam yönelme farziyeti düşer. Müctehidin hata ettiği ortaya çıkınca da durum aynıdır.

Araştırarak kıbleye yönelmiş kişi namazını kıldıktan sonra kıblenin başka bir yön olduğunu anlarsa namazını iade etmesi gerekmez. Araştırmadan kıldıysa ve ondan sonra öğrendiyse, sonradan iade etmesi gerekir.

Bir tarafa dönmüş olarak namaz kılarken, kıble hususundaki kanaati değişen kimsenin, o tarafa dönüp namazını sürdürmesi gerekir. Sonradan kanaatin değişmesi, daha önce yapılanları iptal etmez.

Yolculuk esnasında kıbleye yönelmek mümkün olmadığında nafile namazlar kıbleye niyet edilerek kılınabilir. Çünkü Efendimiz ﷺ bineğini kıbleye yöneltir, niyet eder ve namaz kılarak yoluna devam ederdi. Ancak farz namazlar araç durdurularak ve kıbleye yönelerek kılınmalıdır.

Şu hadis namaz dışında kıbleye yönelmenin müstehap olduğunu ifade eder: ‘Meclislerin en hayırlısı, kıbleye dönerek oturmadır.’

Fahri hocamız kıblenin hikmetlerini anlatırken şöyle demiştir: Uzaktan kumandalı aletlerin kumandasını tam denk getirmediğimiz zaman alet çalışmadığı gibi, insan da namaz, kıraat gibi hallerde kıbleye yönelmedikçe feyiz alamaz.

Biriniz namaz kılınca, yüzünün karşısına bir şey koysun. Bulamazsa bir değnek koysun. Beraberinde bir değnek de yoksa bir çizgi çizsin. Böyle yaparsa önünden geçen kendisine zarar vermez. Ebû Hureyre

Sütrenin fıkhi hükmü altmış santim olması gerekir.

Sizden biri, halka karşı sütre olacak bir şeyin gerisinde namaz kılarken, biri önünden geçmeye kalkarsa ona mani olsun, (beriki haddini bilmeyip) ısrar ederse onunla mücadele etsin. Zira o, (bu haliyle) şeytandır. Hadis-i Şerif
 

''Nerede Olursanız Olun Yüzlerinizi Onun Tarafına Çevirin''

Bu ifade tekrar değildir. Bunun iki değişik izahı vardır:

a) ‘Yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir’ buyruğu sadece Hz. Peygamber’e ﷺ hitaptır. Bu emir ise herkese hitaptır.

b) Birinci âyetten maksad, bilhassa Medine’deki müslümanlardır. Şayet sadece bu hitabla yetinilseydi, Kâbe’nin sadece Medinelilerin kıblesi olduğu sanılabilirdi. İşte bundan dolayı Allahu Teâlâ, onlar yeryüzünün neresinde olurlarsa olsunlar, kıbleye yönelmelerinin vâcib olduğunu, ikinci âyetle beyân etmiştir. (Tekmil ve ihtiras itnabı)

Âyette, önce Resûlullah’a ﷺ hususen hitab edilmesi, onun şeref ve arzusuna uymak, daha sonra mü’minlerin umumuna hitab edilmesi de, kıblenin Resûl-ü Ekrem’in ﷺ şahsına ait olduğu sanılmaması içindir.

“Gecenin birazı hariç kalk” (Müzzemmil, 2) âyetindeki hükmün yalnız Resûlullah’a ﷺ has olması gibi. Kıblenin değişmesi büyük bir inkilâb olduğundan Allah ﷻ ümmete doğrudan hitabda bulunmuştur.

‘Nerede olursanız olun’ ifadesi, ‘Mekan olarak yakın olmasanız da emre itaatte gevşeklik etmeyin’ manası taşır. Çünkü insan yakınken daha kolay itaat eder. Önemli olan bu bağlılığı uzak yakın her yerde koruyabilmektir. Bu hüküm sadece kıble için değil, Allahu Teâlâ’nın bütün emirlerini, her yerde, her zaman yerine getirmenin gereğini gösterir.

Allahu Teâlâ bu emirle mü’minleri tek bir kıblede birleştirmiştir.

Yurtları farklı, yönleri değişik; ırkları, dilleri ve renkleri başka olsa da, bu ümmeti aynı noktada toplayıp birleştiren tek bir kıbledir. Doğudan batıya yeryüzünün her tarafına yayılmış ümmetin yöneldiği bu tek kıble, onların kendilerini aynı hedefe yönelen, aynı ilâhi nizamla yaşamaya çalışan bir tek vücut gibi hissetmesini sağlar.

Yüce Allah bu ümmeti bu bağlarla; İlâhında, peygamberinde, dininde ve kıblesinde birleştirmiştir. O, ümmetin birliğini, dil, ırk, bölge birliği üzerine değil, inanç ve kıble ortaklığı üzerine kurmuştur. Yurt, ırk, renk ve dil farklılığını bu birliğe engel saymaz. İnsanoğluna yaraşan birlik budur. İnsanlar ibadet sırasında yöneldikleri kıblede birleşirler. Oysa hayvanlar merada, çayırda, ağıllarda ve ahırda bir araya gelirler! (Tariz) ‘Nerede olursanız olun, nerede bulunursanız bulunun...’ demektir.
 

Yüz yüze...

Namazda yüzünü kıbleye çevirmenin önemi, Allah’ın ona nazar etmesindendir. Kişi namazda kıbleye yönelik oldukça Allah da ona nazar eder. Ama yüzünü başka tarafa çevirince Allahu Teâlâ şöyle der:

‘Kulum Ben sana bakıyorum, sen ne tarafa bakıyorsun?’

Efendimiz ﷺ bu manaya işareten namazı kabul olmayacak üç kişiyi bildirirken ‘Avcı’yı da zikretmiştir. Yani namazda sağa-sola bakanın namazı kabul olmaz.

Allahu Teâlâ kullarıyla konuşurken dahi yüz yüze olmayı emretmiştir. “İnsanlara yüzünün yanını çevirme ve yeryüzünde çalımla yürüme. Çünkü Allah, her büyüklük taslayan öğüngeni sevmez.” (Lokman, 18) Elbette ki huzurunda duran kulunun yüzünün kendine yönelik olmasını ister.

Yüz yüze olmak dürüstlük ifadesidir. Arkadan konuşmak, göz göze gelmekten kaçınmak sinsiliğin, gizlenen kıskançlıkların, düşmanlıkların alametidir.

‘Yüzünü çevir’ buyruğu Efendimizin ﷺ namazının mirac olduğuna da işarettir. Fahri Hocamız namazın mirac olduğunu anlatırken; derecesi en düşük evliyanın dahi namaz kılarken secdede Allah’ın cemalini gördüğünü söylemiştir.
 

''Kendilerine kitab verilmiş olanlar, bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.''

‘Kendilerine kitab verilmiş olanlar’dan murad, hem yahudi hem de hristiyan âlimleridir. Çünkü önce gelmiş olan kitab Tevrat ve İncil’dir. Bu kimselerin az sayıda olmaları gerekir. Çünkü çok sayıdaki insan, bir şeyi gizlemede ittifak edemez.

‘أَنَّهُ الْحَقُّ’ ifadesindeki, ‘hu’ zamiri, önceden zikredilen bir şeye râcîdir. Daha önce kıble meselesi geçtiği gibi, Peygamberin ﷺ ismi de geçmiştir. Bundan maksat ‘Yahudilerin Hz. Peygamberin ﷺ şeriat ve nübüvvetiyle hak olduğunu bilmeleri’dir. Böylece bu durum, hem kıble, hem kıble dışındaki hükümlere şâmil olur.

Veya bu zamir sadece kıble meselesine râcîdir, bildikleri şey; kıblenin hak olmasıdır. Yahudiler bunu şu yollarla bilmişlerdi:

1- Kendi kitaplarından, Hz. Muhammed ﷺ’in peygamber olacağını, kıblenin durumunu ve O’nun her iki kıbleye de dönerek namaz kılacağını öğrenmişlerdi.

2- Allahu Teâlâ’nın Hz. İbrahim ve İsmâil’e Kâbe’yi kıble kıldığını biliyorlardı.

3- Hz. Muhammed ﷺ’in peygamber olacağından haberdar idiler. Onun mucizeleri ortaya çıkıp, peygamber olduğunu gördükleri zaman, getirdiği her şeyin hak olduğunu, dolayısıyla kıble tahvilinin de hak olduğunu bilmiş oldular.

4- Onlar kıblenin iptal edileceğini, Ermiya ve Eşiya (a.s) gibi, Beytü’l Makdis’in harap edileceğini haber veren nebilerin uyarmalarından öğrendiler.

‘أوتو / verildi’ fiili lügatta gelmek, yapmak, uğramak, tüketmek, ordu ansızın bastı, vehimlendi... manalarına gelir.

‘Hak’ kelimesinin aslı uygunluk ve uyumluluktur. Kur’ân’da türevleriyle birlikte 285 âyette geçer. Değişik anlamlarda kullanılır: Bir şeyi hikmetin gereği olarak icat etmek, hikmete uygun yaratılan, bir şeyin gerçek haline olduğu gibi inanmak (hak inanç, gibi), gerektiği zaman, gerektiği kadar ortaya konan fiil ve söz.
 

''Allah Yapılanlardan Gafil Değildir.''

İnsan ne zaman sinsileşir, maskelenir, gizlenir; ille gözükmesini istemediği bir iş yapacak demektir. Aşur tefsiri, gizliliğe yönelik kimselerin dürüst olmadığını ifade ederken bu gerçeğin altını çizer. Zahirde zahir azalarla yapılanları bir ölçüde gizleyebilsek de cansız sandığımız tüm varlıkların şahit olduğunu unutmamak gerekir. İçimizden düşündüğümüz, kurduğumuz, planladığımız ne varsa Semi, Alîm, Basîr olan Rabbimize malumdur. Ve hafaza melekleri tarafından kayda geçmektedir. Ondan asla bir şey gizlenmez. O mühlet verir ama ihmal etmez. O ne şaşırır, ne unutur. Ne uyur, ne uyuklar.

Sayfa başında ‘Sefih’ diye bahsedilen itirazcı güruhun durumu sayfa sonunda Allah’ın yaptıklarından gafil olmadığı hatırlatılarak reddü’l acizle güzel bir muraat-ı nazır yapılmış ve sefihlikleri tescil edilmiş.

‘Allah onların yapageldiklerinden gafil değildir’ cümlesi, kendisinden önceki ve sonraki iki buyruk arasında bir ara cümle olarak gelm iştir (İtiraz itnabı). Bu ifade hayra teşvik eden, muhalefetten tahzir eden bir cümledir.

Eğer müslümanlara hitab ise, bir vaad ve müjde olur. Buna göre mana şöyledir: ‘Dini kabul etmenizdeki sa’y-u gayretleriniz bana gizli değildir. Mükâfatlarınızı eksiksiz vereceğim.’

Eğer hitap yahudilere ise, bu onlar için bir tehdittir. ‘Allah Yahudilerin Müslümanları fitneye düşürme çalışmalarından gafil değildir.’

Buradaki ‘Yaptıkları’ ifadesindeki amelleri ile murad, kibir, inad sefeh gibi halleridir. Bu söz, onların yaptıkları kötülükleri cezalandırma hususunda bir kinayedir. Çünkü güçlü kişinin ‘Ben suçlunun yaptığı şeyden habersiz değilim’ demesi, onu cezalandıracağının kesin ifadesidir. Zira gücü yeten insanla ceza vermesi arasına, sadece o konuyu bilmemesi girebilir.

Allahu Teâlâ zatının gafil olmadığını beyan ettiği gibi, bizim de gafil olmamızı yasaklamıştır: “Gafillerden olma!” (Araf, 205) Bize düşen, Allah’ın ﷻ ahlâkıyla ahlâklanıp, gafletten sakınmaktır.
 


Sebeb-i Nüzulu

‘Biz, yüzünü çok kere göğe doğru döndürdüğünü görüyoruz’ buyruğu Hz. Peygamber’in Beytü’l Makdis’den Kâbe’ye döndürülmeyi beklemesinden ötürüdür. Hz. Peygamber ﷺ Kâbe’ye yönelmeyi arzuluyor, ancak bunu diliyle belirtmiyor, yüzünü gökyüzüne döndürüyordu. Hz. Peygamber’in ﷺ şöyle dediği rivâyet edilmiştir: ‘Ey Cebrail, Allah’ın beni Yahudilerin kıblesinden başka bir kıbleye döndürmesini arzuluyorum.’

Bunun üzerine Cebrail O’na, ‘Ben de senin gibi bir kulum; bunu Rabbinden iste!’ dedi. Artık Hz. Peygamber devamlı göklere doğru bakıyordu. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hakk bu âyeti indirdi.

Efendimiz ﷺ bu şerefin başka bir mescid için değil de doğup büyüdüğü beldesinde bulunan bir mescid için olmasını daha çok istiyordu. “Nereye yönelirseniz Allah’ın vechi (rızası) oradadır” âyeti nazil olunca Efendimiz ﷺ ‘Bunlar, Allah’ın evlerinden biri olan Kudüs’e doğru yönelen bir kavimdir. Biz de oraya yönelsek nasıl olur?’ demiş ve on yedi ay kadar oraya doğru yönelerek namaz kılmıştı. Yahudiler de ‘Vallahi o ve arkadaşları kıblelerinin neresi olduğunu bilemediler. Onlara kıblelerini biz gösterdik. Hem bize muhalefet ediyor, hem de kalkıp kıblemize dönüyor. Biz olmasaydık, nereye dönecekti?’ diye, ileri geri konuşuyorlardı. Hz. Peygamber bundan son derece rahatsız oldu. İşte bunun üzerine Allahu Teâlâ da bu âyeti indirdi.

Bunun dışında Kâbe Hz. İbrahim’in kıblesiydi. Efendimiz ﷺ atası olan o yüce nebinin kıblesine dönmek istemişti. Ve bu kıblenin Arapları İslâm’a daha çok meylettireceğini düşünüyordu. Bu sebeplerle kıblenin Kâbe’ye yönelmesini arzuluyordu.

Veya Hz. Peygamber’in yüzünü göklere çevirmesi, duasının icabetini beklediği içindir. Allahu Teâlâ’ya dua etmesi hususunda Cebrail’den izin istediğinde, Cebrail O’na, Allah’ın kendisine izin verdiğini bildirmişti. Çünkü peygamberler, yararlı olmayan bir şeyi isteyip de icabet olunmayarak mertebelerinin yara almasına, tahkir edilmesine sebebiyet vermemek için, ancak Allah’ın izni ile O’ndan bir şey isterler. Cenâb-ı Hakk O’na icabet hususunda izin verince, O kendisine olumlu cevap verildiğini anladı, bunun üzerine, icabete dair vahyi getirmesi için Cebrail’i bekleyerek, yüzünü göğe çevirdi.

Efendimiz’in yüzünü göklere çevirmesindeki üçüncü ihtimal ise şudur: Cebrail (a.s) Hz. Peygambere ﷺ, Allahu Teâlâ’nın kıbleyi Beytü’l Makdis’den tahvil edeceğini bildirmek üzere gelmiş, fakat kıblenin tahvil edileceği yeri bildirmemişti. Hz. Peygamber’e ise, hiçbir kıble Kâbe’den daha sevgili değildi, bu nedenle, vahyin gelişini bekleyerek yüzünü göklere doğru çevirdi.

Yahut bu bekleyiş, namazın vaktiyle ilgilidir. Hz. Peygamber Beytü’l Makdis’e yönelmekten men edilip, kendisine bir kıble de tayin edilmedi. O sırada namaz vakti gelmişti. Kıblenin belirtilmemesi sebebiyle, namazın gecikmesinden korktu. İşte bu sebepten dolayı, yüzünü göğe çevirdi.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

‘قدْ نرَى تقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاء’ cümlesinde, şöyle bir işaret vardır: Nebi ﷺ Rabbinin terbiyesi ile terbiye görmüştür. İsteğini aşikar etmedi.

Kurbiyet edebine riayet etti. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle vahyetti:

“Kimi benim zikrim benden istemekten meşgul ederse, isteyenin isteyeceğinden daha fazlasını veririm.”

O’nun bu ümmete olan infakı kabul olacak duasını ahirete saklamasıdır. “Her nebinin bir duası vardır, ben duamı ümmetime şefaat için sakladım.”

Allahu Teâlâ Kâbe’ye şeref takdir ettiğinde insanların ona yönelmesini özellikle de Ümmeti Muhammed’in kıblesi olmasını takdir etti. Kitapta mestur olan kıble kalb-i Nebi’ye ﷺ aksetti. Onda istikbal-i kıbleye dua zahir oldu. Oldu ki Allah’ın takdir etmiş olduğu emir yerini bulsun. Kalbi Allah’a, vechi semaya döndü. Çünkü O ﷺ Cebrail’in (a.s) kameriydi.

Allahu Teâlâ “Yüzünü semaya çevirdiğini görüyoruz” buyurunca, Habib ﷺ Rabbinin rızâsını taleb ile suali (istemeyi) terk etti. Rabbi de Resûlünün ﷺ rızâsını taleb ile onun düşündüğünü yerine getirdi,

“Yüzünü Mescid-i Haram’a çevir” buyurdu. Yani kalbini Mescid-i Haram’ın Rabbine çevir. وَحَيْثُ مَا كُنتمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ Yani kalbinizin yüzünü çevirin, demektir.

‘شَطْرَهُ’ Yani Allah’a. Evde olsanız da mescitte olsanız da her yerde O’na dönün.

Mescidin ‘Haram’ ile vasıflanmasında çeşitli manalar vardır:

Oraya girenin güvende olması. “Kim oraya girerse emin olur.” (Âl-i İmran, 97)

Bu makama senden gayrının vusulü haramdır. O makam-ı mahmuddur. O sana mahsustur. Mahmud (hamd edilen) Allah’tır.

‘Yüzünüzü çevirin’ hitabının iki manası var:

هَا zamiri Allah’a ﷻ kinayedir. ‘Ey mü’minler hangi halde olursanız, hicaptan çıkmış olmanız-olmamanız fark etmez, yüzünüzü O’na yöneltin’ manasındadır.

Veya هَا zamiri Nebi’den ﷺ kinayedir. ‘Teveccühünüz varlık perdesinden çıkmaya ve âlemi şuhuda, vusulünüz Nebiyy-i muhtereme olsun’ demektir.

 

Belagat

• فلَنُوَلِّيَنَّكَ ifadesindeki ف harfi takib içindir. ‘Muhakkak ki yüzünü çevirdiğini görüyoruz’ cümlesinde kinaye edilen vaadi, sarahaten tekit eder. ‘Bu vaadin ardından yüzünü Kâbe’ye yöneltmen gerçekleşecektir’ demektir.

فلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً cümlesinde kıble ikinci meful olarak nasb edilse de, aslında مِنْ harf-i ceriyle kullanılır. ‘Seni çevireceğiz’, ‘Seni teveccüh ettireceğiz, manen yaklaştıracağız’ demektir. Burada iki meful alması, manevi yakınlık ifade ettiğini gösterir. Çünkü وَلّٰي fiili hakiki yakınlık anlamında olmazsa, harf-i cersiz teaddi eder, irtibat anlamı taşır.

• Kıble imtihanının hikmeti anlatılırken ‘Ökçesi üzere geri dönenleri ayıralım diye’ buyrularak, dinden dönmek ökçeler üzere dönmekle tabir edilmişti. Bu âyette ise kıbleye dönmek ‘Yüzünü çevir’ mecaz-ı mürseli ile ifade edildi. Biri; insanın en aşağıdaki azası ile, diğeri de en değerli azası ile ifade edildi.

Tazim edilecek olan yüzle, tahkir edilecek olan da ayakla anlatıldı. Hem tecessüm, hem de ihamı tezat (Tezatı hatırlatan) oldu. (Bedîi maneviden, tibaka mülhak.)

• ‘Yüzünü çeviriyorsun’ cümlesi yüz manasına geldiği gibi, (halliyet-mahalliyet alakasıyla) ‘Gözünü semaya çeviriyorsun’ manasına da gelir.

• Bir yere yüzünü döndürmek, oradan yüz çevirmenin zıddıdır. Bu da dal bil iktizasıyla ‘Severek yönel’ manasına gelir.

• انَهَُّ الْحَقُّ cümlesinde ‘Hak’ kelimesindeki elif-lam kasır ifade eder.

Yani sadece Kâbe’ye yönelmek haktır, ondan başkasına yönelmenin hak olmadığını bilirler.

• كُنتمُْ lafzı şart olduğu için, mahallen meczumdur.

• فَوَلُّوا ’deki fâ ise, fâ-i cevabiyedir.

• حَيْثمَا ’nın aslı حَيْث ’dür. ماَ eklenince cezim edatı olmuştur. حَيْث damme üzere mebni mekan zarfıdır. Cümleye muzaf olur. Ancak ماَ cezim edatı olduğu için, ماَ ’ya bitişince artık izafetlik ondan zail olur.

Bakara Sûresi 145. Ayet

وَلَئِنْ أَتَيْتَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ بِكُلِّ آيَةٍ مَا تَبِعُوا قِبْلَتَكَ ۚ وَمَا أَنْتَ بِتَابِعٍ قِبْلَتَهُمْ ۚ وَمَا بَعْضُهُمْ بِتَابِعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍ ۚ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ ۙ إِنَّكَ إِذًا لَمِنَ الظَّالِمِينَ

145- Celalim hakkı için sen, kitap verilenlere her türlü delili getirsen yine kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirinin kıblesine de uymazlar. Sana gelen ilimden (vahiyden) sonra onların arzularına uyacak olursan, zalimlerden (kendilerine yazık etmişlerden) olursun.

 

Bu âyet bize Kafirun sûresini hatırlatıyor. Hani Mekke müşrikleri ‘Bir yıl sen bizim ilâhımıza ibadet et, bir yıl biz senin ilâhına ibadet edelim’ diye teklifte bulunmuşlardı da âyetler tekit üzerine tekitle onları reddetmişti. Konu farklı olsa da olay burada da aynı.

Yerleşmiş, kökleşmiş bir inancı söküp atmak her babayiğidin harcı değil. Ama şu bir gerçek ki; hak her zaman batılı izale eder. Çünkü hakkın temeli sağlam, binası muhkem, dayanağı kavi, banisi Kebir-i Müteal’dir. Aklı, mantığı yaratan elbette mahlukuna galebe eder. O aklı zaten hakka ihtilaf için değil, nakli anlamak için yaratmış.

Âyet, Hakk’ın emir buyurduğu kıbleye dönmeyip, dönenleri de kınayan sefih kimselerin inadına işaret ederken Muhammedi olanların azmine işaret ediyor. Azim iradenin zaferi iken, inad iradenin hezimeti oluyor.

İnsanın bir şeye inanıp eyleme geçmesi sadece delille olmaz. O şahsın inanmaya meyilli ve nefsini gemleyip hevasına uymamasına bağlıdır. ‘İnanmak istemeyeni kimse inandıramaz’ vecizesi meseleyi özetliyor.

‘Kıblenin değişmesini kabul etmeyen güruha ne kadar deliller getirsen onlar senin kıblene dönmez’ kavli şerifiyle küfürde, isyanda, inatta ısrar eden kavmin ne kadar bedbaht olduğunu ve bu inatlarının, inkarlarının hevalarına uymaktan başka bir şey olmadığını anlatıyor. Rabbü’l âleminin gazabını ifade etmek için şu cümleleri kullanıyor:

“Sen onların hevalarına uyarsan zalim olursun.” Yani onlar nazar-ı ilâhiden düşmüşler, o kadar zalim, o kadar bedbaht olmuşlar ki; sen Habibi edibim, onların arzularına uyarsan zalim olursun. Ya onların halleri ne olur? İlmi bırakıp vahye arka dönüp, peygambere ve ona tabi olan bunca ashaba muhalefet eden mütemerrid kimselerin halleri nice olur?

Âyette tağlib var. Onların itirazı sadece kıbleye münhasır değil. Her gelen hükme karşı çıkma küstahlığında bulunuyorlar.

Bu ihtilafların, inkarların, inatların tek sebebi nefs-i hevaya tabi olmak, dünyaya aldanmak. Çünkü vahye tabi olmayanın kuruntuya tabi olacağı âyetle sabittir. “Hevasına tabi olandan daha zalim kim olabilir?” (Kasas, 50)

Konunun hususi olması hükmün umumi olmasına mani değildir. Her âyette her sınıfa ayrı ayrı ders var. Âyetin bize bakan yönü; Rabbimizin hükümlerine kayıtsız şartsız teslim olmak, zayıf akla, mahdut ilme dayanarak nakli inkara kalkmamak, bakkal terazisiyle vagon tartmaya kalkışmamak.
 

       İdraki meali bu küçük akla gerekmez,
       Zira bu küçük terazi bunca sıkleti çekmez.

 

Biz bir ilâhi hükmü anlamıyorsak o bizim eksikliğimiz, acizliğimiz, yetersizliğimiz yüzündendir. Onu inkar etmemiz gerekmez. Bilakis imanımızı güçlendirip istidlali iman mertebesine çıkmamız, ilmimizi, irfanımızı artırıp Allâmu’l guyûb’dan yardım istememiz gerekir. Duamızın kabulü ve feyzi ilâhi pınarlarının kaynaması için Allah’a itaat, ibadet, huşu, tevazu, inkıyat lazımdır.

Eğer inkar, şüphe ve tereddütlerimizin menşei bilmemekse, öğrenerek, delilleri arayarak cehaletten kurtulmalıyız.

Eğer bile bile, anlayarak, kasıtlı olarak inkar ve itiraz yolunu tutmuşsak heva ve heveslerimizin zebunu olmuşuz demektir. Bu durumda nefsimizi iyi tanıyıp emrettiği kötülükleri yapmayarak bizi tutsak etmesine müsaade etmemeliyiz. “Kim Rabbinin makamından korkar, nefsini de kötü arzulardan korursa, onun barınağı da muhakkak cennet olacaktır” (Naziat, 40-41) âyetine kulak vermeliyiz.
 

Ahnef b. Kays Hazretleri sahabe arkadaşlarına soruyor:

˗ Ahmak kimdir bilir misiniz?

˗ Hevasına uyandır.

˗ Peki ondan daha ahmak kimdir?

˗ Başkasının hevasına uyandır.

 

''Sen, kendilerine kitap verilenlere her türlü âyeti getirsen yine de senin kıblene uymazlar.''

Bu âyet Ehl-i Kitab’ın, İslâm’ı kabul etmelerinden ümit kestirecek dereceye varan inat ve kibirlerinden bahsediyor: ‘Onlar delil getirilerek giderilebilecek arızî bir şüpheden dolayı değil, inat ve kibirlerinden dolayı muhalefet ederek senin kıbleni kabul etmediler.’ Kibir, inat ve haset delille yok edilemez.

Burada, Ehl-i Kitab’ın inkârlarına karşı Resûlullah’ı ﷺ teselli vardır. Çünkü Peygamberimiz onların İslâm’a girmelerini ümit etmiş ve yalanlamalar ından dolayı oldukça sıkılmıştı.

Cenâb-ı Allah Ehl-i Kitab’ın hepsini kastederek sanki şöyle buyurmuştur: ‘Onlar, senin kıblene ittibâ hususunda bir araya gelemezler.’ Hasan Basri-Cübbaî

Esamm da, bundan muradın onlardan hiçbirinin iman etmeyecekleri olduğunu söylemiştir.

‘Sen onlara Allah’tan ne getirirsen getir, onlar yine uymayacaklar. Onlar için önemli olan âdetlerdir. Öyleyse ey peygamberim, Sen boşuna uğraşma. Onların gönlünü edeceğim diye sakın Sen de onlara hoş görünmeye kalkma. Sen ne yaparsan yap, onlar asla Senden razı olmayacaklardır.’

Bu insanlar ebediyyen müslümanların kıblesine gelmeyeceklerse, bu konuda müslümanlara düşen, onlara gitmek ve peygamberinin örnek hayatını bu insanlara bizzat duyurmaktır. Bu konuda gevşekliğe düşmeyip, ümitsizliğe kapılmamalıdır. O kabul etmezse berikisi kabul edecektir, müslüman tebliğine devam etmelidir.

‘Senin kıblen’ diye, kıblenin Efendimize ﷺ izafeti, onun şeriatına tahsis edildiğine delalet içindir. Çünkü Efendimiz ﷺ o kıbleyi hal diliyle istemişti.

اِنْ’ İle ‘لوَْ’ edatlarının kullanılışı:

‘لئَِنِ’ edatı ‘لوَْ’ anlamındadır. Buna, ‘لوَْ’ edatına verilen cevap ile cevap verilir. ‘اِنْ’ ile ‘لوَْ’ mana bakımından birbirlerine yaklaşırlarsa; bunlardan her biri diğeri yerine kullanılır ve birine verilen cevap ile diğeri de cevaplanmış olur.
 

‘Âyet’ Kelimesinin Manası:

Âyet kelimesinin vezni, ‘faletün’dür. Aslı, ‘eyyetün’dür. ‘Eyyetün’ kelimesindeki şedde dile ağır geldiği için, birinci ‘yâ’ harfi, kendisinden önceki harfin harekesi fetha olduğu için, elife çevrilmiştir.

Lügattaki anlamı; bir şeyin varlığını gösteren alamet, delil, ibret, işaret, mucize, kıyamet alametleri, Kur’ân’ın tamamı veya belirli bir bölümüdür.

Kur’ân’da tekil ve çoğul şekilde 382 defa geçer.

Âyet, yaratılmışlar tarafından meydana getirilemeyecek ve sadece Allah sözü olduğunu remzeden sözdür.

Âyet ikiye ayrılır:

a) Fiili âyetler: Tabiat kanunlarındaki âyetler, güneş-ay tutulması gibi herkesin müşahede ettiği âyetler ve mucize gibi harikulade âyetler.

b) Kavli âyetler: İlâhi kitaplar
 

''Sen de onların kıblesine asla tâbi olmayacaksın.''

Bu cümle Ehl-i Kitab’ın bu husustaki beklentilerini sona erdirmiştir. Çünkü onlar; ‘Eğer bizim kıblemize yönelmeye devam ederse, biz de onun, beklediğimiz dostumuz olmasını umarız’ diyorlardı.

Bu bir ‘mukabele’ dir. Yani, onlar kendi bâtıllarını terk etmezler; sen de, kendi gerçeğini terk edici değilsin.

Sana, onların kıblesine uymak sûretiyle, onları düzeltmen gerekmez. Çünkü böyle yapman, günahtır!

Sen, Ehl-i Kitab’ın hiçbirinin kıblesine tâbi olamazsın. Çünkü yahudinin kıblesi Beytü’l Makdis, hristiyanın kıblesi de doğu tarafıdır, birbirlerine terstir. Sen kendi kıblene yönelmeye devam et, onların görüşlerini bırak.

‘Sen asla onların kıblesine uyacak durumda ve konumda değilsin.’ Burada olumsuz bir isim cümlesinin kullanılmış olması; Peygamberimizin bu hususta değişmesi söz konusu olmayan sürekli tutumunu daha etkili şekilde belirtir ve O’nu izleyen müslümanlara daha güçlü bir telkin ifade eder. Arapça’nın muteber üsluplarından biri de önde gelen insanlara hitap ederek onların arkasından gidenlerin kastedilmesidir. Âyet-i kerimede de bu usul görülmektedir.

Bu ümmet, Allah tarafından sevgili Peygamberi için seçilen kıbleden başka bir kıbleye asla yönelmeyecektir; kendisini yüce Allah’a bağlayan sancak dışında başka hiçbir bayrak taşımayacak; bu kıblenin sembolize ettiği ilâhi düzenden başka hiçbir düzenin peşinden gitmeyecektir. Onların hiçbir yoluna tabi olamaz, onlar gibi yaşayamaz, onlar gibi giyinemez, ticaret yapamaz, onlar gibi düşünemez. İzzeti, şerefi her şeyi dinindedir. Hayır burada, yücelik burada, üstünlük buradadır. Müslüman kaldıkça tavrı bu olacaktır. Eğer böyle yapmazsa İslâm ile ilgisi kalmaz; ‘Müslümanım’ demesi kuru bir iddia olarak kalır.
 

''Onlar, birbirlerinin kıblesine de tâbi olmazlar.''

1. Onlar, aynı kıble üzerinde olmadıkları için, onların kıblesine tâbi olmak sûretiyle onları hoşnut etmek mümkün olmaz.

2. Yahudi ve hristiyanlar seni yalanlama hususunda ittifak etmelerine rağmen, kıble hususunda birbirlerinden ayrılırlar. O hâlde kendi aralarında ihtilâf ettikleri halde, seni kıbleni terk etmeye nasıl davet ederler?

3. Bu, onların ‘Ehl-i Kitab’a muhalefet etmek caiz değildir’ sözlerini boşa çıkarmaktır. Çünkü onların kıblelerinin farklı olması caiz ise, bir üçüncü kıblenin olması da caizdir. (Mantık yollu kelam)
 

''Eğer onların hevasına uyarsan…''

Bu ifade, faraza üzere kurulmuş bir şart cümlesidir. Hak yolda sebat etmeye, doğru yolda durmaya teşvik kabilindendir. Yoksa Resûlullah ﷺ mücrim kâfirlerin arzularına uymaktan uzaktır.

Allah’ın çok nimet verdiği kimselerden günahın sâdır olması, çok çirkindir. Bu nedenle Rabbimiz, özellikle Efendimize hitab ederek onu sakındırmıştır. Fazla sevgi, fazla sakındırmayı gerektirir.

Akıllı kimse, en büyük çocuğuna yönelip, diğer çocuklarının yanında onu bir şeyi yapmaktan men edince, o şeyin büyük bir suç olduğuna dikkat çekmiş olur. Başkalarının dikkatini çekip, bir hususu tekid etmek için, derecesi yüksek kimselere emir ve yasaklar yöneltmek yaygın bir adettir.

Ayrıca “Eğer sen onların hevasına uyarsan” sözünden murad, Hz. Peygamberin ﷺ bütün işlerde onların hevalarına uyması değildir. Muhtemelen Hz. Peygamber ﷺ, onların İslâm’a meyletmeleri arzusuyla, konuşması esnasında sertliği ve katılığı terk etmesi kabilinden bazı küçük şeylere dikkat ediyordu. Allah ﷻ, O’nu bu kadarlık bir şeyden bile men etmiştir.

Muhatap zamiri ilmi meaniye göre umum ifade eder. Buna göre âyetten murad, mü’minlerdir. ‘Ümmetinden hiç kimse, onlara karışmaya, onlarla konuşmaya ve onlara uymaya temayül etmesin’ manasındadır.
 

Batıya-batıla meylin zararı

Avrupa medeniyeti Eski Roma’nın hayalci ve Yunan felsefesinin maddeci temelleri üzerinde şekillenmiştir. Ancak bu iki temel, ikizdi, kardeşti, yoldaştı, buna rağmen birbirleri ile hiç barışmadı.

Avrupa medeniyeti, tahrif edilmemiş Hristiyanlıktan aldığı ilimle, ürettiği faydalı sanatlar ile fenleri kabul ve takdir edilebilir. Ancak, bunlar zaten Avrupa medeniyetinin kendine ait değildir.
 

Batı medeniyeti, maddecidir, materyalisttir, Hristiyanlıktan da uzaklaşmıştır. Bediüzzaman, Avrupa medeniyetinin ‘menfi’ beş esas üzerine kurulduğunu belirtir:

1. Dayanak noktası: Hakka bedel kuvvettir. Kuvvet de, başkalarının hakkına saldırmayı netice verir. Bütün zulümler bundan çıkmaktadır.

2. Esas hedefi, fazilete karşılık menfaattir. Menfaatin özelliği de kavga, zıtlaşma ve husumettir. Bütün cinayetler bundan çıkar.

3. Hayat kanunu; yardımlaşmaya karşılık mücadeledir. Bütün kavgalar, nizalar bundan doğar.

4. Toplumu birbirine bağlayan esası ırkçılıktır. Irkçılığın neticesi başkalarını yutmakla beslenmek olduğundan kuvvete dayanır, çatışma, çarpışma ve zulme kapı açarak helakete sebep olur.

5. En çekici hizmeti nefsin, hevâ ve hevesini artırmak, kamçılamak, kolaylaştırmak ile, arzuları tatmindir. Bütün sefahetler bundan çıkar. ‘Şu medenîlerden çoğunun eğer içi dışına çevrilse, maymun, tilki, yılan, ayı, hınzır... sûreti çıkacaktır.’

Batı medeniyeti, semavi dinlere muhâlif hareket ettiği için kötülükleri iyiliklerine; zararları faydalarına üstün geldiğinden, medeniyetin hakiki gayesinin tersine olarak, insanlığın genelinin istirahatını ve dünya hayatının saadetini bozmuştur. Ayrıca, Batı medeniyeti iktisat-kanaat yerine israf ve sefaheti, çalışma ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meylini ön plana çıkardığı için, insanlığı fakirleştirip tembelleştirmiştir.
 

     Fransızın nesi var? Fuhşu, bir de ilhâdı! Kapıştı bunları “Yirminci asrın evlâdı!”
     Ya Almanın nesi var zevki okşayan? Birası;
     Unuttu ayranı ma’tûha (bunağa) döndü kahrolası!
     Heriflerin, hani dünya kadar bedâyii var:
     Ulûmu var, edebiyatı var, sanayii var.
     Giden birer avuç olsun getirse memlekete;
     Döner muhitimiz elbet muhit-i mârifete
     Kucak kucak taşıyor olmadık mesâviyi (kötülükleri)     
     Beğenmesek ‘medeniyet’ diyor; inandık iyi!
     ‘Ne var biraz da maarif getirmiş olsa...’ desek
     Emin olun size ‘hammallık etmedim’ diyecek. M. Akif

 

Heva

Heva, şahinin inişi gibi hızla süzülüp inmek, düşmek, yukarı fırlamak, yıldızların doğuşu ve batışı, mahvolmak, rüzgârın esmesi, kabın boş olması, hava... gibi anlamlara gelir.

‘Ehva’, hevanın çoğuludur. Heva, sevenin sevdiği şeyin husulünü talebi gerektirir; isterse bu sevilen şeyin husulü zararlı olsun, fark etmez. O yüzden heva, akıl, rüşd gerektirmeyen sevgilere ıtlak olunmuştur. Aşka da bu yüzden ‘heva’ denir. Heva Kur’ân’da sapık itikatlara isim olarak verilmiştir. Bu nedenle İslâm alimleri bozuk inanç ehline ‘Ehli heva’ der.

Heva nefsin zevklere eğilimi, keyfe düşkünlük, şehvete düşkün ve ilim sahibi olmadan sahibine hükmeden nefis anlamındadır. Nefis, şehvet ve gam çukuruna sürükler.
 

''Sana gelen ilimden sonra...''

Burada kastedilen ilim; deliller, âyetler ve mucizelerdir. Çünkü bunlar ilmin yollarındandır. Esere müessirin ismi verilmiştir. Bu, mantık ilmindeki burhan yollarından müessirden esere ulaşmadır.

Buradaki istiareden maksat, mübalağa ve tazimdir. Cenâb-ı Hakk, sanki mucize ve peygamberlik ile ilgili işleri, ‘ilim’ diye isimlendirerek yüceltmiştir. Bu; ilmin şeref ve mertebe bakımından, mahlûkâtın en yücesi olmasına dikkat çeker.

Âyet-i kerime, âlimlere yönelen ilâhî tehdidin, diğer insanlara yönelenden daha şiddetli olduğunu gösterir.
 

Alimin Sorumluluğu

Kötü âlim, pınarın üstüne çöken kaya gibidir. Ne kendisi onun suyundan faydalanır, ne de başkalarının faydalanmasına imkân verir. Hz. İsa

Bu ümmet için en çok, ilim bilen münafıklardan korkuyorum. Bunlar, ilimleri dillerinde olan, kalpleri cahil ve amelleri kötü kimselerdir. Hz. Ömer

Âlimlerin musibeti, kalplerinin ölmesidir. Bunun alâmeti ise, âhiret ilmiyle dünyayı aramalarıdır. Hasan Basrî

İlmi amel etmek için değil, tartışmak için öğrenen bir kimse âlim değildir. Hz. İsa
 

Hatim, Rey şehrinin kadısı Muhammed İbni Mukatil'i ziyarete gitmişti. Girdiği ev, dünya ehlinin köşklerine benziyordu. İçi de çok süslendirilmişti. Hatim, ona şöyle dedi:
- Siz, Peygamber ve ashabını mı, yoksa Firavun ve Nemrud'u mu taklid ederek bu süslü köşkte oturuyorsunuz? Sizin gibi âlimler böyle yaşarsa, câhiller hepten dünyaya dalar. Yanınızda birisi abdest alırken bir uzvunu dört kere yıkarsa, ‘Bir kere fazla yıkadın, suyu israf ettin’ diyerek onu uyarırsınız. Kendiniz bunca israf içinde iken, öncelikle kendinizi uyarmanız gerekmez mi?

 

''O takdirde zalimlerden olursun.''

“O zaman muhakkak zulmedenlerden olurdun” buyruğu âyetin baş tara fında yer alan ‘andolsun ki...’ şeklindeki mahzuf yeminin cevabıdır.

‘Eğer sen bunu yaparsan, inkâr etmeleri ve kendilerine zulmetmeleri hususlarında, işte o yahudiler gibi olursun.’

‘Eğer size gelen bu kitaptan, vahiyden sonra, bunu bırakır da onların heva ve heveslerine, hukuklarına uyarsanız, onların kılık kıyafetlerini benimser, icad ettikleri sistemlere uyarsanız, yani her halinizle onların kıblelerine tabi olursanız, o zaman siz de onlar gibi olursunuz.

Siz de onlar gibi birbirini yiyen, tüketen gruplar olursunuz, parçalanırsınız. Ümmet olma özelliğinizi kaybedersiniz. Ve de en kötüsü sizler zâlimlerden olursunuz. Hani ‘Zâlimler ahdime ulaşamazlar, zâlimler idareci olamazlar, zâlimler iktidara gelemezler’ buyrulmuştu, sizler de ebediyyen buna ulaşamaz, iktidar mevkiine gelemezsiniz.’
 

Zalim

Bir kimsenin hakkını zorla elinden alan, haksızlık yapan merhametsiz ve gaddar kimse. ‘Zulüm’ bir şeyi ait olduğu yerin dışında bir yere koymaktır. Bir şeyi eksik ya da fazla yapmak yahut zamanının veya mekânının dışında yapmak da zulümdür.

Kur’ân-ı Kerim’de cehalet, şirk, fısk anlamında, nur’un zıddı olarak kullanılır. Kur’ân’da zulmün anlamları şunlardır:

‣ Şirk, Allahu Teâlâ’yı başkalarına denk tutmak. (Lokman, 13)

‣ Allah’ın mescitlerine engel olmak. (Bakara, 114)

‣ Allah’ın bildirdiklerini gizlemek, onun adına yalan söylemek. (Bakara, 144)

‣ Âyetleri yalanlamak, insanlara ulaşmasını engellemek. (Enam, 157)

‣ Âyetlerden yüz çevirmek. (Secde, 22)

‣ Müslüman olduğunu iddia edip, Allah adına yalan söylemek. (Saf, 7)

 

Sebeb-i Nüzul


Kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye çevirilmesi üzerine Yahudiler ‘Muhammed babasının memleketini ve doğduğu yeri özledi. Şayet bizim kıblemize yönelmeye devam edecek olsaydı biz onun, gelmesini beklediğimiz adamımız olduğunu ümit ederdik’ demişlerdi. İşte bunun üzerine Allahu Teâlâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.
 

Belagat
 

اِنْ’ İle ‘لوَْ’ edatlarının kullanılışı:

‘لئَِنِ’ edatı ‘لوَْ’ anlamındadır. Buna, ‘لوَْ’ edatına verilen cevap ile cevap verilir. ‘اِنْ’ ile ‘لوَْ’ mana bakımından birbirlerine yaklaşırlarsa; bunlardan her biri diğeri yerine kullanılır ve birine verilen cevap ile diğeri de cevaplanmış olur.

• ‘Sen onların kıblesine uymazsın’ cümlesi, olumsuzluk ifadesinde ‘Onlar senin kıblene uymazlar’ cümlesinden daha mübalağalıdır. Çünkü birincisi isim cümlesidir. Ayrıca olumsuzluğu ب harf-i ceri ile tekit edilmiştir.

‘Sana gelen ilimden (vahiyden) sonra onların arzularına uyacak olursan, zalimlerden (kendilerine yazık etmişlerden) olursun.’

Bu uyarı cümlesi birkaç tekit ile şart-ceza cümlesinin tamamını içermekle mübalağa ifade eder.

• Lam, kaseme delalet eder. Lamı muvattaa kasemi kuvvetlendirir.

• Ceza cümlesinde tekit harfi, haberin başında ibtida lamı vardır.

• İsim cümlesi olması da tekit ifade eder. (إِنَّكَ إِذًا لمَِنَ الظَّالِمِينَ)

• ‘Onların hevalarına tabi olmanın en küçük cüzü bile zulüm için kafi’ manasını ifade eden, şekk için kullanılan ‘اِنْ’ şart edatı tercih edilmiştir.

• Cezaya delalet eden ‘إِذًا’ getirilmiştir. ‘إِذًا’ cezanın şarta bağlantısını kuvvetlendirir.

• ‘Sana gelen ilimden sonra’ âyetinde önce icmal sonra tafsil vardır. Bu ise ihtimama delalet eder; men edilen ‘hevaya tabi olma’ işlendiği takdirde, özür kabul etmeksizin azabın gerçekleşeceğini gösterir.

• Nebi’ye ﷺ vahyedilenlerin sırf ilim kılınması ayrıca bir tekittir.

• الظَّالِمِينَ ’deki lam-ı tarif, karakterleri zulüm olarak bilinip, bu vasıfla tanınanlara delalet eder.

لمَِنَ الظَّالِمِينَ kavli insafa delalet bakımından ‘إِنَّكَ لظَالِمٌ’ ifadesinden daha kuvvetlidir.

Hz. Peygambere onların hevasına uymasının yas aklanması ‘لاَ تَظْلِمْ’ nehyinden daha mübalağalıdır. Tıpkı bir kimsenin bir başkasına ‘Sakın zalim olma’ demesinin ‘zulmetme’ demesinden daha beliğ bir ifade oluşu gibi.

Burada vahyin ve ilâhi yakinin ilim olarak tabir edilmesi, ilmin şanını tazimi ilan ve ümmetin akıllarını ona çevirmektir, mübalağadır.

Burada getirilen bu tekitler, kendi hevasına, başkasının hevasına uymanın vehametinin altını çizmektedir. Efendimiz’e ﷺ ‘Sen dahi uysan müşriklerden olursun’ buyrulması, farz-ı muhal kabilindendir. Çünkü hevaya uymak insanı cennete girmekten alıkoyar, şirk şaibesi taşır.

لمَِنَ الظَّالِمِينَ ifadesindeki ‘Elif-lam’ onların bu vasıfla bilindiğine delalet eder. Yani onlar zalimlerdir, bu onların karakteri olmuştur.

Bakara Sûresi 146. Ayet

الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءَهُمْ ۖ وَإِنَّ فَرِيقًا مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ

146- Kendilerine kitap verdiklerimiz; peygamberi öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Bununla birlikte aralarında bir zümre, bildikleri halde hakkı gizliyorlar.

 

İnanmayan güruhun durumu önceki âyette kıble konusundaki inatları ile anlatılırken, bu âyette genel durumları husustan umuma itnab sûretiyle detaylanıyor.

Onların inanmamaları bilmediklerinden, tanımadıklarından değil; bilakis kibir, haset, taassuptan kaynaklanıyor. Bile bile, kitaplarında okuya okuya hakkı gizliyorlar. Hatayla, yanılmayla değil, bilinçli, kasıtlı, şeytanî bir tavırla “Bilakis inat ve inkarla devam ederler” (Mülk, 20) âyetinde bildirildiği gibi hareket ediyorlar.

Nefret, azgınlık onları boğan bir girdap haline gelmiş. Kendilerini bile bile bu vartaya atmışlar. Azgınlık bedenlerini, nefret kalplerini tarumar etmiş. Böyle bir akıbetten Allah’a sığınırız.

Bu durum tıpkı Yusuf’un (a.s) kardeşlerinin durumuna benziyor. Yusuf’u kuyuya atıp babalarından kırk yıl gizlediler. Yusuf zindanda, Yakup (a.s) Kenan’da, kendileri de vicdanlarında yıllarca acı çektiler. Sonuç malum... Hakkı inkar ve gizleme nefsin kendine kurduğu tuzaktan başka nedir ki?

Tarihe göz attığımız zaman şöhreti, taassubu, hevası yüzünden nice bedbahtlar çeşitli hile ve desiselerle hakkı gizlemiş, gerçeği görmezden gelmiş ama netice hep hüsranla bitmiş.

Yezid, saltanat uğruna Hz. Hüseyin’in katline sebep olarak kıyamete kadar cümle âlemin lânetine, nefretine düçar olmuş.

Ebrehe, fillerle Kâbe’yi yıkmaya gelmiş, kuşlarla kendisi ve altmış bin kişilik ordusu yıkılmış, hâk ile yeksan olmuş.

Firavun, saltanatı uğruna binlerce masumu katletmiş, Allah tacını, tahtını tarumar edecek Mûsâ’yı elinde büyütmüş.

Ebû Cehil, Ebû Leheb, Ümeyye ve benzerleri iki cihan güneşini inkar edip inanan masumlara işkence ederek, İslâm güneşini üfleyerek söndürmeye çalışmışlar ama kendileri sönüp gitmiş, hem de arkalarında ruz-u cezaya kadar okunacak lânet bırakarak…

Bu mübarek âyet bütün bu gerçekleri bir cümle ile özetliyor. ‘Bile bile inkar ettiler, hakkı gizlediler, gizliyorlar, iki cihan saadetinden mahrum oluyorlar.’

Yakın tarihe baktığımızda yine durum aynı. Kendilerine verilen sahte vaadlere tama ederek kendi milletlerine, dindaşlarına zulmeden liderlerin acı akıbetlerine hep birlikte şahit olmuyor muyuz? Zulümle abad olanın akıbeti berbat olmadığı nerede, ne zaman görülmüş?

Bu Cenâb-ı Hakk’ın hiç değişmeyen adetidir. İster fert, ister cemiyet olsun hükm-ü ilâhiyi kabul etmeyen, kabul edilmesine mani olmak isteyen er geç gazab-ı ilâhiye, hışm-ı sübhaniye giriftar olur.

Bize düşen bütün bu olup bitenlerden ders alıp kendimizi toparlamamız, Rabbimizi isyan, tuğyan, inkar ile gücendirip ebedi mahrumiyete, elim azaba, ilâhi gazaba uğramamaktır.

İbret alalım ki ibretlik olmayalım. İnşallah Kur’ân buyruklarıyla yaşayıp imanla, hüsn-ü hatimeyle rahmet-i Rahman’a kavuşalım.

Âyet-i kerime lafız bakımından umumî ise de, ehli kitabın âlimlerine has kılınmıştır. فرَِيقاً ’dan kasıt İbni Suriya, Ka’b b. Eşref gibi alimleri ve havaslarıdır.
 

''Onu (Peygamberi) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.''

Hz. Ömer, Abdullah b. Selam hazretlerine bu âyetin manasını sorduğu zaman: ‘Ben O’nu oğlumu bildiğimden daha iyi bilirim. Çünkü O’nda hiçbir şüphe ve tereddüde yer yoktur. Fakat çocuklarıma gelince, ne bileyim, belki anneleri hıyanet etmiş olabilir’ demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer de onun başını öpmüştü.

Her ne kadar daha önce ismi geçmemişse de, Hz. Peygamberi burada zamirle göstermek caizdir. Çünkü söz O’na delâlet etmekte, işitene bu husus gizli kalmamaktadır. Bu gibi yerlerdeki ‘izmâr’da (isim zikretmeden zamirle işaret etmede) o kimseyi yüceltme ve şöhretinden dolayı, tanıtmaya gerek olmaksızın bilindiğini anlatmak gayesi vardır.

Zamir, kıble meselesine raci de olabilir. O zaman mana ‘Ehl-i Kitab âlimleri, kendisine çevrildiğin kıbleyi, tıpkı kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler’ şeklinde olur.

Bu zamirin Kur’ân-ı Kerim’e ait olması da mümkündür.

‘يعَْرِفوُنَ / Tanırlar’ buyrulmuş, ‘bilirler’ denmemiştir. Çünkü ‘عَرَفَ / tanımak’ fiili kişilere ve hisle algılanan şeylere taalluk eder. ‘Falancayı tanıdım’ denir ama ‘Falancayı bildim’ denmez. Bunun için ‘mârifet’ fiili, bilgi ve zan fiilleri gibi iki mefule teaddi etmez. Yine bu sebeple Allahu Teâlâ ilim sıfatıyla vasıflanıp ‘el-Alim’ denir. Ama ‘Allah tanır’ denmez. Burada da âyetin manası; ‘Onlar Resûlün sıfatlarını ve kitaplarında zikredilen alametlerini tanır, hakkı müşahede edilen bir şeye şahit olur gibi tanırlar.’

Bu âyetten şunu anlıyoruz ki hakkı bilmekle, hakka iman etmek; ayrı şeylerdir. Hakkı bilmek, hakka iman etmek değildir. Bilgi ve iman pratiğe dökülmedikçe hiçbir şey ifade etmez.
 

''Oğullarını tanır gibi...''

‘Erkek çocukları’ buyrulup kız çocuklarını içine alacak umumi bir kelime zikredilmedi. Çünkü Yahudiler için erkek çocukları kız çocuklardan daha kıymetli, kalpleri kızlardan daha çok erkek çocuklara bağlıdır.

Erkek evlatlar daha iyi bilinip, tanınır. Çünkü onlar babalarıyla kızlardan daha çok bulunur ve onların gönlüne daha yakındır.

İnsanların evlatlarını tanımaları, tanıma kavramının doruğunu, son noktasını oluşturur. Bu deyim, Arap dilinde kişinin bir şey hakkında kesinlikle bir şüphe taşımadığını ifade etmek için kullanılır. İnsanın çocuğunu fark etmemesi imkansızdır. Kişi bazen kendisini unutabilir ama çocuğunu unutmaz. Ana-babanın çocuğunu tanıması kadar açık ve kesin bir tanıma olamaz.


Salevat

Efendimizin de ﷺ bizleri tanıması için salavatı çoğaltmamız gerekmektedir. Çünkü Resûlullah ﷺ ‘Ben sizi salavatınızın çokluğuyla tanırım’ buyurmuştur.

Ümmetimin salavatı bana hediyedir. Benim ümmetime hediyem ise kıyâmet günü onlara şefaatimdir. Hadîs-i Şerîf

Cuma günü üzerime yüz salevat getiren kimseye Allah ﷻ otuzu dünyada, yetmişi ahirete ait olmak üzere yüz hacetini kabul eder. Hadîs-i Şerîf

Üzerime yüz salevat getirene Allah ﷻ bin defa rahmet nazarı ile bakar. İştiyakla daha fazla getiren için kıyamet gününde şefaat ve şahitlik ederim. Hadîs-i Şerîf

Günde yüz defa salevat getirenin alnına ‘Münafık değilsin, cennetliksin’ yazılır. Hadîs-i ŞerîfGünde beş yüz salevat çekene Allah ﷻ yoksulluk çektirmez. Hadîs-i Şerîf

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

الذَِّينَ آتيْناَهُمُ الْكِتاَبَ يَعْرِفُونَهُ Batın nuru mârifette zahir nurundan daha kuvvetlidir. Kimin kalp misbahı kitap ve imanın nuruyla aydınlıksa Nebi’nin ﷺ yüzüne nazar eder simasını tanırlar. Nitekim âyette “Onları simalarıyla tanırlar…” (Bakara, 273) buyruldu.

 

Belagat

• ‘الذَِّينَ آتيَْناَهُمُ الْكِتاَبَ’ cümlesinde zamir yerine ism-i mevsul kullanılması, Ehl-i kitabın, inatlarından dolayı son derece kötü bir durumda bulunduklarını açıklamak içindir.

• ‘يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَهُ أبْناَءهُمْ’ cümlesi, mürsel mufassal bir teşbihtir. Yani ‘Ehl-i kitap, kendi soylarından gelen çocuklarını nasıl tanıyorlarsa, Hz. Muhammed’i ﷺ de açık bir şekilde öyle tanırlar’ demektir.

• Burada peygambere muhatap zamiri ile ‘seni tanırlar’ buyurulmayıp gâibe iltifat ile, ‘Onu (peygamberi) tanırlar’ buyurulmasında birkaç ince nükte vardır:

Birincisi: Bu âyet, Cenâb-ı Allah tarafından gâibe hitap sûretiyle, tarafsız bir şahitliği ifade eder.

İkincisi: Tevrat’ta vasıfları anlatıldığı için öteden beri kitap ehli tarafından Hatemü’l-Enbiya (Peygamberlerin sonuncusu), ahd ifade eden ‘lâm’ ile ‘en-Nebiy’ Yani ‘O peygamber’ diye anılırdı, böyle tanınırdı.

‘O’ dedikleri zaman zaten Peygamberimizi ﷺ anlarlardı.

Bakara Sûresi 147. Ayet

الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ ۖ فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ

147- Rabbinden olan her şey hak ve gerçektir, sakın şüphe edenlerden olma!



İnkar edip gizleyenlerin bile bile inat ve taassuplarını anlattıktan sonra (gaibden hitaba iltifatla) Habibini ve onun şahsında bütün mü’minleri uyarıyor: Rabbinden gelen bütün hükümler haktır. Kâbe’nin tahvili haktır. Sakın şüphecilerden olma.

Allah’ın fıtratlarına tevdi ettiği iman, istidat nurunu söndürüp zayi edenler, nefsin karanlık zindanlarında ürettikleri yılanvari fikirleri kusadursun, sakın ha sakın onların saçma sapan safsatalarına kulak verip de berrak inancınıza şüphe düşürmeyin.

Onlar gerçekleri duymamak için kulak tıkıyor, uzaklaşıyor. Çalgı, müzik, hezeyanlarla Kur’ân’ın sesini bastırıp duyulmasını engelliyor, dinleyenleri cezalandırıyor. Batıl düşüncelerine şüphe düşer diye ödleri patlıyor. Aslandan kaçar gibi kaçıyorlar.

Düşmanın bu tedbirinden ibret almalı; onların inkar dolu sözlerinden, küfür dolu fikirlerinden eziyet dolu tavırlarından uzak durmalı, onlara kulak vermemeli.

Onların batılı savunan yazılarını okumamalı, şirk, şikak, nifak, inkar savuran programlarına katılmamalı, seyretmemeli. Tıpkı onların hak karşısında kulaklarını tıkadıkları gibi kulaklarımızı tıkamalıyız. Onların meclisinde bulunmamalıyız. Kir akan kaynaklardan kaçıp nur akan kaynaklara sığınmalıyız.

“Onlarla oturmayın” (Nisa, 140) emr-i ilâhisine tereddütsüz uymalıyız. Aksi halde nefsi emmare, şeytan-ı aleyhillane, aldatıcı dünya gibi düşmanlarla birlikte yaşıyoruz. Onlar her an ayağımızı kaydırmak istiyorlar. Batıl delillerle bizi ilzam etmek istiyorlar. Bilgimiz, ibadetimiz çok da olsa her an kayabiliriz. “Sesinle, gücünün yettiğini yerinden oynat, onlara karşı yaya ve atlılarınla haykırarak yürü, mallarına ve çocuklarına ortak ol, onlara vaadlerde bulun; ama şeytan sadece onları aldatmak için vaad eder.” (İsra, 64)

Hiçbir şekilde kendimizden emin olamayız. Koskoca bir peygamber “Ben nefsimi temize çıkarmam. Muhakkak ki nefis kötülüğü emreder” (Yusuf, 53) derken biz neyimize güveniyoruz?

Rabbimiz ‘şüphecilerden, tartışmacılardan olmayın’ buyurarak bizi uyarıyor (vasıtalı kinaye). Şüpheye düşürecek ortamlardan uzak durmamızı, şüphe uçurumunun kenarına kadar yaklaşmamamızı, sonra düşmenin kaçınılmaz olduğunu latif bir şekilde ikaz ediyor.

Âyet-i kerimede “Onlar şüpheleri içinde bocalar dururlar” (Tevbe, 40) buyrulmuş. ‘Fi’ harfi ceriyle istiare yapılarak, şüpheye gark olmaları, tereddütleriyle debelenip durmaları, denizde boğulmak üzere olan kimsenin feci haline benzetiliyor.

Bu menfur akıbete düçar olan şüpheci, inkarcı, inatçı kimselere karşı, Rabbinden gelenin hak olduğu zikrediliyor. Ezeli, ebedi, sonsuz ilim, irade ve kudretten gelen ‘Hak’ kainatın yegane sultanı Allâmu’l guyûb, Mukallibu’l kulûb olan Allah’tan gelen ‘Hak’.

ألْحَقُ, lügat manaları: Sabit, değişmeyen, uygun, hikmetli, gerçek, gerçekleşen iman, fiil, sözde, amelde doğru, gerçek olan, batılın zıddı, mutedil.

Hak gün gibi ortadayken batıla kulak vermek akıl kârı mıdır? Her felakette, her zorlukta, her ihtiyaçta Hak Mabud Allah’a sığınıp ona yalvarırken, O’nun buyruklarında şüphe etmek, şüpheli ortamlarda bulunmak, batıla kulak kabartmak reva mıdır?
 

''Rabbin katından bir gerçek''

‘Hakk’, Allah’ın ﷻ isimlerinden biridir. Kur’ân’ı Kerim, yakîn, sabit ve şüphe olmayan şey, hüküm, fasıl, kaza olunmuş iş, adalet, İslâm, mal, mülk, vâcib, sadık, layık, yaraşır, şans ve hisse... anlamlarına gelir. Çoğulu; hukuk ve hıkak’tır. Hakkın bu çeşitli anlamları ‘kesin olarak sabit olma ve gerekli olma’ manasında birleşir.

Bazı hakk, ‘şer’an sabit hüküm’ şeklinde tarif edilir. Bazen ‘hak’ kelimesi mülk edinilmiş mal için kullanılır. Bazen şeriatın yetki veya yükümlülük olarak tespit ettiği şahsa ait haklardır. Bu tarif hakkın dini, medeni, genel, tedip, mali olan veya olmayan bütün çeşitlerini içine alır:

˗ Namaz, oruç gibi haklar dini, mülk edinme gibi haklar medeni,

˗ Babanın çocuğunu, kocanın karısını terbiyesi gibi haklar tedip,

˗ Devlet başkanının tebaayı yönetmesi gibi haklar amme,

˗ Eşin, küçük çocuğun nafakası gibi haklar mali,

˗ Şahıs üzerindeki velayet hakkı mali yönü olmayan haklardır.
 

Rabb

‘Rabb’ kelimesi lügatta terbiye etmek, yetiştirip büyütmek, beslemek, mâlik ve sahip olmak, melik, efendi, sözü dinlenen ve kendisine itaat edilen kişi, toplamak, yığmak, ıslah etmek, düzeltmek, itaat edilen, sözü geçen, üstünlüğü ve otoritesi kabul edilen... manalarına gelir.

Arapçada bir şeye sahip ve malik olan kişiye, onun rabbi, sahibi denilir. Bir hadisi şerifte Peygamberimiz ﷺ, birine ‘Erabbu ibilin ente ev Rabbu ğanemin? / Sen deve sahibi misin yoksa koyun sahibi misin?’ diye sormuştur.

Dini bir terim olarak ‘Rabb’; varlıklar âlemini yaratan, terbiye ederek geliştiren, onları maddi ve manevi olgunluğa götüren, terbiyenin bütün gereklerine malik ve her şeye sahip olan ‘Allah’ anlamındadır.

Araplar cahiliye devrinde, ilâhlarına ‘Rabb’ diyorlardı.

Efendimiz ﷺ ‘Sizden biriniz (efendisine) Rabbim demesin, efendim desin’ buyurarak, kölenin, efendisine nida şeklinde ‘Rabb’ diye hitap etmesini uygun bulmamış, ‘Rabbî / Rabbim’ yerine, ‘Seyyidi / efendim’ demesini istemiştir.

Rabb, sadece terbiye eden (mürebbi) anlamında olmayıp, yardım etmek, yol göstermek, tasarruf etmek, korumak, her şeye hakim olmak, emretmek ve yasaklamak, sakındırmak gibi terbiyenin bütün gereklerine sahip olmaktır. ‘Rabb’, sadece terbiye eden ve malik olan değil, her şeye sahip olan ebedî ve sonsuz kudret sahibi ‘Allah’dır. Bu özelliğinden dolayı ‘Rabb’ kelimesi, Allah’tan başka varlıklar için, bir şeye izafe edilmeden tek kullanılamaz.
 

''Artık şüphecilerden olma.''

Bu hitap Efendimizedir ﷺ. Ama kastedilen ümmetidir. Ümmetin şüphe etmekten men edilmesi, bunun zıddı olan yakini ve kalp mutmainliğini elde etmelerini emirdir.

Bu hitabın peygambere yöneltilmesi, bütün ümmetini karşı koymaktan şiddetle sakındırmak ve özellikle kıble işini bir daha takviye etmek içindir.

‘Bahsi geçen kimselerin, senin hak peygamber olduğunu bildikleri ve inad edip bunu gizledikleri hususunda şüphe etme.’
 

Şüphe

İnsanın fizyolojik ve psikolojik bütünlüğünü korumada, korku ve şüphe birlikte çalışır. Psikoloji bozulduğunda kaygı, sıkıntı ve korku hissederiz. Şüphe, kaygıyı ve korkuyu arttırır. Bu duygu olumlu yorumlanırsa insana faydalı olur. Hayatta sağlıklı yol alabilmek için belli ölçüde şüphe gereklidir. Efendimiz ﷺ ‘İnsanlara karşı sui zanla kendinizi koruyun’ buyurmuştur.

Kur’ân şüphenin giderilmesini ister. Çünkü hakkında şüphe olan bir konuya tam iman etmek mümkün değildir. Bu da riyaya, nifaka yol açar.

‣ ‘Şüphe, insanı korku ve kaygı duyduğu şeylere karşı diri tutar. Aklı ve savunma duygusunu harekete geçirir. İnsanın yeni sorular sormasına ve kesin doğruyu bulmasına yardımcı olur. Ama insan aklındaki sorulara tatmin edici cevaplar bulamazsa yaşadığı belirsizlik ve zihin bulanıklığı artar. Her şeyden şüphe eden, hiçbir şeye inanmayan insan ayağını dayayacağı sağlam zemini kaybeder.

İnsan her şeyi beş duyuyla algılayarak inanma sınırları içinde tutarsa bir müddet sonra eliyle tutup gözüyle görmediği şeylere inanmaz hale gelir. Her şeyden vazgeçer. Oysa sezgisel inanma, aklın ve duyuların tam bulamadığı şeyleri kalbin hissederek inanmasıdır. Ve şüpheyi yenmede önemlidir.

‣ Şüphe insanı sinsi sinsi kemiren korkunç bir hastalıktır. Şüphe duyulan konuların üzerine gidilip sorun ortadan kaldırılmazsa, hezeyan halini alabilir. Hastalığa dönüşür. Vücutlarında kalp hastalıkları, tiroit, kistler artar. Çok fazla stres hormonu salgıladıkları için iltihaplanmalar olur.

‣ Şüphe insanda katılık, ruhunda sıkıntı ve beceriksizlik hasıl eder. Şüpheci kişiler bedeni işlerden hep kaçmak isterler, yorgunluk getiren işlerden nefret ederler. Hiç iş yapmadan yorgundurlar. Dikkatleri zayıflar, hafızaları dumura uğrar. Tek yapabildikleri başkalarını tenkit etmektir. Bir türlü hüzün ve kederden kurtulamazlar.

‣ Şüphe yaşayan kişiler alıngandır. Olayları kendine kötülük yapılacağı şeklinde değerlendirirler. Görüşleri gerçek olmaz. Konuşmayı sevmez daha çok dinler, çünkü sözlerinin kendine karşı kullanılacağından korkarlar. Kenarda durur, konuşmaktan çok soru sorarlar. Her olaya ‘Neden? Niçin?’ sorularıyla yaklaşırlar. Kimseye güvenmediği için insanlarla sırlarını paylaşmazlar. Herkesi dost ve düşman olarak ayırır, devamlı tehdit algılaması içinde olduğundan öfkelidirler.

Şüphe duygusuyla mücadele etmenin yolu her düşünceyi akıl süzgecinden geçirmektir.’ N. Tarhan

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

الحَقُّ مِنْ رَبِّكَ Bu hak manaya tevfik Allah’tandır. Hakka yol bulmak ancak hak iledir.


Belagat

1- ألْحَقُّ kelimesi mahzuf mübtedanın haberidir. Yani, ‘هُوَ ألْحَقُّ / O haktır’ takdirindedir.  مِنْ رَبِّكَ’nin ikinci haber veya hal olması mümkündür.

ألْحَقُّ kelimesinin mübteda, مِنْ رَبِكّ ifadesinin haber olması da caizdir. Hz. Ali (r.a), bundan önce geçen, لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ ifadesindeki, ألْحَقَّ kelimesinden bedel olmak üzere bu kelimeyi, ألْحَقُّ مِنْ رَبِكَّ şeklinde nasb ile okumuştur. Buna göre mana, ‘Onlar senin Rabbinden olan hakkı (gerçeği) de gizlerler’ şeklinde olur.

2- ألْحَقُّ kelimesindeki elif lam:

˗ Ahd (belli bir hakkı göstermek) içindir. Bununla, Hz. Peygamberin ﷺ üzerinde bulunduğu hakka veya ‘Onlar hakkı gizlerler’ ifadesindeki hakka işaret edilmiştir.

˗ Bu, cins içindir. ‘Hak ancak Allah’dan gelir, başkasından değil’ demektir.

˗ Hak’tan maksat kıble yönü de olabilir.

˗ Hak; Hz. Muhammed’dir ﷺ.

• Âyette şüpheye vesile olanlar zemmedilirken şüpheye düşenler de çifte tekitle (nunu müşeddede ile) uyarılıyor. (İdmaç)

• مِنْ harfi cerinin anlamlarından biri de ibtida (başlangıç)dır. Yani; Rabbinden gelen her bilgi, her bildiri şüphe götürmez derecede haktır. Kökü sabit, dalları semaya yükselen, her yıl meyvesini veren şecere-i tayyibedir. Alemlerin sahibinden bütün âleme gelen kesin ferman, kati hüccet ve manevi tüm hastalıklara, dertlere dermandır. “Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?” (Nisa, 122)

• رمى Şüphe ve karıştırma anlamında Arapça bir kelimedir. Hukukta şüphe; sabit olup olmadığı kesinlik kazanmayan ortada şeydir. Şüphe, had ve kısas cezalarını düşürür.

‘Mümterîn / Şüpheciler’ kelimesinin masdarı olan ‘İmtira’ رمى fiilinin iftial babına girmiş halidir. Bu fiilin mücerredi bulunmaz, ancak iftial babı ile gelir.

Bakara Sûresi 148. Ayet

وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلِّيهَا ۖ فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ ۚ أَيْنَ مَا تَكُونُوا يَأْتِ بِكُمُ اللَّهُ جَمِيعًا ۚ إِنَّ اللَّهَ عَلَىٰ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

148- Her ümmetin yöneldiği bir kıblesi vardır. Siz de hayır işlerde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.

 

Rabbimiz kıbleyi zahir manasıyla anlatıp tayin ettikten sonra bir de batıni olarak anlatıyor: Her yönelenin yöneldiği bir kıblesi, bir hedefi, bir gidişi, bir yarışı var. Ama sizin hedefiniz rızâ-i ilâhi olsun. Buna erişmek için hayırlar yapın. Hayrın neticesine öyle inanın, Mevlanıza öyle güvenin ki hayırda yarış edin, koşun. Dünyada yarış edenleri görüyorsunuz ya, rakibini yenmek için birinci olmak için nasıl heyecanla, canını feda edercesine koşuyorlar. Hedefe varıncaya kadar durmadan, dinlemeden, kimseye takılmadan, yorgunluğa aldırmadan büyük bir hırsla canlarını dişlerine takarak koşuyorlar. Çünkü hem mükâfat hem rütbe var.

Yüce Mevlamız bu istiare ile bize hedefimizi ve hedefimize nasıl bir inanç ve heyecanla koşmamız gerektiğini talim ediyor. Nereye koşacağımızı tek kelimeyle izah ediyor: ‘Hayra koşun!’

‘فاَسْتبِقوا’ fiili, acele edin ertelemeyin anlamına da gelir.

Kur’ân’ı Kerim’de 176 kere geçen ‘hayır’ kelimesi iyilik, hasene, sevap, genişlik, en kıymetli, ıslah manalarının yanı sıra, ahirete yönelik bütün iyilikler manasını taşır.

Yine hayır; arzulanan, iman, akıl, adalet, akıbet, refah, ecir, çokça hayra harcanan mal... manalarına gelir.

Rabbimizin bize hedef gösterip koşmamızı emrettiği hayır ne kadar da kapsamlı, sanki İslâmi hayatın gayesini bünyesinde toplamış. Özetleyecek olursak:

˗ İmana koşun, Salih amele koşun, Sevgiye koşun, İyiliğe koşun,

˗ Haseneye, sevaba, ecre koşun, Islaha koşun,

˗ İki cihan saadetine koşun, Sizden beklenen faziletlere koşun, ˗ Helalden infaka koşun, Rabbinizin cennetine koşun.

Bu yarışta kaybetmek yok, kazanmak var. Bu yarışta zarar yok, hep kâr var. Bu yarışta stres yok, hep huzur var.

Bu; beşikten mezara dek sürecek olan, jürisi melekler olan bir yarış. Bizzat Rabbü’l izzenin başlattığı, seyrettiği, teşvik ettiği, ödüllendirdiği bir yarış. Hem ne ödül! Gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hiçbir beşerin hatırına gelmeyen bir ödül.

Haydi öyleyse, ne duruyoruz? Sonsuzluk kervanına katılalım. Eyvah demeden ‘Allah’ diyelim. Yola erken girelim.
 

''Herkesin yöneldiği bir kıblesi vardır.''

Allahu Teâlâ, ‘Herkesin’ buyurmuş da, ‘Her kavim için, her ümmet için’ dememiştir. Çünkü bu onlar tarafından manası bilinen bir husustur. Bu sebeple ‘muzafun ileyhi’ zikretmemek zarar vermez. Bu hazıf Arapların sözünde çokça bulunmaktadır.

‘Herkes’ten kasıt kimdir?

a) Müslüman, yahudi, hristiyan ve müşriklerdir.

b) Yahudi ve hristiyanlardır.

c) Ya da sadece müslümanlardır. ‘Müslümanlardan her bir topluluk için, Kâbe’ye doğru olmak üzere, kendisine doğru namaz kıldıkları bir

yön vardır. Bu yönler güney ve kuzey, veya doğu ve yahut da batıdır.’ Zira; “هُوَ مُوَلِّيهَا” ‘Allah oraya döndürür’ demektir. Allah’ın döndürmesi ise, ancak Kâbe için söz konusu olur. O’nun dışında olanlar, şeytanın döndürmesidir. Ayrıca Allahu Teâlâ bu kavlin peşinden, “فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ” sözünü getirmiştir. Hayır olacak yön de Kâbe’dir.

d) Ya da Peygamberlerden ve şeriat sahibi olan kimselerden herkesin,

bir kıble yönü vardır. Meselâ ‘Mukarreblerin kıblesi Arş; Ruhanîlerin kıblesi Kürsî; Kerûbiyyûn’un kıblesi Beyti Mâ’mûr, önce geçen peygamberlerin kıblesi Beytü’l Makdis ve Hz Muhammed’in kıblesi Kâbe’dir.
 

'' وِجْهَةٌ ''

‣ Bu ifade, ‘وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ’ şeklinde izafetle okunmuştur, Buna göre mana, ‘Her yönün kendisine yöneleni vardır’ şeklinde olur. Meful öne geçmiş olduğu için lâm harfi getirilmiştir.

‣ Bundan maksat, her bir şeriatın kendine özgü maslahatı olduğudur. Bu sebeple ümmetlerin değişmesiyle, şeriatlar da değişir.

‣ Kıldıkları namaz kastedilmiştir.
 

''  هُوَ مُوَلِّيهَا  / Yönelttiği''

‘Herkes için yüzünü kendisine çevireceği bir cihet var’ demektir. Bu durumda zamir herkese racidir.

Veya ‘Allah onu oraya çevirir’ demektir. Bu durumda da zamir Allahu Teâlâ’ya racidir. مُوَلِّيهَا kelimesinin ilk mefulü mahzuftur; ‘Nefsini’ veya ‘Yüzünü’

Bedenin kıblesi Kâbe,

Nefsin kıblesi taât, ubudiyet, hevayı terk,

Kalbin kıblesi sıdk, ihlas, iman, iykan, ihsan,

Ruhun kıblesi teslim, rızâ, kazaya sabır,

Sırrın kıblesi fenafillah, beka billah, iraz ve itirazsız Allah’ın murat ettiği şeyde Allah ile olmaktır.

Herkesin kıblesi, yönelişi, hayatının hedefi, programı farklıdır. Kıble, kişinin yöneldiği yöndür. Kiminin kıblesi kadın, kiminin kıblesi para, kimininki makam, kimininki dünyadır.

Kâbe’ye yönelmeyen Moskova’ya, Washington’a, Paris’e veya başka yere yönelir. İnsanlar mutlaka bir yerlere yöneleceklerdir, bu bir ihtiyaçtır. Peygamberi inkâr eden kendine bir peygamber bulur, kitabı reddeden kendine bir kitap bulur. Asıl mesele yüzünü o tarafa, ya da bu tarafa döndürmek değil, namazın ruhunu ve sağlayacağı güzel amacı yakalayabilmektir.

Namaz emri gelince şeytan çığlık attı. Avaneleri yanına üşüştü.
- Sana ne oldu niçin böyle feryad ettin?
- Mü’minlerin saadetini temin eden önemli bir ibadet emri geldi.
- Pekala onları bundan nasıl uzaklaştırabiliriz?
- Namaz vakti gelince durmadan onları meşgul edin. Çünkü rahmet namazın ilk vakitlerinde nazil olur.
- Ya biz bunu başaramazsak?
- Onlardan biri namaza durduğunda sizden dört kişi biri sağında biri solunda biri üstünde biri de altında dursun. Sağdaki ona ‘sağa bak’ soldaki ‘sola bak’, üstteki ‘yukarı bak’ alttaki de ‘alta bak’ desin ve onu bu şekilde oyalasın. Şayet onunla başa çıkamazsanız o kıldığı namaz dörtyüz namazın yerine kaim olur ve o nisbette sevap alır.

 

''Hayırlarda yarışın.''

Öyle ise sizden her biriniz kendi yönüne yönelerek hayırlar yapmakta, salih amellerde yarışınız. Çünkü kıbleden maksat da böyle düzenli bir beraberlikle hayır yarışına girişmektir.

Allahu Teâlâ, Beytü’l Makdis ve Kâbe’nin kullarını çevirdiği bir cihet olduğunu bildirmiştir. Her iki cihet de Allah tarafındandır, kullarını onlara çeviren de O’dur. Öyle ise siz, her iki durumda da Allah’ın emrine inkıyâd etmek sûretiyle hayırlarda yarışınız. Yahudilerin demesiyle kıblenizden dönmeyiniz.

Sizler, ey müslümanlar, kendi kıblenize yapışın. Çünkü siz bu hususta hem dünyevi, hem de uhrevi bakımdan hayır üzerindesiniz.

Dünyevî bakımdan, İbrahim’in kıblesiyle şereflendiniz.

Ahiret hususunda da, Allah’ın emirlerine inkıyad ettiğiniz için alacağınız büyük sevapla hayır üzeresiniz.
 

Hayır

Hayır; herkesin beğendiği, rağbet ettiği şeyler, şeref, meşru iş, faydalı ve sevabı gerektiren amel, iyilik, ibadet ve mal... gibi anlamlara gelir. Zıt anlamı ‘şer’dir. İki türlüdür:

Mutlak hayır; herkes tarafından daima beğenilen ve herkese göre iyi olan, adalet, yardımlaşma, cömertlik gibi.

Mukayyet hayır; kişiden kişiye değişen, kimine göre hayırken kimine göre hayır olmayandır. Kötü yolda harcanan çok mal gibi.
 

İbadette yarış

‘فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ’ emri, taâtleri ertelemeden, zamanında yapmayı emreder.

Peygamberimiz ﷺ, ‘Namaz, şer’i hükümlerin en hayırlısıdır’ buyurmuştur. Bu durumda ‘Hayırlara koşun’ emri, en hayırlı ibadet olan namazı ilk vaktinde kılmayı emreder. Emrin zahiri, vâcib oluşu gösterir. Emir vâcib olmadığı zaman, en azından mendub ifade eder.
 

Namazı ilk vaktinde kılmanın fazileti

‣ Allahu Teâlâ “Rabbinizin mağfiretine yarışın” (Hadid, 21) buyurur. Namaz Allah’ın mağfiretini temin eden şeylerdendir. Bu nedenle namaza acele etmek menduptur.

‣ Yine Allahu Teâlâ “Namazlara devam edin” (Bakara, 238) buyurmuştur. Unutma ve diğer meşguliyetler sebebiyle namazı kaçırmadan emin olmak, ancak namaza acele edilirse mümkündür.

‣ “Sizden Mekke’nin fethinden önce infak edip savaşanlar aynı durumda olmaz. Bunlar, Fetih’den sonra infak edip savaşanlardan derece bakımından daha üstündür” (Hadid, 10) âyet-i kerimesi, önce davranmanın faziletini beyan etmiştir. Namazda da durum böyledir.

‣ Tevbe, 100. âyeti de buradaki gibi hayırda öne geçmenin değerini ifade eder: “İslâm dinine girme hususunda öne geçen ilk muhacirler ve

ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.”

Bu konuda Efendimiz ﷺ şöyle buyurur: ‘Vaktinin evvelinde kılınan namaz Allah’ın rızâsıdır, vaktinin sonunda kılınan namaz ise Allah’ın affıdır.’ Hz. Ebû Bekir (r.a) ‘Allah’ın rızâsı, bize affından daha sevimlidir’ demiştir.

Ey Ali, üç şeyi geciktirme: ‘Vakti geldiği zaman namazı, hazır olduğu zaman cenazeyi ve dengini bulduğun zaman bekâr kızın (evlendirilmesini).’ Hadis-i Şerif

Hz. Peygamber’e: ‘Yâ Resûlallah ibadetlerin hangisi daha üstündür?’ diye sorulduğunda, Hz. Peygamber ﷺ ‘Vakitlerinin evvelinde kılınan namazlar’ cevabını vermiştir.

‣ İnsan, vaktin evvelinden tehir ederek namazını kılarsa, ailesinden ve malından daha hayırlı bir şeyi elinden kaçırmış olarak kılmış olur.

‣ Meşguliyete düşmeden, salih amellere koşunuz. Hadis-i Şerif

‣ İnsanların haklarını vermede efdal olan, geciktirmek değil, acele etmektir. Allah’ın hukukunu edâ hususunda da durum aynıdır.

‣ Namazı edada acele etmek, insanın taâta olan düşkünlüğünü ve arzusunu ortaya koyar. Namazı geciktirmede ise, ona karşı gevşekliği gösteren bir mana vardır.

‣ Namazı cemaatle kılmak gündüz namazlarında yirmi beş derece, gece namazlarında da yirmi yedi derece daha faziletlidir. Kadınların da bu şekilde yirmi yedi derece fazileti kazanabilmeleri için, büyük cemaate katılmaları gerekir. Bu da ancak namazı ilk vaktinde kılmakla mümkündür. Hatta bu hikmete binaen Cuma günü namaza katılmaları için hutbenin bitmesini bekleyip, ezandan yirmi dakika sonra kılmaları gerekmektedir.

Namazı ilk vaktinde kılan Allah’ın cemalini en ön saftan seyredecektir.


Yarış

Rekabet, hareket ve dinamizm sağlayarak ataleti engeller. Ancak her rekabet ataleti yok etmez. Rekabetin yapılma şekli de en az rekabetin kendisi kadar önemlidir. Rekabet yeteneğe ve liyakate dayanmıyorsa, adil olmaz, istenen sonucu getirmez.

Başkasını geçme psikolojisiyle hareket etmek, insanın enerjisini tüketir. Rekabetçi yaklaşımın sonu yılgınlıktır. Çözüm; kişinin kendisiyle yarışmasıdır. Hep önde olanlar, kendileriyle yarışanlardır.

Dünyaya gelen bir bebek dış dünyayı tanır tanımaz kendisiyle bir yarışa girer. Bebek, yürüyen bir insanı gördüğünde onunla yarışıp ayağa kalkacak kapasiteye sahip değildir. Zamanla emekleyerek o yolda ilk adımlarını atar. Düşe kalka başladığı bu yarışın sonunda artık ayakları üzerinde durabilir. Daha sonra bebeğimizin yetenekleri, kişiliği ve fizyolojisi ilerleme kaydeder.

İnsanın yaradılışı ile başlayan bu hayat yolculuğunda kendi koşullarımızı görmezden gelerek çevremizle yarışmaya kalkarsak geri kalırız. Önce kendi yeteneklerinizi göz önünde tutarak gelişim kaydedin. Zamanla yarıştığınız insanlar farkında bile olmadan gerinizde kalacaktır. Çünkü siz bu süreçte, onlarda olmayan özel yönlerinizi de canlandırarak kişiliğinize zenginlik kazandırmışsınızdır. Bu yarışta galip gelmenin tek sırrı bu farkındalıktır.

Dünyevi-uhrevi bütün işlerin zamanında ve düzgün yapılması muvaffakiyetin anahtarıdır. Bir işi ağırdan almadan, zamanında ve düzgün yapmak insanın o işi sevdiğini gösterir. İnanarak ve severek yapılan ibadetler de sahibinin faziletini, liyakatını arttırır, Allah’a ﷻ yaklaşmasına sebep olur. Bunun için gafletten, üşengeçlikten, pasiflikten, donukluk ve sönüklükten uzaklaşıp hedefimize sebat ve gayret içinde koşmalıyız. Ta ki ‘Gayret bizden tevfik Allah’tan’ duamız makbul olsun.

           Bir pınarın başında, bir testiyi koysalar;
           Kırk yıl anda durulsa, kendi dolası değil. Yunus

 

''Siz nerede olursanız olun, Allah sizin hepinizi huzuruna getirir.''

Allahu Teâlâ her şeyi yoktan var ettiğine göre, öldükten sonra tekrar diriltmeye kadir olacağında şüphe yoktur. Çünkü yoktan var etmekte, öncelik ve sonralık arasında fark yoktur. Dünyada cisimlere hayat verildiğine göre, ahirette de verilmesi neden mümkün olmasın? Elbette ahirette hayat vardır.

Öldükten sonra dirilmenin keyfiyeti şöyle olacaktır: İnsan vefat ettikten sonra, toprak altında dağılıp, karışmış olan asli cüzleri bir araya getirilip, her parçanın eski yerine konmasıyla cismi tamamlanır. Ardından o cisme ruhu iade edilir. Veya asli cüzleri tamamen yok olup, Allah’ın onu tekrar yaratmasıyla var olur.

Enbiya ve evliyanın asli cüzleri çürümediğinden, onların dirilmesi asli bedenlerine aynı ruhun iadesi ile olur.

Bedenlerin haşrine inanmak iman esaslarındandır. Bedenlerin diriltileceğini inkar eden dinden çıkmış olur.

Kıyametin meydana geleceği âyet ve hadislerle sabit olduğu gibi, aklen de vâciptir. Çünkü kıyamet ve ahiret olmasa, günahkarın isyanı, zalimin zulmü yanına kâr kalır, isyan ve zulme teşvik olurdu. İsyana cezasını vermek adalet-i ilâhidir. Ahiretin olmaması zulümdür, batıldır. Ahiret olmasa, asi ile itaatkâr eşit olur, ilâhi mükellefiyetlerin bir manası kalmazdı.
 

Yeniden Diriliş

İnsanın her cüzü çürür. Yalnız acbü’z zeneb denen kuyruk sokumundaki kemik kalır. İkinci hilkat ondan teşekkül eder. Sonra Allahu Teâlâ gökten hayat yağmuru indirir. Bunun üzerine insanlar yeryüzünden mevsiminde biten nebat gibi zuhur ederler. Buhari, Müslim

Toprak, insanın bütün cesedini yiyip tüketecek, ama Efendimiz’in teşbihiyle, bir hardal tanesi gibi olan (Ahmed İbni Hanbel) ve dolayısıyla insan bedeninin çekirdeği sayılan acbü’z-zeneb denen kuyruk sokumu çürümeyecektir.

Bazı hadislerden öğrendiğimize göre insan acbü’z-zenebden yaratılmıştır; tekrar ondan diriltilip hayat bulacaktır. Müslim

Acbü’z-zeneb, uzun süre çürümeden durduğu ve en son çürüyen uzuv olduğu için hiç çürümeyeceğinden bahsedilmiştir.

Acbü’z-zenebin hiç çürümeyeceğinden bahseden hadisler son derece güvenilir ve sağlamdır. Bu hadisleri zâhirî manalarıyla kabul etmek istemeyenlerin ise hiçbir geçerli delili yoktur.

Demek oluyor ki, İsrâfil’in (as) sûra üflemesiyle bu kâinatta var olan her şey yok olup gidecek, kırk yıl sonra gökten bir nevi hayat suyu yağacak ve sûra ikinci defa üflenecek, bu sesi duyan bütün insanlar, bir hardal tanesini andıran kuyruk sokumu kemiğinden bitkiler gibi yeniden diriltileceklerdir.

1940’ların sonuna doğru Amerika’da bir olay cereyan ediyor. Zengin bir adamın ölümünden birkaç yıl sonra bir kadın yanında bir çocukla mahkemeye başvuruyor. Çocuğun ölen adamdan olduğunu iddia ediyor. Ölüden DNA testi yapılamayan bir dönem dünya için. Amerika hukuk sistemlerinde bu olayın bir karşılığını bulamayınca başka sistemlere müracaat ediyorlar. Roma hukukuna bakıyorlar yok. Yunan, Hint, Uzak-doğu’da yok. Bir heyet Türkiye’ye geliyor.

Dönemin İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen’e yönlendiriliyorlar. İlk başta anlam veremiyor gelen ekip. Gönülsüz de olsa görüşüyorlar. Bilmen onlara ölen adamın kemiklerinin durup durmadığını sorduğunda şaşkınlıkları iyice büyüyor. Durduğunu söylüyorlar. Ömer Nasuhi onlara kuyruk sokumu kemiğinden bir yer tarif ediyor.

Tarif ettiği yere çocuğun bir damla kanını damlatmalarını, eğer o kemik kanı emerse çocuğun o adamdan olduğunu, aksi olursa kadının yalancı olduğunu ve buna göre hüküm verebileceklerini anlatıyor. Gelen ekip görüşmeden memnun olmaksızın şaşkınlıklarını da yanlarına alıp ülkelerine dönüyorlar. Bir müftünün böyle bir tıp bilgisine nasıl hâkim olabileceğine ihtimal veremiyorlar.

Ekipteki bir doktorun ise kafasını kurcalıyor bu mesele. Müftünün yanlışlığını ispat etmek için mezar açtırılıp adamın bedeni çıkarılıyor. Tarif edilen kemiğin üzerine önce kendi kanını damlatıyor. Kan akıp gidiyor kemiğin üzerinden. Sonra çocuğun kanını döktüğünde gözleri fal taşı gibi açılıyor. Kemiğin kanı emdiğini gördüğünde hayretini gizlemiyor.

Görüşmede Ömer Nasuhi’nin yanında olanlar da ilk duymuş olacaklar ki heyet gittikten sonra bu meseleyi nereden bildiğini soruyorlar. Adı geçen kemiğin sadece kendi neslini kabul ettiğini uzun uzun anlatıyor. Oradaki küçük bir parçanın önemine değiniyor. Vücuda ne yaparsanız yapın o kemiği yok edemediğinizi, kıyamete kadar hiçbir gücün de buna muktedir olamayacağını, zira mahşerde insanlar o kemik parçasından yeniden diriltileceğini anlatıyor.
 

Kiminle haşrolur?

Malı kendisini meşgul edip namaz kılmayan, Karun’a benzer, onunla haşrolur.

Mülkü kendisini meşgul edip namaz kılmayan, Firavun’a benzer, onunla haşrolur.

Makamı kendisini meşgul edip namaz kılmayan, Hâmân’a benzer, onunla haşrolur.

Ticareti kendisini meşgul edip namaz kılmayan, Mekke tüccarı Ebû İbni Halif’e benzer, onunla haşrolur.

Her kul, hangi amel üzere ölürse o amel üzere dirilir. Müslim

‘Siz nerede olursanız olun, Allah sizin hepinizi huzuruna getirir.’ cümlesi, itaat edenler için vaad, isyan edenler için bir tehdittir.
 

''Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.''

‘Öldükten ve çürüyüp toprak olduktan sonra sizi tekrar diriltmeye kadirdir.’ Burada Allahu Teâlâ diğer isimlerinin arasında el-Kadir’i seçmiştir. Bu bize kıblenin tahvilinde tayinin, takdirin, kadr u kıymetin ancak Allah’ın takdiriyle olduğunu ve bu hükümleri inkar etmek değil değerini bilmemizi işaret eder.

Allahu Teâlâ’nın Kadîr oluşu

قدر lügatta: Bir şeyi bir şeye kıyaslamak, ölçülü yapmak, tedbir almak, bir şeyi planlamak, miktarını beyan etmek, hükmetmek, taksim etmek, bir şeye gücü yetmek, güçlü ve kadir olmak, yüceltmek, hazırlamak, tanzim etmek, Cenâb-ı Hakk’ın ezeli plan ve programı, malik ve hakim olmak, rızkı daraltmak, zengin ve kuvvetli olmak.

Cenâb-ı Hakk’ın subûti sıfatlarındandır. الَْقدَِير ve الَْقاَدِر isimleri Kur’ân’da genellikle عَليَ harfi ceriyle kullanılır. el-Kadîr ismi 45 âyette ve genellikle Alîm, Afüvv, Gafur, Rahim isimleriyle birlikte geçmektedir.

35 âyette ‘Allah’ın her şeye gücünün yettiği’ bildirilmiştir.

Efendimiz ﷺ miracı esnasında el-Kadîr isminin tecelli ettiği sema dairesinde el-Kadîr ismine mazhar olan Hz. İsa ile görüşmüştür.

el-Kadîr isminin yüksek mertebesine yetişebilenler, haşir ve kıyameti kabul etmekte tereddüt etmezler.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

İki tekrar âyetin gelişi:

Birinci çıkış, cihet hicabından çıkıştır. Manası; Çıktığın zaman hicapların hicabından halas olursun. Mescidi’l Haram’ın cihetine dön ki kalbin mescitlere, cihetlere bağlanmasın. Çünkü senin kalbine benden başkasına bağlanmak haramdır.

İkinci huruç, ikiyi iddia eden vücuttan çıkıp tevhidi isbattır. Yani; enaniyet vücudunun hicabından çıkıp vahdaniyet sıfatının tecellisine ermektir.

وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلِيّهَا buyruğunda, iki manaya işaret var:

1- Her şahsın cibilli istidadına münasip kıble hattı vardır, oraya döner. ‘Bilin ki herkese ne için yaratıldıysa o kolaylaştırılmıştır.’ Hadis-i Şerif

2- Her insanın yöneleceği bir kıblesi vardır.

Eğer beden kıblesine yönelirse beş havassı zahireye yönelmiş olur. Yeme, içme, koklama, duyma, görme, binit, nikah, vs. lezzetleri gibi..

Nefsin kıblesi: Dünya ziyneti, üstünlüğü, hepsine hırs, onunla gururlanıp kibirlenmek vs.

Kalbin kıblesi: Ahiret nimetleri, dereceleri, çeşitli metaları.

Ruhun kıblesi: Kurb, yakınlık, şevk, muhabbet vs.

Sırrın kıblesi: Tevhid, mârifet, keşfi ulum, manalar, sırlar.

Bunların her biri kendi kıblesine dönse müzaheme olurdu. Allah her birine tabiatlarından ve hevalarından çıkıp emir buyurduğu kıbleye dönmeyi, Rabbine itaat edip hayırda yarışmayı emretmiştir.

أيَْنَ مَا تكَُونوُا يأَتِ بِكُمُ اللهُ جَمِيعاً Cezbe-i ilâhi ile nerede olursanız Allah ile olursunuz.

Bakara Sûresi 149. Ayet

وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ ۖ وَإِنَّهُ لَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ ۗ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

149- Çıkıp geldiğin her yerde yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Şüphesiz bu Rabbinden gelen bir gerçektir. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.


Yüzün Mescid-i Haram’a çevrilmesi tekrar tekrar beyan edildi. Çünkü kıble konusu çok önemlidir. Kıblenin neshi şeytanın insanlara vesvese verdiği, fitne çıkarmak isteyenlerin kullandığı bir konudur. Bu bakımdan üst üste tekrarı gerekir. Her tekrarda ayrı bir hikmet vardır.

Görüldüğü gibi ‘Kıbleye dönün’ emri üç kere tekitle gelmiş. Bir konu ne kadar inkar ediliyorsa ona delil ve tekit getirilmesi o kadar elzem olduğu meani kaidesi olarak bilinmektedir.

Bu da şunu gösterir: İnsanlar delil yetersizliği yüzünden, bilgi eksikliğinden ya da alışageldiği bir durumu değiştirmekten zorlanıyorsa ona yardımcı olmak gerekir. Bu bir merhamet ve şefkat gereğidir.

İnsanların dini konularda cehli, şüphesi, tedirginliği giderilmeli ki görevini aşkla şevkle yerine getirebilsin. Dalgalı denizler sakinleşsin, fırtına dursun ve sahibi hak yola revan olabilsin. Şüpheler, tereddütler ve onların oluşturduğu vesveseler yolcuya engel olmasın. Deliller şüphe derdine dermandır. Ama imansızlık, bilgisizlikten, tereddütten değil de cühudi inkar dediğimiz bile bile hased, kibir, şöhret kaynaklı bir inkarsa, delil burhan ona kar etmez. Velev ki Hakk’tan hidâyet ola...

O halde dinimizin bütününü anlatmadığımız, şüphelerine delil getirmediğimiz kimselere buğzetme hakkımız olmadığından kolları sıvayıp dini hükümleri en güzel bir şekilde öğrenip, akli nakli delillerimizi çoğaltarak, istidlali imanı kuşanarak tebliğ vazifemizin hakkını vermeliyiz. Tıpkı Rabbimizin ilk neshedilen hüküm olması hasebiyle kıble hükmünü üç kere zikredip şüpheye medar bırakmadığı gibi.

İlk emir Efendimize ﷺ özel, ikincisi tüm mü’minlere hazarda kıbleye yönelme emridir. Üçüncü emir de yine genel, seferdeki kıble hükmünü bildirmektedir.

Nereden sefere çıkarsan yönünü Mescid-i Haram’a çevir. Ardından ‘Muhakkak ki o Rabbinden bir haktır.’ İki tekit edatıyla tekit edilerek kıblenin farziyeti şüphe kalmayacak şekilde beyan buyrulmuştur. (İnkâri kelam)

Bu ısrarlı tekitler bir de bize ‘Kıbleye! Kıbleye! Kıbleye!’ diye huzuru ilâhiye yönelip, haktan uzaklaştıracak masiva kapsamına giren nefis, heva, dünya, şan, şöhret, şeytan, tv, internet gibi aldatıcılardan men ederek doğru yola çağırmaktadır. Yoldan çıkıp başka yere çarpacak olan kamyonu uyarmak üzere ‘Hop! Hop! Hop!’ diye üç tekrarla ikaz edildiği gibi, yönünü, yöntemini, gidişini, niyetini, fıtratını, tiynetini değiştirmek üzere olanları ya da yoldan çıkmışları uyarıyor:

‣ İyiliği umulmayan, kötülüğünden emin olunmayan muamma kişiler olmayın. Rabbinizin Mü’min, Müheymin ﷻ isimlerini düşünün.

‣ Soysuz, uğursuz, ne idüğü belli olmayan, cahil, toy, meçhul, ham kimselerden olmayın. Rabbinizin Müzill (zillete düşüren), Mudill isimlerini unutmayın. Allah’ın ﷻ ancak kendine yönelenleri hidâyet edip mütekebbir cebbarları hidâyet etmeyeceğini akıldan çıkarmayın. (Ra’d, 27)

‣ Metruk arazi gibi kendinizi boşluğun, gevşekliğin kollarına atmayın. Fırsatı ganimet bilin. Rabbinizin “Nasıl harcanıyorsunuz” (Yunus, 32) ikazına kulak verin.

‣ Damgasız hayvan, camisiz cemaat, hak yolda dindaşı, yoldaşı olmayan, başıboş, bağlantılarını koparmış, ipleri atmış, hali bir hoş, hayatı sarhoş olmayın. Allah’ın vaslını emrettiği şeyleri koparmayın. Kopmayın, ayrılmayın, sonra tefessüh eder dağılırsınız.

‣ “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın” (Âl-i İmran, 103) emr-i ilâhisini görmezden gelmeyin.

‣ Ahmak olmayın. ‘Sizin en akıllınız Allah’tan en çok korkanınızdır’ kavli nebisi ile amel edin. Aklınızı iyi kullanın.

‣ Müellifi bilinmeyen kitap gibi, kendinizi haktan soyutlamayın. Rabbinizi bilip O’na itaat edin. Nefsinizi bilip ona muhalefet edin.

‣ Rahata, süse, lükse, refaha dalmayın. Kendinize gelin, silkinin, sıçrayın, uyanın, uyandırın.

Bir ömür Kur’ân’da geçen kelimelerin lügat ilmiyle meşgul olsak, her kelime üzerinde günlerce çalışsak Rabbimizin kelimelerinin anlamının bitmeyeceğini “Denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa Rabbinin kelimeleri tükenmez” (Kehf, 109) âyetiyle bilip inanıyoruz. Bu, ‘Kur’ân anlaşılmaz’ manasında değildir. Bilakis mananın çokluğunu, denizin derinliğine ömürlerin yetmeyeceğini anlamalıyız..

Bu âyette geçen on iki kelimeden sadece ‘Gafil’ kelimesini lügat manalarının az bir kısmını mütalaa etmeye çalıştık, bir fikir, bir örnek olsun, ufkumuzu açsın diye. Bir de âyetteki on iki kelimenin lügat, ıstılah, iştikak yönlerini inceleyip düşündüğümüzde zamanların, sayfaların, takatların yetersiz olduğunu anlıyoruz.

Tefsir-i Kebir’de kelimelerin iştikakı denilen; harf yerlerini değiştirerek mahreç yakınlıklarını göz önünde tutarak, bablara göre manasını hesaba katarak incelediğimizde birçok kelimenin yüz yirmi kalıp, bir o kadar mana ifade ettiğini görüyoruz. Mananın geniş olması yıldırmak, korkutmak, uzaklaştırmak maksadıyla değil. Bilakis Kur’ân’a çok zaman ayırmaya, çok mütalaa yapmaya, derin denizlerde inci mercan arayan dalgıçların merakını, cesaretini ve donanımını kuşanmaya teşvikvardır. İnsan ve cin şeytanlarının telkin ettiği ‘Kur’ân anlaşılmaz, sadece okunur’ tezi batıl ve yanlıştır.

Sonra tehditvâri bir tarzda ‘Allah yaptıklarınızdan gafil değildir’ buyuruyor.

O; bütün yaptıklarınızı da, mefhum-u muhâlifiyle yapmadıklarınızı da bilir. Tariz yoluyla; O sizden gafil değil ama siz gafilsiniz, diye kullarını ihsan makamına davet ediyor. Yani siz onu görmüyorsunuz, ama O sizi görüyor. ‘Allah’ ism-i zahiriyle tecrid yapıp cümleyi tekitliyor.

Buud ve mücaveze (uzaklık, haddi aşmak, geçmek) anlamında olan عَنْ ile getirerek amellerimizdeki ifrat tefrite işaret ederek itidale çağırıyor. Amel kelimesini istimrar (devam) teceddüd (yenilenme) ifadesi taşıyan muzari fiille getirip yerimizde saymamaya, daima terakki etmeye, haktan, gerçekten, ihlastan, rızâ-i ilâhiden uzaklaşmamaya işaret ediyor.

‘Gaflet’in lügat anlamı; dalgınlık, dikkatsizlik, yanılma, ihmal demektir. Gaflet, bir şeyin gerekliliği ortada iken bunu idrak etmediği için insana arız olan yanılgı hali ve zamanın geçirilmesidir.

‘Gaflet’ kelimesinin lügat manalarını düşünürsek şu ikazlarla karşılaşırız:

‣ Uyanık bulunun. Çünkü Rabbiniz ne uyur ne uyuklar.

‣ Dikkatsiz olmayın çünkü Rabbiniz ne unutur, ne şaşırır.

‣ İhmal etmeyin. Rabbiniz imhal eder (mühlet verir), ama ihmal etmez.

‣ Gafil avlanmayın. Rabbiniz size gerçekleri en güzel şekilde beyan ediyor, tuzağa düşmeyin.

‣ İşi pişkinliğe vererek habersizmiş gibi olmayın. Allah’ın mekrini unutmayın.

‘Kur’ân’ı okuyun ve ağlayın, ağlayamıyorsanız ağlamaya çalışın’ hadisi şerifini göz ardı edemeyiz. Bu hadiste vasıtalı kinaye vardır.

Yani Kur’ân’ı bilinçli, aklınıza, gönlünüze yatırarak, düşünerek, hislenerek okuyun. Ancak o zaman ağlayabilirsiniz. Bunu yapamıyorsanız, yapacak hale gelmek için kendinizi geliştirin. Bu yönde ilminizi arttırın. İhlasla “Rabbim ilmimi arttır” (Taha, 114) duasını da fiili duanıza derç edin ki anlayasınız ve ağlayasınız. Etkilenip yaşam tarzı haline getiresiniz. Kur’ân’ın bir kulluk kitabı, hidâyet rehberi olduğunu fark edesiniz. Vema tevfiki illa billah!

“Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” Bu cümle kıbleye yönelme emrinde gevşeklikten sakındırma ifade eder.

Maddi olsun manevi olsun menfaatlerinin farkında olmadan yaşayan, gerçeklerden habersiz olan ya da onlara kayıtsız kalan insan, Kur’ân’da gafil sıfatıyla nitelenmiştir.


Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

وَمَا اللهُّ بِغاَفِلٍ عَمَّا تعْمَلوُنَ Allah sizden gafil değildir. Onun tevfiki olmadan amel edemeyeceğinizi bilin.

 

Belagat

Ayet bundan önceki geçen ayetteki “Yüzünü Mescidi Haram’a çevir” emri üzerine atfedilerek kıbleye yönelmenin namazda farz olduğunu ve bu yönelme olayının basite alınmaması gerektiğini ifade etmek için îrad edilmiştir. Ayette ‘çevir’ emrinin bulunduğu cümle talebi inşa-i bir cümledir ve emir gerçek anlamında kullanılmıştır.

Emrin kendi anlamı dışında kullanıldığı diğer amaçların başlıcaları ise şunlardır: İbaha, nedb, irşad, dua, iltimas, temenni, tahyir, tesviye, taciz, tehdit, tahakküm-ihane, teshir, tedip, ikram, imtinan, devam, itibar, inzar, izin, tekvin, taaccüb, tekzib, meşvere, teşvik, ihtikar ve tefviz.

Bakara Sûresi 150. Ayet

وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ ۚ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌ إِلَّا الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِي وَلِأُتِمَّ نِعْمَتِي عَلَيْكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

150- Nereye çıkıp gidersen, namazda yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir ve siz de nerede bulunursanız yüzlerinizi oraya (Mescid-i Haram’a) çevirin ki, insanların zalim olanlarından başkasına, aleyhinize kullanacak bir hüccet (vesika) kalmasın. Artık onlardan korkmayın, benden korkun ki size olan nimetimi tamamlayayım ve siz de hidâyete ermeyi ümit edebilirsiniz.


İlmi meanide bir kural vardır: Muhatap zamiri umum ifade eder. Yani Efendimize ‘Ente/Sen’ diye hitap edildiğinde bütün muhataplara hitap edilmiş olur. Bütün Kur’ân’da böyledir. Buna ‘tağlib’ de diyebiliriz. Sanki âyet-i kerime bu kuralı öğretiyor. İcazdan itnaba dönüyor. Kıbleye dönme hususunda Habibini tecrid ediyor. O’na ayrı, ümmetine ayrı emir veriyor. Farklılığı fark etmemizi istiyor.

‘Bütün insanları terazinin bir kefesine, Hz. Muhammed’i ﷺ bir O’nun değerini, şanını, büyüklüğünü, tek başına bir millet olduğunu kefesine koysalar Hz. Muhammed ﷺ ağır gelir’ hadisine telmih ediyor.

latif bir şekilde ifade ediyor. Ayrıca O’nun kıbleye yönelmesi, Rabbiyle yüzleşmesiyle, diğer insanların yönelmesinin aynı olmadığı ifade ediliyor.

O; “Her şeyden kesil, Rabbine dön” (Müzzemmil, 8) emrini layık-ı vechile yerine getiren ‘Vecîh’ isminin sahibi, kullukta zirve bir peygamber. Rabbinin rızâsından, likasından başka maksadı, maksudu, ideali, hedefi, derdi olmayan bir sevgili. Zevkini, sefasını, rahatını, malını, canını, vatanını Rabbi uğrunda terk etmiş bir Server-i Enbiya.


   Münacaat gönlünün süruru
   Namaz gözünün nuru
   Kalbi masivadan dupduru
   Bir Habib-i Kibriya…

 

Mü’minin miracı olan namaz O’nun için gerçekten miraç...

Binlerce derecesi olan namazda, niyete, tiynete, istikametine göre sınıf atlanırken; O en zirvede...

Namazda, hakkın huzurunda perdesiz, engelsiz aşkla, şevkle vuslata ermekte ve namaz zamanı girdiğinde Hz. Aişe’nin ifadesiyle çevresinden tamamen bağları kopartıp, ilgiyi kesmektedir.

Çünkü O artık Rabbinin huzurunda dünyadan bütünüyle tecerrüd etmiş, en çok sevdiği, ‘Gözümün nuru’ diye nitelediği namazda...

Tabi ki O’na davet hususi olacak; ‘Yönünü, vech-i saadetini çevir Mescid-i Haram’a. Kalbini de Kâbe’nin Rabbi olan Rahman’a…’

Bu zevki, bu sefayı, bu yüce buluşmayı ümmeti için de istedi Miraç’ta.

Miraç hediyesi olarak getirdi bahtiyar ümmetine. Çünkü O hiçbir hayrı, hiçbir güzelliği, hiçbir zevki yalnız tatmak istemez; ümmetini her yerde, her zaman düşünürdü. Âyette bu hakikat tecelli edip, ümmeti de Mescid-i Haram’a, huzuru ilâhiye davet edilmekte.

Bu davetin yanı sıra Habibullah’ın namazda aldığı zevki kısmen de olsa tadabilmeleri için iki yüzden fazla yerde ‘أقَِمِ الصَّلَاةَۖ’ buyrularak namazın kemale gelmesi için namazı düzeltin, hükmü tekrarlanmıştır. Çünkü sadece dış şartları yerine getirmekle kalıp huzura durur ama işin zevkü sefasına ulaşamamış kalbi huzura gelmekte direnir. Beden namazda, kalp çarşı pazar dolaşmakta, günün bilançosunu yapmaktadır. Nimetin sahibini düşüneceğine nimetleri nasıl elde edeceğini ya da nasıl sarf edeceğini hesaplamakta, gaflet uykusundan ara sıra uyansa da yine dalıp dalıp gitmektedir. Bu dünyevi, nefsani, şeytani düşünceler o kadar ileri gider ki namaz içinde kendini tutamaz, bazen güler, bazen ağlar. Oysa namazda dünya için ağlayan ve gülen kimsenin kabahati o kadar büyük ki... Rabbi gadaplanıp ‘Huzurumdan dışarı çık! Günahla, lakaytlıkla kirlenen azalarını yeniden yıka, abdest al, namazını tekrar kıl’ buyuruyor.

Namazın on iki zahiri şartı olduğu gibi, on iki de batıni şartı vardır.

Âyet-i kerimede ‘Nerede olursanız’ tabiri, ‘Seferde, hazerde hangi bölgede olursanız olun, yönünüzü Mescid-i Haram’a çevirin’ anlamındadır. Âyetin zımni manasıyla (cüz-kül alakasıyla) hiçbir zamanda, hiçbir mekanda namazı terk etmeyin, Rabbinizden yüz çevirmeyin, buyruklarına ters düşmeyin. Zamanlar, mekanlar, imkanlar, konumlar, makamlar sizi kıbleden, istikametten alıkoymasın, kibirlendirmesin, Rabbinizi unutturmasın. “Onlar Allah’ı unuttular. Allah da onlara unutma muamelesi yaptı.” (Tevbe, 67) ‘Allah’ı unutanlara Allah kendini unutturur’ tehdidini akıldan çıkarmayın, demektir.

Kendini unutturur, yani insanlığını, kulluğunu, vazifesini, cinsiyetini, ailesini, eğitimini, terbiyesini, kitabını, akıbetini, ahiretini en nihayetinde ebediyyen düçar olacağı cezasını, azabını unutturur. En önemlisi de bütün semavi dinlerin gayesi olan, nefsi, nesli, dini, malı, namusu korumayı unutturur.

‘İnsanların aleyhinize kullanabilecekleri bir hüccetleri olmasın.’

Kıble öteden beri hanif Müslümanlar için Mescid-i Haramdı. Ne var ki cahiliye Arapları Beytü’l Harama yönelişin mahiyetine akide (inanç) dışı fikirler karıştırdılar, ataları İbrahim’in (a.s) dinine şirk şaibeleri ve ırk taassubu bulaştırdılar. Neticede Kâbe sırf Araplara mahsus bir beyt haline geldi.

Oysa Hakk Teâlâ buranın mukaddes Beytullah olmasını, kendi şiarından başka şiarlara izafe edilmemesini, Allah damgasından başka damgalar vurulmamasını istiyor. Akide sancağı altında yeryüzüne halife seçtiği bu cemaata uyguladığı terbiye metodu Efendimize ﷺ Medine’de ‘bir müddet Kudüs’ü kıble edin’ emriyle ortaya çıkıyor.

Allah bu ümmetin cahiliye ile ilgili bağlarını kopararak bozuk duygu, düşünce ve alametlerden feragat edip kendisine hulusü kalp ile bağlanmalarını istiyor. Bütün batıl kaynakları bırakıp, tek kaynaktan feyz alıp, sımsıkı İslâm’a bağlanmasını emrediyor. Beyt-i Haram’a yönlenme hususuna şaibeler karıştırıldığından, Allah mü’minleri bir müddet için Beytü’l Makdis’e döndürmekle Müslümanların duygularını cahiliye şaibelerinden temizleyip Resûlullah’a ﷺ karşı teslimiyetlerini ölçmüş oluyor.

Daha sonra tekrar ‘Mescid-i Haram’a dönün’ emrini vererek, kavmiyet, cibilliyet, taassub-u cahiliyeden arınıp kadim mukaddesat şuuruyla kıblelerinde baki kalma huzurunu bahşetmiştir.

Bu kıble yönelişleri, hikmetten anlamayan, akıllarını, fikirlerini putlaştıran inanç bukağısına vurulmuş bazı akıl fukaralarına itiraz kapısı açsa da her zaman olduğu gibi hakkın gelmesiyle batılın zail olduğunu bir daha gözler önüne sermektedir.

Efendimizin ﷺ Kudüs’e yönelmesiyle, Müslümanlara dil uzatan inançsız, münafık kimselere, Müslümanlar aleyhine saçma sapan deliller getirmelerine yüce Allah müsaade etmemiş, mü’minleri tekrar Mescid-i Haram’a döndürerek onların demir dillerini susturmuştur.

‘Onlardan korkmayın benden korkun.’

Onların üzerinize hiçbir hakimiyeti yoktur. İşlerinize müdahale edemezler. Onlara uyup da emrime muhalefet etmeyin.

Dünya ve ahirette yegane Hakim-i mutlak olarak korkulmaya müstehak olan Benim. Emr-i ilâhiye itaat edip istikametlerinizi düzelttiğiniz takdirde bu nimetlerimi daha da arttıracağım.

‘Ta ki nimetimi tamamlayayım. Olur ki hidâyet olursunuz.’

Âyetin bu bölümü, büyük bir fazlu keremden sonra daha büyük bir fazlu keremle müjdeleyici, teşvik edici, duygu yüklüdür.

Âyetin muhatapları vaktiyle bütün karanlıkları, fenalıkları, cahiliyet devrini yaşamış ve kendilerine gelen vahiyle iman nuruna kavuşmuşlar, bu nimetin eserini, tazeliğini açıklığı ve derinliği ile yaşamışlar. İşte bu süreçten geçip hakkı batıldan, yakini şüpheden, imanı adet ve taassubtan ayırma imkanının verilmesi, nimetin tamamlanması, hidâyete davetten başka nedir ki? ‘Hidâyet olasınız’ kevni sabık alakasıyla cennete, Hakk’ın rızâsına kavuşasınız anlamında bir mecazı mürseldir.
 

Kıble Değişimi Hakkındaki Âyetlerin Tekrarındaki Hikmet

‣ Peygambere ﷺ yapılan hitap aslında bütün ümmete hitap olmakla birlikte, Peygamberin kendisine kıbleye yönelme emri verildikten sonra mü’minlere de bu emrin verilerek tekid edilmesinin sebebi Kâbe’nin kıble olmasına verilen ehemmiyeti ifade etmektedir. Bu büyük bir olaydır.

Müslümanların ibadetlerinde bağımsızlık esasının ortaya konulması ve Beytül Makdis’e doğru yönelmenin sona erdirilmesine dair bir dönüşüm noktasını ifade eder. Ayrıca böylelikle mü’minlerin kararlılığı pekişir, kalpleri rahat ve huzura kavuşur. Bu şekilde münafıkların, Yahudi ve Hristiyanların yaymaya çalıştıkları fitneyi tesirsiz hale getirip, Resûle tabi olmak hususunda sebat ve kıblenin Şam’a doğru olduğu vehmini ortadan kaldırmaktadır. İşte bunlar bütün mekânlarda kıblenin Kâbe olduğu hükmünün genel bir şekilde ifade edilmesine sebep teşkil etmiştir: ‘Siz de nerede bulunursanız, yüzlerinizi o yana çeviriniz.’

‘Nereden çıkarsan’ ‘Her nerede yolcu olursan’ demektir. Bu cümlenin gelişi yanlış anlamayı önlemek içindir (Tekmil ve ihtiras itnabı). Çünkü yolculukta kıbleye yönelmek zordur. İnsanlar yolculuk sırasında kıbleye yönelme emrinin sakıt olduğunu zannedebilirler.

‣ Namaz kılan kimse üç durumda bulunabilir:

Birinci âyet (144), Mekke’de oturanlar için kıbleye dönme emridir.

İkinci emir (149), Mekke dışındaki bir şehirde oturanlar için bir emirdir.

Üçüncü emir de (150) seferde, yolculukta olanlar içindir.

Cenâb-ı Hakk bu üç tekrarın her birine farklı manalar yüklemiştir:

Birinci âyet, Ehl-i Kitab’ın, Resûl-i Ekrem’in ﷺ peygamberliğinin ve kıblenin durumunun hak olduğunu bildiklerini beyan etmektedir.

İkinci âyet, Cenâb-ı Hakk’ın bunun hak olduğuna şehadet ettiğini bildirir.

Üçüncü mertebede de, ‘İnsanların aleyhte delilleri olmasın diye bunu yaptığını’ beyan etmiştir. Faydalar farklı farklı olduğu için, bu tekrarlar güzel olmuştur.

‣ Allahu Teâlâ, birinci âyette, “Seni hoşnut olacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Şimdi yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de (ey müslümanlar) her nerede olursanız olun, oraya yüzünüzü çevirin” buyurmuştur. Cahil kimsenin kalbine, ‘Seni, hoşnud olacağın bir kıbleye döndüreceğiz’ dediği için Allah’ın bunu, Hz. Peygamber’in hoşnutluğunu elde etmek maksadıyla yaptığı vehmi gelebilir. Cenâb-ı Hakk,

‘Nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram’a döndür. Çünkü o, Rabbin tarafından olan hak (bir kıbledir)’ buyurarak bu bozuk vehmi gidermiştir.

Cenâb-ı Hakk daha sonra, üçüncü olarak, “Nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram tarafına döndür. (Siz de ey Müslümanlar) Nerede olursanız olun, yüzünüzü Mescid-i Haram tarafına çevirin” buyurmuştur. Bundan maksat, ‘Bütün zaman ve vakitlerde bu kıbleye yönelmeye devam edin ve yüz çevirmeyin. Eğer çevirirseniz, dininiz hususunda bir ta’na (tenkide) sebeb olur’ demektir.

İlk emir, bakışlarını ısrarla göğe çevirip, Rabbine sessizce yakaran Peygamberimizin arzusunun yerine getirilmesi anlamı taşır,

Emrin ikinci kez tekrarlanışı, bu değişikliğinin O’nun arzusu ile uyumlu, Rabbinden kaynaklanan bir gerçek olduğu anlamına gelir.

Üçüncü tekrar ise müslüman olmayanların olumsuz propaganda gerekçelerini ortadan kaldırma, onların tutumunu kınama amaçlıdır.

Ayrıca bu tekrarların delalet-i tazammuniyesi ile şunu anlarız: Müslümanların o an içine düştükleri psikolojik durum bu tekrarı, vurgulamayı, açıklamayı ve gerekçelendirmeyi gerektirmiştir. Bu da (dal bil iktizası ile) kafa karıştırıcı söylenti ve asılsız iddiaların büyük çapta olduğunu, bir kısım müslümanların bundan etkilediğini gösterir. Kur’ân bu tekrarlarla o günlerdeki bu olumsuz etkiyi silmiştir.

Birinci emir, Mescid-i Aksa’ya yönelmeyi nesih etmek için gelmiştir.

İkinci emir, Kâbe’ye yönelme hükmünün artık kıyamete kadar nesih olmayacağını belirtmek için gelmiştir.

Üçüncü emir de yahudilerin, hristiyanların ve müşriklerin, müslümanların aleyhine ellerinde bir delil kalmasın diye indirilmiştir.

Bu olay, dinimizde, neshedilen hükümlerin ilkidir. Bundan dolayı, tekid, iyice anlatma, şüpheleri yok etmek için tekrara ihtiyaç duyulmuştur.

‣ Bu tekrarlar, Kıble’ye yönelmenin büyük bir hikmeti haiz olduğunu gösterir. Namaz ve diğer ibadetlerden maksat, Allahu Teâlâ’ya hudu ile tazim sunmaktır. İnsan kendini Allah’ın ﷻ huzurunda ne kadar çok bilip hisseder, kendini hazır ederse hudu’u o miktarda kuvvetli olur. Böylece Rabbine ihlasındaki, kulluğa yönelmesindeki güzellik, kendi üzerine terettüp eder ki bu; emirlere imtisal edip yasaklardan kaçınmaktır.

Efendimiz ﷺ ‘İhsan, Allah’ı görür gibi ona ibadet etmendir, nitekim sen onu görmesen de O ﷻ seni görmektedir’ buyurmuştur. Allahu Teâlâ hislerin ihatasından münezzeh olduğu için, bu hudu’u sağlamak ancak kıbleye tam anlamıyla yönelmekle mümkündür. İşte bu hassas önemi nedeniyle kıble emri tekrar edilmiştir.
 

''İnsanların, sizin aleyhinize bir hücceti olmasın diye...''

Yahudiler, ‘Aslında Muhammed namazında nereye yöneleceğini bilemiyordu. O’na kıbleyi biz gösterdik’ diyorlardı.

Araplar da, ‘O, Hz. İbrahim’in dini üzereyim diyor, şu anda ise Kâbe’ye yönelmiyor. Kim Kâbe’ye yönelmezse, o İbrahim’in dinini terk etmiş olur’ diyorlardı.

Ayrıca Kıble Kâbe’ye çevrilince bu defa bazı Arap müşrikler ‘Muhammed Kâbe’ye yönelmek sûretiyle dinimize iltifat ediyor; ilerde de tamamiyle dinimize girecek’ demişlerdi. İşte bu konuşmalar onların Müslümanlar aleyhinde dile getirdikleri iddialar, hüccetlerdi.
 

Gayr-i Müslimlerin Bahanelerine 'Hüccet' Denmesi

Bu cümle, istisna-i muttasıldır.

‣ Nefislerine zulmeden kimselerin şüpheleri bir hüccet değildir. Onların iddiaları hüccet kelimesinden istisna edilince, sanki hüccete dahil olmuştur.

‣ Çekişme, taraflardan her birinin diğerinin aleyhine bir hüccet ve delil getirmesidir. Bu nedenle bâtılı savunan kimsenin getirdiği delile de hüccet denir. Hüccet, bir kimse başkasına galip geldiğinde söylenilen, ‘haccetün’ kelimesinden türemiştir. Başkasına üstün gelme kastedilen her söz hüccettir. Bundan dolayı istisna muttasıl olur.

‣ Âyetteki, ‘nas’ kelimesinden maksat, kitab ehlidir. Çünkü onlar, kendi kitaplarında Hz. Peygamber’in kıbleyi değiştireceğini görmüşlerdi. Kıble değişince, onların hüccetleri geçersiz oldu. Zâlimler bildiklerini gizlemeleri sebebiyle bu husustan müstesna tutulmuşlardır.

‣ Onlar, bu şüpheyi bir hüccet inancı içinde irad ettikleri için, Allahu Teâlâ onların inancına binaen, buna hüccet demiştir (müşakale). Veya, belki de Allah ﷻ o şüpheyi onlara bir hakaret olsun diye, ‘hüccet’ diye isimlendirmiştir. ‘Hüccet’ sözüyle çekişme ve mücâdeleyi murad etmiştir.

Bu cümle, istisnâ-i munkatı’dır. Manası, ‘şüpheye tutunan ve o şüpheyi hüccet olarak gören zâlimler hariç...’ şeklindedir. Veya cümle, istisna değildir.

‘İlla’ ‘vâv’ harfi anlamına gelebilir. Buna göre Allahu Teâlâ sanki, ‘İnsanların ve zulmedenlerin, sizin aleyhinize bir hücceti olmasın diye...’ demiştir.

إِلَّا الَّذِينَ ’ deki, الَّذِينَ ’ nin mahalli عَليْكُمْ lafzındaki, كُمْ’ den bedel olmak üzere mecrur olabilir. Sanki şöyle denmiştir: ‘Siz zâlimlere hüccet olmasın diye...’ Çünkü bu, kâfirlerin aleyhine bir hüccet olur.

‣ إِلَّا burada بَعْدَ manasındadır.

‣ Bazı kurralar hemze’yi üstün ve lam’ı şeddesiz olarak ‘Ela’ şeklinde okumuşlardır. Bu takdirde burası yeni bir söz başlangıcı olur. Anlamı “Dikkat edin, zulmedenler...” şeklindedir.

‣ Ya da bu tahzirdir. O takdirde ‘ zulmedenler’ mukadder bir fiil ile mensub olur. ‘Onlardan zalim olanlara karşı dikkatli olunuz’ anlamına gelir.

Tahzir: Mefulün bihin fiilinin hazfedildiği yerlerdendir. Muhatabı hoş olmayan tehlikeli bir işten uzaklaştırmak için yapılan uyarıdır.


Hüccet

Burhan, delil, senet, belge, fatura, seçkin âlimlere verilen unvan,... anlamlarına gelir. Çoğulu hucac ve hicac’dır.

Hüccet, ileri sürülen bir görüşün doğruluğuna delalet eder, onu kuvvetlendirir. Aynı zamanda iki zıt şeyden birisini geçerli kılar. Delil ile aynı anlamı da taşıdığı söylenir.

Kur’ân’da bu kelime حَاجَ ve حَاجَّ gibi benzer kalıplarda toplam otuz üç yerde geçmektedir. Bunlardan on üçünde İslâm’ın beş esasından birisi olan hac anlamında kullanılmıştır. Geriye kalan on dokuz yerden on birinde daha çok ‘hace’ ve ‘hacec’ kalıplarında tartışma ve delil getirme anlamlarında kullanılmıştır.
 

''Öyleyse onlardan korkmayın, benden korkun.''

‘Sizinle bu konuda tartışan inatçı, mücadeleci ve çekişen kimselerden, kıbleniz hakkındaki dedikodularından korkmayın. Çünkü onlar size zarar veremezler. Ancak benden haşyet duyun. Size farz kıldığım şeylerden dönerseniz, işte o zaman benim cezamdan çekinin.’

Kâbe’ye yönelme hususunda zalimlerden korkmanın yasaklanmasında, asıl hak sahibi olandan korkulması gerektiğin e işaret vardır. Batıl üzere olan kişi gözde büyütülmemeli ve değer verilmemelidir.

Bu âyet, kişiye, yaptığı ve yapmadığı bütün işlerinde Allah’ın cezalandırmasını hep aklında tutması, mahlûkatın elinde kesinlikle hiçbir şeyin bulunmadığını bilmesi ve kalbini insanlarla meşgul etmeyip onlara iltifat etmemesi gerektiğine delâlet eder.
 

Haşyet

Haşyet, saygıyla karışık sevginin yoğurduğu bir korku halidir. Çoğu zaman bilinçli korku için kullanılır. Bu nedenle özellikle alimlerin gönül dünyası haşyetle tanımlanır.

Gerek Kur’ân’ı Kerim’de gerek hadisi şeriflerde haşyet; takva, havf, rehbet, vecel, işfak kelimeleri aynı anlamdadır.

Eş anlamlı olmalarına karşılık, havf daha çok maddi olan, gözle görülür sebeplerden kaynaklanan korkuyu, haşyet ise saygıdan doğan ümide yönelik yüceltmeyle birlikte bulunan bir korkuyu anlatır. Havf dünyevi korku, haşyet uhrevi korku anlamında kullanılır.

‘Gönül alçaklığı, boyun eğme, itaat’ duygusunu anlatmak için kullanılan huşu ve haşyet kelimesi arasında ne kök ne de mana bakımından ilgi yoktur. Sadece ses benzerliğinden zaman zaman karıştırılır.

Haşyet, saygı duyulan varlık hakkında bir bilginin ürünü olarak ortaya çıkar.

Ebû Talibi Mekkî havf makamlarını şöyle sıralar:

     1- Takva: Müttakiler, salihler ve amillerin makamıdır.

     2- Hazer: Zahitler, vera ehli ve huşu sahiplerinin makamıdır.

     3- Haşyet: Alimler, abidler ve muhsinlerin makamıdır.

     4- Vecel: Zikredenlerin, Allah’a boyun eğenlerin ve ariflerin makamıdır.

     5- İşfak: Sıddıklar, şehitler ve aşıkların makamıdır.

 

''Nimetimi tamamlamam için''

Kıble nimeti nimetlerin en güzel ve değerlilerindendir. Hadis-i şerifte ‘Nimetin tamamı, cennete girmektir’ buyrulmuştur. Hz. Ali de ‘Nimetin tamamlanması, İslâm üzerine ölmektir’ demiştir.

Eğer, ‘Allahu Teâlâ, Hz. Peygamberin ﷺ vefatı yaklaşınca “Bugün dininizi kemâle erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım” (Maide,3) âyetini indirmiş, nimetini ancak o gün tamam kıldığını bildirmiştir. O halde senelerce önce bu âyette nasıl ‘Nimetimi tamamlamam için’ demiştir?’ denilirse; şöyle cevap verilir: Her vakte lâyık olan nimetin tamamı, Cenâb-ı Hakk’ın o vakte tahsis ettiği nimettir.

Yüce Allah’ın “Size vermiş olduğum nimeti tamama erdireyim” buyruğu, hayal gücünü kamçılayıcı bir hatırlatma, ümitlendirme, büyük bir bağışın ardından gelen yeni, büyük bir nimetin müjdeci pırıltısıdır.

Yüce Allah’ın müslümanlara hatırlattığı nimet somut biçimde karşılarında duruyordu. Çünkü onlar, karanlığı daha önceki cahiliye döneminde yaşamışlardı. Birbirinin kanına susamış, bölük-pörçük kabileler halindeydiler. Hedefleri basit, idealleri sınırlı, düşünceleri karışık ve değer yargıları sarsılmış bir toplumda yaşamış kimselerdi.

Sonra iman sancağı altında birliğe, güce, sarsılmazlığa, yüce amaçlara, rakip kabileden öç almaya değil, bütün insanlığın geleceği ile ilgili büyük ideallere, imanın aydınlığına, temizliğine, düşünce ve değerleri belirgin İslâm toplumuna geçmişlerdi. Bu yeni nimeti üzerlerinde, pratik hayatlarında algılıyor, toplum yapılarında görüyor, yeryüzündeki durumlarında, evrendeki konumlarında müşahede edebiliyorlardı.

Bu yüzden ‘Nimetimi tamamlayayım’ ifadesi, bu İslâm nimetinin çok daha ileri boyutlara ulaşacağını tebşir eden, heyecan veren bir vaaddir. ‘Nimetimi tamamlamam için’ ifadesi ile ‘insanların sizin aleyhinize hücceti olmasın diye’ kısmı arasında takdim tehir vardır. Ahfeş Âyet-i kerime, kıblenin değişmesindeki iki ana hikmeti açıklıyor:

Birincisi; bu emir, Kitap ehli ve müşrikler gibi bayağı insanlar tarafından aleyhinizde kullanmaya uygun hiçbir delil bırakmamak içindir.

İkincisi; Size nimetimi tamamlamam içindir ki, bu sayede hidâyete ermeyi ve doğru yolda sapasağlam gidip, arzu edilen hedefe ulaşmayı kuvvetle ümit edebilesiniz.

‘Hz. Muhammed ﷺ insanlığa ne getirdi?’ diye sorulacak olursa, bu âyeti okumak yeterlidir. Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderilişinde gerek dünya ve gerekse ahiretle ilgili böyle büyük bir nimeti tamamlama vardır.


Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

لِئَلاَّ يَكُونَ لِلنَّاسِ عَليْكُمْ حُجَّةٌ Yani insani vasıflar hak yolunda sülükte sizinle çekişmesin. Haktan sapıtmak isteyenlerin delilleri sizi engellemesin. إِلَّا الذَِّينَ ظَلمَُوا مِنْهُمْ Yani nefsi emmare ve zalim şeytan, zalim sıfatları bazı vakitlerde süluk esnasında size müdahale ederler.

فَلاَ تَخْشَوْهُمْ Onlar ihlas yolunda sizin yolunuzu kesmeye kadir olamazlar. وَاخْشَوْنِي Hiçbir makam ve halde benim mekrimden emin olmayın. Fazlıma, ihsanıma, in’amıma güvenin.

وَلِأُتِمَّ نِعْمَتِي عَلَيْكُمْ Hazrete vusulle nimetimi tamamlamak için. Nimeti zatına izafette vücub hicabının zulmetinden çıkıp rububiyet âleminin nuruna vasıl olmaya işaret vardır. Bakara, 257. âyette buyrulduğu gibi;

“Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velileri ise tâğuttur. O da onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedi kalırlar.”) وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ Vücut hicabından çıktığınızda cemal ve celal sıfatların şuhuduna hidâyet olur, mutabiat sancağının gölgesinde olursunuz.

‘Âdem ve diğerleri kıyamet gününde benim sancağımın altında olur. Bununla övünmüyorum.’ Hadis-i Şerif

 

Belâgat


✽ ‘Nereden çıkarsan’ ‘Her nerede yolcu olursan’ demektir. Bu cümlenin gelişi yanlış anlamayı önlemek içindir (Tekmil ve ihtiras itnabı). Çünkü yolculukta kıbleye yönelmek zordur. İnsanlar yolculuk sırasında kıbleye yönelme emrinin sakıt olduğunu zannedebilirler.

✽ ‘Hidâyet olasınız’ kevni sabık alakasıyla cennete, Hakk’ın rızâsına kavuşasınız anlamında bir mecazı mürseldir.

 

Bakara Sûresi 151. Ayet

كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولًا مِنْكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ

151- Nitekim size içinizden âyetlerimi okuyan, sizi tertemiz yapan, size kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri bildiren bir peygamber gönderdik.


Rabbimiz cümleye ‘İçinizden resûl gönderdiğimiz gibi’ diye başlıyor. Âyet-i kerime hem öncesiyle, hem sonrasıyla bağlantılı bir istinafi ibtidai.

Rabbimizin bu müthiş uyarısı ile anlıyoruz ki; bize verilen en büyük nimet Peygamberimizdir.

O, getirdiği kitap ve hikmetle (sünnetle) ümmetini bilgilendirdi ve her türlü günah kirinden, akıl bulanıklığından, kalp karışıklığından, beden pasaklılığından kurtardı. Taharet nedir, temizlik nedir, gusül nedir bilmeyen, banyoya attığı tarihe baktığında bir yıl banyo yapmayan Avrupalı, O’nun sayesinde şu anda her gün yıkanıyor. Vaftiz edilip sarı suya batırıldıktan sonra ‘Artık bu temizdir, asla gusle ihtiyacı yoktur’ fikrini taşıyanlar ancak İslâm’a geldiğinde temizliğin ne olduğunu anlıyorlar. Tarihin hangi zaviyesinden bakarsak bakalım Efendimizin ﷺ gelmesiyle âlem değişti.

İnsanlar O’na inancı ve bağlılığı nisbetinde arındı. İçi, dışı, sözü, özü, nefsi, nesli, kalbi, ruhu temizlendi. Cahillik esaretinden kulluk hürriyetine kavuştu. Hedefini fark etti, yolunu buldu. Vazifesini öğrendi.
 

‘Allah’ın âyetlerini okuyan bir peygamber.’

Bilgisini, görgüsünü, terbiyesini, görüşünü, bilincini, mefkuresini, ölçüsünü bizzat Allah’tan alan bir peygamber...

‘يَتْلُو’ fiilinin diğer anlamlarına göre, Allah’ın âyetlerini takip eden, ardı sıra giden, uyan, uygulayan ve ona muhâlif olan her fikri, her görüşü terk eden, sonlandıran bir peygamber...

Hedefi rızâullah, gayesi aşkullah, gidişi sebilillah, arzusu ilay-ı kelimetullah olan bir peygamber...

İradesini Hakk’ın iradesinde yok etmiş, hevadan konuşmayan, her sözü vahiy, her hareketi güzel örnek olan bir peygamber…

Görevini ifada Allah’tan gayrı kimseden korkmayan, bıkmadan, usanmadan, yorulmadan, aşkla şevkle Allah’ın âyetlerini, gece gündüz okuyan, anlayan, yaşayan, yaşatan bir peygamber (kevni sabık alakası)...

Zengin-fakir, aziz-hakir hiçbir fark gözetmeden, hiçbir gerçeği saklamadan, Allah’ın hatırını bütün hatırların üzerinde tutan, hitabette, merhamette, muhabbette, mârifette zirve bir peygamber...

Okuduğu ve uyguladığı âyetlerle mükellefleri doğruya, hakka, adalete, kulluğa, muhabbete, dostluğa davet eden bir peygamber...
 

‘Sizi temizliyor’

Tezkiye lügatta arıtmak, iyi olmak, düzeltmek, övmek, temizlemek, zekat, bereket, artmak, düzen, saflık, duruluk, zeka... vs. anlamlarını taşır. Cenâb-ı Hakk, Habib-i Kibriyası’nı tanıtırken bu kelimeyi sübut, devam, teceddüd ifade eden muzari kalıbıyla getirmiş. Bu demek oluyor ki; Efendimiz ﷺ o gün de bugün de ümmeti arındırmaya, damıtmaya, özünü ortaya çıkarmaya devam ediyor ve haşre kadar da devam edecek.

Öğrenmekten, okumaktan maksat, öğrendiğini eyleme, amele dönüştürmektir. Yunus’un dediği gibi;

‘Okumaktan mana ne, kişi Hakk’ı bilmektir
Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru emektir.’

Bu dünyevi açıdan da böyledir. Hangi ilim, hangi sanat olursa olsun, uygulaması yapılıp pratiğe geçmedikçe unutulur gider. Ne sahibi, ne çevresi, ne vatanı, ne milleti ondan bir fayda görmez.

İşi bilen usta liderler taliplerin başında durup bizzat yaptırarak yanlışlarını, hatalarını düzelterek, püf noktalarını ve bu husustaki deneyimlerini, tecrübelerini ortaya koymalı ve yoğun gayret göstermeli ki yeni yetişen nesil öğrensin, devam etsin. Bu liderlerin en mühim vazifesi, aşklı, şevkli, hedefli, en önemlisi iddialı olmalı ki gaye mugayyaya ulaşsın.

İşte Resûl-ü Zişan Efendimiz ﷺ böyle bir nebi, böyle bir öncü, böyle bir öğretici, talim ettirici. Hem de bizzat uygulayarak.

Dini mübini itikat, ibadet, ahlâk, muamelat gibi bütün yönleriyle en açık deliller, örnekler ve ifadelerle tebliğ etmiş, talim etmiş ve tüm olumsuz düşünce, hareket ve fiillerdeki yanlışlıkları düzeltip cehalet, dalâlet, enaniyet, asabiyet kirlerinden temizlemiştir.

Akif’in ‘Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta’ diye tarif ettiği kimseleri ıslah edip, tertemiz, pırıl pırıl, ışıl ışıl, mübarek zevat haline getirmiş. Asrı saadetin saadetlileri ve tüm insanlığın feyiz kaynağı haline getirmiş. Kötü niyet, kötü tiynet, kötü gidişatlarını iyiye çevirmiş. Yollarını, yöntemlerini, düşüncelerini, yanlışlarını, morallerini düzeltmiş, onları övülecek, sevilecek, gıbta edilecek seviyeye getirip ‘Ashabım yıldızlar gibidir’ buyurarak onlarla övünmüş.

Onları nur-u tevhid, nur-u nübüvvet, nur-u iman, nur-u Kur’ân ile tenvir eyleyip arı, duru hale getirmiş. Onların zenginlerinden zekat alıp fakirlerine vermek sûretiyle zengini ihtirastan, fakiri haset ve ümitsizlikten kurtarıp korumuş.

Allah korkusunu yüreklerine yerleştirerek akıllarını geliştirip onları zeki insanlar haline getirmiş. Onları haramlardan, israflardan, hırslardan, nefsi arzuların zebunu olmaktan, cimrilikten, hodgamlıktan kurtararak ömürlerini, gelirlerini, zaman, mekan ve imkanlarını bereketlendirmiş.

Bütün bunları yaparken dostluk, sevgi, şefkat, yardımı elden bırakmamış. Herkesin seviyesine, seciyesine göre davranıp önce gönülleri, sonra beldeleri feth etmiş.

Dillerini kizb, gıybet, malayaniden, kalplerini kirli, hırslı, kinli bakışlardan ve tüm bedenlerini fesad fiillerden arındırıp tezkiye etmiş.
 

‘Kitap ve hikmeti öğretti’

Âyette geçen ‘kitap’ Kur’ân, ‘hikmet’ de hadis-i şerif olarak tefsir edilmiştir. Çünkü Kur’ân kitabın kendisidir, Ümmü’l kitaptır. ‘Hikmet’ diye geçen hadis-i şerifler de Efendimize ﷺ ilham edilen vahyi gayrı metluvdur. Bu nedenle sünneti inkar eden kitabı da inkar etmiştir. Âyette “Allah ve Resûlü’nün arasını ayırırlar” (Nisa, 150) buyurularak bu gerçeğin altı çizilmiştir. Efendimiz ﷺ âyete inanıp hadise inanmamayı kıyamet alameti sayarak uyarmıştır.

Âyetin başında ‘size kitap okuyor’ buyrulurken, burada ‘kitabı hikmeti öğretiyor’ buyrulmakta. Bir şeyi okumakla talim etmek ayrı şeyler. Mesela spiker haberi okur. Ama asker talim eder. Biri konuşur, diğeri amel eder.

Efendimiz ﷺ hem okumuş hem talim ettirmiştir. Ümmetinin iki cihan saadeti için son derece gayret göstermiş, bu uğurda malını, canını feda etmiştir. Öncelikle tam yirmi üç yıl vahyin ağırlığına, Kur’ân tabiriyle ‘Sırtını çatırdatan’ (bkz. İnşirah, 3) ağır yüke katlanmıştır.

Bu kudsi görevi yaparken şan, şöhret, para, menfaat, maddi bir karşılık beklemeyip sırf Allah için yapmıştır. Hem de aşkla, şevkle, içtenlikle, heyecanla, muhabbetle... Öyle bir ihatalı muhabbetle ki; vahyin kaynağını sevmiş, gelen vahyi sevmiş, tebliğ ettiklerini sevmiş. Görevini her şeyden üstün tutmuş, önemsemiş, benimsemiş, benimsetmiştir.

Görevi yaparken emir, komut veren bir komutan gibi değil; görevi tebliğ eden aynı görevle yükümlü bir er gibi haber getirmiş ve öncelikle kendi uygulamış. Tebliğ ettiği kimselere ‘Ashabım, arkadaşım’ diye hitap etmiş. Onların tüm dertlerine derman olmuş, problemlerini çözmüş. Rabbinin tabiriyle ‘Onlara Rauf ve Rahim’ olmuş. (bkz. Tevbe, 128)

Denilir ki; söz ağızdan çıkarsa kulağa kadar gider, kalpten gelirse kalbe kadar gider. İşte Efendimizin ﷺ tebliği gönüllerde cevelan eden türden… Bir ömür şefkat, sabır ve çeşitli tebliğ metotlarıyla herkesi seviyesine, karakterine, yetiştiği topluma, psikolojik durumuna göre irşat etti. Gönüllere kapılarından girerek, muhatabını vahyi anlamaya, yaşamaya müsait hale getirdi, sevdirerek tebliğini gerçekleştirdi. Muhterem sahabelerini nakış nakış işledi, zeminden zirveye yükseltti. Dostluğun altın kuşağı ile birleştirip uzlaştırdı.

Hasılı tarihte O’nun gibi bir insanın otoritesine, tesirine, sevgi ve şefkatine rastlanmamıştır. O bütün zamanların en büyük lideri, en muazzam üstadı ve insanlığın kurtarıcısıdır. O’nun her hitabı vecizedir. Günümüze kadar hiç kimse O’nun gibi hitap ederek karşısındakini hayran bırakmamıştır.


‘Muhammedun beşerun la kel beşeri
Bel hüve yakutun beynel haceri’
Muhammed ﷺ beşerdir ama beşer gibi değildir
Nitekim yakut da bir taştır ama diğer taşlar gibi değildir. 
Ebû Hasen Şazeli

                                                                 

‘Size bilmediklerinizi öğretti.’

Efendimiz ﷺ altı yüz senedir peygamber gelmemiş fetret devri insanlarına peygamber gelmişti. O zaman insanlar cehalet, dalâlet sahrasında insanlığını, şahsiyetini, ahlâkını, mukaddesatını kaybetmiş vaziyetteydi.

O karanlıkta bir güneş gibi doğup âlemi tenvir etti. O zaman insanlar nereden geldiğinin, nereye gideceğinin farkında değildi. Kainatın Efendisi Allah’ı tanıttı, buyruklarını bildirdi. İnsanlığın vazifesini, hedefini, gayesini, akıbetini öğretti. Yirmi üç yılda tamamlanan vahiyle tanıştırdı. Dini, malı, canı, nesli, nefsi korumayı talim buyurdu.
 

''İçinizden Resûl gönderdiğimiz gibi…''

Bu cümle öncesine mana cihetinden bitişiktir. Yani Kıble konusunda size nimetimi tamamlamak için nasıl ki Kâbe’yi kıble kılmışsam yine bu nimetimin bir sonucu olarak içinizden bir peygamber gönderdik. O da Muhammed Mustafa’dır ﷺ. Zira peygamber gönderilmesi şüphesiz nimetlerin en büyüğüdür. Nimetin tamamlanması Nebi sav’e tabi olmaya muvaffakiyettir. Ona tabi olmak Hazret-i Cemal’e vusule hidâyet içindir.

‘İçinizde’ kavlindeki hitap ve sonrası; Muhacir mü’minlere ve Ensara Allah’ın onlar üzerinde olan nimetlerini hatırlatmaktır. Kendi içlerinden, kendi kavimlerinden resûl gönderilmesi hidâyetlerini kolaylaştıran en kuvvetli nedendir. Hz. İbrahim’in ‘Rabbim onların içlerinden onlardan bir resûl gönder’ duası da bu yönde idi.

Burada Hz. İbrahim’in, Hz. İsmail ile birlikte Kâbe’yi inşa ederken yaptığı dua aynı sözlerle tekrar ediliyor. (Hz. İbrahim’in, soyundan gelecek olanlara kendi ailesinden bir peygamber göndermesini, bu peygamberin onlara Allah’ın âyetlerini okumasını, Kitab’ı ve hikmeti öğretmesini, kendilerini kötülüklerden arındırmasını dileyen duası)

Bu tekrar, müslümanlara kendi aralarından bir peygamber gönderilmesinin ve müslüman olmalarının, Hz. İbrahim’in bu duasının kabulü olduğunu hatırlatır. Müslümanlık, sonradan ortaya çıkma bir şey değil, tersine eskiye dayalı ve köklü bir olaydır. Kıbleleri de türedi bir kıble değil, ataları Hz. İbrahim’in kıblesidir.

لِأُتِمَّ نِعْمَتِي عَليْكُمْ وَلعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ   cümleleri teşbihtir. Şöyle demektir: ‘Bu size olan nimetim, Muhammed’i ﷺ gönderme nimetim gibidir.’ İrsal, müşebbehi bihtir. Yani başlangıç sona delalet etti. Bu, hadis-i şerifteki ‘İbrahim’e salat ettiğin gibi’ teşbihine benzer.

‘Resûl’ kelimesini tazim için nekre kıldı ki her biri has nimet olan her bir sıfat ona cari olsun.

‘Andolsun Allah içlerinden bir resûl göndererek mü’minleri nimetlendirmiştir.’ Yani insan cinsindendir. Çünkü onunla ünsiyet edebilirler. Eğer melek cinsinden olsaydı o da insan kılığında gönderilirdi. “Eğer biz bir meleği resûl göndersek onu insan kılığında gönderirdik” (Enam, 9)

Cenâb-ı Hakk buyuruyor: ‘Size in’amım istikbali kıble ile nimetimi tamamlamam şeriat ve nimetlerin mütemmimi iledir. Ama bu bedi bir ihsan, ilk ihsanımız değildir. Bilakis size nimetin aslını ve tamamlayıcısını in’am ettim ki o da bu Resûl-ü Kerimi ﷺ göndermemdir. Üstelik sizden; nesebini, sıdkını, emniyetini, kemalini, ihlasını bildiğiniz bir Resûl… Âyetin öncesi ile irtibatı şöyledir: Dünyada resûl göndermekle nimetimi tamamladığım gibi ahirette de sevapla nimetimi tamamlayacağım.

Âyetin sonrasıyla irtibatı da şöyledir: Sizi resûl göndererek zikrettiğim gibi siz de beni taâtla zikredin ki, sizi sevapla zikredeyim.

Bu cümle önceki âyetin evveline değil, son cümlesi olan تَهْتَدُونَ ’e muvafıktır. İbni Abbas

رسل fiili lügatta; saldı, bıraktı, gönderdi, musallat etti, tabi oldu, ağır ağır hakkını vererek okudu, yavaş ve nazik davrandı, saç düz oldu, yumuşak ve mutlu oldu, neşelendi, güvendi, mektup, hitabe, küçük kitap, tez, peygamberlik, vazife, sürü, topluluk, elçi, geniş ova, has şey, tatlı su... manalarına gelir.
 

İnsanlara gönderilen peygamberlerin yine insanlardan olmasının hikmeti

Varlık âleminde her şey daha çok kendi cinsiyle kaynaşıp anlaşır.

Vahşi ormanlarda, ya da tenha bir çölde yalnız başına kalan insan, en çok yine bir insan görme arzusunu taşır. Bu yalnızlık biraz daha sürse, hayalinden insanlar ve tanıdıkları kimseler geçmeye başlar. Geceleri rüyasında insanlar arasında bulunduğunu, onlara kavuştuğunu görür.

Her canlı, hayatı kendi cinsinin özelliğine doğru çekmekte ve ona benzetmeye özenmektedir. Bazı aileler evinde beslediği kedi ya da köpeği eğiterek insan gibi hareket etmesini sağlamaya çalışır. Bugün sirklerde terbiye edilen çeşitli hayvanları milyonlarca insan zevkle seyreder. Bu zevk daha çok o hayvanın bazı hareketlerinde insana benzemesinden kaynaklanır.

Varlık âleminde aynı cinsten moleküller bile bir arada bulunmasalardı mineraller meydana gelmeyecekti. Bir elementi incelediğimiz zaman moleküllerin birbirine nasıl sımsıkı tutunduklarını, bu tutunmayı zedeleyecek güçlere nasıl mukavemet gösterdiklerini görürüz.

İşte bu nedenle Allah, insanlara kendilerinden peygamber gönderir, böylece kaynaşma, anlaşma, kurumlaşma ve bütünleşme daha kolay olur.

Allah’ı bir resûlün aracılığıyla bilenler, kendilerinin acizliğini de bilirler. Allah’ı kendi acziyetini tanımadan tanımış olanlar, Allah’ı değil, kendilerini yüceltirler.

‘فِيكُمْ / sizin içinize’ ve ‘مِنْكُمْ / sizden’ sözünden maksad, Araplardır. Allah’ın, Hz. Muhammed’i Araplardan biri olarak, içlerinde peygamber göndermesi, büyük bir nimettir. Arapların başkasına boyun eğmede çok fazla taassubları olduğu için, Allahu Teâlâ, daha kolay kabul etsinler diye, kendi içlerinden bir peygamberi onlara göndermiştir.

Ayrıca o devirde müslümanların hepsi Arap’tı. Adnan kabilesi de, Kahtan kabilesi de, köle de, efendi de Arapça biliyor ve anlıyordu. Selman hazretleri İranlı, Bilal hazretleri Habeşli, Abdullah b. Selam Beni İsrailden olmalarına rağmen tek bir dil konuşuyorlardı. Resûl ﷺ onların lisanıyla konuştuğu için, onun her maksadını anlıyor, Kur’ân’ın muciz beyanını idrak edebiliyor, bu dini diğer ümmetlere nakletme meziyetine nail oluyorlardı. Bu da onlar için hususiyeti çok büyük bir nimettir.
 

Er-Resûl

‘Resûl’ ismi Efendimizin ﷺ hususiyetlerindendir. Allahu Teâlâ Kur’ân’ı Kerim’de Efendimize ﷺ Resûl ve Nebi diye hitap etmiştir. Diğer nebilere ise isimleriyle hitap etmiştir.

Resûl; Nebi’den bazı özelliklerle ayrılır. Resûl kendine vahyolunanı tebliğe memurdur. Yeni bir şeriat getirir veya kendinden önceki şeriatın bazı hükümlerini kaldırır ya da hususi bir kitaba sahiptir. Nebi ise ancak resûlün şeriatını tekit için gönderilmiştir. (Yuşa (a.s) gibi) Kur’ân’ı Kerim’de ve hadiste ‘Nebi’ ve ‘resul’ mutlak geldiği zaman Efendimiz ﷺ murad edilir. Evvelin ve ahirinin her ferdinden bütün halka gönderilmiş Resûl-ü mutlak’tır. Risaleti umumadır, davet-i tâmme sahibidir. O mutlak habercidir, bütün müşkilleri açıcıdır. Hem Resûl, hem Nebi ismiyle tahsis edilmiştir. (Esmâü’n Nebi, M. Balcı)

‘Resûl’ ismi Türkiye’de en çok kullanılan isimlerdendir. 24.739 kişinin isminin Resûl olduğu ve bu sayının her yıl 404 kişi arttığı tahmin edilmektedir.
 

Salâvat

Kim bana salat-ü selam getirmeyi ihmal ederse cennetin yolunu şaşırmıştır. Hadis-i Şerif

Cuma günü üzerime 100 defa salavat-ı şerife getiren kimse kıyamette öyle bir nur ile gelecek ki, eğer o nur bütün mahşer ehline taksim edilse hepsine yeterdi. Hadis-i Şerif

Ömrünü boş yere heba eden kişi kaybettiği zamanı telafi etmesi için salavat-ı şerife ile meşgul olmalıdır. Eğer bütün ömrünü ibadetle geçirmiş olsan sonra bir defa salavat-ı şerife getirsen, getirdiğin salavat bütün ibadetlerinden daha ağır gelirdi. Çünkü sen kendi gücün nispetinde salavat getirmektesin.

Allahu Teâlâ da rububiyyeti hesabıyla senin bir salavatına karşılık sana on salavat getirmektedir. Yani Allahu Teâlâ sana on defa rahmet nazarıyla bakmaktadır. Allahu Teâlâ’nın kuluna nazar-ı rahmeti; insin, cinnin ibadetinden daha hayırlıdır. Çünkü Allah bir kuluna rahmeti ile nazar edince o kul azaba dûçar olmaz. Hadis-i Şerif

Allahu Teâlâ, perşembe günü ikindi vakti, melekleri salavat-ı şerife getirenlerin ismini yazmak için yeryüzüne gönderir. Cuma günü ve gecesi salavat getirmeyi ihmal etmemelidir.

Velid b. Muğire Allah Resûlünü ﷺ vurmak için bir taşı alıp secdedeyken yanına gitti. Birden gözleri kapandı. Efendimizi ﷺ Mescid-i Haram’da göremedi. Sonra geri döndü. Geri döndüğünde onu gönderenleri de göremiyordu ama sadece seslerini işitebiliyordu. Efendimiz ﷺ namazını bitirinceye kadar gözleri bu şekilde kaldı. Ne zaman Resûlullah ﷺ namazını bitirdi, onun da gözleri açıldı.
 

''Size âyetlerimizi okuyor.''

تَلَاهُ  bir kişiyi aralarında hiç kimsenin bulunmayacağı kadar yakın bir şekilde izlemek ve uymaktır. Bazen bizzat bedenle izlemeyi, bazen de hükümde ona uymayı ifade eder. Bazen de okuyarak ve manayı düşünerek izlemek anlamına gelir.

Tilavet ise sadece Allah’tan gelen kitaplara bağlılık için kullanılır. Bu bazen okumak, bazen de orada yer alan emir ve yasakları, teşvikleri ciddiye alıp gereğini yapmak ya da kitapta olan şeyleri yapmaktır. Buna göre her tilavet bir kıraattir, ama her kıraat bir tilavet değildir.

''Sizi temizliyor.''

Yani ‘varlık ve nefis cevherinizi bulandırıp kirleten günahların kirinden, şirkten temizleneceğiniz iman ve salih amele sizi sevk ediyor.’ Veya ‘Sizden zekat alır’ manasına da gelir.

‣ Onlara, kendisine sımsıkı sarıldıklarında temiz olmalarını temin edecek şeyi öğretiyor.

‣ Onları medhü sena ederek tezkiye ediyor, yani ‘Sizin üzerinde olduğunuz güzel ahlâkı biliyor ve sizi onunla niteliyor.’

‣ Tezkiye, çoğaltmak, arttırmak manasındadır. Malı bereketlendirip çoğalttığı için infaka da zekat denmiştir.

Buna göre mana, ‘O, sizi çoğaltıyor’ şeklinde olur. Nitekim Hakk Teâlâ, “Siz az idiniz, Allah sizi çoğalttı” (Araf, 86) buyurmuştur. Hz. Peygamber’in onları çoğaltması, onları hak üzerinde birleştirmesidir. Böylece onların birbiriyle olan yakınlıkları artar ve bu sayede çoğalırlar.

Bu çoğaltma şöyle de açıklanır: İnsan nefsi hilkatte kemalat ve taharet üzere yaratılmıştır. Dalâletten kaynaklanan kirler onu sonradan kirletir. Nefsi temizleyip onu süslemek, içine vedia olarak bırakılan bu hayrın ziyadeleşmesini sağlar. Nefsi iyiye yönlendirmekte, fıtratta Allah’ın içine koyduğu hayrın artması vardır.

“(Bu peygamber) sizi kötülüklerden arındırıyor.”

Eğer Allah’ın rahmeti olmasaydı, bu insanların bir teki bile kötülüklerden arınamaz, temizlenemez ve yücelemezdi. Fakat Peygamber ﷺ onların ruhlarını Allah’a ortak koşma lekesinden, cahiliye pisliğinden, ruhu ezen sakat düşüncelerden arındırıyor. İnsanları aşırı arzulardan, doyumsuz ihtiraslardan kurtarıyor. Bu sayede ruhları yaratılış mayalarını oluşturan çamura geri dönmüyor. Dünyanın neresinde ve hangi dönemde yaşarlarsa yaşasınlar, İslâm tarafından ruhları arındırılmamış insanlar, doyumsuz ihtirasları ve hayvanlardan daha aşağı durumları ile bataklığa doğru yuvarlanırlar.

Bu peygamber, ruhları ve duyguları kirleten, toplumu ve sosyal hayatı lekelendiren pislikleri, faizi, haramı, hileli kazancı, soygunculuğu ve yağmacılığı temizliyor. Bu peygamber insanların hayatını zulümden, haksızlıktan arındırarak pırıl pırıl, berrak adaleti yayıyor.
 

''Size kitabı ve hikmeti öğretiyor.''

Her türlü hikmeti içine alan hukuk ilmi ve şartlarını, kanun koymadaki hikmeti, yüksek ahlâkı, toplumun sırlarını, insanlığın menfaatini, dünya ve ahiret ilmini, kâinat kanunlarını ve ilâhî sünnetin sonucunu, bunların uygulama şeklini sözlü ve fiilî sünneti ile öğretiyor.

Size hiç bilmediğiniz, gayba ait sırları ve ahiretle ilgili durumları, önceki ümmetlerin ve nebilerin haberlerini, o zaman olan olayları, işleri, Kur’ân’ı, sünneti, fıkhı, helali, haramı, vaazı, isabeti vahy ile öğretiyor.

Ve sizi bütün insanların örnek alacakları, dünyanın üstadı, cihanın hakimi, orta yolu tutan bir ümmet haline getiriyor.

Bu realite, müslüman cemaatin hayatında fiilen gerçekleşmiştir. İslâm, çölün kabile hayatına elverişli, dünyadan kopmuş, bilgi kırıntılarından başka hiçbir şeyin bilinmediği bir ortamdan bu cemaati devşirerek, onu, bütün insanlığı hikmetle, beceri ile, basiretle ve bilgi ile yöneten bir düzeye çıkarmıştı. Peygamber mescidi, bütün insanlığı maharetli ve başarılı biçimde yöneltmiş olan ilk müslüman kuşağı eğitip mezun eden büyük bir üniversite idi.

‘Ve kitabı ve hikmeti size öğreten...’ ifadesi, bir tekrar değildir. Çünkü onlara Kur’ân’ı okumak, öğretmekten farklıdır.

Kur’ân ile amel etmek, manalarını teferruatı ile anlamaya bağlıdır. Manalarını bilmek ise lafızlarını teferruatıyla bilmeye bağlıdır. Tezkiye ise en son gayedir. Çünkü tezkiye amelleri teferruatıyla ve ihlasla yapmaya bağlıdır. Lakin tasavvurda tezkiye hepsinden önce olduğu için âyet-i kerimede önce zikredilmiştir.

Benim misalimle Cenâb-ı Hakk’ın benimle göndermiş bulunduğu şeyin misali şu adamın misali gibidir: ‘Bir adam kendi kavmine gelip:

‘Ben gözlerimle düşman ordusunu gördüm, tehlikeyi haber veriyorum, tedbir alın!’ der. Kavminden bir kısmı tavsiyesine uyup, geceleyin, telaşa düşmeden oradan uzaklaşır. Bir kısmı da bu haberciyi yalanlar ve yerinden ayrılmaz. Ancak sabahleyin ordu onları yakalar ve imha eder. İşte bu temsil bana itaat edip getirdiklerime uyanlarla, bana isyan edip Cenâb-ı Hakk’tan getirdiklerimi tekzip edip yalanlayanları göstermektedir. Buhari, Müslim
 

Allah’ın Kitabı

Kur’ân okunan evden arşa kadar nur yükselir. Hadîs-i Şerîf

Kur’ân okunan eve bereket, iyilik gelir, melekler orada toplanır, şeytanlar oradan kaçar.

Çocuklarına Kur’ân öğretenlere veya Kur’ân hocasına gönderenlere öğretilen Kur’ân’ın her harfi için on defa Kâbe’yi ziyaret sevabı verilir. Hadîs-i Şerîf

Arefe günü bin İhlas sûresi okuyanın bütün günahları affolunur ve her duası kabul olur. Hepsini besmeleyle okumalıdır. Hadîs-i Şerîf

Kul, Kur’ân’ı hatmettiği zaman altmış bin melek ona istiğfar eder. Hadîs-i Şerîf

Semai kitapların tamamı Kur’ân’da, silsile-i nübüvvetin tamamı ise Fahri Âlemde temerküz etmiştir.

Kur’ân okurken; kalp fehmetmeye, akıl teakkul etmeye, hafıza hıfzetmeye, hayal tahayyül etmeye, göz bakmaya, kulak işitmeye, lisan okumaya, el tutmaya çalışsın... Bütün cevarih aza nasibini alsın.
 

Hikmet

Hikmet Kur’ân’ın tafsilatını ihtiva ettiği diğer şer’î ahkâmı bilmektir. Şâfiî (r.a), ‘Hikmet, Resûlullah’ın sünnetidir’ demiştir.

Hikmet kelimesi lügatta; sözde ve davranışta tam ve doğru isabet, lafzı az manası engin söz, her şeyin iç yüzü, sırrı, aklın itidali, Kur’ân terbiyesine göre ifrat ve tefritten uzak olarak aklı orta dereceye getirmek, Kur’ân’da Allah’ın peygamberlerine ve seçkin kullarına nasip ettiği derin anlayış kabiliyeti gibi çok çeşitli anlamları olan, geniş kapsamlı bir kavramdır.

˗ Hikmet; faydalı ilim ve salih ameldir.

˗ İşleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak.

˗ Eşyanın hakikatinden bahseden ilim.

˗ Eşyada gizli ilâhî sırlar ve gayeler.

˗ Akıl kuvvesinin istikamet üzere ve aşırılıklardan uzak olması.

˗ Fesada ve hataya düşmeyi engelleyen manileri öğretmek.

Bütün bunları kendisinde toplamadıkça kişiye hakîm denmez. Hakîm; bir şeyi muhkem yapandır.

Hikmet ancak imanla, Allah korkusundan kaynaklanan samimiyetle ve Yüce Allah’a duyulan teslimiyetle kazanılabilir.

Yaşadığı her olayda Allah’ın yarattığı hikmetlerin, benzersiz sanatının ve tecellilerinin bilincinde olan bir kimsenin, konuşmaları da hikmetli olur. Daima bu şuuru yansıtır, ağzından çıkan her söz özenle seçilmiş ve düşünülmüştür. Sohbeti dinleyenlerin ilgisini çeker, nezaketi, samimiyeti ve doğallığı herkes tarafından hissedilir. Cümleleri kısa ve özlü, açık ve anlaşılır, verdiği örnekler ise çarpıcı ve hafızada yer eden örneklerdir.
 

''Ve size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor.''

Peygamberler Allah ile kul arasında elçi olduklarından insanların aklının ulaşamayacağı hususlarda nakille yani vahiyle ümmetlerini bilgilendirir. Efendimize ﷺ yüce Kur’ân sayesinde ulûm-u evvelîn ve âhirin verilmiş. İlme’l yakin, aynel yakin, hakkal yakin makamlarına ulaşıp bizzat Allâmu’l guyûb’la vasıtasız görüşüp doksan bin kelam etmiş, üzerinde taşıdığı sıdk, emanet, fetanet, tebliğ, ismet vasıflarının tezahürü olarak ümmetine dünyevi ve uhrevi, maddi manevi mükellefiyetlerinin dahilinde olan her şeyi öğretmiştir.

Bu bizim için nimetlerin en büyüğü. En sadık bilgi, en yüce makamdan, en emin elçiyle tebliğ edilmiş, ümmetini ümmetlerin şereflisi kılmış. Cehalet, gaflet, dalâlet karanlığından, ilim, irfan, hidâyet aydınlığına çıkarmış. Habib-i edibini Makam-ı Mahmud’a namzet eyleyip, O’na itaat etmeyi muhabbetine, mağfiretine sebep kılmış. 

Bu ifade, Allah’ın Hz. Muhammed’i ﷺ, peygamberlerin artık gelmediği ve ümmetlerin câhil kaldığı bir zamanda peygamber gönderdiğine bir dikkat çekmedir. İşte bu da, en büyük nimetlerden birisidir.

‘Allah’ın benimle gönderdiği ilim ve hidâyetin misali, bir araziye düşen yağmur gibidir. Bazı araziler var, tabiatı güzeldir, suyu kabul eder, bol bitki ve ot yetiştirir. Bir kısım arazi vardır, münbit değildir, ot bitirmez, ama suyu tutar. Onun tuttuğu su ile Cenâb-ı Hakk insanları yararlandırır, bu sudan kendileri içerler, hayvanlarını sularlar ve ziraat yaparlar.

Diğer bir araziye daha isabet eder ki, bu ne su tutar ne ot bitirir. Bu temsilin biri Allah’ın dininde ilim sahibi kılınana delalet eder, yani hem öğrenir, hem öğretir. Bir diğeri de öğrenen fakat kendisi faydalanmayıp, insanlara aktaranı temsil eder. Temsilden biri de, buna iltifat etmeyen Allah’ın benimle gönderdiği hidâyeti hiç kabul etmeyen kimseye delalet eder.’ Buhari, Müslim



Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

كَمَا أَرْسَلْناَ فِيكُمْ رَسُولًا ‘Resûl’ sizinle benim aramda vasıta. Bu insani bir sırdır. Resûl gibi ki benim risaletimi, feyz nurlarını, varidatını benden alıp sizin eczanıza taşır. Bu insanın ceset kovuğundaki kalp zücacesinin misbahında fitil mesabesindedir. O Allah’ın narının nuruna mukabildir.

Ruhani zeyt sefası zamanında rububiyet nurunun tecellisidir. İnsani sıfatların kirinden, cismani tozlardan, nirani dumanlardan, hayvani şehvet afetlerinden sıyrılan sır fitili Allah’ın narından nur alır. Kalp ankası tesirlenir. Sanki mübarek ağaçtan, zeytin ağacından ki tutuşan incimsi bir yıldız gibidir. Ne ervah şarkı vardır ne esbah (cisim âlemi) garbı. Bu kelime-i tayyibedir ki ateş dokunmadan da ziya verir. Ruhaniyet nuru üzere Allah’ın nurudur. Allah nurunu dilediğine hidâyet eder. (Nur Sûresi 31. Âyet Efendimizi ﷺ çok güzel tarif etmektedir.)



Belagat

• اَرْسَلْناَ ve رَسُولٌ kelimeleri arasında iştikak bakımından cinas vardır.

Kef harfi, öncesine müteallıktır.

1- Bu, Cenâb-ı Hakk’ın, ‘Nimetimi tamamlamam için’ sözüne müteallıktır. Yani, ‘Dünyada şeref vermek, ahirette de sevaba nail kılmak sûretiyle, nimetimi size tamamladım. Nitekim o nimetimi, peygamber göndermek sûretiyle dünyada da tamamlamıştım.’ Vechi şebe ikisinin de nimet olmasıdır.

2- İbrahim (a.s), “Rabbimiz, onların içinde onlara, âyetlerini okuyan ve onları temizleyen onlardan bir peygamber yolla” (Bakara, 129) ve “Ve zürriyetimizden de sana teslim olmuş bir ümmet kıl; bize ibadet yollarımızı göster” (Bakara, 128) şeklinde dua etmiştir. Allahu Teâlâ da sanki şöyle demiştir: ‘İbrahim’in duasına icabet ederek, sizin içinizde sizden bir peygamber gönderdiğim gibi, yine O’nun duasına icabet ederek şeriatlarımı açıklayıp sizi dininize ileterek, vasat ümmet kıldım.’

3- Âyetin takdiri şöyledir: ‘Size bir peygamber gönderdiğimiz gibi aynı şekilde sizi vasat, âdil bir ümmet kıldık.”

Veya kef harfi kendisinden sonrasına müteallıktır. Âyetin takdiri şöyledir: ‘İçinizden size dininizi ve şeriatınızı öğreten bir peygamber gönderdiğimiz gibi, öyleyse siz de beni zikredin ki, ben de sizi anayım.’ Vechi şebe zikrin de risâletin de nimet olmasıdır. Yani zikir nimeti risalet vasıtasıyla ihsan edilen nimetin yerine geçer.

• كَمَا أَرْسَلْناَ buyruğundaki مَا , ma-i masdariyyedir. Sanki, ‘Sizin içinize göndermemiz gibi...’ denilmiştir. Bunun, mâ-i kâffe olması da muhtemeldir.

•Rabbimiz cümleye ‘İçinizden resûl gönderdiğimiz gibi’ diye başlıyor. Âyet-i kerime hem öncesiyle, hem sonrasıyla bağlantılı bir istinafi ibtidai.

• لِأُتِمَّ نِعْمَتِي عَليْكُمْ وَلعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ   cümleleri teşbihtir. Şöyle demektir: ‘Bu size olan nimetim, Muhammed’i ﷺ gönderme nimetim gibidir.’ İrsal, müşebbehi bihtir. Yani başlangıç sona delalet etti. Bu, hadis-i şerifteki ‘İbrahim’e salat ettiğin gibi’ teşbihine benzer.

‘Resûl’ kelimesini tazim için nekre kıldı ki her biri has nimet olan her bir sıfat ona cari olsun.

• وَيعُلَِمُّكُمُ الْكِتاَبَ وَالْحِكْمَةَ buyruğundan sonra: وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ buyruğu, husustan sonra umumun zikredilmesi sûretiyle itnabtır.

Bakara Sûresi 152. Ayet

فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا لِي وَلَا تَكْفُرُونِ

152- Öyle ise siz beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin.


Yüce Mevlamız önceki âyette eğitimden, öğretimden, tezkiyeden ve kainatın ustası Resûlü’s Sakaleyn’den bahsetti. Bu âyette de öğrendiğimizle amel etmemizi teşvik etmek üzere ‘Beni zikredin’ buyuruyor.

Zikir lügatta; anmak, hatırlamak, gündemde tutmak, unutmamak, şükretmek, tanımak, tesbih, Kur’ân okumak... gibi birçok manalara gelir.

Cenâb-ı Hakk’ın bizden istediği zikir; O’nu hiçbir an unutmadan, yapılan her işte O’nun gösterdiği kanun-u ilâhiye uymaktır. O’nu daima gündemde tutmak, emir ve yasaklar çerçevesinde, haddi aşmadan gösterdiği Sırat-ı Müstakim’de yürümek, askerin parolasını unutmadığı gibi, Mevlasının güzel isimlerini hiç unutmamakla olur.

Tıpkı Efendimiz ﷺ gibi ağzı dualı olmak, mubah işlerinde bile Allah’ın yadını lisanı pakından düşürmemektir. O; yatarken, kalkarken, aynaya bakarken, elbisesini giyerken, çıkarırken, sefere giderken, birini yolcu ederken, hayatın her safhasında birbirinden güzel dualar hediye etmiş bizlere. Bu demek oluyor ki Efendimiz ﷺ ne işle meşgul olursa olsun Rabbini unutmamış, işlerine O’nunla başlayıp, O’nunla bitirmiş. “Beni anın” emrini en güzel şekilde yerine getirmiş. Rabbi de O’nu Kur’ân’da özel ismiyle ve güzel sıfatlarıyla, ismine, ömrüne yemin ederek anmış. Ona salat ettiğini bildirmiş ve bütün mü’minleri de salavata teşvik etmiş. O’nu ezanlarda, hutbelerde, namazlarda, iman şehadetinde anmış. Adını adıyla, arşın sütunlarına nakşetmiş. O’na tabi olanı seveceğini, affa mazhar kılacağını vaad etmiştir. Çünkü seven sevdiğini çok anar. Anmaktan bitimsiz zevk duyar.
 

''Şükredin, nankörlük etmeyin. / وَاشْكُرُوا لِي وَلَا تَكْفُرُونِ''

Hadde, sayıya gelmeyen bitimsiz nimetler bahş eden yüce Rabbimiz bu güzel nimetlerin teminatı, tetmimi, devamı için şükretmemizi, elden gitmemesi için de nankörlük etmememizi emir buyuruyor.

Zikir kelimesinin manalarından biri de; şükür olmakla beraber, tekrar şükrün zikri tekit ve teyit için gelmiş. Görevin önemini kavrayalım, balı yağa katar gibi zikre şükür katalım.

Şükür, kalpte minnet, güven duygularını geliştirir, muhabbet tohumunu canlandırır. Rabbinden razı eder. Rabbinden razı olan kendiyle barışık olur. Kendiyle barışık olan âlemle barışık olur, gönlü hoş olur. Derunundaki bu güzellik çehresine yansır, güler yüzlü olur, lisanına yansır, tatlı dilli olur. Çevresine güven verir, sever, sevilir. Allah’a şakir, kullara müteşekkir olduğundan nimetleri artar. İki cihanda mesut, bahtiyar olur.

Allahu Teâlâ, âyette biz kullarını iki şeyle mükellef tutmuştur: Birisi zikir, diğeri şükürdür.

Zikir dille, kalble veya bedenle olur.

Dil ile zikir, Allahu Teâlâ’yı en güzel isimleriyle anmak, hamd etmek, tesbih ve tenzih etmek, Kitab’ını okumak ve dua etmektir.

Kalb ile zikir, gönülden anmaktır ki, üç çeşittir:

   1- Allah’ın varlığını gösteren delilleri düşünmek, şüpheleri atarak Allah’ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmektir.

   2- Allah’ın hükümlerini, kulluk vazifelerimizi, emir ve yasakları, Allah’ın vaadini, tehdidini düşünmektir.

   3- Maddi-manevi varlıkları, bunlardaki yaratılış sırlarını düşünmekle zerrenin kutsal âleme bir ayna olduğunu görmektir. Bu aynaya gereği gibi bakanlara, o âlemin nurları yansır. Bu müşahede zevkinin bir göz kırpacak kadar süren parıltısı bile dünyalara değer. Bu zikir makamının hiç sonu yoktur. Bu noktada insan kendinden ve dünyadan geçer, bütün hisleri Hakk’a bağlanır. Efendimiz ﷺ: ‘Benim Allah ile bir vaktim vardır ki o vakitte bana ne mukarreb bir melek ne de bir peygamber hiçbiri yanaşamaz’ buyurmuştur.

Bedenle zikir: Azaların görevli bulundukları vazife ile meşgul olması, yasaklanan şeylerden uzak olmasıdır.

Şükür de bu mertebelerden her biriyle yerine getirilir. Ancak bunların şükür olması için, şükreden kimsenin nimeti hissetmesi ve bunları o nimete karşılık olarak yapması şarttır. Zikir ise, nimete bağlı olmaksızın muhabbetin, aşkın eseridir.

Burada şükrün, zikre atıfla bağlanması, ‘atfü’l-hâs ale’l-âmme’ özel bir şeyi daha genel olana bağlamaktır. Fakat her ikisi de nimetten sonra söylendiğinden tefsir atfı olmuştur.

Her ilerleme adımında zikir başlangıç, şükür bir sonuçtur. Bunlar daima peşi peşine birbirlerini takip ederler.

''Beni zikredin ki; Ben de sizi zikredeyim''

‘Beni anın’ emri, ‘Beni, taâtımı yerine getirerek anın’ manasındadır. Allahu Teâlâ, bütün taâtlar bunun içine girsin diye böyle mücmel bırakmıştır.

Zikir, Allahu Teâlâ’nın zatına taalluk etmez. Bu nedenle ‘Beni zikredin’ demek, azametimi, sıfatlarımı, senamı zikredin, demektir.

‘Ben de sizi zikredeyim’ buyruğunun manası; Allah’ın mükâfat vermesi, medhü sena etmesi, rızâsını bildirmesi, lütufta bulunması, ikramlarını yağdırması, hayır kapılarını açması, saadete eriştirmesi ve bir makam vermesidir.

Ayrıca şu anlama da gelir: Sizi zikredeyim yani yeryüzünde ve Mele-i âla’da, insanların sizden razı olduğumu ve üstünlüğünüzü anlamalarını sağlayacak bir bilgi yaratayım.

Zikir; geçmişte unutulmuş bir şeyi idrak etmek, hatırlamak ve dile getirmektir. Allahu Teâlâ mecaz yoluyla da olsa unutup hatırlamaktan münezzehtir. Burada ‘أذْكُرْكُمْ / Anayım sizi’ buyurması, kulun anmasına yakın olduğu içindir. (Müşakale)

Allahu Teâlâ, bu zikir çeşitlerinden hangisiyle zikredilirse, O da ona layık bir şekilde kendisini zikredeni, zikredip anacaktır.

Bu ifade, yüzden fazla müfessirin açıklamasından derlenen, şu anlamlara gelir:

‣ Beni itaatla zikredin, ben de sizi rahmetimle, sevabımla zikredeyim.

‣ Beni dua ile zikredin, ben de sizi duanızı kabul ile atâ ve ihsanla zikredeyim. “Bana dua ediniz ki, duanızı kabul edeyim.” (Ğâfir, 60).

‣ Beni övgü ve itaatla zikredin, ben de sizi övgü ve nimetle zikredeyim.

‣ Beni dünyada zikredin, ben de sizi ahirette zikredeyim.

‣ Beni gizli yerlerde zikredin, ben de sizi açık sahralarda zikredeyim.

‣ Beni refahınız, rahatınız zamanında zikredin, ben de sizi bela ve musibete uğradığınız zaman zikredeyim.

‣ Beni ibadetle zikredin, ben de sizi yardımla, mağfiretle zikredeyim.

‣ Beni, benim yolumda cihadla zikredin, ben de sizi hidâyetimle zikredeyim.

‣ Beni doğruluk ve samimiyetle zikredin, ben de sizi kurtuluş ve size tahsis ettiğim şeyleri artırmakla zikredeyim.

‣ Beni önceden ilâhlığımı kabul ile zikredin, ben de sizi sonunda rahmet ve kulluğa kabul ile zikredeyim.

‣ Beni şükürle zikredin, ben de sizi nimeti arttırmakla zikredeyim.

‣ Siz beni yeryüzünde zikredin, ben sizi yer altında zikredeyim.

‣ Tevhid ve imanla zikredin, ben de sizi cennet ve derecelerle zikredeyim.

‣ Beni teslim ve tefviz ile zikredin, ben de sizi ıslah ve ihtiyar ile zikredeyim.

‣ Beni şevkle, muhabbetle zikredin ben de sizi vusûl ve yakınlıkla zikredeyim.

‣ Beni yönelen bir kalple zikredin, ben de sizi afvu mağfiretle zikredeyim.

‣ Beni sual ile zikredin, ben de sizi bağış ile zikredeyim.

‣ Beni gafletsiz zikredin, ben de sizi mühletsiz zikredeyim.

‣ Siz beni nedametle zikredin, ben sizi kerem ile zikredeyim.

‣ Siz beni mazeretle zikredin, ben sizi mağfiretle zikredeyim.

‣ Siz beni iradeyle zikredin ben sizi ifadeyle zikredeyim.

‣ Siz beni mahviyetle zikredin ben sizi faziletle zikredeyim.

‣ Siz beni ihlasla zikredin ben sizi kalbinizle zikredeyim.

‣ Beni iftikarla zikredin ben de sizi iktidarla zikredeyim.

‣ Beni yokluk ve istiğfarla zikredin ben de sizi mağfiret ve rahmetimle zikredeyim.

‣ Beni İslâm ile zikredin ben de sizi ikramlarla zikredeyim.

‣ Beni kalbinizle zikredin ben de sizi taaccübü kaldırmak ile zikredeyim.

‣ Siz beni fani zikirle zikredin ben de sizi baki zikirle zikredeyim.

‣ Siz beni yalvararak zikredin ben sizi efdal ile zikredeyim.

‣ Siz beni yönelerek zikredin ben de sizi bağış ve afla zikredeyim.

‣ Siz beni itirafla zikredin ben de sizi günahınızı silmekle zikredeyim. ‣ Siz beni sırrın safasıyla zikredin, ben sizi halis iyiliklerle zikredeyim. ‣ Siz beni sıdkla zikredin ben sizi rıfk ile zikredeyim.

‣ Siz beni saf olarak zikredin ben sizi af ile zikredeyim.

‣ Siz beni tazimle zikredin ben sizi ikramla zikredeyim.

‣ Siz beni tekbirle zikredin ben sizi tathirle zikredeyim.

‣ Siz beni hamd ve temcid ile zikredin ben sizi mezidle zikredeyim. ‣ Siz beni münacatla zikredin ben sizi necatla zikredeyim.

‣ Siz beni cefayı terk ile zikredin ben sizi vefayı muhafaza ile zikredeyim.

‣ Siz beni hatayı terk ile zikredin ben sizi hıfzımla zikredeyim.

‣ Siz beni cehdu gayretle zikredin ben sizi nimeti tamamlamakla zikredeyim.

‣ Siz nerede olursanız beni zikredin ben nerede isem sizi zikredeyim.

‣ Siz beni devamlı bana meyletmek ve sadık, tam bir teveccühle anın ki ben de sizi Rahmani nefha ve ruhani esintilerimle zikredeyim.

Allah’ın kulu zikretmesi gerçekleşince kul tamamen o nurda erir, gider.

Kulluğun başı zikir, sonu ise şükürdür. Zikir, mârifet ve bilgi ile; şükür de nimet ile mütenasiptir. Halbuki Allah’ın mahiyetini hakkıyla bilmek, bu fani âlemde kullar için mümkün değildir. ‘Seni gerçek mahiyetinle bilip tanıyamadık.’

Allah’ın nimetleri de sonsuzdur. Mesela sadece her bir nefeste iki şükür vâciptir. Bu durumda şükrü hakkıyla eda etmek de mümkün değildir. ‘Sana layık olduğun şekilde kulluk yapamadık.’

Demek ki bu ilâhî hitap karşısında ilk duyulan şey acizlik ve yaratıcının kudretine teslim olma arzusudur. İman ve İslâm’ın başı bu anlayıştır. En güzel zikir de ‘Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur’ kelime-i tevhididir.

Bu teslimiyetin gereği de, bu acizlik içinde kulluğunu en güzel şekilde yerine getirmek için yalnız Allah’tan yardım dileyip en iyi şekilde gayret sarf etmektir. İşte bu, şükrün kendisidir.

Şu halde her mü’min: ‘Beni zikrediniz!’ emri karşısında acizliğini hissedip “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz” (Fâtiha, 4) diyerek yardım isteyecektir. Bunun için bu âyetin ardından ‘Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin’ buyurulmuştur.


Zikir

Zikir anmak, hatırlamak, uyarmak, öğüt, şan, şeref... anlamlarına gelir. Kur’ân’ın ve Tevrat’ın da adıdır. Zikir asıl itibariyle anılana karşı kalbin dikkatli ve uyanık bulunmasıdır. Dil ile anmaya zikir denmesi, kalbi zikre delalet ettiği içindir. Ancak dil ile söyleme hakkında daha çok kullanıldığından artık ‘zikir’ denince akla lisani zikir gelir.

Namaz, oruç, hac gibi ibâdetlerin temel taşı Allah’ı zikirdir. Allah’ı anmak en büyük ibâdettir. (Ankebut, 45)

Allah’ın kulu anması, kulun Allah’ı anmasından büyüktür. Bir kudsî hadiste: ‘Kulum Beni zikrettiği zaman Beni nasıl sanıyorsa Ben öyleyim, onunla beraberim. Kulum Beni kendi içinde zikrederse Ben de onu kendi nefsimde zikrederim. Beni cemaat içerisinde zikrederse Ben de onu daha hayırlı bir cemaat içerisinde zikrederim. Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim’ buyurulmuştur.

Ancak Allah’ın, kulu anması için kulun Allah’a yönelmesi, O’nu anması gerekir.
 

    Tabduk Emre, bir gün müridlerine ‘Bugün hepiniz dağa çıkınız ve
    bana çiçeklerden bir demet getiriniz. En güzel demeti hazırlayana
    bir hediyem olacak’ der. Dervişlerin hepsi kırlara çıkarlar. Demet
    demet çiçekler toplayıp şeyhlerinin yanına gelirler. Yunus, en sona
    kalmıştır ve elinde sadece tek bir papatya vardır. Şeyhi, bunun se-
    bebini sorduğunda Yunus şöyle der:

    - Şeyhim, her yeri dolaştım. Hangi çiçeğe varsam Allah’ı zikreder
    buldum. Hiç birini koparamadım. Biraz sonra bir papatya bana ses-
    lendi. ‘Gel derviş Yunus, benim kellemi kopar. Zira ben bugün Allah’ı
    zikirden gafil oldum. Ölmek bana haktır.’ İşte ben de onu getirdim.
 

''Bana şükredin.''

‘İhsanımı ve yanınızdaki nimetleri inkar etmeyin. Nankörlük yapmayın.’

‘شَكَرَ’ fiili لِ harfi ceri ile ‘Onun için teşekkür etti’ manasına gelir. Kendisinin bir ihsan, iyilik ve nimetine itibar edilip sena için yapılan bir şükürdür. Ama yalnız ‘شَكَرَهُ’ şeklinde harfi cersiz gelirse ‘Ona teşekkür etti’ demek olur. Yani fiillerine, ihsan ve nimetlerine iltifat edilmeden, bizzat zatına yapılan bir şükürdür. Bu nedenle ‘شَكَرَ لهَُ / Onun için şükretti’ cümlesinden daha beliğdir.

Allahu Teâlâ kullarının kendisini ve nimetlerini idrak etmekte kusurlarını bildiği için; burada ‘وَاشْكُرُوا لِي / Ve benim için şükredin’ buyurdu. ‘وَاشْكُرُوا ني / bana şükredin’ buyurmadı.
 

Şükür

Şükür sözlükte; karşılığını vermek, devenin memesinin sütle dolması, ağacın küçük filizler sürmesi, bulutun dolu olması, cimriliği bırakıp cömert olmak, yağmurun şiddetlenmesi, rüzgarın yağmuru getirmesi, minnettar olmak, müteşekkir olmak, hamd etmek, tebcil etmek ve büyütmek... anlamlarına gelir.

Şükür iki nevidir: Mün’im’e şükür, nimete şükür.

Nimete şükür de iki nevidir:

Zahir nimet, bedeni sıhhat, hislerin selameti, maldır. Bunun şükrü her birini münasip şekilde taâta kullanıp masiyete kullanmamaktır.

Batınî nimet, “Allah’ın, göklerde ve yerdeki (nice varlık ve imkânları) sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi? Yine de, insanlar içinde, -bilgisi, rehberi ve aydınlatıcı bir kitabı yokken- Allah hakkında tartışan kimseler vardır” (Lokman, 20) âyetinde işaret edilen, kalplere gelen varidattır. Onun şükrü, murakabeye devamı muhafaza etmektir.

Mün’im’e şükür: Nimeti vereni görmek ve Mün’im’e kulluğa muvaffak olmayı da O’ndan bilmek, varlığını O’nun varlığına bezletmek, O’nun varlığını sena etmek ve ziyadeyi talebi terk etmektir. Zira O’nun has kullarına lütfu sonsuzdur. “Allah’ın nimetini saymak isteseniz sayamazsınız.” (Nahl, 18)
 

''Bana nankörlük etmeyin.''

Nankörlük ve inkar, küfür kavramı ile ifade edilir, bunlar birbirine yakın iki kötü davranıştır. Nankörlük inkarın bir alt basamağıdır. Nankörlük ve inkarın psikolojisi aynıdır.

Âyet-i kerimede yer alan üç ana konu, nankörlüğü neyin önleyeceğini gösterir: Allah’ı anan (Allah’ı gündemde tutan, kanunu ilâhiye ayak uyduran) ve O’na şükreden, nankör olmaz.

Âyette ilk olarak Allah’ı anma, ikinci olarak da O’na şükretme emredilmiştir. Bu iki olumlu emrin sonunda ‘Bana nankörlük etmeyin’ nehyinin gelmesi işari olarak şunu gösterir: Bir günah, ancak olumlu iki davranışla ortadan kaldırılabilir. Kötülükle ancak onun iki katı iyilik yapılarak mücadele edilebilir.

Olumlu davranışlar olmadan, olumsuzlar kovulamaz. Vücudun hastalanmaması için aşı yapılması gerektiği gibi, insanın nankör olmaması için de zikir, şükür ve fikir aşıları yapılmalıdır. Bunlarla kulun bağışıklık sistemi nankörlük hastalığına karşı canlı kalır.

Eğer sadece ‘Bana şükredin’ denseydi, bir kere şükreden veya tek bir nimete şükreden kişi, şükrü yerine getirdiğini düşünürdü. Eğer sadece ‘Bana nankörlük etmeyin’ buyursaydı, o zaman da sadece kötü fiilden nehyedildiğini, güzel amellere teşvik etmediğini anlardı. Allah bu yanlış tevehhümü izale etmek için, ikisini bir araya topladı. ‘Bana nankörlük etmeyin’ emri ile şükrü terk etmenin nankörlük olduğunu tembih etti.

Âyet-i kerimede ‘وَلاَ تَكْفُرُونِ / Ve bana nankörlük etmeyin’ şeklinde harfi cersiz geldi. وَلاَ تَكْفُرُو لِي / Ve benim için nankörlük etmeyin’ buyurulmadı. Çünkü Allah’ı inkar etmek için kullanılan ‘كَفرَ’ fiiliyle nankörlük etmek nehyedildi.

Bunun sebebi, nankörlüğün yanında Allahu Teâlâ’yı inkar etmenin büyük bir kabahat olduğunu tembih içindir. Çünkü küfranı nimet, bazen kişiden giderilir, ama Allah ı inkar etmek böyle değildir.

Bu âyet aynı zamanda muhabbeti emreder. Çünkü şükür, zikir kabilindendir. ‘Bana nankörlük etmeyin’ cümlesi de nankörlüğü nehyederken aslında şükrü emretmektedir. Şükür de zikir olduğundan neticede burada zikir emri üç kere tekrarlanmıştır. Üç sayısı ise çokluğun ilk basamağıdır, çok zikirle emretmek de muhabbeti emretmektir. Nitekim Hz. Aişe şöyle demiştir: ‘Kişi bir şeyi çok severse onu çok anar.’ Yani ‘Siz beni anın, ben de sizi anayım’ ifadesi ‘Siz beni sevin ben de sizi seveyim’ demektir.

‘Şükrün mahalli kalptir; Allah’ın emirlerini yasaklarını, hükümlerine, takdirine gönülden razı olmaktır.’

‘Şükrün mikyası dörttür.

   1- Nimeti verenin kadrü kıymetini bilmek

   2- Verilen nimeti O’nun yolunda kullanmak

   3- Verilen nimetle yetinip kanaat etmek

   4- Verilen nimeti paylaşmak.’

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

فاَذْكُرُونِي Burada kulun Allah’ı zikri Allah’ın kulunu zikri neticesidir. Bu da iki vecihtir:

Hakk’ın kuluna ‘Beni anın’ kavliyle hitabı envar vücuda gelmeden ezeli kelamı ile onları anmasıdır. Hakikatte hitap ilm-i kadiminde zikredenleredir. Şu an zikredenler o hitabın muhataplarıdır, gafiller değil. Onların zikri, ezelde Allah’ın onları zikrinin neticesidir.

Allah ‘Beni anın’ kavlinde zikri fa-i takiple emretti. Bunda takdim tehir sanatı var.

‘Ben sizi zikrediyorum, siz de beni zikredin.’ Maide, 119’da ‘Allah onlardan razıdır. Onlar da Allah’tan razıdır’ buyrulduğu gibi. Zira kulların ondan razı olması, O’nun razı olmasının neticesidir. Maide 54’te ‘O onları sever, onlar da O’nu severler’ buyrulduğu gibi.

Zakirin de, zikrin de mertebeleri vardır: Lisanın zikri, erkanın zikri, zikrin nefs, zikru’l kalp, zikri ruh, zikri sır.

Zikri lisan: Kendi ihtiyarı ile ‘Sizi zikredeyim’ kavlini ikrar etmektir.

Zikri erkan: ‘Sizi zikredeyim’ kavlinin taâtını kerem ile istimal etmektir.

Zikru’n nefs: Emir ve nehiylere teslimiyet iledir. Nitekim Allahu Teâlâ ‘Beni teslim ile zikredin. Ben de sizi İslâm nuru ile zikredeyim’ buyurmuştur.

Zikri kalp: Ahlâk-ı zemimeyi değiştirip, kerim ahlâk hasıl edinmektir. ‘Beni ahlâk ile zikredin, ben de sizi istiğrakla zikredeyim.’

Ruhun zikri: Tefrit ve muhabbetle beni zikredin ben de sizi tevhid ve kurbetle zikredeyim.

Sırrın zikri: Varlıktan geçip fani olarak beni zikredin. Ben de şuhud ve bekaya nail ederek zikredeyim.

Kudsi Hadiste; ‘Beni nefsinde zikrederse ben de onu zatımda zikrederim’ buyurdu. Bu, zikr-i hakikidir. Zakiri mezkur kılar, mezkuru da zakir. Bilakis zakir-mezkur bir olur.

“Mülk bugün kimindir? Bir ve Kahhar olan Allah’ındır.” (Mü’min, 16) Şöyle demişlerdir:

Kelebek gibi nefsini şamdanın ziyasına tebdil eder. Şamdanın ateşiyle şulelenir. Şamdanla kelebek arasını temyiz edemezsin. Şamdanı talep etsen kelebeği, kelebeği talep etsen şamdanı bulursun. Bu kelebekle şamdanın hali şu kudsi hadisin tahakkukudur: “Kul bana nafilelerle yaklaşırsa onu severim. Sevdiğim zaman onun gözü, kulağı, lisanı, eli olurum. Benimle duyar, benimle görür, benimle konuşur, benimle tutar.” Zakiri zikirle mükâfatlandırmak bu ümmete mahsus fazilettir.

Şükrün edası Hz. Davut gibi olur. ‘İlâhi sana nasıl şükredeyim. Benim şükrüm de senin indinde bir nimettir’ deyince Cenâb-ı Hakk vahyedip ‘Şimdi nimetime şükrettin’ buyurdu.

 

Belagat

• Bu âyet-i kerime, 151. âyetten tefridir. Zikir ve şükür emri, anlatılan bu nimetlere ف ile atfedilmiştir. Yani, ‘Size bu nimetleri verdim ve Ben size zikrimi emrediyorum.’

• Zikir, hakikat manasıyla Allah ﷻ için muhaldir. ‘فاَذْكُرُونِي أذْكُرْكُمْ’ kavlinde ‘ذَكَرَ’ iki vecih üzeredir:

1- فاَذْكُرُونِي Zikir Allah’ın ﷻ zatına taalluk etmez. Takdiri: ‘Azametimi, sıfatlarımı, senamı, emir ve nehyleri veya nimetlerimi, hamde layık fiillerimi zikredin’ demektir. Bu, dal bil iktizanın takdiriyledir. Fiilin mefulleri hazfolmuştur.

2- أذْكُرْكُم mecazdır. Yani size dünyada nimet, nusret ve inayeti artırarak, ahirette sevap ve dereceleri yükselterek, kendisinden gafil olunmayan kimsenin muamelesiyle muamele edeyim.

Veya mele-i alada, insanların bilmediği şeyleri yaratırım, yeryüzünde ise sizi üstün kılar ve sizden razı olurum.

•Zikir; geçmişte unutulmuş bir şeyi idrak etmek, hatırlamak ve dile getirmektir. Allahu Teâlâ mecaz yoluyla da olsa unutup hatırlamaktan münezzehtir. Burada ‘أذْكُرْكُم / Anayım sizi’ buyurması, kulun anmasına yakın olduğu içindir. (Müşakale)

• شَكَرَ ’nin ‘lam’ ile tadiyeti daha fasihtir. Bu lam ‘Lam-ı tebliğ’ ve ‘Lam-ı tebyin’ diye isimlendirilir.

•  وَلَا تَكْفُرُونِ Küfranı nimetten nehiydir. Küfrün mertebeleri vardır: En kötüsü nimeti açıkça inkar etmektir. Ondan sonra onu gizlemek gelir. Ondan sonra gafletle nimete şükretmemek gelir. Bu mertebelerin en aşağısıdır. Kasıtsız olarak yapılan da, küfranı nimette bulunmaktan tarizdir.

Bakara Sûresi 153. Ayet

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلَاةِ ۚ إِنَّ اللَّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ

153- Ey iman edenler sabır ve namaz ile yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir.



Rabbimiz önceki âyette en mümtaz nimetlerini saydıktan sonra bizi zikre, şükre davet edip nankör olmamamızı tembih etti. Bu âyette de bu ilâhi buyruğu yerine getirebilmek için gereken donanımı bize bildiriyor.

Zikretmek için sevgi, sevgi için mârifetullah, şükretmek için rızâ, tevekkül, nankör olmamak için Mün’im’in ve nimetin kadr-u kıymetini bilmek gerek. Bütün bunlar için yoğun bir çabanın ve ilâhi yardımın imdada yetişmesi lazım gelir. İşte Rabbimiz bizi buna davet ediyor.

İnsanın doğasında acelecilik eğilimi vardır. Sabrı eğitimle öğrenir, ya da yaşadıkları onu sabrı öğrenmeye mecbur eder. Daha çocuk yaşta sabır eğitimi verilmesi onun dürüst olmasına da vesile olacaktır. Sabır bütün güzel ahlâkların temelidir.

Sabrı; ‘Değiştirilemeyecek olanı kabullenmektir’ diye tarif etmişlerdir. Sabrın yıpranmaması için ona ümit duygusu eklemelidir. Sabretmeyen kimseler genellikle ümitsizliğe, karamsarlığa yatkındır. İşte âyette ‘Sabır ve namazla yardım isteyin’ buyrulması, engelleri aşıp menzile ulaşmakta mü’mine en büyük yardımcıdır. Efendimiz ﷺ ‘Anlayamıyorum’ diye yakınan sahabesine, ‘Elinden yardım iste (yaz)’ buyurmuştur.

Âyetin ilk cümlesi fiili dua, ikinci cümlesi kavli duadır. Önce tarlayı hazır hale getirip tohum atmak, sonra da çıkması için el açıp dua etmek gibi.

İmanın iki yarısı olan sabır ve şükür, iki cihan saadetinin anahtarıdır. Hayata baktığımızda zirve insanların başarısının gayret, tevekkül ve ümitle olduğunu görüyoruz. Hangi sahada olursa olsun çalışan, sabreden büyük ölçüde idealine ulaşıyor, muradına eriyor.

Anlatıldığına göre iki kurbağa bir süt kabına düşerler. Biri çıkmaktan ümidini kesip kendini ölüme terk ederken diğeri kurtulma ümidiyle zıplıyor, zıplıyor bir de bakıyor ki sütün içinde bir topak yağ oluşmuş. Üstüne basıp süt kabından çıkmayı başarıyor.

Âyette buyrulduğu gibi, “حَبْلٍ مِنَ اللهِّٰ وَحَبْلٍ مِنَ الناَّسِ ” (Âl-i İmran, 112)

İpin bir ucu bizim elimizde, diğer ucu Mevlamızda. Biz sabır, gayret, ümit ve dua ile kader ipinin bir ucundan yapışırsak Kerim olan Allah ﷻ dualara icabet, gayretlere ödül olsun diye, diğer ucundan tutacaktır. “Allah’ın ipine sımsıkı yapışın” (Âl-i İmran, 103) âyeti tecelli edecektir.

Çünkü eğitilmemiş bir nefse zikir de, şükür de zor gelir. Nefis mazeret gölgesinde, gaflet siperi altında yan gelip yatmayı, tembelliği sever. Sabra kendini zorlamaz ki; şükür, zikir ehli olsun. Efendimiz ﷺ bu gerçeği ‘Allahım bana sabır ehlinin şükrünü nasip eyle’ duasıyla tarif etmiştir.

İnsan bir şeyi elde etmek için ne kadar yorulur, ne kadar tahammül ederse o şeyin kıymetini o kadar bilir. Bir sanatkârın günlerce uğraşıp ortaya çıkardığı muhteşem eseri çöpe atması ne mümkün?

Cenâb-ı Hakk sabrın kıymetini anlatırken “Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir” buyuruyor. Yüce Allah biriyle beraber olursa o kişinin sırtı yere gelir mi? O daima koruyan, kollayan, ihsan eden Kerim Rabbinin himayesinde, O’na dayanmış, O’na güvenmiş bir bahtiyardır.
 

''Sabır ve namazla yardım isteyin.''

Allahu Teâlâ, ibâdetleri yerine getirmede destekleyici olduğu için, sabır ve namazı yardım isteme vesilesi yapmıştır. Bu âyet mü’minlerin taâtlerine hastır. Manası: Allah’a taât, sabırlı olmak, bütün emirlerine teslimiyet ve namazla yardım isteyin ki duanıza icabet etsin. Hacetlerinizi yerine getirsin.

Sabretmek, namazdan önce zikredildi. Çünkü kalbi kötü düşüncelerden temizlemek, namaza başlayıp kalbi süslemeden önce gelir, sabır işidir. Bundan dolayı kelime-i tevhidde ‘La ilâhe illallah’ derken önce nefiy kelimesi geldi.

İbadet çeşitlerinden yalnız namazı zikretti;

‣ Çünkü hitap bütün mü’minleredir. Bütün mü’minlerin üzerinde ortak olduğu farz, günahları işlememeye sabretmek, kendini tutmak ve namaz kılmaktır (Tağlib). Zekat, dinen zengin sayılan kişilere farzdır. Hac, nisaba malik olmakla beraber gücü yetenlere farzdır. Oruç ise zaten sabrın içine dahildir.

‣ Çünkü namazda Allah’ın kitabı okunur, dünya zevkleri terk edilir, âhiret ve cennet nimetleri hatırlanır.

Bu âyetteki ‘الصَّبْر’ kelimesinin ‘elif lâmı’ ahd-i hâricî ise oruç veya cihadda sebat kastedilmiştir. Fakat cins içinse, oruç ve cihad ile beraber diğer sabır çeşitlerini de içine alır. İmandan sonra sabır, ilâhî yardımın ilk celbedilme yoludur.

Namazlarda yardım istemek; sevap yardımı ve namazda okunanlarla yardım ki o da taâtin fazlını bilmek, emirlere imtisale yardım istemektir. Namazın tam huşu, inkıyad ve ihlâs ile yapılması, kişinin bütün kalbini namaza ve okuduğu âyetlere vermesi, vaadi ve vaidi; tergibi ve terhibi tefekkür etmesi gerekir. Namazda bu yolu tutan, diğer ibâdetlerin zorluğuna katlanma hususunda nefsini hazır hale getirmiştir. Rabbimiz, “Şüphesiz namaz her türlü çirkinlik ve kötülükten (insanı) alıkoyar” (Ankebut, 45) buyurmuştur. Bundan ötürü, hayırlı kimseler, başlarına musibet geldiğinde namaza sığınmışlardır. Peygamberimiz ﷺ güç bir işle karşılaştığında, bazı mühim işlerin keşfini talepte namaza koşardı.

Eğer sıkıntılar yoğunlaşır, süre uzar, ortada yardımcı güç bulunmazsa, sabır zayıflayıp tükenebilir. Bundan dolayı, yüce Allah burada namaz ile sabrı yan yana getirmiştir. Çünkü namaz, kurumaz bir kaynak, bitmez bir azıktır. O, güç kaynaklarını yeniler ve kalbe enerji yükler. Onun sayesinde sabır ipi uzar ve kopmaz bir sağlamlık kazanır. Sonra da sabra hoşnutluk, şevk, gönül huzuru, güven duygusu ve azim ekler.

İslâm, bir ibadet sistemidir. İbadetlerde pek çok sırlar saklıdır. İbadetin sırlarından biri; ruhun ve kalbin cilâsı oluşudur. Ne zaman ağır bir yükümlülük ile karşı karşıya gelsek namaz, bu yükümlülüğü tatlılıkla, neşe ile ve kolaylıkla karşılamamızı sağlayan bir kalp anahtarıdır.

Sabır; nefsi, Allah rızâsı için, hoşa gitmeyen şeylere zorlamaktır.

Güçlükleri sırtlanmaya ve sızlanmamaya alıştırdığı için mühimdir. Kim, nefsine ve kalbine böyle boyun eğdirirse, ona ibâdetleri yapmak, taâtların sıkıntılarına katlanmak ve yasaklardan kaçınmak kolay gelir.

Ölümlü, zayıf insanın, karşılaştığı zorluklar sınırlı gücünün kapasitesini aşınca en büyük güç kaynağı yüce Allah ile ilişki kurmalı, O’ndan yardım istemelidir. Ne zaman?

‣ Gizli-açık şer güçler ile karşı karşıya kalınca..

‣ İhtirasları ve arzuları arasında doğru yolda ilerlemenin sıkıntısı ağır bir baskıya dönüşünce...

‣ Azgınlıklara ve fesad girişimlerine karşı verdiği mücadelenin altında ezilmeye yüz tuttukça...

‣ Sınırlı ömrüne göre aşacağı yolun ve ulaşacağı hedefin uzakta olduğunu anladıktan sonra akşam vaktinin eşiğinde olmasına rağmen henüz hiçbir yere varamadığını fark edince...

‣ Kötülüğün yayılıp güçlendiğini, buna karşılık iyiliğin gitgide zayıfladığını görünce...

İşte böylesine zor durumlarda namazın değeri ortaya çıkar. Namaz; ölümlü insan ile yüce Allah arasındaki doğrudan ilişkidir... Namaz; tek başına kalmış bir damlacığın hiç kurumayan gür bir su kaynağı ile buluşma vaktidir... Namaz; yakıcı çöl sıcağında serin bir meltem, bir ilkbahar yağmuru, bir ağaç gölgesidir... Namaz; yorgun ve kırık kalplere yönelik şefkatli bir okşayıştır... Böyle olduğu içindir ki, Peygamberimiz sıkıntılı anlarında Hz. Bilâl’e; ‘Ey Bilâl, bize onun (namaz) aracılığı ile nefes aldır’ buyururdu.

Allah’ın, yüce amellere karşı azimetlerinin zayıflığını bildiği için Beni İsrail’e “Sabır ve namazla yardım isteyin, gerçi bu huşu sahipleri dışındakilere ağır bir iştir” (Bakara, 45) buyurması, Müslümanlara, diğer milletlere zorlaştırılan amellerin kolaylaştırıldığına, Allah’ın ﷻ onları müstesna kıldığı huşu sahipleri olduklarına imadır.

Kim şükrün edasına kıyam ile küfranı terk ederse ve şükürden aciz olduğuna inanırsa şükrün edasına sabırla yardım diler.


Namaz

Ruhun düzelmesinin, bedenin intizama girmesinin, sabır ve vakarın, ruhî ve bedenî her vazifenin, dünya ve ahiretle ilgili her olgunluğun düzenleyicisi, kişisel ve sosyal her özelliği içine alan, ümmet teşkilatının en birinci ve en esaslı belirtisi bulunan namaz, imanın en büyük güçlendiricisi, bütün ibadetlerin ve amellerin başıdır. Mü’minlerin miracı, âlemlerin Rabbine beden ve candan durumlarını arz etmek sûretiyle niyazları, zikir ve şükrü içine alan bir ibadet olduğu için, ilâhî yardımı en yakın celbetme yoludur.

Kıblenin taşıdığı önem de öncelikle bunun içindir. Namaz, sabır gibi sade bir vasıta değil, Allah’a kavuşmak için en büyük bir zevk gayesidir. Bu sayede tüm mâsivadan çıkılır, acılar, kederler silinir. Kul ile mabud buluşma meclisinde beraber olur.

Sabır bedene en zor gelen batıni amellerden, namaz bedene en ağır gelen zahiri amellerdendir.

Efendimiz ﷺ: ‘Namaz göz aydınlığım kılındı’ buyurmuş, en büyük zevk ve sevincin namazda hasıl olduğunu göstermiştir.

Gönülden gelen bir arzu ile hem bedenen, hem de ruhen kılınan bir namaz bedenimizi tanzim eder, organlarımızın faaliyetlerini normale çevirir; her iki dünyamızla ilgili görevlerimizi bize en uygun ve kısa yoldan öğretir. Sosyal hayatın derin manasını, ferdin cemiyetle olan ilişkisini gönüllere işler. Bütün ibâdetlere öncülük eder. Kul ile Allah arasındaki perdeleri kaldırır; kulu Allah ile konuşturur.

Kişiyle şirk arasında namazın terki vardır. Müslim

Kim emredildiği şekilde (mükemmel olarak) abdestini alır, emredildiği şekilde namazını kılarsa, önceden yapmış olduğu günahları affolur. Buhari, Müslim


Peygamber Efendimizin ﷺ namaz kılışı öylesine muhteşemdi ki, onu tasvir etmekten insanlar aciz kalırdı.
Namaz vakti girince öyle bir hâle girerdi ki, Hz. Aişe (r.anha) Validemiz, şöyle demekten kendini alamamıştır:
- Resûlullah ﷺ ile konuşurduk. O bize bir şeyler anlatır, biz de ona bir şeyler anlatırdık. Namaz vakti geldi mi,
Allah’ın kudret ve azametiyle meşgul olmaktan, sanki o bizi tanımaz, biz de onu tanımazdık. İbadetimiz bizi
kendi dünyamızdan alır götürür, uhrevî atmosfer içine girerdik.
Bir sahabe de, Resûlullah’ın namaz kılışını şöyle anlatır:
- Hz. Peygamber namaza başladığı zaman, çevresinde bulunanlar onun göğsünden, kaynayan buhar kazanının
fokurtularına benzeyen bir fokurtu işitirlerdi. O öyle bir namaz kılardı ki, görenler şaşırırdı. Namazda iken ayakta,
rükûda ve secdede o kadar uzun dururdu ki, sanki vefat etti sanırlar, heyecanlanırlardı. Bazen ayakta iken Fatiha’dan
sonra 47 sayfa olan Bakara Sûresi’ni okur, hatta peşinden Âl-i İmran ve Nisa sûrelerini de ekleyerek bunu 103 sayfaya
çıkardığı olurdu. Rükû ve secdede uzun uzun dualar eder, her gece ayağı şişinceye kadar namaz kılardı.
Çünkü, namaz kılmaktan başta ruhanî ve kalbî olmak üzere bütün duygularıyla zevk ve lezzet alır, büyük bir huzur duyardı.
Namazda hissettiklerini ifade etmek için ashabına şöyle derdi:
– Sizin yemek yemekten, su içmekten, muamele-i zevciyeden aldığınız lezzeti, ben namazdan alırım.

 

''Allah sabredenlerle beraberdir.''

‘Onlara yardım eder ve razı olur. Onlar Allah’ın dinini diğer dinler üzerine izhar ederler. Allah kiminle beraber olursa o galiptir.’

‘Allah sabredenler ile beraberdir; onları destekler, kendilerine direnme gücü verir, güçlerini arttırır, onlara yoldaş olur, koyuldukları yolda kendilerini yalnız bırakmaz, onları sınırlı enerjileri ve yetersiz güçleri ile baş başa bırakmaz’. Aksine, azıkları bitince kendilerine takviye azık gönderir, yolları uzayınca azimlerini yeniler.

‘Allah sabredenlerle beraberdir.’ Çünkü sabredenler, asla onun zikrinden gafil olmazlar. Ama sabırdan uzak olanların kalpleri, boş şeyler ile meşgul olup Allah’ı zikretmekten gafildir. Boş şeyler ile oyalanan bir kalp, bütün dünya kendisinin de olsa, yine de dünyanın keder, üzüntü ve tasaları ile doludur.

Sadece ‘مَعَ الصَّابِرِينَ / Sabırlılarla beraberdir’ denildi, ‘Namaz kılanlarla beraberdir’ denilmedi. Çünkü namaz, sabırdan daha şerefli bir iştir. Sabır bazen namazdan ayrılabilir ama namaz asla sabırdan ayrılmaz. Yani namaz aynı zamanda sabırdır, bunun için sabredenler zikredildi. Allah sabredenlerle beraber olduğu zaman namaz kılanlar ile de beraberdir.

Allahu Teâlâ, kullarına, kendine itaatte sabır ve namaz ile yardım istediklerinde, onların muvaffakiyetini, tevfikini ve lütuflarını artıracağını vaad etmiştir.

Sosyal ve ruhi problemlerden, nankörlük psikolojisinden kurtulmak için sabır ve niyaz şarttır.

‘Allah sabredenlerle beraberdir’ ifadesi, Âl-i İmran, 146’da şöyle geçmektedir: ‘Allah sabredenleri sever.’

Demek ki beraberlik, sevgi iledir. Allah’ın sevgisini kazanmak, beraberliğini kazanmaktır. Sevgi olmadan beraberlik olmaz.

O’nun en güzel isimlerinden biri de ‘Sabûr’ ism-i şerifidir. Her kimde sabır varsa onda Allah’ın kudretinden bir tecelli kokusu vardır. Hele bu sabırlı kimseler bir araya gelip bir cemaat olurlarsa her halde Allah’ın yardımına ererler. “Sizden yüz sabırlı olursa iki yüze galip gelir.” (Enfal, 65) Allah onların daima dostu ve velisidir. Bu beraberliği göstermeyen, gizleyen şey ise o sabırlı kimselerin dağınık bulunmalarıdır.

Yakınlık ve beraberlik ifade eden مَعَ kelimesi çoğunlukla kendisine tabi olunanın başına gelir. Buna göre; ‘Allah sabredenlerin beraberindedir’ buyurulmasında Allah’ın, kullarına şeref bahşetmesindeki yüceliği gösteren büyük bir incelik vardır.

Ebû’s Suud, bu inceliği şöyle açıklar: ‘Sabırlı olmaya gerçekten girişenler, sabırlı kimseler cemaatidir. Bu bakımdan bunlar, kendilerine uyulan kimseler olarak gösterilmiş oluyorlar.’

Mü’minin durumu takdiri şayandır, niye olmasın ki; onun her işi hayırdır ve bu da mü’minden başkası için müyesser değildir. O neşe ve sevinç ifade eden bir duruma mazhar olunca şükreder, bu onun için hayır olur; herhangi bir sıkıntıya maruz kaldığında sabreder, bu da yine onun için hayır olur. Müslim

Allah’tan kula yardım, rızkı kadar; sabır da, musibetin derecesine göre gelir.

İstediğin zaman, Allah’tan iste; yardım dilediğinde, Allah’tan yardım dile. Bil ki zafer, sabır iledir; ferahlık, sıkıntı iledir; kolaylık güçlük iledir. Ahmed ibn Hanbel

Kendisine, baş ağrısı veya ezâ eden bir diken veya benzeri bir şey isâbet eden bir mü’min yoktur ki, bu sebeple Allah onun derecesini artırmasın ve buna günahını keffâret kılmasın. Buhari
 

     Hz. Eyyûb ağır bir bedeni hastalığa müptela olduğunda,
     zevcesi Rahime Hâtun, geçimlerini temin için şehirdeki
     hanımlara iplik bükmekteydi. Bir ara efendisine:
     – Sen bir peygambersin! Allahu Teâlâ’dan sıhhat ve âfiyet
     istesen de bu dertleri senden alsa! deyince Eyyûb (a.s):
     – Sıhhat ve âfiyetle geçen günlerimiz ne kadardı? diye sordu.
     Rahime Hâtun:
     – Seksen yıl idi, dedi. Bunun üzerine Hz. Eyyûb:
     – Ey Rahime! Şiddet ve belâ zamanı sıhhat ve safâ süresi ka-
     dar olmadan Cenâb-ı Mevlâ’ya şikâyet etmekten hayâ ederim.
     Allahu Teâlâ, bizlere nimetler verirken râzı oluyoruz da,
     O’ndan gelen belâlara niçin sabretmeyelim? dedi.

 

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلَاةِ   Sabır kalp ameli, namaz beden amelidir. İkisi şükrü oluşturur. (Sebe, 13. âyetinde belirtildiği gibi, “Ey Davûd ailesi, şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır.”) Resûlullah’ın ﷺ hali de böyleydi. Kıyamda ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Kendisine ‘Allah senin geçmiş gelecek günahlarını bağışlamışken böyle amel ediyorsun’ denildiğinde ‘Ben şükreden bir kul olmayayım mı?’ buyurmuştur. Allah salat ve sabrı gerçek şükre tayin etmiştir.


Belagat

• Âyet-i kerime büyük, önemli bir haberi bildirdiğinden nida harfiyle başlamıştır. Muhataba korku verecek şeyin ansızın gelmesinden önce, nefisleri kabule alıştıracak ifadeyle başlaması, büyük haberlerin şanındandır.

• Kelama, ‘sabırla yardım dileyin’ diye başlaması, bunu büyük bir durumun ve şiddetli bir belanın takip edeceğini bildirir, cihada hazırlar. Beraat-ı istihlaldir. Bunun Bedir Gazvesi’ne hazırlık olması da uygundur.

‘Namaz ve sabırla yardım isteyin’, tevşidir. Yardım istemenin nasıl olacağını iki şeyle açıklamıştır.

Sabır ve namazla yardım isteyin, cümlesinde ‘ب’ harf-i cerinin beraberlik anlamı istiare-i tebaiyedir. Nasıl ki yardım kurumundan yardım alacak olan ihtiyaçlı kişi yanındaki evrakı ile gelir, aksi halde yardımı alamaz. Cenâb-ı Hakk’tan yardım istemeye çalışırken de, sabır ve namaz kartının yanımızda olması gerekir. Bu aynı zamanda kavli dua ile fiili duanın imtizacıdır.

• اِنَّ اللهَ مَعَ الصَّابِرِينَ cümlesi, emre imtisal edip, ona hazırlananın sabredenler gurubundan olacağını müjdeler. Talil manasında tezyildir.

Allah’ın ﷻ kuluyla beraber olması, istiaredir. Çünkü ‘مَعَ’ aslında mekan zarfıdır. Manevi yakınlık, maddi yakınlığa benzetilmiştir.

Müstearun Minh: Maddi yakınlık

Müstearun Leh: Manevi yakınlık

Cami: Yardım, sevgi, iletişim, şefkat, merhamet...

• Bu cümle aynı zamanda lazım-melzum alakasıyla mecazı mürseldir.

Lazım; yakındır, melzum; yakınlığın gereğini yapar.