90- Allah (c.c.)’ın indirdiği Kuran’ı inkar edip, Allah (c.c.)’ın fazlıyla kullarından dilediği kimseye peygamberlik buyurmasına haset edip nefislerini bu sebeple ateşe sattıkları (atışları) ne kötü şeydir. İşte Yahudiler, gazaptan gazaba uğradılar; o kafirler için hor ve zelil edici bir azap vardır.
Küfrü satın almak tabiri (istiare) küfrü bir alış veriş gibi, severek, isteyerek, hür iradeyle ve karşılığında bedel ödeyerek, fıtri imanı, selim aklı, ebedi saadeti, ömür sermayesini feda ederek küfrü satın almaları, Rabbimizin buyurduğu gibi; ne kötü!
Rezil eden, rüsvay eden bir azap. Yılların pişmanlık azabı, Cennetten, Cemâlullah’tan mahrumiyetin ateşi ne kötü! Cehennemin zebanileri elinde perişan olmak, Melikten, Araf halkından azar işitmek ne kötü!
Bütün yakınlarından kaçmak, kimseden imdat olmayan feryadlar, dönüşü olmayan pişmanlıklar, toprak olmayı bile arzu etmek ne kötü!
Büyüklüğü tarife sığmaz akrepler, yılanlar, kaynar sular, alevler, dumanlar, çılgın ateşler ne kötü!
Su istedikçe kan, irin; yemek isteyince zakkum, diken verilmek ne kötü!
Ne kötü, Allah’ın mülkünde yiyip-içip, ev sahibini inkar! İnsan yaratılıp da, hayvandan aşağı derekeye düşmek ne kötü! Bu inkarın, bunca kötü akıbetin sebebi kendilerinden olmadığı için ya da mevkilerinden bazı kirli menfaatlarından mahrum olmanın gazabıyla o canlar canı alemlere rahmet gönüller sultanı Nebi (s.a.v.)’e besledikleri haset. Oysa o sadece kendine Yüce Allah tarafından indirilen yüce kelamı tebliğ ediyor. Kendine tevdi edilen kutsi görevi yerine getiriyor. Ondan önce nasıl peygamberler geldi, kitaplar indi ise ona da kitap verildi. Siz neden ona hased ediyorsunuz? Bu size ne kazandırır? Ya da ona ne kaybettirir? Gazabı ilâhiye çarpılır, iki cihanı kaybedersiniz. Siz ona değil, onun şahsında Allah’a karşı çıkıyor, Allah’ın taksimini beğenmiyorsunuz. Rüsvaylığı hak edip, rüsvay edici azabı celp ediyorsunuz.
Nefis en büyük düşmandır. Yedi başlı bir ejderhadır. Onun başları da, insanın yedi zâhir âzâsındadır. İnsanın rûhunu, dil, göz ve diğer âzâlarla zehirler. Bu ejderhanın zehirleri Kur’an terbiyesi ile yok edilir. O nefs-i emmâre öldürülünce ‘Ölmeden evvel ölüm size gelmiş gibi hazır olun’ sırrı zâhir olur.
Bunun;
Birinci başı küfürdür, kalpte iman olmasa sahibini mahv eder.
İkincisi bidattır.
Üçüncüsü kibir (şeytan o yüzden helâk oldu).
Dördüncüsü riyâ.
Beşincisi hased.
Altıncısı hasislik (cimrilik).
Yedincisi israf.
En kötüsü, ömrü isyana harcamak. Fahrettin Dinçkol
Hased, âharın (başkalarının) nimetini çekememekle o nimetin zevalini arzu etmek ve izalesi için hile ve desâise teşebbüs etmektir ki, cemi edyanda(tüm dinlerde) haramdır.
Kıskançlık kişiye boş yere gam, keder ve yorgunluk yükler, günaha düşürür.
Hased, insanlar arasında ademi imtizaca ve tefrikaya, alemde fitne ve fesada sebep olduğundan asayişi, intizamı ihlal eder, ahlâkın en fenasıdır.
Hased, müminin mürted olmasını arzu etmesine bile sebep olur.
✧ Ey Mûsâ! Kullarımdan en çok gadaplandığım kimse; kalbinde kibir, dilinde şiddet, elinde cimrilik, ahlâkında huysuzluk ve yaramazlık olan kimsedir.
✧ Hangi kadın eşinden izinsiz sokağa çıkarsa evine dönünceye yahut eşi kendisinden râzı oluncaya kadar, Allah (c.c.)’ın gadabına maruzdur. Hadîs-i Şerîf
✧ Allah (cc)’ın en çok gadab ettiği kul malına ve çocuğuna musibet gelmeyen inatçı ve pis huylu birisidir.
✧ Gadab-ı ilâhiye en lâyık olan, imandan sonra küfre düşendir. Hadîs-i Şerîf
✧ Yüce Allah (cc) şu beş kişiye gadap eder, dilerse gadabını dünyada yürürlüğe koyar, dilerse onları âhirette cehenneme atar. Bu beş kişi şunlardır:
1- İdare ettiklerinden hakkını aldığı halde onlara karşı insaflı davranmayan ve uğradıkları haksızlıklara engel olmayan devlet başkanı.
2- İdare ettikleri kendisine bağlı kaldıkları halde, güçlüler ile zayıfların arasını bulmayan ve arzusu uyarınca konuşan yetkili.
3- Ailesine, çoluk çocuğuna Allah (c.c.)’a ibâdet etmeyi telkin etmeyen ve onlara dinleri hakkında gerekli bilgileri öğretmeyen kimse.
4- Çalıştırdığı işçiye hak ettiği ücreti vermeyen kimse.
5- Mehir konusunda karısına haksızlık eden erkek.
Bununla onların ihaneti murad edilmekte ve onların zilletleri kastedilmektedir.
Bu âyet-i kerime, müminlerin azabının edeblendirme ve temizleme olduğuna ve kafirlerin azabının ise, aşağılama ve şiddetli bir cezalandırma olduğuna delalet etmektedir.
91- Yahudilere: ‘Allah (cc)’ın indirdiği Kuran’a iman edin’ denildiği zaman: ‘Biz bize indirilene (Tevrat) iman ederiz’ derler, ondan başkasını inkar ederler. Halbuki o Kuran onlardaki Tevrat’ı tasdik edici bir gerçektir. De ki: ‘Mâdem ki Tevrat'a iman ediyorsunuz, daha önce gelen Allah'ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?’
İman etmemek için bahane olarak taassuplarını ortaya koyup ‘Biz ancak bize indirilene inanırız’ diyorlar. Cenâb-ı Hakk yalancılıklarını yüzlerine vuruyor:
Peki o zaman neden Allah’ın nebilerini önceden öldürüyordunuz? Eğer inanıyor idiyseniz (kavl-i bil mucib, mantık yollu kelam)
Allah’a inanan bir mü’min, hangi zaman hangi mekanda olursa olsun Allah’ın indirdiğine inanır, itimat eder, gönülden saygı duyar. Değil Cenâb-ı Hakk’a karşı, bir kimsenin bir sanatkara bile ‘Sen bu sanatı güzel yaptın ama daha bunun gibi bir daha yapamazsın’ demesi ne kadar aptalca bir iddiadır.
Onlar, kendilerinden olmayan âlime âlim, peygambere peygamber demezler. Deseler bile ‘Bizim peygamberimiz değil ki, ondan bize ne?’ derler. Sırf bu yüzden ahir zaman peygamberine ve ona indirilen kitaba, ‘Bizim halkımızdan değildir, bizim lisanımızdan değildir, o Arab'ın peygamberidir, Arab'ın kitabıdır’ diye düşmanlık ederler. Beşeriyeti tefrikaya, kavgaya sürükleyen, hak ve hakikate karşı kaba kuvvet kullanmaya, üstünlük yarışına, safsatalara iten, işte hep bu nefsaniyet, kibir ve bencilliktir.
92- Celâlim hakkı için Mûsâ size mucizelerle gelmişken, o Tur’a gittikten sonra siz buzağıyı ilâh edindiniz ve böylece zâlimlerden oldunuz.
Önceki âyette kapalı geçen peygamberlerini inkar bu âyette açıklanıyor. (İtnab, ibhamdan sonra izah)
Hz. Mûsâ Beni İsrâil’i Firavunun acımasız ağır işkencelerinden, zulmünden kurtardı. Mucizesiyle denizde kuru yol açtı. Düşmanlarından kurtardı.
Hz. Mûsâ’nın birçok mucizesine şahit oldular. Ona inandılar. Hz. Mûsâ Tevrat’ı getirdiği halde onlar buzağıya taptılar. Samiri’ye kandılar. Zâlim damgası yediler. Cenâb-ı Hakk onları Efendimize (sav) karşı gelmelerinden, kötü tavırlarından, yalan ve iftiralarından dolayı kıyâmete kadar gelenlere deşifre ediyor. Dünyaya anlatıyor. Ta ki, onların hilelerini sezip tuzağa düşmesinler.
✧ Halka zulmedenler, onlara yardım edenler cehennemdedir. Hadîs-i Şerîf
✧ Kim bir zâlime yardım ederse, Allah o zâlimi ona musallat eder. Hadîs-i Şerîf
✧ Zulümle âbad olan akıbet berbat olur.
✧ Her kim zâlimlikle bir karış yer koparıp alırsa, Allah kıyâmet gününde yedi kat yerden itibaren o arazi parçasını bu zâlim kişinin boynuna (halka yapıp) geçirir. Hadîs-i Şerîf
✧ Cehennemde dağlar gibi büyük yılanlar, katırlar gibi akrepler vardır. Bunlar, maiyyeti arasında adalet etmeyen devlet adamlarını zehirleyip duracaklardır. Hz. Ali
✧ Memleketler, mülk ve saltanat küfür üzerinde durabilir, ama zulüm üzerinde duramaz.
✧ İnsanların dev kadar kuvvetli olması olağanüstü bir şeydir, ama bu kuvveti dev gibi kullanması zulümdür.
✧ Zulüm bir şeyi layık olduğu yerden başka yerde kullanmaktır. Zulüm, kısas, kul hakkı kıyâmete kalmaz.
Zulüm Yaşamaz
Fare, dişleriyle kesti fidanı
Duymadı fidandan çıkan figanı
Fidanın dibinden çıkan yılan
Zararlı fareye vermedi aman
Bir kirpi ansızın çıktı meydana
Batırdı okunu zâlim yılana
Kirpiyi bir tilki eyledi helâk
Can vermiş yatıyor yerde kirpi bak
Bir köpek tilkinin geldi yanına,
Yavaşça gezinip girdi kanına
Orada gezinen kaplanın biri
Cüssesi kocaman dişleri iri
Pençesi köpeği böldü ikiye
Kim demiş zulüm devamlı diye,
Avcının okuyla avlandı kaplan
Avcı derisini yüzdüğü zaman,
Bir atlı gelip istedi postu
Elinde kılıcı altının dostu
Atlı bir lahzada indi atından
Avcı oluverdi tatlı canından
Postu terkisine koyup giderken
‘İşte çalışmadan kazandım’ derken,
Atının ayağı değdi bir taşa
Başı parçalandı bak baştan başa.
93- Bir vakit Tur’u üzerinize kaldırıp; ‘Emirlerimizi dinleyin, size verdiğimiz Tevrat’ı kuvvetle tutun ve gereğince amel edip, dinleyin’ diye sizden sağlam söz almıştık. Onlar: ‘Kulağımızla işittik, kalplerimizle inkar ettik’ demişlerdi. Çünkü küfürleri sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi sinmişti. Habibim onlara şöyle de: ‘Eğer siz mü'min iseniz, imanınız size ne kötü şeyler emrediyor?’
Cenâb-ı Hakk ara ara Mûsâ as’ın kavmine yaptıkları azgınlıkları (telmih yollu) anlatıyor. Hem onları ümmet-i Muhammed’e tanıtıyor. Hem de (tariz yollu) ders veriyor. Hem ne yaptıkları, hem de nasıl bir cezaya çarpıldıkları sık sık hatırlatılıyor. Çünkü yenilmemiş, terbiye görmemiş, vahyin ışığında aydınlanmamış her nefsi emmarenin durumu aynı.
Âyet bize (dal bi’d delalesiyle); verdiğiniz sözlerde sadık olun, özellikle kâlu belada verdiğiniz kulluk, Rabbe itaat sözünüzden hiç çıkmayın, aksi halde sonuç aleyhinize olur, mesajını veriyor.
Aranızdaki sözleşmelerde hududullahı çiğnemedikçe sadık kalın. Nifak damgası yemeyin. İnsanları haksız yere üzmeyin, ezmeyin, kızdırmayın, psikolojilerini bozmayın. Bu büyük vebali yüklenmeyin.
‘Size verileni kuvvetle tutun’ cümlesinde istiare var. Sanki kuyuya veya uçuruma düşmüş bir kimseye yukardan sağlam bir ip uzatılıyor ve ‘sıkı tutun, düşme’ diye tenbih ediliyor.
Dünya hayatı günah bataklıkları, küfür, nifak karanlıkları sahibi için derin bir kuyu. Cenâb-ı Hakk’ın kitabı semalardan gelen kurtarıcı. Ona sımsıkı yapışmak, emrini yapıp yasağını terk etmek canını cehennemden kurtarmak demektir. Yani ona sarılmaya bizim ihtiyacımız var. Zor durumda olan biziz. Cenâb-ı Hakk’ın bize peygamber göndermesi, kitap indirmesi, sırf rahmet-i ilâhi. Bize olan ra'fet ve rahmeti. Oysa biz buyruk dinlememek için kasılıyoruz. Sanki başkasının menfaatine, kendimizin zararına zorla inanıyormuşuz gibi tavır takınıyoruz.
Cenâb-ı Hakk’a ve gönderdiği elçilere, küstahca, nankörce, saygısızca tepkiler göstererek ind-i ilâhide hayrını şerrini anlamayan divaneler konumuna düşüyoruz. İpi bırakınca helâk olacağını bilmeyen eblehler gibi can kurtarıcı iki cihan saadeti olan kitabullahı okuyup anlamaya, anlayıp yaşamaya, yaşayıp yaşatmaya çalışmıyoruz.
‘Kitabı tutun’ cümlesi, hem hakikat, hem mecaz (istiare-i vefakiye). Kitabı tutun, okuyun, kitabın hükümlerini arkaya atmayın, bırakmayın, tutun.
Daha sonra gelen ‘ وَاسْمَعُوا ’ emri bu hükmü pekiştiriyor. Yani dinleyin, anlayın, işitin, kabul edin. Mevlâna’ya göre ‘işitin’ emri ‘razı olun’ anlamına gelir.
Âyetin muhatapları, karanlık ağızlarını açıp ‘işittik, isyan ettik’ diyenlerdir. Çünkü küfürleri sebebiyle buzağıya tapma sevgisi içlerine iyice sinmişti. Tıpkı su içenin içtiği suyun içine sinmesi gibi (istiare-i inadiye). Dünyaya, hevaya dalan, günaha dadanan, fani hırslarla yanan insanlar kelamullahı dinleme, anlama lutfundan mahrum kalıyor. O gün de, bugün de aynı.
Zamanların değişmesi ile değil tiynetlerin, fikirlerin değişmesi insanı geliştirir. İlim, irfan, sadakat ile yükselenler yükselir.
Cümlenin sonu (istiare-i tahakkümiye, müşakale, hezil) çok ilginç bitiyor. ‘Eğer mü’minseniz imanınız size ne kötü şey emrediyor!’ Yani, siz iman etmiş olsaydınız, imanınız size böyle çirkin şeyleri emretmezdi, size mani olurdu.
İman güneş gibi mü’minin kalbine doğunca eseri bütün azalarda görülür. İman kalbi tam sarıp, ihata edince zahir yedi aza emrine girer. Ne emretse derhal yaparlar. Gazali’nin deyimiyle; azaların kalbe itaati meleklerin Allah’a itaati gibidir. Cenâb-ı Hakk ‘sizin Allah’a imanınız böyle olsaydı sorun çıkmazdı. Ama siz nefis buzağısına öyle bir taptınız, öyle bağlandınız ki; ona olan inancınız kalbinizi kuşattı ve size o bâtıl inancınız kötü şeyler emreder oldu. Siz gerçek mü’min olsaydınız böyle mi olurdu?’ buyuruyor.
Âyette geçen ‘ عِجْلَ ’, hem hakikat hem mecaz olmaya müsait (istiare-i vefakiye). Hem Samiri’nin yapıp insanlara ilâh diye tanıttığı buzağı heykeli, hem de bir canlının dünyaya getirdiği bir yavru. Buna göre ismi müstear olan ‘ عِجْلَ ’, insan yavrusunu da hatırlatır. İnsanların kendi yavrularına, kendi çocuklarına haddinden fazla ilgi gösterip onlara varını yoğunu feda etmeleri, onların şımarık, küstah, israfçı, asi, kibirli, hırslı, ilgisiz ve İslami yönden câhil olmalarına vesile oluyor. Anne-baba çocukları yüzünden dininden taviz veriyor. Onlar yüzünden günaha girebiliyor.
Detaya girmeye gerek yok. Günümüzde tüm bu olumsuzlukları birlikte yaşıyoruz. ‘Allah ve Resûlünün önüne geçmeyin’ buyuran Rabbimize karşı verdiğimiz tavizler arşa yükseldi. Bu da İsrailoğullarının inek yavrusuna tapmalarından çok farklı değil.
Gerçek bir imandan mahrum oldukça, medeniyetin terakkisine imkan yoktur.
Susma Sakın
Gerçeklere dil uzanır dururken
Kabına çekilip sakın sen susma
Küfür yılan gibi zehir dökerken
Menfaatten korkup sakın sen susma
Kitaba sünnete hücum edilir
Ayetler hevaya göre tevil edilir
Gerçek durur mecazlara gidilir
Korkak ürkek olup sakın sen susma
✽ ‘ وَاُشْرِبُوا فٖي قُلُوبِهِمْ ’ cümlesinde teşbih-i beliğ var. Buzağı sevgisinin kalplerine yerleşmiş olması, içmeye benzemiştir.
✽ ‘ عِجْلَ ’, hem hakikat hem mecaz olmaya müsait (istiare-i vefakiye). Hem Samiri’nin yapıp insanlara ilâh diye tanıttığı buzağı heykeli, hem de bir canlının dünyaya getirdiği bir yavru manası düşünülebilir.
✽ ‘Size verileni kuvvetle tutun’ cümlesinde istiare var. Sanki kuyuya veya uçuruma düşmüş bir kimseye yukardan sağlam bir ip uzatılıyor ve ‘sıkı tutun, düşme’ diye tenbih ediliyor.
✽ ‘Kitabı tutun’ cümlesi, hem hakikat, hem mecaz (istiare-i vefakiye). Kitabı tutun, okuyun, kitabın hükümlerini arkaya atmayın, bırakmayın, tutun.
94- Ey Habibim söyle: ‘Eğer âhiret yurdu (cennet), diğer insanlara âit olmayıp Allah (c.c.) tarafından size mahsus kılınmış ise ve eğer doğru sözlü iseniz, ölümü dilesenize.’
İnsan dünyayı da, çoluk çocuğunu da kendisi için sever. İnsanın asıl sevdiği kendisidir. Soyu silsilesi devam etsin, adı sanı unutulmasın. Dünyada bakımlı olsun, hasta olmasın, uzun yaşasın. Hatta Yahudiler birbirine duâ ederken ‘Bin yıl yaşa, çok yaşa’ derlermiş. Bu adet bize de geçmiş. Aksırana ‘yerhamükallah’ yerine ‘çok yaşa’, o da ‘yehdina ve yehdikümüllah’ yerine ‘sen de gör’ diyor.
Bu ve benzeri nice kullandığımız laflar dışardan ithal. Bazısının içinde küfür sözler gizli. Onlara söz, fiil ve davranışlarda uymamız yasaklanmasına rağmen terk edemiyoruz.
‘ دَارَ ’, lügatta مَدَار دائر , dörtbir yanına çepeçevre hudut çevrilmiş, mükemmel bir surette korumaya alınmış, yerleşmeye ve içinde yaşamaya elverişli olan yer demektir. Dilimizdeki büyük konak, saray, mâlikane, şehir, memleket, yurt ve vatan kelimelerinin karşılığıdır. Yerine göre bunların ifade ettiği mânâların hepsini içine alır. Nitekim ‘Dâr-ı İslâm’ müslümanların barış, selâmet ve huzur içinde yaşadığı yerler için kullanılır. ‘Dâr-ı Harb’ ise harb halinde, özellikle müslümanlarla harb halinde olan yerler için kullanılır.
Ne varsa çöplüğe at, belli başlı zamanlık,
Ölümü öldürmekte olanca kahramanlık. N Fazıl
✧ İnsan, ölüme hazırlanırsa, huyu güzel olur. Ölümü hatırlatmak, mümin için müjdeli haber gibidir.
✧ Ölümü unutup, çok yaşama arzusuna kapılan, üç şeye hasret gider: Topladığına doymaz, umduğuna kavuşamaz, âhiret yolculuğu için yeterli hazırlık yapamaz.
✧ Akıllı zeki kimse, nefsini alt edip ölüm ötesi için hazırlık yapandır. Âciz kimse nefsin fena isteklerine uymakta devam edip, Allah’tan af temenni edendir.
✧ En sadık mümin en çok tefekkür eden mümindir. Hadîs-i Şerîf
✧ Güçlük, kolaylıkla berâberdir; kendine gel, ümidi bırakma! Akıllı insan bilir ki, ölümün arkasından daha güçlü bir hayat beklemektedir. Mevlâna
✧ Sâdık kimseler, dürüst ve samimi arkadaş; genişlikte süs ve ziynet, darlıkta yedek sermâyedir.
Eba Yezid Bistami ve Bir Kefen Soyucu
Eba Yezid Bistami Hazretlerinin eli üzere tevbe eden bir kefen soyucusuna Eba Yezid halinden sorar. Kefen soyucu şöyle der:
‘Ben bin kişinin kefenini soydum. İki kişiden başka hiç kimsenin yüzünü kıbleye dönük görmedim.’
Bunun üzerine Eba Yezid Bistami:
‘Miskinlerin rızka haris olmaları onların yüzlerini kıbleden çevirdi’ dedi.
✽ ‘ فَتَمَنَّوُا الْمَوْتَ ’ cümlesinde emr-i tacizi var. Bu emir asıl anlamından çıkıp aciz bırakmak anlamına gelmiştir. Bu onların gerçekte isteyeceği, alışılmış bir şey değildi. Ölümü gerçekten temenni etmek mukarrebin, ebrarın işidir.
95- Daha önce elleriyle yaptıklarından dolayı, ölümü elbette ebedi temenni etmezler. Allah (c.c.) o zâlimleri bilir.
Cenâb-ı Hakk yoldan çıkan azgın, iftiracı, yalancı, hasetçi bu güruhu bile direkt tenkit etmiyor (hüsn-ü ibtida). Onları ikna edici tarzda, sanki onların halini, durumunu bilmiyormuş gibi davranıyor (tecahülü arif). Git gide dozu artırıyor. Cennetin kendilerinin olduğunu, başkalarının giremeyeceğini iddia etmelerine karşılık ‘oraya girmek şöyle dursun gitmeyi bile temenni edemeyeceksiniz, sebebi ellerinizle yaptığınız günahlardır’ buyurmuş (mecaz-ı mürsel, alet alakası, tağlib sanatı).
Eller vücudun en aktif azaları olduğundan Cenâb-ı Hakk onları nazara veriyor. Aynı zamanda merhametini remz ediyor.
Dinimizde ancak bizzat, isteyerek yaptığımız günahlardan sorumlu tutuluyoruz. Başkasının günahından veya bize zorla yaptırılan günahlardan sorumlu değiliz. Bu da Cenâb-ı Allah’ın sonsuz rahmetinin esintisi.
Ayrıca el, insanın denge unsuru olduğundan vücudun en kıymetli azalarından biri. Onlar olmasa kuvvetimizi kullanamayız, dengemizi sağlayamayız.
✧ Herhangi bir hakkın zâyi olmasına veya gecikmesine sebebiyet vermek bir zulümdür.
✧ Herhangi bir kimseden haksız yere bir şey almak, yine zulümdür.
✧ Herhangi bir insana veya canlıya haksız yere eziyet etmek de, bir zulümdür.
✧ Zulmün neticesi ise, azaptır; dünyevi ve uhrevi felâkettir. Bir hadis-i şerifte: ‘Mazlumun bedduâsından sakının; çünkü o duâ ile Allah (c.c.) arasında perde yoktur’ buyurulmuştur.
✧ Her kime nimet verilir de şükreder, belâya tutulur da sabreder, zulüm (günah) edince af diler, zulme uğrayınca affederse; işte onlar için emniyet vardır ve onlar hidâyete erenlerdir. Hadîs-i Şerîf
✧ Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar; kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir. Yusuf Has Hacip
✧ Zülmü destekleyen merhamet, zulümdür.
✧ Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adâleti var. İnsanlar senin yapmadığın bir işle sana zulmediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binâen, o musibet eliyle seni hem terbiye, hem hatana keffâret ediyor. S. Nursî
Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
96- Sen Yahudileri dünya hayatı üzerine insanlardan, hatta müşriklerden haris bulursun. Bunların her biri bin sene yaşamayı arzu eder. Halbuki yaşaması onu azaptan uzaklaştırıcı değildir. Allah (c.c.) onların yaptıklarını görür.
Dünyayı paylaşamayan, binbir hile ile insanların işlerini, ahlâklarını, vatanlarını tar-u mar eden Yahudi ve o zihniyeti taşıyan kimseler, cenneti de aynı hırsla işgal edeceklerini zannediyor veya hayal ediyor. Oysa cennete bir an önce kavuşmak için ölmeyi istemiyorlar. Böylece yalanları ortaya çıkıyor. Ölmek şöyle dursun, insanların yaşamaya en haris olanları onlardır. Hatta ufi yılanı gibi bin sene yaşamak isterler.
Hem Yahudi, hem ehli şirk yaptıkları iftira, inkar, zulüm yüzünden azap çekeceklerini bildiklerinden ne kadar yaşasalar kâr bilirler. Böylelikle azaptan uzaklaşacaklarını sanırlar. Ya da âhireti inkar ettiklerinden ölünce herşey bitiyor, çürüyüp toprak olacağız. Onun için ne kadar yaşasak kâr, sanıyorlar. Cenâb-ı Hakk onların içlerinden geçen bu yanlış hesabı bildiğinden ‘hayır, iş sizin bildiğiniz gibi değil. Bin sene yaşasanız da ömrünüz sizi azaptan uzaklaştırmaz. Oysa son ümmetin ömrü ortalama altmış-yetmiş yıl olduğundan bin sene yaşayamazsınız’ buyuruyor. (Âyette geçen ‘bin sene’ mübalağanın makbul kısmından)
Âyette yahudinin dünya hırsı üç kez tekitlenmiş, sonra müşrikler onların üzerine atfedilmiş (itnap; ibhamdan sonra izah)
Onlar, küfrü gizler, Resûlullah (sav)’in vasıflarını saklar, Kelamullah’ın yerini değiştirir ve hilafını izhar ile manasını tağyir ederlerdi.
Bilen tabaka bile bile inat ve menfaat için tahrif ve tebdil ederler. Avam, câhil tabaka kendileri bilmez, âlim bozuntularının kuruntularına kulak verir, inanırlar.
Avamın itikadı zan üzeredir, tahkiki imana sahip değillerdir.
Peygamber evladı oldukları için cehenneme girmeyeceği, ateşin ancak birkaç gün dokunacağı gibi kuruntulara tabi olurlar.
Yahudilerin fırkaları;
1- Sapmış ve sapıtan fırka
2- Münafıklar
3- Münafıklarla mücadele edenler
4- Taklit eden ümmi tabaka
Bunlar son devirlerde ‘âhiret’ kavramını te'vil ve tahrif ederek şu ideale sahip olmuşlardır: Kudüs'ün de içinde bulunduğu ‘Arz-ı Mukaddes’ (kutsal topraklar) kendilerinin olacak ve orada devlet kuracaklar, sonra bütün dünyayı istila edecekler, dünyanın yegâne devleti olacaklar, dünya da bütünüyle bunların olacak, ‘dâr-ı âhiret’ dedikleri bu imiş. İşte bundan dolayı ‘diğer insanların hissesi olmayarak dâr-ı âhiret sırf bizimdir’ demeleri buna işarettir. ‘Sayılı günler’ anlamına gelen ‘eyyâm-ı mâdûde’ sözü de o zamana kadar geçecek olan müddet içinde her ferdin ömründen kinaye olmuş olur.
‘Gözler O’nu kavrayamaz, O ise bütün gözleri kavrar. O, her şeyin inceliklerini bilir, her şeyden haberdardır.’ (En’am, 103)
İnsanlar, gözlerin yardımıyla görmenin mâhiyetini anlayamazlar. Neden başka bir organlarıyla değil de, gözleriyle gördüklerinin sırrını çözemezler.
‘Basîr’, lügatte âmânın zıddıdır. Bununla beraber kelime hem بَصَرَ ' dan, hem ‘ بَصٖيرَة ’ten sıfatı müşebbehe olduğu için ‘ خَبِيرٌ / haberdar’ anlamına da gelir. Her yönüyle gören, her şeyin içine, dışına, bütün yönleriyle vâkıf olan, işlerin sırlarına âşina mânâsına kullanılır. İşte Allah böyle Basîr'dir. Bundan dolayı hayra hayır ile mükafat verecek, şerre de şer ile ceza verecek, herkesin âhiret hayatı, dünyadaki ömrünün uzunluğuna, kısalığına göre değil, ameline göre olacaktır.
Dünyada her nimeti bıraksam ne çıkar ki,
Orada O varken, burda bırakılmaz ne var ki? N.Fazıl
✽ Âyette icaz vardır. ‘ حَيٰوة ’ kelimesinin nekre gelmesinde yahudiye büyük bir tekdir vardır. Çünkü onlar âhirete inanmadıkları için ancak dünya hayatını bilirler. Bu halleri nekre ile kınanıyor.
✽ ‘ اَلْفَ سَنَةٍ ’ kavlinde kesretten kinaye vardır. Kast edilen bin sayısının kendisi değildir.
✽ Yahudinin dünya hırsı üç kez tekitlenmiş, sonra müşrikler onların üzerine atfedilmiş (itnap; ibhamdan sonra izah)
97- Ey Resûlüm söyle: ‘Her kim Cibril’e düşman olursa (kininden helâk olsun), gerçekten Cibril Allah (cc)’ı izniyle daha önce indirilen kitapları tasdik etmekte olan Kuran’ı kalbine indirdi. Müminlere yol gösterici, kurtuluşu müjdeleyicidir.’
Cebrail burada semboldür. O günün yahudileri Allah’ın elçisine melek de olsa düşmanlık duyuyorlarsa bugünün insanı da dini anlatan, öğreten, yaşayan mübârek âlimlere düşman değil mi? İşine gelmeyen, nefs-i hevasına ters düşen kim olursa olsun kin, nefret, ağır ithamlar, ellerinden gelirse ceza, hapis, işkence, ölüm...
İmam-ı Âzam’ı kendi istedikleri gibi fetva vermediğinden öldürmediler mi? Daha nicelerini sizin çağrışımlarınıza, hatıralarınıza bırakıyorum.
Cenâb-ı Hakk, bize hatalarımızı, kusurlarımızı tarihi gerçek örneklerle anlatarak hem bize geçmiş olayları en sağlam kaynakla tanıtıyor, hem olayları düşünerek ders almamızı sağlıyor. Olur ki düşünür, doğru yolu buluruz. Gaflet uykusundan uyanır, Hakk’ın boyasıyla boyanırız.
Neden Cebrail’e düşman oluyorsunuz? O size önceki vahyi tasdik eden, hidâyet ve mü’minlere müjde olan kitabı (kevni lahık alakası) Resûlünün kalbine indirdi. Emir büyük yerden geliyor.
Emri gönderen size sizden merhametli, bütün alemleri yaratan, yaşatan, besleyen, büyüten, kainatın sahibi sizi doğruya, güzele, huzura ve neticede de cennete sevk edecek kitap, rehber indiriyor. Hem de alemlere rahmet olarak gönderilen iki cihanın en kıymetli, en değerlisi, Allah’ın en çok sevdiği Habibi Kibriya’nın kalbine. Siz gönderene, gönderilene, gönderilen Zata bakmıyor, aracı olana takılıyorsunuz. Oysa aracı olan da masum, emri ilâhiye muti, günahsız meleklerin peygamberi. Bu ne şaşkınlık be hey eblehler?
Bir kalpte adâvet hakiki ise, muhabbet mecazidir.
Muhabbet hakiki ise, adâvet mecazidir. S. Nursi
‘ جِبْرٖيلَ ’ kelimesi esasen ‘ جِبْرَ ’ ve ‘ ئٖيْل ’ kelimelerinden oluşmuş İbrânîce bir kelimedir ve Fahr-i kâinat Efendimiz'e vahiy getiren meleğin ismidir. İbrânîce'de ‘ جِبْرَ ’ abd, yani kul ve köle anlamına, ‘ ئٖيْل ’ de ilâh ve Allah anlamına geldiğinden ‘Cebraîl’ de ‘Abdullah’ (Allah'ın kulu) demek olur. Bazı tefsirciler bunun, ‘Allah'ın ceberûtu’ mânâsına geldiğini de söylemişlerdir. Gerçekten de kelimenin Arapça ‘cebr’ maddesiyle açıkça ilişkisi vardır. Buna göre; Cibrîl, karşısında hiçbir kuvvetin engellemesine imkan olmayan ve eserlerinde gerek ilmî, gerek amelî bakımından, her yönüyle kat'iyyet, zaruret, kesinlik ve kaçınılmazlık sabit olan, her meleğin, her ruhun, her kuvvetin ve her gücün üstünde bulunan bir melek anlamına gelmektedir.
Yahudilere karşı hitap edilirken, kendi dillerinde bulunan bu ismin seçilmiş olması, buna karşı düşmanlık gütmenin ne kadar anlamsız, ne kadar delilik ve ne kadar kâfirlik olduğunu anlatmak için ne büyük bir belağat olmuştur.
Cibrîl, vahiy getirdiği zaman, Resûlullah'ı öyle sarıp sıkıştırıyordu ki, canına tak ediyordu. Bunun için Rasulullah ‘Beni takatsız bırakıncaya kadar sıktı.’ buyurmuştu. Ashab-ı kiramdan Haris b. Hişam ‘Ey Allah'ın Resûlü, sana vahiy nasıl geliyor?’ diye sormuştu. Resûlullah da buyurdu ki, ‘Bazı zamanlar çan sesi gibi gelir, bu bana en şiddetlisidir. Derken ses kesilir, ben de hepsini ezberlemiş olurum, bazı zamanlar melek bir âdem şekline bürünür, bana söyler, ben de söylediğini bellerim.’ Hz. Aişe bunu naklettikten sonra demiştir ki: ‘Gerçekten ben de gördüm, gâyet soğuk bir gündü, peygambere vahiy geliyordu, sonra vahiy kesildi, peygamberin alnından ter damlaları dökülüyordu.
İşte burada ‘ إِلٰى قَلْبِكَ ’ veya ‘ إِلَيْكَ , عَلَيْكَ ’ buyurulmayıp da ‘ عَلٰى قَلْبِكَ’ buyurularak, özellikle vahyin, Resûlullah'ın kalbine pek ziyade baskı yapan ve onu kuşatan en şiddetli kısmına işaret buyurulmuştur.
Resûlullah’a (sav) sordular:
– Yâ Resûlallah! Ne zaman kâmil, sâdık bir mü’min olurum?
– Allah’ı sevdiğin zaman.
– Allah’ı nasıl severim?
– Allah Resûlünü sevdiğin zaman.
– Allah Resûlünü nasıl severim?
Allah’ın Resûlüne tâbi olursun. Onun sünnetine göre amel işlersin. Onun sevgisine göre seversin, onun buğzuna göre buğz edersin. Dostuna bakarak dost, düşmanına bakarak düşman olursun. Hadîs-i Şerîf
Peygamber Efendimiz, Medine'ye hicret buyurdukları zaman, Fedek yahudilerinin din büyüklerinden biri olan Abdullah İbnü Suriya, münazara etmek için birkaç kişiyle birlikte Peygamber Efendimiz'e gelmiş. Evvela; ‘Ey Muhammed! Uykun nasıldır?’ demiş, ‘Zira ahir zamanda gelecek o peygamberin uykusu bize haber verilmiştir.’ Aleyhissalatü Vesselâm Efendimiz ‘Gözlerim uyur, kalbim uyumaz.’ buyurunca, ‘Doğru.’ demiş.
Sonra ‘Nutfe babadan iken çocuk anasına neden benzer? Bunu da açıklar mısın?’ demiş. Peygamber Efendimiz ‘Kadının da suyu vardır, hangisi üstün gelirse benzerlik o tarafa çeker.’ buyurmuş. O yine ‘Doğru’ demiş.
Sonra ‘İsrail'in kendi nefsine haram kıldığı yiyecek ne idi, haber ver bakalım. Çünkü Tevrat'a göre, bunu ümmî peygamber haber verecektir.’ demiş. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz buyurmuş ki; ‘Mûsâ'ya Tevrat'ı indiren Allah adına söylerim. Bilir misiniz ki, İsrail (Yakub) şiddetli bir hastalığa tutulmuştu, hastalığı uzadı, o zaman Allah kendisine bu hastalıktan afiyet ihsan ederse en sevdiği yiyeceği ve içeceği kendi kendisine haram olsun diye; ‘Deve eti yemeyeceğim, deve sütü içmeyeceğim diye adakta bulundu’. Abdullah, buna da ‘evet’ dedikten sonra ‘Dördüncü ve son olarak bir şey kaldı, onu da söylersen sana iman ettim gitti.’ demiş.
‘Sana hangi melek geliyor da Allah tarafından bu senin söylediklerini sana getiriyor?’ diye sorunca Resûlullah ‘Cebrail’ buyurmuş. Bunun üzerine ‘O bizim düşmanımızdır, o savaş ve şiddet getirir, bizim elçi meleğimiz Mikail'dir ki o, müjde, ucuzluk, bolluk ve bereket getirir. Eğer sana gelen melek o olsaydı iman ederdik.’ demiş. Hz. Ömer hemen sormuş ‘Bu düşmanlık ne zaman başladı?’ Abdullah İbn Suriya ‘Bunun başlangıcı çok eskilere dayanır.’ demiş,
‘Buhtu Nassar denilen bir adam tarafından Beytülmakdis'in tahrip edileceğini Allah Teâlâ bizim peygamberimize vahyetmiş ve onu tarif etmişti. Biz de aradık bulduk, onu öldürmek için adamlar gönderdik. O zaman Babil'de henüz miskin bir çocuktu, fakat Cebrail 'Eğer Allah sizi bunu öldürmeye muvaffak kılarsa, haber verdiği adam bu değilmiş demek olur. Binaenaleyh bunu öldürmek fayda sağlamaz.' diyerek onu müdafaa etti, sonra da o çocuk büyüdü, kuvvetlendi, hükümdar oldu, bize harp açtı, Beytülmakdis'i tahrip etti ve orada katliam yaptı. Bunun için biz Cebrail'i düşman olarak tanırız.’ Bunun üzerine işte bu âyetler nâzil olmuştur.
Bir diğer rivayete göre; ayetin nüzulu, doğrudan doğruya Hz. Ömer ile olan bir söyleşi üzerine olmuştur, şöyle ki: Medine'nin yukarı tarafında Hz. Ömer'in bir tarlası vardı, ona gelir giderken yolu yahudilerin dershanelerinin önünden geçer, o da ara sıra durur onları dinlerdi. Bir gün ‘Ey Ömer!’ dediler, ‘Muhammed'in ashabı içinde senin gibi sevdiğimiz yok, diğerleri gelir geçer, hiç iltifat etmezler, canımızı sıkarlar. Sen öyle yapmazsın, bunun için sana çok ümit besliyoruz’. Bunun üzerine Hz. Ömer, onlara sordu: ‘Sizce en büyük yemin nedir?’ dedi. Onlar ‘Tûr-i Sinâ'da Mûsâ'ya Tevrat'ı indiren Rahmân adına edilen yemindir.’ dediler.
Sonra Hz. Ömer, onlara bu suretle yemin vererek: ‘Doğru söyleyin Muhammed'i kitabınızda buluyor musunuz?’ diye sordu. Onlar sustular, sükut ettiler, Ömer: ‘Ne oluyorsunuz, çekinmeyin söyleyin, vallahi ben kendi dinimde şüphem bulunduğu için size soru sormuyorum.’ dedi. Birbirlerinin yüzlerine baktılar, içlerinden biri kalktı, onlara: ‘Söyleyin, yoksa ben söyleyeceğim.’ dedi. Bunun üzerine dediler ki; ‘Evet, biz onu kitabımızda buluyoruz, lakin ona vahiy getiren melek Cibril'dir, Cibril ise bizim düşmanımızdır, o hep azap, savaş, zelzele gibi şiddetlerin sahibidir, eğer ona gelen melek Mikail olsa idi, herhalde iman ederdik, çünkü o hep rahmete, merhamete, ucuzluğa, huzur ve selâmete vekil edilmiştir.’ Hz. Ömer yine sordu: ‘Tûr-i Sina'da Mûsâ'ya Tevrat'ı indiren Rahmân hakkı için söyleyin Allah katında Cebrail'in yeri nedir?’ Onlar dediler ki, ‘Cebrail sağında, Mikail solundadır.’ Bu cevap üzerine Hz. Ömer: ‘Öyleyse şahid olun ki, Allah'ın sağındakine düşman olanlar, solundakine de düşman olmuş olurlar ve bu ikisine düşman olanlar Allah'a da düşmandırlar!’ dedi ve olup bitenleri haber vermek üzere Hz. Peygamber'in huzuruna geldi. Peygamber'in huzuruna vardığı zaman gördü ki, Cibril ondan evvel vahiy getirmiş, Resûlullah kendisine bu âyetleri okuyuvermişti.
98- Kim Allah (c.c.)’a, meleklerine, peygamberlerine, Cibril’e ve Mikail’e düşman olursa, bilsin ki muhakkak Allah (c.c.) o kafirlerin düşmanıdır.
Cebrail ve Mikâil, melaike cümlesine dâhillerse de fazilet ve şereflerine binaen ayrıca isimleri tasrih edilmiş ve Cebrail’in Mikail’den efdal olduğuna işaret için de Cebrail zikirde takdim olunmuştur.
Âyette geçen ‘Allah’a düşmanlık’ı iki yönlü düşünebiliriz:
1- Gerçekten Allah’a düşman olmak. İnanmamak, hakkında sui zan beslemek, hükümlerinden, dininden yüz çevirmek, nankörlük, haramı helâl saymak vb.
2- Allah’ın meleklerden ve insanlardan olan elçilerine düşman olmak. Bu düşmanlığı Cenâb-ı Hakk üzerine alarak mecazen ‘Onlara düşmanlık bana düşmanlıktır’ buyurmaktadır.
(Allah’a düşmanlık küfür olacağından, vasıtalı kinaye, âyetin sonunda muraatı nazır’dan teşabuhel etraf). Allah kafirlerin düşmanıdır, buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk beni dört vezir ile kuvvetlendirdi. Vezirlerden ikisi sema ehlinden olan Cebrâil ve Mikail’dir. Diğer ikisi de yer ehlinden olan Ebû Bekr ve Ömer’dir. Hadîs-i Şerîf
Her düşmanlığın kökünde, alçak, düşük kişilere iyilik yapmanın olduğunu gördük. Süfyan-ı Sevri
Hakiki mümin, beş düşmanla karşı karşıyadır:
1- Ona haset eden bir mümin.
2- Ona buğz eden bir münâfık.
3- Döğüşeceği bir düşman.
4- Onu sapıklığa sürükleyecek bir şeytan.
5- Onu azdıracak bir nefis. Hadîs-i Şerîf
Dört şey düşmandır. Her biri ile mücahede edilmelidir:
1- Dünyadır: Aldatıcıdır ve hilelidir.
2- Nefistir: Bu, düşmanların en zararlısıdır.
3- Şeytandır.
4- İnsan şeytanıdır: Özellikle bundan sakınılmalıdır. O, cin şeytanından daha saldırgandır. Cin şeytanının ezası vesvesedir. İnsan şeytanı ise, kötü arkadaştır.
Kardeşinden hoşuna gitmeyen bir şey ve sevmediğin bir sıfat gördüğün zaman, ipleri koparma ve onun dostluğunu kesme; fakat onun sözünü tedâvi et ve onun ayıplarını ört, onu koru. Ancak, onun işinden kendini uzak tut. Allah (c.c.) buyurmuştur ki: ‘Eğer sana isyan ederlerse, ben sizin işlediklerinizden beriyim de.’ (Şuara, 216)
Allah (c.c.) onlardan kesilmekle emretmedi, ancak onların kötü işlerinden beri olmayı emretti.
Düşmanını gülümser gördüğünde ondan sakın. Zira aslan kızdığı zaman dişini gösterir. Lisanı tatlı, fakat kalbi kin ve nefret dolu yağcı bir kişinin sevgisinde hayır yoktur. Sana lisanı ile tatlılık verir ve tilki hilesi gibi sana hile eder. Sana güvendiğini, sana bağlı olduğunu yemin ederek söyler ve sana yaklaşır. Senin olmadığın yerde ise o bir akreptir.
Kardeşinin felâket ve musibetine sevinme. Allah onu kurtarır, rahmet eder de, seni mübtelâ kılar. Hadîs-i Şerîf
Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası,
Dostunun yüz karası düşmanının maskarası. Mehmed Akif
99- Andolsun biz sana apaçık âyetler indirdik. Onları fasıklardan başkası inkar etmezler.
Genel ifadelerden sonra Habibi Kibriyasına özel olarak, onun asrına, onun ümmetine hitap ediyor, ‘Biz azimüşşan sana açık deliller getirdik. bunları ancak fasık olan inkar eder.’
Kur’an’da Cenâb-ı Hakk’ın kendi için kullandığı ‘biz / نَا ’ zamiri çokluk için değil azamet içindir. Bu ‘ ن ’a ‘azamet nunu’ denir. Tıpkı bizlerin saygıdeğer bir kimseye tek olduğu halde ‘Siz’ dememiz gibi.
Muhatab zamiri de ‘ كَ - أَنْتَ ’ hem sen manasına hem de dinleyenlere hitapta kullanılır. Dolayısıyla ‘Sana indirdik’ hitabı, aynı zamanda bütün Kur’an muhataplarına da racidir.
Günahlar, aşırılıklar, önce insanı zıvanadan, sonra da dinden çıkarır. Bunun için âyetin sonunda ‘Sana ineni ancak fasıklar inkar eder’ buyrulmuştur.
Sen riyâzet sarayında Nefsi al ki bendine
Fırsat bulup düşürmesin Nefsin seni fendine
✦ Şakk-ı Kamer: Bu mûcize, hiçbir peygambere nasip olmamıştır.
✧ Amcası Ebû Tâlib’le bir çölde gidiyorlardı. Ebû Tâlib çok susadığını söyledi. Resûlullah (sav) hayvandan yere indi: ‘Susadın mı?’ dedi. ‘Evet’ deyince, mübârek ayaklarının ökçesini yere vurarak su çıktı. ‘Amcam, bu sudan iç’ buyurdu.
✦ Resûl-i Ekrem (sav) Tebük gazvesinde gece at üstünde giderken uykusu geliyordu. O halde iken bir sidre ağacına rast geldiler. Ağaç ona yol verip atını incitmemek için ikiye ayrıldı. Resûl-i Ekrem (sav)’in hayvanı içinden geçti. Zamanımıza kadar o ağaç, iki ayak üstünde, o vaziyette kaldı.
✧ Peygamberimizin (sav) hicreti sırasında bir çoban onları görmüş, haber vermek üzere Mekke’ye gitmişti. Mekke’ye gelince, niçin geldiğini unutmuş, ne kadar hatırlamaya çalıştıysa da aklına getirememişti.
✦ Peygamberimizin sığındığı mağaranın ağzında Muğaylan isimli bir ağaç bitmişti. Bu ağaç, yüzyıllar içinde büyüyen bir ağaçtı.
✧ Efendimiz (sav), Abdilkays kabilesinden bir kavmin koyununun kulağını parmaklarının arasına alarak tuttu, sonra salıverdi. Kulaklarında onun izi kalmıştı. Ve bu iz, onda ve neslinde aynen devam etti.
✦ Hz. Peygamber (sav), seferlerinin birinde namaza dururken atına: ‘Biz namazdan fariğ oluncaya kadar yerinde dur, sakın ayrılma’ deyip önünde durdurdu. Peygamber (sav) namazını bitirinceye kadar bir âzâsını dâhi kıpırdatmadı.
✧ Peygamberimiz (sav), Kays b. Zeyd el-Cüzami’nin başına elini sürüp ona duâ etti. Yüz yaşında ak saçlı olarak vefat ettiği sırada Resûlullah’ın (sav) mübârek ellerini sürdükleri yer simsiyah duruyordu.
✦ Çok küçük ve sıska kalmış olan Abdurrahman b. Zeyd b. el-Hattab’ın başını okşadı ve duâ buyurdu. Hemen boy attı, vücutça bütün adamları geride bıraktı.
100- Her ne zaman o Yahudiler bir ahd üzerine anlaşma yapmışlarsa, içlerinden bir topluluk o ahdi bozup atıvermedi mi? Hayır onların çoğu ahd tanımaz imansızlardır.
(Âyette medhe benzer zemmi tekit var.)
Aldıkları ahdi misakı yerine getirmediler. Sözlerinde durmadılar. Hatta kendilerine gelen Tevrat’a inanmadılar. Onda son gelecek peygamberin vasıfları vardı. Onu evlatlarını tanır gibi tanırlardı.
‘ عَهْدٌ ’ kelimesi mufaale babından geldiği için mana şöyle olur: Birbirlerine karşı verdikleri sözden cayarlar. Menfaat çatışması, hırsları onların şahsiyetini, haysiyetini, mürüvvetini giderir.
Efendimiz (sav) Medine’ye geldiğinde yahudilerle vatandaşlık anlaşması yapmıştı. Düşmana yardım etmeyeceklerdi. Sayılan maddelere uymadılar. Hıyanet ettiler. Gizli gizli müslümanların aleyhine birleştiler.
Müfessirler yahudilerin dört grup olduğunu söylerler:
1- Az bir bölüm, Efendimiz’e (sav) iman eden mü’minler
2- İnanıp yaşamayanlar
3- İnanmış görünüp inkar edenler
4- İnanmayanlar
‘ نَبَذَ ’ istiare olarak iki âyette geçmektedir. Alıp atmak, önce Tevrat’ı kabul edip sonra inkar etmek (tecessüm sanatı)
Bir kimseye çok kıymetli bir şey verirsiniz, alır. Sonra arkasını dönerek onu geriye atar. Bu, o nesneyi verene ve olayı seyredenlere karşı ne çirkin bir davranış, ne adice bir tutum! Böyle bir manzarayı gözünüzde canlandırıp ve atılanın da şanı yüce Allah’ın gönderdiği aziz kitap olduğunu düşününce, o kimseden yerler, gökler dahi nefret etmez mi? Arş titremez mi?
Geleceğini bile bile, kasten, inatla, kibirle... Bu nedenle ehli kitabın ekserisi inanan azınlık harici inanmazlar.
Cümle başında geçen (istifham) soru inkâridir. ‘Böyle yapmanız inanılmaz derecede kötü.’
‘ كُلُّ ’ lafzı hem zaman, hem mekanda kullanıldığından, nerede, ne zaman olursa bu hep böyledir, demektir.
Cümle mefulü mutlak olduğundan ‘ahitlerin her çeşidi, her defası kesin olarak Beni İsrâil’den alınmışsa bozulacaktır. Uyanık olun, aldanmayın’ ikazını içerir.
101- Yahudilere Allah (c.c.) tarafından yanlarındakini tasdik edici bir peygamber geldiği zaman, kitap verilenlerden bir topluluk onlardan yüz çevirdiler. Sanki bilmiyorlarmış gibi Allah (c.c.)’ın kitabını arkalarına attılar.
Önceki cümledeki kapalılığı gidermek maksadıyla geldiği için ‘ibhamdan sonra izah itnabı’, önceki âyeti tefsir ettiği için beyan-ı tefsirdir.
Beraberlerindeki kitabı tasdik eden Allah elçisi geldiğinde kitap ehli (medhe benzer tekidi zemm, hem kitap ehli olacaklar hem kitabı inkar edecekler, ne garip!) Allah’ın kitabını sırtlarının arkasına attılar. Bildikleri halde bilmezden, görmezden geldiler. Herkesten önce tasdik etmeleri gerekirken ilk inkar onlardan geldi. Ve onlar okuma yazma bilmeyen avam yahudileri de aldatıp iman etmelerine mani oldular.
Âyette ‘Sanki bilmiyorlar’ cümlesi, teşbihi mürsel. Bilen bilmeyene benzetilmiş. Benzetme yönleri (vechi şebe); bilmeyen tanımaz, ürker, kaçar, kabullenmez. Bilmediğinin düşmanı olur. İşte bu kimseler de bile bile bu tavırları takındılar. İlme yakışmayan câhilce davranışlarda bulundular.
Her işinde, bil hassa şer-i meselelerde cehâleti çok az kimseler kabul eder. Bunun için hiddetli kimseler cehâlet ve hataları üzerine ikaz edildikleri zaman, hemen öfkelenir ve cehâlet perdelerinin açılmaması için hakka karşı direnir, dururlar.
İnsan tabiatı, mahrem yerini örtmekten daha ziyade cehaletini örtmeye meyl eder. Çünkü cehâlet insanda mânevi bir çirkinlik ve yüz karalığıdır. Sahibi devamlı kınanır.
✽ ✽ ✽
✧ Kişiye ilim olarak Allah (c.c.)’tan korkması, cehâlet olarak kendini beğenmesi yeter. Hadîs-i Şerîf
✧ İnat, aklı ve irâdeyi nefse köle yapmaktır. İnat, şeytanı şeytan yapan özelliktir.
✧ İnat, başarısızlığın temelidir.
✧ İnat, menfaatin putlaşmış şeklidir.
✧ İnat, gerçeği kabulde en büyük perdedir.
✧ İnat ile gayreti birbirine karıştırmamak gerekir; inat nefis içindir, gayret Allah içindir.
✧ İnsanlarda hakkı kabul etmemek (inattan), ya cehâletten, ya da hakka uymamaktan ileri gelir.
✧ Akıldan daha büyük bir HAZİNE, cehâletten daha ileri bir FAKİRLİK, danışmaktan daha kuvvetli bir DESTEK, yoktur. Halife Mansur
✧ Cehâlet, cehennemi sırtında taşır.
✧ Büyük cinâyetler, büyük câhiller tarafından işlenmiştir.
Bahse katma kendine ait ise bir iş hele
Sözde ısrar ü inat etme çıkarma velvele.
102- Süleyman’ın saltanatı aleyhine şeytanın uydurdukları şeye tabi oldular. Oysa Süleyman sihir edip kafir olmadı, fakat şeytanlar Babil’deki Harut ve Marut isimli iki meleğe indirilen şeyleri (sihirleri) insanlara öğrettiklerinden kafir oldular. Halbuki o iki melek:’Sihir yapmayı caiz görüp sakın kafir olmayın, biz ancak bir imtihanız’ demedikçe hiçbir kimseye sihir öğretmiyorlardı. İşte insanlar o meleklerden karı ve kocanın arasını ayıracak şeyleri öğreniyorlardı. Ancak Allah (c.c.)’ın izni olmadıkça hiçbir kimseye sihirbazların büyüsü zarar veremez. Onlar ise kendilerini zarara sokacak ve hiçbir fayda vermeyecek şeyleri öğreniyorlardı. And olsun onlar biliyorlardı ki: Sihir satın alan kimse için âhirette bir nasip yoktur. Keşke onlar sihir yapmayı benimsemekle kendilerini ne kötü şeye sattıklarını bilselerdi.
Güya Hz. Süleyman’ın nübüvvet ve saltanatını, şeytani bir sihre atfetmişlerdi. Buhârî ve Müslim’de Ebû Hureyre’nin naklettiği hadiste Resûlullah (s.a.v.) sihir ve Allah’a şirki bir arada zikretmiştir.
Meleklerin sihir hakkında bilgi ilhamı onun şerrinden korunma çarelerini tâlim maksadıyladır. Bir şeyi bilmek ayrı,
tatbik ayrıdır. Nitekim bir mâînin(sıvı) içki nevinden olduğunu bilmekte hiçbir mahzur yoktur. ‘Küfretmeyin’ sözü de bunu teyid eder.
Efendimizin (s.a.v.) tebliğine karşı yahudi âlimleri câhil halkı Hz. Süleyman’a isnad ettikleri sihir kitaplarına tabi olmaya teşvik etmişlerdi. Bu durum yeni müslüman olanları şüpheye düşürdü. Eğer Hz. Süleyman bu sihir kitaplarını yazdıysa kafir oldu, diye düşünmeye başlamışlardı. Cenâb-ı Hakk Hz. Süleyman’ı bu âyetle tezkiye edip mü’minlerin şüphe ve zanlarını giderdi.
Onların iftiracı, yalancı olduğu da ilan edilmiş oldu.
Okuyup ibare mana seçmeyen
Aşkın şarabını bulup içmeyen
Kendi hanesine sözü geçmeyen,
Adaletle Süleyman’ı tan eyler.
Mucize ile sihri ayırt edemediklerinden insanlar aldatılıyor. Peygamber mucizelerini, vahy-i ilâhiyi inkar edip, bu sihirdir, diyorlar. Veya bu olayda olduğu gibi sihre vahiy diyorlar. Harut ve Marut isimli melekler insanlara sihri öğretmek üzere gönderildi. Onlar sihri öğretirken bunun bir fitne olduğunu, ona kapılıp da küfre girmemelerini tembihliyorlardı.
O gün olduğu gibi bugün de her kesimden insan akın akın sihre, büyüye koşuyor. Âyette geçtiği gibi ‘Kişiyle hanımının arasını ayırma’ konusu baskın olmak üzere, birçok konuda büyüye büyücüye başvuruluyor. Hatta bu konuda papazlara bile gitmekten çekinilmiyor.
Sihir yapmak-yaptırmak en büyük günahlardandır. Haramlığı kabul edilmediğinde küfür olur. Sihir yapabilmek için şeytanların emrine uymak, imansız olmak mecburidir. Şeytanlar şeytanlaşmasına güvenmediği kimseye büyü öğretmez. Hangi niyetle olursa olsun büyü yaptırmak haramdır.
Allahu Teâlâ sihri yasak ettiği halde neden Harut-Marut vasıtasıyla öğretmiştir?
Cevabı: Sihri cinler öteden beri biliyor ve uyguluyorlardı. Peygamberler gelip mucize getirdikçe, cin ve insan şeytanları devreye girip halka vahyi sihir olarak gösterip, kalplerini, inançlarını bulandırıyorlardı. İnsanların sihirle vahiy arasındaki farkı anlamaları için Allahu Teâlâ sihir ilmini bu iki melek vasıtasıyla öğretmişti. Ta ki insanlar mucize ile sihri birbirine karıştırmasınlar. Bunun için Firavun’un sihirbazları, Musa (a.s.)’ın asa mucizesinin sihir olmadığını anlayıp iman etmişlerdir.
Abdullah b. Ömer (ra) şöyle diyor: ‘Rasulullah’ın (s.a.v.) huzuruna bir gün iki kişi geldi. Bunlardan birisi, öyle bir konuşma yaptı ki, cemaat hayrete düştü. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) ‘Öyle konuşma vardır ki adeta sihirdir, insanı büyüler’ buyurdu.
Hedefe koş, yardıma koş, ama ortak koşma!
Dâvet et, hayret et, affet, tövbe et, ama ihanet etme!
Elini aç, gözünü aç, kapını aç, ama ağzını açma!
Okumaktan zarar gelmez, oku, ama lânet okuma!
Rakibini geç, sınıfını geç, ama dalga geçme!
Ev al, araba al, abdest al, ama bedduâ alma!
Zulmü devir, nefsi devir, ama çam devirme!
Yaklaş, konuş, tanış, ama uşaklaşma!
Doğrul, devril, ama eğrilme!
Seslen, uslan, ama yaslanma! İtil, atıl, ama satılma!
Lügat anlamıyla sihir, her ne olursa olsun, sebebi gizli olan ince şey demektir. Sebebi gizli olmakla beraber, gerçeğin aksine tahayyül olunan yıldızcılık, şarlatanlık, hilekârlık yolunda cereyan eden herhangi bir şey demektir. Halk dilinde de bu anlamda kullanılır; yani sihir denildiği zaman bu anlaşılır ve bu da çirkindir. Çünkü bunda esrarengiz bir şekilde hakkı bâtıl, bâtılı hak; hakikati hayal, hayali hakikat gösterme vardır. Nitekim ‘İnsanların gözlerini sihirlediler.’ (A'râf, 116), ‘Sihirleri sayesinde ipleri ve sopaları onun hayalini büyüledi, çünkü onlar gerçekten yürüyor gibiydiler.’ (Tâhâ, 66) buyurulmaktadır.
Sihir iki esasta toplanır: Birincisi sırf yalan, dolan ve sadece saçmalama ve iğfal olan söz veya fiil ile etki yapan sihir, diğeri de az çok bir gerçeğin sû-i istimal edilmesiyle ortaya konan sihirdir. Sihrin bütün niteliği, hayali hakikat zannettirecek şekilde insan ruhu üzerinde aldatıcı bir tesir meydana getirmekten ibaret olduğu halde bunun bir kısmı tamamiyle hayal, diğer bir kısmı da bazı gerçeklerle karışıktır. Bundan dolayı her sihrin, tesirden büsbütün yoksun olduğunu iddia etmek doğru olmaz.
İlimler iyiye kullanılırsa zehirlerden ilaç yapılır, kötüye kullanıldığı takdirde de ilaçlardan zehir elde edilir. Hatta bundan dolayı, birçok din âlimleri, gerek bu âyetten, gerek genel olarak ilim hakkındaki diğer âyetlerden şu sonucu çıkarmışlardır: Özünde haram olan hiçbir ilim yoktur. Hatta şerrinden korunmak için sihir bile öğrenmek haram değildir. Ancak yapmak haramdır ve hatta küfürdür. Bunun öğretimi de bu şarta bağlı bulunmak gerekir.
‘Allah'ın kitabını arkalarına atıp, Süleyman'a karşı o şeytanların takip ettikleri şeylere uyan bu Yahudi zümresi, o kâfir şeytanların izlediği ve öğrettiği bu iki çeşit sihir kitaplarından karı-kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlar.’ Bu tabir, sihrin en yüksek derecedeki tesirini ifade içindir. Yani bunlar bu yolla karı-kocanın arasını bile ayırabilecek fesatlar çeviriyorlar, bu tesiri meydana getiren sihirlerle cemiyet içinde ne büyük fitneler çıkarılabileceğini artık siz kıyas ediniz. Karı-kocanın arasını ayıranlar, bu kadar kuvvetli bir sevgi bağını kıranlar, bir topluma neler yapmazlar; komşular ve hemşehriler arasında ne fitneler çıkarıp, halkı birbirine mi düşürmezler? İhtilaller mi çıkarmazlar?
Âyet bize gösteriyor ki, sihrin en büyük tesiri ruhlar üzerindedir; fikirleri bozar, kalbleri çeler, ahlâkı perişan eder, toplumların altını üstüne getirir. Günümüzde 25. kare ile programların arka planında insan beynini menfi bir şekilde etkilemek de dâhildir. Nitekim Mehmed Efendi yıllar önce tv, sinema vs’ye sihir demişti. Bu gün internet bağımlıları, dizi aşıkları, tv sarhoşları bunu tasdik etmektedir.
Şu halde sihrin aslı yoktur diye aldanmamalıdır. Ve böyle sihirbazlardan sakınmalıdır. Bununla beraber bunları yapanlar, Allah'ın izni olmadıkça kimseye bir zarar veremezler. Çünkü gerçek tesir ne sihirde, ne sihirbazda, ne tabiatta, ne ruhta, ne yerde, ne gökte, ne şeytanda, ne melektedir. Hakiki müessir ancak ve ancak Allah'tır. O halde her şeyden önce Allah'tan korkmalı ve Allah'a sığınmalı, bunlara karşı koymak için de Allah'ın kitabına sarılmalıdır.
Nitekim Efendimiz (s.a.v.)’e de sihir yapmışlardır. Allahu Teâlâ Cebrail vasıtasıyla haber verip sihri iptal ettirmiştir.
Paranı ver, gönlünü ver, selâm ver, canını ver, ama sırrını verme!
Günlerini say, servetini say, büyüklerini say, ama yerinde sayma!
Emek ver, kulak ver, bilgi ver, ama hiçbir zaman boşverme!
Satıcı ol, alıcı ol, kalıcı ol, bulucu ol, ama bölücü olma!
Eşini beğen, işini beğen, aşını beğen, ama kendini beğenme!
Fidan büyüt, garip doyur, çocuk besle, ama kin besleme!
Yahudiler, bir süre Hz. Peygamber (s.a.v.)'e Tevrat'taki hususları sordular, ama baktılar ki Hz. Muhammed onların Tevrat'ta bildiklerini onlardan daha iyi biliyor; Tevrat'takileri sormaktan vazgeçip büyü ile ilgili şeyler sormaya ve bu konularda onunla tartışmaya başladılar da Allah Tealâ ‘Şeytanların, Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurup takip ettikleri şeylere uydular. Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar kâfir idiler ki insanlara büyücülüğü ve Bâbil'deki iki meleğe, Hârût ve Mârût'a indirilen şeyleri öğretiyorlardı.’ âyetini indirdi.
Süleyman (a.s.)’ın mülkünde fitne zuhur edip, hükümetini yitirdiği zaman, insan ve cin şeytanları pek azıtmış, dinsizlik çok ileri gitmişti. Fitneyi çıkaran ve daha sonra Süleyman (a.s.)'a mağlup düşen ve onun emrine girip, hükmüne tabi olan bu şeytanlar ‘Sad Sûresi’nde, ‘bennâ', ğavvâs ve âharîne mukarranîne fil asfâd’ (Sad, 37-38) namiyle üç ayrı sınıf olarak gösterilmiştir. Demek ki, bunlar içinde birtakım desiseci sanatkarlar da vardı.
İşte vahiy kaynağından uzak olan bu şeytanlar, meydana gelen ve gelecek olan olaylar hakkında kulak hırsızlığı ile birtakım bilgiler edinirler ve bu bilgilerin her birine yüzlerce yalan ve pislik karıştırarak gizli gizli yaymaya çalışırlardı.
Bu işlere alet etmek için kahinleri seçerler ve onlara çeşitli telkinlerde bulunurlardı. Bu cinlerin bazı haberleri doğru çıktıkça kahinler bunlara güvenir, ancak onlar bunun yanında binlerce yalan dolan da yayarlardı.
Derken bu kahinler, bu bilgileri kaleme aldılar, bu konularda kitaplar yazdılar. Cin çağırma, sihir yoluyla gönül çelme hakkında türlü türlü sihir ve efsun (büyü) kitapları meydana getirdiler. Bu arada geçmiş ve gelecek olaylar hakkında habere benzer efsaneler, masallar, yalanlar ve dolanlar yaydılar. Bu suretle cinler gaybı biliyor diye birtakım kanaatlar genellik kazanmıştı. Bu şeytanların yalan ve dolanları yüzünden fitne çıkmıştı. Hz. Süleyman'ın hükümdarlığı ve devleti bir müddet elinden çıkmıştı.
Nihâyet Allah'ın izni ve yardımıyla Süleyman Aleyhisselâm bunlara galip geldi ve üstünlük sağladı, hepsini hükmü altına alıp, tam anlamıyla kendisine bağlı olarak birtakım hizmetlerde kullandı. Bütün bu kitapları toplatarak tahtının altında bir mahzene kapattı. Hz. Süleyman'ın vefatından bir müddet sonra hakikati bilen âlimler de kalmayınca şeytanlardan insan suretinde birisi çıkıp ‘Ey insanlar! Bilin ki, Süleyman b. Davut, bir peygamber değil de bir sihirbaz idi, cinleri, şeytanları, rüzgarları hep sihirle büyüler ve kullanırdı. O neye erdi ise hep sihir bilgisi sayesinde erdi. İnanmazsanız, sakladığı kitaplarını bulur, anlarsınız’ dedi, o kitapların saklı olduğu yeri gösterdi. Orayı açtılar, gerçekten de birçok kitap çıkardılar. O kitaplar sihir ve efsane kitapları idi. Bunun üzerine ‘Süleyman sihirbaz imiş, hükümetini sihir ile idare edermiş.’ diye yalan ve iftiralar yayılmaya başladı.
Hasîfe'den: Bir ağaç bittiğinde Süleyman ona: ‘Sen hangi hastalığın ilâcısın?’ diye sorar, ağaç da ‘şu şu hastalığın ilâcıyım’ dermiş. Harûbe (keçiboynuzu) ağacı bittiğinde ona: ‘Sen neyin ilâcısın?’ diye sormuş, o da: ‘Ben senin evinin harab olması için bittim’ demiş. Süleyman: ‘Benim evimi mi tahrib edeceksin?’ deyice ağaç ‘evet’ demiş. Hz. Süleyman da: ‘Sen ne kötü ağaçsın’ demiş ve çok geçmeden ölmüş. İnsanlar hastalarına ‘Keşke Süleyman gibi biri olaydı.’ demeye başlamışlar. Şeytanlar da bunu alarak bir kitap yazmışlar, bunu Süleyman'ın namaz kıldığı yere koymuşlar, sonra da insanlara:
‘Size Süleyman'ın neyle tedavide bulunduğunu gösterelim’ demiş, gidip o yazdıklarını ve Süleyman'ın namazgahına koyduklarını çıkarmışlar. İçinde büyü ve muskalar varmış. İşte bunu beyan etmek üzere Allah Tealâ ‘Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar şeytanların uydurup söylediklerine tabî oldular...’ âyetini indirmiştir.
Hz. Süleyman'dan hükümranlığın alınmasına gelince:
İbn Abbâs'tan: Hz. Süleyman, bir keresinde çok sevdiği hanımı Cerâde'nin kabilesi lehine bir hüküm vermiş ve daha sonraları bu sebeple de mihnete duçar olmuş. O, abdeste gideceğinde veya bir hanımı ile birlikte olmak istediğinde krallık mührünü hanımı Cerâde'ye emânet edermiş. Bir gün yine mührü Cerâde'ye bırakıp abdeste gitmiş. Şeytan hemen Süleyman kılığında Cerâde'ye gelip ‘ver mührümü’ demiş . Mührü alıp parmağına takmış. Mührü parmağına takınca bütün ins, cin ve şeytanlar ona boyun eğmişler. Biraz sonra gerçek Süleyman Cerâde'ye gelip yüzüğünü isteyince Cerâde: Yalan söylüyorsun, sen Süleyman değilsin’ demiş ve Hz. Süleyman da bu şekilde krallığın elinden gittiğini anlamış.
103- Şâyet onlar iman edip de korunmuş olsalardı, elbette Allah tarafından verilecek mükafat çok hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilselerdi.
Onlar iman edip günahtan, şirkten, küfürden, sihirden, yasak edilen şeylerden sakınsalar Allah indinde iman ve takvâları sebebiyle aldıkları sevap bâtıldan medet beklemekten çok hayırlı olurdu, eğer bilmiş olsalardı.
İki âyetin sonunda aynı cümle tekrar ediliyor. Bilmiyorlar, bildiğini sananlar da faydasız, lüzumsuz, bâtıl bilgileri öğrenenler de bilmiyorlar. Sihirden para kazanıp, dinini imanını satanlar da bilmiyorlar. Onlardan medet umup büyü yaptıranlar, günahı parayla satın alanlar da bilmiyorlar.
Tesiri Allah’tan başkasından sananlar da bilmiyorlar. Bunun için Efendimiz (s.a.v.) ‘Ey Allahım! Hakkı hak olarak görüp ona uymayı, bâtılı bâtıl olarak görüp sakınmayı nasib eyle’ diye duâ buyurmuş. Bu ne büyük duâ! Hepimiz bu duâya ne kadar muhtacız.
Peygamberimiz (s.a.v.) tebliğci, şeytan tezyinci gönderilmiş. Her iki durumda da tesir Allah’tan. Zaten şeytan da halis mü’minleri aldatamayacağını itiraf etmiyor mu?
Bilâl-i Habeşî hazretleri birgün Mescid-i Nebî'de iken büyük bir neş'e içinde coşuyor, cezbeye geliyordu. Hz. Ömer bu hâlini görünce sordu:
- Yâ Bilâl bu hâlin nedir? Buranın mescid olduğunu unuttun mu?
- Benim hâlimde ne var ki? İstersen gidip hâlimi Resûlullaha arz edelim yanlışım varsa tevbe ederim ve bir daha yapmam.
Beraberce Resûlullahın huzûruna gittiler. Hz. Ömer Peygamber Efendimize (s.a.v.) durumu arz etti:
- Yâ Resûlallah, Bilâl mescidin huşûunu bozuyor. Burada neşelenip coşuyor.
Peygamber Efendimiz Bilâl'e sordu:
- Yâ Bilâl böyle neşeli olmanın sebebi nedir?
- Yâ Resûlallah! Cenâb-ı Hakk bana hidâyet nasip etti. Ben bir köleydim. Mekke'nin ileri gelenlerinden nice kimseler bu saâdete eremediler. Ebedî saâdetten mahrûm kaldılar. Onlara hidâyet nasip olmadı.
Eğer hidâyet etmek senin elinde olsaydı bu kadar akrabandan benim gibi Habeşli bir köleye nasıl sıra gelirdi? Ben neşelenmiyeyim de kim neşelensin?
- Bilâl'e dokunmayın! Sevinip neşelensin.
✧ Ben, zühd ve takvâ sahiplerine azap etmekten haya ederim. Kudsi Hadis
✧ Akıl, bir ağaçtır. Kökü takvâ, dalı hayâ, meyvesi verâdır. İşte bu akıl ağacının kökü, aslı olan takvâ, kulu üç hasleti edinmeye çağırır: Dinde fıkha, dünyada zühde ve Allahu Teâlâ’nın gayrisinden kesilip tamamen O’na dönmeye. Bu ağacın dalı olan hayâ, üç haslete; doğru sözlülüğe, çok iyilik yapmaya ve şüphelileri terke çağırır. Hz. Ali
✧ Kul, Allah korkusundan dolayı ürperdiğinde, kuruyan ağaç yaprakları döküldüğü gibi günahları dökülür. Tebarani
Kalplerden çekilmiş farzedilse havfı Yezdanın
Ne irfanın yeri kalır, ne de vicdanın M. Akif
104- Ey iman edenler! Râinâ lafzı ile hitap etmeyin, (bizi gözet) manasında) ‘unzurnâ’ deyin, Allah (c.c.)’ın hükmünü dinleyin. Bu şekilde hareket eden kafirlere büyük azap vardır.
‘ اُنْظُرْنَا ’ deyin ve can kulağıyla dinleyin. İnanmayan, her fırsatta Allah’ın peygamberine hakarette bulunan kafirlere gelince; onlara acı çektiren azap var. Tıpkı Allah’ın Rasûlüne (s.a.v.) ve mü’minlere acı çektirdikleri gibi.
Kur'ân'da seksen sekiz yerde mü’minlere ‘Ey iman edenler!’ diye hitap buyurulmuştur. Oysa Tevrat'ta ‘Ey miskinler!’ diye hitap edilirmiş, nihâyet miskinlik onların damgası olmuş, güven ve emniyet de müslümanların akibeti olacaktır.
Mürâât: Müfâale babından ra'y ve riâyette mübalağa veya müşareket ifade eder. Ra'y ve riâyet, bir kimsenin, başkasının işlerini çekip çevirmesi, yönetip tedbir etmesi, onun lehine olacak şeyleri tedarik edip, fayda sağlaması ve korunmasına özen göstermesi demektir ki, hayvanat hakkında gütmek, insanlar hakkında da siyaset adı verilen yönetmek anlamına gelir. Nitekim siyaset ilmine, ‘ilmü'r-riaye’ yani yönetim ilmi adı da verilir. Mürâât da, riâyet de karşılıklı riâyet etmektir. Bir insanın haline müraat etmek, ne yapacağını, halinin nereye varacağını gözetmek, murâkabe etmek, saygı ile dikkate almak mânâsına da gelir ki, bizim dilimizde riâyet bu anlamda kullanılır.
105- Ne ehli kitaptan olan kafirler, ne de müşrikler size Rabbinizden bir hayır indirilmesini isterler. Allah dilediğine rahmetini tahsis eder. Ve Allah pek büyük ihsan sahibidir.
Üç güruh da size düşmanlıkta, kıskançlıkta, kötülülüğünüzü istemek de aynı. (cem sanatı)
Size kendi soyunuzdan peygamber gelmesi, size kitap inmesi, onlar istemese de Allah’ın size fazlı, ihsanıdır. Onların isteyip istememesi hiçbir şeyi değiştirmez. Bütün lütufların, ihsanların sahibi O’dur.
Onlar hasetleri ve düşmanlık duyguları ile ancak kendilerini yer bitirirler.
✧ Birbirinize karşı kin doğuracak hareketlerde bulunmayın, birbirinize hased etmeyin, birbirinize darılıp, arka çevirmeyin. Hadîs-i Şerîf
✧ Allah (c.c.), bir kuds-i hadiste: ‘Hased eden, Benim nimetime düşman, kazâma kızan, kullarım arasındaki taksimâta râzı olmayan bir kimsedir’ buyurmuştur.
✧ Bir kimsenin arkasından yapılan zemleri anlatmak, övgüleri anlatmamak haseddendir.
✧ Ne hased, ne dedikodu ve ne de kehanet sahibi benden değildir. Ben de ondan değilim. Hadîs-i Şerîf
Su, hava gibi hayatımız için en ziyâde lâzım olan gıdaları Allah’u Teâlâ lûtfiyle bol bir sûrette yaratmasaydı, bunlar da karaborsacıların eline düşseydi hâlimiz nice olurdu? Henüz dünyaya gelmiş bir çocuğun kulağına lâf gitmez, gitse bile mânâsını anlamaz. Allah ona, ana memesini ağzına alıp da emmesini lûtfuyla ilham etmemiş olsaydı, biz nasıl anlatacaktık?
O, öyle bir Lâtif ’tir ki, her şeyi bir şeye hazine yapmıştır. Meselâ, sedef dediğimiz deniz böceğini inciye, arıyı bala, tırtıl böceğini ipeğe hazine yaptığı gibi, insanoğlunun gönlünü de kendi mârifetine hazine yapmıştır. Eğer bir gönülde bu mârifet nûru inkişâf edememişse, sahibinin bal yapmaz arılar gibi sâdece iğnesi vardır, önüne geleni zehirler durur.
Bilenler tasdik eder ki, dünyanın her türlü bahtiyarlığında bir takım elemler, kederler gizlenmiştir, sâfi değildir. Bunun gibi her türlü ızdırap ve felâketli hâdiselerde de gizli bir takım lûtuflar, teselli kaynakları vardır. Işte bütün bunlar El- Lâtif ism-i şerîfinin tecelliyâtıdır.
Allah’ım! Harama bulaşmaktansa, helâlinle yetineyim. Beni lütfunla (zengin kılarak) Senden başkasına muhtaç etme. Hadîs-i Şerîf
Edebi olmayan, Allah’ın lütfundan mahrum kalır. Mevlâna
Adamın birine kıyâmet günü küçük günahları gösterilir ve hesaba çekilir. Adamcağız:
‘Büyük günahlarım da ortaya çıkacak, mahvolacağım!’ diye düşünürken Allahu Teâlâ:
‘Şu kulumun işlediği her kötülüğe karşı bir hasene yazın’ der.
Beklenmeyen bu lütuf karşısında adam tamaha kapılır ve: ‘Benim büyük günahlarım da vardı, onları göremiyorum, keşke onlar da ortaya çıksa da karşılığında haseneler verilse’ der.
Bu sözleri söylerken Rasûlullah (s.a.v.) o derece güler ki arka dişleri bile görülür.
106- Biz bir âyetin hükmünü diğer âyetle değiştirsek veya unutturursak, ondan daha hayırlısını yahut onun benzerini getiririz. Allah (c.c.)’ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin?
Yüce Allah Efendimize (s.a.v.) ‘Sana okuyacağız, sen de unutmayacaksın’ (Ala, 6) ‘Acele edip dilini hareket ettirme. Onu cem etmek bize aittir.’ (Kıyame, 16-17) buyurmuştu.
Cenâb-ı Hakk bazı hükümleri muvakkat zaman için koymuştur. Zamanı gelince o hüküm yürürlükten kalkar. Bu asla Cenâb-ı Hakk’ın ilminin değişmesinden, nisyanından, gafletinden değil. Bilakis herşeyi, her zamanı, her mekanı bildiğindendir.
‘Yahudiler, Allah nesih yapamaz, yeni hükümler getiren bir vahiy indiremez mi diyorlar? Yalan söylüyorlar. Allah nesih yapar, yapmasında da kendisi için hiçbir noksanlık söz konusu değildir; şânına noksan gelmez. O'nun yaptığı nesihte hayır ve hikmet vardır.’
Bu âyet, eski kitapların bazı hükümlerinin neshi hakkında ise de ‘Âyetin’ kelimesi umum ifade ettiğinden, bazı Kur'ân âyetlerini de açıkça içine almaktadır. Kur'ân âyetlerinde de nâsih ve mensûh vardır. Bunun aksini iddia etmek, nassın zâhirini inkâr etmek olur.
Âyetteki ‘Unutturma’nın manası:
a) Bu unutma Allah’ın Kuran’dan bir âyetin çıkarılmasını, namazda okunmasını iptal ile emretmesiyle gerçekleşir. Kendisiyle ibâdet edilmeyince, zaman geçer ve unutulur.
b) Bu unutturma Efendimiz (s.a.v.) için bir mucize olur. Rivâyete göre Müslümanlar bir sure okuyor, ertesi gün hepsi bu okudukları sureyi unutmuş oluyorlardı.
‘Ondan daha hayırlısı’ ifadesinin manası, bir âyetin diğer âyetten daha hayırlı olduğu anlamında değildir. Çünkü Allah’ın kelamının hepsi birdir, hepsi hayırlıdır. Buradaki üstünlük, kullara faydası bakımındandır. Yani insanların bulundukları zaman için daha hayırlı, anlamındadır.
‘Nesih’ lügatte değiştirmek, yani bir şeyin yerine başkasını geçirmek, halef yapmak demektir. Nitekim (Nahl, 101) âyetinde nesih, tebdil olarak ifade edilmiştir.
Şeriat ıstılahında nesih, bir şer'î hükmün aksine sonradan başka bir şer'î hükmün getirilmesidir. Önceki şeri hükme mensuh, sonraki hükme nâsih denir.
Allahu Teâlâ kullarının faydası için bazı hükümleri değiştirebilir. Zamanların, karakterlerin değişmesiyle insanların maslahatları değişebilir. Bundan dolayı nesh, aklen caizdir.
Önceki peygamberlerin şeriatlerinin neshi, neshin naklî delilidir. Örneğin Yahudilikte insanın hanımını boşaması helâlken, Hıristiyanlıkta kadının zina suçu işlemesi dışında boşanması haram kılınmıştır.
Hıristiyanlar neshi kabul ederken, Yahudiler kabul etmezler. Böyle bir değişiklik, (hâşa) Allah için cehâlet isnadıdır, derler. Oysa bunda hiç bir zaman Allah'a nazaran caymak veya bilememek mânâsı yoktur.
Nesih Allahu Teâlâ’ya göre bir hükmün sona erdiğini beyan etmektir. Zaten o hüküm Allah katında muvakkattır, zamanı gelince mükelleflere bildirmiştir.
Cenâb-ı Allah, başka başka zamanlarda farklı şer'î hükümler inşa etmekle, ilminde ve iradesinde haşa bir noksan değil, bilakis her birinde bir hikmet tecellisi ve kemalini göstermiş olur.
İnsanların sahip oldukları inanç, örf ve adetleri bir anda terk edip yeni dinin hükümlerini benimsemeleri kolay değildir.
Hükümler de bu yüzden toptan değil, tedrici şekilde gelmiştir.
Ebediyet kaydiyle mukayyed (bağlı) hükümlerde nesih cereyan etmez. ‘Cihad kıyâmete kadar sürecektir’ hadisi gibi.
İman hakikatlerinde, itikat esaslarında da nesh cereyan etmez. Çünkü bunlar zamanla değişmez. Allahu Teâlâ’nın kadim olması, imanın vacip olması gibi.
Aynı şekilde hissi ve akli hükümlerde nesih düşünülemez. Çünkü bunlar da zamanla değişmez. Ateşin yakıcı olması gibi.
Maziye, şimdiki zamana ve geleceğe ait bir haberde nesih cari değildir.
Nesih ancak emirler, yasaklar ve ebediyyeti nassa bağlanmamış konularda cereyan eder. ‘Su iç, şarap içme, nikah yap, zina etme’ gibi.
Kuran-ı Kerim’de bazı hükümler neshedilince, yahudi ve müşrikler, ileri geri konuşmaya başladılar: ‘Muhammed’e (s.a.v.) bakın! Önce ashabına bir şey emrediyor, sonra dönüp onu yasaklıyor ve önce söylediğinin aksini söylüyor. Yani o aslında bütün söylediklerini, kendisi uydurup söylüyor.’
Özellikle Yahudilerin bu itirazı, kendi geçmişlerine dayanıyordu. Tevrat bir defada nâzil olmuş, o devrin yahudileri de ilâhi emirleri kabul etmek istememişlerdi. Kendilerine ağır geldiği gibi, insanlara İslam’ın ağır gelmesi için Kuran’ın bir defada nâzil olmasını istiyorlardı. Ancak Allahu Teâlâ insanlara rahmet ederek alışkanlıklarını birden kaldırmamış, onları zorlamadan, haramları tedrici olarak nâzil etmiştir.
İşte kıskanç Yahudiler ve neshin hikmetini anlamayan müşrikler, bu tür konuşmalarla İslam’a girmek isteyenlerin azimlerini kırmaya çalışıyorlardı. Allahu Teâlâ bu âyet-i kerimeyle neshin hikmetini açıklamış oldu.
107- Bilmez misin ki muhakkak göklerin ve yerin saltanatı Allah (c.c.)’ındır ve sizin için Allah (c.c.)’tan başka bir dost ve yardımcı yoktur.
Meani’de bir kural vardır: Muhataba yani ikinci şahsa hitab(sen), aynı zamanda umuma hitabtır. Bu kuralı bu âyette açıkça görüyoruz. Âyetin başı Efendimize (s.a.v.) ‘Sen’ diye hitab ederken, sonu ‘Siz’ diye devam ediyor.
Cümle soruyla başlayıp bilinmemesinin kerahetini anlattığından inkaridir. Âyette bütün mükevvenatın Allah’ın olduğunu bilmek bizim ve sahip olduklarımızın, sahip olmadıklarımızın ve sahip olmak istediklerimizin Allah’ın olduğunu hatırlayıp, O’nun sanat ve kudretini, bizim acizlik, zayıflık ve muhtaçlığımızı bilip, O Yüce Zat’a itaatle selamet bulmamız isteniyor.
Biz mahlukatın en muhtacı, en acizi, en korunmaya muhtaç olanıyız. Bize yerden gökten, canlıdan cansızdan, yaştan kurudan, zarar, sıkıntı, acı, keder gelebilir. Biz kendimizi koruyacak durumda değiliz. Her ne kadar mecazi dost ve yardımcılarımız olsa da onlar da bizim gibi aciz, güçsüz, fani, muhtaç.
O halde bizim gerçek manada dostumuz, yardımcımız Cenâb-ı Allah. O bize tayin ettiği zaman gelinceye kadar gece ve gündüzün her türlü afetinden korur. Ve bizi rahatlatmak için bize duâlar öğretir. Âyete’l Kürsi, Fatiha, Felak, Nas sureleri gibi.
Ne ilmim var ne taatim
Ne gücüm var ne takatim
Meğer senin inâyetin
Kıla yüzüm ak Çalabım Yunus
Bilmez misin ki; Allah herşeye kâdirdir. Bilmez misin ki; bütün göklerin ve yerin devleti, görünen ve bilinen, hatta akıl yoluyla tahmin edilen şu kâinatın hakimiyeti, saltanatı hep Allah'ındır. Bu âlemde her gün, her gece, her saat ve her an neler yapılır, neler yıkılır? Ne icatlar, ne imhalar olur, ne kudretler açığa çıkar? Ne hikmetler ortaya konup uygulanır, ne nesihler, ne insahlar, ne tehirler, ne taciller (öne alma), ne unutturmalar icra kılınır; görmez misin?
Kâinatta zaman zaman, yer yer, semt semt, tek tek, an be an çeşitli oluşum ve dönüşümlerle nâsih ve mensuh denilebilecek olaylar icra edildiğini, yıkılanların yerine yenilerinin geldiğini müşahede etmez misin?
Böyle sonsuz bir kudretin sahibi olan Allah, teşrî âleminde niçin nesih yapmasın? Niçin neshettiği bir hükmün yerine daha iyisini, daha hayırlısını, en azından onun dengini koyamasın? Niçin daha önce gönderdiği Tevrat ve İncil'in bazı hükümlerini nesheden yeni bir kitap, yeni bir din inzal edemesin? Ve niçin bu kitapta, nâsih ve mensuh hükümler bulunmasın?
Bilakis her zamana, her mekana, her muhite uygulanabilen, nâsihli ve mensuhlu, takdimli ve tehirli, hem kalıcılık ve hem de değişkenlik özelliklerini taşıyan ilâhî sünnetlere uygun hükümler koymak hikmet değil midir?
Yoksa siz, bu göklerde ve yerde başka bir yöneticinin, başka bir kural koyucunun hükümran olduğunu mu sanıyorsunuz? Hayır sizin için bu yaratılış âleminde Allah'dan başka veliniz, O'ndan başka bir koruyucunuz, O'ndan başka bir yardımcınız yoktur.
Efendimiz’e (s.a.v.) Allahu Teâlâ’nın ‘Bilmez misin?’ buyurması, takrir için istifhamdır. Yani muhakkak ki biliyorsun, hiç bilmez olur musun, anlamını taşır.
İnsanlardan hiç kimse neshi Efendimiz (s.a.v.) kadar bilmemektedir. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) herkesten daha fazla yerin, göğün melekûtunun esrarına vakıftı. Onun ilmine nisbetle başkalarının ilmi yok sayılır. Peygamber ilminin yanında evliyanın ilmi, yedi denizin yanında bir damla kadardır. Bütün peygamberlerin ilmi de Efendimizin (s.a.v.) ilminin yanında bu kadardır.
✧ Hakiki dost, sıkıntı anında imdada yetişendir. Hz. Ali
✧ Dostun hayırlısı hakkâni hizmetlerde sıhhatli ve becerikli olandır. Ebu Hasan Harkâni
✧ Dostun hayırlısı hayırlı ve sevaplı işleri yapıp dostunu da hayır işlere teşvik edendir. Dostun şerlisi ‘Gel ölmeden önce yiyelim, içelim, hayatın tadını çıkaralım’ diyen kimsedir. Ebu’d Derda
108- Yoksa evvelce Mûsâ’ya sorulduğu gibi siz peygamberinizi sorguya mı çekmek istiyorsunuz? İmanı küfre değişen kimse artık düz yolun ortasında sapıtmıştır.
İkinci soruda Resûl-ü Ekrem’i yerli yersiz sorularıyla rahatsız eden yahudi ve müşriklere bir sığır için bir çok soru sorup işlerini nasıl zorlaştırdığını hatırlatıyor. Çünkü Cenâb-ı Hakk onların soru sormaktaki maksatlarını çok iyi biliyor.
Kendini ilgilendirmeyen konuları sormak, hem yasak hem de çok çirkin bir tavırdır. Daha çok, içi fesat dolu, dedikoducu, işe yaramayan, fitneci kimselerin mesleğidir.
Bu kişiler küçücük çocukları da kendi pis huylarına alet eder, onlardan yasak bilgi alarak, çirkin sorular sorarak, körpecik yavruları çekirdekten yetişme fitneci yaparlar da farkında bile olmazlar.
✧ Size yasakladığım şeylerden (haramın tamamından) şiddetle kaçının. Emrettiğim şeyleri de gücünüz yettiği nispette yapın. Şüphesiz sizden önceki ümmetler, çok soru sormaları ve peygamberleri hakkında şüpheye düşmeleri sebebi ile perişan oldular. Hadîs-i Şerîf
✧ Açıklandığı zaman sizi üzecek soruları sormayın.
- Bilmediğimiz şeyleri, bir yere giderken alınacak izinleri.
- Yapamadığımız şeyleri,
- Şüphe ve tereddütleri,
- Yapılacak işleri, miktarını, zamanını,
- Müminin ihtiyaçlarını,
- Sevindirecek şeyleri,
- Farzları sorup, öğrenmeli.
Önce düşünmeli sonra sormalı. Başımızdaki büyüklere her konuda danışmalı, tecrübelerinden istifade etmeliyiz.
Sormadan hareket etmek dik kafalılık ve saygısızlık alametidir.
- Gereksiz, lüzumsuz soruları,
- Hoşlanılmayacak soruları,
- Tecessüse girecek şeyleri,
- Kendisinin arayıp bulacağı şeyleri,
- Kendimizi ilgilendirmeyen şeyleri,
- Meraktan doğan soruları,
- Bildiği şeyi imtihan edercesine sormamalı,
- Ev sahibine gereksiz soruları,
- Yeri gelmeyen soruları,
- Uygun olmayan zaman ve mekândaki soruları.
- Nâfile ibâdetleri.
- İkram ederken ‘yemek yer misiniz?’ şeklinde soru sormayıp, hemen ikram etmeliyiz.
Bir gün Muhammed b. Vasi (r.a.) Kuteybe b. Müslim’in yanına gitmiş. Selâm vermiş. Hoş beşten sonra Kuteybe, Vasi’ye ‘Yün kaftan giymenizin sebebi nedir?’ sormuş. O sükûtla mukâbele etmiş. Kuteybe tekrar sormuş ‘Neden ben konuşuyorum da siz sükût ediyorsunuz?’ bunun üzerine ibni Vasi şöyle cevap vermiş:
– Zâhitlerden olduğum için desem, kendimi övmüş olurum. Fakir olduğum için desem bu takdirde Rabbime karşı hâlimden şikâyet etmiş olurum. Bunun için sükût etmeyi tercih ettim.
109- Kitap ehlinden çok kimseler, kendilerine hak beyan edildikten sonra, içlerindeki haset yüzünden iman ettikten sonra sizi küfre döndürmek isterler. Allah (c.c.)’ın emri gelinceye kadar onları bağışlayın ve kınamayın. Şüphesiz Allah (c.c.) her şeye kadirdir.
Cenâb-ı Hakk kendilerine çok büyük nimetler verip ihsanda bulunduğu ehli kitap, çok azı müstesna Cenâb-ı Hakk’a asi oldular. Son peygambere, son kitaba inanmadılar.
Babaları gibi azgınlıklarını sürdürdüler. İnanmadılar, inananlara haset ettiler. Çünkü son peygamberin hak peygamber olduğunu biliyorlardı. İnatlarından, kibirlerinden kabul etmiyorlardı. Cenâb-ı Allah onların bu tavırlarını müminlere haber verdi. Onları hem uyardı, hem de onların bu tutumlarına karşı nasıl davranacaklarını bildirdi (idmaç sanatı).
‘Görmezden gelin, affedin. Yüzlerine vurmayın, olur ki içlerinden bazıları İslam’ı seçer. Onlara şimdilik hoyrat davranmayın. Aldırmayın da. İçinize atmaya değmez. Affedin, onlar üzülmesin. Aldırmayın, siz üzülmeyin.
Allah’ın onlar hakkında genel bir emri gelinceye kadar bu minval üzere olun. Allah (c.c.) herşeye kadir.
Mefhumu muhalifi: Onlar hiçbir şeye kadir değil. Onlardan korkmaya, çekinmeye lüzum yok. Hasetçi akrep gibidir. Sokacak kimseyi bulamayınca döner kendini zehirler.
✽ ✽ ✽
O Kitap ehlinin birçoğu sizleri geri çevirip hepinizi kafir yapmak, irtidat ettirmek için her hileye başvururlar. Hakikat gün gibi açığa çıktıktan sonra bile yine de hasetlerinden böyle arzu ederler. Bundan dolayı siz onları affedin, dediklerine bakmayın, heyecana kapılıp da didişmeye ve dövüşmeye kalkmayın, tâ ki, Allah'ın emri gelsin, bulacaklarını bulsunlar. Elbette bir gün gelecek belalarını bulacaklar. Zamanı gelir, Allah savaşmanızı emreder, o zaman siz vazifenizi yaparsınız. Siz şimdiki halde hoşgörülü ve bağışlayıcı olun, sabır ve sükunet üzere hareket edin.
‘ وَاصْفَحُوا ’ (serzenişi terk etmek) Bu, affetmekten daha kuvvetlidir. Bazen insan affeder de sefhetmez.
Burada ‘Affedin’ buyrulmasındaki hikmet, onlara karşılık vermeyi bırakmak, onlara cevap vermemektir. Tevbe 29. âyeti, savaşı emrederek bu hükmü neshetmiştir.
Ancak ‘Affedin’ emrinden maksat, güzelce davet, şefkat, işi sıkı tutma, nasihat gibi manalara geliyorsa âyet mensuh sayılmaz.
Ehli kitabın müminlerin küfre dönmelerini istemelerinin sebebi ‘İçlerindeki haset’ olarak bildirilmiş. Demek ki haset; imanla bağdaşmayan en kötü huylardan biridir. Peki haset nedir?
Haset, başkasının sahip olduğu maddi veya mânevi imkanların kendisine geçmesini veya bu imkanların o kişinin elinden çıkmasını istemektir. Haset haramdır. Bencillikten kaynaklanır. Hasetçi insan başkasının kendinden üstün olmasına tahammül edemez ve bunalıma girer.
Hasedin oluşması, aşağılık kompleksine bağlıdır. Münakaşa da hasede yol açan sebeplerden biridir.
Münakaşa nefrete götürür. Birbirinden nefret eden insanlar da ister istemez hasede düşerler.
✧ Hakiki din âlimleri arasında hased yoktur. Çünkü onların gayeleri mârifetullahtır. Mârifetullah herkesi içine alan geniş bir deryadır. Ancak âlimler bu ilimleriyle mal ve makam elde etmeyi kastederlerse o zaman aralarında kıskançlık başlar.
✧ Haset cimrilik ve aşırı ihtirasın birleşmesinden doğan bir hastalıktır. Ebu Bekir er-Razi
✧ Mütesavvıfine göre ilim üç karıştır:
-Birinci karışı giden haset eder.
-İkinci karışı gidene kibir de eklenir.
-Üçüncü karışı gidende bu kötülüklerden bir şey kalmaz. Yani ilim ehlindeki haset ilimde, irfanda kemale gelmemekten kaynaklanır.
Allahu Teâlâ insan fıtratına hiç kötü huy vermemiştir. Ahlâkların hammaddesini vermiştir. Kendisini eğiten itidalde kalarak güzel ahlâklı, eğitmeyen de ifrat ve tefritle kötü ahlâklı olur.
Hased rekabet duygusunun ifratıdır. Tefriti donukluk, sönüklüktür. O da haset gibi ahlâk-ı reziledendir.
Çünkü insanın içindeki rekabet duygusu ilerlemesine, gerilememesine vesiledir.
Peki hasedin ne kadarını atmalıyız?
Hasetçi, karşısındakinin elindekinin gitmesini arzu eder. ‘Onda var ama bende yok. Öyleyse onda da olmasın’ der, zarara uğramasına sevinir. Haram olan, kurtulmamız gereken hased budur.
Ama ‘Onda olanın bende de olması için ne yapmalıyım?’ diye düşünmek rekabet duygusunun olumlu hale çevrilmesidir. Buna gıpta-münafese denir. Hadis-i şerif ’te; ‘Mümin gıpta eder, münafık hased eder’ buyrulmuştur.
Anlatıldığına göre yüz tane hased yaratılmış, bunların doksan dokuzu (yeni yetme, ham) hocalara verilmiş. Onlar da ‘O kalan son bir tanede de bizim hakkımız var’ demişler.
Kıskançlık duygusunu saklamaya çalışmak kişide gerginliğe yol açar.
Haset, insanın olayları doğru değerlendirmesini engeller. Aklı kapatır, muhakeme gücünü zayıflatır. Hasetçi insanlar genellikle gerçeği tam göremez, yanlış anlarlar.
Kıskanç insan, kıskandıklarına saldırgan davranır. Onları kendi istediği şekle sokmaya çalışır. Aklı devre dışı kalır. Korku, kaygı, üzüntüleri artar. Sevgiden mahrum kalır, yalnızlığa mahkum olur.
Hasedin zararlarından biri de, israfı tetiklemesidir. Tüketim kültürü insanın rekabet hissini kullanır. Kıskanç insan ‘Her şeyin en iyisine ben sahip olmalıyım. En iyi ev, en iyi araba, en iyi eşya bende olmalı, kimsede benden daha iyisi olmamalı’diye düşünür. Firmalar da bu kıskançlık damarını hareket geçiren reklamlar yapar, sattıkları ürünleri asıl fiyatının çok daha üstüne pazarlarlar. Çünkü altı ayda bir yeni eşya alan, arabasını değiştiren müşterileri vardır.
Hasedin ahirete yönelik zararı, insanın sevaplarını yok etmesidir. Efendimiz (s.a.v.) ‘Ateşin odunu yediği gibi, hased de insanın sevaplarını yer, bitirir’ buyurmuştur.
Herşeye rahmet gözüyle bakmak, bütün insanları Allah’ın kulu olarak görmek, hasedin hasetçiye zarar verdiğini bilmek, her fiilin Allah’tan olduğuna inanmak hasedin ilmi tedavisidir. Allah’ın kaderine tam râzı olan, hased etmez.
Ayrıca ahlâkı rezilenin ilk kaynağı olan dünya sevgisini atmalıdır. Dünya sevgisi atılmadıkça hasetten kurtulmak mümkün değildir.
Dünya sevgisinden kibir, kibirden riya, riyadan haset, hasetten de gıybet, fitne, sui zan gibi bir çok kötülükler tevellüd eder. Çünkü insan herşeyden çok kendi nefsini sever. Kendi rahatı için de dünyayı sever. Dünyayı elde etmek için de riyaya, ucba, kibre kapılır. Bu durumda da haset devreye girer.
Ameli tedavisi ise; hased eden kıskandığı kişiyi övmeli, ona karşı mütevazi davranmalıdır. Böylece o da kıskanan kişiye muhabbet duyar, haset yok olur.
Kıskanılan kişi de alçakgönüllü davranabilirse, muhatabının kendisi hakkında iyi niyet beslemesini sağlayabilir. Tevâzu kıskançlığın paratoneridir.
Hasetçilerden nimetlerini saklamak, nazarı dikkati celbedecek şekilde söz, fiil ve davranışlarda aşırılıktan kaçınmak, insanların yanında üstünlüklerini anlatmamak da kıskanılmaktan korur.
Her göz bir olmaz anneciğim dinle beni
Bir kem nazar isabet eder açma sineni
Hased, toplumun yükselmesini engeller. ‘Onda da olmasın, bende de’ düşüncesi kolaycılıktır. Oysa ilerlemiş insanlar, ‘Bir işi bir kişi yapabiliyorsa, herkes yapabilir’ düşüncesiyle hareket etmişlerdir. Allahu Teâlâ tüm insanlara ilerleme potansiyeli vermiştir. Bize düşen sabırsız, aceleci ve tembelce eleştirmek değil, imrendiğimiz insanın seviyesine yükselmek için çalışmaktır.
Yahudi hahamlarından Fenhas b. Azura, Zeyd İbni Kays ve daha birkaç kişi, Uhud savaşından sonra Huzeyfe b. Yemân ile Ammar b. Yasir'e, ‘Başınıza gelenleri gördünüz ya, eğer hak din üzerinde olsaydınız, muharebede bozguna uğramaz, mağlup olmazdınız. Artık bizim dinimize dönünüz, bu sizin için daha hayırlıdır. Bizim yolumuz sizinkinden daha doğrudur’ demişler.
Bunun üzerine Ammar onlara: ‘Sizce andını bozmak nasıldır?’ diye sormuş, onlar da: ‘korkunç bir şeydir’ demişler. O da: ‘Öyleyse dinleyin, ben hayatta olduğum müddetçe Muhammed'e küfretmemeye andetmiş, söz vermişimdir’ diye cevap vermiş. Yahudiler ‘bu adam sapıtmış’ demişler. Huzeyfe de ‘Bana gelince, Rabbim Allah, peygamberim Muhammed, dinim İslâm, kitabım Kur'ân, Kâ'be kıblem, müminler de kardeşim. Ben de bundan memnunum.’ demiş. Daha sonra bunu gelip Resûlullah'a anlatmışlar. O da ‘İsabet etmiş ve felah bulmuşsunuz’ buyurmuş. Bu olaydan sonra bu âyet inmiştir.
110- Namazı gereği üzere kılın, zekatı verin, kendiniz için hayır işlerden önceden ne gönderirseniz Allah (c.c.) katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah (c.c.) bütün yaptıklarınızı görücüdür.
Müminlere, düşmanın, düşmanlığın karakterleri bildirilip buna karşı sakin olması, emri ilâhi doğrultusunda hareket etmesi anlatıldıktan sonra müminin müminlik alameti, olmazsa olmazı olan namaz ve zekat emri yeniden hatırlatılıyor.
Namazı düzeltmek tabiri, gün be gün kemale gelerek namazın kalitesini, derecesini yükseltme emridir.
Âyetin öncesiyle irtibatı; insanın hayatı boyu moralini bozacak, huzurunu kaçıracak, Yahudi meşrep kimseler olabilir. Bu da huşu ile namaz kılmayı engeller. Bu durumda af yolunu seçmek insanı rahatlatır. İntikam duygularını yatıştırır. Ona karşı alacağı bir tavır olmadığını anlayan nefis, kendi işine döner. Kafasını kurmakla meşgul olmaz ve olayı çabuk unutur. Bir müddet sonra da tabii olarak öfkesi diner. Yüce Allah öfkesini yenenleri medhetme babında ‘Öfkelerini yutarlar’ Ali İmran, 134 buyurmuştur.
Yolculukta ağzı sıkıca bağlanan su tulumunu misal getirmiştir. Ağzı sıkı olduğu için dökülmemiş, sahibini susuz bırakmamış. Gazap anında mümin kendini biraz sıkmalı. Öfkesini yutmalı, diline sahip çıkmalı ki cennet müjdesine mazhar olsun. Kendini sabra alıştıran mümin, aceleyi terk eder. Teenni ile davranır. Günlük hayatını namaza da yansıtır. Acele etmeden tefekkürle namazını düzgün kılar.
‘Nefsinize hayırdan ne takdim ederseniz onu bulursunuz’ cümlesi (husustan umuma itnab) zaman kaybetmeden hayır yapıp, ölmeden, herşey bitip dönüşü olmayan yolculuğa çıkmadan önce hayatı hayırla yaşayıp hayırla sonlandırmamızı telkin ediyor.
Âyetin zımnından ‘Kim zerre kadar hayır yaparsa onu görecektir ’ (Zilzal, 7) âyetine telmih var.
Yapılan ameller anında kayda geçiyor, zaptu rapt altına alınıyor. (Enam, 132)
Kargoya verilmiş mal gibi sahibinden önce yerini buluyor.
‘ قَدَّمَ ’ kelimesi lugat manası itibariyle yönelmek, gelmek, ele almak, girmek, eskimek, üzerinden zaman geçmek, önde olmak, süratle neticelenmek, ayak, ilerilik, öncelik, iyilik, amel, yiğit, kahraman, atılgan, başlangıç, askeri rütbe, öncü kuvvet, anlamlarına gelmektedir.
Bu manalara göre düşündüğümüzde amelimizin bizi nereye götüreceğini biraz daha anlamış oluruz.
Yüce Allah’ın yaptıklarımızı gördüğünü hatırlatması şunu ifade eder: (lazım melzum alakası) ‘Bizim kontrolümüzde olduğunuzu unutmayın. ameli kime gönderdiğinizi de hesab ederek yapın. O ameli yaparken ne niyetle yaptığınızı, nasıl yaptığınızı, nerede, ne zaman, kiminle, ne tarzda, ne bekleyerek yaptığınızı bilir. Ne yapmadığınızı da bilir.(mefhumu muhalifi).’
‘Basîr-بَصٖيرٌ kelimesi beşi birlik dediğimiz ‘ فَعِيلٌ’ kalıbından (İsmi fail, ismi meful, sıfatı müşebbehe, masdar, mübalağalı ismi fail)
Yani amelinizi hem görür, hem gösteririm. Hem de yaptığınız amelde rızâmı görmek isterim. Sizi nazarıma mazhar ederim. İstersem her şeyinizi izhar ederim. Basir benim binbir ismimden sadece biri (tağlib, cüz-kül alakası). Birini duyunca hepsini hatırlayın ve ona göre davranın. Sizin yaptıklarınız kayda geçiyor. Cezasını düşünün.
Efendimiz (s.a.v.) birgün mezarlığa uğradı ve onlara şöyle seslendi:
- Esselamü aleyküm ey kabir ehli! Bizim yanımızda sizinle ilgili haberler var: Kadınlarınız evlendi, evlerinize başkaları yerleşti ve mallarınız taksim edildi.
Hatiften gizli bir ses Resûlullah’a (s.a.v.) cevap verdi:
- Bizim tarafımızdan da size haberler var: Önceden ne gönderip takdim ettiysek onu gördük. Ne infak ettiysek burada o kadar kâr olarak karşımıza çıktı. Geride ne bıraktıysak onun hüsranına uğradık. O bizim için zarar oldu.
Basîr, her şeyi gören, her şeyin hakîkatini gören, bilen, hiçbir şey kendisinden saklanamayan, yapılanları tek tek zaptedip muhafaza eden demektir.
Kur’ân’ı Kerîm’de ‘Basîr’ ismi, 4 ayrı anlamda, ‘sezen’, ‘gözüyle gören’, ‘kesin delil sayesinde gerçeği idrak eden’ ve ‘ibret gözüyle bakan’ anlamlarında kullanılır.
Allah, her şeyi hakkıyla gören; küçük, büyük, gizli, açık her şeyi aynı seviyede gören ve müşahedesinde yanılmayan, düşüncedeki tasavvurları gök cisimleri kadar açık gören, O'dur.
Onun görmesine hiçbir şey engel olamaz. Kâinatın herhangi bir noktasında hiçbir hâdise yoktur ki, Allah onu görmüş ve işitmiş olmasın.
Bu ilâhî ismi düşünen mü'min, bütün eşyayı birlikte görmenin ancak Allah'a mahsus olduğunu hatırlar. Yaptığı her işin görüldüğünü ve söylediği her sözün işitildiğini düşünerek bu sermayesini daha dikkatle harcamaya çalışır. Kendisine ihsan edilen bu nimet sayesinde, hem Rabbinin Basîr olduğunu bilme şerefine erer, hem de renk, şekil ve sesler âlemlerinde tecelli eden ilâhî sanatları hayret ve hayranlıkla tefekkür eder.
‘Basîr’ kelimesi, Kurân-ı Kerîm'de 51 âyette geçer, bunlardan 41 âyet-i kerîmede Allah'ın ismi olarak zikredilmektedir.
111- ‘Yahudi ve Hıristiyanlardan başka cennete asla kimse giremeyecektir’ dediler. Bu onların kuruntularıdır. Ey Habibim onlara şöyle söyle: ‘Eğer bu davanızda sadık kimselerseniz haydi delilinizi getirin!’
Âyette cem var. Yahudi ve Hıristiyanların ayrı ayrı söylediklerini Cenâb-ı Hakk cemi vav’ı ile birleştirmiş. Yani yahudiler, yahudilerden başkası, hıristiyanlar da hıristiyandan başkası cennete giremeyecek, dediler. Onlar güya cenneti kimseye vermiyorlar. Kendilerini tezkiye edip gayrılarının suçlu ve cennete layık olmadıklarını söyleyerek kibirlerini, taassuplarını, hayasızlıklarını ortaya koymuş oluyorlar.
Bu aptalca iddialarını Cenâb-ı Hakk izhar ediyor. Bir önceki âyette görücü olduğunu bildiriyor (itnab, ibhamdan sonra izah).
Burada da ehli kitabın düşündüğünü, söylediğini, nasıl görüp nazara verdiğini gösteriyor. Gün gelir her insan Yüce Rabbin huzurunda yaptıklarının hesabını verir. Yaptığı herşeyi amel defterinde hazır bulur. (Ali İmran, 30) Onların her sözü yalan, kuruntu, vesvesedir. Cenâb-ı Hakk soruyor: Eğer sadıksanız delilinizi getirin.
Yalnızca ‘ اُمْنِيّ ’ ile, boş mefkûre ve hayallerle iş bitmez. Delilsiz, ispatsız, belgesiz ve kuru laf ile, gönülleri öyle istiyor diye, sırf taklit ile dava kabul edilmez, imanın feyzine erilmez. Zira insanları doğruda toplayacak şey delildir, kesin belgedir.
112- Hayır! Kim ihsan mertebesine yükselerek, kendini tamamen Allah’a teslim ederse, onun için Rabbi katında mükâfat vardır, onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklar.
Hayır cennet sizin iddianız gibi bir ırka mahsus bir yer değildir. Bilakis Allah’ın rızâsına yönelen, hükümlerine teslim olan ve bunu en güzel şekilde yapan muhsin, Allah’ı görür gibi samimi, sadık, halis, candan, dikkatli bir hal üzere yapanın mükafatı Allah indindedir. Onu ancak O bilir. O kime ne layık, kim neyi hak etmiş, kime ne münasib, ne kadar, ne biçim verilecekse bilir.
Gerçekten Allah’a hulusu kalp ile teslim olana ne korku vardır, ne de mahzun olacaktır. Kainatın sahibine itaat eden, O’nun sevgisini kazanan kimse daha neden korksun, endişe duysun? O büyük kapıdan kabul gören, diğer kapıları ne yapsın? Her şeyin sahibine gönül veren neden endişe duysun? O mülkün sahibi tarafından korunmuşken neden endişe etsin?
Bu nedenle Allah dostlarını deniz gibi engin, huzurlu, sevecen, endişesiz buluyoruz. Mânevi huzuru, simalarından, hallerinden anlıyoruz. Onların hayatta olanı şöyle dursun, göçüp gideni, evleri şöyle dursun türbeleri huzur veriyor.
Mümin Cenâb-ı Hakk’ı gücendirmenin dışında başka şeye üzülmez. Çünkü o ilmi, kudreti, şefkati, adaleti, rahmeti bol padişaha gönülden teslim olup bağlanmıştır.
‘ إِلٰهٖي أَنْتَ مَقْصُودٖي وَرِضَاكَ مَطْلُوبٖي ’ İlahi! Benim maksudum sensin, talebim senin rızândır’ der.
Rahmet pınarlarından doya doya içer. Zikrin, fikrin, şükrün lezzetine öyle bir dalar, öyle bir konsantre olur ki dünyevi hüzünlerin boyutu ne olursa olsun, ibâdetten, teslimiyetten aldığı haz, duyduğu lezzet onu fazla etkilemez, kulluğundan uzaklaştırmaz.
Yüz aklığı, alın temizliği deyimi, sahibinin içinin, dışının, niyet ve düşünceleriyle hareket ve davranışının temizliğinden bir kinayedir. Bu âyette de yüz (vech), zikr-i cüz iradei küll tarikıyle kişiliğin bütününden mecazdır. ‘ نَفْسَهُ ’ denilmeyip, ‘ وَجْهَهُ ’ denilmesinin sebebi de İslâmiyetin sadece insanın içiyle ilgili bir şey olmadığına işaret ve tenbihtir. Secde uzvu olan yüz, uzuvların en şereflisi ve bütün vücudun temsilcisidir. Sadece yüzün görülmesi, insanın bütünüyle teşhis edilmesine; onun tasviri, bütün bir bedenin tasvirine yeter.
İslâm: ‘ سِلْمٌ ’ ve ‘ سَلَامَةٌ ’ kökünden geldiği ve ‘if'âl’ babından olduğu için, teslimiyet, inkiyad, sâlim bulundurmak, selîm ve lekesiz tutmak, selamete girmek, selamete çıkarmak, karşılıklı güven ve barış sağlamak, ihlâs ve samimiyet gibi çeşitli mânâlar ifade eder. Ve esasta iman ile birleşir. İslâm dini denilince bütün bu saydığımız mânâlar anlaşılır. Kendini Allah'a teslim etmek, iman ve ihlâs ile O'na inkiyad etmek mânâsı ise bütün öteki anlamları da içine alır.
İhsan: Güzellemek, güzel yapmak, yani aslında ve Allah katında güzel olan bir işi layıkı veçhiyle, gereği gibi yapıp, o işin, o amelin, özündeki güzelliği, dış yüzündeki güzellik ile süsleyip ortaya koymak demektir. Zira birçok güzel şey vardır ki, yapılırken çirkinleştirilir.
Efendimiz (s.a.v.) ihsanı şöyle açıklamıştır: ‘İhsan, Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir, çünkü sen onu göremezsen de, O seni görüyor.’ Şu halde ihsan, İslâm'ın kemalindendir. Bunun için İslâm şöyle özetlenebilir:
Her şeyden önce temizlik, ikinci olarak da güzellik. İslâm'ın ‘Lâ ilâhe illallah’ kelime-i tevhidinden, eûzu besmelesinden, abdest ve namazından tutun da bütün emirlerinde ve yasaklarında hep bunun tatbikatını buluruz. Bu âyette de ‘Allah'a yüzü temiz, özü güzel olarak yönelmek’ buyurulmuş ve bu iki ilke en güzel şekilde özet olarak ortaya konulmuştur.
113- Yahudiler: ‘Hırsitiyanlar hiçbir şey (din ve hakikat) üzerine değillerdir’ diyorlar. Hıristiyanlar da: ‘Yahudiler hiçbir şey (din ve hakikat) üzerine değillerdir’ diyorlar. Halbuki onlar kendilerine indirilen Tevrat’ı ve İncil’i okuyorlar. Okuma bilmeyen Arap müşrikleri de onların sözleri gibi söylediler. Artık ihtilaf ettikleri o şeyde Allah (c.c.) kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir.
Taassub, kibir, haset baskınına uğramış zavallı nefisler her asırda kendinden başka kimseye kıymet vermez, kimseyi tanımaz. Fert olsun, millet olsun tutum aynı. Cenâb-ı Hakk yahudi ve hıristiyanların bu tutumunu ‘Kitap okudukları halde’ cümlesiyle kınıyor.
Allah’ın kitabını okuyan kimse câhiller gibi olmamalı. Okuyup öğrendikleriyle kendini arındırmalı. ‘Muhakkak ki nefsini temizleyen kurtulmuştur.’ (Şems, 9) Nefsani duygu ve düşünceler yerini Rahmani duygu ve düşüncelere vermeli. Artık nefsi ve hissi değil, akli ve ilmi tefekkürü huy haline getirmeli. Çünkü âyetin devamında ‘Zaten bilmeyenler de böyle söyledi’ buyruluyor. Yani bu yek diğerini aşağılayan, hiçbir şey saymayan tavır, câhil cühelanın tavrı.
Okuduğunuz, ahlâkınızı, inancınızı, davranışlarınızı, düşüncelerinizi etkilemiyorsa asla câhillikten kurtulmuş sayılmazsınız. Üstelik, ilmiyle amil olmayanların suçu daha da katmerli. ‘Bilmeden yapana yazıklar olsun. Bile bile yapana yedi kere yazıklar olsun’ denmiştir. İki fırkanın birbirine muhalefeti, anlaşmazlığı ancak hesap günü çözülür.
Cenâb-ı Allah, İslâm ehlini irşad ile dikkatli olmaya, ihlâs ve samimiyete çağırıyor: Ey müminler, sizler sakın bunlar gibi olmayınız, hepiniz aynı kitabı okuyup dururken, İslâm ile ihsanı bir yana bırakarak, böyle fena bir anlaşmazlığa düşmeyiniz, böyle boş hayallere kapılıp birbirinize girmeyiniz.
Bilgisi olmayan câhil Arap müşrikleri, putperestler, tıpkı bunların söyledikleri gibi söylediler. O halde yahudi ve hıristiyanların, bu aynı kitabı okuyanların, o bilgisiz inkârcılardan ne farkı kaldı? Aradaki fark şudur; o ilkel câhiller akıl erdiremedikleri için böyle söylüyorlar, yahudi ve hıristiyanlar ise bilerek ve sırf nefsaniyetlerinden, öyle söylüyorlar. İşte müslümanlar söylediklerini nakle dayandırmalı ve akıl süzgecinden geçirerek söylemeli ve daima delile dayandırmalı, belgelerle isbat etmelidirler. Hep Allah huzurunda söz söylüyormuş gibi ihsan ile söylemeli, gerçeği dile getirmeli ve hak söylemelidirler.
Yahudi ve Hıristiyanların taassubunu anlatan bu âyeti kerime, biz müslümanlara da fırkalaşmanın, nefretleşmenin zararını anlatmaktadır.
Her şey, masum görünen bir münakaşayla başlar. Sonra da kin ateşi güçlenir.
Ayrılık önce fikirde, sonra sözde ve daha sonra işte kendini gösterir. Bazen de bu, aksi bir sıra izler. Sonra daha da büyür... İki şahıs arasındaki zıtlık, iki zümre arasındaki mücadele halini alır.
Kindarlık, kişiye insani özelliğini kaybettiren kötü bir huydur. Kin gütmek acizliğin ifadesidir. Haklılığını ifadeden aciz olanlar, içindeki kin ile küçüklükten kurtulmak isterler. Kin ile hiçbir şey halledilemez. Sadece düşmanlık artar. Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor: ‘İyilikle kötülük musavi olmaz. Sen kötülüğü en güzel olan iyi hareketle önle. O vakit bakarsın ki, seninle arasında bir düşmanlık bulunan kimse bile sana yakın dost oluverir.’ (Fussilet, 34)
Hz. Yusuf, kardeşlerinden bahsederken, ‘Şeytan, benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra...’ (Yusuf, 100) diyerek, suçu kardeşlerine değil, şeytana isnad etmiştir.
Şahsi menfaatımız için, kimseye kızmamak gerekir. Buğz, Allah için olmalı. Bunun da şartları var; aksi halde kul, nefsi için gadaplanır da, Allah için gadaplandığını sanır. Yanlışı, sevdiği, saydığı biri yapar sesi çıkmaz; aynı yanlışı, hoşlanmadığı biri yaparsa, kıyâmet kopar. Sonra da buna ‘Allah için buğz’ derse, dinini menfaatine âlet etmiş olur.
✽ ✽ ✽
✧ Üç şeye yemin ederim:
1- Sadakayla mal eksilmez.
2- Af edene Allah daha çok verir.
3- İsteme ve dilenme kapısını kendine açmayanlara, Allah (c.c.) fakirlik kapısını açmaz. Hadîs-i Şerîf
✧ Adam incitenden, zâlimden daha bedbaht kimse yoktur. Çünkü musibet gününde kimse ona yâr olmaz.
✧ Kinimiz büyüdükçe, kin beslediğimiz kişiden daha da küçülürüz.
✧ Kan kanla değil su ile yıkanır. Öç almanın sonu yoktur.
Bir medrese talebesi sinirlerine hakim olamamaktan, aşırı gadaplanmaktan dolayı hocasına ne yapması gerektiğini danışır. Hocası ondan bir bardak ve bir kaşık tuz getirmesini ister.
Talebe gider, bir bardak su ve bir kaşık tuz getirir. Hocası tuzu bardaktaki suya karıştırır, talebeye uzatır ve ‘İç’ der. Talebe içince de sorar;
- Tadı nasıl?
- Çok acı.
- Şimdi yanına bir kaşık daha tuz al, dışarı çıkalım.
Talebe yanına bir kaşık tuz daha alır, hocasıyla birlikte göl kenarına giderler. Hoca bir kaşık tuzu suya döker, talebeye ‘İç’ der. Talebe bir avuç göl suyu içer.
- Bunun tadı nasıl?
- Tatlı.
- İşte evladım, Allah’ın karşımıza çıkardığı musibetler, olaylar bu bir kaşık tuz mesabesindedir. Hepimize aynı miktarda verir. Ancak kimimizin gönlü bardak kadardır, hemen acılaşır. Kimimizin gönlü de göl kadar geniştir, bir kaşık kadar tuz asla tadımızı bozamaz. Sen de gönlünü imanla, sâlih amelle nurlandırıp, genişletirsen, öfkede, daralmadan kurtulabilirsin.
Necran ahalisi hıristiyanlarından bir heyet, temsilci olarak Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) huzuruna geldikleri zaman, Medine'deki yahudi bilginleri de huzura gelmişlerdi. Orada iki taraf birbirleriyle mübaheseye (tartışmaya) giriştiler, derken münakaşaya başladılar. Yahudilerden Rafi' b. Hureymile, onlara karşı ‘Siz hiçbir şey üzerinde değilsiniz!’ dedi, Hz. İsa'ya ve İncil'e küfretti. Buna karşılık Necranlılar'dan biri de yahudilere ‘asıl siz bir şey üzerinde değilsiniz!’ dedi, Hz. Musa'nın nübüvvetini inkâr edip, Tevrat'a küfretti. İşte bu olay üzerine bu âyet nâzil oldu.
Âyet, bu tartışma ve münakaşanın ferdî bir mesele olmayıp, yahudilerle hıristiyanlar arasında cereyan eden yaygın bir mesele olduğunu ortaya koydu. Onlardan her biri diğerinin dinini temelden inkâr eder. Yahudiler Hz. İsa'ya ve İncil'e asla iyi gözle bakmazlar.
Halbuki bunlar sözde kitap okuyorlar. Bilhassa Tevrat'ı ikisi de okurlar. Bazı anlayışlarda ihtilafa düşmek başka şey, ana ilkede ihtilafa düşmek ise başka bir şeydir. Kitap ise böyle bir çelişkiye engeldir. Aslında o, böyle ihtilafları kaldırmak içindir. İşte okudukları o kitap, ikisinin de sözlerinin, hakikate aykırı olduğuna şahittir.
114- Allah (c.c.)’ın mescitlerinde Allah (c.c.)’ın isminin anılmasını men edenlerden ve bunların harap olması için çalışanlardan daha zâlim kimdir? Bu kimseler o mescitlere ancak korka korka girerler. O kafirlere dünyada zillet, ahirette de en büyük azap vardır.
Müşrikler müslümanları Mescid-i Haram’dan men ediyorlardı. Bununla beraber usulü fıkıh kaidesine göre sebebin hususiliği hükmün umumiliğine mani değildir.
Allah’ın mescitlerinden, Allah’ın ismini anmayı engelleyen kimse derken ‘men’ ismi mevsulü, hem müfrede hem cemiye kullanıldığı için fertleri, cemiyetleri, milletleri içine alır.
(Yıkımı için) ‘Harabı için çalışanlar’ cümlesi de bunu teyid eder. Çünkü bir tek kişinin buna gücü yetmez.
‘ مَا كَانَ لَهُمْ اَنْ يَدْخُلُوهَا اِلَّا خَائِفٖينَ ’ cümlesindeki ‘ لَهُمْ ’ zamiriyle gelmesi o tiynette olanların camiye girmelerinin kendi lehlerine değil, oradan sevap, feyiz, sekine, ilim, irfan alamayacaklarını gösterir. Niyetleri bozuk olduğundan namaz kılsalar da kabul olmaz, aleyhlerine olur, manası taşır. Buradaki ‘ لَ ’ harf-i ceri istiare-i tebaiye, tahakkümiye yoluyla ‘Aleyhlerine’ anlamındadır.
Çünkü görünüşte boyun eğdiklerini gösteren secde halinde olsalar da niyetlerinde Din-i İslam’ın sönmesini, mescitlerin maddi veya mânevi yıkılmasını isterler. Allah’ın anılmasından korkar, ürperirler. Zikredenleri suçlu sayarlar. Ötede, beride ‘Hû’cular, vs’ lakaplar takarlar. Mescit yapılmasına karşı çıkar, mescidin işlevini, görevini unuturlar, unuttururlar.
Namazdan sonra camiler, mescitler kilitlenir. Namazdan namaza gelinir. Hatta ısıtma sistemleri bile namazdan namaza ısıtır mescitleri. Çünkü camiden, cemaatten, İslami, Kurani bilgilerden mahrum, mâneviyatsız yetişen vatan evlatları camiye ancak hırsızlık yapsın diye giriyorlar da, onun için kapılar kilitleniyor.
Allah’ın isminin gizli, aşikar Allah’ın evinde anılmasının ne zararı olabilir? İnsanların bile evlerinde isminin anılması yasak değilken, en doğal hakkı iken, nasıl olur da Allah’ın evinde O’nun ismi anılmaz?
Mescitlerin iki türlü imarı ve iki türlü yıkımı olduğunu âyeti kerime haber veriyor:
1- Mescidin yapısının yıkılması,
2- Mescidin işlevinin yıkılması. Yani mescide cemaatin hazırlanmaması, insanların dinden, imandan, mânevi duygulardan mahrum yetiştirilmesi ve mescitlerin cemaatsiz kalması. Mescidi Aksa, Ayasofya bunların en açık delili.
Aylar yıllar geçti, hala ağlarsın,
Artık yaşlarını sil Ayasofya.
O mahzun halinle yürek dağlarsın,
Fethin sembolüsün bil Ayasofya.
Biliriz yaranı derindir, derin,
Bakarsın bizlere mahzun ve serin,
Gönüllerde yine aynıdır yerin,
Olmasın yaşların sil, Ayasofya.
Cenâb-ı Hakk’ın evini yıkan, yıktıran, cemaati dağıtan, mümin ağzını tıkayan, müezzinin elini bağlayan, mescitleri tiyatroya çeviren, Allah’ın adının anılmasını engelleyen, kim olursa olsun dünyada rüsvaylığı, âhirette büyük azabı hak kazanmıştır. (Cümlede geçen lam’lar lam-ı istihkak’tır.)
Şimdi içinde korkusuzca zikir yapılan, bir mescit, bir cami gösterebilir misiniz? Âyet-i kerime bu günkü hâlimizi ne güzel tasvir ediyor. ‘Allah Allah’ sadalarıyla fethedilip adına ‘İslambol’ denilen şehrimizin adıyla birlikte kendi de bozuldu.
Her şeyin hakkı, onun layık olduğu yere konmasıdır. Zulüm bir şeyi, kendi yerinden başka yere koymaktır. Bir şey layık olduğu yerinden, ne kadar uzaklaştırılırsa, o kadar zulüm yapılmış olur ve o şey, ne kadar yüce, ne kadar kutsal ise zulüm de o ölçüde aşırı gitmiş olur. Nitekim Allah'a şirk koşmak en büyük zulümdür. Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah denilmekten menetmek ve harap olmalarına çalışmak da hem Allah’ın, hem mescitlerin, hem de insanların hakkına son derece tecavüz demektir. Bunu yapabilen zâlimler, hiçbir zulümden çekinmez, her türlü haksızlığı yapar, hepsine kapı açarlar. Mescitlere saldırmak ve onların maddeten veya manen harap olmalarına çalışmak, zulümlerin en büyüğüdür ve bunu yapanlar en zâlim kimselerdir.
Bu inkârî istifham, bu zulmün üstünde başka bir zulüm bulunmadığını beyan içindir. ‘Allah'ın mescitleri’ şeklindeki isim tamlamasından çıkan hüküm, hiçbir istisnası olmayarak bu ifadenin bütün mescitler hakkında geçerli olduğunu gösterir.
Kudüs ilk defa Buhtü-nassar tarafından feci şekilde işgal edilmiş, yakılıp yıkılmıştır. Hz. Davut'tan beri devam eden İsrail devletine son verilmiştir. Kudüs daha sonra Pers hükümdarlarından Erdişiri Behmen tarafından yeniden imar edildi. İsrailoğulları yine toplanmış ve İran'a bağımlı mahallî bir hükümet kurmuşlardı. Ancak daha sonra Yunanlılar'ın, onun arkasından da Romalılar'ın idaresi altına girmişlerdi.
Zekeriya ve Yahya Aleyhisselâm'ı işte o zamanlar şehit etmişlerdi.
Roma'da Hıristiyanlık'ı kabul ve ilan eden, aynı zamanda İstanbul'un kurucusu Kostantin'in anası Eleni, hıristiyanlarca, Hz. İsa'nın üzerinde asıldığı ve bir yere gömülüp saklandığı iddia edilen salibi (haçı) bulup çıkarmak için Kudüs'e gitmiş, söz konusu salibi bulup çıkartmıştı. Çıkarttığı o gün hıristiyanlarca ‘Salip Bayramı’ olarak kabul edildi. Eleni Kudüs'e varır varmaz, Hz. İsa'nın, güya gömülü olduğu iddia olunan kabir üzerine ‘Kıyame’ kilisesini bina ettirmiş ve Beytü'l-Makdis'in önündeki heykeli yıktırıp üzerine de şehrin çöp ve süprüntülerinin dökülmesini emretmişti.
İşte o tarihten Hz. Ömer zamanına kadar hıristiyanlar orayı mezbele (çöplük) yapmış ve öyle kullanmışlardı. Orada Allah'a duâ ve ibâdet etmek isteyenleri de engelliyorlardı. Hz. Ömer zamanında Mescid-i Aksa müslümanlar tarafından yeniden bina edilmişti.
Yahudiler de bu işlere sebebiyet vermek ve Beytü'l- Makdis'in hakkını ödememek suretiyle onu tahribe çalışanlar zümresine dâhildir. Şu halde âyetin siyakı hem yahudi, hem hıristiyan ve hem de müşriklere temas ederek, mescitlerin hürmet hakkını genelleştirmiştir. Hangi dinden olursa olsun, hatta isterse dinsiz ve putperest olsun, Allah'ın adı anılan mescitlere, mabetlere herkesin saygılı olması gerekir.
İşte o zâlimler yıkmaya çalıştıkları o mescitlere yanaşamamalı, el sürememeli, şâyet girerlerse can korkusuyla titreye titreye girebilmelidirler. Çünkü hâinler korkak olur.
Onların hakkı budur. Allahu Teâlâ bunu er geç tatbik edecektir. Nitekim Kur'ân'ın bu mucizevî haberi zuhur etmiş, Kudüs Bizanslılar'ın elinden çıkmış, müslümanların eline geçmiş, Beytü'l-Makdis yeniden imar edilip mescit haline getirilmiş, o zâlimler de oraya korka korka girebilir olmuşlardır.
Bu âyette bugünkü müslümanlar için de büyük ders vardır. Bir gün gelecek o engellemeleri, o zulümleri yaptıranlar devletlerini, güç ve kuvvetlerini yitirecek, güçsüz kalıp perişan olacaklardır.
Süddî tefsirinde bu perişanlıktan maksat, Kostantiniyye’nin yani İstanbul'un fethi olduğu zikredilmiştir. İbni Cerir, Keşşâf ve başka muteber tefsirlerde de bu görüş naklolunmuştur. Bu tefsirler İstanbul'un fethinden asırlarca önce yazıldığına ve Süddî fetihten beş-altı asır önce yaşadığına göre, bu tefsirin kaynağı Hz. Peygamber'den rivâyet edildiğinde şüpheye düşmemek gerekir.
✧ Yeryüzünde Allah'a en sevimli yerler mescidlerdir. (Hadis-i Şerif, Müslim)
✧ Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namaza devam eden, zekatı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler mamur eder. İşte bunların hidâyete muvaffak olmaları umulur. (Tevbe; 18)
✧ Kim Allah'ın rızâsını düşünerek bağırtlak kuşunun yuvası kadar bir mescid inşa ederse, Allah onun için cennette bir mislini inşa eder. Hadîs-i Şerîf
Gaflet uykusundan millet uyansın,
Hakkın boyasıyla yine boyansın,
Zâlimlere değil hakka dayansın,
O zaman düşmanlar çil Ayasofya.
Değişmez ölçüyü millet taşırdı,
Temel taşlarını küffara aşırdı,
Bir sam yeli esti yolu şaşırdı,
Karıncayı sandı fil, Ayasofya
İlk mescid, ilk muhacirlerin Kubâ mıntıkasındaki Amr b. Avfoğullarının hurma bahçesinin bulunduğu yeri düzenleyerek namaz kılmaya başladıkları yerdir. Efendimiz (s.a.v.) hicret esnasında Medine'ye varmadan bu bölgeye gelmiş, birkaç gün kalmış ve burayı biraz daha genişleterek Kubâ mescidini inşa etmiştir. Mescid'in inşasında en büyük gayreti Ammar b. Yâsir (ra) göstermiştir. Kendisi hakkında 'İslâm'da ilk mescid bina eden kimse' denilir. Allahu Teâla Tevbe Sûresi 108. âyette bu mescidi, ‘Takvâ üzerine kurulan mescid’ diyerek vasıflandırmıştır.
Medine'ye vardıktan sonra Mescid-i Nebevî inşâ edilmiştir. Bir peygamber düşünün; ashabı ile birlikte memleketinden, yurdundan, yuvasından çıkartılmış, uzun, yorucu ve meşakkatli bir yolculuktan sonra henüz kendilerini neyi beklediğini bilmedikleri yeni bir diyara geliyorlar ve ilk yaptıkları şey mescid inşâ etmek. Bu durum İslâm'da mescidin ne kadar önem arz ettiğini ifade eder.
İsteriz müminler sende cem olsun,
Haktan hakikattan her gün dem olsun,
Kuduz köpeklere varsın yem olsun,
Sana uzatılan dil Ayasofya.
Fatih’in vakfını tutarız müze,
Torunuyuz deyip çıkarız yüze,
Gün gelip bu hesap sorulur bize,
Görecek göz neden mil, Ayasofya.
Cami, insanların bir araya gelerek itikâf yaptıkları, nefsaniyet ve cismaniyetten tecerrüt ettikleri, cismaniyeti bıraktıkları, kalb ve ruhun hayatına yükseldikleri mübarek mekânın adıdır. Cami, namaz için insanları cem eden bir yer olmasının yanında, aynı zamanda pek çok meselenin halledildiği bir mekândı.
Efendimiz (s.a.v.) tebliğini sunma, meseleleri istişare etme, aldığı kararları infaz etme, bir problem karşısında çözüm üretme gibi maksatlarla sahabelerini mescitte toplardı.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in nübüvvet görevi yanında, devlet başkanlığı, hâkimlik, komutanlık gibi görevleri de vardı. Mescid-i Nebevî devletin idare merkezi idi. Elçiler orada karşılanır, bazen orada misafir edilirdi. Efendimiz (s.a.v.) Necran Hıristiyanlarını Mescid-i Nebevî’de kabul etmiş ve onlar orada günlerce kalmıştı. Onun, elçileri kabul ettiği yer, hâlen ‘Üstüvânetü’l-vüfûd’ (elçiler sütunu) olarak bilinmektedir
Ordu orada teçhiz edilip sefere gönderilir, dâvâlara orada bakılırdı. Hz. Peygamber, savaş kararlarını genellikle mescidde verip, minberde ilân ederdi; açılan deftere gönüllülerin adlarını yazdırmalarını isterdi. Orduyu donatmak üzere halkı yardıma buradan çağırırdı. Bir seriyye göndereceği zaman kumandanına mescidde tâlimat verirdi. Abdullah bin Cahş’ı Nahle’ye gönderdiğinde onu gizli bir yazılı tâlimatla Mescid-i Nebevî’den uğurlamıştır. Orduya bizzat kumanda edeceği zaman, mescidde iki rekât namaz kılar, zırhını giyerek dışarı çıkar ve kapıya getirilen atına binip seferi başlatırdı. Kumandanlar sefer dönüşünde mescidde rapor verirlerdi
Devletin hazinesi orada muhafaza edilir ve gereken yerlere oradan sarfedilirdi. Mescid-i Nebevî’ye bitişik ‘meşrebe’, ‘gurfe’ veya ‘hizâne’ adlarıyla anılan bir oda beytülmâl olarak kullanılıyordu. Buranın idaresi Bilal (ra) tarafından yürütülüyordu. Sonraki devletlerde de Beytülmâl genellikle câmiye bitişikti, hatta bazen câminin içinde yer alırdı. Hz. Ali döneminde Basra beytülmâli aynı zamanda şehrin büyük câmii durumundaydı.
Mescid aynı zamanda bir ilim merkeziydi. Hz. Peygamber (asm) Mescid-i Nebevî'deki ‘Suffe’ ile, üniversitelerin ilk temelini atmıştır. Suffe yatılı bir üniversite özelliği taşımakta idi. Suffa ehli, burada okuma yazma, ilmihâl ve özellikle hadis öğreniyorlardı. Suffa ashabının sayısı zaman zaman dört yüze kadar çıkmıştır.
Ashâb-ı Suffe, âni askerî görevler için hazır birlik özelliği de taşıyordu. Devlet başkanının oturduğu yerin hemen bitişiğinde bulunan, ticaret ve toprakla uğraşmayan, en zâhid, en heyecanlı kişilerden oluşan ashâb-ı Suffe, sevkedildikleri hedeflere hemen gider ve görevlerini lâyıkıyla îfâ ederlerdi.
Suffe'de üç sınıf insan kalırdı. Evlenmemiş bekâr delikanlılar, kendisi Medine'ye hicret etmiş ama hanımını ve çocuklarını getirmemiş muhacirler, bir de Medine'ye gelen misafirler. Hicretin dokuzuncu senesine kadar Hz. Peygamber'i ziyaret için gelen misafirler Suffe'de kalırlardı. Dokuzuncu senede Hz. Peygamber mescidin yanında bir devlet misafirhanesi yaptırdı ve gelen heyetleri burada ağırlamaya başladı.
Hz. Peygamber’in Mescid-i Nebevî’deki derslerine ‘meclisü’l-ilm’ denilmiştir ki, bu ilk asırda hadis derslerini ifade ediyordu. Bu meclislerde Hz. Peygamber’in etrafında iç içe daire şeklinde oturan dinleyici grubuna ‘halka’ denilmiştir (Buhârî) Halkalara ders vermede bazı sahâbîler de kendisine yardımcı olmuştur. Ubâde bin Sâmit bunlardan biriydi ve mescidde Kur’an-ı Kerim, okuma-yazma öğretiyordu.
Mescid-i Nebevî’de zikir, sohbet halkaları oluşur ve Hazreti Peygamber (s.a.v.) sohbet ederlerdi. Dışarıdan yeni gelen bir şahıs da hemen o halkaya dâhil olurdu. Allah Rasûlü de, herkesin kendisini rahatlıkla görebileceği bir yerde dururdu. Zaten sahabe efendilerimiz de, O’nu temaşaya, gözlerinin mimiklerine varıncaya kadar O’nu yakından takibe can atarlardı.
Allah Rasûlü, sohbete çok önem veriyordu. Bir gün bir sahabi efendimizin şartları zorlayarak o halkanın içine girmeye çalışmasını takdir etmiş; halkanın arkasında oturmanın himmetsizlik olduğunu söylemişti. Halkada yer bulamadığından dolayı ayrılıp giden birisi için;
‘O geri döndü, Allah da ondan yüz çevirdi’ ikazında bulunmuştu. (Buhari, Müslim)
Mescidler, ihtiyaç olduğunda hastahane görevi de üstlenmiştir. Hendek Gazvesinde yaralanan Sa’d bin Muâz için Mescid-i Nebevî’de bir çadır kurulmuştu.
Tutukevi, hapishane olarak da gerektiğinde mescid kullanılırdı. Savaş esirleri geçici olarak mescidde muhâfaza edilmiştir. Ancak, bununla, esirin İslâmiyet’i tanıyıp, müslüman olması amaçlanmış ve genellikle başarıya ulaşılmıştır.
Mescidler, aynı zamanda müslümanların günlük yorgunluklarını giderebilecek ve istirahat edebilecekleri yerlerdir.
Bazı sahâbîler kaylûle için mescidi kullanırdı.
Mescidler, nikâh ve düğün salonuydu. Peygamber Efendimiz, nikâhın mescidde ilân edilmesini istemiş (Tirmizî), merâsimlerin orada yapılmasını özellikle tavsiye etmiştir.
Asr-ı saâdet’te mescidlerde yemek de yenirdi. Peygamberimiz (s.a.v.), fakirlerin yemesi için mescidin direklerine hurma salkımları astırırdı.
Rasûlullah’ın (s.a.v.) Mescid-i Nebevî’de abdest aldığı rivâyet edilmiştir. Bu tatbikat, bazı câmilerin içinde şadırvan yapılarak kurumlaştırılmıştır Meselâ, Bursa Ulu Câmii, Kütahya Ulu Câmii gibi.
Mescidini, evini ve talebe yurdunu bir araya toplayan Hz. Peygamber, burayı hayatın merkezi haline getirmişti. Temeli taştan, duvarları kerpiçten, direkleri hurma gövdelerinden ve tavanı hurma dalları ile yapraklarından olan bu yapı çok büyük fonksiyonlar icra ediyordu. Damla orada derya oluyor, zerre de güneşe dönüşüyordu.
Akan bütün yaşlar Hak için aksa,
Esir mi olurdu Mescid-i Aksa?
Âyetin asıl iniş sebebi, Beyt-i Makdis'in tahribi olup, âyet Rum ve hıristiyanlar hakkındadır. Bir kısım tefsirciler, bunun müşrikler hakkında olduğunu da açıklamışlardır. En doğrusu hıristiyanların müşriklerle olan ortak özellikleri hakkındadır. Buhtu-nassar (veya Buhtunnasr) denilen hükümdar, müşrik Romalılar ve hıristiyan Bizanslılar Mescidi Aksa’yı yıkım işinde birleşmişlerdir. Arap müşrikleri de Kâbe hakkında bunlara benzemişlerdir.
Abdullah b. Abbas hazretlerinden: ‘Roma kayserlerinden Titos, Kudüs'e hücum etmiş, halkı kılıçtan geçirmiş, çocuklarını esir almış, Tevrat'ı yakmış ve Beyt-i Makdis'i tahrip etmiş, mabedin içinde domuzlar kesmişler, leşler bırakmışlar...’
115- Doğu da batı da Allah (c.c.)’ındır. Hangi tarafa yönelirseniz orası Allah (c.c.)’a ibâdet yönüdür. Şüphesiz Allah (c.c.) mağfireti geniş ve her şeyi bilicidir.
Sade doğu, batı mı? Güney, kuzey, her cihet, her varlık O’nun. (Tağlib, mecazı mürsel; cüz-kül alakası)
O mekandan münezzeh olduğundan kıblenin çevrilmesi O’ndan uzaklaşmak anlamına gelmez. O’nun Kâbe’yi kıble tayin buyurması herkesin ayrı ayrı kıbleler edinmesini engellemek için. Dünyanın merkezi Kâbe’yi kıble tayin etmesine rağmen Kâbe’nin her yönünden namaz kılınması O’nun mekandan münezzeh olduğunun açık delilidir.
Cümlede hem ‘ ل ’ harf-i ceriyle hem haberin mübtedadan önce gelmesiyle tahsis ifade ediyor:
Kıblenin değiştirilmesine itiraz eden sefihler bilsin ki bütün yönler O’nun. Bütün mülk ve tasarruf ona ait. Nasıl oluyor da O’ndan gelen hükme boyun eğmeyip fikir yürütüyorsunuz? Tasarruf ve mülkiyet hakkının mecazi de olsa ne demek olduğunu çok iyi bilirsiniz.
Mesela sizin tapulu emlakınıza biri gelip itiraz etse, siz hemen rest çeker, sen ne karışıyorsun? O benim mülküm değil mi? İstediğim gibi tasarruf ederim, demez misiniz?
Yaşanmış bir misal: Yolda bir adam bir çocuğu dövüyor. Yoldan geçen biri müdahale edip engel olmak isterken çocuk hem ağlıyor, hem de ‘O benim babam’ diye adama çıkışıyor.
Biz insanlar bu aczimiz, bu fakrımız, bu faniliğimizle kimsenin işimize burnunu sokmasını istemezken, nasıl olur da şanı yüce Allah’ın işine karışma cesaretinde bulunabiliriz?
Günümüzde tecrübesiz, bilgisiz, bir çok şeyden bîhaber gençler büyüklerine danışmıyor, sormuyor, söylediklerine itibar etmiyor. Kimsenin karışmasını istemiyor. Müdahalelere tahammül edemeyip, evlenmeden ayrı evlere taşınıyor. En azından özel oda edinip kapıyı kilitliyor. Telefonu, interneti şifreliyor. Kimseye sormadan birini getirip ‘Bununla evleneceğim’ diyor. Ya da habersiz evleniyor veya kaçıyor.
Bu ve benzeri misallerden anlıyoruz ki; her şeyin, hepimizin yaratıcısı, sahibi olan yüce Zatın hükümlerinden yüzçevirmek, arkaya atmak, itirazvari sorular sormak, mescitlerine müdahale etmek küstahca ve budalaca bir tavır.
Meşrik ve mağrip kelimeleri ‘ مَفْعَلٌ ’ kalıbından ismi zaman, ismi mekan, masdarı mimi. Yani doğular, batılar, doğma batma zamanları, doğuşlar, hepsi sırf Allah’a aittir. Onları istediği gibi tasarruf eder.
Doğu-batı derken sanki bir uçtan öbür uca, gördüğümüz görmediğimiz, bildiğimiz bilmediğimiz bütün yönler. O yönlerde olan bütün mekanlar, o mekanlarda olan canlı cansız, görünen görünmeyen, hayatta veya mematta ne varsa hepsi O’nun. Hepsi O’na muhtaç. (Halliyet-mahalliyet alakası) Geçmiş gelecek, şimdiki zaman, önceki ve sonraki zamanlar. Bu zamanlarda geçen olaylar, bütün tarih, coğrafya hep O’nun.
Yerde, gökte, denizde, deniz altında daha henüz keşfedilmemiş nice nice mekanlar ve içinde olanlar hep O’nun.
Bunlar varlık ummanından bir damla. Reva mıdır; alemlerin Rabbine itiraz edelim, isyan edelim?
Bütün yeryüzü secdegahtır.
Müslümanlarda ibâdet gayrı müslimlerde olduğu gibi şu mekana, bu mekana münhasır değildir.
Allah vasidir. (Rahmet ve kudreti, lütfu, müsaadesi geniştir.)
✽ ✽ ✽
Âyette meşrık önemine binaen mağripten önce zikredilmiş. Cenâb-ı Hakk her şeye işlevine göre değer, kıymet vermiş. Mesela sağ el sol elden daha kıymetli olduğundan ‘Sağ elle tut, sağ elle al, sağ elle ver, sağ elle ye’ diye Efendimizin (s.a.v.) hadisi vardır.
Meşrık da mağripten kıymetli ki, takdim edilmiş (öne geçmiş). Meşrik doğuş, doğu, doğma zamanı, mağrip batma. Bu, maddi sahada böyle olduğu gibi mânevi sahada da böyle. Dünyadaki ilk ev olan Kâbe doğuda, ilk peygamberden son peygambere kadar bütün peygamberler doğudan gönderilmiş. Batıdan tek bir peygamber gönderilmemiş. Ama doğudan doğan güneş bütün evreni sarmış. Yarasalar görmüyorsa güneşin suçu ne?
Cenâb-ı Hakk meşrıki takdim etmekle insanlığın meylinin doğuya olmasını istemiş. Bu konuda Hz. İbrahim duâ etmişti; ‘İnsanların kalbini onlara meylettir’ (İbrahim, 37) Güneşe doğru gidenler aydınlanır, nurlanır. Yönünü, yolunu, yörüngesini, kendini bulur. Daha önemlisi Rabbini bulur, tanır itaat eder. İki cihan saadetine erer.
Doğudan üç mânevi güneş doğmuş:
1- Kâbe-i Muazzama
2- Kur’an-ı Kerim
3- Resûl-ü Kibriyâ
Bütün bu gerçeklere rağmen maalesef meyil batıya. Efendimiz (s.a.v.) ‘Bir kimsenin hevası benim sünnetim olmadıkça gerçek müslüman olamaz’ buyurmuşken, gözler, sözler, tavizler hep batıya doğru. Afişler, reklamlar, markalar hep batıya yönelik. Türk mallarının üstünde yabancı isimler, dükkanlar, okullar, kitaplar yabancı.
Bunlar sadece bir hatırlatma. Hepimiz batıya olan aşkımızı, meylimizi çok iyi biliyoruz. Müzikten sanata, tarihten matematiğe, lisandan lisansa kadar batı hayranlığı, batı taklitçiliği. Zaten altı yüz yıllık Osmanlı imparatorluğunu yıkan da bu meyil değil mi? Tanzimatla başlayıp hala devam etmiyor mu?
Ahmet Vefik Paşa, Osmanlı'nın meşhur devlet adamlarından biriydi. Valilik, nazırlık ve Sadrazamlık yapmış bir devlet adamıydı.
Ahmet Vefik Paşa idarede bulunduğu sırada hemen boğazın Avrupa Yakasındaki Rumeli Hisarının üst tarafına Amerikalı misyonerler tarafından Robert Koleji yaptırılması için arsa tahsis etmişti.
Paşa son nefesini vermeden önce bir vasiyette bulunur ve der ki:
- Beni Eyüp Sultan Mezarlığın'na gömün ki o büyük sahabeye komşu olayım.
Sultan II. Abdulhamid bu vasiyeti duyar duymaz merhum paşanın son isteğini derhal reddeder. Ve ‘Protestanlara arsa satan adam kıyâmete dek onların çan sesini’ dinlesin diyerek arzuladığı yere değil de, sattığı kolej arsasının önüdeki Rumeli Mezarlığına defnettirir.
✽ ✽ ✽
‘İlim (kültür) müminin yitik malıdır. Nerede bulursa alsın’ buyuran Efendimiz (s.a.v.) aynı zamanda ‘Kim bir kavme benzerse ondandır’ buyurmuştur. Bu iki hadis-i şerif de asla çelişki olmayıp birbirini tamamlayıcıdır. Sanat, icat, fen hep Allah’ın ilhamı ve ihsanıdır.
Nasıl ki arıya bal yapmayı ilham etti ise (Nahl, 68) zaman zaman insanların kabiliyetine, gayretine göre de onlara ilham vererek ezelde takdir ettiği sanatı ortaya çıkarır. ‘Bütün sanatları ve sanatçısını yaratan Allah’tır.’ Hadîs-i Şerîf
O her gün yeni bir işte, yeni bir sanatta olduğunu bizzat buyuruyor. (Rahman, 29) Onun için insanların birbirinden kültür alış verişi, asrın teknik ve teknolojisinden istifade etmek caiz ve gereklidir, hatta zorunludur.
Şimdi E-5 karayolunda kağnılarla, at arabalarıyla, merkep, katır vs. ile gidebilir misin? Müsaade ederler mi? Yasak olan onların edepsizliğine, din dışı insanlık dışı hallerine uymak ya da hoş görmektir. Arının balını herkes yer, istifade eder ama kimse arı gibi olmak istemez. Batıya uymakla batıdan gelen teknolojiden istifade etmek ayrı şeydir. Üstelik bütün fenlerin temelini Peygamberler ve İslam bilginleri atmış. Onlar da onların kitaplarından istifade ettiklerini itiraf etmişler. Zaten hiçbir şey birden, bir kimseden çıkmamıştır. Bütün keşif ve icatlar tedricen ortaya çıkmış, bir ağ gibi büyümüştür.
Hani lokantada zeytini çatalla yakalamaya çalışan kimsenin elinden garson çatalı alıp bir kerede yakalayınca müşteri; Tabi, der, ben yordum, sen yakaladın!
İcatlar da böyle. Her bilge, ömrü ve ilmî araştırmaları kadar bir yere gelmiş, diğeri devam etmiş. Tıpkı karıncaların erzak taşıması gibi birisi yoruluncaya kadar taşıyor. Yorulunca başkası devreye giriyor.
Sonra bütün tabiat kanunlarını koyan, yaratan, zamanı gelince sebepler zinciriyle ortaya çıkaran Allah’tır. Kaşifler onu ortaya çıkarırlar. İcat etmezler. Tıpkı telefon kartını elle kazıyıp şifreyi bulmak gibi bir şey.
Tıp alanında derin araştırmalar yapmış olan Akşemseddin, ‘Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülmeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur’ diyerek mikrobun tarifini yapmıştır. Onun bu açıklamaları yaptığı dönem, mikropları ilk olarak tanıtan İtalyan hekim Fracastor'dan yaklaşık 100 sene öncedir.
Otomatik âletleri ilk defâ yapan Müslüman Türk âlimi (1136). Cezerî, haberleşme, kontrol, denge kurma ve ayarlama ilmi olan sibernetiğin ilk kurucusudur. Sekiz asır sonra İngiliz nöroloji profesörü Dr. Ross Ashby ancak 1951 senesinde üstün denge durumunu ortaya koymuştur.
Cezerî’nin Kitâb-ül-Hiyel adı da verilen meşhûr eserinde su saati, kadranlı su saatinin, saat-i müsteviye ve saat-i zamâniye olarak nasıl yapılacağı, çeşitli kapların yapılışı, hacamat ve abdestle ilgili ibrik ve tasların yapılması, havuzlar ve fıskiyeler, derin olmayan bir kuyudan veya akan bir nehirden suyu yükselten âletler ve muhtelif makinaların yapılışı hakkında şekiller bulunur.
Yaptığı makinalar, kendi kendine öten tavus kuşları, otomatik saatler, robot filler, ele su döken robot insanlar, Cezerî’nin ne büyük bir su mühendisi olduğunu ortaya koymaktadır.
Avrupalı papazlar, 1163 tarihinde ‘Papazlar Meclisi’nde aldıkları bir kararla, tıpla ilgili bütün okulları kapattırmışlardır. Onlara göre doktorlar birer sihirbaz ve yalancıydı. Doktorluk suçtu. İslâm dünyası ise aynı çağda dev adımlar atıyor, büyük doktorlar yetiştiriyordu. Bu doktorlardan biri de Ebu'l-Kasım Zehravi idi.
Ameliyatlarda kullandığı aletleri kendisine has bir metodla mikroplardan temizledikten sonra kullanıyordu. Günümüzde yapılan araştırmalar, bu işte kullandığı ‘Safra’ isimli maddenin bakterileri imha edici özelliğe sahip olduğunu ispatlamıştır. Böbrek taşlarının nasıl çıkarılacağını ilk defa o tesbit etti. Ve bu ameliyatı ilk defa o gerçekleştirdi. Yaptığı ameliyat, çağımızın en ileri gelen operatörlerinin yaptıkları ameliyatla aynı idi. Bulduğu ameliyat yöntemleri ve 200 civarında alet hâlâ kullanılmaktadır.
Câbir bin Hayyân, maddelerin atomik yapısını tespit ederek, atom hakkında, ancak asırlar sonra anlaşılabilecek şu sözleri söylemiştir: ‘Maddenin en küçük parçası olan ‘el-cüz'ü la yetecezza’da yoğun bir enerji vardır. Yunan bilginlerinin söylediği gibi bunun parçalanamayacağı söylenemez.
Atom parçalanabilir. Parçalanınca da öyle büyük bir güç oluşur ki bir anda Bağdat'ın altını üstüne getirebilir. Bu, Allahü Teâlâ’nın kudret nişanıdır.’
Yani Hayyan, Dalton ve Hahn'dan yüzyıllar önce bu buluşları gerçekleştirmiştir.
Kitab al-Kimya adlı eseri, Simya ve Kimya kelimelerinin kökeni olmuştur
Âyetin sonu konuyu özetliyor. İnkarcı, şüpheci ilgisizlere işaret için ‘ اِنَّ ’ tekit harfiyle başlayıp ‘Muhakkak Allah vasi (rahmeti, ilmi, ihsanı geniş) her şeyi bilendir’ buyrulmuş.
‘Alîm - عَلٖيمٌ ’ sigası cihetinden beş ayrı manaya geldiğinden; bilen, bildiren anlamı, âlimlere, kâşiflere işaret etmektedir.
‘Nereye dönerseniz orası Allah’ın cihetidir’ cümlesinde ‘vechu’ müteşabihtir. Asıl manasını ancak Allah bilir. Derin âlimlere yorum izni verildiğinden âlimler asırlar boyu farklı yorumlar yapmışlardır. Onlardan istifade ederek bir nebze de olsa anlamaya çalışalım:
Vecih lugatte ‘yön, karşı, mevki, şekil, normal yol, doğruluk, yüz’ anlamına gelir. Bu Cenâb-ı Hakk için mecazdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk muhalefetün lil havadis’tir (yarattıklarından hiçbir şeye benzemez). Sanatkar sanatına benzer diye bir kaide yok. Nitekim saati Hz. Yusuf icad etmiş. Peki saat hiç Hz. Yusuf ’a benziyor mu? İlk elbiseyi Hz. İdris icat etmiş, hiç aralarında benzerlik var mı?
Bu benzetmeler biz zayıf akıl, mahdut ilim sahibi olduğumuzdan aklımız alsın, anlasın diye yapılmıştır. Yani bizim anladığımız dilden konuşulmuş. Bizim küçük çocuğa ‘atta gidiyoruz’ veya kediye; ‘pisi pisi’ dememiz gibi bir şey.
Biz bu benzetmeleri ilmî formüllere vurarak anlamaya çalışırız. Şöyle ki;
Benzetme yapmaya teşbih, mecaz, istiare denir. Benzetilene müşebbehi bih, benzeyene müşebbeh, ‘gibi’ kelimesi edat-ı teşbih, ortak yana da vech-i şebe denir. Bu ve benzeri formüller kapalı olanı açmaya, bizce zor olanı kolaylaştırmaya yarar. ‘Onun için biz misalleri anlatıyoruz, bunu ancak âlimler anlar’ (Ankebut, 43) buyurularak misalleri anlamak için beyan ilmini tahsil etmemiz gerektiğine işaret ediliyor.
Cenâb-ı Hakk ‘nereye dönerseniz orası benim huzurumdur. Ben her yerde hazır nazırım, mekandan münezzehim’ yerine vecih kelimesini (ismi müstear) seçmiş ve bizim izanımıza sunmuş. Şimdi ortak yanı düşünüyoruz ve şunları anlıyoruz; ve bunlar asla bizim anlayışımız, kavrayışımızla sınırlı değildir. Sadece deryadan bir katre:
Biz birisine gittiğimizde kapıyı çaldığımız zaman o şahsı karşımızda görmek, yüz yüze olmak isteriz. Aracıların, mabeyncilerin olmasını istemeyiz. Halbuki günümüzde bir başbakanın huzuruna çıkmak isteyen bir vatandaş bir çok aracılardan geçerek en az üç ayda huzura çıkabilir.
Buna göre Cenâb-ı Hakk kullarına adeta şöyle diyor:
‘Siz kıbleye yönelip Allahu ekber dediğinizde ben bütün perdeleri kaldırırım. Sizinle benim aramda nefsinizin kesif perdelerinden başka birşey kalmaz. Arada mabeynci, aracı bırakmam. Her ne zaman buluşmak isterseniz, namaz kılın, konuşmak isterseniz Kur’an okuyun.’
Bir mümin Hızır’ı (a.s.) merak edip onu görmeyi, onunla konuşmayı yana yakıla ister. Bir gün Hızır (a.s.) karşısına çıkar ve şu ikazı yapar:
- Sen neden Hızır’la kavuşmayı bu kadar arzularsın? Hızır Allah’ın aciz bir kulu. Onunla konuşmak yerine bir cüz Kuran okuyup Rabbinle konuşsan ya!
Hani dilimizde yüz vermek tabiri var ya, yani önemsemek, benimsemek, içtenlikle davranmak, reddetmemek, nazını çekmek, katlanmak, affetmek manalarında. Bir de yüz yüze şifahen görüşmek, görüşmenin en üst düzeyi. İşte namaz da böyle bir makamdır. Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmamızı sağlar.
Nitekim Efendimiz ‘ الصَّلَاةُ قِرْبَانُ كُلِّ تَقِيٍّ / Namaz her müttakiyi Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırıcıdır’ buyurmuştur.
Âyette zahir manayla beraber kıbleye yönelmekte asıl maksadın kalple, ruhla ve hayatın gidişatıyla Hakk’a yönelmek olduğunu anlıyoruz.
Namaz kılmak için, mutlaka bir mescitte bulunmak zaruri değildir. Açık olan şu ki, yeryüzünün her tarafında, hatta zaruret halinde her yana, her cihete namaz kılınabilir ve Allah'ın rızâsına erilebilir, Allah hem vâsî'dir, hem de alîmdir. Vâsî'dir, rahmet ve kudreti geniş ve her şeyi kuşatmıştır, kullarına da müsaade edicidir. Sınırlamayı ve sıkıştırmayı sevmez.
Allah âlîmdir, her şeyi tamamıyla ve hakkıyla bilir. Kendisine yapılan ibâdet ve duâdan haberdar olur. Nerede yapılırsa yapılsın, ona âgâh olur. Peygamberlere bir kıble emretmesi darlıktan değil, kullarını korumak ve onları tevhid sırrıyla terbiye etmek içindir. Allah vâsî' ve alîm olduğu için daha önce emrettiği bir kıbleyi değiştirerek, ona benzer ve hatta ondan daha hayırlı bir başka kıbleye tahvil edebilir.
Bu âyette ibâdet için, özellikle namaz için büyük bir genişlik öngörülmüş ve kıblenin değişmesi işine de güzel bir mukaddime (başlangıç) yapılmış, âdeta kıblenin değişmesi gerektiğine işaret edilmiştir. Önceki ümmetler kendi mescit ve mabetlerinden başka bir yerde namaz kılamazlarken, müslüman ümmete yeryüzünün her yanı mescit ve namazgâh yapılmıştır. Yahudilere de yasaklandıkları Beytü'l-Makdis'den daha eski olan Kâ'be'ye yönelmeleri için hissiyatlarını okşayacak şekilde güzel bir öğüt verilmiştir.
Hanefî uleması şöyle der: ‘Kim kıbleyi şaşırırsa araştırır ve namazını kılar. Yanlış istikamete kıldığı anlaşılırsa namazı iâde etmez, çünkü kendisine vâcib olan ‘kıbleyi araştırma’ işini yerine getirmiştir.
Şâfiî merhum ise, bu durumda: ‘Namazını, vakti içinde veya bilâhare iade eder, çünkü kıbleye yönelmek kesin bir vecibedir’ buyurur.
Taşıt içinde namaz vakti geçme ihtimali varsa taşıt durdurulmaya çalışmalı, mümkün değilse kıbleye niyet ederek kılınmalıdır. Esasen taşıt üzerinde kıble belli değilse farz namaz kılınmaz. Ancak nafile namaz kılınabilir.
Bütün sıfatları sonsuz ve sınırsız olan. Geniş rahmetiyle bütün varlıkları kuşatan. Sınırsız ilmi, olmuş ve olacak her şeyi içine alan.
el-Vasi ismi şerifi Kur’anı Kerim’de 9 defa geçmektedir. Bunlardan yedi tanesinde ‘Allah Vasidir, Alîmdir’ şeklinde gelerek Allah’ın sonsuz ilminin genişliğine işaret edilmiştir. Bir kere ‘Vâsian Hakîma’ şeklinde gelmek suretiyle Allah’ın hikmetinin şümulüne ve sonsuzluğuna işaret edilmiştir.
Bir defa da ‘ إِنَّ رَبَّكَ وَاسِعُ الْمَغْفِرَةِ / Senin Rabbin, mağfireti/bağışlaması bol-geniş olandır’ şeklinde kullanılmış ve genişliğin haşa Allah’ın zat-ı akdesine değil, onun sıfatlarına ait bir özellik olduğuna işaret edilmiştir.
‘Vasi’ kelimesi zahirine hamledilemez. Allah’ın kudret ve mülkünün genişliği, O’nu nasıl râzı edeceklerini kullarına beyan etmesiyle lütfunun genişliği manasına gelir.
Bu ismin Cenab-ı Hakk hakkında ifade ettiği anlamlar:
1- Allah Teâlâ genişletir, O’ndan başkası genişletemez.
2- Allah Teâlâ rahmeti, mağfireti, kudreti, hikmeti, ilmi geniş olandır.
3- O’nun sıfatları, isimleri sınırsızdır, bir sınır belirlemek, sınırlı olduğunu düşünmek mümkün değildir.
Rasûlullah’ın (s.a.v.) bu isimden nasibi:
✦ Efendimizin (s.a.v.) Cenab-ı Hakk’ın sınırsız rahmet ve mağfiretine güveni tamdı,
✧ Rızık endişesi taşımazdı,
✦ Düşman korkusu bilmezdi,
✧ Yarın kaygısı bulunmazdı,
✦ Ümitvardı, asla yeise düşmezdi.
✧ İnsanların, Allah’ın rahmetini daraltmalarını istemezdi.
✦ İlâhî rahmet ve mağfiretin insanların işlediği günahlardan daha geniş olduğunu, rahmetin her şeyi kuşattığını anlatır, insanları ümitsizlikten kurtarmaya, lâyıkı şekilde kulluk etmeye çağırırdı.
Kulun bu isimden nasibi:
1- Allah Teâlâ’nın sınırsız rahmet, mağfiret, af… gibi sıfatlarının yanında sınırlı ibâdetlerimize güvenmemek,
2- O’nun sınırsız sıfatları yanında işlediğimiz kusurlardan dolayı ümitsizliğe düşmemek,
3- İstenilen her genişliği, O’ndan istemek, asla başkasından istememek,
4- Sınırsız olan sıfatlarını, isimlerini sınırlı gösterecek fiil ve sözlerden uzak durmak,
5- Cenab-ı Hakk’ın vâsî ismiyle tecelli edeceği, muamele edeceği insan olma liyâkatı için çaba sarfetmek.
Yüce Mevlâ bazı kullarına bol bol geniş servet vermiştir ki, bu durumda bu ismin rolü büyüktür.
Yüce Mevlâ bazı kullarına da ilim yolu ile tecelli etmiş olup onları geniş bilgi sahibi kılmış, ilim yolunda çalışanlara dilediği kadar ihsan ederek idrakini, ilmini genişletmiştir.
Bazı kullar vardır, pek çok zorluklarla karşılaşırlar, haksızlıklara maruz kalırlar fakat onların sadırları geniş olup vuku bulan onca zorlukları, olumsuzlukları, gam, tasa veren olayları sineye çekerler de hazmederler. Mârifetullah ilmine karşı sadırları ummanlar gibi olup ne kadar ibâdet, taat etseler de asla doymak, yorulmak nedir bilmezler, usanmak, sıkılmak gibi haller onların semtine uğramaz. Gönül âlemleri ummanlar gibidir. İşte bunlar, ‘el-Vasi’ isminin tecellisine mazhar olmuş melek huylu kullardır.
Sırları
‘Yâ Vasi’ ism-i şerifini her gün 137 defa okuyan kimsenin kalbinden kin, haset ve diğer zararlı fikirler uzaklaşır, gönlüne ferahlık gelir, rızkı artar.
El-Vâsi' ism-i şerîfini söyleyen, fakirlik sıkıntısına düşmez. Bu isme devam edenin her duâsı kabul olur üzerinden gam, keder, kasavet kalkar, huzurlu ve mutlu olur.
Bu ismi zikredenin ömrü uzun ve afiyette olur, her türlü zor işinde Allah’ın yardımını görür. Sağlam bir niyetle zikre devam ederse bazı sırlar bu kula açılır ve üzerinde mânevi perdeler Allah’ın izniyle kalkar. Yûsuf Nebhânî
Mahlûkatın icadı ve yaratılışındaki kolaylık sonsuz bir ilme işaret eder. Çünkü bir işte kolaylık, ilmin derecesi ve mahareti ile orantılıdır. Ne kadar fazla bilse, o derece kolay yapar. Mevcudatın icadına bakıyoruz: Hayret verici bir kolaylıkla, külfetsiz, kısa bir zamanda, noksansız, birbirine karıştırmadan fakat mucizevî bir surette icad ediliyor. Demek hadsiz bir ilim sahibi var ki, nihâyetsiz kolaylıkla bu icatlar yapılıyor.
Mesela saniyede 4 insan ve günde yaklaşık 350.000 insan yaratılıyor. Her birine göz, kulak, dil gibi onlarca cihaz takılıyor. Ve insanın yaratıldığı o saniyede mikroplardan, bakterilerden, karıncalardan, sineklerden, böceklerden tutun kuşlara, balıklara ve diğer canlılara kadar hadsiz fertler, aynı o saniyede yaratılıyor. Hâlbuki çabuk olan, ani bir surette yaratılan ve basit bir maddeden oluşan şeyler, gâyet basit, şekilsiz ve sanatsız olması lazım gelirken, bakıyoruz ki, yaratılan her şey güzel bir sanatla, nakışlarla süslenmiş bir tarzda ve mükemmel bir şekilde yaratılıyor. İşte bu yaratılış, Allah’ın ‘Âlim’ isminin kemalini bizlere gösteriyor.
✽ ✽ ✽
Hatem-i Esam’a sorarlar: Siz namazı nasıl kılarsınız?
O şöyle cevap verir: Namaz saati yaklaşınca abdestimi alırım, namaz kılacağım yere gider oturur ve bir süre tefekkür ederim. Sonra namaz kılmak için ayağa kalkarım. Kâbe’yi iki kaşımın arasına, Sırat köprüsünü ayağımın altına, Cenneti sağıma, Cehennemi soluma aldığımı düşünürüm. Azrail’in tam tepemde olduğunu kabul ederek ümit ve korku duygularıyla Allah’ın huzuruna dururum. ‘Allahu Ekber’ diyerek tekbir alırım. Ağır ağır Kur’ân-ı Kerim okur anlamını da düşünürüm. Tevâzu ile rükû eder, huşû ile secdeye kapanırım. Namazın sonunda sağ ayağımı dik tutar sol ayağımın üstüne otururum. Böylece namazımı ihlâs (içtenlik) ve samimiyetle kılmaya çalışırım.
1- Âmir İbnu Rebî'a (r.a.) anlatıyor: ‘Biz karanlık bir gecede Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte bir seferde idik. Kıble istikametini bilemedik. Herkes kendi istikametine yönelerek namazını kıldı. Sabah olunca durumu Resûlullah (s.a.v.)'a açtık. Namazı iade edip etmeyeceğimizi sorduk. Bu âyet nâzil oldu. Biz de namazı iade etmedik. İbni Abbas
2- Âyet kıblenin tahvili hakkında dedikodu yapan yahudilere karşı nâzil olmuştur. Bu itibara göre Bakara 144, 149, 150. âyetleri ile bu âyetin hükmü nesholunmuştur.
3- Efendimiz (s.a.v.) hayvanı üzerinde Mekke’den Medine’ye doğru namaz kılıyordu. Bunun üzerine nâzil oldu.
116- Yahudi ve Hıristiyan müşrikler: ‘Allah (c.c.) çocuk edindi’ dediler. Allah (c.c.) o zâlimlerin bu sözünden münezzehtir. Doğrusu göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur, hepsi O’nun emrine boyun eğmiştir.
Cenâb-ı Hakk kullarına tevhidi öğretmek üzere tevhidden sapmış olanların serüvenlerini hatırlatıyor, onları kınıyor. Onların yanlış fikirlerine, bozuk itikatlarına, yamuk gidişatlarına hikmetiyle cevap verip çözüm üretiyor.
Öncekilerin akılsızca, sorumsuzca ortaya attıkları sapık inançların altını çiziyor. Ta ki gelecek nesil onları körü körüne taklit etmesin. Olayları kısa, net fakat açılımlı ifadelerle sadece göze kulağa değil, akıllara arz ediyor. Düşünülmesini, fikir alınmasını istiyor.
Âyette ‘Dediler ki; Allah çocuk edindi’ cümlesi, bizi alıp ta iki bin yıl öncesine götürüyor. Hz. İsa peygamber olarak gönderildiği zaman Roma düyanın en büyük imparatorluğu idi. Neredeyse tüm dünyaya hakim durumundaydı. İmranoğullarından bir peygamber geleceği dalga dalga yayılıyordu. Otoritesinin sarsılmasından korkan imparator kendine tedbirler alıyordu. Nihâyet Hz. İsa zuhur edince gizli iman eden çok sevdiği karısını önce hapsettirip işkence yaptırmış, sonra da halkın önünde öldürmüştü.
Halkı bu konuda çok sıkı denetliyor, gelen bu ilâhi dinin (Hıristiyanlığın) yayılmasını istemiyordu. Hz. İsa’yı çarmıha germeye karar verdiler. Cenâb-ı Hakk içlerinden birisini Hz. İsa’ya benzetip Hz. İsa’yı gökyüzüne kaldırdı. Daha sonra Yasin Suresi’nde geçtiği gibi, Hz. İsa’nın havarilerini, elçilerini de öldürdüler. Yine de halkın dine meylini bütünüyle engelleyemiyorlardı.
‘Pavlos’ isimli bir nasipsiz İncil’i tahrif etme cüretinde bulundu. Hz. İsa’yı ‘Allah’ın oğlu’ diye tanıttı. Dini tahrif edip din adına saçma sapan ağza alınmayacak yakıştırmalarda bulundu. Sonra gelenler de bu menfur eylemi devam ettirdiler. (Âyeti bu olaylarla düşünürsek vasıtalı kinaye, tağlib, cüz kül alakası var. )
Cenâb-ı Hakk ‘ سُبْحَانَهُ (itiraziye) cümlesiyle bu bozuk zihniyeti reddediyor.
Yerin göğün mülkü saltanatı yed-i kudretinde olan, güç ve hakimiyet sahibi zat hiç çocuğa, aileye muhtaç olur mu? Çocuk biz acizler için bir nimet, bir ziynet, bir lütf-u Rahmâni. Çünkü biz faniyiz, ölür gideriz. İsmimiz, cismimiz unutulur. Arkamızdan okuyanımız, duâ edenimiz olsun isteriz de çocuk bunun için nimettir. Ya da yaşlanınca yardıma, korunmaya, sığınmaya muhtaç oluruz da çocuklarımız hayırlı olursa bize yardımcı olurlar.
Bir de hırsla toplayıp yığdığımız malları yanımızda götüremeyeceğimizden ‘Hiç değilse çocuğuma kalsın’ deriz.
Ya da beka hırsımızdan ‘Ocağımı tüttürsün, adımı unutturmasın’ diye düşünür, çocuk isteriz. Bunun için de evlenmemiz zaruridir. Bütün bunlardan müberra olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, daima diri, daima güçlü ve bütün mülkün sahibi için çocuk edinmek şanına asla yakışmaz. Hem de herşey ona kayıtsız şartsız, isteyerek istemeyerek boyun eğmişken...
Efendimiz (s.a.v.) ‘Çocuk cimrilik, korkaklık ve câhillik sebebidir’ buyurur. Cenâb-ı Hakk’ı bu acz vasıflarından tenzih ederiz.
Eski din ve şeriatlerin mensupları, Allahu Teâlâ'ya yaratılışta ilk sebep olması dolayısıyla ‘Baba’ adını verirlerdi. Hatta kendi babalarına ‘küçük baba’, Allah'a da ‘büyük baba’ derlerdi, fakat ‘O'nun evladı var’ demezlerdi. Sonradan bazı câhiller bundan maksadın, doğurmak ve evlat sahibi olmak demek olduğunu zannederek, ‘babanın evladı olur, öyleyse oğlu var, kızı var’ demeye başladılar. Bu ise Allah'ı bilmemek ve O'na şirk koşmaktır. Çünkü evlatta, ne de olsa babaya benzerlik vardır.
‘ الْوَلَدُ جُزْءُ أَبِيهِ / Evlad, babanın bir parçasıdır’ sözü boşuna söylenmemiştir. Bundan dolayıdır ki, önceleri Hz. İsa'ya ‘Allah'ın oğlu’ diyen hıristiyanlar, daha sonra ona ‘Allah’ da dediler. Bu âyet de işte onların dediklerinin yanlış olduğunu ispat etti.
İslâm'da Allah'a baba demek küfür sayılmıştır. Böyle bir mânâ için böyle bir deyim, mârifetullah (Allah'ı bilme) konusunda cehâlete ve ilkelliğe yol açacak gâyet zararlı, gâyet art niyetli olduğu için derhal yasaklanmıştır.
Yahudilerle hıristiyanların müşriklere katıldıkları noktalardan biri, işte bu oğul meselesidir.
Bu tabirin aslı سَبَّحَ - سُبْحَانَهُ 'dur. Tenzih manasındadır. Fiilin kökü سَبَحَ 'dır. Yüzmek, hızlı hareket etmek anlamındadır. Tesbih, Yüce Allah’ı tenzih etmektir. Asıl anlamı Yüce Allah’a ibâdet etmek konusunda hızlı hareket etmektir. Tesbih, ister söz, ister fiil, ister niyet olsun bütün ibâdet şekillerini kapsar.
‘Sübhan’ kavramı, ‘Allah’ın kendisi için kullanılmasından hoşnut olduğu ve O’nun kendisi için tavsiye ettiği sözler, sıfatlar ve güzel isimler’ anlamını taşımaktadır.
Sübhan, Allah’ı kullara ait kusurlu sıfatlardan uzak tutma yönüyle insanı, insanî sınırlarıyla karşılaştıran bir kavramdır. ‘Sübhan’ insanı ilâhi isim ve sıfatlarla bütünleştirerek Hak’la ittisale vesile olan bir kavramdır.
Bu âyet-i kerime, Yahudilerin ‘Üzeyr Allah’ın oğludur’, Hıristiyanların ‘İsa (a.s.) Allah’ın oğludur’, müşrik Arapların ‘Melekler Allah’ın kızlarıdır’ demeleri üzerine nâzil oldu.
Hâşâ, Allah sübhandır. O, böyle benzetme, böyle bir ihtiyaç ve böyle fânilik şaibelerinden uzaktır. Aksine göklerde ve yerde ne varsa, yukarılarda ve aşağıda neler bulunuyorsa hepsi O'nundur.
117- O göklerin ve yerin örneksiz (benzersiz) yaratıcısıdır. Bir işin olmasını istediği zaman ona yalnız ‘Ol’ der, o da oluverir.
Cenâb-ı Hakk’ın yaratma ‘ خَلْق / yaratma’ sıfatı, kulların sanatlarına asla benzemez. İnsanlar bir şey yapacakları zaman, zamana, mekana, malzemeye, hammaddeye, kuvvete, yardıma, örneğe, kalıba ve daha bir çok şeye ihtiyaçları vardır. O da ya olur, ya olmaz. İşçiliğine, malzemesine göre kalite düşebilir.
Oysa Yüce Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman ‘Ol’ der, hemen olur. Bir sanat icra ederken örneğe, zamana, mekana, hammaddeye ve hiçbir şeye ihtiyaç duymadan eşsiz, benzersiz ve en güzel bir şekilde ortaya koyar. Zerreden küreye her şey O’nun muhteşem eseridir.
Âyette tağlib yoluyla yer-gök zikredilip, bütün mükevvenat kastedilmiş. (Cüz-kül alakası, mecazı mürsel)
Yaratma fiilinin patent hakkını kimseye vermemiş. Hiç kimse bir zerre veya bir çekirdek zarı veya bir tüy ya da daha küçük birşey yaratamaz. Çünkü herşeyin hammaddesi ve ilmi onun elindedir. ‘Her şeyin melekûtü yed-i kudretinde olan Allah yüceler yücesidir.’ (Yasin, 83) ‘Hiç yaratan bilmez mi?’ (Mülk, 14)
Bedi; benzersiz olan, hayret verici güzel,
O kendiyle kendidir, kendi zatına özel.
Mübdi; ilki olmayan, örneksiz yaratandır,
Ve onların tümünü, sararak kuşatandır.
İbda; bir şeyi, maddesiz ve bir zamanla mukayyet olmaksızın aniden, defâaten, yaratmaktır.
el-Bedî’, bütün varlıkları, eşi ve örneği olmaksızın, sanatkârane bir şekilde yaratan, misilsiz, hayret verici âlemler icat eden, hiçbir benzeri olmayan şeyler ortaya koyan demektir. Kur’an-ı Kerim’de iki defa geçer. (Bakara, 117, Enam, 101)
Bedi’ ismi, Allah’ın zâtında ve sıfatlarında misilsiz ve benzersiz olduğunu ifade eder ve ‘Muhalefetü’n-lil-havadis’ sıfatına dayanır. Yani hiçbir varlık, hiçbir cihetle O’na benzemez ve O, bütün bunlara muhaliftir.
Zâtı bütün zâtlara muhalif olduğu gibi, sıfatları da mahlukatın sıfatlarına muhaliftir.
‘Muhalif ’ kelimesi, ‘benzemez’ kelimesinden farklıdır. Mahlukat âleminden bir misal vermek gerekirse, ‘insanın kolu, ayağına benzemez,’ deriz, ama bu kolun; ruha ‘benzemediğinden’ değil, ‘muhalif olduğundan’ söz ederiz. Yani, kol ayrı bir mahiyettir, ruh ise ona muhalif apayrı bir mahiyettir.
Allah hem zâtı, hem sıfatları hem fiilleri ve icraatı bakımından bütün mahlukata muhalif olmakla misilsiz bir Bedi’dir.
Bedî, mübdî, ma'nâsınadır. Mübdi’, ibda' eden, yâni örneği bulunmayan bir şey icâd eden demektir. Bedî ile mübdi' arasındaki fark; bir şey ihtira edene mübdî, denilebilir; amma bedî’ denmez. Bedî’ hiç birinin de örneği ve misâli yokken, sayısız şeyler îcâd ve ihtira eden, düşünmeğe, araştırmağa muhtaç olmadan, kolaylıkla ve dâima misilsiz şeyler yaratmak, îcâd etmek âdeti ve kadîm sıfatı bulunan zât demektir ki, bu ma'nâca Bedî’ ancak Allahu Teâlâ Hazretleridir.
Zatının ortağı yok, sıfatların emsali,
Birbirine benzemez, fiillerin her hali.
Kıyas bile edilmez, misli bile olmayan,
Hiçbir şeye hiçbir an, hiç ihtiyaç duymayan.
Kula Düşen
Bedi'e iman edenler olarak sanata saygı göstererek sanatkarına şükrederken kendi işlerimizin güzel, sağlam ve faydalı olmasına dikkat etmeliyiz.
El- Bedi’ ismi, Allah’a (c.c.) her şeyin yaratıcısı olarak büyük bir hayranlığı ve O’nun güzel isimlerini yüceltmeyi gerekli kılar.
Her nasıl ve nereden bakılırsa bakılsın,
Âlemler yaratılmış, hayretlerle şaşılsın.
Hem de başka bir yerden, hiç malzeme almadan,
Daha önce benzer, örnekleri olmadan.
Sırları
el-Bedi ismini her gün (86) defa okuyan kimse kısa zamanda ummadığı ve beklemediği yerlerden yardım alır. Çeşitli nimetlere kavuşur ve zengin olur.
Bu ismin zikrine devam eden kimseler, şeref ve itibar sahibi olur, yüksek makam ve mevkilere kavuşurlar.
Zor bir işle karşılaşan birisi ‘Yâ Bedi’ ismini ‘Yâ bedîü's- semâvati ve'l-arz’ şeklinde okusa Allahü Teâlâ onun o zor işini halleder.
Bu ismi yazıp bir malın arasına konulursa o mal hep yeni kalır. Hiç eksimez.
✽ ✽ ✽
Esma-i Hüsna ile nasıl tedavi yapıldığına dair Dr. İbrahim Kerim anlatıyor:
Esma-i Hüsnanın tüm hastalıklara şifa olduğunu keşfettim. Tedavi şekli ise şöyledir: Ağrıyan yere elini koyarak Esma-i Hüsnayı okumaya devam etmek... Omurga hastalığı için de el Bedi ismi tavsiye edilmektedir.
Dünyaca ünlü saat firması bütün mamullerinden değişik olan tek bir adet saat yapmış ve; ‘bu kol saatini taktığınızda, onun dünyada tek ve sadece size ait olduğunu bilmeniz, mutluluk kaynağınız olacaktır’ şeklinde bir reklam vermişti.
Reklam yazısının altındaki 100 milyarlık fiyat da bunun herhalde önemli bir farklılık olduğunu gösteriyordu.
Acaba sizler de, şu anda sadece size ait olan bir şeyi görmek istemez misiniz?
‘Evet’ diyorsanız, elinizi kaldırıp parmaklarınıza bakmanız yeterlidir. Çünkü parmak uçlarınıza nakşedilen desenlerin bir benzeri başka hiç bir canlıda mevcut değildir. Her insanın farklı simalarda olmasının yanı sıra, parmak uçlarındaki desenlerin de birbirine benzememesi, Adem Aleyhisselam zamanından bu yana yaratılan milyarlarca insanın, simasını ve parmak izlerini ilminde muhafaza eden bir zatın varlığına delildir.
118- Câhiller: ‘Allah (c.c.) bizimle konuşsaydı, senin hak peygamber olduğuna dair bir alamet getirseydi ya’ dediler. Bunlardan önce Yahudi ve hırsitiyanlar; tıpkı onların dedikleri gibi demişti. Küfür ve inatta sahipleri birbirine benzemiştir. Muhakkak biz, hakikati anlayan kavme âyetlerimizi apaçık gösterdik.
Cenâb-ı Hakk yerleri, gökleri benzersiz güzellikte yarattı. İnsandan başka hiçbir varlık O’na asi olmaz, karşı gelmez, itaatta kusur etmezken her devirde insanoğlu O’na asi olmuş, yüz çevirmiş. ‘İnsan her şeyden daha çok mücadele edicidir.’ (Kehf, 54)
Deliller, mucizeler istemiş, gelen peygamberlere itaat etmemiş, asi olmuş. Karşı çıkmış, yalanlamış, alay etmiş. Hatta bir çoğunu öldürmüş. Allah’a kulluk yapacak diye bütün kainat ona musahhar kılınmasına, bütün imkanların eline verilmesine rağmen o; varlıkların en kavgacısı, en nankörü olmuş.
Hayvanların her biri bir kötü vasıf, bir kötü huy taşırken o bütün ahlâk-ı rezileyi bünyesinde cem etmiş. Kainatın efendiliğini Rabbine kul olmakta sarf edeceğine, kendini kainatın Rabbi sanmış, ya da ortağı.
Kainatın gerçek sahibi, bütün alemlerin Rabbine karşı gelip ‘Allah bizimle konuşsa ya da âyet getirse’ gibi nice dengesiz, düşüncesiz, kibirli sözler etmiş. Hala etmekteler. ‘Ben görmediğime inanmam’ diyen nice kendini bilmez, sınır tanımaz inkarcılarla hergün karşı karşıya gelmiyor muyuz?
Bu densizlere sormak gerekir:
- Senin aklın var mı?
- Var.
- Hani? Göster varsa. Canın var mı?
- Var.
- Hani? Göstersene canını. O halde yok demeliyiz. Aklı olmayan deli, canı olmayan ölü değil mi?
Aynı zamanda söyledikleri bu sözle kinaye yoluyla kendilerinin de peygamber olmalarını, kendilerine vahiy olunmasını, mucize göstermelerini istiyorlar. Oysa Allahu Teâlâ peygamberliği seçtiği, istediği kimseye verdiğini bizzat bildiriyor. Ve Efendimizin (s.a.v.) son peygamber (Ahzab, 40) olduğunu, ondan sonra peygamber gelmeyeceğini kesin olarak bildirmişken bu iddianın ne kadar yersiz, küstahça bir iddia olduğu meydanda.
Siz bir okuldasınız, öğretmen sizi eğitip, öğretecek. Onu reddedip bir de ‘Ben öğretmenim’ diye bir iddiada bulunmak gibi abes ve delice bir tutum.
‘Öncekiler de böyle söyledi. Kalpleri birbirine benziyor.’ Çünkü öncekilerin de sonrakilerin de hocaları aynı: Nefs-i emmare ve şeytanı aleyhilla'ne. Uygulayıp deneyip kendilerince netice aldıkları fasit burhanlarını yeni kurbanlarına da aynen uygulamaktalar. Panzehir almadıkça zehir aynı zehir. Zehri uygulayanlar asırların tecrübesiyle işlerinde pek mahir. Tıpkı gençliği aldatıp, alıştırarak bağımlı yapan insan şeytanları, uyuşturucu tüccarları ve benzerleri gibi. Cenâb-ı Hakk’ın hükmüne inanmamakla başlayan acı serüven, perişanlık, rüsvaylıkla sonuçlanıyor.
İman, İslam sarayının cümle kapısıdır. Oradan geçmedikçe has odaya girilemez. Önce icmali sonra tafsili. Sırasıyla ilmel yakin, aynel yakin, hakkal yakin gonca gonca açılır.
İnanan insan akli nakli deliller, mucizeler, burhanlar, sadık rüyalar, faydalı ilimlerle ilmel yakin mertebesine yükselir. Sonra deliller ve tevfiki ilâhi sayesinde nefs-i emmare, nefs-i levvameden temizlenir. Kalp kapısı üzerine gerilmiş nefis perdesi aşılıp geçilince görüntü başlar, kalp ekranı yayına geçer, aynel yakin hasıl olur. Sonra nefs-i mülhimeden mutmainneye yükselince hikmet, hakikat perdeleri açılıp hakkal yakin hasıl olur. Cenâb-ı Hakk bu mertebelere işaret etmek üzere ‘ يُوقِنُونَ ’ lafzını seçmiştir. Tevfik ancak Allah’tandır.
Din konusunda bilgisi olmayan veya olsa bile bilgince hareket etmeyen câhiller Hz. Muhammed'in tebliğ ve din davetine karşı ‘Allah, bize de söylese ya! Yahut bize de bir âyet, bir mucize gelse ya!’ demeye başladılar. Sanki Hz. Muhammed'e gelenler âyet değilmiş gibi, sırf inatlarından inkâr ettiler. ‘Yoksa siz de daha önce Musa'yı sorguya çekenler gibi, peygamberinizi sorguya mı çekmek istiyorsunuz?’ (Bakara, 108) ilâhî hitabına kulak vermediler. Bunu Araplar'dan Abdullah b. Ümeyye ve benzerleri, Yahudiler'den Râfi' b. Hüzeyme ve bazı hıristiyanlar söylemişlerdi.
119- Şüphesiz ki biz seni hak olan Kuran-ı Kerim’le rahmetimizin müjdecisi, azabımızın habercisi olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin.
Efendimiz (s.a.v.) altı asır peygamber gelmemiş fetret devri insanlarına gönderildi. İnkarın, şirkin, cehlin girdabına düştü. Öyle şeyler söylediler, öyle eziyet ettiler ki zaman zaman kendi peygamberliğinden şüphe eder duruma geldi.
Gelen vahyi kabul etmek yerine acip, garip iftiralara maruz kaldı. Kimisi ‘Sen uyduruyorsun’ kimisi ‘Cinlenmişsin’, kimisi ‘Sihir, efsun, kehanet’ diye zırvaladılar. Çünkü işlerine gelmiyordu. Yıllanmış günahlardan, alışkanlıklardan, haksızlıkla elde ettikleri menfaatlerden ayrılmak zordu. Yeni bir dini hazmedemiyor, kabullenemiyorlardı.
Efendimiz (s.a.v.) yüzlerce inkar okuna hedef olmuştu. Onu bu durumda Yüce Mevlâsı teskin ve teselli edip, ‘Onların sözüne bakıp kederlenme, akıbetleri için de endişelenme. Sen cehennem ashabından sorumlu değilsin’ buyurdu.
Cümlenin ‘ إِنَّ ’ tekit harfiyle başlaması (muktezayı zahirin hilafına kelam, gayrı münkiri münkir menzilesine tenzil)
Efendimizin (s.a.v.) gönlüne gelen şüphe dalgalarını bertaraf edip pak gönüllerini huzura kavuşturmak içindir.
Aynı zamanda ‘Onların seni inkar etmelerine üzülme. Bak, senin risaletini ben tasdik ediyorum. Ve görevinin ne olduğunu, ne olmadığını sana bildiriyorum’ demektir.
‘ بِالْحَقِّ ’ lafzındaki ‘ بِ ’ harf-i ceri, ilsak (bağlamak) manasına olduğundan risaletin kıymeti bir daha teyid ediliyor. ‘Haktan ayrılmayan, kopmayan bir görevle görevlendirildin. Üzülme hak daima bâtıla galiptir.’
Beşir ve Nezir; Efendimizin (s.a.v.) isimlerinden olmakla beraber, aynı zamanda risalet görevinin konusudur. Herşey gibi tebliğde de itici ve çekici güç gerekli (kuvveti dafia-kuvveti cazibe).
Müjde çekici, uyarı itici kuvvet mesabesinde. Önden güzellikler, ebedi saadet, cennet, cemalullah müjdeleniyor. Bununla yol alan ya da yolunu bulan buluyor.
Kaytaran, itiraz eden, kabulden kaçanlara da itici güç devreye giriyor: ‘Başka yol yok, raydan çıkan devrilir. Ya doğru yolda dosdoğru gider kurtulursun, ya da uçuruma yuvarlanırsın. İşte senin görevin; bu beşir ve nezir işini iyi yapmalısın ki, yapıyorsun da. Neticeden sen sorumlu değilsin. İnkarcılar ateşle oynuyorlar. Ateşin arkadaşları, ayrılmaz parçalarıdır onlar.’
Cümlede geçen ‘ عَنْ ’ harf-i ceri bu’d (uzaklık), mücaveze (aşıp geçmek) anlamına geldiğinden bu manaları teyid eder. Allah’tan, peygamberden, müjdeden, ikazdan, haktan kaçıp hudud-u ilâhiyi aşanlar tabii olarak cehennem hududuna kendilerini atmış olurlar.
Sen gerçek bir peygambersin ki, vazifen ilerideki müjdeleri ve tehlikeleri herkese tebliğ etmektir. Her birinin kalbine imanı sokup yerleştirmek değildir. Kendi yaptıklarından, çalışıp kazandıklarından onların kendileri sorumludurlar. Onların cezaları da sönmek bilmeyen ve durmadan yanan o kızgın ateşten çıkamamaktır ki ona ‘nâr-ı cahîm’, bunlara da ‘ashabı cahîm’ (cehennemin dostları) denilir.
Nafî ve Ya'kub kırâetlerinde ‘ لَا تَسْأَلْ ’ şeklinde okunur ki, nehy-i hazırdır. Bu şekilde okunduğu zaman mânâ ‘ve artık ashab-ı cahîmin halini sorma’ olur. Bu da ‘Artık onlar hakkında Benden bir şey sorma, bir şey dileme, onlara ne yapacağımı Ben bilirim’ tarzında bir tehdittir.
Cennette has kullar sefâ sürerken
Cehennemin yiyeceği kaynar su, diken
Belâ devşirir mâsiyet eken
Tövbe nasip eyle Ey Gaffâr!
Vekınâ azâbennâr!
Başlara takılır ateşten yular
Eritir nâzik tenleri kaynar sular
Çiğnenir ayak altında dik başlı kullar
Mûti eyle bizi Kebiru’l-Muteâl!
Vekınâ azâbennâr!
Hicr Sûresi 44’üncü âyetinde bildirildiği üzere Cehennemin yedi kapısı vardır. Onlardan her kapı için birer gurup ayrılmıştır. Cehennemin yedi kapısından maksat yedi tabakadır. ‘Cüz'ün maksûm’ da, o kapılardan girerek yerlerini alacak olan guruplardır.
Bu tabakalardan ilki olan Hâviye, günahkâr müminler için, ikincisi Sakar, yahudiler için, üçüncüsü Sa'îr hıristiyanlar için, dördüncüsü Cahîm Sâibe (Güneşe ve yıldıza tapanlar) için, beşincisi Lezâ ateşperestler için, altıncısı Hutame putperestler için ve pek çok adlarla anılan yedincisi münafıklar içindir.
Saîr (çılgın ateş)
Sakar (kırmızı ateş)
Cahîm (yanan kızgın ateş)
Hutame (kalbleri saran ateşli kaygı)
Lezâ (alevli ateş)
Hâviye (uçurum)
Cahîm; Ateş yakmak, ateş tutuşup büyümek, gözün kırmı zılığı artmak ve gözünü açmak anlamlarındaki ‘ جَحَمَ ’ kökündendir. Alevli ateş, çok şiddetli yanan ateş, kor halinde çok kızgın ateş veya harı çok şiddetli olan ve çukurda yanan büyük ateş, ateşi çok şiddetli olan mekan, çok sıcak yer ve derin kuyu-vadi olarak açıklanmıştır.
Ateşin sesli ve şiddetli bir şekilde yanmasından dolayı ‘cahim’ dendiği belirtilmiştir. Kuran'da 26 âyette geçen cahîm, bir yerde Hz İbrahim'in atıldığı ateş (Sâffât, 97), 25 yerde cehennem ve şiddetli ateş anlamında kullanılmıştır. Cahîmin tutuşturulmuş ateş olduğu Tekvîr sûresinin 12. âyetinde açıkça bildirilmiştir. Cahîmin dibinden zakkum ağacı çıkar (Sâffât, 64), buraya atılanlar bu ağaçtan yeyip karınlarını doldururlar, irinden içerler, zakkum karınlarında sıcak suyun kaynaması gibi kaynar. Sonra yanar, susuzluk hastalığına tutulmuş develer gibi içerler. Ayrıca tepelerinden kaynar su dökülür. (Sâffât, 66-67; Duhân, 43-48; Vakı'a, 52-55; Hâkka, 35-37).
Ashâb-ı cahîm tabiri, cehennem halkı, cehenneme atılacak kimseler anlamına gelir. Kur'ân'da 6 âyette geçmiştir.
Yalvarılır asırlarca cehennem mâlikine
Hafifletsin azabı Rabbine söyle
Yağmur beklerken yılan yağar üzerlerine
Ört ayıplarımızı yâ Settâr!
Vekînâ azâbennâr!
Orda düşman olur sevgili dostlar
Ateş döşeklerde yatar, kıyılmaz canlar
Aklına yatmayanı o zaman anlar
Hidâyet eyle bize Azîzü’l Gaffâr!
Vekînâ azâbennâr!…
İbn Abbas dedi ki: Bir gün Rasulullah’ın: ‘Keşke ebeveynimin şu anda ne yaptıklannı bileydim’ demesi üzerine bu âyet nâzil oldu. ‘Sen Cehennemliklerin halini sorma!’ manası, lamı meczûm ve fiili ma’lum okuyan kimsenin kıraatına göredir.
Sevri haber verdi: Rasûlullah, keşke ebeveynime yapılanları bilmeseydim, buyurdu. Bakara, 119 âyeti nâzil oldu. Allahü Teâlâ, onu hatırlamadan onları vefat ettirdi, dedi.
Davut ibni Ebi Asım haber verdi ki: Rasûlullah, bir gün:
- Benim ebeveynim nerede?, buyurdu, âyet nâzil oldu, dedi. Mukatil dedi ki:
‘Peygamber’in: ‘Allah Yahudiler ’e azabını indirseydi elbette iman ederlerdi’ demesi üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi.’.
120- Ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar, sen onların dinine tabi olmadıkça senden asla hoşnut olmazlar. De ki: ‘Yol Allah (c.c.)’ın gösterdiği yoldur.’ Sana gelen vahiyden sonra onların heva ve heveslerine tabi olacak olursan, senin için Allah tarafından ne bir dost, ne de bir yardımcı bulunur.
Efendimiz (s.a.v.) ehli kitap İslam’a ters düşmedikçe uyar, onlarla hoş geçinir, çocuklarıyla samimiyet kurardı. Olur ki, dine karşı bir yakınlıkları olur da iman ederler.
Efendimizin (s.a.v.) bu gayret ve çabalarına karşı netice alınmıyor, onlar inkarlarına, düşmanlıklarına devam ediyorlardı. Resûlullah (s.a.v.) bu durumda ne yapmalıydı? Nasıl davranmalıydı? Bu âyet, sorularına, sorunlarına çözüm getirdi. ‘Dinlerine, milletlerine uymadıkça senden asla râzı olmazlar. Boşuna kendini zora koşma. Gönlün rahat olsun. Sen tebliğini yapıp ‘Hidâyet ancak Allah’ın hidâyetidir’ de. Sana ilmî gerçekler gelip hakikatı öğrendikten sonra sakın onların hevalarına, arzularına uyma.
‘Onların din diye empoze etmeye çalıştıkları şeyler din değil, nefislerinin kötü istekleri, arzuları, hevaları, adi menfaatleri. Sana ilim gelip işin aslını, gerçeğini öğrendikten sonra, onların sözlerinin yanlış olduğunu doğru kıstaslarla ölçtükten sonra onların heva olduğunu zaten anlarsın.’
Bu cümle aynı zamanda tariz (kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla, tarzında.) ‘Sen zaten bu emri aldıktan sonra onlara uymazsın ama uyan sen bile olsan Allah’ın dostluğu, yardımı senden uzaklaşır. Diğer müminler buradan alacakları dersi alsın, onlara uymaktan şiddetle sakınsınlar.’
Ne yazık ki o gün olduğu gibi bugün de müslümanlar bu arsız, sınır tanımaz ehli kitaba uymakta yarış ediyor. Bunu bir üstünlük, bir fazilet zannediyorlar.
Bir yabancıya gösterdikleri nezaketi, tevâzuyu, anlayışı kendi insanına göstermiyorlar. Onlar gibi yılbaşı kutluyor, hindi kesiyor, çam süslüyor, Noel Babalarını bekliyorlar.
Giyim kuşamda, yemek yeme tarzında, (ayak üstü atıştırma vs.) hayatın her safhasında onlara tâbi oluyor, onların düzmece kanun ve tüzüklerine seve seve, onurla, kibirle uyuyorlar. Yabancı dostlar edinip onlarla avunuyor, yabancı kitaplar okumayı tercih ediyorlar. Yabancı film seyrede seyrede onların hayat tarzları iyice benimseniyor.
Âyetin sonunda bu durumun ilâhi yardımı, ilâhi dostluğu kaybettireceği açıkça beyan ediliyor. Onlara uymanın sonunu, acı akıbetini her gün acı misallerle, kötü tecrübelerle görüyoruz.
Lügatte söyleyip yazdırmak veya ezbere yazmak mânâsına gelen ‘ مَلَّ ’ masdarıyla, ‘imlâ’ mânâsıyla ilişkili bir isimdir. Asıl mânâsı ‘tutulup gidilen yol’ demektir ki, eğri veya doğru olabilir. Bu anlamdan alınarak din ve şeriat mânâsında kullanılmıştır.
Kuran’ı Kerim’de on beş yerde geçen millet kelimesi, hepsinde de ‘Din’ anlamındadır.
Din, şeriat, millet denilen şeyler hadd-i zatında aynı şeylerdir.
İtikat ve iman bakımından din, Amel ve tatbikat bakımından şeriat, Sosyal bakımdan millet denilir.
Şu halde millet, bir cemiyetin etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, ictimaî duygu ve telakkilerinin tabi olduğu, kitlesinin bağlı bulunduğu hakim ilkeler ve takib edilen gidişattır.
Resûlullah (s.a.v.), Ebu Dücane’yi mezara koyarken ‘Bismillahi ala milleti Resûlullahi’ demiştir. Hadislerde de ‘millet’ kelimesi din manasında kullanılmıştır.
Yahudiler Hz. Peygamber'e ‘Gel bizimle bir müddet hoş geçin, bizi memnun et de sana tabi olalım’ diye bir teklifte bulunmuşlar. Bu teklifteki art düşüncelerini anlatmak için bu âyet inmiştir.
Ey Muhammed! Senin için, ikisinin de milletine tabi olmak mümkün değildir. Çünkü birbirlerine ‘hiçbir şey değil’ diyen bu iki millet aslında birbirlerine son derece zıttırlar. İki zıddın birleşmesi mümkün olmadığından bu iki milletin ikisine birden tabi olmanın, ikisini birden râzı etmenin yolu yoktur. Şu halde sen sadece de ki; ‘Allah'ın hidâyeti, işte uyulacak hidâyet ancak odur. Hidâyet diye ona denilir, sizin hidâyet dediğinize değil.’
Âyette ‘heva ve hevesleri’ buyurulması, gösteriyor ki, yahudi ve hıristiyanlar hakka değil, keyiflerine tabidirler; milletleri, peygamberlere indirilen kitaplardan ve hak yol olan tevhidden, İslâm ve ihsan esaslarından çıkmıştır. Bir âyet öncesinde son derece okşayıcı ve güven verici bir ifade kullandığı peygamberine, onun arkasından bu sert uyarıyı irâd buyurması ne kadar mânâlıdır. Bu ihtarın peygamberden ziyade ümmetine yapıldığında şüphe yoktur.
Bir başka mânâ ile; Allah rehberi yok mu? İşte esas uyulacak rehber odur. Allah'ın Rasûlü, kitabı, dini dururken, başkasına tabi olmak sapıklıktır. Ben size değil, siz bana uyacaksınız. ‘Uyulmaya layık olan Haktır’.
Onlara böyle söyle ve şunu da bil ki; eğer sen, sana gelen bunca ilimden sonra, onların heva ve heveslerine uyacak olsaydın Allah'dan senin ne bir dostun, ne de bir yardımcın bulunur.
121- Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler o kitabı gerektiği gibi okurlar. İşte böyle okuyanlar O’na iman edenler bunlardır. Kim o kitabı inkar ederse, işte ziyana uğrayanlar onlardır.
Cümle sıfatlı kinayeyle başlamış, ‘Kitap verilenler.’ Bu tabirden kasıt Ümmet-i Muhammed olmakla beraber, daha önceki asırlarda Allah’ın kitabına muhatap olup O’nun hakkını vererek okuyanlar, onun yolunu takip etmiş olur. Yoksa müsteşrikler gibi okuyup şerre alet edenler, gösteriş için, maddi menfaat için, rızâ-i ilâhiden gayrı gayeler için okuyanlar, içindekileri yaşamayanlar, ona gerçekten inanmış olmazlar.
Bu inkar onların pişmanlığı, hüsranı olur. Çünkü Kur’an-ı Kerim hakkı bâtılı, iyiyle kötüyü, doğruyla eğriyi birbirinden ayırt eden Furkan’dır.
O, yeryüzünde Allah’ın kopmaz ipidir. Ona gerçekten sarılan kurtulur. Onu bırakan ateşten çukura düşer, iflah olmaz. Ondan uzaklaşan ahseni takvimden esfeli safiline düşer. Mahlukun gözbebeği iken, gözden düşer. Cenneti kazanmak üzere geldiği dünyada gaflet, dalalet, cehâlet batağına düşer. Allah’ın nazarından düşen, bütün kainatın nazarından düşer, düşmanlığını kazanır. Bundan büyük hüsran olur mu?
Oysa Kur’an, Üstad’ın deyimiyle bütün ilimlerin menbaı, sırlar hazinesi, fıtratın tercümanı, edebiyatın en büyük mucizesi ve gaybın lisanıdır.
Hikmetin menbaı yüce Kur’an, bizim mürşidimiz, imamımız, üstadımız, her bir adapta rehberimizdir.
Maddi mânevi bütün dertlerimizin dermanı, yüce Rabbin fermanı, bize Rabbimizi, yarattıklarını ve kendimizi tanıtan hutbe-i ezelidir. Şimdi düşünelim:
Kur’an’ı hayatımızdan çıkardığımızda ne hale geliriz?
Serseri mayın gibi dengemizi kaybeder, hangi tarafa yalpalayacağı belli olmayan sarhoş hale geliriz. Yolumuz karanlık, delilimiz sahte, önderimiz şeytan olur. Bundan büyük bir hüsran olur mu?
Üstelik âyette ‘ خَاسِرُونَ / Ziyancılar’ diye ism-i fail gelmiş. Yani sadece kendileri zararda, ziyanda değil. Başkalarını da ziyana sokan bedbaht, uğursuz, zarar makinesi haline gelmişlerdir. Kezzap gibi döküldüğü yeri kirletmek şöyle dursun; yakar, yırtar, kullanılmaz hale getirir.
Doğru yoldan ayrılınca, yolsuzluklar, kötü yollar, şaşkınlıklar, sapıklıklar meydana çıkar. Çünkü artık şeytanın adımları takip edilmektedir. Şeytanın hocalığında insan şeytanı olup ‘Hasirin’ zümresini oluşturacaktır. Allah cümlemizi bu kötü akıbetten korusun.
Bizim kendilerine kitap verdiğimiz ehliyetli kimseler o kitabı dikkatle ve tane tane, dillerine vird ederek okurlar. Tahriften, karıştırmaktan koruyarak, kelimelerinin telaffuz, mânâ ve hükümlerini cidden gözeterek, anlamadıklarını ehlinden sora sora, iyi niyetle, temiz kalble ve temiz ağızla okurlar.
Gelişi güzel bir eğlence gibi okumazlar. Şarkı, gazel, türkü, mânî, roman, hikaye yerine koymazlar. Kemal-i hürmet ve ta'zîmle, edeble okurlar. İşte böyle okuyanlar, o kitaba iman ederler ve gerçekten Kitap sahibidirler.
Bu âyet, ashabın âlimlerinden Abdullah b. Selam ve benzeri kimseler gibi Kitap ehlinin müminleri hakkında nâzil olmuştur. Bunlar Tevrat ve İncil'i hakkıyla tilavet edegelen gerçek iman sahibi kimseler oldukları için Kur’an'a ve Efendimiz'e (s.a.v.) iman etmişlerdir.
Cafer b. Ebû Talip (ra) ile birlikte otuz iki Habeşli, sekiz de Şam rahipleri olmak üzere bir gemide gelen kırk kişi de bu cümledendir. Onlara Ashab-ı Sefine denir.