58- Bir vakit: ‘Şu Kudüs şehrine girin, dilediğiniz yerde, dilediğiniz gibi bol bol yiyin, kapısından secde ederek girin ve ‘hıtta’ (affet) deyin ki, hatalarınızı affedelim; ihsan edenlere daha da arttıracağız’ demiştik.
Âyetten nimetlere şükrün secde ile, günahlara mağfiretin af talebi ile mümkün olduğunu anlıyoruz.
Nimetleri yerken hemen nimet vereni hatırlamak, bir günah işleyince hemen mülkün sahibinin kahrı galebesini düşünüp af dilemek muhsin sıfatıyla cem olmuş. Çünkü muhsin hadisi şerifte Allah’ı görür gibi kulluk, olarak tarif edilmişti.
İnsan hayatı boyunca ya şükür halinde, ya gaflet halindedir. Ne yazık ki, insanın gafleti, isyanı, nisyanı şükrüne galip olur.
İçinde bulunduğu nimetlerin sahibini hatırlarsa minnettar, tevâzu sahibi, kadirbilir, vefalı, itaatlı, saygılı, muhabbetli olur. (Mefhumu muhalifi)
Ama küfranı nimette bulunup nimetin zevk u sefasına dalar, nimeti veren münim-i hakikiyi unutursa, işler sarpa sarar.
Nimet putlaştırılmaya başlar. Canlılardan çok, cansızlara değer verilir. Şükür, teşekkür, minnet unutulur. Kibir, ucub, benlik, böbürlenme başlar. İnfak, yardım, paylaşma unutulur. Emânete riâyet edilmez. Hak sahiplerinin hakkı verilmez, zavallı, yoksul, kimsesizler, çaresizler gözetilmez.
Rabbi ona ihsan edip iyilik yaptığı halde, o ihsan edip ihtiyaçlıların yüzünü güldürmez. O zaman nimet artmak yerine eksilir. Fayda yerine zarar verir. Sevap yerine günah vesilesi olur. Yümn ü bereket kalkar. Zekatını vermeyip küstah küstah konuşan Karun gibi malıyla beraber batar gider.
Âyette nimetle secde arasında irtibat kurulmuş. Çünkü secde minnettarlık, tevâzu duyguları içinde alnını yere koyup teslimiyetini, inkıyadını bilfiil göstermektir. Şükür halini beyan etmektir.
Bu nedenle gün boyu istifade ettiğimiz hava, su, gıda, akıl, ilim gibi sayısız nimetlerin şükranesi olarak günde beş kere huzuru ilâhiye durup kıyam, rüku, secde ile teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Bu secdelere yoksulu yedirmek, yetimi korumak görevlerini de ilave etmezsek secdemiz de tam yerini bulmaz.
Âyette dikkatimizi çeken diğer bir konu da şu: Kendilerine ‘Hıtta-affet’ anlamına gelen bir istiğfar öğretilirken, Yahudi sözü çevirip ‘Hınta-buğday ver’ şekline sokuyor. Bu durum onların Allah’ın sözünü tahrif ettiklerini, bu konudaki menfur cesaretlerini göstermekle beraber, Allah’ın buyruğunu nasıl küçümseyip, alaya aldıklarını da ortaya koyuyor. ‘Allah ile mi, Allah’ın âyetleriyle mi alay ediyorsunuz’
O gün ne ise, bugün de öyle değil mi? Dini yaşamak, inanmak istemeyenler, İslami hükümlerle alay edip aleyhte konuşmuyorlar mı? Söyledikleri çirkin sözler imlaya gelmez, edebe sığmaz. Dini bir meseleyi inkar etmek, küçümsemek, alay etmek insanı iman sınırından dışarı çıkarır. Ebediyyul ebed azabı gerektirir.
Nefsine, hevasına, dünyasına, geçici dünya menfaatlerine mahcubiyetini yaşayıp asla inkar yoluna girmemelidir.
Bir ticaret kılmadım, nakd-i ömür oldu heba
Yola geldim, lakin göçmüş cümle kervan bîhaber
Ağlayıp nâlân edip düştüm yola tenha, garip
Dîde giryan, sîne büryan, akıl hayran bîhaber.
Mısır'dan kaçan Yahudiler, Tih sahrasında kırk yıl dolaştıktan sonra Yûşa (as) ile oradan çıkmış, Allah'ın izni ile Kudüs'e girmeleri müyesser olmuş idi.
Rivâyete göre, bu fi'lî ve kavlî isyanları sebebiyle gadabı ilâhîye uğrayarak tâunla cezalandırılırlar. Bir saatte yetmiş bin kadarı helâk olur.
Asam tefsirinde ‘hıtta’ Arapça olmayıp aynen söylenmesi gereken bir kelimedir denilmiş, diğer müfessirler ise bunun Arapça ‘hatt’ masdarının binâ-i nev'î (çeşit bildiren masdar) olduğunu söylemişlerdir.
Hatt, bir şeyi aşağıya almak ve sırttan yük indirmek demektir. ‘Hıtta’ da bir nevi indiriş demek olur ki, özel bir şekilde yükü yıkmak veya boyunlardaki vebali indirmek duâsını ifade eder. Umuma ait mecaz suretiyle birleştirilmesi de mümkündür. Yani oraya yerleşmek için kararınızı veriniz ve günahlarınıza istiğfar ediniz demek olur.
Aşere kırâetlerinin hepsinde ‘hıtta’ kelimesi merfû okunur. Yani kelime tekil anlamına değil, mahzuf (hazfedilmiş) bir mübtedanın haberi olarak ‘işimiz hıttadır’ takdirinde bir cümledir.
İncil'de ve eski din kitaplarında ‘hıtta’ kelimesinin Ramazan ayının ismi olarak zikredildiğini Kamus mütercimi Asım Efendi zikretmiştir. Fakat bu âyette bu şekilde bir tefsir veya te'vil nakledilmemiştir.
59- Fakat o zâlimler kendilerine söylenen o sözü başka bir sözle değiştirdiler. Biz de yaptıkları bu suçun karşılığı olmak üzere, gökten o zâlimlere azap indirdik.
Yüce Allah’ın verdiği aklı, mantığı, izanı, yorum gücünü, O’nun istediği, râzı olduğu biçimde kullanmamak, adaleti kötüye kullanmak zulüm olduğundan Cenâb-ı Hakk sözü değiştirip tevbe etmeye kibreden bu güruhtan iki kere zâlim unvanı ile bahsetmiş.
Fasıklıklarını da ilave ederek (zemmi tekit) gökten gelen semavi afatı hak kazandıklarını, kıyâmete dek gelmiş gelecek kimselere alemi ibret için ilan buyurmuş.
Padişahın buyruğunu derhal yerine getirmemek, yerine değiştirip çarpıtmak, hatta alaya almak tabii ki büyük cezayı gerektirir.
Hele bunların yaptıkları... Denizi kuru yol yapıp sizi Firavun ve ordusundan kurtararak onları aynı suda boğup her şeylerine sizi varis kılacak, sizi yıllarca özel imkanlarla bakıp besleyecek, sizi mukaddes şehre yerleştirmek için imkanları seferber edecek, siz emredilen secdeyi yapmayacak, ‘Bizi affet’ demeniz istenirken sözü değiştirip (hıtta yerine hınta şeklinde) bize buğday ver, deme küstahlığında bulunacaksınız. Bu kat kat zulüm, bu haddi aşış, bu fısk u fücur ilâhi gazabı çeker. Belaların yağmasına sebep olur.
✾ ✾ ✾
O zâlimler kapıdan girer girmez, dünya derdine düşerek Allah'ın emrini değiştirmeye ve bozmaya kalkıştılar. Bunun üzerine biz de sözü değiştiren zâlimlerin başlarına yukarıdan korkunç ve iğrenç bir azap indiriverdik, çünkü fısk içinde yüzüp gidiyorlardı, günah işliyor ve çığırdan çıkıyorlardı.
Bunu yapanlar ve bu azaba uğratılanların, bir güruh olduğu anlaşılıyor. Çünkü bütünü için ‘değiştirdiler’ buyurulmayıp, ‘O zulmedenler değiştirdiler’ buyurulmuştur ki, içlerinden bir kısmı demektir. Nitekim A'râf sûresinde (A'râf, 162) ‘ مِنْهُمْ ’ kaydı vardır ki, onlardan bir kısmı demektir. Rics, esasen ‘rics’ gibi tiksinilen pis ve murdar şey demek olup, bundan azap ve ukûbet mânâsına da kullanılmıştır. Tenvin tehvil (korkutmak) içindir. Fısku fücur işlemenin akıbeti işte böyle murdar azaplarla mahvolup gitmektir.
‘ فَبَدَّلَ الَّذٖينَ ظَلَمُوا ’ ism-i zahir, zamir yerine konulmuş ki, işin çirkinliği mübalağa edilsin.
60- Bir vakit Mûsâ kavmi için su istemişti. Biz de ‘Asanla taşa vur!’ demiştik. Vurunca o taştan on iki göze fışkırdı. Her soy (kabile) su alacağı kaynağı bildi. Biz de onlara Allah (cc)’ın size olan rızkından yiyin, için, bozgunculuk yaparak yeryüzünde taşkınlık yapmayın!’ dedik.
İsrâiloğulları Hz. Yakub’un oniki oğlu idi. Her biri ayrı kollara ayrılıp dallanıp budaklanmışlardı. Tefsirlerde altı yüz bin kişi oldukları bildirilmiş. Hz. Musa’nın mucizesi dikdörtgen bir taşa asasıyla vurunca her köşeden üç ayrı su fışkırdı. Her soya paylaştırıldı. Herkes nereden su alacağını öğrendi.
Bu bölüştürme gruplar arası tartışmayı kargaşayı önledi. Çünkü su taksimi adaletli yapılmıştı. Bu taş seyyardı, gittikleri yere götürürlerdi.
Bu mucize ibret alanlara birçok ders veriyor. Şöyle ki;
1- İnsanoğlunun bunca zulmüne, küstahlığına, nankörlüğüne, ukalalığına karşı kendilerine tayin buyrulan hayat süresince rızıkları kesilmeyip devam ediyor. Bu olay bile tek başına ‘Rahmetim gadabımı geçti’ kudsi hadisini tasdik ve isbat etmektedir.
2- Cenâb-ı Hakk’dan sevgili kulu Hz. Musa’yı aracı ederek su istemeleri ‘Allah’a ulaşmaya vesile arayın’(Maide, 35) âyetine telmih olduğu gibi, duânın icabetine vesile olduğunu gösteriyor.
3- Suyun on iki göze oluşu, taksim yapılmasını ve taksimin adil olmasını tâlim ediyor. Günümüzde su saatlerinin hanelere göre dağılımı bu gerçekten esinlenmiş olmalı. Elektrik, doğal gaz vs. hep bu üslup üzere hanelere bölünmüştür.
Yine miras taksiminde de evladın büyük küçük olması, sağlam sakat olması, sevimli sevimsiz olması, taksimi etkilemiyor. Allah’ın istediği, öğrettiği şekilde yapılıyor.
Bu durumda herkes kendine düşeni yapmalı ki kimse zulme uğramasın, zulmetmesin.
Elektiriği taksim eden kurumlar da işi iyi takip etmeli. Vermeyenlerin yükünü verenlere yüklememeli. Veremeyenlere yardımcı olup imkan sunmalı, hırsızların kullanmalarına fırsat tanınmamalı.
4- Cenâb-ı Hakk suyu altı yüz bine paylaştırdığı halde kargaşa çıkmayışı fadlından, rahmetinden, ilminden ve sonsuz kudretinden güzel bir örnek. Gökyüzünde binlerce yıldız kendilerine pay edilmiş. Yörüngelerinde aşmadan, taşmadan seyran etmeleri de bu ahengi hatırlatmıyor mu?
5- Bu âyetten neyi, nasıl, neye göre, ne zamanda taksim edileceğini bütün aleme ders olarak sunuyor.
Toplum buna göre yapılanmalı. Okullarda, devlet dairelerinde, iş yerlerinde, çarşılarda bu adalet, bu nezaket gözükmeli. Zengin fakir, güzel çirkin, köylü kentli ayrımı yapılmamalı. Birilerini göklere çıkarırken, diğerini yerin dibine indirmemeli. Birine ayda yirmi milyar verilirken diğeri asgari ücrete tâlim ettirilmemeli. Biri üçyüz milyarlık arabada hava atarken, öbürü yırtık ayakkabısını tamire para sıkıntısı çekmemeli. Birinin bir ay boyu yediğini, diğeri bir gecede tüketmemeli.
Bir kişiye dokuz pul,
Dokuz kişiye bir pul
Bu taksimi kurt yapmaz
Kuzulara şah olsa
Yaşasın kefenimin kefili karaborsa.
Bülbüllere emir var
Lisan öğren vakvaktan
Bahset tarih;
Balığın tırmandığı kavaktan. (N. Fazıl)
6- İnsanlar arası rabıtaları hiçbir sebeple koparmamalı.
Âyette su dağıtılırken bile her soya ayrı göze tayin edilmiş. Soylar su için birbirinden ayrılmamış.
Akraba ilişkileri kesilir, koparsa insanlar tesbih taneleri gibi dağılır, kaybolur. Sevgi, saygı, yardımlaşma gibi erdemler ortadan kalkar.
Fakir bir kimseye halası, dayısı, teyzesi, dedesi, amcası harçlık verdiğinde asla başkalarının vermesi gibi ezilmez, üzülmez. Onlara karşı da saygısı, sevgisi artar. Ama irtibat kesik olunca birbirinden haberi bile olmaz.
Akraba ilişkileri kesik olan kimselerin çoğunlukla arkadaş kurbanı olduğuna hepimiz şahidiz. Mesela, yeni evlenmiş genç bir bayan düşünelim. Eşinin ve kendisinin ailesinden yüz çevirip irtibatlarını koparmayı başarınca, kendine kumar, eğlence arkadaşları bularak vakit geçirmekte, haddi aşmaktadır.
Yine aileden irtibatını kesen delikanlı da arkadaşlarla oturmayı tercih edip, orada istediği kötülükleri yapma imkanı oluşturduğu ve ileri hayatında kendini affedemeyeceği hatalar yapmakta olduğu göz ardı edilmemelidir.
7- Âyette ‘Her soy meşrebini bildi’ buyrulması da manidardır. Hani bir deyim var: ‘Aslını inkar eden haramzadedir.’ ‘Kabuğundan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş’ Günümüz insanı maalesef bu konuda da duyarlı değil. Kendine zorlanarak da olsa okuma, iş kurma imkanını sağlayan ana baba, ne yazık ki evladından gereken saygı, ilgi, sevgiyi görememektedir.
Sözde okumuş, aydın evlat bazen kıyafetlerinden, bazen konuşmalarından utanarak ana babasını arkadaşlarına tanıtmaktan bile utanır. Artık diğer akrabaları söylemeye ne hacet?
Aylar geçer, ana babayı sormaz, ilgilenmez. Yani o kadar okumasına rağmen meşrebini bilmez.
8- İnsanları herhangi bir şey için taksim edildiğinde yöresi, töresi, kültürü, yaşı, seviyesi, derecesi göz önünde bulundurulup psikolojik baskı uygulanmamalıdır.
Mesela hapishanede bilgili, faziletli, asaletli sözde fikir suçlulalarını canilerin, katillerin arasına koymak, onları iki kere cezalandırmak sayılır.
Âyetin son cümlesi; ‘Allah’ın rızkından yiyin, için, yeryüzünü fesada vermeyin.’
İnsan yiyip içerek enerji topluyor, hayatı, hücreleri yenileniyor. Allah’ın lutf u keremiyle aldığı enerjiyi, kuvveti Allah yolunda faydalı bir şekilde kullanmalı. Hele hele O’na asi olmakta, O’nun yarattıklarına eziyet, zulüm etmekte asla kullanmamalı.
İnsandan istenen asli görev Allah’a itaat, mahluka şefkat olduğunu hiç mi hiç unutmamalı. Diyelim ki; size bir konak emânet edilmiş. İç mimarisi size verilmiş. Siz onu en güzel şekilde yapmanız gerekirken, o güzel konağı yıkıp, tarumar ediyorsunuz.
İşte Cenâb-ı Hakk’ın güneşle, ayla, yıldızlarla aydınlattığı, ağaçlar, çiçekler, dağlar, denizlerle donattığı, türlü türlü nimetlerle bize emânet ettiği yeryüzünü ve içindeki varlıkları ilâhi kanun ve tüzüklere uymamakla korumayıp yok etme çabası içinde olmak ne hazin bir iş, ne azim bir nankörlük olur.
Hele hele genç zihniyetin beynini yalanlarla, hilelerle, oyunlarla bulandırıp birbirini kırdırma eylemlerine girmek ne büyük hainlik! Zaten içki, uyuşturucu, internet aracılığı ile hayatları mahvetmek, insanların duygularıyla oynayıp gadab, şehvet ve akıllarını raydan çıkarıp hayvandan aşağı düşürücek işlerde kullanmak yahudiler ve yardakçılarının başlarının altından çıkmıyor mu? Necip Fazıl’ın deyimiyle, Yahudi kendi yumurtasını pişirmek için komuşusunun evini yakan kimsedir.
Bu zihniyet neslimizi hedefinden saptırmış, eğitim ve gençlik heyecanları yanlış yola kaydırılıp sürüler halinde kumara, içkiye, fuhşa, uyuşturucuya, eğlenmeye, haksız kazanç yollarına, tembellik ve her türlü fenalığa sürüklemiştir.
Genç bayanlar çırıl çıplak sokaklarda endamını teşhir ederken, genç baylar da aralarında kaç kişiyle flört ettiklerinin havasını atmakta. Güçlü, kuvvetli, akıllı gençlerimiz ana babaya destek olacaklarına onlara ömür boyu yük olarak keyiflerince, sorumsuzca, ilgisizce bencil bir hayat yaşamakta, evlenip yuva kurmaktan kaçınmaktalar. Tembelliklerini kalıplaşmış cümlelerle örtmeye çalışmaktalar: Bekarlık hürriyet, bekarlık sultanlık diye kendilerini kandırmaktalar.
Bekarlığın tazyikiyle işledikleri günahları düşünmeyip vicdan azabı çekmedikleri için mezmum hayatları kendilerine güzel gözükmektedir.
Kur’an’ın her âyeti değil, her kelimesi uçsuz bucaksız derya. Biz bu çalışmamızda ancak bazı kelimelerin köküne inip, hakikat ve istiarelerini işlemeye çalışacağız.
Bu âyette geçen ‘ تَعْثَوْا ’ kelimesinin lugat manası: Yılan sokması, yün vs.ye güve düşüp yemek, ısrar etmek, yılan, güve, küçük güve, güvercin, kötü dilli, bön, ahmak, kuraklıkta birbirini yiyen engerek yılanı, şarkı söylemek, insanları hayır ve menfaatten alıkoymak, başarısız, takatsız, tamamının bozulması, çok kıllı olmak, dişi sırtlan, rengi karamtırak olan erkek sırtlan, omuza kadar inen saç, fesadda, küfürde ve kibirde ileri giden, asayişi bozmak, karışıklık çıkarmak, bozgunculuk etmek.
Bu manalar sadece dört lugat kitabından bulduklarımız. Kim bilir daha kapsamlı lugatlarda ne manalar var! Hele Lugat-ı Okyanus’ta bazen bir kelimenin üçyüz manası olduğunu, her kelimenin aşağı yukarı yirmi-otuz manası olduğunu Osmanlıca yazılan bu dört ciltli dev kitapta okuyoruz.
Not: Said Nursi Hz.leri bahsi geçen Lugat-ı Okyanus Kitabı’nı (Sad) harfine kadar ezberlemiş.
Âyetimizi bu kelimenin diğer manalarına göre düşünürsek;
لَا تَعْثَوْا :
Kötü dilli, bön, ahmak olmayın. Bozmayın, başarısız, takatsız olmayın. Yaptığınız işi bitirin, saçınıza, sakalınıza, bıyığınıza, başınıza dikkat edin, karmakarışık olmasın. Erkekleriniz kadınlarınız gibi saçlarını uzatmasın. Şarkı türkü söylemeyin (dinlemeyin).
Engerek yılanı gibi birbirinizi yemeyin. Güve gibi içten içe kemirmeyin. Israrcı olmayın. Güvercin gibi söz taşımayın, mafyalık yapmayın. Küfürle, fesatla kibirlenip haddi aşmayın. İnsanlara hayır ve menfaatte engel olmayın.
Teşbihin gizli, kapalı, tek kelimeyle yapılan kısmına istiare denir. Âyetlerin asıl manasını verdikten sonra istiare formüllerine uygulanan kelimelerde çok enterasan, ilginç, derin manalar fark edilmektedir. Müfessirin-i kiram kendinden bir şey katmayıp, ehl-i sünnet ve’l cemaat inancı ve bilgileri sınırında Kuranî kelimelerin köküne inerek güçleri yettiği kadar mana devşirmişlerdir.
Kur’an’ın meal manası Fahri Hocamızın açıklamasıyla bir tabak meyve çekirdeği. Ulema-i kiram bu çekirdekleri alet ilimleriyle mârifet bahçelerine ekip büyütüyor, meyve vermeye başlıyor. İşte o zaman tefsir husule geliyor.
Yine muhterem Hocamız meal okumayı Sarayburnu’nda oturup denizi seyretmeye, tefsiri de dalgıç elbiselerini (on iki ilmi öğrenerek) giyip, denizin dibini araştırıp, inci mercan toplamalarına benzetirdi.
Kur’an’ı en azından mealiyle okumayı, az da olsa manasına vakıf olmayı tavsiye eder, ‘Bal kavanozunun dışını yalamaktan tad alamazsınız. İçindeki balı tadın, meal okuyun fakat tefsir derslerinden, sohbetlerden geri kalmayın’ tavsiyelerinde bulunurdu.
‘ لَا تَعْثَوْا cümlesinden bir istiare kurarsak, birçok manasından sırtlan manasını alalım. Ondaki özellikler yeryüzünde fesat çıkaranların özelliğiyle benzeşiyor. Şöyle ki; sırtlan dört-beş kişilik sürüler halinde yaşayan, en büyük düşmanı aslan olan, başkanları dişi kraliçe olan, artık ve leşle geçinen, en güçlü çeneye sahip, insanların otlattığı sürülere saldıran bir yırtıcı hayvan.
Bu ansiklopedik bilgiden sonra yapılan teşbihin ortak yanlarını şöyle sıralayabiliriz:
Sırtlanlaşmayın, yırtıcı olmayın, çenenize sahip olun, gece hayatı ve gece entrikalarına dalmayın. Çirkin çirkin bağırıp çevrenizi incitmeyin. Artık yemeyin (zina yapmayın), küçük gruplar oluşturup kirli işler (mafya-hafiyelik) yapmayın, sinsi sinsi hilelere girişmeyin, kadınlarınızı başınıza amir yapmayın. Hadisi şerifte, ‘Kadınlar idareci olursa, yerin altı, üstünden hayırlıdır’ buyrulmuştur.
Mert olun, aslandan kaçmayın, mert, cesur ve müttaki insanlara düşmanlık yapmayın, yiğit olun yırtıcı olmayın, vahşileşmeyin, insan olun.
Verirler ‘ben acizim, kudret senin’ dedikçe
Verenin şanı büyük, sen iste istedikçe (N.Fazıl)
Çobanlık müddeti sonunda veda için gelen Hz. Musa'ya Şuayb (as), bir eve girmesini ve orada bulunan değneklerden birini seçip almasını söylemişti. Bütün peygamberlerin kullandığı asalar nesilden nesile aktarılmış ve o anda Şuayb'(as)ın emânetine tevdi edilmişti. Musa içeri girince bir asa sıçrayıp eline geldi. Dışarı çıkıp asayı Şuayb'a gösterdi. Şuayb: ‘Onu bırak! Başkasını al!’ dedi. Eve girip asayı bıraktı. Ama yine aynı asa sıçrayıp eline geldi. Defalarca denemesine rağmen asa değişmedi. Sonunda Şuayb kızdı ve ‘sana başkasını al, demiyor muyum!’ diye çıkıştı. Hz. Musa bu işin elinde olmadığını ve her defasında aynı asanın sıçrayıp eline geldiğini söyleyince Şuayb: ‘Bunda bir hikmet olmalı’ diye düşündü ve: ‘Peki öyleyse al bakalım!’ dedi.
Mukatil'e göre asayı, Hz. Musa'ya, geceleyin Medyen'e doğru giderken Cebrail (as) vermiştir.
Alimlerin çoğuna göre Hz. Musa'nın asası ‘Cennet ağacından (Mersin ağacı)’ olup, Musa (as)'nın boyu kadar, on arşın uzunluğa sahipti ve onu Adem atamız Cennetten yere indirmişti. Asırlar boyu insanlar onu birbirine devretti ve sonunda Hz. Şuayb'a kadar geldi. O da Hz. Musa'ya verdi.
Asanın adı, Said İbn Cübeyr'e göre Mâsâ; Mukatil ibn Süleyman'a göre Nef'a; İbn Hıbban'a göre Ğıyasu; diğer bazı alimlere göre de Ulayk 'dir, rengi de sarıdır.
İbn Abbas’ın rivâyetine göre, Allah'ın emri ve Hz. Musa'nın yere bırakmasıyla asa, daha önce yılan değilken yılan oldu. Musa atınca, asadan dönme yılan, önce bir ağaca varıp onu yedi, arkasından bir kayayı yuttu. Bu esnada Hz. Musa, kayanın yılanın karnında düşünce çıkardığı sesi işitip kaçtı. Allah tarafından: ‘Ey Musa! Tut onu!’ denildi, ama o tutmaya cesaret edemedi. İkinci, üçüncü defa tutması söylendiyse de yapamadı...
Rivâyetlere göre Hz: Musa'nın asası, iki çatallı olup, alt tarafı eğri idi. Bu alt tarafta keskin iki tane dişi (budağı) vardı. Hz. Musa geceleyin bir yere veya çöle gittiğinde, eğer ay ışığı yoksa, asanın çatal kısımları etrafı bir meşale gibi aydınlatırdı. Susuz kaldığında kuyuya şarkıtır, asa da -ne kadar derin olursa olsun- kuyunun dibine ve suyun bulunduğu yere kadar uzanır; baş tarafı hemen kova gibi olur ve ihtiyacı olan suyu temin ederdi. Yiyecek bir şeye ihtiyaç hissederse asayı yere saplar ve günlük ihtiyacını karşılardı. Şâyet canı herhangi bir meyve arzu ederse, asayı toprağa saplardı; bu esnada asa derhal Hz. Musa'nın istediği meyvenin ağacı olur, dallanır budaklanır, hemen anında meyvesini verirdi.
Bir başka rivayete göre ise, asa badem ağacındandı. Musa (as) dilediği vakit ondan taze badem yerdi. Sopası elinde iken bir düşmanla karşılaşırsa, çatal kısmı derhal iki ejderha olur, onun adına düşmanla çarpışırlardı. Hz. Musa darda kaldığında, asasını yüksek, sarp ve yalçın kayalara, geçit vermez dağlara ormanlara vurduğunda ona yol açardı.
Eğer bir nehri veya büyük bir suyu geçmesi gerekir; gemi ve kayık da olmazsa asayı suya vurur, bu vuruşla su ikiye bölünür; geniş bir yol meydana gelirdi.
Çatalların birinden bal yer, diğerinden süt içerdi. Bir yere giderken şâyet yorulur ve yürümeye tahammülü kalmazsa asaya biner, böylece istediği yere bir at sırtında gider gibi gider, fakat yolculuk sırasında asla sarsıntı ve sallantı hissetmezdi; yolunu gösterir yani kılavuzluk yapar; düşmanlarıyla çarpışırdı. Güzel koku arzu ettiğinde, esans neşreder, Musa da beden ve elbisesine dilediği gibi sürerdi. Şâyet yolda hırsız, hayırsız kimseler olursa asa dile gelip başka bir yol takip etmesini söylerdi.
Hz. Musa asası ile koyunlarına yaprak silker; yılan çıyan gibi haşeratı, yırtıcı hayvanları yine onunla kendisinden kovup uzaklaştırırdı. Yürürken asayı omuzuna alır ve ona heybesini, torbasını, yiyecek ve giyeceklerini asardı.
Hz. Musa, susuzluktan ve kuraklıktan yanıp kavrulan kavmi için Cenâb-ı Hakk'tan su diliyor, yağmur duâsına çıkıyor. Cenâb-ı Allah da bu duâyı kabul ile istenilenden daha büyük harikulâde bir nimet ihsan ediyor. Gelip geçici bir yağmur yerine, İsrailoğulları'nın on iki boyundan her birine mahsus ayrı ayrı on iki pınar fışkırtıyor. Duânın arkasından da fiilî teşebbüsü emrediyor: ‘Asân ile taşa vur!’
Hz. Musa, bu ilâhî emre derhal uymayıp da ‘asâyı taşa vurmanın suyla ne ilgisi var?’ gibi aklî ve indî bir kıyas yapsaydı, bu nimet tecellî etmeyecekti, duâlar, araştırmalar belki de boşa çıkacaktı. O halde harikanın en büyük sırrı, bu sebebin ilhamında ve bu büyük nimetin o sebebe bağlanmış olmasındadır: Kuru taşları yarıp pınarlar fışkırtmaya kadir olan Allah Teâlâ, istenen suları doğrudan doğruya ihsan etmiyor. Mânevi sebep olan duâ, maddî sebebin ilhamına da vesile oluyor. Maddi sebebin teşebbüse dönüşmesi, yani asânın taşa vurulması ile de sular fışkırıyor. Böylece hidâyet tamamıyla tecellî ediyor. Bunu da ‘yiyin, için, fesat çıkarmayın’ irşad ve ikazı takip ediyor.
Allah, bir şeyi murad edince sebeplerini kolaylaştırır. Sebepler o kadar çeşitli ve sonsuz boyuttadır ki, beşer aklı ne kadar yükselse bunları ayrıntılarıyla kavrayamaz. Bunun için açıklamanın esas faydası, asâ ile taşın özelliklerini anlatmak değil, olayın akışındaki incelikleri idrak etmektedir. Hazreti Musa gibi bir şanlı peygamberin asâsında, bu çeşit fışkırmalara sebep olabilecek her türlü mekanik kuvveti tasavvur ve tahmin etmek mümkündür.
Ayrıca Hakk Teâlâ'nın nimetlerinin tecellisi her zaman böyle mânevi sebeplerle maddî sebeplerin birleşmesinde gizlidir. Ne kaçan fırsatlar karşısında ümitsizliğe düşmeli, ne de fırsatları ve sebepleri ihmal etmelidir. Allah Teâlâ'ya yürekten ve ihlâs ile duâ etmeyi hiçbir zaman elden bırakmamalı, aynı zamanda duânın en büyük semeresinin ruhî inkişaflar olduğunu bilmeli ve rahmanî ilhamlardan istifade ederek, en umulmaz sebeplere dahi başvurup, onu uygulamalıdır. Fen alanında bile en büyük keşifler, insan kalbine şimşek gibi çarpan ilâhî telkînin eseridir. Bunu hayırda kullanan hayra, kötülükte kullanan kötülüğe ulaşır.
61- Ve bir vakit siz: ‘Ey Mûsâ, biz bir çeşit yemeğe katlanamayacağız. Sen artık bizim için Rabbine duâ et de, yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bizim için çıkarsın!’ dediniz. Mûsâ da: ‘O daha hayırlı olanı şu aşağı olan şeyle değiştirmek mi istiyorsunuz? İnin şehre, sizin için orada istediğiniz şey var!’ dedi. Onların üzerine horluk ve yoksulluk vuruldu ve Allah (cc)’ın gazabına uğradılar. Bu Allah (cc)’ın âyetlerini inkar ettikleri ve peygamberleri haksız yere öldürdüklerindendi. Bu, isyan edip aşırı gittiklerindendi.
Suçlular sahrada bütün ihtiyaçlarını hiç çalışmadan, yorulmadan elde ettikleri halde yine nankörlük ve küstahlıklarından vazgeçmediler. Teşekkür edip minnettar olacaklarına bıldırcın kuşu, kudret helvası gibi kıymetli ve gökten inen rızıkları beğenmeyip, yerden biten sarımsak, soğan vs. bitkileri istediler. Ednâyı âlaya tercih ettiler. ‘Bir yemeğe sabredemeyiz’ diye hezeyanlar kopardılar.
Benî İsrâil’in şahsında nefsi emmarenin sıfatları anlatılıyor. Ta ki nefsimizi tanıyıp onu zapt u rapt altına alalım. Rabbinin buyruğuna boyun eğdirelim. Aksi halde ha İsrâiloğulları ha İsmâiloğulları fark etmez. Aynı sonuca düçar olunur. (İsrâiloğullarını müşebbehi bih kabul edersek müşebbeh nefsimiz, vechi şebe ortada)
Oysa bir çeşit yemek sıhhat için en büyük vesile. Günümüzde insanlar tek çeşitli kürler yaparak sıhhatine, ideal kilosuna ulaşmaya çalışmıyorlar mı? Efendimiz (sav) hayatı boyunca hep tek çeşit yemedi mi? Nefis, çeşitten, teferruatlı yemeklerden, kıvır zıvırdan hoşlanıyor.
Beslenmede amaç bedenin kuvveti. Yemeye teşvik olsun, zorlanılmasın diye Yüce Hâlık damak lezzeti, çeşitli tat alma duyguları vermiş. Asıl mide sindirim sistemi; Bediüzzaman’ın deyimiyle müdür. Damak tadı sadece bir kapıcı. Kapıcıyı isteklerini vererek memnun edip içeride müdürü (koca bir sistemi) kızdırmak, zorda bırakmak reva mı?
Sağlıklı beslenme az, ihtiyaca göre, besin değerlerini göz önüne alarak, uygun zamanlama ile, mevsimin ve kendi sıhhi durumuna göre beslenmektir. Tabii en önemlisi de helâlinden, tayyibinden olmasıdır.
Onlar iki yemeğe ‘Bir’ diyerek inkar ve yalan yolunu tuttular.
Onlara hem hayvanî, hem bitkisel iki çeşit gıda veriliyordu. Hem de günlük, taze olarak.
Nefis de böyle, kendine verileni azımsar, inkar eder. Teşekkür etmez, hırslı ve tamahkardır. Yediğini yer, yemediğini İsrailoğulları gibi saklar, kokutur. İstekleri yerine getirildikçe tatmin olmaz, doyuma ulaşmaz.
Hep yeni isteklerde bulunur. Cehennem karakterlidir, doldurukça ‘Daha yok mu?’ der.
Nefsimizin isteklerini yerine getirmekle asla başa çıkamayız. İsteklerini yerine getirdikçe azgınlığı, tuğyanı, isyanı, nisyanı, gafleti artar. Ona yapacağımız şey, arzularını yerine getirmemektir. Gazali’nin tabiriyle nefis süt emen çocuk gibidir. Sütten kesmedikçe o emmeye devam eder. Onu en iyi açlık terbiye eder. ‘Kim nefsini hevasından nehyederse, ona Me’vâ cenneti vardır.’
Ashabdan Hz. Semure b. Cündüb’ün oğlu yemekten sonra kusmuştu. Çok yedikten sonra kusmayı hayra alamet saymayan Hz. Semure şöyle söyledi:
‘Şâyet bu kusmadan dolayı ölmüş olsaydın, cenaze namazını kılmakta tereddüt ederdim!’
Yani çok yemekten dolayı ölen insanı cenaze namazı kılınmayacak kadar günahkar kimse gibi görüyordu ashab! Hemen kendimize bakıp, tehlikeli fazlalıklardan kendimizi kurtaralım.
İsrâiloğulları Hz. Musa gibi ulû’l azim bir peygamberden nasıl bir duâ istiyorlardı? Basit arzularına, nefsani isteklerine nasıl da Allah’ın peygamberini aracı ediyorlardı?
Bu isteklerinin altında sinsice, başka bir istek yatıyordu. Bu sahradan inip ekilen, biçilen, ziraate elverişli bir karyeye gitmek istiyorlardı.
Nefis de böyle aceleyi sever. Âhireti unutur. dünya sevgisinin tazyikiyle dünyalık duâlar, bedduâlar eder. Verilen nimetle yetinmez başkasını ister. Duâları sinsicedir. Mesela der ki; ‘Allah’ım! Sen bana çok para ver, ben de fakirlere vereyim.’
Aslında fakirleri bahane ederek kendisi için ister. Eğer maksat fakirler olsaydı ‘Ya Rabbi fakir kullarına bol bol ver, kimseye muhtaç etme’ derdi.
Âyette ismi geçen bu sebzelerin özelliğini şöyle özetleyebiliriz:
Sarımsakta A vitamini var. Gece körlüğü, diğer göz problemlerinin yanı sıra bazı cilt bozukluklarını önler, bağışıklığı artırır, kanserden korur.
Baklada B vitamini var. Kan yapar, kavrama ve beyin faaliyetlerini geliştirir. Enerji, öğrenme, büyüme kapasitesi üzerinde olumlu etkisi vardır. Vücudun yaşlanmasını geciktirir.
Soğanda C vitamini var. Dokuların gelişmesi ve tamiri için gereklidir. Antistres hormonlarını geliştirir ve kanseri önler. Bağışıklık sistemini kuvvetlendirir.
Mercimek ve yeşil sebzelerde B5, B6, B12 vitamini var. Fiziki ve zihni sağlığı etkiler. Bağışıklığı güçlendirir. Dokuların gelişimi ve tamiri için gereklidir. Kanseri önlemede yardımcıdır. Kalp-damar hastalıklarına iyi gelir. Kemiklerin oluşumu ve tamirine yardımcı olur. Ayrıca mercimek kalp yumuşatır. Yetmiş Peygamberin yiyeceğidir. Onun için itikafta mercimek çorbası tercih edilir.
Onların sinsice yaptığı duâya karşılık böyle bir cevap.
Gazab-ı ilâhiyi çeken nankörce, küstahca, nefislerinin daha da azmasını istercesine yapılan duâ onların helâkine vesile oldu. Üzerlerine zillet, meskenet vuruldu. Allah’ın gazabına uğradılar.
ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَانُوا يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّٖنَ بِغَيْرِ الْحَقّؕ
Bunlar iki kutsal varlığa büyük saygısızlık gösterdiler. Allah’ın âyetlerini ve Allah’ın peyamberlerini hiçe saydılar.
Azizi zelil gördüler, zillete uğradılar. Bunlar, Cenâb-ı Hakk’a karşı büyük isyan ve hududu ilâhiyi aşmak olduğundan kendi değerlerini nezdi ilâhide sıfırladılar. ‘Gazab olunanlar’ unvanını aldılar.
Nefse gelince, kendine verilen maddi-mânevi nimetlere şükretmez, iyi kullanmazsa hep yeni yeni isteklerde bulunur. Yaşantısı kendisini ‘şımartır’, azar, hezeyanlar koparır.
Kibirlenir, Cenâb-ı Hakk’a baş kaldırır. Âyetlerini umursamaz, resûllerini ve onun varislerini hiçe sayarak manen katleder. Asilikle haddi aşar ve gadab-ı ilâhiyi üzerine çeker. Sonra da daha dünyadayken malını, rütbesini, çevresini, imkanlarını kaybederek zillet ve meskenete düşer.
Tevekkül Böyle mi Olur?
Büyük velilerden Şakik Belhi bir kıtlık senesinde, herkesin kara kara düşündüğü bir ortamda, zengin bir adamın kölesinin şakır şakır oynadığına şahit oldu. Yanına yaklaştı ve sordu:
- Herkes kıtlıkla, açlıkla karşı karşıya olmaktan inler dururken sen neye güvenerek böyle oynayabiliyorsun? Köle cevap verdi:
- Herkesten bana ne? Benim için bir tehlike söz konusu değil. Benim efendimin 7-8 tane köyü var, her ihtiyacımız o köylerden sağlanıyor.
Bu açıklama Şakik'i adeta bir şamar gibi sarstı. Çünkü kendisi de kıtlıktan dolayı endişe içindeydi. Kendi kendine şöyle dedi:
- Hey Şakik kendine gel! Şu köle nihâyet bir insan olan efendisine bunca güveniyor, kendini emniyet içinde hissediyor. Sen ki bütün canlıların rızkını garanti eden Allah'a inanıyor, tevekkül ediyorsun. Bu nice tevekküldür ki rızık endişesi içindesin?
Mısır: Hem özel isim, hem de cins ismi olarak kullanılır. Özel isim olduğu zaman gayrı munsarıf olur; cerr ve tenvin kabul etmez. Fakat üç harfli olduğu ve ortası da sakin olduğu için Nûh, Lût, gibi munsarıf olması da caizdir. Cins ismi olduğu zaman genel olarak kasaba anlamına gelir.
‘Mısır’ kelimesi, hem şehir, hem Mısır ülkesi anlamına gelen çift manalı tevriyedir. Bu âyetde her iki anlamıyla da tefsir edilmiştir. Lakin İsrailoğulları'nın, Mısır'dan çıkışından sonra bir daha geri dönmeleri vaki olmadığı için tefsirciler bunu cins ismi olarak, Arz-ı Mukaddes'teki kasabalardan herhangi birine hamletmişlerdir.
Gerçek anlamda Mısır diye anlaşıldığı takdirde bu emir sırf bir kınama ve azarlama emri olur. Yani ‘Mısır'a geri döner de oraya yerleşirseniz, orada bol bol soğan ve sarmısak yersiniz, belanızı da bulursunuz!’ anlamına bir azarlama sözü olur. Bununla beraber ikinci takdirde, yani herhangi bir kasabaya yerleşme anlamına alındığında yine azarlamaya yönelik bir îmâ söz konusudur. Bunun için karye veya belde (köy veya şehir) denilmeyip ‘mısır’ denilmiştir. Demek oluyor ki, İsrailoğulları, böyle sırf soğan ve sarmısak yemek için Mısır'daki esareti andırır bir zillet haline taraftar olmuş oldular.
Bu noktaya gelince, Cenâb-ı Hakk, onları yine muhatap tutma şerefinden mahrum ederek, bir istinaf cümlesi ile buyuruyor ki üzerlerine zillet ve meskenet damgası vuruldu. aşağılandılar, hakarete uğradılar, ağır vergilere, fakirliğe ve ezikliğe mahkum oldular ve nihâyet Allah'tan bir gazaba uğradılar, müstehak oldular da devletleri yıkıldı, cemiyetleri dağılıp perişan oldular. Fâtiha sûresinde zikrolunan ‘kendilerine gazab edilenler’den oldular.
Bu baskı, bu gazap, bu kötü akibet şunun için idi ki, onlar, Allah'ın bu kadar açık seçik âyet ve delillerini inkâr ediyor, kâfirlikte direnip, haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Hz. Şa'yâ, Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya gibi nebileri şehit etmişlerdi. Yine şundan dolayı idi ki; onlar isyanı alışkanlık haline getirmişler, durmadan hadlerini aşıyorlardı. Halbuki, küçük günahlarda ısrar büyük günaha, büyük günahlarda ısrar da küfre götürür. Küfür ise her türlü kötülüğü yaptırır.
Nebiy: Nebe'den türeyen bu kelimenin aslı nebi'dir ki; Allah Teâlâ'dan vahiy ile haber getiren demektir. Ve tam olarak peygamber karşılığıdır. Çoğulu ‘enbiya’ ve ‘nebiyyîn’ olarak gelir. Nâfi' kırâetinde aslı üzere (hemze ile) nebîîn okunur. Her resûl nebîdir, fakat her nebî resûl değildir. Bununla beraber Kur'ân'-ı Kerîm'de birbirinin yerine kullanıldığı da olmuştur.
Enbiyanın öldürülmesi, haksız yere yani Allah'ın koyduğu hükmün aksine katledilmeleri, bunun zaten Allah'ın hükmüne aykırılığı âşikâr olduğu halde, ayrıca açıkça ifade edilmesi, bilerek yaptıkları bu kötülükleri nass ile hükme bağlamak ve ne kadar ileri gittiklerine işaret etmek içindir. Burada, bunların Peygamber Efendimiz'e karşı giriştikleri sûikastlara da işaret buyurulmuş oluyor.
Bir gün su içeceğin çeşmeye çamur sıçratma.
Nankörlük büyük isyan,onu yabana atma. M. Balcı
Zillet ve meskenetin vurulmasında nisbetli kinaye var. Zillet ve meskenetin devamının sübutu murad edilmiştir. Binaya mühür vurulmaktan kinaye olmuş.
62- Şüphe yok ki iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve sabii taifesinden kim Allah (cc)’a ve âhiret gününe iman edip, sâlih ameller işlerse, bunlar için Rableri katında mükafatlar vardır. Onlara bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar.
Kur’an-ı Kerim’de konular değiştikçe ‘ ع/ayn’ durağı gelir. Burada da böyle olmuş. İsrâiloğulları âhir zaman ümmetiyle benzeştikleri için onlardan uzun uzun bahsedilir. Onların ümmete zarar vermemeleri, şerlerinden korunması ile beraber tarizli olarak ümmetin yanlışları dile getirilmiş olur.
İsrâiloğullarına bir âyetle ara verilip sonra tekrar konuya dönülür. Bu 62. âyet iki âyet arasında itiraz cümlesi-parantez cümledir.
Efendimiz (sav)'le son din İslam olarak şekillenmiştir. ‘Allah katında tek din İslamdır’. Artık bütün insanlar bu dine girmek zorundadır. Diğer dinlerin hükmü ind-i ilâhide kaldırılmıştır. Bu dine giren kimse daha önce hangi dinden olursa olsun İslam dinine girmesine yüce Allah bu âyetle izin vermiştir.
Bu âyeti çarpıtarak güya, ‘hangi dinden olursan ol, kabul olur’ gibi yanlış ve İslam itikadına ters gelen yorumlar yapılmaktadır.
Bugünlerde dinler arası diyalog diye bazı saçma fikirlerin ortaya atılması da bu fikrin asrımıza olan uzantısıdır.
Bir müslüman olarak bizim görevimiz kendimizden, ailemizden başlayarak tebliğ dairemizi halka halka büyütüp tüm insanları İslam’a davet etmektir. Müminleri kardeşlik duygusuyla birleştirip, aradaki tefrikayı kaldırmaktır.
Ümmet darmadağınık, dini hükümler yürürlükten kaldırılmış, bâtıl, sapık fikirler insanlığın gündemini doldururken, müminler arası rabıta, diyalog kesilmiş, düşmanlık, kin, nefret, hased, üstünlük sevdası, mevki sevgisi ilimden, irfandan zayıf düşmüş ümmeti bulaşıcı hastalık gibi sarmışken tutup, bozuk, hükmü kaldırılmış, bâtıl dinler ile hak İslam dini arasında diyalog kurma düşüncesinin gerçekle hiçbir alakası yoktur.
Ancak İslam’dan başka din mensuplarına tebliğ yapılıp, dinimiz, kitabımız, peygamberimiz tanıtılarak onların İslam’a girmeleri için çaba göstermek güzel bir cihaddır, dinimizin emridir. Abdulkadir Geylani, 500 kafirin müslüman olmasına vesile olmuştur.
Bunları birbirine karıştırmamak gerek. İslam’da zillet ve kibirli kafirlere tevâzu yoktur. Bizim görevimiz tebliğ, tesir ancak yüceler yücesi Allah’tandır.
Peygamber tebliğci, şeytan tezyinci olarak gönderilmiştir.
İkisi de görevini yapar, tesir yüce Allah’tandır.
Bir cümbüştür kopsa da gece yakamozlarda
Münzevi balıklarız ayrı kavanozlarda. (N.Fazıl)
Münafıkların kafirlerin içinden sayılması karinesinden bu iman edenlerden maksadın kalbiyle değil de diliyle iman eden münafıklar olduğu anlaşılmaktadır. Münafıklardan ‘iman edenler’ diye tabir edilip münafıklar denilmemesi, dilde inanmanın kendilerine asla hiçbir yarar sağlamayacağına, onları kesinlikle küfürden kurtarmayacağına işaret etmek içindir.
Yahudiler buzağıya tapmaktan tevbe ettikleri zaman bu isimle isimlendirildiler.
Yahudi: Arapça'da ( هَادَ - يَهُودُ - هَوْدًا ) esasen tevbe etmek mânâsına olduğu gibi, Yahudi olmak mânâsına da gelir.
Araplar arasında bunlara ‘Yahudi’ denilmesi, ya daha önce geçtiği gibi, buzağıya tapmaktan vazgeçip tevbe etmeleri dolayısıyladır, yahut da ‘Yahûza’ isminin Arapça söylenişi sebebi iledir. Yahûza ise Hz. Ya'kub'un on iki evladının en büyüğünün ismidir. Buna göre; Yahudî, İsrailoğulları'nın on iki boyundan birincisinin adı olması gerekirken, öneminden dolayı zamanla bütününe birden isim olmuştur. Bu demektir ki, ‘Yahûd’ cins ismi olarak kavmin veya boyun adıdır. Tekil olarak kullanıldığında ‘Yahudî’ denilir ki, o kavme mensup olan kişi demektir.
نَصَارٰى : ‘Nasrânî’ kelimesinin cem'îdir (çoğuludur). Keşşâf'ın beyanına göre; tekil (müfred)i ‘ نَصْرًا ’dır ve sonuna mensubiyet ‘ ي ’sı geldiği zaman (Ahmedî gibi) mübalağa anlamı ifade eder. Hıristiyanlar kendilerine bu ismi vermişlerdir ki, üç sebebi vardır:
1- Hz. İsa'nın nâzil olduğu (indiği), ‘Nasıra’ köyüne nisbettir. İbnü Abbas, Katade, İbnü Cüreyc bu görüştedirler.
2- Aralarında tenâsur (yardımlaşma) bulunması, yani birbirlerine yardımcı olmaları yüzünden bu adı almışlardır.
3- Hz. İsa, havarîlerine ‘Allah'a giden yolda bana yardım edecek kimdir?’ (Âl-i İmrân, 52) buyurmuş, onlar da ‘Allah'ın yardımcıları biziz.’ (Âl-i İmrân, 52) diye cevap verdikleri için bu isimle anılmışlardır.
صَابِـٖٔينَ : Bu kelime ‘ صَبَأَ - çıkmak ve sapmak’ kelimesinden gelir. Dinden çıktıkları zaman, kendilerine bu isim verildi. Onlar Yahudi ve Hıristiyanlıktan ayrılan bir kavimdir. Yıldızlara ve meleklere ibâdet ediyorlardı. Bunlar her ne kadar Zebur okusalar da puta tapan gibidirler.
Herhangi bir nebi veya resûl geldiğinde onu tutarlardı. O peygamberi bir direğe bağlarlardı. Büyükçe bir kazanı yakarlardı. Su kaynayınca o peygamberlerin kafasından aşağıya bırakırlardı. Peygamberin kafası ve bedeni tefessüh edesiye kadar bırakırlardı. Peygamberin kafası ve bedeni tefessüh edinceye kadar onu kazanın içinde kaynatırladı. İşte bundan onlara sabiin dendi.
Sâbiîn yahut ‘sâbîe’ hakkında da çeşitli görüşler vardır. Evvelâ lügat bakımından denilir ki, ‘filan adam dininden çıktı, filan dine girdi.’ demektir. Bu anlamdan dolayı Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'e ‘Sâbii’ diyorlardı. Çünkü eski dinlerine aykırı yeni bir din ortaya koyuyordu. Ayrıca yıldızlar doğuş yerlerinden çıkıp yükseldiği zaman da bu fiil kullanılır. Bu nedenle lügat anlamı itibariyle ‘Sâbiîn’ izafî bir anlam taşıdığından, İslâm, Yahudi ve Hıristiyanların dışında kalan diğer dinlerin mensuplarına şâmil olur.
İslam dinine gelince; bu din haktır, güzeldir ve fıtratında mevcuttur. Zira her doğan kişi yaratılışının başlangıcında ve cibilliyetinin aslında selim bir fıtrat ve dini kabul etme tabiatı üzere doğmaktadır. İnsan daha sonra herhangi bir sebeple bunu terk etse bile hakiki manada bu fıtrattan uzaklaşmış değildir, ona bu yola girmek gerekir ve onun özlemi saf şekilde bu dindir.
Vehb b. Münebbih anlatıyor:
Tevrat haşiyelerinde yirmi cümle buldum. İsrailoğullarının sâlihleri toplanır bunları okur ve aralarında müzakere ederlerdi. Bunlar: Amelden daha yararlı bir hazine, hilimden daha karlı bir mal, gadabdan daha düşük asalet, amelden daha süslü arkadaş, cehâletten daha kötü yoldaş, takvâdan daha üstün şeref, hevai arzuları terketmekten daha üstün kerem, fikir ve tefekkürden daha makbul amel, sabırdan daha üstün iyilik, kibirden daha fena kötülük, rıfk ve mülayemetten daha yumuşak ilaç, akılsızlıktan daha büyük hastalık, haktan daha adil elçi, sadakatten daha doğru öğüt veren delil, tamadan daha zelil yoksulluk, istiften daha kötü zenginlik, sıhhatten daha güzel yaşayış, iffetten daha kolay geçim, huşudan daha güzel ibâdet, kanaatten daha hayırlı zahidlik, sükutu muhafazadan daha iyi koruyucu ve ölümden daha yakın gayb yoktur’cümleleridir.
Kimin kalbi Allah’ın nuruyla açılır inşirah ederse, o kişi gerçekten iman eder. Taklidi, resmi, görenek ve adetlere göre bir iman, anne, baba veya şehrindeki kimselere uyularak yapılan iman değil, Allah’ın nurunu kalbinde hissederek gerçekten halisane bir imana sahip olanların üzerine enaniyet perdelerinden hiçbir korku yoktur. Onlar hiçbir ikilemden dolayı mahzun olmazlar. Onlar vahdet nuruna ve kişiliklerine kavuşmuşlardır.
Kendine bir şey emânet edilmeyen güvenilmez kişidir. Mümin, insanların güvenle baktığı kimsedir.
İmanın Böylesi
Hz. Ebûbekir, yedi sene bir diş ağrısına yakalanmıştı. Fakat onu hiç kimseye söylemedi. Cebrail (as), bunu Resûlullah (sav)’e bildirince Efendimiz (sav):
- Şimdiye kadar bunu niçin söylemedin yâ Ebûbekir? dedi. Ebûbekir (ra)
- Dosttan gelen ağrıdan dolayı nasıl şikâyet edebilirim yâ Resûlallah! diye cevap verdi.
★ Cenneti umabilmek için en sağlam amel kalp temizliği ve malayaniyi terktir.
☆ Bir rivâyete göre 124, bir rivâyete göre 224 bin peygamber cennette 120 saf olacaktır. 80 safı ümmet-i Muhammed’dendir.
★ Kim imanın tadını bulmayı severse sevdiğini sadece Allah için sevsin. Hadîs-i Şerîf
☆ Dinin temeli ilâhi sevgi, kesin iman, müminleri sevmek, hükmü ilâhiye rızâ ve doğruluk. Sehl
★ Din insanlık tarihinde hakim olan en büyük güçtür.
☆ İmanın gereği hukuka riâyet, ahde sebat, ciddiyet, merhamet, yardımseverlik.
★ Kerem takvâda, şeref tevâzuda, yakin ve sağlam iman ise istiğnadadır. Hadîs-i Şerîf
☆ Allah’a ancak çağrısına teslim olmakla yaklaşılır, düşünmek ve hayalle değil.
★ İman ne kadar mükemmel olursa hürriyet o derece parlar.
☆ Şüphelilerden kaçınanlara Allah bütün müslümanların sevabı kadar sevap verir.
★ İmansız insan ya köledir ya zorba.
☆ Kimin eliyle bir kimse müslüman olursa onun için cennet vacip olur.
★ Allah’ım! Bana iman ver, onu bulmaları için başkalarına yardım etmeme müsade et.
✧ Allah amelden ancak ihlâsla yapılan ve rızâsı gözetileni kabul eder.
✦ Sâlih amel, iyi niyet, sabır ve ihlâstır. Sâlih amelin aşısı iç huzurudur. Bedeni namaz, malı zekat, gönlü muhabbetullah temizler.
✧ Gerçek temizlik müminlerin sizden hoşnut ve memnun olmasıdır. Her kul hangi amel üzere ölürse o amel üzere dirilir.
✦ Amellerin en faziletlisi gizli günahları terk etmektir. Antaki
✧ Takvâ ile beraber olan amel az değildir, zira o makbuldür. Hz. Ali
✦ Amellerin en hayırlısı, mümini sevindirmek, borcunu ödemek ve ona yemek yedirmektir.
✧ Zaman kaybına ve gaflete mucip olan toplantı ve meclislerden sakınınız. Hadîs-i Şerîf
✦ Sâlih ameli az olan kimsenin özü bir çok kimseye kapılmaya müsaittir.
✧ Sâlih kimseler şöhreti, şehveti ve dünyayı sevmeyenlerdir.
✦ Bildiğini bilenin arkasından gidin. Bilmediğini bilene öğretiniz. Bilmediğini bilmeyenden kaçınız.
✧ Dünyanın en kuvvetli insanı en fazla yalnız kalabilendir.
✦ Yaptığınız işler hep kötü ise beklentileriniz de kuruntu olur.
✧ Aklı öfke, dini haset, hayayı tama, amelleri gıybet yok eder.
✦ Alay, şaka, mizah insanın şerefini azaltır.
☆ Nasihat, nush kökünden türemiştir. Nush sözlükte bir kimsenin düzelmesini sağlayan sözü veya fiili araştırmak, bir şeyi saflaştırmak, dikiş dikmek, samimi olmak anlamlarına gelir.
★ Terim olarak nush, öğüt ve akıl verme, yol gösterme demektir.
☆ Nasihat, nush ile benzer anlama gelmekle beraber, aynı zamanda iyi ve faydalı olana bir çağrı, kötü ve zararlı olandan arındırmaya bir teşviktir. Nasihat aslında İslâmi davetin bir çağrısıdır. İnsanları Allah’a ve ona kulluk yapmaya davet edenler bir anlamda onlara nasihat ediyorlar demektir.
★ Basit kimse en küçük tenkitte çıldırır, akıllı ise eleştirenlerin fikrini kapmaya çalışır.
☆ Teftiş edildiği vakit sevinen, tenkit edildiği vakit gülen kimse büyük adamdır.
★ Edebi olmayanın ilmi, sabrı olmayanın dini, korku ve iffeti olmayanın Hakk’a yakınlığı yoktur.
☆ Ruha muhalefet gerilik, akla muhalefet delilik, nefse muhalefet velilik.
★ Riyakarlar ve dünyayı tercih edenler nasihatı kabul etmez.
☆ Eğer sen kendini kınayabiliyorsan başkaları seni kınayamaz. Sadi Şirazi
Cüneyd, rüyâsında İblis’i çıplak görür, ‘İnsanlardan utanmıyor musun? der. İblis:
– Şunlar insan mı ki? Asıl insanlar mescidde. Onlar ciğerimi yakıp tükettiler, der.
Cüneyd uyanınca erkenden mescide gider. Bakar ki orada, başlarını dizlerine koymuş düşünen insanlar var. Onu gördüklerinde ‘Pisin sözü seni aldatmasın’ dediler.
‘Kalp mârifet nûruyla aydınlanınca, şeytan vesvese veremez.’
Selmân (ra) şöyle anlatıyor: Allah'ın Rasûlü (sa)'ne, daha önce içlerinde bulunduğum din mensuplarını sordum: ‘Ey Allah'ın elçisi, namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar, sana iman ediyorlar ve senin peygamber olarak gönderileceğine şehadet ediyorlardı.’ Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyeti indirdi.
Vahidî'nin rivâyetine göre ise; Selman, Rasûlullâh (sa)'a daha önceki ashabının kıssasını anlattığında Efendimiz: ‘Onlar cehennemdedirler’ buyurmuştu. Selman diyor ki: Sanki o anda dünyam karardı ama hemen akabinde ‘Hiç şüphesiz iman etmiş olanlar; Yahudi, hristiyan ve sâbiîlerden Allah'a ve âhiret gününe iman etmiş ve sâlih amel işlemiş olanlar...ve onlar mahzun da olmayacaklardır’ âyeti nâzil oldu da sanki üzerimden bir dağ kalktı.
63- Hani bir vakit sizden sağlam söz almıştık. Tur’u da üstünüze kaldırıp: ‘Size verdiğimiz kitabın hükümlerini sıkıca tutun, içindekileri hatırlayın, umulur ki korunursunuz’ demiştik.
İsrâiloğulları dinden dönmeleri halinde Allah’a dilediği herhangi bir azap ile kendilerine azab etmesine dair söz vermişlerdi. Bunun üzerine, dinlerini terk etmeye yeltendiklerinde Allah Tur Dağı’nı onların üzerine kaldırdı ki, Allah’ın kudret ve azametinden korkup, dinlerinden dönmesinler.
Rabbu’l âleminin rahmeti o kadar geniş ki, Hz. Musa Tur’dan Tevrat’ı getirdi. Cenâb-ı Hakk’ın bizzat hitabını onlardan yetmiş kişi işittiler. Bu defa ‘Biz Allah’ı aşikare görmeyince inanmayız’ deyip inkara kalkıştılar, secde emrine boyun eğmediler.
Bütün bunlara karşı Allah’ın azamet ve kudretine dair şüpheleri vardır, giderilsin de iman etsinler diye, kaçacak, sığınacak bir yer kalmayacak biçimde koca Tur Dağı üzerlerine kaldırıldı. Allah’ın büyük kudretine şahit oldular.
Bu mucize karşısında kalplerindeki katılık yerini secde ve inkıyada bıraktı. Bu mucize onları imana mecbur etme maksadıyla değildi. Bu, mükellefiyete ters düşer. Onlar zaten daha önce inanmış, misak vermişlerdi. Sonra dinden dönme eğilimi göstermeye başlayınca yüce Allah lütf-u keremiyle onları ikna edecek, azgın nefislerini dize getirecek görülmemiş bir mucize gösterdi.
‘Size verilen kitabın hükümlerini, emirlerini sıkı tutun. İçindekileri ezberleyin, unutmayın ki takvâ sahibi olasınız.’ İnsanın kalbinin, muhabbeti ilâhi, havf ı ilâhi ile dolması, onun ind-i ilâhide sevilmesine, rahmete kavuşmasına vesiledir.
‘Allah müttakileri sever’ âyeti buna şahittir.
Tûr: Arapça'da genel olarak ‘dağ’ mânâsına gelir. Süryanî dilinde de böyledir. Bazıları da ‘bitki örtüsüyle kaplı olan dağ’ demek olduğunu söylemişler. Tûr-i Sîna da, Hz. Musa'nın vahye mazhar olduğu dağın özel ismidir.
Mûsâ (as), İsrailoğullarına Tevrat levhalarıyla geldi. İsrailoğulları levhaların içindekini görünce, onlara zor ve dayanılmaz tekliflermiş gibi geldi. Kabul etmekten yüzçevirdiler. Emr-i İlâhi ile Cebrâil (as) Tûr’u kökünden söktü. Koca dağ, Yahudilerin üstünde bir gölgelik gibi durdu. Mûsâ (as) onlara:
- Eğer siz İlâhi emirleri kabul ederseniz ne alâ! Eğer kabul etmezseniz bu dağ üzerinize düşecektir, dedi.
Yahudiler, başlarının üzerinde koca bir bulut gibi durup üzerlerine gölge yapan dağa baktılar. İçlerine korku girdi. Kaçacak yol da bulamadılar. Kabul edip secdeye kapandılar. Secdede, göz uçlarıyla üstlerindeki dağa bakıyorlardı. Üzerlerine düşmemesi için, o günden bu yana yahudilerde adet oldu. Secdeye vardıkları zaman yüzlerinin yarısıyla secde edip diğer yarısıyla göğe bakarlar. Onlar, ‘Bu secde ile üzerimizden azap kaldırıldı’ derler.
Allahu Teâlâ, İsrailoğullarına farzları, emirleri, nehiyleri, hepsini birden indirdiği halde, Efendimiz'in (sav) ümmetine lütfederek farzları birer birer indirdi. Bir hüküm sahabelerin kalbine tam olarak yerleşince diğerini indirdi.
Dört sınıfın ıslahı dört yerdedir:
1- Çocukların ıslahı kitaptadır.
2- Yol kesicilerin ıslahı hapishanede
3- Kadınların ıslahı evlerinde
4- Yaşlıların ıslahı ise, mescid ve mâbedlerde. Muhammed b. Ali et-Tirmizi
Cebir, kırık kemiği sarıp bitiştirmek, eksiği bütünlemek manasına geldiği gibi, icbar etmek, zorla iş gördürmek manasına da gelir.
Allahu Teâlâ Câbir’dir, Cebbâr’dır, kırılanları onarır, eksikleri tamamlar, her türlü perişanlıkları düzeltir, yoluna koyar. Allah’ın cebri, ya bir hekimin hastasına uyguladığı bir cebir yahut âdil bir hükümdarın zâlimleri zorla hapse sokmasındaki cebri gibidir.
İkinci manaya göre, Allahu Teâlâ Cebbâr’dır, ceberut sahibidir. Kainatın her noktasında ve her şey üzerinde dilediğini dilediği gibi yaptırmaya muktedirdir. Hüküm ve irâdesine karşı gelinmek ihtimali yoktur. Nitekim bu ismin tecellisi olarak inatçı yahudilerin üzerine Tur dağını kaldırmıştı.
64- Söz verdikten sonra yine döneklik ettiniz, Allah (cc)’ın fazl ve rahmeti olmayaydı hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.
Tur Dağı’nın kaldırılma mucizesiyle kendine gelen, toparlanan Benî İsrâil bir müddet sonra yine yüz çevirdiler. Nefsin genel özelliği, korku, heyecanı kesildi mi hemen gevşeyiverir. Geri geri kaçar ve eski haline döner. Bunun için Rabbimiz ‘Gevşemeyin, üzülmeyin, o zaman üstün gelirsiniz’ nehy-i ilâhisiyle bizi uyarmakta.
Her tökezlemede Rabbim elimizden tutmasa hâlimiz ne olur? İsrâiloğulları da Hz. Musa’nın getirdiklerinin doğru olduğunu mucizelerle anladılar, dinleri üzere devam ettiler. Fakat Hz. Musa tekrar Tur’a çıkınca Samiri’ye aldanıp buzağıya taptılar.
Cenâb-ı Hakk fazl-ı rahmetiyle onların tevbesini kabul buyurdu. Zayi olmaktan, hüsrandan kurtuldular.
Bu olaydan da anlıyoruz ki; kul hangi günahı işlerse işlesin Rabbine dönüp samimi tevbe ettiğinde, Rabbi onu lütf-u rahmetiyle, affıyla kuşatacaktır.
Onun için Mevlâna ‘Tevbeni bin defa bozsan da yine gel. O’nun kapısı umutsuzluk kapısı değildir’ diyor. O bu sözleriyle günah işlemeye ruhsat vermiyor. Günahına pişman olmuş, ümit mumu sönmek üzere olan çaresiz kimseye yol gösteriyor. Rabbinin lütfunun, rahmetinin büyüklüğünü anlatıyor.
Ne yazık ki günümüz insanı, Mevlâna’nın bu ümit kapısını aralayan sözlerini kötüye yorumluyor. Sanki Mevlâna şöyle demiş: ‘İstediğiniz kadar günah işleyin, tevbenizi bozun, bir beis yok. Nasıl olsa kapı açık, istediğiniz zaman girersiniz. (!)’ Ehlullah’ın hikmetle, ilimle, ilhamla, şeriat dairesinden ayrılmadan söyledikleri sözleri kendi arzu isteklerine, nefsi emmarelerine alet etmek çok büyük iftira, çok iğrenç bir cürettir. Hz. Mevlâna, Rabbinin koyduğu hükümlere ters düşecek sözler söylemeyeceğini şu veciz ifadeleriyle bildiriyor:
‘Biz bir pergel gibiyiz. Bir ayağımız şeriat dairesinde sabit durur, öbür ayağımız yetmiş iki milletle beraberdir.’
Âyetimize dönersek; ‘Allah’ın lutf u keremi olmasa ziyankâr olursunuz’ cümlesinde, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz rahmetinin bütün varlıkları kuşattığını görüyoruz.
Kul, kerim olan Rabbinin bunca lütf u ihsanına karşılık O’na isyan etme cüretinde bulunuyor. Bunun sonucunda başına geleceklerden hiç ürkmüyor. Kendi akıbetini düşünmüyor. Gençliğini, sıhhatini, ömrünü, kuvvetini, bütün imkanlarını Rabbine isyanda harcıyor. Kulluk vazifesini unutuyor, gafil oluyor. İflasın eşiğinde iken yüce Allah ona tevbe etme, dönüş yapma fırsatı veriyor.
O tevbeye davet etmese, tevbe kapısını son nefese kadar yarıcı hadiseler göstermese, sık sık rahmetinden bahsetmese, hâlimiz ne olurdu?
Kendisi sağlam hissi ölmüş
Ruhu ölmüş milletin
İşte en korkuncu hüsranın
Felâketin haybetin. M. Akif
65- Cumartesi günü balık avlamaktan men edilmişken haddi aşanları siz gerçekten bilirsiniz. Biz onlara: ‘Zelil ve hakir maymunlar olun!’ dedik.
Babalarıyla övünüp ‘biz onların izi üzerinde yürürüz, son peygambere ve onun getirdiğine inanmayız’ diyen Yahudilere (hezil, mantık yollu kelam ile) sanki, ‘Bırakın geçmişinizi de onların nasıl asi olup zelil maymunlar olduğunu bir anlatın’ deniyor.
Sizin babalarınızla övünmek neyinize? Bırakın övünmeyi de, onların aldıkları cezadan yaptıkları günahın büyüklüğünü anlayın.
Siz, asırlar önceki soydaşlarınızı bugünkü küfrünüze sebep kılıyor, onlarla övünüyorsunuz. Biz de, onların sizin gibi hudut tanımaz, Allah’ın kahr ı gadabına düçar olmuş zeliller olduğunu son peygamberin getirdiği kitapta mucize olarak bildiriyoruz. Bu olayı hepinizin bildiği muhakkak.
Allahu Teâlâ, Cuma gününü yahudilere ibâdet günü olarak verdi. Fakat onlar Cuma gününe itiraz ettiler, Cumartesi gününü istediler. Bu yüzden Allah (cc) onları Cumartesi balık avlama yasağı ile imtihan etti.
❀ ❀ ❀
Onlar, Dâvud (as)’ın zamanında kendisine ‘Eyle’ denilen bir şehirde yaşıyorlardı. Eyle, Medine ile Şam arasında, kızıldeniz sahilindeydi. Allah onlara Cumartesi günü balık avlamayı yasak etti. Cumartesi günü olduğu zaman, denizde balık kalmaz, hepsi sahile gelirdi. Bu durum, ya bu kavmi böylece imtihan içindi, ya da denizde çok balık ve Yunus balığının olmasındandı. Her Cumartesi günü, bütün balıklar Yunus balığını ziyaret etmek için toplanırdı. Başlarını ve kuyruklarını sudan çıkarır oynaşırlardı. Öyle ki, balıkların çokluğundan su bile görülmezdi.
Cumartesi günü geçtiğinde, balıklar ayrılırdı. Her biri denizin bir tarafına dağılır, diğer zamanlarda olduğu gibi çok az balık bulunurdu. Sonra şeytan onlara vesvese verdi. ‘Siz sadece Cumartesi günü balık tutmaktan nehiy olundunuz. Halbuki o gün daha çok balık oluyor. Siz esas o gün tutun’ dedi. Bazı kişiler, balık tutmak niyetiyle denizin kenarında havuzlar kazdılar. Oradan da suyu nehirlere döktüler. Cuma gecesi, bu havuzun başına giderlerdi. Dalgalar içinde çok az su bulunduğundan o havuzların içine düşen balıklar, çıkamıyordu. Böylece havuz, balıkla doluyordu. Pazar günü olduğunda da gelir o balıkları tutarlar, yerler, tuzlarlar ve satarladı. Bu şekilde malları çoğaldı zengin oldular. Bunu kırk veya yetmiş sene yaptılar, üzerlerine bir ceza inmedi. Ama üzerlerine ilâhi bir azabın inmesinden de korkuyorlardı. Üzerlerine herhangi bir azab gelmeyince, birbirlerini müjdelediler ve günahlara karşı daha da cesur oldular. Onlar, ‘biz bu işi yıllardır yapıyoruz, üzerimize bir bela ve azap inmediğine göre, Cumartesi günü balık avlamak muhakkak ki bize helâldir. Yoksa şimdiye kadar üzerimize azab inerdi’ dediler.
Yetişen yeni kuşak (çocukları da) babalarının yolunda gitti. Bir iki kere yapmakla zarar gelmedi. Bunu bütün şehir ehli yapmaya başladı.
Şehrin nüfusu, yetmiş bin kadardı. Cumartesi günü balık avlama konusunda şehir üçe bölündü.
Birinci sınıf, kendileri balık tutmadıkları gibi, halkı da bu kötü hareketlerinden vaaz ve nasihatleriyle alkoymaya çalışıyordu.
İkinci sınıf, kendileri balık tutmuyordu ama, halkı da bu hareketlerinden alıkoymak için çalışmıyordu. Kimseye de bir şey demiyorlardı.
Üçüncü sınıf ise, Cumartesi günü çalışma emrini çiğnemişti. Hiç korkusuz ve vicdanları titremeden balık avlıyorlardı.
İnsanları balık tutmaktan alıkoymaya çalışan ve nasihat edenlerin sayısı on iki bin kadardı. Şöyle diyorlardı:
- Ey kavmim! Siz Rabbinize isyan ettiniz. Peygamberinizin sünnetine muhâlefet ettiniz. Üzerinize bela gelmeden önce bu işi bırakın.
Onları alıkoymaya çalışanlar; ‘Vallahi sizinle aynı şehirde oturmayız’ dediler. Şehri duvar ile ikiye böldüler. Davud (as) onlara lânet etti. Yahudilerin bu ısrarı üzerine Allah onlara gadab etti. Bir gece hepsi maymun oldular. Onları nehyedenler sabahleyin onların evlerine geldiklerinde kapılarını kapalı gördüler. Hiçbir ses işitilmiyor, bacalarından duman yükselmiyordu. İki şehrin arasında bulunan duvara tırmandılar. Gençlerin maymun, yaşlıların hınzır olduğunu gördüler. Kuyrukları vardı. Kuyruklarını sallayıp, insanlardan olan akrabalarını tanıyıp, yanına sokuldular. Ama insanlar, maymunlardan olan akrabalarını tanımadılar. Maymunlar gelip, insanlardan olan akrabalarının elbisesini kokluyor ve ağlıyorlardı. İnsanlar:
- Biz sizi bundan nehyetmedik mi? diyorlardı. Onlar da:
- Evet! manasına başlarını sallıyorlardı. Gözlerinden yaşlar akıyordu.
Bu hadise onların, maymun olduktan sonra, akıl ve anlayışlarının kaldığına işaret etmektedir.
İsyancı yahudiler vaaz ve öğütlere kulak asmadılar. Allahu Teâlâ da yahudileri mesh (insandan maymuna çevirmekle) cezalandırdı.
Cumartesi ashabının maymuna dönmesi üç gün sürmüş, sonra ölmüşlerdir. Onların nesli olmamıştır.
Daha önceki ümmetlerin cezaları, ya başka bir varlığa dönüştürülmek veya derhal yerin dibine geçirilmek şekliyle hemen dünyada verilirdi. Bu ümmetin cezası ise kalplerde olur. Kalplere verilen ceza ise, bedenlere ve nefislere verilen cezadan daha şiddetli ve ağırdır.
Allah (cc), Yuşa b. Nun’a vahyederek:
- Ben senin kavminin hayırlılarından kırk bin, şerliler den de altmış bin kişiyi helâk edeceğim, buyurdu.
Hz. Yuşa:
- Yâ Rab! Bunlar şerli oldukları için helâk olacaklar.
Fakat hayırlıların suçu ne?
Cenâb-ı Hakk:
- Onlar, benim gadaplandıklarıma kızmıyorlar. Bu sebeple onları da helâk edeceğim, buyurdu.5t
Dedelerinin maymuna dönüşmesinin intikamını almak için Darwin yüz yıldır insanların maymundan yaratıldığını öne sürerek insanlığı kandırıp itikatlarını sarsmakta, Cenâb-ı Hakk’ın yaratıcı, ahsen-i hâlık, musavvir vasfını inkâr etmektedir.
İnsanın kafasını maymun kafasıyla monte ederek ilk insanın maymuna benzediği safsatasını ortaya atmışlardır. Şu anda dünyanın birçok yerinde bu tez kaldırıldığı halde memleketimizde hala okullarda okutulmaktadır.
66- Biz bu azabı onlarla bulunan ve onlardan sonra gelenlere bir ibret, takvâ sahibi müminlere de bir nasihat olsun diye yaptık.
Yasağa uymayan isyancılara Yüce Mevlâmız tam kırk yıl mühlet verdi. Ama onlar inatla yasağı çiğnemeyi sürdürdüler. Sonunda yaşlıları hınzır, gençleri maymun suretine girdi. Akrabaları onları elbiselerinden tanıdı. Onlar ağlıyorlardı ama ne fayda?
Bu olay, o anda hayatta olanlara ve sonradan geleceklere ibret, kalbinde Allah korkusu taşıyanlara da öğüt mahiyetindedir.
Gençleri, yaşlılara uyduğu için taklitçi maymun, yaşlıları da, yasak dinlemeyip balık avlayıp yedikleri ve gençlere kötü örnek oldukları için pislik yiyen hınzır suretine girdiler.
Babalarının yolunu izlediklerini söyleyen yahudilere âyet şamar gibi iniyor: Sizden önce de babalarına uyup isyan ettiler, sonları nasıl oldu? Görün ve ibret alın.
✾ ✾ ✾
Ahde vefa etmek, insanlık borcu ve gereği iken ona yanaşmadılar. İşte bu sebeple insanlığın gereklerinden olan ilim ve idrak, mârifet ve iz'andan mahrum edilerek maymun kılıklı, sefil, boynu bükük ve sürünen kimseler oldular, ki, buna ‘mesh’ denir.
Hayvan şekilleri içinden bilhassa maymun suretinin zikredilmesi, herhalde madd-mânevi meshin ehemmiyetine bir karinedir. Aslında insan ile maymun arasındaki gerçek fark, yalnızca bir kıl, bir kuyruk farkı değildir. Akıl, mantık, huy ve ahlâk farkıdır. Maymunun bütün hüneri taklit hissinin gelişmişliğidir. İnsanın hareketlerini gören maymun onu derhal taklit eder. Bu taklit özelliği, birçoklarının nazarında maymunu insana adeta yaklaştırır. Halbuki maymunun önünde günlerce ateş yakınız, soğuk günlerde karşısında ısınmayı gösteriniz, sonra onu alıp bir kıra götürünüz, yanına kibrit, çıra, odun, kömür koyunuz, o yine de üşüdüğü zaman bunları bir araya getirip bir ateş yakamaz ve ısınamaz. Bu kadarcık bile mantık ilişkisi gösteremez.
İşte mânevi dünyası meshe uğramış olan insanlar da böyledir: Onlar kör bir taklitten başka birşey yapamaz ve hayvanî duygulardan öteye geçemezler. Bir bakıma insan gibi görünürler, hakikatte ise maymundan başka birşey değildirler. Fındığı kırar yerler de bir fındık ağacı dikmeyi akıl edemezler.
‘Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar.’ (A'râf, 179)
✭ Gerçek müminde dünyevi korku ve hüzünler bulunmaz. Onun tek endişesi vardır; Rabbim benden râzı mı gücenik mi?
✭ Takvâ her ferde uyan, yakışan güzel bir elbisedir.
✭ Dürüst olmak ve dürüst kalmak ancak iman ve takvâyla mümkündür.
✭ Namaz kılmaktan yay gibi, oruç tutmaktan çöp gibi olsanız da haram ve şüpheli şeylerden kaçınmazsanız hakiki mümin olamazsınız.
✭ Haram yiyenin azaları bilsin, bilmesin, istesin istemesin isyan eder.
✭ Kötülükten kaçmak, iyilik yapmaktan daha iyi bir fazilettir.
✭ Hiçbir meşguliyet, âhiret işlerine engel olmamalıdır; çünkü hayat çok kısadır.
Gözler
Bir göz ki ibret alır, her nereye bakarsa.
Bir göz ki yakıp yıkar, kaşlarını çatarsa.
Bir göz ki baygın sarhoş akşamı geç yatarsa.
Bir göz ki güven verir, sevgi ile bakarsa.
Bir göz ki uyanıktır, huzuru ilâhide.
Bir göz ki çağlar akar, şu ibret âleminde.
Bir göz ki dâim okur, aldanmaz şu fanide.
Bir göz ki âmâ olmuş, dünyanın rağbetinde.
Bir göz ki behâimdir, had hudud tanımaz.
Bakar nice harama, çekinip de utanmaz.
Bir göz ki esir olmuş, akşamcıdır uyumaz.
Nice haberler duyar, yine de ibret almaz.
Bir göz ki şu fânide râzı olur yalana.
Filmleri seyreder, dalar hülyâlarına.
Bir göz ki tertemizdir, dalmamıştır harama.
Ebedi zevki tadar, bakar Cemâlullah’a. M. Balcı
67- Bir vakit Musa kavmine. ‘Allah (cc) size, muhakkak bir sığır kesmenizi emrediyor’ demişti. Onlar: ‘Bizimle alay mı ediyorsun?’ demişlerdi. Musa da: ‘Ben o câhillerden olmaktan Allah (cc)’a sığınırım’ demişti.
İsrâiloğullarının ineğe, buzağıya karşı öteden beri zaafları vardı. Çünkü Fravun’un boyunduruğu altındayken onlar ineğe tapıyor, İsrâiloğullarına ‘Siz ineğe tapamaz âdilersiniz. Ancak buzağıya tapabilirsiniz’ diyorlardı. Onların bu yüzden ineğe karşı kompleksleri vardı. Hz. Musa’ya iman ettikten sonra bu duyguları tamamen yok olsun diye böyle bir imtihana tabi tutuldular.
Maktulün katilinin kim olduğunun anlaşılması için; ancak inek kesilip ölüye sürülürse bir mucize olarak ölü dirilecek ve katilini söyleyecekti. Bu onlara çok garip ve itici geldi. Çünkü inek kesmek istemiyorlardı.
Hz. Musa’ya ‘Sen bizimle alay mı ediyorsun?’ diye sitem ettiler.
Hz. Musa da alay etmenin câhillik olduğunu ve bundan Allah’a sığındığını ifade etti.
Bakara, ‘ بَقَرَ ’ın müennesi veya müfredidir. ‘ بَقَرَ ’, manda cinsine de şâmil olmak üzere, sığır cinsinin genel ismidir. Buna göre ‘ بَقَرَ ’, erkek veya dişi sığır cinsinden inek, öküz, düve, tosun, manda olabilir. Bunun erkeğine bâkır, bakîr, bey kur, bâkur dahi denilir. ‘ بَقَرَ ’ yarmak anlamına gelir, bu hayvan da çift sürüp toprağı yarmak için kullanıldığından bu ismi almıştır.
Musa kavmi, o zamana kadar bakarayı mukaddes bir hayvan görüyor ve öyle kabul ediyorlardı. Bundan dolayı bakaranın kurban edilmesini, edilebilmesini tasavvur bile edemiyorlar, bunu akılları almıyordu. Böyle olması, bu emrin onlara henüz Mısır'da iken, Hz. Musa'nın peygamberliğinin ilk zamanlarında verilmiş olmasına işaret eder. Firavun kavmi olan putperest Mısırlılar Apis öküzüne tapar ve boğa, onların en yüksek mabutlarını temsil ederdi. Sığır kurban etmek, o zaman İsrailoğulları üzerinde şiddetle hakim olan Firavun kavminin taptığı tanrıları boğazlamak demek olacağı için, İsrailoğulları açısından Mısır'da iken bir ihtilal anlamı taşıyan böyle müthiş bir emir, elbette kolayca yerine getirilebilecek, tasavvuru mümkün bir iş değildi.
Âyette, mühim bir işe başlarken bir hayvan boğazlamanın o işin hayırla sonuçlanmasına vesîle olacağına işaret vardır. Fakat bir hayvan boğazlarken, kâinata hâkim olan kuvvet ve kudreti düşünüp Allah'a tam bir teslimiyetle teslîm olmak en üstün bir şükürdür. Bu konuda bir mütefekkir şöyle diyor. ‘Bir hayvanı kestiğin zaman için için ona de ki: Seni kesmeyi emreden kuvvet, beni de öldürecek, ben de senin gibi bir varmış bir yokmuş olacağım. Seni benim elime teslîm eden kanun, beni de daha kuvvetli bir ele teslîm edecek.’
a) Kurban keserek Allah'a yaklaşma (ibâdet etme) âdeti yaygın idi.
b) İsrailoğullarınca bu kurban, kurbanların en büyük (mühim)lerinden idi.
c) Fiyatının çok pahalı olması sebebi ile bu ineği elde etmedeki külfeti yüklendikleri için, bunda onlara çok sevap vardı.
d) İneğin sahibi için bu, büyük mal kazanmaya vesile olmuştur.
Eyleme alay mizahı pişe (âdet)
Düşürür dostları teşvişe (karışıklığa) (Nabi)
☆ Bu âyet, din işlerinde istihza etmenin (alay etmek ve dalga geçmenin) büyük günah olduğuna işarettir.
★ Alay, küçümsemek, değer vermemek, kusur ve özrünü eğlenceye almaktır. İnd-i ilâhide şirkten sonra en büyük günahtır. Vehb b. Münebbih
☆ İnsanı asık suratlılıktan çıkaran şaka ve latifede bir beis yoktur. Hz. Ali
★ ‘Alçaltıcı azab’, Allah’ın âyetlerini alaya alan ve büyüklük taslayanlar içindir.
☆ Kim, bir din kardeşini işlediği günah ile ayıplayıp alay ederse, o kimse aynı günahı işlemeden ölmeyecektir. Hadîs-i Şerîf
★ Kardeşinle mücadele etme, onunla alay etme, ona verdiğin sözden dönme. Hadîs-i Şerîf
☆ Herkesin gururuyla oynuyorsanız, sizden çok çabuk vazgeçilecek demektir.
★ Deve diğer develerin kamburuyla alay etmez.
☆ Öyle sitemler vardır ki, gizli bir övgüdür. Öyle öğütler vardır ki, ince bir alaydır.
★ Resûlullah (sav), evinden çıktığı zaman şu duâyı okurdu: ‘Allah’ın adıyla, Allah’a tevekkül ettim. Allah’ım! Zillete ve dalalete düşmekten, zulme uğramaktan, câhillikten, hakkımızda cehâlete düşülmüş olmasından Sana sığınırız.’
☆ Kusurlarını bilen insan, aldanan câhilden daha mesuttur.
★ Ey nefsim! Tahkik-i iman ilmini oku. Hakkı ve hakikati öğren. Münevver ol, aydın ol. Câhil insan, câhil bir genç, câhil bir kadın, ne kadar varlıklı da olsa yine fakirdir, geridedir, aşağıdadır. Okuyan erkek ve kadın, dâima ileride, dâima yükseklerdedir. Bütün fenalıkların, hayattaki bütün bedbahtlıkların vasıtası cehâlettir.
☆ Sorumsuz, şuursuz, câhilâne yaşayanlar için gençlik bir hata, orta yaş bir mücâdele, ihtiyarlık bir üzüntüdür.
★ Akıllı genç, câhil ihtiyardan hayırlıdır. Hz. Ali
☆ İnsanları Allahu Teâla’nın sevgisine kavuşturacak yol yalnız Muhammed (sav)’in yoludur. O’ndan başka olan dinler, inançlar, rüyalar çıkmaz sokaktır. İnsanı saâdete kavuşturamazlar. Kur’an-ı Kerim’in ahkâmını öğrenmeyen ve hadis-i şeriflere uymayan kimse câhil ve gafildir. Buna uymamalıdır. Cüneyd-i Bağdadî
★ Akraban da olsa câhille ilgini kes. Çünkü vereceği sıkıntı, sağlayacağı huzurdan fazla olur. (Nâsir-i Hüsrev)
☆ Câhil insan gül olsa da koklama. Aşık Veysel
★ İnsanın cehâleti konusunda câhil olması daha kötüdür. Câhil cennette komşum olsa, onunla olmamak için cehenneme girmeyi tercih ederdim. Hz. Ali
Kamili ancak yine kâmil bilir
Sanma kim nadan olan câhil bilir
68- Onlar: ‘Bizim için Rabbine duâ et de bize o sığırın mahiyetini açıkça bildirsin’ demişlerdi. Musa: ‘Allah (cc) buyuruyor ki, o ne çok yaşlı, ne pek genç; bu ikisinin ortası dinç bir sığırdır. Artık emrolunduğunuzu yapın!’ dedi.
Sureye ad olan bu olay, ayrı kutuplarda olan iki gencin kıssasını anlatan, kıyaslamayı zihnimize bırakan ibretler manzumesidir.
Birinci genç, yukarıda bahsedildiği gibi mal hırsı gözünü bürümüş, çalışmadan hazıra konmak sevdasında olan cani, insafsız biri. Üstelik suçu kendi işleyip başkalarının üstüne atan hem suçlu, hem güçlü dediğimiz anarşist ruhlu, sadist, acımasız, insafsız, asi, saygısız, küstah, kendini aşamamış, nefsini gemleyememiş bir zorba.
Diğeri babasının vasiyetinden, annesinin nasihatinden ayrılmayan muti, saygılı, mânevi değerleri maddi çıkarlara değişmeyen, ne pahasına olursa olsun itaatten çıkmayan, arzuları için asla taviz vermeyen, munis, müttaki, ibâdete düşkün, meleklerin bile saygı duyduğu bir genç.
Ayrıca bu gencin Allah’a ve insanlara verdiği sözden, ahidden hiç dönmeyen babası ve eşine itaat eden annesi de işin bir başka yönü. Bu iki genç de fakir, ihtiyaçlı, fakat birinin gönlü zengin, Allah’a tevekkülü tam, inancı bütün. Mehmet Âkif ’in tarifiyle;
‘İmandır o cevher ki ilâhi, ne büyüktür!
İmansız paslı yürek sinede yüktür.’
İsrâiloğulları ineğe olan kadim saygılarının tesiriyle inek kesmek istemiyorlar, ineğin vasıflarını sormakta aşırı gidiyorlar.
Tıpkı ipi komşusuna vermek istemeyen Nasreddin Hoca’nın mazeret olarak ipe un serdiğini söylemesi gibi. Hem Allah’ın peygamberinden çözüm bekliyor, medet umuyorlar. Hem de lüzumsuz sorular sormayı sürdürüyorlar.
Oysa ineğin vasfını hiç sormasalardı herhangi bir inek kesmekle sorun çözülecekti. Önce ineğin vasfının, mahiyetinin nasıl bir şey olduğunu sordular. Kendilerine sığırın yaşı hakkında bilgi verildi, ‘Ne çok genç, ne çok yaşlı.’ Fakat onlar bununla yetinmeyip soru sormayı sürdürdüler.
Bunların asıl maksatlarını, kötü niyetlerini bilen Allâmu’l guyûb olan Yüce Allah sorularını sabırla cevapladı. Ama fark edemedikleri bir şey vardı. Sorular çoğaldıkça işleri zorlaşıyordu. Bu her zaman böyle olur. Detaya inildikçe kolaylar zor olur.
Kişisel gelişimimizi engelleyen en önemli kanayan yara mazeretlerimizdir. Bir gün boyu ürettiğimiz mazeretlerin miktarını hiç merak ettiniz mi?
Ebu Said Abdullah, İbn Sakka ve Abdulkadir Geylâni, genç yaşta ilim öğrenmek için Bağdad’a gelmişlerdi. Bu sırada Nizamiye Medresesinde Yusuf Hamedâni ders verir, halkı irşad ederdi.
Bu üç genç, Yusuf Hamedâni’yi ziyarete karar verdiler. İbn Sakka, ‘Hocaya öyle bir soru soracağım ki cevabını veremeyecek’ dedi. Ebu Said Abdullah da ‘Ben de müşkil bir soru soracağım, bakalım hoca tam cevap verebilecek mi?’ dedi. Abdulkadir Geylani küçük yaşına rağmen büyük bir edeb timsaliydi. Arkadaşlarına ‘Allah korusun ben nasıl hocaefendiyi imtihana kalkışırım. Sadece huzurunda bekler, onu görmekle şereflenir ve bereketlenirim’ dedi.
Üç genç, nihâyet Yusuf Hamedani’nin huzuruna çıkarlar. Yusuf Hamedâni önce İbn Sakka’ya dönüp ‘Yazıklar olsun sana ey İbn Sakka! Demek bana cevabını veremeyeceğim bir sual soracaksın ha! Senin sormak istediğin sual şudur ve cevabı da şöyledir. Ben görüyorum ki, senden küfür kokusu geliyor!’ buyurdu. Sonra Ebu Said Abdullah’a döndü: ‘Sen de bana bir sual sorup tam cevap verip veremeyeceğime bakacaksın ha! Senin sormaya niyet ettiğin sual şudur, cevadı da şöyledir. Fakat sen de edebe riâyet etmediğin için ömrün hüzün ve sıkıntı içinde geçecek!’ buyurdu.
En sonunda Geylani’ye yönelerek: ‘Ey Abdulkadir! Edebinin güzelliği ile Allah ve Resûlünü râzı ettin. Ben senin Bağdat’ta irşad kürsüsünde oturup ‘Benim ayağım, bütün evliyanın boyunları üzerindedir!’ dediğini sanki görüyor gibiyim’ buyurdu.
Aradan uzun yıllar geçti. Hakikaten Abdulkadir Geylani mâneviyatta öyle ilerledi ki, evliyalar sultanı oldu.
İbn Sakka, o hadiseden sonra şer’i ilimlerle meşgul oldu. Çok güzel konuşurdu. Şöhreti zamanın Sultanına ulaşınca Sultan onu Bizans’a elçi olarak gönderdi. Hristiyanlar ona çok alaka gösterdiler. Bizans’ta gördüğü bu alakaya ve dünya hayatının cazibesine aldanarak hristiyan oldu ve hristiyan olarak da öldü. Yusuf Hamedâni’nin ‘Senden küfür kokusu geliyor’ sözünün sırrı böylece tecelli etti.
Ebu Said Abdullah ise, Şam’da çeşitli vazifeler aldı. Fakat hayatı, Yusuf Hamedani’nin dediği gibi hep sıkıntı ve hüzün içinde geçti.
69- Onlar ‘Rabbine bizim için duâ et de, onun rengi nedir, bize açıkça bildirsin’ demişlerdi. Mûsâ: ‘Allah (cc) buyuruyor; o bakanlara ferahlık veren, rengi sapsarı bir sığırdır’ dedi.
Bu cevap da onları tatmin etmiyor. İtaate, görevlerini yapmaya yanaşmayıp lüzumsuz, işi zorlaştıran, belki de zaman kazanmak için ukalaca sorularına devam ediyor, bu defa da sığırın renginden soruyorlar. Cevap geliyor, yine utanmadan, sıkılmadan muhatapları bir peygamber, cevap veren bizzat Allahu Teâla olmasına rağmen ısrarla yine soruyorlar.
✧ ‘Onlar sormasaydı herhangi bir sığır keseceklerdi. Fakat onlar sorup güçleştirdi, Allah (cc) da güçleştirdi.’ Hadîs-i şerif
✧ Vehb'den: ‘O ineğe baktığın zaman, sanki güneşin ışıklarının onun derisinden çıktığını zannederdin’ diye rivâyet edilmiştir.
✧ Rivâyete göre, o ineğin tırnakları ve boynuzları da sapsarı idi.
✧ ‘Seyredenlere ferahlık verir’ sözü, ‘Bu inek, renginin güzelliğinden dolayı kendisine bakan kimseye sürür verir’ manasınadır.
Bu âyetlerde tekrir fenni var. İtnap babına dâhildir. Sığırın hakikatını, künhünü çok tekrar ettiler.
70- Yahudiler yine şöyle dediler: ‘Bizim için Rabbine duâ et de bize, onun mahiyetini açıklasın, çünkü sığırlar bizce birbirine benziyor, muhakkak ki biz Allah (cc) dilerse mutlaka emredileni bulur, hidâyete ereriz.’
Müfessirin-i kiram ‘Eğer onlar bu son sorularında ‘İnşaallah yaparız’ demeselerdi, yani Allah’tan medet ummasalardı, böyle bir sığır bulup kesemeyecekler, katil olma töhmetinden kurtulamayacaklardı. İnşaallah demeleri hürmetine Cenâb-ı Hakk böyle bir sığır bulmaya onları muvaffak etmiştir.
Çünkü hem orta yaş, hem tarla sürmemiş, su sulamamış, hem ayıpsız ve salma olmamış bir inek, insanlara göre bulunması çok zor, birbirine zıt vasıflar taşıyan bir inektir. Ama Cenâb-ı Hakk’a zor bir şey yok.
Çünkü o ezeli ilmiyle, kudretiyle, iradesiyle olmuşu olacağı bildiğinden diğer yandan aynı evsafta sığırı hazır etmiştir.
Biz görevimizi yapıp Allah’a tam manasıyla tevekkül etsek bütün işler asan olur, her şey yerini bulur. Gönlümüz hoş olur.
✾ ✾ ✾
İnsanların toplum hayatının gereği olarak birbirleriyle yaptıkları sözleşmelerin esaslarına uygun hareket etmelerinin, verdikleri sözleri mutlaka yerine getirmelerinin önemi üzerinde ısrarla duran İslam âlimleri, bu konuyu ekseriyetle ‘dilin âfetleri’ başlığı altında incelemişlerdir. Âlimler, herhangi bir vaadde bulunurken, ileride ahde vefâ göstermeyen bir kişi durumuna düşmemek için, yerine getirilemeyecek hususlarda düşünmeden hemen ‘evet’ demek yerine, söz veren tarafın ahdini yerine getirmesini engelleyen meşrû bir sebebin baş gösterebileceğini dikkate alarak, sözün ardından, ‘inşallah’ denilmesini tavsiye etmişlerdir.
Kim, yemin ederken ‘İnşallah’ derse, o kimse istisnai bir yemin etmiş olur. (Meselâ: Vallahi ben bu işi inşallah yapmayacağım, dedikten sonra, aynı işi yaparak yeminini bozarsa, kefaret vermesi lâzım gelmez. Çünkü yemin ederken, manâsı ‘Allah dilerse’ olan ‘inşallah’ sözü ile başlamıştır. Allah'ın dileyip dilemeyeceğini bilmediğinden ettiği yemin kesin bir yemin değil, belki istisnai bir yemindir.) Hadîs-i Şerîf
71- Mûsâ: ‘Allah (cc) şöyle buyuruyor: ‘O ne boyunduruğa girip yeri süren, ne de ekin sulayan bir inektir. Alaca değil, ayıpsız ve salmadır’ dedi. Onlar: ‘İşte şimdi hakikati getirdin’ dediler ve o ineği bulup boğazladılar ki; az kalsın bunu yapamayacaklardı.
Bu sorunun cevabıyla tatmin olmuş gibi gözüküyorlar. (‘Şimdi Hakk’ı getirdin’, cümlesinden sonra hazfolunmuş cümleler olduğundan vasıtalı kinaye sanatı vardır.)
Hz. Mûsâ’dan, son sorunun cevabını alınca, bunda gönüllerinden geçirdikleri şekil ve sureti bulmuş oldular ve nihâyet gerçeği itiraf ederek, ‘işte şimdi tam doğruyu söyledin’, dediler.
Onların ‘İşte şimdi hakkı getirdin’ demeleri de bir yalan, bir safsata. Sanki onlardan çok özel, çok farklı bir şey istenmiş de o istenen şeyi yerine getirmek için bilgi yetersizliği varmış (Haşa). Bu tavırlarıyla lüzumsuz sorular, gereksiz bahanelerle emr-i ilâhiyi itham etmelerini mazur göstermeye çalışıyorlar. Yani şöyle demek istiyorlar:
‘Biz hemen sığırı kesecektik. Ama yeterli bilgi alamadık, ancak şimdi doyurucu bilgi geldi. Kabahat sizin. (Haşa) tam tarif yapamadınız.’
Bu tavır yahudilerin her zamanki hileci, yalancı, suçlayıcı, tahakkümcü, dikbaşlı hallerinin bir örneğidir. Bu olay ve kahramanları, aynı zamanda nefs-i emmarenin sıfatlarını (önceki âyetlerde geçtiği gibi) anlatıyor.
Islah olmamış, terbiye görmemiş, Kur'an ahlâkına bürünmemiş, Resûlullah’ı (sav) örnek almamış her nefsin durumu aynı. Örnekler farklı olsa da karakter, davranış, tînet, düşünce, fiiliyat aynı. Cenâb-ı Hakk’ın ‘Kalpleri benzeşti’ nazm-ı celili bunu tek kelimeyle ifade etmekte.
O gün sığır kesme emrolunmuştu. Canları istemediği için kırk dereden su getirdiler. Bugün de aynı. Asrımızın en büyük hastalığı en acı kaybı beş vakit namaz emrini kulak ardı etmek, gerçeği yansıtmayan bahaneler öne sürmek de buna benzemiyor mu?
Önce, ‘kırk yaşından sonra kılarım’ sonra ‘dizlerimi bükemiyorum’ ya da herkesin sık sık duyduğu sudan bahaneler. Rahmetli Fahri Hocamız çok üzülerek zaman zaman derdi ki: ‘Eskiden evlerde su yoktu, mahallede bir çeşme vardı. Altmış kişi o çeşmeden abdest alırdı. Ama camiler tıklım tıklımdı. Şimdi bir binada neredeyse elli altmış musluk var. Ama ne yazık ki abdest alıp camiye giden yok.
Ne yazık ki asrımızda insanımızın çoğu emr-i ilâhiye boyun eğmiyor. Her şeye bilir bilmez itiraz ediyor. Ve her konuda kendini haklı çıkarıyor.
- Oruç tut.
- Tutamam, çalışıyorum. Ölüyorum, havalar sıcak.
- Zekat ver.
- Ben çalışıp neden ona vereyim? O da çalışsın.
- Hacca git.
- Daha erken. Her şeyden elimi eteğimi çekeyim sonra.
- Sakal bırak.
- Yaşlanıp dede olunca.
- Örtün.
- Çalışıyorum, okuyorum. Emekliliğime az kaldı.
- Evlen.
- Bir çiçekle yaz geçmez.
- Sigarayı bırak.
- O beni rahatlatıyor, stres atıyorum.
- Saygılı ol.
- O eskidenmiş.
Bahanelerimizi saymaya kalksak, bahaneler yetmez. Nüfus kağıdında müslüman yazan insanlarımızın müslümanlığı maalesef kağıtta kalıyor, sözde kalıyor, isimde kalıyor. Türkiye’de İslamiyet’i tam yaşayanların sayısı ancak yüzde beş. Ya yüzde doksan beşi nerede? Ne yapıyor? Hangi mazeretin gölgesine siniyor?
Neden çarşıya pazara, tv’ye, internete, gezmeye, sinemaya, çakırkeyfe, tatile zaman buluyoruz da mülkün yegâne sahibinin emirleri, yasakları hafife alınıyor? Yahudice itirazlar gökkubbeye yükseliyor?
Sanki hesaba çekilmeyecek, yaptıklarından sorulmayacak gibi umursamaz, dengesiz, ibâdetsiz, itaatsiz, huzursuz bir hayat tarzı. Sen en büyük olan Rabbine itaat etmezken, küçüklerinden saygı beklemen abes değil mi? Bugün çocuklarımızın, her istediğini yaptıran, söz buyruk dinlemeyen, asi, pervasız, ev teröristi olmalarının sebebi sanırım anlaşılıyor.
İsrailoğullarında sâlih bir adam vardı. Onun küçük bir oğlu ve buzağısı vardı. Adam buzağıyı alıp ormana götürdü ve:
- Allah’ım! Bu buzağıyı oğlum için sana emânet ediyorum. Oğlum büyüyünceye kadar onu koru ve sakla, dedi.
Adam öldü. Buzağı ormanda büyüdü. Tam yaşına girdi. Yaşlılık ile gençlik arasındaydı. Yabani büyüdüğü için gördüğü her şeyden kaçıyordu.
O sâlih adamın oğlu büyüdüğünde, hayırlı bir evlat oldu. Geceyi üçe bölerdi; üçte birini namazda, üçte birini uykuda ve diğer üçte birini de annesinin başı ucunda geçiriyordu.
Sabah olduğu zaman sırtına odun alır, pazara götürür, Allah’ın dilediği bir fiyat ile satardı. Sonra o paranın üçte birini sadaka olarak dağıtır, üçte birini geçimi için kullanır ve diğer üçte birini annesine verirdi. Bir gün annesi ona:
- Oğlum! Baban sana bir buzağı miras olarak bırakmıştı. Onu götürüp ormanda bırakarak Allah’a emânet etmişti. Git, İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhından onu sana geri vermesi için duâ et. Onun alameti, ona baktığında seni hayal dünyasına götürüp sevinç verir. Sanki güneşin ışınları onun sarı tüylerinden çıkmaktadır.
O sığıra güzelliğinden ve sarılığından dolayı altın sığır diyorlardı. Onun süslü ve insana hoş gelen bir sarısı vardı. İnsana burukluk veren kötü bir sarıya sahip değildi.
Genç, ormana gitti. Onu gördü. Otluyordu. Genç ona seslendi:
- Sana İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub’un ilâhı ile azimet ediyorum, emrime uy, yanıma gel, dedi. Sığır, o gencin sesine kulak verip, koşa koşa geldi. Önünde uslu uslu durdu. Genç, sığırın boynunu tutup bağladı. Sığır Allah’ın izniyle dile gelip konuştu:
- Ey annesine iyilik yapan genç! Sırtıma bin, seni istediğin yere götüreyim, bu sana çok kolaydır, dedi. Genç:
- Annem bana ‘Onu boynundan tut’ diye emretti. Sığır:
- İsraloğullarının peygamberlerinin hakkı için! Eğer sen bana binersen, ebediyen bana gücün yeter ve ben de ebediyyen seni taşırdım. Eğer sen dağa yerinden oynaması için emretsen, dağ yerinden sökülür, seninle beraber hareket eder. Bütün bunlar, senin annene olan iyiliğindendir, dedi.
Sonra genç o sığırı alıp annesine götürdü. Annesi ona:
- Oğlum! Sen fakirsin. Hiç malın yok. Geceleri namaz kılmak ve gündüzleri de odun taşımak artık sana meşakkat verip zor geliyor. Git bu sığırı sat, dedi. Oğlu:
- Kaça satayım? dedi. Annesi:
- Üç dinara sat. Bana danışmadan satma, dedi. O gün o sığırın pazarda edebileceği değer üç dinardı. Genç, sığırı alıp pazara götürdü. Allahu Teâlâ, o gence annesine yapmış olduğu iyilikten nasıl bir hayır kazanacağını bildirmek için ona bir melek gönderdi. Melek ona:
- Bu sığırı kaça satıyorsun? dedi. Genç:
- Üç dinar. Annemin rızâsı şartıyla, dedi. Melek:
- Ben bunu altı dinara alıyorum! Anneni işin içine sokma, dedi. Genç:
- Sen bana bu sığır ağırlığınca altın versen, ben anneme danışmadan ve rızâsını almadan yine satmam, dedi. Genç, gidip durumu annesine aktardı. Sığırın değerini ona haber verdi. Annesi:
- Dön! Git onu benim rızâm ile altı dinara sat, dedi. Genç, sığır ile yine pazara gitti. Melek geldi:
- Annen ne buyurdu?
- Annem, bunu altı dinardan aşağı satmamamı emretti. Bu değerden noksan bir değer ile satmam.
- Annene gidip danışmaman üzere bunu senden on iki dinara satın alıyorum.
Genç, satmaktan kaçındı. Yine annesine geldi. Bunu ona haber verdi. Annesi ona:
- Oğul! Sana gelen insan sûretine girmiş bir melektir. Seni imtihan etmek istiyor. Sana geldiğinde, ona, ‘Sen bu sığırı satmamızı emreder misin, yoksa emretmez misin? diye sor. Ona göre hareket et, dedi. Genç, sığırı ile tekrar pazara gitti. Yine melek geldi. Annesinin söylediklerini meleğe sordu. Melek:
- Annene git. Ona bu sığırı tutup satmamasını söyle. Bunu Mûsâ b. İmran senden İsrailoğulları içinde öldürülmüş bir maktulün katilini bulmak için satın alacaktır. Bunu ancak, derisinin dolusu altın ile satarsın. Allahu Teâlâ, İsrailoğullarına bu sığırın kesilmesini takdir etti, dedi.
Çok geçmeden İsrailoğulları kesecekleri sığırın vasıflarını sordular, Allah onlara bu sığırı tarif etti.
Bu işi gözlerinde o kadar büyütmüşlerdi ki, bunun için Hz. Musa'yı, durmadan sordukları sorularla rahatsız ediyorlardı. Hatta bazıları, onların bu işi kırk sene sürüklediklerini rivâyet etmişlerdir. Nihâyet emri yerine getirdiler. Sığırı bulup derisi dolusu altına satın aldılar ve kestiler.
Düşünebilenler için bu bakara kıssasının incelikleri ve acaiplikleri pek çok ibretlerle doludur.
‘ كَادَ ’ haberde yakınlık manası taşıdığı için fiil sınıfına girmiştir. Üzerine nefi geldiğinde haberi nefy eder.
72- Hani o vakit bir kişiyi öldürmüşünüz de katili hakkında suçu birbirinizin üzerine atmıştınız. Halbuki Allah (cc) gizlediğiniz şeyi açığa çıkarıcıdır.
Amcasını mirasa konmak için katleden bir kişi olduğu halde cemi getirilmesi düşündürücü. Ayrıca olay çok öncelerde yaşandığı halde asr-ı saadette aynı karakteri yansıtan soydaşlarına hitaben söylenmiştir.
‘Her ne kadar suçu birbirinizin üstüne atsanız da Allah Âmil isimli adamın katilinin kim olduğunu meydana çıkarıcıdır.’
Bu olayın cereyan ettiği zamanda insanlar öldükten sonra dirilmeye inanmıyorlardı. Allah’ın, gözleri önünde öldürülen şahsı diriltmesi, o şahsın ‘Beni filan öldürdü’ deyip tekrar düşüp ölmesi onları ikna edici müthiş bir mucizeydi.
Katil mirastan mahrum edildi. Bu olaydan sonra ‘Hiçbir katil, maktulünün varisi olamaz’ hükmü sabitleşmiş oldu.
‘ فَادّٰرَءْتُمْ ’, def etmek mânâsına ‘ دَرَأَ ’den tefâül babından bir fiil olup ‘def etmek istediniz’ anlamınadır.
Rivâyet olunuyor ki; içlerinde yaşlı ve gâyet zengin bir adam varmış, bunun bir oğlu ve birçok da kardeş çocukları bulunuyormuş. Yeğenler bu zengin amcanın mirasına konmak için onun tek oğlunu gizlice öldürmüşler, sonra da cenazesini kapıya koyarak bağırıp çağırmaya, güya katilini aramaya, cinâyeti şunun bunun üzerine atmaya kalkışmışlar. Katilin bulunamaması üzerine büyük bir fitne çıkmış.
Bir başka rivâyette de, İsrâiloğulları içinde zengin bir adam vardı. Bunun da bir kızı ile fakir bir yeğeni vardı. Yeğeni amcasından kızını istedi. Adam kabul etmedi. Genç de buna kızarak ‘yemin ederim, amcamı öldürüp malını da, kızını da alacağım’ dedi.
Delikanlı amcasına gelerek; ‘amca, şuraya tâcirler gelmiş, onlara gidelim de bir şeyler satın alayım. Seni yanımda görürlerse bana mal verirler’ dedi. Amcası da geceleyin yeğeni ile birlikte çıktı. Yeğeni yolda onu öldürüp evine döndü. Sabah olunca da, hiçbir şey bilmiyormuş gibi amcasını aramaya başladı. Bulamayınca akşamki yere doğru gitti. Birkaç kişi amcasının başında toplanmıştı. Onlara: ‘Amcamı siz öldürdünüz’ diyerek diyetini istedi. Ağlayıp üstünü başını yırtmağa başladı.
Durumu Hz. Mûsâ’ya arz etti. Hz. Mûsâ da onlara diyet vermelerini emretti. Onlar da; ‘Yâ Mûsâ, biz katil değiliz; Rabbine duâ et, katili meydana çıkarsın’ dediler.
73- Bunun üzerine: ‘O sığırın bir parçasıyla ölüye vurun’ dedik. Böylece Allah (cc) ölüleri diriltip, âyetlerini size gösterir. Umulur ki akledersiniz.
Ölüye vurunca, damarlarından kan süzerek kalktı. ‘Beni iki amca oğlu öldürdü’ dedi. Aynı zamanda sığırı kesmek, mecazi olarak şirki kesmek anlamına da gelmektedir.
Ölümden sonra dirilmeyi idrak edemeyenlere canlı delil olmak üzere peygamberler gönderilmiş ve onlara böyle bakara kıssası gibi mucizeler verilmiştir.
✯ Kıyâmet günü öldürülen kişi, öldürenin elinden tutarak gelir ve: ‘Ey Rabbim! Bu adam benim canıma kıydı’ der. Allah (cc) öldürene: ‘Onu niçin öldürdün?’ deyince, ‘Senin yüceliğin için öldürdüm’ der. Allah (cc): ‘Yücelik benim içindir’ buyurur. Yine öldürülen, kendisini öldürenin elinden tutarak gelir ve: ‘Ey Rabbim! Bu adam beni öldürdü’ der. Allah (cc): ‘Onu neden öldürdün?’ buyurunca, ‘falancanın aziz olması için’ der. Bunun üzerine Allah (cc): ‘İzzet sadece benim içindir. Günahının gerektirdiği (cehenneme) dön’ buyurur. Hadîs-i Şerîf
✯ Şeytan ilk cinâyeti Kâbile, bir hayvanın başını ezerek gösterdi. Kâbil de, Hâbil’i öldürüp, bir karganın diğer karga ölüsünü toprağa gömmesinden ilham alarak, Hâbil’i toprağa gömmüştür.
✯ Bir müminin öldürülmesine bir yarım kelime de olsa yardım eden kimse, alnında ‘cennetten mahrumdur, bu kişi Allah’ın rahmetinden kovulmuştur’’ ibâresi yazılı olduğu halde Allah’a kavuşur. Hadîs-i Şerîf
✯ Topyekun dünyanın yıkılması, Allah katında haksız yere bir kan akıtmaktan daha ehvendir. Hadîs-i Şerîf
✯ Göktekiler ve yerdekiler bir müslümanın öldürülmesinde birlik olsalar, Allah onların hepsini de yüzüstü cehenneme atar.
Suçsuz yere öldürülen kişinin, Allah katında altı mükâfatı vardır:
1- Kanının ilk damlasında günahları bağışlanır.
2- Kabir azâbından kurtulur.
3- Cennetteki yerini görür.
4- Kerâmet (asâlet) elbisesi giydirilir.
5- Kıyâmetin dehşet dolu sıkıntılarından emin olur.
6- Hûrilerle evlendirilir.
74- Bu olaydan sonra kalpleriniz yine katılaştı, taş gibi hatta taştan daha katı oldu. Halbuki öyle taşlar var ki ondan nehirler kaynar. O taşlardan öylesi vardır ki; yarılıp ondan su fışkırır. O taşlardan öylesi de vardır ki: Allah (cc) korkusundan yuvarlanıp aşağı düşer. Allah (cc) yaptığınız işlerden gafil değildir.
Amcasını öldürüp iki şehirden öbürünün kapısına bırakmasıyla iki şehir halkı birbirine girdiler. Ölü dirilip katilinin kim olduğunu söylemesine rağmen husumetlerine devam ettiler. Mucizeye bile inanmadılar. Bunun üzerine kalpleri katılaştı, taş gibi oldu.
Taşa su atılsa da tohum ekilse de serttir, katıdır; mahsul vermez. Katılaşmış kalpler de âyetler inse, mucizeler görülse, peygamberler gelse de etkilenmez. Tıpkı bu olayda olduğu gibi. Kalpler yumuşamadı, âyetler fayda vermedi, kalpler katılaştı.
Kalbin etkilenmesi, inadı, isyanı, kibri bırakıp taat, huzu, huşuyu izhar etmesidir.
Kendilerine verilen bunca nimetlere, lütuflara karşı onlar küfranı nimet ve hafife alma ile karşılık verdiler.
Âyette ‘ ثُمَّ ’ lafzının gelmesi, katılıklarının, uzaklığının derinliğine işarettir.
‘ قَسَتْ ’ fiili ile cisimler ve nefisler vasıflanır, kalbe isnadı mecazidir. (tecessüm sanatı) Ortak yan, bulunduğu halden başka hale çevrilmemek. Bu, hissi veya kalbi olur. İnsanlar nezdinde taşın katılığı meşhurdur.
Kasvet; lugatta sert, katı, kuvvetli merhametsiz, kaba, kalp para, çok sıcak veya çok soğuktan ötürü şiddetli sene, göğüs germek gibi manalara gelir. Bu manalarda birçok istiare bulunmaktadır.
Bir tanesini açacak olursak, Kalp para, görüntüde para gibi ama resmiyeti, geçerliliği yok. Üstelik taklit olduğu için, sahibi suçlu ve cezaya müstehaktır.
Katı kalp sahipleri de görüntüde insan fakat söz dinlemez, laftan anlamaz, vahiyden, mucizeden, peygamberden etkilenmez. İnadından, kibrinden asla taviz vermez. İnd-i ilâhide insanlık sınırından çıktığı, görevlerini ihlal ettiği, ömürleri zayi olduğu için, bu tipler kalp paraya benzetilmiştir.
Âyette geçen ‘ اَوْ ’ müfessirin-i kiram indinde ‘ بَلْ ’ manasına olunca, (zemmi tekid, rücu sanatı) onların katılığının taştan daha fazla olduğunu ifadeyle onların gaddarlığı katmerleşmiş oldu.
Taştan katı, demir vs. olabilir. Taşı bir aletle kırabilirsin. Ama demir ancak ateşte, hem de harareti beş bin dereceye ulaşan ateşte erir. Yahudileşmiş kalpler de ancak cehennemin şiddetli ateşi ile erir. Kalplerin taştan daha katı olduğunu isbat için Cenâb-ı Hakk ‘Taşlardan bir kısmı vardır ki,’ buyurarak taş çeşitlerini anlatır.
Taşlardan bazıları yeraltı sularının tazyikine dayanır. Sular birikir, çoğalır. Sonra oradan nehirler çıkar. Yani suyu nehir oluncaya kadar depolama görevi yapar.
Taşlardan bazıları da suyun tazyikine dayanamaz, yarılır altından pınarlar, gözeler çıkar. Bu su nehir gibi değildir. Azdır ama dağda bayırda nice susuzları kandırır, hayatı idame ettirir.
Taşlardan bazıları da Hz. Musa’nın Cemâlullah’ı görme iştiyakını, isteğini cevaplamak üzere Allah’ın nazarına mazhar olan dağın taşları gibi, Allah korkusundan yuvarlanır.
Sanki bu âyette taşları üç boyutlu özellikleri sayılarak kalpleri katılaşmamış müminlerin kabiliyetlerine, yeteneklerine göre hizmet vermeleri anlatılır. Şöyle ki: Büyük beceri, başarı ve çalışmalarla bütün topluma faydalı, devamlı ve berrak nehirler gibi faydalı olmak, bulunduğu yeri münbit hale getirmek. Eğer buna güç yetiremiyorsa gözeler, ırmaklar gibi en azından yakın çevresine faydalı olmak.
Ya da, ruhunu yüceltip muhabbetullah, mârifetullah ile gönlünü doldurup feyzi, bereketi, haşyeti ile Allah’ın kullarını Allah’a yönlendirmek. Kendini bu yolda feda edebilmek. Kader rüzgarı önünde tereddütsüz dağdan kopan taş gibi yuvarlanmak.
Bütün bunlar insanoğlunun iki ana görevini hatırlatır: Biri, Allah’a itaat; diğeri mahlukata şefkat.
Âyetin sonu (muraat-ı nâzır’dan teşâbuhel etraf) Allah’ın amellerden gafil olmadığını hatırlatarak dikkati amellere çekiyor.
Cümle başında kalbin katılığı zımmında insanın Allah’tan gafleti ve gafletinin derecesi anlatılırken, âyetin sonunun Yüce Allah’ın gafil olmadığını ifade ederek bitirmesi çok ilginç. ‘Ben hiçbirinizden, amellerinizden gafil değilken, siz bir olan Rabb’inizden gafilsiniz öyle mi?
Sırat köprüsünü geçinceye kadar müminin huzuru olmaz.
Hasan-ı Basri, ‘Bin yıl yattıktan sonra Cehennemden bir adam çıkarılır. Keşke o adam ben olsaydım’ demiştir. Bu zatın kırk yıl gülmediği söylenir. O, oturduğu vakit sanki boynu vurulacakmış gibi, konuştuğu vakit âhireti görmüş ve ondan haber verir gibi konuşur, sükut ettiği vakit sanki Cehennem gözünün önünden geçiyormuş gibi olurdu. Böyle son derece üzgün olmasından dolayı kendisini kınayanlara ‘Allahu Teâlâ’nın benim bütün gizli kusurlarımı bildiği halde bir defa bana kızıp ‘seni affetmiyorum’ demesinden beni ne emin kılabilir ki, ben de mahzun olmayayım ve korkmayayım?’ demiştir.
✧ Göz donukluğu, kalp katılığındandır.
✧ Allah’ı zikretmeksizin fazlaca konuşmayın. Çünkü bu kalbi katılaştırır. Allah’dan en uzak olanlar, katı kalplilerdir. Hadîs-i Şerîf
✧ Katı kalp, teşvikten, engellemeden etkilenmez.
✧ Teessürden, ibretten, hilimden uzak kalbe, kasvet vasıf olur.
İslâmiyet’i Bilen
Müctehidlerin büyüklerinden Ahmet Bin Hanbel Hazretleri evlenecekleri sırada,
- Filan adamın kızı var, hangisini istersiniz size alalım. Fakat birinin bir gözü sakattır, demişler. Bu büyük müctehid,
- İslâmiyet’i hangisi daha iyi biliyor? diye sormuş.
- Bir gözü sakat olan hem ilmi var, İslâmiyet'i biliyor, hem de bildiğini bizzat yaşayarak, dinin emirlerine tamamen riâyet ediyor, demişler.
- Öyleyse bilgiliyi bana nikâh edin. O insanı mes'ût eder. Havâî ve şımarık câhillerden ne kadar güzel olurlarsa olsunlar insana hayır gelmez... diyerek, gözü sakat, bilgili ve dindar kızı, sağlam fakat câhil birine tercih etmiştir.
❊ ‘ ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ ’ cümlesinde teşbih-i mürsel var. Kalplerinin haktan nefretle ve uzaklaşmakla muhkemliği katı kalbe benzetildi. Sonra teşbihi kaldırıp, taşı kalplerinden daha yumuşak kıldı.
❊ ‘ ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ ’ cümlesinde istiare-i mekniye tebaiyye var. Kalplerinin hakka itibar etmemeleri, öğüt almama hali, teemmül ve düşünceleri, lisan-ı hallerinin konuşması; katı, sert, yerleşik taşa benzetildi.
❊ Haşyeti taşa isnatta mecaz-ı akli var. Bu arap dilinde çok bulunur.
75- Yahudilerin size inanacaklarını mı umarsınız? Onlardan bir zümre Allah (cc)’ın kelamını dinlerler, anladıktan sonra bile bile değiştirirlerdi.
Bunca nimete mazhar olmuş, nice mucizeler görmüş muannid yahudilerin ve o zihniyette olan inatçı müstekbirlerin size inanmasını mı umuyorsunuz? Hepsi olmasa da onlardan bir fırka Allah’ın kelamını işitip, iyice anladıkları halde bile bile onu tahrif ederler. O gün Tevrat’ı tahrif ettiler, Efendimizin (sav) vasıflarını silip değiştirdiler. Bugün de lafzen olmasa da, hükmen Allah’ın kitabını ve o kitabın fonksiyonunu değiştirmekteler.
Kuran’a sadece ölülere okunan bir kitap muamelesi yapılmıyor mu? Yetmiş küsur yıldır okullardan Kur’an kaldırılmış, okul dışı zamanlarda da öğrenilmesin diye menfur planlar yapılmakta.
Oysa yahudi, tahrif edilmiş, bozulmuş olmasına rağmen Tevrat’ı çocuklarına öğretmek için sabahtan öğleye kadar okullarında İbraniceyi öğretmekte.
Din ayrı, devlet ayrı safsatasıyla beyinleri yıkayanlar, devlete dini karıştırmayanlar, neden dine karışıyorlar? Hazırladıkları elli iki hutbe taslağına mecbur ederek iki yüz elli hüküm âyetinin okunmasına neden müsaade etmiyorlar? Bütün bunlarda Cenâb-ı Hakk’ın âyette bildirdiği gibi yahudi parmağı var. Şeytanın ve şeytanlaşmış insanların tasallutu var. Müminlerin gafleti ve kötülere hüsn-ü zan etme hatası var. Uyanalım, uyandıralım, hiç uyumayan Allahu Teâla’dan gafil olmayalım.
Ayrıca âyet-i kerimede bugün dünyanın çeşitli yerlerinde inanmadıkları halde Kur’an’ı araştıran ve onu yalanlamaya yol arayan nice karanlık ruhlu insanlara da işaret vardır.
Peygambere ve ashabına hitap; yahudilerin inkar ve inadına işarettir.
Benî Kureyza’ya ‘Ey maymunların dostları, kalenizden inin’ deyince, ‘Bunu Muhammed’e kim haber verdi?’ diye münafıklara itap etmişlerdir.
‘ اَفَتَطْمَعُونَ ’; şiddetle istiyor musunuz? Tama, nefsin bir şeyi şiddetle istemesidir. İstek az olursa, buna reca ve rağbet denir.
Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi bildiği halde mecazi olarak soru sormasının hikmetleri:
Vahyin soruları, insan zihnine sondajlar yaparak bilgi edinmek, gerçekleri tesbit etmek, muhatabın inanç ve hedeflerini araştırmak, muhatabın nasıl düşündüğünü ve ne istediğini, bunu neden istediğini, bunu elde etmesini neyin kısıtlayabileceğini ortaya çıkarır.
Kur’an sorularıyla, sizin deneyimizin üzerinde düşünmenizi zorlar. Siz bu sorulara cevap vermezlik edemezsiniz. Bilmiyorum deseniz bile yine soruyu düşünmek ve o cevabı bulmak için deneyiminizi gözden geçirmek zorunda kalırsınız. Her insanın deneyimi ve algılaması farklıdır. Doğru soru sormak bir sanattır.
Allah’ın soru tekniği
❀ Kur’an soruları güçlü sorulardır.
❀ Genellikle seçenekler sunar. Hangisinin iyi olduğunu açık seçik belirtir. Ancak muhatabın seçimini de, sorumluluğunu da kendine yükler.
❀ Kur’an soruları karşı konulmaz düşünce davetleridir ve düşünme alışkanlığı oluşturur.
❀ Her sorunun bir amacı vardır. Muhatabı eyleme götürür.
❀ Probleme değil, hedefe yönelik sorulardır.
❀ Geçmişe değil, hale, geleceğe odaklanır.
❀ Güçlendirici varsayımlar içerir.
❀ Tanımlı bir maksadı vardır.
❀ Sorulan sorularda zamanlama mükemmeldir.
❀ Muhatabın duygusal durumunu ortaya çıkarır ve değiştirmeyi amaçlar.
❀ Tek taraflı değil, muhatabı ile karşılıklı bir iletişimi yeğler.
❀ Kuran soruları; muhatabıyla sürekli konuşan ve anında onay bekleyen sorulardır. Muhatabın düşünce ve davranışlarını tartışmaya açar.
Kur’an’da ‘Ne - Nasıl - Nedir - Ne zaman’ şeklinde 133 tane soru vardır.
Soru;
❖ Eyleme geçirir
❖ Çözüme yöneliktir.
❖ Geleceğe taşır
❖ Varsayımlar (faydalı) bulundurur.
❖ Sorarak öğrenmelerini teşvik eder.
‘Şimdi (ey mü'minler), onların size inanacaklarını mı umuyor, bekliyorsunuz!? Oysa ki onlardan bir grup Allah'ın kelâmını işitir de onu iyice anladıktan sonra bile bile onu tahrif ederlerdi’ ayet- i kerîmesi Tevrat’taki recm âyeti ile Hz. Muhammed (sav)'in vasıflarını değiştiren yahudi âlimleri hakkında inmiştir.
76- Yahudi münafıklar müminlerle karşılaştıkları zaman ‘inandık’ derler. Birbirleriyle tenhada baş başa kaldıkları zaman: ‘Rabbimiz katında aleyhinize delil getirsinler diye mi Allah (cc)’ın size Tevrat’ta beyan buyurduğunu onlara söyleyip duruyorsunuz, buna aklınız ermiyor mu?’ derlerdi.
O gün Kur’an karşısında yahudilerin tutumu bu idi. İnanır gibi gözükerek sinsi sinsi müminler aleyhine hile kurar, Tevrat’ın Kur’an’ı tasdik etmesini gizli tutar, açıklayanlara kızıp ikaz ederlerdi.
‘Birbirleriyle başbaşa kaldıklarında’ ifadesinde, şimdiki din düşmanlarının müslümanlar aleyhine kurdukları kulüplere, kulislere, gazete, dergi, tv, internet sitelerine, bâtılı yayıp hakkı kapatmak için çalışanlara işaret vardır.
Müslüman demek, hasreti çekilen insan demektir. Bir kimsenin hasreti çekilmiyorsa, son nefeste imanı tehlikededir.
Bir müslüman, bir müslümanın yanına, herhangi bir iş için, rahat gidemiyorsa, çekinerek gidiyorsa, o kendisinden çekinilen müslümanın son nefesinden korkulur.
İbâdetin tadını almayanın ibâdeti gösteriş ve nifaktır.
Eğer biriniz kardeşine yardım etmek, sıkıntılarına ortak olmak, hiç değilse kendisine duâ etmek niyet ve kararlılığında değilse, onun hatırını sormasın; çünkü bu samimiyetsizliği yüzünden münâfık olur. Aliyyü’l-Havvas
Bir elde kadeh, bir elde Kur'an
Bir helâldir işimiz, bir haram,
Şu yarım yamalak dünyada,
Ne tam kafiriz, ne tam müslüman. Ömer Hayyam
Yalancılık, sâdece hilaf-ı hakikat konuşmak demek değildir. Bir kimsenin tutum ve davranışları hakkında o davranışların yapılış sebebini bilmeden kötü düşünmek ve kötüye yormak da bir çeşit yalancılıktır. Bu bakımdan sû-i zan, mü’minlere yakışmayan, îmân ile bağdaşmayan fenâ bir ahlâk, büyük bir günahtır.
Bir kimse çocuğu susturmak için: ‘Sus, sana şunu alacağım!’ demesin ki, bu kadarcık -sırf çocuğu oyalamak için söylenmiş olan söz bile- aleyhinde yalan olarak kaydedilir. Şâyet va’dettiği şeyi satın almazsa, bunun yüzünden kıyâmette cezâlandırılır.
Yalan, insan için en kötü sıfat olan münâfıklık alâmetidir. Yalan konuşan kimse ibâdetlerini yapsa da yine münâfıklık belirtisinden kurtulmuş olamaz.
✧ Çoban kurdun işine râzı olursa, köpek yabancıya havlamaz. Ebu Umame (ra)
✧ Hilekarın korkağı sinsi, cüretkarı tahakkümcü olur. Yalan, nifak kapılarından bir kapıdır.
✧ Dört şey yüzün güzelliğini alır:
1- Yalan.
2- Câhilâne sorular.
3- Hayâsızlık.
4- Çok günaha dalmak.
✧ Yalan, is gibi insanın içini karartır.
✧ Allah’ım açlıktan Sana sığınırım, o ne kötü arkadaştır, hainlikten Sana sığınırım, o ne kötü sırdaştır. Hadîs-i Şerîf
✧ Yalan, bir lafz-ı kafirdir. S. Nursî
✧ Tez elde edilen başarı, insanı kararsız ve maceraperest yapar.
✧ Yalan ile güzel ahlâk bir arada bulunmaz. Sathi nazar, muhali mümkün görür. S. Nursî
Yalancılık kötü huydur sakının
Hak hakikat esir kalmaz kurtulur
Bir gün olur yalanınız tutulur
Ağzınızda hükmü kalmaz gerçeğin
77- Onlar bilmiyorlar mı, Allah (c.c.) gizlediklerini de, açıkladıklarını da bilir.
Bu gizli faaliyetleri yapanlar, Allah’ın herşeyi bildiğini, istediği an ortaya çıkaracağını, yaptıkları hileleri kendi başlarına çevireceğini bilmiyorlar mı?
Bu din düşmanları önce gizli gizli plan yapıp sonra uygulamaya geçerek dışa vurduklarından, âyet-i kerimede önce gizledikleri sonra ilan ettikleri zikrolunmuştur. Yüce Allah’ın ezeli, ebedi ilmi, kudreti, iradesi karşısında bu zavallıların hilesi, gizli tutumları deve kuşunun başını kuma sokarak kendisi avcıyı görmediği için gövdesini dışarda bırakıp, avcıya yakalanmasına benzer.
Allah’ın kitabı Allah’ın nurudur. Kıyâmete kadar bizzat kendisi muhafaza edecek ve o nur asla sönmeyecektir.
Kur’an okuyunuz. Çünkü Kur’an, kıyâmet gününde kendisini okuyanlara şefaatçı olarak gelecektir. Kıyâmet gününde Kur’an ve dünyadaki hayatlarını ona göre tanzim eden Kur’an ehli kimseler mahşer yerine getirilirler. Bu sırada Kur’an’ın önünde Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri vardır. Her ikisi de kendilerini okuyanları müdâfaa için birbiriyle yarışırlar.
✧ Kur’an’ı iyi bilip okuyan, meleklerle beraberdir. Hadîs-i Şerîf
✧ Kur’an, insanın bütün latifelerine; ruhuna, kalbine ve istidatlarına ziyâfet verir.
✧ Kur’an-ı Kerîm ruhtur; Kur’an çıkıp gitse, küre-i arz vefat edecektir.
✧ Kur’an’daki hikmetin evveli olmadığı için, zevâli de olmaz.
✧ Hamele-i Kur’an, İslâm’ın sancağını taşıyan kişidir. Ona ikram eden muhakkak Allahu Teâlâ’ya ikram etmiş olur. Ona ihânet edene Allah’ın lâneti vardır.
✧ Ümmetimin ibâdetlerinin en faziletlisi, Kur’an okumaktır. Hadîs-i Şerîf
Laf edip aleme varın söyleme
İşin uygun diye kârın söyleme
Her olur olmaza sırrın söyleme
Şimdi insanlara hiç karar olmaz.
Münafığın yeri her dem nar iken
Düşman olsa korkma Mevlâ var iken
Bir adamın önce malı var iken
Sonu yoksul olsa gözü dar olmaz. Âşık Sümmâni
Allah’ın kitabını inkar edip, kabule yanaşamayan bir başka güruh da Mekke müşrikleri. Ümmi, kitabı bilmez ancak kuruntularına tabi olan, ancak zan eden kimseler. Bunlar tam on üç sene Efendimiz’e (sav) eziyet ettiler. İman edenlere rahat, huzur vermediler. Zayıf, güçsüz, savunmasız olanları öldürdüler. Efendimiz’in (sav) gözleri önünde işkence ettiler. Kendileri gibi akılsız, kafasız putlarından vazgeçmemekte direttiler. Resûl-u Ekrem’i öldürmek için tam iki yüz defa suikast düzenlediler. Cenâb-ı Hakk, Habibini korudu, hicret izni verdi. Medine’ye hicretten sonra savaş emri de geldi.
Yola gelmeyen bu ceberut güruh, Bedir’de cezasını buldu. Efendimiz (sav) bunların tasallutundan kurtulmadan Medine Yahudileri harekete geçti. Ellerindeki tahrif edilmiş Tevrat’ı da kullanarak inkarlarını sürdürdüler. Efendimizi (sav) zehirleme ve üzerine taş düşürerek öldürme planı yaptılar.
Ama Allah, Efendimizi (sav) korudu.
Resûlullah (sav) onlarla vatandaşlık anlaşması yaptı. Ama onlar uymadılar, anlaşmayı bozdular.
Bir âlimin bir öğrencisi vardı. Bu öğrenci, kendisini herkese güvenilir biri olarak tanıtmıştı.
Ancak hocası, öğrencisinin kendisini tanıttığı gibi olmadığını biliyordu. Öğrenciyse hocasının kendisi hakkında yanıldığını ileri sürüyordu.
Hocası günün birinde, bir başka öğrencisini götürerek bir evde sakladı. Sonra bir koç alıp kesti ve parçalayarak bir çuvala koydu.
Bu sırada kendisini herkese güvenilir tanıtan öğrenci çıkageldi ve hocasını kanlara bulanmış bir halde gördü.
Hoca, elinde kanlı bıçak ile çuvalın başında bekliyordu.
Öğrenci bu durum karşısında: ‘Efendim, nedir bu halin?’ dedi. Hoca: ‘Falan öğrenci beni çok sinirlendirdi ve ben de kendisini öldürmek zorunda kaldım.
Bu bir sırdır ve senden kimseye söylememeni istiyorum. Şimdi onu gömmek için bana yardım et’ dedi. Birlikte çuvalı evin içine bir kuyu kazarak gömdüler.
Ancak bir gün hocanın sakladığı öğrencinin babası çıkageldi. Çocuğunu görmek istediğini söyledi. Hocası da, çocuğun kendi yanında olduğunu söyledi.
Çocuğun babası da böylece dönüp gitti. Fakat, bu olayı bir türlü içine sindiremeyen sözde güvenilir öğrenci, hocasının bu sırrını daha fazla gizleyemedi.
Çocuğun babasına giderek olup bitenleri anlattı. Çocuğun hoca tarafından öldürüldüğünü ve birlikte gömdüklerini söyledi.
Durum zamanın hükümdarına iletildi. Hükümdar bu durum karşısında ne yapacağını şaşırdı. Çünkü hocanın ne denli vakur ve güvenilir biri olduğunu biliyordu.
Hemen kadı ve fakihleri adı geçen hocaya gönderdi. Öğrencisi de, artık hocası hakkında ileri geri konuşmaya başlamıştı. Şâhitler gömülü yerden çuvalı bulup çıkardılar.
Açtıklarında, içindeki şeyin kesilmiş bir koç olduğunu gördüler. Bu arada çocuk da gizlendiği yerden ortaya çıktı. Böylece kendisini herkese güvenilir olarak tanıtan
öğrenci rezil olmuş, gözden düşmüş ve yaptığına da pişman olmuştu. Ancak bu pişmanlık artık işe yaramıyordu.
78- Yahudilerden bir kısmı, okuma yazma bilmeyen, Tevrat’ı bilmez câhillerdir; bildikleri ancak kuruntudur. Onlar yakin üzere değillerdir, ancak şüphe ve zanda bulunurlar.
‘ اَمَانِيَّ ’, insanın kendi hayalinde tasarlayıp varlığını kabul ettiği, olmasını temenni ettiği veyahut diline dolayıp durduğu şeylerdir. Batılılar buna ‘ideal’ derler. Dilimizde mefkûre diye tercüme edilir.
Emaniy, insanın kendi gönlünden geçirdiği, saplanıp kaldığı ve durmadan arkasından koştuğu bir düşünce, bir hayal, bir kuruntu demektir. Bunun bazıları gerçekleşmesi mümkün şeyler olsa da, çoğunlukla hiçbir delile dayanmayan kuru ve şahsi temennilerden ibarettir. Bundan dolayı emaniy, bâtıl idealler, evham ve boş hayaller mânâsına da kullanılır.
Hak, ağırdır. Ağır olduğu kadar da acıdır ve aynı zamanda faydalıdır. Bâtıl ise hafif ve aynı zamanda belâlı ve zararlıdır. Eğer tavsiyeme uyarsan, henüz erişemediğin, gaybda bulunan ve mutlak sûrette sana ulaşacak ölümden sevimli bir şey senin için olamaz. (Hz. Ebû Bekir’in, Hz. Ömer’e vasiyetinden)
Bir hakkı açıklamaktan, bir bâtılı reddetmekten, bir hikmeti yaymaktan ve bir nimete şükretmekten başka dili tutmak gerekir. Çünkü kişinin yarısı dili, yarısı da kalbidir. Geri kalan, et ve kandır. Nitekim Resûlullah, ‘Akıllı kimsenin dili, kalbinin arkasındadır. Konuşmak istediği zaman, önce kalbine başvurur. Konuşması lehine ise konuşur, yok aleyhine ise susar. Câhilin kalbi ise dilinin gerisindedir. Bu yüzden her diline geleni söyler’ buyurmuştur.
79- Veyl olsun o kimselere ki kendi elleriyle Tevrat’ı yazarlar da sonra onu az bir paraya satmak için: ‘Bu Allah (c.c.) tarafındandır’ derler. Ellerinin yazdıkları yüzünden onlara büyük azap vardır. Kazanmakta oldukları günah yüzünden onlara yazıklar olsun!
Yahudilerin bir kısmı ümmi, bilgisiz kimseler. Diğerleri de onların hahamları. Câhil olanlar hiç araştırmadan hahamlara tabi oluyorlar. Onlar elleriyle yazdıkları kitabı veya değiştirdikleri hükümleri ‘Bu Allah katındandır’ diye halka dikte ediyorlar. Câhil halk da onlara kayıtsız şartsız uyuyor.
Tevrat’ı değiştirenler reislerinden ücret alabilmek için yazıyorlar. Reisleri de riyasetlerinin ellerinden çıkma korkusu ile bu işi organize ediyorlardı. Efendimizin (sav) son peygamber olmadığını (hâşa) isbat için vasıflarını değiştiriyor, zina vs gibi had cezalarını kaldırıyorlardı.
Burada bulunan üç ayrı grup da aynı derecede suçlu. Zira gerçeği bildiği halde inkar eden âlimlerle, reisleri, taklitçi câhiller sapıklıkta müsavidir.
Âyette bilgiler sonradan kazanıldığı için, bilmeyen ve zanna göre hareket edenler zemmedilmiştir.
Taklitle, temelsiz, körü körüne, ne idüğü belirsiz kimselere uymak özellikle de itikadi meselelerde çok tehlikelidir.
Yine âyette, başkalarını sapıtan zemmolunduğu gibi, sapan kimse de zemmolunmuştur. Yahudiler sapmış sapıtmış, dinlerini parayla satmış, inkarcı, inatçı olduklarından âyet ‘ فَوَيْلٌ ’ diye başlamış, yine veyl ile bitmiş. (reddül aciz alessadr) Suç büyük olduğundan, ceza da, tehdit de, gazab da büyük.
‘ وَيْلٌ ’ fiili olmayan bir masdardır. Manayı fiildir. Lugatte; Pişmanlık, helâk, elem veren azap, cehennemliklerin bedeninden akan irin manalarına gelir.
‘ وَيْلٌ ’, son derece şiddetli ilâhi tehdittir. Âyette iki kere tekit gelmesi de gazab-ı ilâhinin şiddetini vurgulamaktadır.
Âyet-i kerimede ‘hem yazdıklarına, hem kazandıklarına veyl olsun’ buyrularak hem yapılan işin helâl bir iş olmasına, hem de kazancın helâl olmasına dikkat çekmiştir.
Erkek olsun kadın olsun, Allah’ın haram kıldığı işlerde çalışmak, Allah’ın emânet olarak verdiği bedeni O’na isyanda kullanmak nasıl helâl olabilir? Bu hem nankörlük hem hıyanet olmaz mı?
Hepimizin bildiği gibi Allah faizi, rüşveti, zinayı, hırsızlığı, içkiyi, uyuşturucuyu, kul hakkına tecavüzü, zulmü vb.yi haram kılmış. İnsan tutup da bu tip işlerde çalışsa kazancı helal dairesinden çıkmış olur. Mesela, içki fabrikası, faiz alan-veren banka, zina yapılan oteller, çalgı, içki, kadın ile eğlence yapılan disko, bar, pavyon, içkili restoranlar, hınzır eti satılan market, Allah’ın haram kıldığı; yaratılışı, fıtri hali değiştiren kuaför, güzellik salonları, fuhuş yapılan veya seyredilen kafe, kahvehane, rüşvet, faiz, tefecilik gibi haram ve karanlık işler yapan tüm işletmeler gibi.
Kadının dışarda süslenmesi haram olmasına rağmen, kadını süslü, cazip, çıplak hale sokmak için çalışan atölyeler, terziler, kozmetik sanayii, devlete, millete hile yapan, çoğu az gösteren, rüşvetle haksızlıklara göz yumulan işletmeler, çıplak kıyafet modelleri çizen moda evleri ve sayamadığımız bilumum haram işlenen yerlerin kazancı haram olduğundan, bu yerlerde çalışan kimseler vasıfları ne olursa olsun, görevleri ne olursa olsun ister çaycı ister müdür, ister temizlikçi ister memur, kazançları helâl değildir. Bu konuların hepsi hakkında kesin âyet, sahih hadisler vardır.
Ayrıca Allah’ın emir ve yasaklarını çiğneyerek taviz vererek, farzları kaçırarak açılıp saçılarak haram işlere aracı, yardakçı ve yardımcı olarak kazanılan para da helâl değildir.
Bütün bunların cezasını millet olarak çekiyoruz. Bakıyorsunuz sekreter olarak girdiği müessesenin müdürünü ayartıp yuvasını yıkıyor. Bunu müteakip hüzünler, kinler, ayrılıklar, düşmanlıklar, nefretler, geçim darlıkları, çaresizlikler, yıkımlar baş gösteriyor.
Günümüzde faizin, kredi kartının, banka borçlarının batırdığı kimselerin sayısı belli değil. İçki, uyuşturucu, sigara belası herkesin malumu. Bütün bunların çoğu yazarak olduğundan öncelikle ‘Veyl olsun elleriyle yazdıklarına’, İnternet aracılığıyla yuva yıkan, fuhuş yapan, insanları helâke sürükleyen ağır vebal sahiplerine!
Yine gazete, dergi vs. dinin aleyhine yazanlara, Müslümanlara iftira atan, kötüyü iyi, iyiyi kötü gösteren, resimleriyle, çizimleriyle bozuk, saçma, kırıcı, yıkıcı, ayırıcı fikirleriyle insanlığa zarar veren yazar-çizer takımına veyl olsun!
Âyette ikinci veyl, haram söz, iş ve fiillerle para, rütbe, mal kazananlara. Çünkü haram yemek insanı baştan çıkarır. Haramları hoş gösterir. Haram lokma ile beslenen çocuklar bugünkü gibi haylaz, yaramaz, sözden anlamaz, tembel, çalışmaz, kibirlerinden, gururlarından yanlarına yaklaşılmaz, uyumsuz, huysuz, içkiye, fuhşa, kumara, kolay kazanca, harama düşkün kimseler olur.
Bugün malesef insanlara bunca haramı, günahı işletirler de ‘Allah’ın âyetlerini az bir paraya satmayın’ı üzerlerine almaz, bu âyeti Kur’an öğretenlerin ücret almasına yorarlar. Hürmet etmeleri gereken İslâm âlimlerine çamur atarlar.
Aslında Kur’an eğitimi yaptırarak kazanç sağlamak en helâl kazançtır. Çünkü o emeğinin parasını alıyor ve insanlara en kıymetli, en şerefli Kur’an’ı öğretiyor. İslam fıkhında beş helâl kazançtan en kıymetlisi cihattan kazanılan para diye geçer. Âyeti yanlış tevil ederek İslam âlimlerini -hâşa- Yahudi bilginlerine benzetiyorlar. Oysa onlar, Allah’ın kitabını değiştirip tahrif ediyorlar.
Şimdi söyler misiniz? Hangi imam, hangi müftü, hangi müezzin, hangi hoca böyle bir işle meşgul?
Helâli haram göstererek ümmetin Kur’an eğitimi büyük ölçüde engellenmektedir. Nasıl mı? Şimdi her binada nerede ise bir köy kadar insan yaşamakta. Hemen hemen her binada imam hatip veya Kur’an kursu mezunu biri bulunmakta. Bu kimse apartmanın çocuklarını toplayıp Kur’an ve dini bilgiler öğretse ve bu hocaya da düzgün bir maaş verilse memlekette Kur’an bilmeyen kimse kalmaz.
Bu davranış hem imam hatip ve Kur’an kurslarına rağbeti arttırır, hem de Kur’an eğitiminin yaygınlaşmasını sağlar. Kendi kendilerine uyduruk fetvalarla bu işten para alınmasını haram kılmış, insanları bu ulvi meslekten alıkoymayı becermişler.
Gençler arasında yapılan bir müzakerede imam-müezzin-hoca olmaya yüzde bir genç talip olmamış. Bu ne hazin haldir!
Kur’an öğreten veya imam olan kimse melek değildir. ‘Onlar peygamberlerinin melek olmasını isterler.’ O da diğer insanlar gibi yiyip-içen, herşeye ihtiyacı olan bizim gibi bir insan.
Zamanını eğitime ayırdığından nasıl başka bir işte çalışacak? Geçimini nereden temin edecek?
Sonra insanın kendi çocuğuna Kur’an’ı, dini bilgileri öğretmesi farz. Bunu mutlaka yapması lazım. Kendi yapamayıp, başkasına yaptırıyorsa onun emeğinin hakkını vermesi gerekmez mi? İmam-ı Âzam, oğlu Hammad’a Kur’an öğreten hocaya beş yüz altın vermiştir.
Öte yandan yüksek rütbelilerin aldıkları paraya kimse ses çıkarmıyor. İlâhiyat doçentleri, hocaları hepsi maaş alıyor. Onlara helâl de, diğer küçük birimlere mi haram?
Haram olan; başkalarına para için, pazarlıklı hatim okumak, duâ vs. okuyup bunu kazanç yolu yapmaktır. Çünkü Kur’an okumak namaz gibi, oruç gibi kişisel ibâdettir. İnsan başkası için parayla namaz kılamayacağı gibi, başkasına parayla Kur’an okumak da olmaz. Zaten kendi ölülerine başkasına parayla Kur’an okutmak sosyetenin çıkardığı bir bidat.
Kendileri Kur’an öğrenmeyip ya Türkçeden okuyorlar -bu da bidattır, asla Kur’an yerini tutmaz- ya da parayla başkasına okutuyorlar. Bu durum aynı zamanda Kur’an öğrenmeyi de büyük ölçüde engelliyor.
Miraslarını yediği ana babasına Kur’an okutarak vicdanlarını rahatlatmak isteyenler, bunun da parayla hallolacağını düşünüp Kur’an öğrenmeye çalışmıyorlar. Oysa Kur’an-ı Kerim Cenâb-ı Hakk tarafından mucizevi bir şekilde kolaylaştırılmış, en ahmak kimse bile bir ayda öğrenebilir. Bu davranış Kur’an’a karşı saygısızlıklara sebep olmaktadır.
Bir sosyete hanım her hafta Eyüp Sultan’a gider.
Bu işi meslek edinen, hatta ‘Tâze Yâsin, Tâze Yâsin’ diye reklam yapanlardan birine Yâsin okutur.
Adamcağız birkaç âyet okuduktan sonra ‘Sadakallah’ül Azîm’ der. Kadın itiraz eder:
‘Oğlum ben her hafta Yâsin okutuyorum. Sonu ‘türceûn’la bitiyor.’
Adam biraz daha okur. Makamını sürdürerek ‘İşte geldi ve ileyhi türceûun’ der.
✽ ‘ اَيْدٖيهِمْ ’ kelimesinin zikrinde itnab var. Çünkü yazmak ancak el ile olur. İtnabla gözde bu durum canlanır. Hatta dinleyen görmüş gibi olur. Yazdığını inkar eden kimseye ‘Sen onu elinle yazdın’ demek gibi.
✽ âyet ‘ فَوَيْلٌ ’ diye başlamış, yine veyl ile bitmiş. (reddül aciz alessadr)
80- O Yahudiler: ‘Sayılı birkaç günden başka bize azap dokunmaz’ dediler. Ey Habibim onlara de ki: ‘Allah’tan teminat mı aldınız? Allah vaadinden asla dönmez. Yoksa Allah’a karşı bilemeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?’
Cenâb-ı Hakk’a karşı iftiraya cüret eden yahudiler, bu çirkin iddalarını dile getirdiler. Kendilerini aptalca taklit eden câhil halk tabakasını sapıtmaya devam ediyorlardı. Ne var ki Cenâb-ı Hakk, vahiyle onların foyalarını meydana çıkardı.
‘Siz cehennemde ancak sayılı birkaç gün kalacağınıza dair ahid mi aldınız?’ Araya parantez cümle (cümle-i itiraziye) giriyor: ‘Allah vaadinden caymaz.’
‘Yoksa Allah’a karşı bilmeyeceğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?’ (tecâhül-i ârif sanatı)
Cenâb-ı Hakk onların bu çirkin yakıştırmasına karşı gâyet nazik bir tarzda tehdit yerine soru ile cevap veriyor. Onları düşünmeye, insafa davet ediyor. Aynı zamanda ortaya atılan gaybî haberin asılsız olduğunu (mantık yollu kelam) delillerle ispatlıyor.
1- Allah’tan ahid mi aldınız? Böyle bir durum ancak Peygamberlere mahsustur. Siz kendinizi ne sanıyorsunuz?
2- Yoksa Allah üzerine bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz? Allah’a karşı yalan uydurmaya utanmıyor musunuz?
Cenâb-ı Hakk bu âyetle kıyâmete kadar, gaybı bilir havasına girerek Allah’ın âyetlerine ters düşen bâtıl mülhidlerin özelliklerini, tiynetlerini ortaya koymaktadır. Ta ki mü’minler bunlardan kendilerini korusun, safsatalarına inanmasın. Kendilerini peygamber ilan eden pervasızlara kanmasın.
Cenâb-ı Hakk, Efendimizin (sav) son peygamber olduğunu ‘Muhammed, içinizden hiçbir erkeğin babası değildir, lâkin Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi hakkıyla bilir.’ (Ahzab, 40) âyetiyle bildirdikten sonra, hangi mü’min yalancı peygambere inanır, saçmalıklara kanar? ( هَلْ' den sonra yalnız olumlu fiil cümlesi gelir.)
Eyyâm kelimesi, 10 gün veya aşağısı için kullanılır.Hz. Peygamber (sa) Medine'ye geldiğinde yahudiler; ‘Bu dünya hayatı yedi bin senedir. İnsanlar âhirette, dünyadaki her bin sene için âhiret günleriyle bir gün azâb olunacaklar, bu da sadece yedi gün demektir ki bu yedi günün sonunda azâb kesilecek, sona erecektir’ diyorlardı.
Bir başka rivâyette; Yahudilerin, âhirette kendilerine dokunacak azabın ancak buzağıya tapındıkları gün sayısınca yani sadece 40 gün olacağını iddia ettikleri ve bu âyetin bu sebeple nâzil olduğu rivâyeti de vardır.
Tevrat'ta, cehennemin 40 yıllık yürüyüş genişliğinde olduğu ve yahudilerin bir günde bir yıllık yol kat'ederek cehennemi kırk günde geçecekleri, böylece cehennemdeki kalışlarının biteceği yazılı imiş.
Yahudiler Tevrat'ta şöyle yazdığını iddia ederler: Cehennemin iki ucu arası 40 senelik yoldur. Yolun sonunda Zakkum ağacına ulaşılır. İşte biz Yahudiler, Zakkum ağacına ulaşıncaya kadar azâb göreceğiz. Zakkum ağacına ulaşınca azâb sona erecek ve cehennem de helâk olacak.’ İşte Allah Tealâ, yahudilerin bütün bu iddialarını yalanlamak üzere ‘(İsrail oğulları): Sayılı bir kaç gün dışında bize azâb dokunmayacaktır, dediler. De ki...’ âyetini indirdi.
81- Hayır öyle değil! Gerçekten bir kimse günah ve küfrü kazanır da günahları onu her taraftan çevrelerse; işte bu kimseler cehennem ehlidirler. Onlar orada ebedi olarak kalıcıdırlar.
Yahudilerin ‘Bize ateş dokunmaz’ şeklindeki asılsız iddiaları gâyet fasih ve veciz ifadelerle reddedilip bilakis cehennemde birkaç gün değil, ebedi kalacakları beyan buyrulmuş. (Kavli bil mucib, mantık yollu kelam)
Cenâb-ı Hakk onların kendilerine mahsus sözlerine karşı genel ifade kullanarak meselenin ırk, soy meselesi olmadığını, onların sandığı gibi, soylarından çok peygamber gelmesi sebebiyle azabın hafifletilmesi veya kaldırılmasının mümkün olmadığını bildirdi.
Efendimizin (sav) ‘Muhakkak Allah sizin suretinize, cisminize bakmaz. Kalplerinize ve amellerinize bakar’ hadis-i şerifi de hükmü pekiştirmektedir.
Âyette ‘Hatanın kuşatması’ cümlesinde de ince bir istiare vardır. Şöyle ki: Kuşatmak cisme ait bir özellik iken, hataya yani mücerred, soyut bir şeye isnad edilmesi mecaz karinesidir. Hatanın çokluğu beliğ bir şekilde anlatılmaktadır. Sanki günaha, yanlışa, hataya devam eden kimse, kendi ölümünü hazırlayan ipek böceğinin koza yapmasına benzetilmiş. Yaptığı ağın yoğunluğu kendi sonunu hazırlamış. Ancak şu kadar farkla ki o mübârek ipek böceği kendini feda ederken insanlara en kıymetli nimeti vedia bırakmış.
Günahıyla kuşatılmış, günahının ağına düşmüş asi ise, geriye bir şey bırakmadan helâke sürüklenmiş.
Bu hangi günah olursa olsun, aynı neticeyi verir. Mesela; içki, uyuşturucu, sigara müdavimleri, sağlığını kaybetmiş hastalıklarla kuşatılmış. Kumar, rüşvet, faiz vb. müdavimlerini iflas, hapis, çöküş vs. kuşatmış. Fuhşa devam edenler, haysiyetini, şerefini, ırzını, namusunu, şahsiyetini kaybederek, zillet, meskenet, aids gibi belalarla kuşatılmış.
İsraf edenler, nimetin kadr-ü kıymetini bilmeyen nankörler, şeytanlarla, nefsin bitmeyen hevasıyla kuşatılıp esir alınmış. Allah’ın hakkını korumayan, namaz, zekat, oruç, hac, tesettür, mahremiyet, akrabalık hakkını gözetmeyenler, bereketsizlik, meymenetsizlik, hayasızlık, himayesizlikle kuşatılmış.
Âyet düşünce ufkumuzu açıyor. Sanki bize ‘Düşünün; nelerin günah olduğunu, niçin günah olduğunu, neticesinin ne olduğunu tek tek düşünün’ diyor.
‘Günahın ihatası’ ifadesinden günahların bağımlılık yaptığını, sahibini tutsak yapıp sımsıkı bağladığını, peşini bırakmadığını, sahibi için bir girdap olduğunu ve ‘ الذَّنْبُ تَزْدَادُ الذَّنْبَ / Günah günahı arttırır’ gerçeğini görüyoruz.
Günaha dalan kimse helâkini, mahvolacağını anlar. Fakat artık dönüş ne mümkün? Meğer ki inâyet-i ilâhi imdada yetişsin.
Şimdi dönüşü olmayan bir yola girmiş, çıkamayacağı derin kuyulara düşmüş.
Bir İslam düşünürünün tespitiyle ‘Bir kimse harama girdi mi, ona dünyada iki peşin ceza verilir. Biri; artık haramdan zevk alamaz. Diğeri; yapmadan da duramaz.’ Yaşadığımız dünyada adım adım bunun örneklerini görmekte, duymakta ve bizzat müşahede etmekteyiz.
Âyet-i kerimede ‘ خَطٖيئة ’ ile ‘ سَيِّئَةً ’ arasında muraatı nazır (benzerliğe riâyet) ve tefrik sanatı var. Bu iki kelime, manaları birbirine yakın olmakla beraber aralarında ince bir fark var.
‘ سَيِّئَةً / kötülük’, akıl ve şeriate göre kötü, insan tabiatına göre kötü diye ikiye ayrılır.
Hata, bazen isteyerek, bazen istemeyerek yapılan yanlışlık, hedefine isabet edememek, yanılgı demektir. Seyyie ile arasındaki fark, seyyienin kasıtlı, bilinçli yapılmasıdır.
İnsan bilinçli olarak yaptığı günahta kendine göre bir fayda, bir menfaat, bir zevk olduğunu sanır. Fakat yaptığı bu günahın tuzağına düşerek fayda yerine zarara, zevk yerine derde düçar olunca hata yaptığını anlar. Ne var ki artık ateşten çukura düşmüş, çaresizlik libasını giymiştir.
Hataların libasını, Tefsiri Kebir bütün azaların günaha iştirak etmesi, günahta ısrar ve küfre dalmak diye açıklamış.
İnsanı kuşatan tek bir kötülük böyle sonuç verirse, birçok kötülüğe bulaşmış olanların halleri artık kıyas edilsin. Demek olur ki, günah her tarafını kaplamamış olanlar, cehennem ateşinde ebedî kalacaklardan değiller. Kalbinde zerre kadar imanı olanlar, günahı günah bilenler ve ona helâl demeyenler hakkında hulûd (ebedî azap) yoktur. Sayılı günler aslında bunlar için tasavvur olunabilir.
Bildim suçumu bildim, döndüm kapına döndüm
Sailen kapına geldim, estağfirullah tevbe
Dilimin gıybetinden, azamın lezzetinden
Ne günah işlediysem ben, estağfirullah tevbe
✽ Âyette ‘Hatanın kuşatması’ cümlesinde de ince bir istiare vardır. Şöyle ki: Kuşatmak cisme ait bir özellik iken, hataya yani mücerred, soyut bir şeye isnad edilmesi mecaz karinesidir. Hatanın çokluğu beliğ bir şekilde anlatılmaktadır. Sanki günaha, yanlışa, hataya devam eden kimse, kendi ölümünü hazırlayan ipek böceğinin koza yapmasına benzetilmiş. Yaptığı ağın yoğunluğu kendi sonunu hazırlamış. Ancak şu kadar farkla ki o mübârek ipek böceği kendini feda ederken insanlara en kıymetli nimeti vedia bırakmış.
Günahıyla kuşatılmış, günahının ağına düşmüş asi ise, geriye bir şey bırakmadan helâke sürüklenmiş.
82- İman edip de sâlih amel işleyen kimseler ise cennet ehlidirler, onlar orada ebedi olarak kalıcıdırlar.
Cenâb-ı Hakk, her geceden sonra bir gündüz, her kıştan sonra bir bahar halk ettiği gibi, her inzardan sonra bir müjde âyeti inzal buyurur. Kullarının ümitleri kesilmesin, gayretleri sönmesin, korku-ümit arası dengeyi sağlasınlar.
Bir de haşyetullah ile dolu veli kullarının kalpleri inzarın tesiriyle zarar görmesin. Bütün bunlar ‘Rahmetim gadabımı geçti’ buyuran ezel ve ebedin Sultanı Yüce Mevlâmızın rahmetinin eseri.
İşte burada da kâfirleri devamlı azapla uyarırken, iman edip sâlih amel işleyenlere cenneti ve bir o kadar büyük nimet olan ebedilikle müjdeliyor. Çünkü insan sevdiği, istediği, beklediği bir nimete kavuşunca, sevincin hemen yanı başında derin bir kaybetme endişesi, üzüntüsü taşır. İster istemez bu keder mutluluğunu zedeler. Bu nedenle Rabbül âlemin, cennetinin devamlılığını belirterek insanı bu tasadan kurtarıyor. Önceki âyetle bu âyet arasında mutabakat var, tam birbirinin karşıtı. Tıpkı ilikle düğme gibi. İnsanın aklına şöyle bir soru gelebilir:
Mü’min dünyada altmış-yetmiş sene kalıyor ve Rabbine itaat ediyor, fakat devamlı bir cennet kazanıyor. Kâfir de altmış yetmiş sene yaşıyor, inkarını devam ettirip imansız ölüyor. O da ebedi cehennem kazanıyor. Bunun sebebi nedir?
Cenâb-ı Hakk kullarının niyetini, tiynetini, gizli-aşikar yaptıklarını biliyor. Mü’min kul dünyada kısa kalsa da, ameli az olsa da onun niyeti hayatta olduğu sürece Allah’a itaat etmek.
İşte ebedi cenneti bu itaat nedeniyle kazanıyor. Nitekim Efendimiz (sav) ‘Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır’ buyuruyor.
Kafir de aynı sebepten ebedi cehennemi hak ediyor ve adl-i ilâhi her iki zümreye de tecelli ediyor.
Ebedi cennet, inanıp sâlih amel işleyenleredir. Sâlih amel, amel edeni düzelten, hayra sevk eden, ıslah eden amel demektir.
Bu düzeltme işi, Usul-ü Fıkıh’ta ‘Maslahat’ olarak geçer. Diniyye, dünyeviyye, zaruriyye, hâcibe, tahsiniyye, mürsele, mûtebere, merdûde olarak sekiz kısımdır.
Şimdi bu tabirlerle sâlih ameli açıklayacak olursak:
1- Maslahat-ı Diniyye: İman edip sâlih amel işleyen kimsenin yaptığı amel, dini hayatını düzene sokup ifrat-tefritten korumalı, itidal üzere olmasını sağlamalıdır. Bunun için de zihni hurafelerden, bâtıl fikirlerden soyarak ehli sünnet ve’l cemaat itikadıyla bezenmelidir.
Şüphe ettiği şeyi öğrenip tereddütlerini gidermeli, imanı kademe kademe yükseltip dördüncü derece olan hakiki imana liyakat kazanmalı.
Nefsi temizleyip yüceltmeli, ahlâkı süsleyerek terbiye etmeli, ruhu güzel amel ve güzel inançlarla besleyerek kemale ermeli.
Tefekkürü alışkanlık haline getirip, fikri geliştirmeli.
2- Maslahat-ı Dünyeviyye: Yapılan ameller dünyevi hayatı da düzene koymalıdır. Çünkü dünya ekim, âhiret hasat yeri, dünya hizmet, âhiret ücret yeri. Âhireti, cenneti, Cemalullah’ı, yüksek dereceleri hep dünya hayatında kazanacağımıza göre dünya hayatımızın da düzenli ve mutedil olması gerekir. Dünyevi işlerimizi düzene koymak, zararları def etmek, faydaları celb etmek, toplum hayatının refah ve huzuruna sebep olmak hep sâlih amelin kapsamındadır.
3- Maslahat-ı Zarûriyye: Nefsi, dini, aklı, nesli, malı korumaya hizmet eden herşey bu kısma dâhildir.
Mesela necis, haram şeylerden uzaklaşarak nefsimizi,
Fasid inançlardan uzaklaşarak dinimizi,
İçkiyi, uyuşturucuyu, vesveseyi, cehli terk ederek aklımızı,
Zinadan, fuhuştan ve bunlara yaklaştıracak şeylerden uzak durarak neslimizi,
Faizden, cimrilikten, israftan ve zekat vermemekten kaçınarak malımızı korumak.
Bu beş şeyi korumak sadece İslam dininin değil, bütün dinlerin hedefi, gayesi, maksadıdır.
4- Maslahat-ı Hâcibe: Zaruri ihtiyaç olmamakla beraber, kaybolduğunda toplum hayatında sıkıntı ve meşakkat baş gösterir. Ziraat, ticaret, zanaat gibi muamelelerdir. Bütün bunları yaparken İslam’ın kurallarına uygun olarak yapmak sâlih ameldir.
5- Maslahat-ı Tahsiniyye: Daha iyinin seçilmesi, insani değerlerin yükselmesine yönelik maslahattır. Bazı haşeratın ve nefreti mucib habis şeylerin haram olmasıdır. Bunlardan sakınmak, maddi mânevi temizliğe dikkat etmek sâlih ameldir.
6- Maslahat-ı Mürsele: Şeriat tarafından kabul veya iptal edildiği belli olmayan bir meselenin maslahat üzere fakihler, müctehidler tarafından hükmedilmesidir.
Böyle bir durumda haddi aşmayıp İslam sınırından çıkmamak ve müctehid-i kirama saygı duymak sâlih ameldir.
7- Maslahat-ı Mûtebere: Bir hükmü ortaya koymak ve ispat etmek hususunda Şer’i Şerifin itibar ettiği illet ve maslahattır.
İçki ve kumarın yasaklanması bu maslahattandır. Cenâb-ı Hakk’ın nehyettiği bütün yasaklardan sakınmak sâlih ameldir.
8- Maslahat-ı Merdûde: Şer’i Şerifin iptal edip kaldırdığı maslahattır. Mesela faiz ve içki nas ile (açık delille) haram edilmiştir.
Artık bunlarla para kazanmak asla caiz görülmez. Kazanç ne olursa olsun, ister para, ister mevki bu tür işlere asla tenezzül etmemek sâlih ameldir.
Kur’an’da defalarca geçen sâlih amelleri bu sekiz maslahat süzgeciyle süzerek değerlendirirsek, bu emrin tekrarının hikmetini anlayabiliriz.
Âyette inzardan sonra müjdenin gelmesi tezyil (ek ilavedir.)
İlâhî rahmetin üstünlüğü ve onun âhirette rahîmiyet olarak zuhura geleceği, kötülüklerin ebedî ceza ile cezalandırılacağı, sırf günah kesilmiş olan kimselerin, ‘Mâliki yevmiddîn’in huzurunda ebedî mağlubiyet yaşayacağı unutulmamalıdır.
Oruç, namaz bilmeyenin,
Hakk buyruğu duymayanın,
Doğru yolda gitmeyenin,
Göğsünde iman neylesin?
83- Biz bir vakit İsrailoğullarından şöyle söz aldık: ‘Allah (c.c.)’tan başkasına tapmayacaksınız. Ana babaya, akrabaya, yetimlere ve yoksullara iyilik yapacaksınız. İnsanlara güzellikle söyleyip, namazı gereği gibi dosdoğru kılacak ve zekatı vereceksiniz.’ Sonra sizden pek azınız müstesna yüz çevirdiniz ve siz hala sözünüzden dönmektesiniz.
İsrâiloğullarından alınan ahidlerin bizim kitabımızda anlatılması, bize de emredilmiş olduğunu gösterir.
Müzari sigasında emir manasında gelmiştir. Bu üslup, kesinlikle yapılması gerektiğini bildirir.
Mesela kişi arkadaşına ‘Yarın gel, yarın geliyorsun’ der. Bu sözle onun itiraz hakkını iptal eder. Bu ilk emirde ince bir üslupla ‘Verdiğim bu emirleri ihmal etmek, itiraz etmek, gevşeklik etmek, savsaklamak, akıl yürütmek yok’ demektir.
Yalnız Allah’a kulluk; emir ve yasaklar konusunda hiç kimseyi Rabbü’l âleminin önüne geçirmemek, tercih etmemek, taviz vermemektir.
Âyet-i Kerime’de ‘ اِلَّا ’ edatıyla kasır yapılmıştır. (Tahsis, özelleştirme için) Yani ancak ve ancak Allah’a kulluk, başkasına değil. İtaat edilmesi gerekenlere itaat etmelisiniz, edebilirsiniz. Yalnız bunları ilâhlaştırmayın.
İtaatle kulluğu birbirine karıştırmamalı. Sınırlarını iyi tespit etmeli. İtaat bir talebenin üstadını sevip sayması, onun emirlerine uymasıdır. Fakat bunun bir sınırı var. Üstadın emri Allah’ın emrine ters geliyorsa, o zaman o konuda itaat etmek haram olur. Çünkü bu hal itaat değil, tapınmaktır.
Ya da ‘Bu ilmi Allah bana nasip etti, üstad aracıdır. Benim ona minnet duymam, itaat etmem gereksizdir’ diye nankörlük edip itaati terk etmek de isyandır. Çünkü Rabbimiz ulû’l emre itaati emretmiştir.
İhsan fiili hazfolmuş. Mefulü mutlak olduğundan tekit, nevi, adet ifade eder. Yani ana babaya her çeşit iyiliği defalarca yapmak gerekir.
İhsan, ‘ حَسَنَ ’ fiilinin ifal babına geçmiş masdarıdır. Bu nedenle bu babın geldiği geçişlilik, duhul, vicdan, dönüşlülük, vakit girmek, yok etmek, gidermek, çokluk, arz edip sunma, fiili yapmaya zorlamak manalarını da bünyesinde cem etmiştir. Şöyle ki:
İhsan etmek ve onları ihsan ettirmek. Öyle iyilikler yapmalı ki, iyiliğin içine dalmış olsunlar. Öyle ihsan etmeli ki, onlara yetsin, artsın onlar da birilerine ihsan etsinler. İhsan öyle tesirli olsun ki, onları ihtiyaçtan beri kılsın.
Veya sizin ihsanınız onların hidâyetine veya hidâyetlerinin artmasına vesile olsun.
İhsan ederken sakın övünmeye kalkmayın. Siz şimdi borç ödüyorsunuz. Onlar size ne iyiliklerde bulundular. Şimdi sıra size geldi.
Öyle ihsanda bulunun ki, ihsanınız onların gamını, kederini, zaruri ihtiyaçlarını, günahlarını izale edip gidersin.
Çok ihsan edin. Evladınızdan, eşinizden, arkadaş ve ahbabınızdan nefsinizden daha fazla onlara ihsan edin. Onların gönlünü, duâsını alın.
İhsanınızı güzel, kibar, saygılı, edepli yapın. Bunun için nefsinizi zorlayın.
Efendimize (sav) ‘İhsan nedir?’ diye sorulduğunda ‘İhsan; Allah’ı görür gibi kulluk etmektir. Sen O’nu görmüyorsan da O seni görür’ buyurdu. Ana baba ve diğer sayılan kimselere davranış biçimimiz bu minval üzere olmalı. Onlarla olan ilişkimizde davranış, söz ve fiillerimizde Allah’ın bizi gördüğünü düşünerek, Allah’ın yasak ettiği konularda ne onlara, ne de kimseye itaat etmemelidir.
Abdullah b. Ömer (ra) Mekke yolunda bir bedevi ile karşılaşır.
Ona selâm verir, bineğinden inerek onu bindirir. Başındaki sarığını da ona verir. Kâfilede bulunanlar dediler ki:
- Allah iyiliğini versin! Bunlar bedevidir (çöl adamı), azıcık şey ile yetinir, memnun olurlar.
Abdullah b. Ömer dedi ki:
- Bu adamın babası, benim babam Ömer b. Hattab'ın çok yakın dostu idi ve onu çok severdi. Ayrıca ben
Resûlullah'ın (sav) 'İyiliklerin en değerlisi, evlâdın baba dostlarına yaptığı iyiliktir' buyurduğunu işitmiştim.
Ana babadan sonra ‘ ذِي الْقُرْبٰى / En yakınlara’ yani nikah düşmeyen kardeş, hala, teyze, yeğen, evlad, dede, nine. Bunların bakacak kimsesi olmadığında ya da hayırsız olup bakmadığında bu yakın akrabalara bakmak farz olmaktadır.
Tıpkı evladı, anası, babası olmayanın mirası bu ikinci derecede yakın olanlara düştüğü gibi.
Ya da diyet ödemeye gücü yetmeyenin akrabalarının ödemesi gibi kârda-zararda bu en yakın akrabalar devreye girer. İyilikler, ihsanlar diğer ihtiyaçlılardan önce akraba olan fakirlere yapılır. Çünkü yakınları muhtaçken başkasına verenin sadakası kabul olmaz.
Yapılan iyilikler ihsan derecesini bulmalı. En güzel şekilde olmalı, eziyet etmeden, başa kakmadan, tahakküm etmeden.
Resûlullah’a (sav) bir adam geldi ve:
– Bana, veciz ve hikmetli bir tavsiyede bulunur musunuz? dedi.
Resûlullah (sav) ona şöyle buyurdu:
– Namaza kalktığında, (Rabbini görüyormuşcasına) dünyaya vedâ eden kimse gibi namaz kıl. (Sen her ne kadar O’nu görmüyorsan da, O seni görmektedir.) Yarın özür dilenecek bir kelâmı konuşma. İnsanların sâhip olduklarından ümidini tamâmen kes. (Sakın tamah edip onlara ümit bağlama. Zira böyle bir şey, fakirlik duygusunun mevcûdiyetini gösterir. Aksi yönde hareket edersen, muhtaç olmadan yaşarsın.)
İhsanda üçüncü sırayı yetimler almakta. Çünkü onlar küçük yaşta ana babalarını veya birini kaybetmişler. Maldan, kuvvetten, sevgiden, ilgiden, aile sıcaklığından, ana kucağından, baba ocağından uzak kalmışlardır. Onlara hiç değilse zaruri ihtiyaçlarını görecek kadar, kırık gönüllerini sevindirecek, soğuk yüzlerini güldürecek, gözyaşlarını dindirecek kadar ihsan. Ezmeden, üzmeden, horlamadan, aşağılamadan.
İhsanda dördüncü sırayı miskinler alıyor. Bunlar o fakirlerdir ki, fakirlik onların hareketini kesmiş; gidemez, gelemez, gezemez, tozamaz, gadaplanamaz, kızamaz olmuşlar. Kimi dilenir, kimi halini gizlemekte direnir.
Ya da bu sakinler sessiz sakin halim selim, hakkını müdafaadan aciz, zulme uğrayan zavallılardır. Bunlara en büyük ihsan zulümden, baskıdan, tahakkümden kurtarmak, korumak.
Bir miskini gördün ise
Bir eskice verdin ise
Yarın anda karşı gele
Hak libasın giymiş gibi. Yunus Emre
Âyette de infak etmek üzerimize farz olanlar bildirildikten sonra diğer insanları da memnun etmek için ‘İnsanlarla güzel konuşun’ emr-i Rabbanisi geldi. Dili yerinde kullanmak, afetlerinden sakınmak, sükuta devam etmekle mümkün. Efendimiz (sav) ‘Siz insanları malınızla memnun etmeye güç yetiremezsiniz. Onları tatlı dil, güler yüzle memnun etmeye çalışın’ buyurdu.
İnsanlarla güzel konuşmak sadece iltifatlı, edalı, işveli, cazip, çekici cümleler sarf etmek değil. Onu yanlıştan doğruya, şerden hayra, fesattan salaha getirecek, şüphelerini izale edecek, bilgilendirecek, uyaracak faydalı, tesirli, ikna edici, kötülükten caydırıcı olmalı.
İslam âlimleri ‘eğer tesir edecekse söylenilen acı sözler de güzel söz hükmüne geçer’ demişlerdir.
Söz türlerini insan türlerine göre ayarlamalıyız.
‘ كَلِّمُوا النَّاسَ عَلَى قَدَرِ عُقُولِهِمْ / İnsanlara akılları miktarınca konuşun’ buyruğuna kulak vermek gerekir. Güzel konuşmamak şeytanın ekmeğine yağ sürmektir.
Çünkü çirkin, kaba, câhilce, düşüncesiz söylenen sözler muhatabı yaralar, üzer. Nefsin ve şeytanın vesvesesine zemin hazırlar. Ya ağzını bozar, ya da moralini, kalbini, kafasını bozar. Kinler, düşmanlıklar, nefretler başlar. Bağlar kopar, samimiyetin yerini yapmacıklık, dostluğun yerini düşmanlık, sevginin yerini pişmanlık alır.
Kalp bozulur. Kılınan namaz huzurlu olmaz. İbâdetin tadı kalmaz. Bunun için namaz daha önemli olduğu halde dili güzel kullanmaktan sonra geldi (takdim sanatı). Çünkü Yüce Hakk’ın huzuruna abdest alarak bedenî temizlikle çıkmak farz olduğu gibi yedi azayı ve kalbi temizlemek de farzdır. ‘Günahın açığını da, gizlisini de bırakın.’ (Enam, 120)
Bülbülün feryadı bir gonca güle
İnsanın sevdası bir tatlı dile
Bütün şeriatlerde namaz vardır. Çünkü namaz bütün ibâdetlerin özü ve özetidir.
Ne var ki zahiri şartları bizi ancak dış kapıya götürüyor. İçeriye girebilmek, kalbî namaz kılabilmek için kalbi ve kalbe bağlı çalışan yedi zahir azayı da günahlardan, ahlâkı zemimeden kurtararak düzgün namaz kılmamız, bunu vaktinde yapıp namaz vakitlerini aşığın maşuğu beklediği gibi aşkla heyecanla beklememiz gerekir. İşte o zaman namaz ikame olur, düzelir. Namaz hayatın mihrakı olur, herşeyin hedefi düzelir, namaz gayesini bulur.
Peygamberlerin namazı
İlk sabah namazını kılan, Âdem’dir (as). Cennetten yere indiği vakit, dünya üzerinde bundan önce görmediği gece karanlığı vardı. Bu yüzden şiddetle korktu. Ne zaman ki; sabah oldu, gecenin karanlığından kurtuluş hâsıl olduğu için Allah’a (cc) şükür için iki rekât sabah namazı kıldı.
İlk öğle namazını kılan, İbrâhim’di (as). Öğle vaktinde oğlunu fedâ ettiği zaman evlâd kederi gittiği, kurban indiği, rüyâda ‘sâdık olundun’ diye nidâ edildiği vakit, şükür için dört rekât öğle namazı kıldı.
İlk ikindi namazını kılan, Yunus’tur (as). Dört karanlıktan; yâni zillet, gece, su ve balığın karnından onu kurtardığı vakit, şükür için kılmıştır.
İlk akşam namazını kılan, İsâ’dır (as). İsâ (as) insanların babasız olmasından dolayı kendisini Allah’ın oğlu, Hz. Meryem’i de eşi kılmalarına şiddetle karşı çıkmak için üç rekât namaz kıldı. Birinci rekâtta kendinden, ikinci rekâtta annesinden ilâhlık isnâdını reddetmek ve üçüncü rekâtta da ilâhlığı Allah’a (cc) sâbitleştirmek için üç rekât akşam namazı kıldı. Ayrıca Dâvud da (as) bu namazı kılmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın onu affından sonra, şükür için dört rekât namaz kılmaya niyet etti. Dördüncü rekâtı kılmaya tâkat getiremeyip, üçüncü rekâtta selâmladı.
İlk yatsı namazını kılan, Mûsâ’dır (as). Medyen’den çıktığı vakit yolu şaşırdı; âilesinin, kardeşi Hârun’un, Firavun’un ve evlâdının derdi kendisini sarmıştı. Allah (cc), onu bu dertlerden kurtarınca, dört rekât yatsı namazını kıldı.
İlk vitir namazını kılan, Resûlullah (sav) idi .
Bizi Yüce Allah’a yaklaştıran iki ana görevin birisi. Bu görevler, Allah’a itaat, mahlukata şefkattir. Zekat, insanda bu şefkat, merhamet duygusunu harekete geçirir. İnsan ilişkilerini oluşturur, zengin-fakir sınıflandırmasından kurtarır, ‘köprü kurar.’
İki kardeş ev yaparlar, aralarında şırıl şırıl bir dere akar. Günün birinde tartışır, küserler. Aralarına bir duvar yapmaya karar verirler. Bir usta ararken yaşlı biri çıkagelir. İnşaata başlar sonuçta güzel bir köprü yapar. Bunu diliyle de teyid eder. Kardeşler barışır, aralarında öncekinden daha derin bir muhabbet başlar.
İşte Efendimizin (sav) ‘ الزَّكَاةُ قَنْطَرَةُ الْإِسْلاَمِ / Zekat İslam’ın köprüsüdür’ buyurmasının manası budur.
Ey İsrâiloğulları ve onların şahsiyetinde bu emirlere kulak asmayan zavallı mütekebbirler! Bütün bu emirler size ulaştığı halde pek azınız müstesna yüz çevirip arka döndünüz.
Cümlede geçen ‘ تَوَلَّى ’ ve ‘ مُعْرِضُونَ ’ mana olarak birbirine çok yakın olduğundan tekitlidir. (Teşabuhel etraf, redd’ül aciz)
Birincisi ‘ تَوَلَّى ’ fiil olduğundan değişerek devam etmek, (müzari, istimrarı teceddüdi)
İkincisi ‘ مُعْرِضُونَ ’, (ifal babından ismi fail) isim olduğundan devamlılık, sabitlik, süreklilik (istimrar-ı sübuti) ifade eder. Bu kurallar ışığında mananın şöyle olduğunu anlıyoruz:
Siz Rabbinizden ahitler, emirler aldınız. Bunları yapacağınıza söz verdiniz. Fakat yüz çevirdiniz. Zaten siz yüz çevirmeyi adet edinen bir güruhsunuz. Hatta kendiniz döneklik yapmakla kalmayıp başka insanları da doğru yola girmekten engellemeye devam etmektesiniz. (İfal babı tadiye içindir.)
‘ عَرَضَ ’ kelimesi, lugatte meydana çıkmak, değişmek, karşı durmak, görüşe mani olmak, afet, güç, kuvvet manalarındadır.
Bu özellikler haktan, doğrudan, iyiden yüz çeviren herkeste fazlası ile mevcuttur.
İsrailoğulları içinde azınlık bir gurup, Hz. Muhammed'in(s.a.v.) peygamberliğinden önce bu mîsak (anlaşma) uyarınca amel ederler, dinlerinin emirlerini yerine getirirlerdi. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden sonra da ona iman ederek yine aynı mîsakı en mükemmel şekilde yerine getirdiler. İşte bu müstesna azınlık Abdullah b. Selâm ve benzeri zevattır.
✽ ‘ لَا تَعْبُدُونَ ’ cümlesi nehiy manasında haberdir. Bu, sarih emirden daha tesirlidir.
✽ ‘İbadet etmeyeceksiniz’ muhatab sigasıyla gelmiş, gaibden hitaba iltifat var. Önceki yahudilerden Nebi (sav) zamanında hazır olan yahudilere hitap ediliyor.
✽ Âyet-i Kerime’de ‘ اِلَّا ’ edatıyla kasır yapılmıştır. (Tahsis, özelleştirme için) Yani ancak ve ancak Allah’a kulluk, başkasına değil.✽ ‘ تَوَلَّى ’ fiil olduğundan değişerek devam etmek, (müzari, istimrarı teceddüdi)
✽ İkincisi ‘ مُعْرِضُونَ ’, (ifal babından ismi fail) isim olduğundan devamlılık, sabitlik, süreklilik (istimrar-ı sübuti) ifade eder.
84- Bir vakit sizden kesin söz almıştık: ‘Birbirinizin kanlarını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız.’ Sonra bunu ikrar ve kabul ettiniz, siz de şahitlik edersiniz.
Âyetin bize bakan cephesi: Sosyal hayatı zedeleyecek, huzurları bozacak katil, zulüm, anarşi gibi kötülüklerden uzak kalmamız isteniyor. Mucize kelam, kelimeleri öyle bir seçmiş ki akıllara durgunluk veriyor.
‘Birbirinizi öldürmeyin’ yerine ‘Kanlarınızı dökmeyin’ ifadesini kullanmış. Mâna alabildiğine genişlemiş (itnab). İlk etapta akla gelenler:
Birbirinizi öldürmeyin, yaralamayın, kaba kuvvete baş vurmayın.
Düelloya girişmeyin, kürtajla masum yavruları öldürmeyin.
Allah’tan gayrı adına hayvan boğazlamayın. Yenmesi haram hayvanları kesmeyin.
Lüzumsuz ameliyatlar, gereksiz sezeryanlar yapmayın. Mecburiyet dışında estetik ameliyatları yaptırmayın, yapmayın.
Ana rahmiyle sebepsiz yere uğraşıp (spiral vs) hayız düzenlerini bozmayın.
Organ hırsızlığı yapmayın.
Yanlış inançlarla zincirler vurarak bedeninizi yaralamayın. Müzik dinleyip kendinizi jiletlemeyin.
Tehlikeye atılıp canınıza zarar vermeyin.
Ehil olmadığınız işlere girişip cana kıymayın. Sarhoş, usulsüz taşıt kullanıp kaza yapmayın.
İmarsız, eksik malzemeyle yapılar yapıp çöküntülere sebep olmayın.
Birilerinin petrolüne, parasına, malına, vatanına, ırzına, namusuna göz dikip savaş çıkarmayın.
Daha saymaktan aciz olduğumuz nice pervasızlıklara işaret ediyor. Kan dökmenin her nevini yasaklıyor.
Bir önceki cümle gibi çok manidar bir ‘itnab’. ‘Sürgün’ yerine ‘diyarından çıkarmak’, ‘birbirinizi’ yerine ‘kendinizi’ kelimeleri seçilmiş (istiare).
İçinizden birini öldürmek, kendini öldürmek demektir. Bu dostluğa sığmaz.
‘Sürgün’ yerine ‘diyarlarınızdan çıkarmayın’ cümlesi, bir kimseyi haksız yere evinden, işinden, okulundan, yurdundan (lugat manalarını göz önünde bulundurarak) dönüp dolaştığı yerden, idareci konumundan, ışığından, başlangıç noktasından, ilim, zikir halkasından, meskeninden, kabilesinden, ovasından, obasından, katından, rolünden, yörüngesinden çıkarmayın.
Bu âyet bize bir Allah dostunu hatırlatıyor. İki aylık yolculuktan sonra eve getirdiği buğdayların içinde birkaç karınca görür. ‘Ben bunları yurtlarından çıkardım, rahatsız ettim’ diye aynı yolu geri dönerek karıncaları vatanlarına ulaştırır.
Bu tezat tekabulü karşısında düşünmek gerek. Aralarında doğu batı arası uzaklık var. İster savaş ister barış hangi halde olursa olsun insanlara haksızlık yaparak alıştığı ortamdan çıkarmayı Rabbimiz men ediyor.
Güncel bir misal vermek gerekirse; menfaat için kiracıyı evden çıkarmak, metres edinip kadını yuvasından çıkarmak, namazı bahane edip askeri ordudan çıkarmak, dinini bahane edip yurttaşı yurdundan çıkarmak vs.
‘Ulusal birliği sağla müslüman
Yâhut ömür boyu ağla müslüman.’
85- Sonra sizler o kimselersiniz ki; kendi adamlarınızı öldürüyorsunuz ve içinizden bir zümreyi yurtlarından çıkarıp zulüm ve düşmanlıkla aleyhlerinde birleşerek yardımlaşıyorsunuz. Eğer onlar esir olup size gelirse fidyeleşiyorsunuz. Halbuki onların yurtlarından çıkarılması size haram kılınmıştı. Yoksa kitabın ahkamının bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Şimdi sizden bu ahdi bozan kimsenin cezası ancak dünya hayatında rüsvaylık ve rezillik, kıyâmet gününde de en şiddetli azaba atılmaktır. Allah (c.c.) yaptıklarınızdan gafil değildir.
Yanlışı fark ettikten sonra tekrarlamak ahmaklık olur. ‘Mümin bir ısırıldığı yerden bir daha ısırılmaz.’
Cenâb-ı Hakk, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayı yasakladığı halde sizler sırt sırta verip (tecessüm sanatı, istiare) birbirinizi desteklediniz.
Birlikten kuvvet doğar; kötülükte yardımlaşıp, kötülüğü, kötüleri çoğaltmayın.
Münafık alametlerinden biri de düşmanlıkta ileri gitmektir.
Kinli, intikamlı, haris olarak yangına körükle gitmeyin.
Lafını bilmeyen hödükler, sönmüş ateşi körükler, demişler.
Yaptığınız günahı Cenâb-ı Hakk örtmüşken siz anlatarak insanları günah işlemeye cesaretlendirmeyin. Yanlışların anlatılması çok az insana ibret, çok kimseye cesaret olur.
Yukarıda anlatıldığı üzere kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmek istifham-ı inkâri ile kınanmıştır.
Allah’a kul olan herkes gerçekten Allah’a inanıyorsa, O’nun gönderdiği kitaba bütünüyle inanmak zorundadır. Bir kısmını alıp bir kısmını terk etmek tamamını inkardır. Zaten bir âyeti inkar eden, küçümseyen, alay eden iman dairesinden çıkmıyor mu?
Böyle yarım yamalak, işine geldiği gibi zayıf aklına, mahdut ilmine dayanarak inkara girişen kim olursa olsun, hangi asırda olursa olsun cezası ancak dünyada rezil rüsvay olmak, belalara düçar olmak, itibar ve önemini kaybetmek, mahvu perişan olmak, mahcubiyettir, menfi enerjidir. Kıyâmet günü ise en şiddetli azaba çarptırılır.
‘ يُرَدُّونَ ’ fiilinin bir başka manası da vasfın değişmesi. Kıyâmet günü insanlar on sınıf olur, sadece bir sınıf insan suretinde haşrolur. Diğerleri ahlâklarına, tiynetlerine göre değişik mahlukların suretine dönüşür.
Allah’ın bizi yaratması vehbi insanlık, bizim insanlık kazanmamız -kazanabilirsek- kesbi insanlık.
Allah yaptıklarınızdan (mefhumu muhalifi ile) yapmadıklarınızdan, niyetlerinizden, düşüncelerinizden, günahınızdan, sevabınızdan, hayatınızdan gafil değil. Hayatınızın her safhası, her saniyesi nezd-i ilâhide zapt-u rabt altına alınmaktadır. Amel defterleriniz hazırlanıyor, filmleriniz çekiliyor, cd’leriniz doluyor. Bir gün gelecek pişman olacaksınız. Kitabınızı okuyunca müzmin pişmanlıklarınız cehennem ateşinden önce sizi yakacak. Siz yaptıklarınızdan ya da yapmanız gerekip de yapmadıklarınızdan gafilsiniz. Unutursunuz, tekrar tekrar aynı yanlışları yapar durursunuz. Oysa sizi bilen, gören, işiten, her şeye gücü yeten Rabbinizin tararrufu altındasınız.
Yurtta olmazsa eğer hakku adalet ve vakar
Sürünür koskoca millet bulunmaz istikrar
Âyet, Yahudilerden Kaynukâ, Kurayza ve Nadîr oğulları hakkında nâzil olmuştur. Kaynukâ oğulları, Kurayzalıların düşmanı idiler. Ensardan Evs kabilesi Kaynukâ oğulları ile anlaşmalı; Hazrec kabilesi de Kurayzalıların anlaşmalısı idiler. Nadîr oğulları Evs ve Hazrec ile kardeş iken, Nadîr oğulları ile Kurayzalılar da kardeştiler.
Bunlar birbirleriyle savaş yaptıklarında, her fırka kendi müttefiklerine yardım eder, fakat her iki taraf yahudilerinden bir kimse esir olursa birleşir fidye toplayarak onu kurtarırlarmış. Araplar, ‘bu nasıl şey? Hem onlarla savaşıyorsunuz, hem de esirlerini kurtarmak için fidye veriyorsunuz’ diye kendilerine serzenişte bulununca, onlar ‘biz kitabımızın hükmü gereğince bunları fidye ile kurtarmaya mecburuz. Esasen bunlarla savaşmamız da yasaktır, ama ne çare, söz verdiğimiz müttefiklerimizin aşağılanmasından da utanıyoruz’ derlerdi.
Allah Tealâ bundan dolayı onları kınama sadedinde bu âyeti indirdi.
86- Bunlar âhiret hayatına karşı, dünya hayatını satın almış kimselerdir. Bunlardan azap hafifletilmez ve bunlara yardım da edilmez.
Bu misakı bozanlar önceki âyetlerde geçen yasakları işleyen, günahta, düşmanlıkta yardımlaşanlar, alçak dünyayı âhirete tercih edenlerdir. Âyette ‘tercih’ yerine ‘satın alma’ kelimesi istiare olarak kullanılmıştır.
Nasıl ki insan sattığı bir şeyden ebediyen mahrum olur, dünyayı âhirete tercih edenler de ebedi mahrum olurlar. ‘Bunların artık âhirete imanı kalmamıştır.’
• Ölümden sonrası için hiçbir şey düşünemez ve onun için hiçbir hazırlık yapamaz.
• Beş on günlük geçici bir hayat için her fenalığı göze aldırır.
• İbadullaha karşı her fenalığı caiz görür.
• ‘Sayılı günler yanarız’ kuruntusunu uydurmaları da imansızlıktandır.
• Ruhları böyle günahlarla kuşatılanlar elbette ebedi olan şiddetli azabı göreceklerdir. Çünkü bunlar Resûlullah’ı (sav) bile tam ikiyüz defa belki de daha fazla öldürme teşebbüsünde bulunmuşlardı. Elmalılı Tefsiri
Bunların azabının hafiflememesi küfür içinde ölmeleri ve azaplarını hafifletecek birşeylerinin bulunmamasındandır. Onlar bu inkarlarıyla çevrelerinde olan, hanelerinde büyüyen, buyrukları altında olan birçok kimsenin küfrüne sebep olduklarından veya küfrü desteklediklerinden azapları ağır olacak.
Dostları, acıyanları olmadığından hiçbir yerden yardım alamayacaklar.
✧ İslamın gayesi, zenginliği kaldırmak değil, fakirliği bertaraf etmektir.
✧ Dünyada yolcu gibi olun! Mescitleri ev edinin, kalpleriniz incelsin. Çok düşünün, çok ağlayın. Şahsi arzulardan dolayı ayrılığa düşmeyin. Yoksa oturamayacağınız evler inşa etmeye, yiyemeyeceğiniz malları toplamaya ve erişemeyeceğiniz hayaller kurmaya başlarsınız. Hadîs-i Şerîf
✧ Zekat, toplum hayatının intizam ve asayişini temin eder.
✧ Bir kimse tam mütevekkil oldu mu, kendisinden istikbal endişesi alınır. Abdülaziz Bekkine
✧ Dünyalıktan bir şey kaybettiğine üzülen kimse, cehenneme bir aylık mesafe yaklaşmış olur.
✧ Deniz gibi mal kazan, fakat sen üzerinde gemi ol. Mevlâna
✧ İnsanlar, dünyaya bağlandıkları ve şehvetlerine daldıkları için ölümü unuturlar, ölümü hatırlamazlar. Bu yüzden şöyle denilmiştir: ‘Ölüm çok büyük bir mûsibettir, fakat gaflet ondan daha büyük bir mûsibettir.’
✧ Dünya şeytanın vesvesesi için en büyük kapıdır.
✧ Dünya malının, altının ve gümüşün vesvesesinin gönülden atılması, ancak onları atmakla mümkündür. Onlardan ayrılınca vesvesesi de kalmaz.
✧ Kim ilim arama yolunda olursa, cennet de onu arama yolunda olur. Hz. Ali
Yamadık dünyamızı yırtarak âhiretimizden
Sonunda din de gitti, dünya da gitti elimizden. İbrahim bin Ethem
87- Celalim hakkı için biz Mûsâ’ya kitabı verdik ve Mûsâ’dan sonra birbiri ardına peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsâ’ya da açık mucizeler verdik ve onu Cebrail ile kuvvetlendirdik. Ne zaman bir peygamber sizin hoşlanmayacağınız bir emirle size gelse; kibirlenip inat ettiniz. O peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz.
‘Andolsun biz Mûsâ’ya kitap verdik’ diye tekitle veya yeminle başlaması inkarcılara, şüphecilere, umursamayanlara ikaz olduğunu anlıyoruz. Yani kitabın verilmesinin tekitle ikazı kitabın içindekilerin yaşanıp hayata geçirilmesine tenbih içindir (lazım melzum alakası).
İman eden insanın sadece diliyle ikrarının yeterli olmadığı âyetin son kısmında anlaşılıyor. Şimdi Hz. Muhammed’i kabul etmeyen, Hz. Mûsâ’yı, Hz. İsa’yı bahane eden inatçı, kibirli, nefsi hevasına tapan kimseler onların zamanında da onlara isyan ediyorlardı.Bu âyetle Cenâb-ı Hakk onların önceki tavırlarını hatırlatarak asıl sebebi gösteriyor.
‘Hatta siz öyle azgın, öyle arsız kimselersiniz ki Resûller hoşunuza gitmeyen hükümlerle gelince bir kısmını yalanlayıp bir kısmını öldürüyordunuz.’
Âyette yalanlamanın mazi, öldürmenin müzari fiille gelmesi manidardır. Peygamberler hayatta iken yalanladılar, daha sonra peygamber de ümmeti de göçüp gitti (mazinin hudus ifadesi). Fakat peygamberleri öldürmek devam ediyor (müzarinin istimrar teceddüt ifadesi ile).
Öldürmek iki çeşit: Birincisi bedenlerini ortadan kaldırmak, ikincisi fonksiyonlarını ortadan kaldırmak. İşte bu devam ediyor. Kıyâmete kadar da devam edecek. Çünkü diğer dinler şer’an yürürlükten kalkmasına rağmen İslam dini kıyâmete kadar devam edecektir.
Peygamberleri manen öldürmek iki kısımdır:
Birincisi: Peygamberleri inkar ederek geliş gayesini, fonksiyonunu öldürmek.
İkincisi: Peygamber varisleri âlimleri öldürmek ya da etkisiz hale getirmek. Cenâb-ı Hakk âlimlere öyle değer veriyor ki ‘savaşa göndermeyin ki dönüp gelenler câhil kalmasın’ buyuruyor.
‘ وَ ’ harfi, kasem içindir, ‘ لَ ’ onun cevabı, ‘ قَدْ ’ ise tahkik harfidir. Mûsâ'ya o kitabı, yani İsrailoğulları'nın öteden beri hükümlerini çiğnedikleri Tevrat'ı verdik, arkasından onun izinde ve aynı şeriatle memur nice peygamberler daha gönderdik. Ki bunlar Yûşa, İşmuil, Şem'ûn, Davut, Süleyman, Şa'ya, Armiya, Uzeyr, Hazkil, İlyas, Elyesa, Yunus, Zekeriyya, Yahya ve daha başkalarıdır. Hepsine selâm olsun. Ayrıca Meryem oğlu İsa'ya beyyineler verdik.
بَيِّنَة / Beyyine: Gün gibi gâyet açık, vazıh ve celî mânâsına sıfattan isim yapılmış bir kelimedir. Gâyet açık ve aşikar olan bir davayı açık bir şekilde isbat etmeye yarayan delil manasındadır. Yani kendisi açık seçik, artık bir başka şeyin açıklamasına ihtiyacı kalmamış olan belge demektir. Peygamberlerin mucizeleri bu çeşit belgelerdir. Şu halde Hz. İsa'nın beyyineleri, onun peygamberliğini açıkça ortaya koyan mucizeleridir ki, bunlar ileride genişçe anlatılacaktır.
Meryem: Süryanî dilinde ‘hizmetkâr’ mânâsınadır.
Hz. Mûsâ'dan sonraki peygamberler arasında Hz. İsa'nın bilhassa ismiyle zikredilmesi İsa dininin, Tevrat'taki bazı dinî hükümleri neshetmesi bakımındandır. Bundan dolayı Hıristiyanlık, Musevîlik'ten ayrı bir din olmuştur.
İbni Abbas'dan: Rûhu'l-Kudüs Cebrail'dir. Ve bu, rivâyetlerin en sıhhatlisidir. Çünkü Efendimiz (sav), Hassân İbni Sabit’e (ra) bir kerre ‘Kureyş'i hicvet, Rûhu'l-Kudüs seninledir’ buyurduğu gibi, bir başka zaman da ‘Ve Cebrail seninledir.’ buyurmuşlardır. Yani Rûhu'l-kudüs Cebrail’in (as) ‘Rûhu'l-Emîn’ gibi diğer bir ismidir. Cebrail'e ‘rûhullah’ denilmesi de, Rûhu'l-Kudüs'ün aynı mânâya geldiğini doğrular.
‘Onu Rûhu'l-Kudüs ile destekledik’ ifadesindeki zamire Hz. Mûsâ dâhil edilmeyerek zamirin doğrudan Hz. İsa'ya tahsisinin mânâsı, Hz. Meryem'e onun doğumunu müjdeleyen Cebrail (as) olmasındadır. Hz. İsa onun nefhi (üflemesi) ile doğmuş, onun terbiye ve desteğiyle büyümüş, her nereye gittiyse beraberinde gitmiştir. Nitekim Meryem Sûresi'nde ‘Ona ruhumuzu gönderdik, o ruh ona beşer şeklinde temessül edip göründü.’ (Meryem, 17) buyurulmuştur. Âyette geçen ‘ruhumuz’dan kasıt, rûhullah, Rûhu'l-Kudüs, Cebrail'dir.
Bundan başka bilindiği gibi, İsrailoğulları'nın, Hz. İsa ve annesi Meryem hakkında iffet ve ismete, onların kudsiyetlerine aykırı sözler söylemiş olmaları ve âyette esas muhatap olan da yahudiler olduğundan, Hz. İsa hakkındaki bu âyet, tahsis için değil, fakat bilhassa yahudilerin isnat ve iftiralarına karşı Hz. İsa'yı tenzih için bu teyid özellikle söz konusu edilmiştir. İşte bundan dolayıdır ki, taharet ve temizlik anlamına gelen ‘Rûhu'l-Kudüs’ ismi tercih buyurulmuştur.
Rûhu'l-Kudüs ile teyid edilen yalnızca Hz. İsa değildir. ‘De ki, Rûhu'l-Kudüs, onu Rabbinden hak olarak indirmiştir.’ (Nahl, 102) buyurulduğu şekilde Peygamber Efendimiz'e Kur'ân-ı Kerîm'i indiren de Rûhu'l-Kudüs'tür. Demek ki, Rûhu'l-Kudüs Cebrail'dir. Güç ve kuvvet açısından Cibril veya Cebrail, ismet ve nezahet açısından da Rûhu'l-Kudüs'tür.
Bir zat Beyazıd-ı Bestami’ye gelerek şöyle der:
‘Efendim! Tam otuz yıldır kendimi ibâdete verdim. Hiçbir semeresini göremedim.’
‘Otuz yıl değil, üçyüz yıl uğraşsan dahi yine bir semere bulamazsın.’
‘Neden?’
‘Çünkü sen son derece kibirli ve nefsine mahkum bir adamsın!’
‘Bunun bir çaresi yok mu?’
‘Var! Doğru berbere git. Saçını ve sakalını traş ettir! Eski bir elbise giy, boynuna da içi ceviz dolu bir heybe tak. Ve çocuklara seslen:
‘İçinizden kim bana bir sopa vurursa ona bir ceviz vereceğim’ de.’
‘İşte bunu ben yapamam.’
‘Evet, şimdi doğru söyledin. Gerçekten yapamazsın, çünkü sen mağrursun!’
88- ‘Kalplerimiz kılıflıdır’ dediler. Bilakis öyle değil, onları küfürleri sebebiyle Allah (cc) rahmetinden kovmuştur, ancak onların pek azı iman ettiler.
Bunların inkar ettikleri, hevalarına uydukları, kibrettikleri yetmiyor gibi bir de alaya alıp ‘Kalplerimiz kılıflı’ diyorlar. Artık bu çirkef tavırları bardağı taşıran son damla oluyor. Lânetlendikleri ilan ediliyor.
Âyetin sonu ‘Ne az inanıyorlar’ veya ‘Ne azı inanıyor’ diye bitiyor. Dış görünüşe bakılırsa dünyanın beşte biri imanlı gözüküyor. Ama ne yazık ki gerçek inanan, inandığını hayata geçiren çok az, yüzde beş olduğu söyleniyor.
İman edenlerin azlığı, müzari fiil ile devam edeceğine işaret ediyor. O gün de azdı, bugün de az. Yarın da az olacak. Bu gerçek hadislerde de beyan buyruluyor.
Gerçek inananlar neden az?
Hadisi şerifte buyrulduğu gibi cennetin etrafı nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle çevrilmesine rağmen, cehennemin etrafı eğlence, cümbüş, nefsin arzu ettikleriyle sarılmış. İnsanoğluna akılla beraber nefis, ilhamla beraber vesvese, itici-çekici kuvvetle beraber irade verilmiş.
Nefsini yenip Rabbisini râzı etmekle görevlendirilmiş. Kendine verilen akıl izan ile ilâhi vahyin ışığında sıratı müstakimde yürümesi aksi halde azabı ilâhiye düçar olacağı bildirilip imtihan olmak üzere dünya mektebine gönderilmiştir. Dünyaya geliş gayesini bilen, Allah’ın gönderdiği elçiye saygı duyan, emir ve yasakları doğrultusunda bir hayat süren, Rabbini râzı edip sevap hazinesini dolduran, iki cihan saadetine nail oluyor. Ne yazık ki şeytanın tezyin ettiği peşin dünya zevkleri, insan nefsine cazip geliyor. Dünyayı peşin, âhireti veresiye görüp dünyaya dalıyor. İsyan eden, zevk peşine düşenlerin çokluğu ona cesaret veriyor.
İlim meclislerini, sâlih dostları, kitabullahı, sünnet-i Resûlü (sav), İslam büyüklerini terk ettiği için düşmanlarına mağlup olup hak yoldan çıkıyor.
İmanın faydaları
✧ Müminin imanı, kötülük yapmasına engel olur. Hadîs-i Şerîf
✧ Milletlerin tekevvününde başlıca amil dindir. İmana gel ki; elemden emin olasın.
✧ Kadere teslim ol ki; selâmette kalasın. Bediuzzamanأَغْلاَفٌ ,غُلْفٌ’in çoğuludur. أَغْلاَفٌ ,غُلْفٌ veya غِلاَفٌ’dan kabuklu yani sünnetsiz, kılıflı demektir. Burada kelime ‘yosun tutmuş, duyarlığını yitirmiş’ anlamınadır.
Bizim kalblerimiz kılıflı, kabukludur dediler. Bununla Hz. Muhammed'in davetine ve Kur'ân'ın irşadlarına karşı kalplerinin kapalı olduğunu ve bunları dinlemeğe, anlama niyetinde olmadıklarını alay ve küçümseme ile söylemek ve ilâhî hidâyete ihtiyaçları olmadığını iddia ile akıllarınca iftihar etmek istediler. Hayır, işin aslı öyle değil, bilakis küfürleri sebebiyle Allah onları lânetledi, rahmetinden uzaklaştırdı, ‘Allah onların kalplerini ve işitmelerini mühürlemiştir, gözlerine de perde çekilmiştir. Onlar için büyük bir azap vardır.’ (Bakara, 7) âyetinin hükmü tecelli eyledi. Onun için bunlar pek az iman ederler.
Huysuz insan gözde diken, kalpte kor
Şerrinden sığınılır neûzü billâh
Huysuz ile hayat geçirmek ne zor
Yürek yanar, dil deprenir illâllah. M.Balcı
89- Vakta ki onlara Allah (c.c.) katından beraberindeki kitabı tasdik eden Kuran-ı Kerim geldi ki; Kuran-ı Kerim gelmeden önce o küfredenlere (Arap müşriklere karşı) fetih istiyorlardı. İşte onlara o bildikleri şey (Kuran) gelince onu inkar ettiler. Artık Allah (c.c.)’ın lâneti o kafirler üzerine olsun.
Bunların bu tavrı resmen küstahlık. Önce yalvar yakar, son peygamberin gelmesini iste.
Sonra gelen peygamberi kabul etme ‘bizim soyumuzdan değil’ diye reddet.
Sanki kendi soylarından gelen peygamberleri çok tasdik etmişlerdi. Yaptıkları azgınlıkları dillere destan.
Bunlar düpedüz Allah’a, Resûlüne, kitabına karşı çıkıp inkar ediyorlar. Hem de bile bile.
O halde Allah’tan rahmet ummaları mümkün değil. Lânet de rahmetten uzak kalmak değil mi?
O öyle mübarek bir zattır ki himmeti yüksek, yardımı ziyadedir.
Fakirlerin sevgilisi zenginlerin tabibidir. O güzeller güzeli, temizler temizidir.
Sohbet ederken yumuşak, taksim ederken adil,
Her muamelede doğru,
Kafirlere karşı sert ve şiddetlidir. Az şeye şükreder.
Esirlere acır.
Hep güler yüzlüdür, gülüşü tebessüm şeklindedir, kahkaha atmaz.
Ümmidir, hiçbir şey okumadan, yazmadan herşey ona bildirilmiştir. O Allah’ın Resûlü’dür.
Kötü huylu, katı kalpli değildir.
Çarşı ve pazarlarda yüksek sesle bağırmaz.
Onun ümmeti iyi ahlâk sahibidir, yüksek yerlerde Allah’ın ismini anarlar.
Müezzinleri minarelerde halkı davet eder, abdest alıp namaz kılarlar, namazda safları düzeltir, bir hizada dururlar. Geceleri onların tesbih sesleri bal arısının sesleri gibi duyulur.
Mekke’de doğar, Medine’den Şam’a kadar her yer onun idaresinde olur.
İsmi Muhammed’dir ki ona mütevekkil diye isim verdim. Bozuk dinleri kaldırıp hak olan doğru dini yayıp yerleştirmedikçe onu dünyadan çıkarmam.
O halkı Hakk’a çağırır.
Onun bereketiyle görmeyen gözler görür, işitmeyen kulaklar işitir, kalplerden gaflet gider.
O öyle bir kimsedir ki eli açıktır, asla kızmaz, çok yumuşaktır.
Nurani güzel yüzlü, tatlı sözlüdür, insanların tabibidir, çok ağlar, az güler.
Az uyur, çok düşünür. Yaratılışı hoş ve güzeldir.
Sözleri gönülleri alır, ruhları cezbeder.
Ey Habibim himmet kılıcını sıyırıp bütün kuvvetinle kahramanlık meydanında bütün kafirlerden intikam alasın.
Güzel bir lisan ile benim hamd ve senamı her yere yayasın. Bütün kafirlerin başları senin kerametli ellerin önünde eğilecektir.
O çok yemez, cimri değildir, hile yapmaz, kimseyi kötülemez, hiç acele etmez.
Kendi için intikam almaz, tembel değildir, hiç kimseyi gıybet etmez.
Rab tarafından çıkıp gelecek olan o Münhemenna, o Ruhul Kudüs gelmiş olsaydı o buna şehadet ederdi.
Siz de şehadet edersiniz, çünkü öteden beri benimle birlikte bulunuyorsunuz.
Ben bunları size söyledim ki, şüpheye düşmeyesiniz, sürçmeyesiniz.
(Münhemenna; süryanice Muhammed demektir.)
✽ ✽ ✽
✧ ‘Kim benim sünnetimi muhafaza ederse, Cenâb-ı Hakk ona dört haslet ikram eder:
1- İyi insanların gönlünde kendine karşı bir muhabbet,
2- Facir kimselerin kalplerinde bir heybet,
3- Rızıkta bir genişlik,
4- Dinde itibar. Hadîs-i Şerîf
Sultân-ı Rusül Şâh-ı mümeccedsin Efendim
Bî çârelere devlet-i sermedsin Efendim
Divân-ı İlâhi’de ser-âmedsin Efendim
Menşûr-i ‘Leamrük’le müeyyedsin Efendim
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim
Hakk’dan bize Sultân-ı müeyyedsin Efendim. Şeyh Gâlib
✧ ‘Ben onu (Kur’an’la meşgul olan kimseyi) bana şükretmekle meşgul olanın sevabından daha üstünü ile mükâfatlandıracağım.’ Kudsi Hadis
✧ Kur’an-ı Kerim üzerinde mâhir ve onun üzerinde bilgisi yerinde olan kişi, meleklerle beraberdir.
✧ Üç şey kıyâmet günü arşın gölgesi altında olacaktır.
1. Kur’an-ı Kerim ki onun hem zâhiri hem de bâtını vardır.
2. Emânet.
3. Akrabalık ki o şöyle nida edecek, ‘Kim benim bağımı koparmazsa Allah onu rahmetine bağlar, kim onu koparıp atarsa Allah da onu rahmetinden koparıp atar’
✧ Çocuğuna yüzünden Kur’an okumayı öğreten kimsenin gelmiş geçmiş günahları affolur. Eğer çocuğuna Kur’an’ın tamamını ezberletirse, o kişi kıyâmet günü ayın ondördü gibi diriltilecek, oğluna da okumaya başla denilecek, oğlu bir âyet okuyunca babası bir derece yükseltilecek, bu Kur’an tamamlanıncaya kadar devam edecektir.
✧ Kur’an bir deri kap (insan derisi) içine konsa da sonra ateşe atılsa, o yanmaz.
✧ Bir topluluk Allah’ın evinden birinde toplanır, Allah’ın kitabından bir âyet okursa, ders yolu ile aralarında onu öğrenmeye çalışırsa, Allah (cc) onlara sekînet indirir. Kendilerini rahmet kaplar, melekler onları sarar ve Allah onları katındakilere anlatır. Hadîs-i Şerîf
✧ İnsanların en iyi Kur’an okuyanı, okurken hüzünlenendir.
✧ Kur’anı öğreniniz ve okuyunuz. Çünkü, Kur’an ile onu öğrenip okuyan kimsenin misâli, kokusu her tarafa yayılan içerisi misk dolu bir kab gibidir. Kur’an öğrenip ezberinde iken uyuyan (Okumayan) kimse ise, içerisi miskle dolu ağzı kapatılmış bir kap gibidir. Hadîs-i Şerîf
✧ Kur’an kendisine sarılanın, koruyucusu; kendisine uyanların kurtarıcısıdır. Kur’an’a uyan doğru yoldan sapmaz ki kınansın, eğrilmez ki doğrultulsun. Hadîs-i Şerîf
✧ Kur’an sâhibi (yâni hafızın) benzeri, bağlı devenin sâhibinin misâli gibidir. Deve sâhibi devesini gözetlese tutabilir, mukayyed olmayıp bırakırsa kaçar gider. Hadîs-i Şerîf
✧ Kur’an sâhibi birisi için (yâni hâfız için) ‘şu âyetleri unuttum’ demek ne fenâ şeydir. Belki ‘unutuldu’ demek gereklidir. Hadîs-i Şerîf
✧ Kur’anı muhâfazaya ehemmiyet veriniz. Hayatım yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki; Kur’anın hâfızadan çıkıp kaçması, bağlı devenin ihtimamsızlık eseri boşanıp kaçmasından daha zorludur! Hadîs-i Şerîf
✧ Ümmetimin yapacağı ibâdetin en faziletlisi, Kur’anı yüzüne bakarak okumaktır. Hadîs-i Şerîf
✧ Allah Resülü: ‘Cennet bahçesine uğradığınızda kendinizi besleyiniz’ buyurdu. Sahabiler: ‘Ya Resûlallah, Cennet bahçeleri nerededir?’ diye sordular. Peygamberimiz: ‘Allah'ın anıldığı, zikir meclisleridir’ buyurdu. Tirmizi İbn-i Abbas'ın rivâyetinde: ‘İlim meclisleridir’ buyurdu. Taberânî Ebû Hureyre'nin rivâyetinde ise: ‘Mescidlerdir’ buyurdu. Sahabiler: ‘Beslenmek nedir?’ diye sordular. Resûlullah: ‘Subhanallah, Elhamdülillah ve Allahu Ekber (demek)dir’ buyurdu. Tirmizi
✧ Lânet, Allah'ın rahmetinden uzak kalmak demektir.
✧ Mazlum olarak öldürülen veya dövülen kimsenin yanında bulunmayın. Zirâ mazlumun yanında bulunup onu müdâfaa etmeyen kimseye lânet iner. Hadîs-i Şerîf
✧ Allah (c.c.), dört kişiye lânet etti. Melekler de ona, Amin dediler:
1- Kadınla münasebette bulunmaz. Bunun için kendini tutar. Halbuki Allah (cc), onu öyle yaratmamıştır.
2- Erkekliğe hevesli bir kadın. Halbuki, Allah onu kadın olarak yaratmıştır.
3- Kadınlaşan bir erkek. Halbuki Allah (cc) onu erkek olarak yaratmıştır.
4- Âmâyı yoldan şaşırtan kimse. Hadîs-i Şerîf
✧ Kim bir insanı adının dışında başka bir adla anarsa melekler ona lânet eder. Hadîs-i Şerîf
✧ Allah’tan başkası için hayvan kesene Allah (c.c.) lânet etmiştir.
✧ Lânete uğrayanlar (Yahudiler) Allah’a iftira ettiler. Peygamberleri öldürdüler, tamahkar, cimri ve korkaktırlar.
Asım ibn Ömer, ibn Katâde'den: ‘Daha evvel kâfirler aleyhine Allah'tan bir fetih istiyorlardı. İşte o tanıdıkları şey (Kur'ân veya Hz. Muhammed) kendilerine gelince onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın lâneti kâfirlerin tepesine.’ Âyeti vallahi biz ve onlar hakkında yani ensar ve onların komşuları olan yahudiler hakkında indi. Câhiliye devrinde bir süre biz onlara galip gelmiştik, biz putperest, onlar ise kitab ehli idiler. ‘Bir peygamber gönderilmesi zamanı geldi, gönderilmesinin gölgesi üzerinize düştü. O peygamberle birlikte Ad ve İrem'in katledildiği gibi sizi katledeceğiz, öldüreceğiz.’ derlerdi. Allah Tealâ Rasûlü'nü Kureyş'ten gönderip biz de ona iman edince onu inkâr ettiler.
İbn Abbâs’tan: Hayber yahudileri ile Gatafan arasında savaş vardı. Hayberliler ne zaman Gatafan'la karşılaşsalar yeniliyorlardı. Sonunda:
‘Ey Allahımız, Ahir zamanda çıkarmayı va'dettiğin o ümmî peygamber hakkı için senden bizi muzaffer kılmanı diliyoruz.’ duâsına sığınmayı kararlaştırdılar ve Gatafan'la karşılaşınca bu duâyı yaptılar. Yapılan savaşta Gatafan'ı bozguna uğrattılar.
Allahu Tealâ, onların duâsında geçen Hz. Muhammed (s.a.v)'i peygamber olarak gönderince onun peygamberliğini inkâr ettiler. Bunun üzerine Allah Tealâ: ‘Daha önce (o peygamberin adını kullanarak, onun hakkı için diyerek) kâfirlere karşı zafer isterlerken... İşte Allah'ın lâneti böyle kâfirleredir.’ âyetini indirdi.