250- Bunlar Calut ile askerlerine çıktıkları zaman: ‘Ey bizim Rabbimiz, bize bol bol sabır ver, sebatımızı arttır. Ve bu kafir kavme karşı bize yardım et!’ diye dua ettiler.
Harpteki, ‘mübareze’ iki ordunun karşı karşıya gelip saf tutmalarıdır.
‘Mübareze’ kelimesinin asıl manası, arada herhangi bir mania bulunmayan düz arazide iki tarafın karşı karşıya gelmesi, birbirini görmesidir.
Tâlut’un ordusundaki âlim ve yiğit kimseler, avam ve güçsüz kimseleri az bir topluluğun, kalabalık bir cemaate Allah’ın izniyle galip geleceğine iyice inandırınca, muzafferiyetin ancak O’nun inayeti ile olacağını izah edince, Tâlut’un ordusu ile Câlut’un ordusu yüz yüze geldiler. Mü’minler kendilerinin az, düşmanlarının ise kalabalık olduğunu gördüklerinde, hemen dua ve niyaza başlayarak ‘Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır’ dediler.
Hz. Peygamber ﷺ de her savaş meydanında böyle dua ederdi. Bedir Savaşı esnasında devamlı dua etmişti. Cenâb-ı Allah’tan vaadini yerine getirmesini ister, düşmanla karşılaştığında, ‘Allah’ım, onların şerrinden Sana sığınıyorum ve onların mağlubiyetini Sana havale ediyorum.’
‘Allah’ım, Senin adınla hücum eder, Senin yardımınla harp meydanında dolaşırım’ buyururdu.
الإِفْرَاغُ kabı dökmek, boşaltmak demektir.
‘اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْراً / Üzerimize sabır dök’ âyeti, sabrı çok isteme manasını ifade eder. Bir şey, bir şeye döküldüğünde, dökülen şey ondan ayrılmayacak şekilde onda sabit kılınmış olur. Bu da tekide delâlet eder. ‘ فَرْغ’ kelimesi, sabırdaki kuvvette istiare olarak kullanılmıştır.
Sabır da kalbi serinleten, emniyet ve itminan veren soğuk bir suya benzetilmiştir. Buna göre, ‘üzerimize sabır dök’, ‘üzerimize iyice, son noktasına kadar sabır dök, sabrımızı çok kuvvetle ilham et’ demektir. İstiare-i temsiliyedir.
Savaş esnasında, üç şey istenir:
1- Sabır. Bu savaşana gereken ilk şeydir. اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْراً ifadesi buna işarettir.
2- Harbe gerekli olan alet, edevat ve insanın sebat edip, firara yeltenmemesini sağlayacak güzel bir birlik ile beraberlik. وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا tabiri buna delalet eder.
3- Düşmanı yenebilmeleri için düşmandan daha çok yiyecek ve içeceğe sahip olmaları. وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرٖينَ ifadesinden de bu mana anlaşılır.
Bu duada istenen sabrın çeşitli anlamları olabilir:
‣ Bu sebat düşmanların kalbine, korku ve endişe düşürür, paniklerler. Bu da müslümanların cesaretini arttırır. Savaşa devam edip hezimetten kurtulurlar.
‣ Cenâb-ı Allah düşmanlardan bazısına, uğrunda savaştıkları din ve davalarının bâtıl olduğu bilgisini yerleştirir, aralarında ihtilâf ve tefrika başlar. Bu da mü’minlerin, kâfirlere karşı cesaret kazanmasına sebeb olur.
‣ Cenâb-ı Allah’ın, kâfirlerin ordusu içinde, memleketlerinde ve ahâlileri arasında, ölüm, veba gibi salgınları ve kendi kendileri ile uğraşıp savaşmaya fırsat bulamayacakları şeyleri yaratmasıdır. Bu da müslümanların, onlara karşı cesaretlenmelerine sebeb olur.
‣ Cenâb-ı Hakk’ın onların hepsini veya çoğunu içine alacak bir salgın hastalığı onlara belâ etmesi veya reislerini ve idarecilerini öldürmesidir... Mü’minler bundan haberdar olurlar, bu da onların kalblerini kuvvetlendirir.
وَلَمَّا بَرَزُوا لِجَالُوتَ وَجُنُودِهٖ Cihad-ı ekberde nefsi emmare Calut’u ile mücahedeye güç kuvvet yoktur. Ancak kendi güç kuvvetinden beri olup Rabbinin güç kuvvetine dönüp ondan yardım, imdat ve dua ile mümkün olur.
اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْراً Sana taâtı yerine getirmek, masiyetten kaçmak, hevaya muhalefet, dünya çölünü terk için bizim üzerimize sabır dök.
وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا Şiddet ve rahat halinde teslimiyette, bela indiğinde, sıkıntı ve darlıkta, bela hücumuna uğradığımızda ayaklarımızı sabit tut. Bütün hallerde sana ısmarladığımızda kitapta mestur olana rızâda ayaklarımızı sabit kıl.
• اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْراً bol bol vermekten istiaredir. Sabır bir yağmura benzetilmiş, ortak noktası insanı baştan aşağı kaplaması, hiçbir yerini noksan bırakmayacak derecede bol olmasıdır.
اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْراً tazammuniyesi ile çekilen sıkıntının büyüklüğünü gösterir.
• وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا alete isnad veya cüz kül alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
• وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرٖينَ mefhumu sıfatıyla, mü’minler aleyhine dua edilmeyeceğini gösterir, bedduayı nehyeder.
Asıl manası ‘bir şeyin yapılmasını isti’laen (otoriter bir tarzda) talep etmek’ olan emir kipleri, bazı durumlarda bu temel anlamın dışına çıkarak sözün gelişinden (bağlam) anlaşılan farklı manalarda kullanılırlar. Bunlara emrin mecâzi anlamları da denir. Duâ, tehdid, taciz, tesviye, ihane, ibâha, nedb, taaccub, tahyir, ihbar, irşâd bunlardan bazılarıdır.
İnananların, Câlut ve onun harp için eğitilmiş kalabalık ordusu ile karşılaştıkları zaman söyledikleri bu sözlerle ilgili olarak Beyzâvî şöyle der: ‘Câlut ve ordusunun karşısına çıkan (mü’minler) duâ ederek Allah’a sığındılar. Duâlarını da gâyet beliğ bir tertibe göre yaptılar. Çünkü ilk olarak Rablerinden kalplerine işin dayanağı olan sabrı aktarmasını istediler, sonra da kaygan savaş alanında sabrın sonucu olan ayaklarının kaydırılmamasını istediler. En sonunda da düşmana karşı bu ikisinden hâsıl olan zaferi istediler.’
Görüldüğü gibi âyette peş peşe sıralanan emir fiilleri gerçek manalarının dışına çıkılarak duâ anlamında kullanılmışlardır. Zira emir kipleri kuldan Allah’a doğru kullanılırsa dua manasını ifade ederler. Burada da mütekellim konumundaki Tâlut ve askerleri kul iken, muhatap, bu kulları yaratan yüce Allah olduğuna göre emirler dua manasınadır.
251- Bu sûretle onlar, Allah’ın izniyle ötekileri bozguna uğrattılar; Dâvûd Calut’u öldürdü. Allah da ona hükümdarlık ve peygamberlik nasip verdi. Ve ona dilediklerinden bazı şeyleri öğretti. Allah insanları birbiriyle önleyip savmasaydı, yeryüzünün düzeni muhakkak bozulurdu. Fakat Allah’ın bütün varlıklarına karşı iyilik ve ihsanı sonsuzdur.
Dâvûd (a.s) çobandı. Yedi kardeşi de, Tâlut’un ordusuna katılmıştı. Babası ‘Îş’ adındaki kardeşinden haber alamayınca, haber getirmesi için oğlu Dâvûd’u onların yanına yolladı. Kardeşleri Câlut’un ordusu karşısında saf tutmuşlarken, Dâvûd (a.s) onların yanına geldi.
Âd Kavmi’nden olan zorba Câlut, vuruşmak için ileri çıkınca, Tâlut’un ordusundan hiç kimse onun karşısına çıkamadı. Bunun üzerine Câlut şöyle seslendi: ‘Ey İsrâiloğulları, eğer siz hak üzere olsaydınız, muhakkak ki içinizden birisi, benimle dövüşmek için meydana çıkardı...’
Bunun üzerine Dâvûd kardeşlerine: ‘Aranızda şu sünnetsizle dövüşecek bir kimse yok mu?’ dedi. Bu soruya karşılık onlar sustular, bir şey diyemediler. Dâvûd (a.s), kardeşlerinin yer almadığı safın yan tarafına doğru gitti. Orada, askerlerini savaşa teşvik eden Tâlut ile karşılaştı. Tâlut’a, ‘Bu sünnetsizi öldürecek kimseye ne mükâfat verirsiniz?’ dediğinde, Tâlut (a.s), ‘Ona kızımı ve malımın mülkünün yarısını veririm’ dedi.
Bunun üzerine Dâvûd (a.s): ‘Ben onunla dövüşmeye çıkacağım’ dedi. Dâvûd (a.s), sürüsüne saldıran kurtları ve aslanları, sapanıyla öldürürdü.
Tâlut (a.s) da, onun gücünü, kuvvetini ve cesaretini biliyordu. Dâvûd (a.s) Câlut ile dövüşe çıktığında, üç taşa rastladı. Bu taşlar ona lisan-i hâl ile: ‘Ey Dâvûd bizi de yanında götür; çünkü Câlut’un ölümü bizim elimizdendir’ dediler. Dâvûd (a.s) o taşlardan birisini sapanıyla Câlut’a fırlattı. Taş, Câlut’un göğsüne isabet ederek, onu delip geçti.
Dâvûd, daha pek çok kimseyi öldürdü. Allahu Teâlâ, Câlut’un ordusunu bozguna uğrattı ve Dâvûd (a.s) da Câlut’u öldürdü. Bundan dolayı Tâlut, Dâvûd’a haset ederek, onu memleketinden sürüp çıkardı.
Vaadinde durmadı. Daha sonra pişman oldu ve öldürülünceye kadar Dâvûd’u (a.s) aradı. Daha sonra Dâvûd (a.s) hükümdar oldu; ayrıca ona peygamberlik verildi. İsrâiloğulları içinde, Dâvûd’dan (a.s) başka hiç kimse hem hükümdar, hem de peygamber olmamıştı.
Cenâb-ı Hakk’ın, ‘Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar ve Dâvûd da Câlut’u öldürdü’ buyruğu Câlut’un ordusunun Tâlut tarafından hezimete uğratıldığını gösterir.
Âyetin zahirinde, Câlut’un ordusunun hezimete uğramasının onun öldürülmesinden önce veya sonra olduğuna dair bir delâlet yoktur.
Çünkü vâv harfi, tertip ifade etmez.
Allah Dâvûd’a (a.s) mülkü ve peygamberliği (âlim olmasını), ehil olmasının yanında, üstün itaatine ve Hakk yolunda canını ortaya koymasına bir mükâfat olarak vermiştir.
Çoğu âlimler ise, peygamberliğin yapılan taâtlara bir mükâfat olarak verilmesinin caiz olmadığını, aksine bunun sırf bir lütuf ve ihsan olduğunu söylemişlerdir.
Bir rivâyete göre de; Dâvûd’a (a.s) krallığın ve nübüvvetin verilmesi, bu olaydan yedi sene sonradır. O zamanın peygamberi Eşmayil; hükümdar ise Tâlut idi. Eşmayil (a.s) vefat edince, Allahu Teâlâ nübüvveti; Tâlut da ölünce hükümdarlığı Dâvûd’a verdi. Böylece hem hükümdarlık, hem de peygamberlik Dâvûd’da (a.s) birleşti.
Hikmet, işleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak, yerli yerine koymaktır. Bu mananın kemâli ve zirvesi ise, ancak nübüvvet ile gerçekleşir. Âyetteki hikmet’ten maksat nübüvvettir.
Allahu Teâlâ’nın Hz. Dâvûd’a öğrettiği şeyler:
‣ Cenâb-ı Hakk “Biz ona; muharebenin şiddetinden sizi korumak için giyecek (zırh) sanatını öğrettik” (Enbiyâ, 80) âyetinde bildirdiği, zırh yapmayı öğretmesidir.
‣ Kuş ve karıncalarla konuşmasıdır. “Bize kuşların dili öğretildi” (Neml, 16)
‣ Dâvûd’un (a.s) ataları kral değillerdi. Hükümdarlık O’na atalarından miras kalmadı. Allahu Teâlâ ona dünyevi işleri, hükümdarlığı, devlet idaresini öğretmiştir.
‣ Dâvûd (a.s) insanlar arasında hükmediyordu. Allahu Teâlâ ona, hükmetme ve yargılamanın nasıl yapılacağını,dinî ilimleri öğretti. “Ve Dâvûd’a da Zebur’u vermiştik.” (Nisa, 163)
‣ Dâvûd’a (a.s) öğretilen mezamirdir.
‣ Bu ifade bu manaların hepsine şamil olabilir.
Allahu Teâlâ, Dâvûd’a (a.s) hikmeti verdiğini söylerken ona nübüvvet verildiğini bildirmişti. Nübüvvetin içine ilim de girer. Tekrar ‘Ve, ona dilediği şeylerden öğretti’ buyurması, şu hususa dikkat çeker: Kul, nebî olsa da, olmasa da hiçbir zaman kesinlikle öğrenmekten müstağni olamaz. Bu nedenle Cenâb-ı Hakk, Hz. Muhammed ﷺ’e, “Rabbim, benim ilmimi arttır” (Taha, 114) demesini emretmiştir.
Rabbim seçti Dâvûd’u, öldürdü ol Câlut’u
Hem Nebi, hem hükümdar, Rabbin en hassas kulu
Aşk ile okur Zebûr, kuşlar gelir tabur tabur
İns-ü cin şevke gelir, nicesi aşktan ölür. M. Balcı
Hz. Dâvûd
Davut (a.s) Yüce Allah’a ﷻ çok çok dönen, O’nun hoşnutluğunu arayan, Allah’ın çirkin gördüğü şeyleri bırakıp güzel gördüğü şeylere yönelen bir kuldu.
˗ Davud, İbranice’de en çok sevilen kişi, göz bebeği anlamına gelir.
˗ Kendisi İbrâhim’in (a.s) torunlarındandı. Otuz yaşında kral oldu.
- Yetmiş bir yaşında vefat etti. Mesleği: Dokumacıydı, zırh dokurdu.
˗ Dağlar Dâvûd (a.s) ile birlikte Yüce Allah’ı tazim ve tekbirde bulunuyorlardı.
Yüce Allah’a ﷻ en sevimli oruç Dâvûd’un (a.s) orucudur. O bir gün oruç tutar, bir gün yerdi. Yüce Allah’a ﷻ nafile namazların içinde en sevimli namaz Dâvûd’un (a.s) namazıdır. O gecenin yarısına kadar uyur kalan yarısının üçte ikisini ibadetle geçirir, üçte birini uyurdu. Hadîs-i Şerîf Allah ﷻ Dâvûd’a (a.s) verdiği şeyi başka hiç kimseye vermemiştir. Dâvûd’un (a.s) nağmeleri dağa ulaştığı zaman bunun lezzetinden dağlar titrer, zikir ve tesbihine kuşlar da eşlik ederlerdi. Cumartesi balık yasağı gelen kavim, Dâvûd’un (a.s) kavmi idi. Kırk yıl Allah ﷻ ceza vermedi. Dereler açtılar, ertesi gün balıkları aldılar. Kimileri yapmayın dedi, kimileri hiç ses çıkarmadı.
Aralarına inananlar duvar örmüştüler. Felâket geldi, duvarın öbür tarafındakiler maymun oldular. Bunlar üç gün maymun olarak yaşadılar.
Dâvûd’a (a.s) gelen Zebur 150 sûreden ibaretti. Haram helale dair bir tekellüf içermezdi. Farz veya had cezaya ait bir hüküm onda bulunmazdı. Tamamı dua, tahmid ve temcidden ibaretti.
Zebur; kitap ve yazmak manalarına gelir.
Allahu Teâlâ, âyette kendilerinden fesadın def edildiği kimselerle, kendileri vasıtasıyla def etme işinin tahakkuk ettiği kimseleri zikretmiştir. Fakat def edilen şeyi zikretmemiştir. Bu fesad, dini, dünyevi veya hem dinî hem dünyevî şerler olabilir.
Dini şer, ya küfre, ya fıska veya her ikisine birden götürür. Bu ihtimallere göre âyetin manası:
‣ ‘Allah eğer insanların bazısını bazısı ile küfürden alıkoymamış olsaydı’ şeklindedir. Bu manaya göre def eden ve alıkoyanlar peygamberler ve hidâyet önderleridir. Onlar delilleri, burhanları ve hüccetleri ortaya koyar, insanları küfürden alıkoyarlar.
‣ Veya mana ‘Allah, eğer insanların bazıları vasıtasıyla bazılarını günahlardan ve kötü fiillerden alıkoymasaydı...’ şeklindedir. Bu takdire göre ‘alıkoyanlara’, emri bil-ma’rûf ve nehyi ani’l-münker yapanlar, Allah’ın sınırlarını belirlemek ve İslâm’ın alâmetlerini ortaya koymak üzere Cenâb-ı Hakk tarafından gönderilmiş imamlar ve önderler de dahildir.
‣ Mana şöyle de olabilir: ‘Allah eğer, insanların bazıları vasıtasıyla bazılarını dünyada karışıklık çıkarmak, fitneleri tahrik ve teşvik etmekten alıkoymasaydı...’ şeklinde olmasıdır. Bu alıkoyanlar, peygamberler (a.s), onların şeriatlarını müdafaa eden önderler ve hükümdarlardır.
Bir insanın tek başına yaşaması mümkün değildir. Çünkü bir kimse ekmek pişirmediği, başkası un yapmadığı, bir diğeri ev inşa etmediği, bir başkası kumaş dokumadığı müddetçe ihtiyaçlar tedarik edilemez. Bu ihtiyaç ancak, bir yerde bir toplum meydana geldiği zaman karşılanabilir. Bundan dolayı, insan tabiatı gereği toplum içinde yaşamaya yatkın bir varlıktır.
Daha sonra insanlar arasında, tartışmalar, ardından savaşlar meydana gelmektedir. İnsanlar arasında meydana gelen anlaşmazlıkları halletsin, bir neticeye bağlasın diye, onlara bir yasa ve şeriat göndermek, ilâhî hikmetin bir muktezasıdır.
Allah tarafından din ve şeriat verilen peygamberler (a.s), Cenâb-ı Hakk’ın, kendileri vasıtasıyla insanların bir kısmından belâ ve musibetleri savuşturduğu kimselerin ta kendileridirler. Çünkü ümmetler bu ilâhî yasalara bağlanıp tutundukları sürece aralarında hiçbir mücadele ve anlaşmazlık meydana gelmez. Hükümdar ve imamlar da, bu yasalara bağlı kaldıkları sürece, fitne ve kargaşa kalkar.
Davaların ve anlaşmazlıkların sona erdirilmesi için nasıl bir ilâhî yasa gerekiyorsa, aynı şekilde şeriatın tatbik edilmesi için de bir hükümdar gerekmektedir. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber:
‘İslâm ve hükümdar, ikiz iki kardeştirler.’
‘İslâm bir emîr, sultan da bir bekçidir. Emiri olmayan şey dağılır, hezimete uğrar. Bekçisi olmayan şey de, zayi olur’ buyurmuşlardır.
‘Dünya mutlaka fesada uğrardı’ ifadesi, ‘Yeryüzündekileri anarşi ve günâhlar istila ederdi’ demektir.
‣ Bir diğer tefsir şu şekildedir: ‘Şayet Allah mü’min ve iyi kulları kâfirlerden ve facirlerden korumasaydı, yeryüzü fesada boğulur ve herkes helak olurdu.’
Hz. Peygamber ﷺ şöyle buyurmuştur: ‘Allahu Teâlâ, ümmetimden namaz kılanları kılmayanlara, zekat verenleri vermeyenlere, oruç tutanları tutmayanlara, haccedenleri haccetmeyenlere ve cihad edenleri de etmeyenlere karşı korur, himaye eder. Eğer insanların tamamı ibadetleri terk etselerdi, Allah onlara bir an mühlet vermezdi.’
‣ Âyet, bu manaların hepsine muhtemel de olabilir. Çünkü bu ihtimallerin ortak noktası, fesadın giderilmesidir.
فَهَزَمُوهُمْ بِاِذْنِ اللّٰهِ Allah’ın yardımı ile onları hezimete uğrattı. O Allah ki vaadinde sadık, kuluna yardımcı ve tek olarak orduları hezimete uğratır.
وَقَتَلَ دَاوُ۫دُ جَالُوتَ Kalp Dâvûd’u, nefs Calut’unu öldürdü. Hırs taşını dünyaya, meyl taşını ukbaya, alaka taşını nefsi hevaya tuttuğunda üç taş bir olur. O da Allah’tan ﷻ gayrıya iltifattır, teslim ve rızâ sapanına koyup onunla nefs Calut’unu öldürür.
Allah ﷻ ona inabe rüzgarını musahhar eder. Heva başına isabet edip, dimağına karışır. Ondan büyük nimet çıkardı. Hükmünü verip ahlâk ve sıfatından otuzunu görüp öldürdü. Allah hezimete uğrattı.
وَاٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ İlhamatı Rabbani hikmeti, hilafet meliki, kalp Dâvûdunu verdi.
وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَٓاءُ Kur’ân hakikatlarından, sır ve irşatlarından dilediğini öğretti.
وَلَوْلَا دَفْعُ اللّٰهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتِ الْاَرْضُ İstidatları ahsen-i takvim ile yaratılmış ki, kuvvetli dinin kemallerini semere versin. Sırat-ı müstakimden geçsin, Cennet-i Naim’e girsin, nefs Câlutu’nun ve ordularının istilası ile ahlâkını değiştirerek ruh biladını tahrib ve zatının sıfatının tekrarı ile behimi sıfatların aşağılık derekelerin cehennemine yuvarlanmasından kurtulsun.
• Mülk, hikmet, ilim arasında muraat-ı nazır vardır. Cem mea taksim olmuştur. Hz. Dâvûd’un başarısından sonra ona bu mülk ve ilmin verilmesi, delalet-i tazammuniyesi ile ilâhi ihsanların başarılardan sonra verileceğini gösterir.
• Yine bir sapan taşıyla kibir timsali olan Calut’un öldürülmesi, dal bid delalesiyle kibrin kötülüğüne saplanan kişilerin daima ufak bir şeyle helak edileceğini gösterir.
• ‘Allah’ın insanları birbiriyle def etmesi’ mecazı mürselden sebebe isnaddır. Sebep; insanların def edilmesi, müsebbep kötülüklerinin def edilmesidir. İnsanların ölümü, def edilme fiiliyle istiare edilmiştir. İnsanların zulümleri, kötülükleri süpürülmesi, giderilmesi gereken bir ezaya benzetilmiştir. Camisi; huzursuzluk vermesi, zarara yol açmasıdır.
Zulüm gören bir ülke, tüm âlem için bir eziyettir. (Tazammuniye)
252- İşte bunlar Allah’ın âyetleridir ki sana bunları dosdoğru anlatıyoruz; hiç şüphesiz sen gönderilen peygamberlerdensin.
Öteden beri pek çok ibadet, muamelat, itikat konularını Allah ﷻ Habibine öğretti ve şimdi öğretiyor. Bunlar Allah’ın ﷻ âyetleridir. (Lazımı faide-i haber)
Yaratan, yaşatan, mükâfatlandıran, rızıklandıran tek merci... Yerleri, gökleri, isteyerek, istemeyerek boyun eğmeye çağırıp da isteyerek boyun eğeceklerini söyleyerek itaat ettikleri Malikü’l mülk... Bütün kahru galebe, bütün güç kuvvet, irade O’nun elinde. O’nun emrini dinlemek zorundayız. Bize Allah ﷻ ve Resûlü’nün emrinde seçim hakkı verilmemiştir. Sadece Rabbimiz lutfu, ihsanıyla mühlet vermiş. Biz bu mühleti istismar ediyoruz. İmtihan mühletini boşa geçiriyor, isyanımıza devam ediyoruz. Âyette tariz yollu Habibine söyleyip hepimize duyuruyor.
Bu âyetler Allah’ın ﷻ âyetleri, sana okuyoruz. Haktır, gerçektir. Sen gönderilen peygamberlerdensin. Senden önce de peygamberler Allah’ın ﷻ âyetleriyle geldi, ümmetlerine tebliğ etti, emir tutanlar kurtuldu. Tutmayanlar akla, hayale gelmeyen şekilde helak oldular, unutmamalısın. Herkes kendi alması gereken dersi alsın, unutulmasın. (Telmih)
‘تِلْكَ’ sözü, binlerce kişinin memleketlerini terk etmeleri, Allah’ın onları öldürüp, sonra diriltmesi, Tâlut’u onlara kral yapması, gökyüzünden Tâbut’un inme mucizesi, fakir bir çocuk olan Dâvûd’un eliyle zorba Câlut’u mağlup etmesi gibi hâdiselere işarettir. Bunlar, Allah’ın kudret, hikmet ve rahmetinin kemâline delâlet eden apaçık birer mucizedir.
تِلْكَ edatı ile, hazır bir şey için kullanılırken, gaib için kullanılan هذه yerinde geldi. Çünkü تِلْكَ ذلِكَ lafızları bazen هذا هذه manalarına gelir. Bir de, bu kıssalar zikredildikten sonra olmuş bitmiş mesabesindedir. Gâib hükmünde kabul edilirler.
Allahu Teâlâ Cibril’in okumasını kendisinin okuması olarak kabul etmiştir. Bu da, Cibril’in ne kadar büyük bir şerefi olduğunu gösterir.
Bu kıssaların zikredilmesinden maksat, geçmiş ümmetler içinde mü’min olan kimselerin bu tür sıkıntılara katlandıkları gibi, cihada dair çetin meşakkatlere göğüs germe hususunda, hem Hz. Muhammed’in ﷺ, hem de ashabının ibret almasıdır.
بِالْحَقِّ tabiri, ‘Ehl-i kitabın şüphe etmeyeceği bir yakîn ve hakikat olarak’ demektir. Çünkü bu husus, hiçbir fark olmadan, onların kitaplarında da yer almıştır.
Bu ifade, ‘Biz bu âyetleri, kendilerinde bulunan fesahat ve belagatla bulunmasından dolayı, senin peygamberliğine delâlet edecek bir biçimde indirdik’ demektir.
Bu âyetler, şeytanın ilkâsı (vesvese), kâhinlerin ve sihirbazların bozması ve göz boyaması olarak değil, Allah tarafından indirilmiştir.
‘Sen, bu kıssaları başkasından öğrenmeden ve bu konuda ders almadan, ancak Allah’tan aldığın vahiyle öğrenip, anlatıyorsun.’
Bu ifade, Hz. Peygamber’i, kâfir ve münafıklardan gördüğü sıkıntı ve eziyetler hususunda bir tesellidir. Yani, ‘Bu âyetlerle, İsrâiloğullarının peygamberlerinin başına gelenleri öğrenmiş oldun. İnkârcıların inkârı ve muhalefeti Sana ağır gelmesin. Çünkü Sen de onlar gibisin. Onların muhalefetleri ve inkârları sebebiyle, Sana bir itâb ve kınama yoktur. Bu husustaki vebal ve günah, onlara aittir.’
• تِلْكَ şeklinde ismi işaretin gelişi iktidabdır.
• ‘Okuyan biz, okunan sen, okunan şey de hak’ tekid ifade eder.
• نَتْلُوهَا sebebe isnaddır.
• اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَ cümlesi, lazımı faide-i haberdir. Efendimiz ﷺ zaten peygamber olduğunu biliyor.
اِنَّكَ hem Efendimizin ﷺ resûllüğüne diğer insanları ikna etmek için tekid, hem de Efendimiz’e ﷺ teşviktir.
253- Bu peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık. Onlardan kimi ile Allah (cc) konuştu, kimini de birçok derecelere yükseltti. Meryem oğlu İsa’ya da açık mucizeler verdik. Onu Cebrail ile de destekledik. Allah (cc) dileseydi, onlardan sonraki milletler, kendilerine açık ve kesin deliller geldikten sonra, birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar ihtilafa düştüler, kimi inandı, kimi inkara saptı. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Lakin Allah (cc) dilediğini yapar.
Allahu Teala Kitab-ı Keriminde her ayeti birbirine insicamlı, bağlantılı inzal buyurmuştur. Burada da aynı güzel bağlantının bir örneğini görüyoruz. Önceki ayette ‘Bunlar Allah’ın ayetleridir, sana okuyoruz’ buyrulmuş, 'ayetler' ism-i işaretle nazara verilmişti. Bu ayette aynı üslupla, aynı ism-i işaretle Resuller ve onların farklı farklı üstünlükleri parmakla gösterilircesine gözler önüne serilmiştir.
Gönderilen her peygamber, asrının ve geldiği beldenin özelliklerine, kültürüne, sosyal durumuna muvafık, onların sorun ve sorularına cevap verecek istidad, mucize ve ayetlerle teşrif etmişlerdir. Hidayeti kabullenecek kimselere yeterli bilgi ve delilleri sunmuş, Allah’ın hükümlerini, emirlerini en güzel şekilde bildirmiş, en nazik şekilde tebliğlerini yapmışlardır.
İnadına, kibrine, hevasına, taassubuna mağlup olmayan, sadece cehaletinden bilgisiz ve inançsız olan herkes; resullerine iman edip tasdik etmiş, dinlerine yardım etmişler. Verici istasyon mükemmelse, sorun yoksa, alıcıda da sorun olmadığında, muhabere sağlanmış, gönül ülkesi mesajı almış ve derhal harekete geçmiştir. Alıcı taraf bozuk, hak ve gerçeklere kapısını kapamışsa, batıla dalanlarla dalmışsa, ebediyyet ve saadet kervanına katılmamışsa, ıssız çöllerin tehlikeleri onu bekliyor demektir.
Peygamberlerin tebliğ ettiği ilahi kitaplar gökten inen yağmura benzer; ne var ki güle düşerse gülü, dikene düşerse dikeni büyütür.
İşte resullerin birbirinden üstünlükleri, ümmetlerinin durumuna göre farklı farklı mucizeler, farklı tavır ve davranışlarda olmalarıdır ki, hepsi kendi sahasında dehadır.
Görev şuuru, peygamberlik vazifesinde hepsi birbirinden değerli, faziletli, bizzat Rabbü’l Âlemin’in terbiyesinden geçmiş, maddimanevi dünyaya yön veren, insanları eğiten en mümtaz şahıslardır. Hz. Âdem’le attıkları temel, kıyamete kadar bahtiyar gönüllerde iman abidesini inşa edecektir.
Genel olarak birbirinden üstün yanları, faziletlerinden bahsettikten sonra birkaç örnek vererek o yüce zatların üstünlüklerini anlamamız, öğrenmemiz gerektiğine tağlip yapılıyor.
Bu ayeti okurken öncelikle Hz. Musa geliyor aklımıza. Çünkü Hz. Musa’nın Tur dağında Rabbiyle söyleşen Kelîm’i olduğunu kitabımızdan öğreniyoruz. İçinde bulunduğumuz Bakara suresinin sebeb-i nüzulü, isminin sebebi olan olay da yine Hz. Musa’nın Kelimullah olduğunu hatırlatıyor.
Bakara olayında öldürülen adamın katilini bulmak için Hz. Musa’ya müracaat etmişler, o da bir sığır kesip mevtaya bir parçasını değdirmelerini, böylece mevtanın kendisini kimin öldürdüğünü söyleyeceğini vahiyle haber vermişti. Bu olayda Hz. Musa’nın hem Rabbiyle konuştuğunu, hem de Rabbinin izniyle ölüyü konuşturduğunu öğreniyoruz. Kelimullah olma özelliğini, faziletini bütün gönlümüzle tasdik ediyoruz. Allah’ın bereketi, selamı, Kelîm’i olan Hz. Musa’ya ve O’nun ulu ashabına olsun.
Ayrıca Hz. Musa’nın kavminden seçilmiş yetmiş kişi de bu mükalemeye şahit olmuşlardır. “Musa, kavminden yetmiş adam seçti” (Arâf, 155)
♦ Allah ile vasıtasız konuşan nebiler bir başka tefsire göre sadece Hz. Musa değildir; Hz. Adem ve makam-ı kâb-ı kavseyn'e ulaşan Efendimiz de Allah'ın kelimidir.
Bu yükseliş, hem maddi, hem de manevi olmuştu. Efendimiz'i miraç ile, Hz. İsa’yı çarmıha gerilmekten korumak amacıyla, Hz. İdris’i, Hz. İlyas’ı, Hz. Süleyman’ı göklere yükseltmiş. Manevi olarak da başta Efendimiz olmak üzere her peygamberi farklı farklı derecelere yükseltmiştir. Efendimizin adını adının yanına yazarak arşın sütunlarında, imana girmenin kapısı olan şehadetle, ezanlarla, selalarla yükseltmiş, O’na Muhammed, Ahmed isimlerini vererek övgüye layık olduğunu ins-ü cinne, meleklere talim edip O’nu bütün aleme rahmet olarak göndermiş. O’na itaatı kendine itaat, O’na biatı kendine biat kılmış, sevmiş ve kainata sevdirmiştir.
Sevdin Habibini kâinata sevdirdin.
Sevdin de hıl’atı risaleti giydirdin.
Makam-ı İbrahim’den Makam-ı Mahmud’a erdirdin.
Serveri asfiyâ kıldın.
Hatemi Enbiyâ kıldın.
Muhammed Mustafa kıldın.
Salât ü selâm, tahiyyât- ü ikram, her türlü ihtiram ona,
Onun Âl-ü Eshab-ü etbaına ya Rab! (Elmalılı Hamdi Yazır)
Hz. İsa'nın kendisi bizzat ayet ve ibrettir. Hâriku’lâde bir şekilde babasız olarak, tertemiz Meryem’den doğan Ruhullah olması, alemde hiç olmamış ve hiç olmayacak kudret-i ilahi eseridir.
Cenab-ı Hakk kullarına üslup öğretmek ve daha bir çok hikmete binaen olayları, oluşumları sebeplere bağlamış, tabiatta, fıtratta kanunlar, tüzükler koymuş. Hz. İsa’nın yaratılışı, bu âdetleri aşıp geçen bir hâriku’l âdedir. Rabbimiz ona ruhundan ruh üfleyip ‘Ol’ emri ile yaratmıştır. Ruh üfleme Cebrail vâsıtasıyla olduğundan ‘Onu ruhu’l kuds ile teyit ettik’ buyrulur ve ‘Ruhullah’ onun lakabı olur. Bu nedenle onun nefesi hastaları tedavi edecek, körleri iyileştirecek, hatta ölüleri diriltecek kadar Allah’ın izniyle tesir etmiştir.
Ne var ki inanmak istemeyen kimseler her asırda olduğu gibi, Hz. İsa’nın zamanında da bu hâriku’l âde doğuşu bahane ederek ayrılıklara, nifaka düştüler ve halkı da şüphelendirme yolunu tuttular. Fitne-fesat büyüdü, Hz. İsa’yı çarmıha germeye kadar gitti. Cenâb-ı Hakk, içlerinden bir fitneciyi Hz. İsa şekline soktu; onu öldürdüler. Hz. İsa, Cenâb-ı Hakk tarafından gökyüzüne kaldırıldı, kendisine kanat takılarak arş etrafında tavaf eden meleklere katıldı.
Sonra ihtilaflar çoğaldı; İseviler-Museviler, kargaşalar, ayrılıklar çıktı. Bunun için Cenâb-ı Hakk, Hz. İsa’yı zikirden hemen sonra ‘Eğer Allah dilemeseydi savaşmazlardı’ buyuruyor. Yani Cenâb-ı Hakk onlara bu konuda cebretmedi, kendi hallerine bıraktı. Onlarla hesap günü hesaplaşacak. İmtihan dünyası olan bu alemde iman etmeye de inkar etmeye de imkanlar açık. Herkes cüz’i iradesiyle bu meydanda serbest bırakıldı.
Cenâb-ı Hakk dilese, insanlar tek ümmet olurdu, mümin-kafir diye ayrılmaz, aralarında ihtilaf olmaz, neticede de birbiriyle savaşmazlardı. O zaman iyiyle kötü, masumla günahkar, tembelle çalışkan ayırt olmaz, imtihanın gayesi ortaya çıkmazdı.
Cenab-ı Hakk’ın bunca küfre, zulme, nifaka karşı Halim, Sabûr isimleriyle muamele etmesi, O’nun şanının yüceliğinden, rahmetinin vasiliğindendir. Yoksa O dilediğini yapma kudretine sahiptir. Âsi, alçak, kafir ve zalimlere bir anda dünyayı dar eder, kurdukları hile ve desiseleri bir anda kendi başlarına çevirir. Kendine karşı çıkan bu güruha hiç mühlet vermeden Firavun’un, Karun’un, Haman’ın yanına gönderir. Ama bir ömür fırsat veriyor, imkanlarını elinden almıyor. Olur ki, akılları başlarına gelir, dönüş yapar, ıslah olur, hak yola revan olurlar. Yarın hesap günü ‘Bize fırsat verseydin, zaman tanısaydın’ diye bir mazeretleri de olmaz.
Yüce Allah üçüncü cüzün son kısmında, İsraîloğullarının başına Tâlût’un geçmesini, hem hükümdarlık hem de peygamberlik şerefine nail olması sebebiyle Dâvud (as)’un diğer İsraîloğullarından üstünlüğünü anlattı. Daha sonra Rasullullah’ın peygamberlerden olduğunu kendisine bildirdi. O ayetlerde zahirî mânâ, peygamberlerin eşit olduğunu göstermektedir. Bu âyetlerde de Yüce Allah, peygamberlerin aynı derecede olmadıklarını, diğer insanlar arasında olduğu gibi, onlar arasında da farklılık bulunduğunu bildirmiştir.
Bu cümle, 252. ayette Efendimize hitaben gelen 'Şüphesiz ki sen Resullerdensin' cümlesinin ardından resulleri tafdil edip, 'İşte Sen de birbirinden farklı üstünlükleri olan bu resuller cemaatindensin' anlamındadır.
Ayetin öncesiyle bir diğer münasebeti şöyledir: Allah’u Teâlâ, Efendimiz’i kavminden gördüğü inkar ve hasede karşı teselli ederek şöyle demiştir: "Allah peygamberlerin bir kısmıyla konuştu, bir kısmının derecelerini yükseltti, Hz. İsa’yı da Rûhü’l-Kudüs ile teyid etti. Bunca mucizeleri müşahede etmelerine rağmen, kavimleri onlara yine kötü muamelelerde bulundu. Sen de onlar gibi bir peygambersin; kavminden gördüğün eziyetlere karşı üzülme.
♦ Kur’an-ı Kerim’de zikredilen, İbrahim, İsmail, İshâk, Ya’kûb, Mûsâ (as) ve diğer peygamberlerdir.
♦ Bu ifâdeden maksat, önceki ayetlerde zikredilen Eşmayil, Dâvûd ve -peygamber olduğunu söyleyenlere göre- Tâlût peygamberdir.
♦ Sadece Hz. Davud kıssasında geçen peygamberler değil, bu ayetten önce zikredilen bütün peygamberlerdir; Hz. Adem, Hz. Musa, Hz. Yakup, Hz. İshak, Hz. Harun, Hz. İbrahim, Hz. İsmail gibi.
♦ “Eğer Allah insanların bir kısmının (fesadını), bir kısmıyla ön-lemeseydi, dünya mutlaka fesada uğrardı” (Bakara 251) âyetiyle işaret edilen, fesadı def etmek için gönderilen peygamberlerdir.
♦ Bu peygamber Efendimizdir . Çünkü o alemlere rahmet ola-rak gönderilmiştir. Ulu'l azim peygamberdir. Kendisine Kur'an-ı Mecid verilmiştir. İlmi ve ameli öyle üstünlükler verilmiştir ki, asrın lisanı onu anlatmaya güç yetiremez. Dini mucizelerle teyid edilmiş, kendisine şefaat-ı uzma olan makam-ı mahmud verilmiştir. Cümlenin kapalı gelmesi ve cemi sigasıyla 'Resuller' denmesi, onun şanına işaret içindir.
Âyet-i kerimeden peygamberlerin birbirleriyle mukayese edildiğini anlamak doğru değildir. Ayet, bu peygamberlerin müntesiplerinden her birin in kendi peygamberlerinin üstünlüğünü iddia etmelerini reddetmiştir. Her biri kendi dönemlerinde görevlerini ifa eden peygamberler risaletin aslında birbirlerine eşittirler. Tevhidde, inançta aynı olan bu peygamberler, aynı kaynaktan çağrıyı alarak kendi asırlarında tebliğlerini yapmışlardır. Evrensel kanunlar keşfedilmeden, deneylerle elde edilen bilgiden önce de vahiy ve tevhid bilgisi vardı.
Nübüvvet tek bir şeydir, onda üstünlük olmaz. Ama ortak özellikleri olan risalet dışında bazı özellikleri birbirinden üstündür. Allahu Teala kimisiyle bizzat konuşarak, kimisini anasız babasız, kimisini babasız dünyaya getirerek farklı özellikler vermiştir.
Meselâ Hz. Musa’nın, asayı yılana çevirme, “yed-i beyzâ” ve denizi ikiye ayırma mucizeleri, o zamanın halkının çok ileri derecede olduğu sihre; Hz. İsa’nın anadan doğma körleri, alaca hastalarını iyileştirip, ölüleri diriltme mucizeleri de o devrin insanlarının son derece ileri gitmiş olduğu tıbba teşbih edilmiş, Hz. Muhammed’in mucizesi olan Kur’an da, belagat fesahat, nesir ve şiir cinsinden olmuştur.
Peygamberlerin mucizeleri azlık çokluk; bakî olma ve bakî olmama; kuvvetli ve zayıf olma gibi hususlardan farklıdır.
Bazıları Hz. İbrahim gibi halillik makamına yükselmiştir. Bu makam ondan başkası için hasıl olmamıştır.
Hz. Davud’a nübüvvet, mülk ve güzel ses verilmiştir.
Hz. Süleyman’a cinler, insanlar, kuşlar ve rüzgar musahhar kılınmıştır. Bunlar babası Dâvud aleyhisselam'a verilmeyen şeylerdir.
Bazıları şeriatle, bazıları şeriatsız gelmiştir.
Bazısına bizzat vahiyle, bazılarına rüya ile vahyedilmiştir.
Bazısını sırf kavmine, bazısını bütün insanlara göndermiştir.
Efendimiz’e ise insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilme hususiyeti ile kendinden önceki tüm şeriatleri neshetme vasfı verilmiştir.
♦ Ya da bu üstünlük; tüm müminlerin iman açısından eşit olup, itaatleri, takvaları açısından farklı olmaları gibi, Peygamberlerin Allah katındaki makamlarının farklı olm ası anlamındadır. Peygamberler amellerinin faziletleri, ağır imtihanlara sabretmeleri gibi hususlarda birbirlerinden farklıdırlar.
♦ Bu üstünlükten maksat; Peygamberlerin şu anda semadaki ma-kamlarının farklılığı da olabilir. Nitekim İsrâ hadisinde peygamberlerden kiminin dünya semasında birinci katta, kiminin ikinci kat semada, kim ilerinin farklı semalarda olduğu bildirilmiştir.
♦ Bundan murad, dünya ile ilgili mertebelerin farklılığı da olabi-lir; bu da ümmetin, sahabenin çokluğu, devletin gücü gibi hususlardır.
♦ Kiminin kıssası anlatılmış kiminin anlatılmamıştır.
Allahu Teala'nın konuştuğu nebi, Hz. Musa'dır. Hz. İsa da 'Beyyineler verdik' cümlesinde zikredilmiştir. Bu iki ifade arasında gelen; “Bazısını da bir çok derec elerle yükseltti” cümlesi Rasûl-i Ekrem’i anlatır. Çünkü Efendimiz’e verilen mucizeler hiç kimseye verilmemiştir. Ona hiçbir mucize verilmeyip yalnız Kur’an-ı Kerim verilmiş olsa, bu da onun üstünlüğü için kafi gelirdi. Kur’an-ı Kerim mucizesi tüm çağlar boyunca baki kalacak bir mucizedir.
Diğer peygamberler arasında, özellikle Hz. Musa ve Hz. İsa zikredildi. Çünkü bu iki peygamberin mucizeleri, bunların dışındaki peygamberlerin mucizelerinden daha aşikâr ve güçlüdür.
Hem onların ümmetleri, Kur’an inerken mevcuttu. Diğer peygamberlerin ümmetleri mevcut değildi. Bu iki peygamberin özellikle zikredilmesi, onların ümmetlerini tenkîd için bir tarizdir. Sanki şöyle denmiştir: “Bu iki peygamberin dereceleri böyle yüksek ve mucizeleri de çok olmasına rağmen, ümmetleri onlara inkıyâd etmemiş; muhalefet etmişler ve itaattan yüz çevirmişlerdir.”
Bu üç peygamber, bu âyetlerin nazil olduğu dönemde de, şu anda da kendilerine uyulan ve müntesiplerinin ayrılığa düştükleri peygamberlerdir. Âyetin devamınd a da bu konunun gündeme getirilmesi, bu âyetin peyg amberlerin birbirlerinden üstün olup olmadıklarını anlatmak için değil de ümmetlerinin: “Biz im peygamberimiz üstün, sizin peygamberiniz değil” kavgalarını sona erdirmek için nazil olduğunu gösterir.
Rabbimiz bu üstünlük kavgasının bir fayda sağlamayacağını ortaya koymaktadır. Önemli olan bizim bu peygamberlere ne kadar tabi olduğumuz, onları ne kadar örnek aldığımız, hayatımızı onlara ne kadar yakın yaşadığımızdır.
Peygamberler, ümmetlerin meşrebleri itibarı ile davet derecesinde farklı olsalar bile, hepsi Allah’a vasıl olmuş, fenafillah ve bekabillah derecelerine ulaşmışlardır. Çünkü velayet, nübüvvetten öncedir. Velayetin son derecesi, nübüvvetin ilk derecesidir. Nübüvvet, velayetin üzerine bina edilmektedir.
Mevlana Mesnevi’sinde peygamberler arasındaki üstünlükleri anlatırken şöyle der: ‘Peygamberler aynı kaynaktan gelen sular gibidirler. Sular aynı ama kaplar değişik...’
En üstün rütbe, ilim rütbesidir. İlim nurdur. Allah, kulun yükselme kudretince derecesini yükseltir. Derece yükseldikçe tevhid nuru, tevhid nuru yükselince de ilim, marifet yükselir.
Tevhid nuru, vücuda ne kadar galip olduysa, nebilerin mertebeleri, dereceleri o kadar yükselmiştir.
Peygamberlerin semadaki makamları da dereceleri nisbetindedir. Efendimiz Miraç'ta peygamberlerin makamlarını şu şekilde müşahede etmiştir:
1. semada Hz. Âdem
2. semada Hz. Yahya ve Hz. İsa
3. semada Hz. Yusuf
4. semada Hz. İdris
5. semada Hz. Harun
6. semada Hz. Musa
7. semada Hz. İbrahim
'Bir kısmını derecelerle yükseltti' cümlesinin üslubu, önceki cümleden farklı geldi. Bu üslup değişikliği, şeref derecelerinde Peygamberlerin farklılığına işaret içindir.
‘Bazılarını üstün kıldık' 'بَعْضَهُمْ' ifadesi çoğul manada bir kelimedir. Büyük bir iş yapan kimseye, “Bunu kim yaptı?” denildiğinde o, kendisini kastederek, “Birimiz veya bazımız yaptı” der ki bu, kendisini açıkça belirtmesinden daha beliğdir. Efendimiz'den bu kelime ile bahsedilmesi, ona verilen görevlerin en büyük peygamberlerden bazılarına verilen görevlerin toplamı kadar, hatta daha fazla olduğunu ifade içindir.
Efendimizin ayette açık şekilde değil de, mübhem olarak ifade edilmesi, şanını yüceltmek içindir. Bir de onun; tayin edilmeye ihtiyaç olmayan, üstünlüğü meşhur tek isim olduğunu zımnen bildirmek içindir. Bütün peygamberler içinde bütün insanlığa şamil umumi davet, sayısız hüccet, sürekli mucizeler, asırlar boyu devam eden ayetler, sayısız ilmi ve ameli faziletl yalnız Efendimize tahsis edilmiştir.
Bir görüşe göre de bu peygamber; Hz. İbrahim’dir. Allah onu halillik şerefiyle tahsis etmiştir.
Bir başka görüşe göre de; bu peygamber Hz. İdris’dir.
Bir başka görüşe göre de bu peygamberler ülû’l azim peygamberlerdir. Yani; Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed'dir .
Hz. Muhammed’in diğer peygamberlere üstünlüğü
Hz. Muhammed peygamberlik zincirinin son halkasıdır. O’nunla birlikte vahyin akışı hitama ermiştir. O’nunla gelecekteki bütün insanların faaliyetlerini içerecek derecede geniş boyutlu, kapsamlı ve genel geçer bir hayat sistemi ilân edilmiştir. Artık geriye insan aklının, ilâhi sistemin sınırları içinde çözüme bağlayabileceği ve yeni bir peygamberliğe ihtiyaç duyurmayacak ayrıntılardan başka hiçbir problem bırakılmamıştır.
İnsanları yaratan yüce Allah, onların kim ve ne olduklarını geçmişte de biliyordu, şimdi ve ileride de bilir; onların karşılaşacakları problemleri de bilir. Yüce Allah, son peygamberiyle insanlara ulaştırdığı kapsamlı sistemin, hayatın gelişimini, yenilenmesini ve ilerlemesini en iyi sağlayan sistem olduğunu da bilmektedir.
• “Biz seni ancak, âlemler için bir rahmet olarak yolladık” (En-biya, 107) Hz. Peygamber âlemler için bir rahmettir, bütün âlemden üstündür.
“Hz. Âdem ve diğer peygamberler kıyamet günü benim sancağım altında olurlar” hadisi, Hz. Peygamber’in, Hz. Âdem ve bütün ademoğullarından daha üstün olduğunu gösterir.
Yine Hz. Peygamber “Ben, âdemoğullarının efendisiyim fakat bunda övünülecek birşey yok” ve ‘’Ben girmedikçe cennete hiçbir peygamber giremez ve benim ümmetim girmeden de hiçbir ümmet giremeyecektir” buyurmuştur.
• “Ve senin zikrini yücelttik” (İnşirah, 4) Allahu Teâlâ Hz. Muhammed’in zikrini, kelime-i şehâdette, ezanda ve teşehhüdde kendi adıyla beraber zikretmiştir. Diğer peygamberlerin zikri ise böyle değildir.
• Allahu Teâlâ pek çok hususta Resulullah'ı kendi zatıyla bir-likte zikretmiştir.
Hz. Peygambere yapılan itaati, kendisine yapılan itaat gibi saymıştır: “Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa, 80)
O’na yapılan biatin kendisine yapılmış olacağını beyan etmiştir: "Sana beyât edenler (bilsinler ki), Allah’a beyât etmektedirler. Allah’ın eli onların eli üzerindedir" (Fetih, 10)
Hz. Peygamber’in şerefinin, kendi şerefi olduğunu bildirmiştir: “Halbuki şeref ve kuvvet Allah’ın ve peygamberinindir” (Münafıkun, 8)
Peygamberin rızasının, kendi rızası demek olduğunu ilân etmiştir: “Allah’ı ve Resulünü razı etmeleri daha doğrudur” (Tevbe, 62)
O’na uyanın, kendisine uymuş olduğunu bildirmiştir: "Ey imân edenler, Allah’a ve Resulüne uyun." (Enfal, 24)
• Allahu Teâlâ, Hz. Muhammed’e Kuran’ın herhangi bir sûresi ile meydan okumasını emrederek “O’nun sûreleri gibi bir sûre getirin” (Bakara, 23) buyurmuştur. Sûrelerin en kısası, üç ayet olan Kevser suresidir. Yani Allah, Kur’an’ın her üç âyeti ile, inkâr edenlere meydan okumuştur. Kuran’ın tamamı altıbinden fazla âyettir. Dolayısıyla Kur’an, tek bir mucize değil, aksine ikibinden daha fazla mucize demektir. Oysa Allahu Teâlâ Hz. Musa’yı sadece dokuz mucize ile şereflendirmişti.
• Hz. Peygamber’in mucizesi, diğer bütün peygamberlerin mucizelerinden daha üstündür. Kuran, harfler ve seslerden meydana gelmiştir. Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber’in mucizesini ebedi, bakî bir mucize, diğer peygamberlerin mucizelerini de fânî ve geçici mucizeler kılmıştır.
• Allah’u Teâlâ Kuran’da, peygamberlerine hep isimleriyle hitab etmiştir. Meselâ “Ey Adem...” (Bakara, 35) “Ey İbrahim” (Saffat, 104) “Ey Musa...” (Taha, 11-12) buyurmuştur.
Ama Hz. Peygamber’e, “Ey Nebî” (Ahzab, 1) ve, “Ey Resul...” (Maide, 67) diye hitâb etmiştir. Ve onun ömrüne yemin etmiştir. (Hicr, 72)
Yakından tanıdıkça büyüyen tek insan
Bütün kemalat ve feyizler ondadır. O, fazilet güneşidir, enbiyalar ise onun yıldızlarıdır.
Resulullah’ın hayatını okuduğum her satırda ona karşı daha fazla hayranlık duyuyorum.
Resulullah bugün aramızda olsaydı bütün dünyada sorunlar çözülürdü.
Onu hatırlamak insana hürmet, muhabbet duygusu hissettirir. Salevatın bir amacı da budur.
Dünyaya Resulullah’tan daha üstün kimse gelmemiştir. Onun her hitabı bir vecize, her hitabı hayranlık bırakan bir iksirdir.
İnsan dehasının üç ölçüsü; her bakımdan örnek olma, gayenin büyüklüğü ve sonucun azameti Efendimiz’de cem olmuştur.
Bütün akılların nuru Resulullah’ın nur siracından taksim edilmiştir. Fakat istidatları sebebiyle çeşitlenmiştir.
Enbiya ekseri vakit beşeri vasıflarla görülür. Resulullah’ın harpte yara alması, açlık hissetmesi, zırh giymesi gibi beşeri vasıflar, beşeri takviye içindir. Cihatta mübarek yüzlerine yetmiş kılıç darbesi isabet ettiği halde hiçbir yara almamıştı. Yalnız bir defa hikmete binaen tesir etti. O da mücahid-i islam’ı teskin içindi. Fakat vahiy anında ve mucize izharı zamanında insani vasıfların üstünde kuvve-i kudsiye zahir olmuştur.
Tarihte onun gibi bir insanın otoritesine, aklına, tesirine rastlanmamıştır.
Ben, İnsanoğlunun geride bıraktığı devirler içinden çağlar boyu seçile seçile geldim ve içinde bulunduğum çağda ortaya çıkarıldım. Hadis-i Şerif
Gözüm aklım fikrim var deme hepsini öldür
Sana çöl gibi gelen o göl diyorsa göldür. N.Fazıl
Kuran’da Hz. İsa’nın adı annesinin adıyla birlikte zikredilir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in nazil olduğu dönemde kimi Hz. İsa'nın -haşa- Allah’ın oğlu olduğunu, kimi O’nun şahsında Lâhut ile Nasut (ilâh ile insan) karakterlerinin birleştiğini, kimi ise O’nun kişiliğinde insanlık karakterinin, tıpkı sudaki damla gibi eridiğini, böylece (haşa) tek başına ilah olduğunu iddia ediyordu! Bu iddialar kiliselerde şiddetli tartışmalara konu oluyordu. Roma imparatorluğu döneminde bu yüzden çıkan savaşlarda sel gibi insan kanı akıtılmıştı! İşte bu nedenle, Kuran’da sürekli Hz. İsa’nın insan olma niteliği vurgulanır.
Hz. İsa’ya verilen beyyineler:
♦ Ölüleri diriltmek
♦ Hastalara şifa vermek
♦ Anadan doğma körleri iyileştirmek
♦ Alaca hastalarına şifa vermek
♦ Çamurdan kuş yapmak
♦ Gaybdan haber vermek
♦ İncil
♦ Gökten sofra inmesi
Beyyine ve mucize verilmesi Hz. İsa’ya has olmamakla beraber, burada özellikle ona tahsis edilmesi; Yahudi ve Hıristiyanların ifratlarından dolayı onları takbih etmek, yaptıklarının çirkinliğine dikkat çekmek içindir. Yoksa Hz. Musa’nın delilleri de güçlüydü.
Yahudiler; Hz. İsa’yı küçük görerek ifrata düştüler, onun mucizelerini inkar ettiler.
Hıristiyanlar da Hz. İsa’ya ulûhiyyet isnad ederek aşırı gittiler. Onun bir peygamber olduğu bildirilerek her iki gruba da itidal uyarısı yapılmış oldu.
‘Kudüs’ mukaddes manasındadır. ‘Ruhu’l Kudüs’ ‘Raculün sıdkun’ kabilindendir. Mübalağa için masdarın bizzat kendisi isim olarak verilmiştir.
♦ Ruhu’l Kudüs; Hz. İsa’nın ruhudur. Allahu Teala Hz. İsa’yı insanların yaratılışından farklı olarak, kadın ile erkeğin birleşmesi olmaksızın yarattı. Hz. İsa’yı hiçbir erkeğin sulbü tazammun etmeyip, hiçbir kadının rahmi ona şamil olmadığı için ‘mukaddes’ olarak vasfedildi.
♦ ‘Kudüs’ Allahu Teala, ‘Ruh’ da Cebrail aleyhisselamdır. ‘Ruh’ kelimesinin ‘Kudüs’ kelimesine izafe edilmesi şereflendirmek içindir.
Allahu Teala, Cebrail aleyhisselam ile Hz. İsa'ya hayatının başında, ortasında ve sonunda yardım etti. Önce Hz. Meryem’e üflenen ruh ile (Biz ona ruhumuzdan nefhettik, Tahrim, 12) yardım etti.
Sonra; Cebrail aleyhisselam ona ilimleri öğretti ve onu düşmanlardan korumasıydı. Hayatının sonunda ise, öldürmek istediklerinde semaya yükseltmesi ile ona yardım etti.
Cebrail, peygamberler için en önemli destektir. Çünkü peygamberlerin bu önemli görev için Allah tarafından seçildiklerini müjdeleyen, onlara uzun ve meşakkatli yollarında sürekli cesaret veren, kalplerine soğukkanlılık ve zafer umudu indiren O’dur.
♦ Yahut Rûhu’l-Kudüs, Hz. İsa’nın kendisiyle ölüleri diriltmiş ol-duğu isimdir.
Beyyinat; açık mucizeler, hakkın hak olduğuna açık delil, yüz çevirmekten alıkoyan, uymayı icab eden ayetlerdir.
Peygamberlerin ümmetleri arasında çıkan savaşlar Allah’ın dilemesine aykırı olarak çıkmamıştır. Alemde O’nun dileğine aykırı olarak hiçbir olayın meydana gelmesi mümkün değildir. İnsanın kendi tercihiyle hidayeti ya da sapıklığı seçmesi, Allah’ın dilemesi iledir. Onun tercihlerinden doğan her sonuç Allah’ın meşieti dahilindedir.
Yeryüzü halifeliği insana çeşitli, çok sayılı ve birbirine benzemeyen görevler yükler. Yüce Allah bu farklı görevler için insanların da farklılığını dilemiştir. Bu değişik yetenekler yeryüzü halifeliğinin birbirinden farklı vazifelerini karşılar. Böylece gelişme, ilerleme sağlanır. Allah fotokopi ile çoğaltılan sayfalar gibi birbirinin kopyası olan insanlar murad etmez.
Her insan imanı aramakla yükümlüdür, her insanda bu yetenek potansiyel olarak vardır. Hidayet delilleri peygamberlerle her insana sunulmuştur. İstidat farklılıkları, bütün insanları donmuş bir kalıbın içine sıkıştırmaktan kurtarır. Bu farklılıklarla iyiler ve kötüler birbirinden ayrılır.
İhtilaf
Ìhtilafların çoğunda kişinin kendini yegane otorite görmesi yatar. Her fert her konuda kendini otorite görmeye başlayınca, ihtilaf doğmaktadır. Her çeşit birlikteliklerin ilkelerinin bilinip ona uyulması şarttır. İnsanlık tarihine baktığımızda iki otorite görmekteyiz: İlahî ve beşerî otorite. İnananlar için ilke belirleyici ilahî otoritedir. İnkarcılar için ise, beşerî sistemler, izimler, ideolojiler, nefis ve şeytandır. İlahî otoriteyi, yegane otorite kabul etmede samimi olanlar, ilmî, ictihadî konular hariç hayatın hiçbir alanında ihtilaf etmezler. Farklı görüşler olabilir, fakat ihtilaf olmaz, herkes haddini, hududunu bilir, durması gereken yerde durur, ihtilaf ettikleri konuları Allah ve Rasulüne havale ederler. İlimleri yoksa, Rabbimizin emrine imtisalen, ulemaya ve umeraya itaat ederler. Efendimiz ilmi ihtilafları rahmet olarak ifade etmiştir. Müctehit imamlar, ehl-i sünnet mezhepler, meşrepler, meslekler ümmet için rahmettir. Fakat taasub felakettir.
Müslümanlar nerede, ne zaman ittifakı gerçekleştirmişlerse Allah’ın rahmeti onlarla beraber olmuş, nerede ne zaman ihtilaf etmişler, ayrılmışlarsa perişan olmuşlardır. Bu adetullahtır. İlmî olmaktan uzak her ihtilaf, nefsîdir, cehlîdir ve fitneye sebeptir, nefislerin karıştığı, ins ve cin şeytanlarının vesvese verdiği, hırs ve kıskançlıkların galebe çaldığı, anlaşmazlıklardır. Bu ihtilaflar rahmetleri musibetlere çevirir.
Allah ve Rasulüne itaatte samimi olanlar birbiriyle didişmezler, birbirine katlanırlar, sabır ve sebat ederler. Paramparça olmak mü’minlerin vasfı değildir. Mü’minlerin vasfı, birlik beraberlik içinde, ihlas ve samimiyet içinde Allah Teala’nın dinine hizmet etmektir.
İhtilafçı fitneciler hem didişir, ihtilaf ederler, hem peygamberlerini hem de ulema ve ümerayı, kendileri ile didişmekle itham ederler.
İhtilaflar derin ayrılıklara, ayrılıklar ise fitnelere kapı aralar. Fitne katillikten beterdir. Katil bir kişiyi öldürürken, fitne bütün toplumu mahveder.
Müslümanlar nefsî ihtilaflardan kaçınmalıdır. İhtilaflar imtihan vesilesidir. İmtihan devam ettiği sürece ihtilaflar olacaktır. Müslümanlar ittifaklarla uğraşsa ihtilaflara fırsat ve zaman bulamaz. İhtilafların çözümünü Allah ve Rasulüne havale eden kurtulmuş, diğerleri helak olmuştur. İnsanoğlu yaratılalıdan beri hiç bir ihtilafı halledememiştir. İhtilafların yegane çözüm yeri Rabbimizdir:
"Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman ihtilafa düşmüş olduğumuz şeyleri size bildirecektir." (Maide, 48)
Tarihte, günümüzde ihtilaflar neyi halletmiştir? Hangi mesele ihtilaf yolu ile çözüme bağlanmıştır? İhtilaflar kimin işine yaramıştır? Bu ihtilafların ne kadarı dini gayrettendir? Müslüman, kardeşine niçin muhalefet eder? Ola ki bir meselede ihtilaf etti, bu ihtilafı niçin bayraklaştırır? Niçin sürekli gündemde tutar? Niçin bu ihtilaflar kurumsallaştırılır? Müslümanların binlerce ittifak ettiği konu varken, bunlar Müslümanları birbirine bağlamaz da üç-beş ihtilaflı konu Müslümanları birbirinden ayırıp darmadağınık eder, Müslümanları birbirinden koparır.
Hz. Peygamber yere bir çizgi çizer, "İşte bu doğru yol" der. Sonra bu çizginin sağına soluna başka çizgiler çizer. "Bunlar da başka yollar... Bunlardan herbiri üzerinde o yola çağıran bir şeytan vardır" buyurur ve şu ayeti okur: "İşte bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyunuz. Başka yollara uymayın ki, sizi O'nun (Allahın) yolundan ayırmasın..." (Enam, 153)
Size iki şey bırakıyorum ki, onlara sarıldığınız sürece asla hak yoldan sapmazsınız. Onlar, Allah’ın Kitabı ve benim sünnetimdir. (Hakim, Beyhakî)
Benden sonra yaşayanlar pek çok ihtilaflar görecektir. O durumda sizin, benim sünnetime ve raşid halifelerimin gidişatına sımsıkı sarılmanız gerekir. (Ebu Davud, İbnu Mace)
Efendimiz : “İsrailoğulları yetmişiki gruba ayrıldı. Benim ümmetim yetmişüç gruba ayrılacak. Bunlardan bir grup hariç, diğerleri ateşte olacaktır,” “Cehennemden kurtulan fırka hangisidir?” diye sorulunca: “Benim ve ashabımın yolunda gidenlerdir.” buyurdular. Hakim
Din ve dava kardeşlerinizden gelen hakareti iltifat, tokadı takdir ve tükürüğü misk-i amber kabul etmedikten sonra sen, din ve dava adamı olamazsın. Z. Gündüzalp
Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam,
Bağlamak lazım iken, anlamadım, anlayamam,
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikri kavmiyeti şeytan mı sokan zihninize?
Allah dilese, gelen resullere inanır, hakta ittifak eder, savaşmazlardı.Fakat Allah böyle diledi. İmanın küfrü bertaraf etmesi için, tek doğru inanç sisteminin yeryüzüne egemen olabilmesi için böyle olmasını diledi. Yüce Allah biliyordu ki, sapıklık, olumsuzluğu ile bulunduğu yerde donuk ve rahat durmaz, mutlaka saldırıya geçer, doğru yolda olanları saptırmaya girişir. Bundan dolayı mutlaka onunla savaşılmalı, ortadan kaldırılmalıdır.
Bu cümlenin tekrarı, tekid için değil, onların anlaşmazlığa düşmelerinin, Allah’ın onların savaşmamalarını dilemesini mucib olmadığına, Allah’ın bunu dileyip dilememekte muhtar olduğuna dikkat çekmek içindir. Yani bütün bu anlaşmazlıklardan sonra yine Allah onların birbirleriyle savaşmamalarını dileseydi savaşmazlardı.
Bu ayet hayır olsun şer olsun bütün hadiselerin Allah'ın dilemesine bağlı olduğunu anlatır. Bir şeyi yaptırmaya veya Allah'ı bir şeyden men etmeye kimsenin gücü yetmez.
• Sahabeden bir grup oturmuş, karşılıklı konuşuyorlardı. Hz. Peygamber de onları duyuyordu. Birisi, “Ne güzel, Allah, Hz. İbrahim’i dostu saymış” dedi. Bir başkası, “Bu, Cenâb-ı Allah’ın Hz. Musa ile bizzat konuşmasından daha şaşırtıcı birşey değil” dedi. Bir diğeri, “Hz. İsâ, Allah’ın kelimesi ve ruhudur”; bir diğeri de, “Allah, Hz. Adem’i seçmiştir” dedi. O sırada, Hz. Peygamber yanlarına gelerek şöyle dedi:
“Sözlerinizi ve delillerinizi duydum. Hz. İbrahim Allah’ın halilidir, doğru. Hz. Musa, Allah’ın konuştuğu kimsedir, doğru. İsâ (as), rûhullahdır, doğrudur. Allah, Hz. Adem’i seçmiştir, doğrudur. Ben de Allah’ın sevdiği kulum, (Habibullah'ım) fakat övünmüyorum. Ben kıyamette Livâu’l-hamdin taşıyıcısıyım, fakat övünmüyorum. Ben kıyamet günü ilk şefaat edecek ve şefaati ilk kabul edilecek olanım, fakat övünmüyorum. Cennet kapısını ilk ben çalacağım, o bana açılacak ve fakir mü’minler yanımda oldukları halde oraya gireceğim, fakat övünmüyorum. Ben gelmiş geçmiş insanların en şereflisiyim, fakat övünmüyorum.” Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
• Hz. Ebu Hureyre şöyle der: “Müslümanlardan biri ile yahudilerden birisi münakaşa ettiler. Yahudi yemin ederken: “Mûsâ’yı bütün âlemlerd en üstün kılana yemin ederim ki” deyince, müslüman onun yüzüne sertçe bir tokat vurarak: “Pis herif! Onu Muhammed'den (sav) de mi üstün tutmuştur?” dedi.
Durum Al lah Resûlü’ne hab er verilince Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu: “Beni diğer peygamberlere üstün tutmayınız!”
Bir başka rivâyette de:
“Peygamberlerin birini ötekinden üstün tutmayın!” buyurmuştur. Bu olay üzerine de bu ayet-i kerime nazil oldu.
'Bu peygamberlerin kimini kimine üstün kıldık.'
Ayet-i kerime, tafdilin-üstünlüğün, sa’yu gayretle değil, bizzat Allah’ın üstün kılmasıyla olduğuna işarettir.
‘Biz bu resullerin bazısını bazısına üstün kıldık’ Yani biz ehli fazldan her birini rahmetle üstün kıldık, nurlar onların eserleridir. Kimini en ala nur, vakar ve re’fet üzere, en üstün derecede, en âlâ makamlarda olmaları, nurlarının ziyasının istilasi miktarıncadır. Sayıları kendi ihtiyarlarınca değildir. Bu farklılık ve taksim levh-i mahfuzdaki kalemin yazdığı zaman belirlendi. Allah, kulları nurunun feyzini kabule kabiliyetli yarattığından fazlını umumi, hususi diye tahsis etti.
Umumi feyz: Nur feyzini kabul üstünlüğüyle merdut halktan seçilenler.
Hususi fazıl: Nurun feyzini kabulde ziyade olarak has kılınanlar.
Hususi nurun feyzini kabulde, bazısının bazısına üstünlüğü, ilk yaratılıştaki tabiatın karanlığı miktarıncadır. Nurun hakikatinde değildir. Zira müfred bir şey taaddüt etmez. Bu nedenle Allah (cc) Kuran’da nuru müfret lafızla zikretmiştir.
Her fazilet sahibinin üstünlüğü, nurun ziyasına istidadı miktarıncadır. İlmin artması derecenin yükselmesine vesiledir.
Nebi miraçta;
1. Hz. Adem’i birinci semada
2. Hz. Yahya ve İsâ’yı ikinci semada
3. Hz. Yusuf’u üçücü semada
4. Hz. İdris’i dördüncü semada
5. Hz. Hârun’u beşinci semada
6. Hz. Mûsâ’yı altıncı semada
7. Hz. İbrâhim’i yedinci semada gördü.
Sidretil müntehaya ulaşınca oradan makamı kabe kavseyne ulaştı. Bu, derecelerin yükselmesi ve hazrete yaklaşmaktır. Bu ziyanın onu istilasındaki kuvvetinin miktarına göre olmuştur.
Nebilerin mertebelerinin birbirinden üstün olması vahdaniyet nurunun nebinin insaniyet zulmeti üzerine galip olduğundandır.
Nebiler, cemal ve celal tecellisinin satveleri karşısında dağılıp yok olurlar. Her nebi vücut zulmeti miktarınca semavat katlarından birinde kalır. Efendimiz bir katta kalmadı, ona herhangi bir mekan tahsis edilmedi. Çünkü o varlık zulmetinden tamamen fâni oldu. Allah’ın varlık nurunda baki oldu. Bunun için Allah (cc) habibine nur ismi verdi. ‘Şüphesiz ki size Allah'tan bir nur gelmiştir’ (Maide, 15) Bu ayette geçen nur; Nur-u Muhammed ve Kuran'ı Kerim'dir.
✽ Bu cümle 'Bizim peygamber mi daha üstün, sizin peygamberiniz mi daha üstün' sorularına cevap olarak gelen istinaf cümlesidir.
✽ Burada uzaklık ifade eden “تِلْكَ” işaret isminin kullanılması, peygamberlerin mertebelerinin yüksekliğini gösterir. Yani mertebeler arasındaki manevi uzaklık maddi uzaklığa benzetilmiştir.
✽ 'Onlardan kimi Allah ile konuştu.... مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللّٰهُ' şeklinde başlayan bölüm, önceki bölümde ifade edilen üstünlüğü açıklar. Belagatta buna taksim (bölümleme) adı verilir. Bu buyruk, üstün kılmaya dair tafsil (kategorilere ayırma)dır. İbhamdan sonra izah ile itnab, cem mea taksimdir.
✽ Ayetin başında ‘Üstün kıldık- فَضَّلْنَا ’ şeklinde mütekellim ifadesi kullanılmışken, ondan sonra ‘Kimi Allah ile konuştu- مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللّٰهُ’ şeklinde gaib ifadeye geçilip iltifat yapılması ve zamir yerine ‘Allah’ açık isminin zikredilmesi; mehabeti (heybet ve korkuyu) arttırmak, doğrudan doğruya Allah’ın kelamına muhatab olma, derece itibarı ile yükseltilme, mutlak tafdil, birtakım mucizelere mazhariyet ve Ruhu’l kudüs ile te’yid arasındaki farka dikkat çekmek içindir.
✽ فَضَّلْنَا ve كَلَّمَ fiilleri tefil babındandır, çokluk ifade eder. Hem fiilde hem mefulde çokluk, yani Allah'ın üstün kılması ve verdiği üstünlükler çoktur.
✽ Hz. Musa'nın konuştuğu konular çoktur. وَرَفَعَ ile فَضَّلْنَا fiilleri arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ 'Bir kısmını derecelerle yükseltti' cümlesinde دَرَجَاتٍ kelimesi بَعْضَهُمْ 'den hal olmak üzere mensubtur.
- Veya nez'i hafıd ile mensubtur في veya علي harf-i ceri takdir edilir.
- Veya رفع fiili بلع manasındadır, iki meful alır. دَرَجَاتٍ ikinci mefulü olarak mensubtur. Yahut, mefulu mutlak olarak nasbtır. Veya başlı başlına bedel-i iştimaldir.
✽ 'Onlardan kimini yükseltti' ibaresi sıfatlı kinayedir. Ve ibham sanatı vardır. Hz. Muhammed kastedildiği halde, izah değil ibham tercih edilmiştir. Efendimizin makamının büyüklüğü kastedildiğinden ibham izahdan daha beliğdir.
✽ 'Ondan sonra' derken tevcih. Peygamberden sonra veya Hz. İsa'dan sonra anlaşılmaktadır.
✽ 'Ruhu'l kudüs' izafetinde muzafın, muzafın ileyhin şanı, gayrının tahkiri vardır.
✽ 'Meryem' cinas-ı kalbten kalb-i bazdır.
✽ الَّذٖينَ مِنْ بَعْدِهِمْ Onlardan sonrakiler, sıfatlı kinayedir.
✽ Beyyinat iki kez geçti, reddül aciz alessadridir. Birincisi Hz. İsa'ya verilen mucizeler, diğeri ümmetlerin hepsine verilen açık deliller anlamındadır, cinas-ı tam mümasildir.
✽ İlim ve delil geldikten sonra ihtilaf ettiklerinin bildirilmesi, bu ihtilafın bilgisizlikten değil hased ve zulümden olduğuna tarizdir.
✽ 'Kimi iman etti, kimi inkar etti' taksim ve tıbâk sanatı vardır.
✽ ‘Eğer Allah dileseydi وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ ifadesi ayet-i kerimede iki defa tekrarlanmış, reddül aciz alessadridir. '
✽ Allah dileseydi' cümlesi itiraz cümlesidir. Maksadın tekit edilmesi için itnab yapılmıştır.
✽ “شَاءَ ْ' ve 'يُرٖيدُ' arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ 'Savaşmazlardı' vasıtalı kinayedir. İnkar ihtilafa, ihtilaf da savaşa götüren vesiledir.
✽ Müsebbebi söyleyip, sebebi murad edilmiş, mecaz-ı mürseldir. Yani Allah dileseydi hiçbiri inkar etmezdi.
254-Ey iman edenler, alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmayacağı gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın. Kafirler işte onlar zalimlerdir.
İman mevzuundan sonra infakın gelmesi manidardır. İnfak, karşılıksız, sırf Allah rızası için kendi kazandığı helal maldan muhtaçlara vermektir. Âyette ‘Ey iman edenler’ diye başlamakla imanı hatırlatıyor, imanın gereği ve bir nevi isbatı olan infakı emrediyor.
İnsanın sahip olduğu, ihtiyaç duyduğu her şeye rızık denir. Rızkı da Rezzâk-ı Âlem olan Allah (cc) verir. Cimrilik temayülünde olan insana rızkın menşeini hatırlatarak 'Benim size verdiğim rızıklardan bir kısmını verin, -yani bizim şeriatımıza göre- 40’da biri farz olarak verin. Diğer sadaka, hediye olarak verdiklerinize de kat kat mükafat verilecektir' buyuruyor.
Rabbimiz bizden fakirlere ihtiyaçlılara vermemizi istiyor. Yani bize bir paye, bir fırsat, bir dua alma kapısı açıyor. Bir süre için bizi hayırlara vesile kılıyor. Yoksa O, hiç aracı koymadan herkesi direkt rızıklandırmaya kâdir. Ama aramızda yardımlaşma, iletişim, dualaşma, sevap kazanma gibi bir çok maslahatın oluşması için kimine az, kimine çok vermiş. Çok verdiklerinin az olanlara verip eşit olmalarını istemiş, aynı zamanda bir tarafı şükür, bir tarafı sabır imtihanına tutmuş. Bu imtihan süreci kısa, bir ömür. Bu arada kazandın kazandın, aksi halde ( يَوْمٌ لَا بَيْعٌ فٖيهِ وَلَا خُلَّةٌ وَلَا شَفَاعَةٌ) diye haber verilen çaresizlik günü gelip çatar. Artık dünya dolusu altının olsa, fidye vermek istesen kabul olunmaz.
O günde fakir de zengin de, çaresiz herkes günahıyla baş başa, iflas etmiş durumda. Yeniden kazanayım dese, alışveriş imkanı yok; ne çarşı, ne pazar, ne kasa, ne kese, ne sermaye, ne alıcı, ne satıcı bulunmaz. 'Bir dost, bir ahbaba gideyim ondan yardım alayım' desen, o da yok. O gün insanlar kardeşinden, anasından, evladından kaçacak. Takva üzere kurulmamış dostluklar düşmanlığa inkılap edecek.
Gidip bir adamın adamını bulayım, bir torpil, bir yardım talep edeyim; o da yok, bütün yollar tıkalı. Dünyada verilen geniş imkanların, zamanların, mekanların, dostlukların hepsi elden çıkmış. Zavallı insan inkar ederek, cimrilik yaparak kendini bu korkunç girdaba düşürmüş.
O gün bu asi, perişan güruhun halini Yüce Allah ‘Kafirler zalimlerdir’ buyruğuyla net bir şekilde özetlemiş. İnkar etmeseydi, imanın gereğini yapsaydı, mümince yaşasaydı, insanlara zulmetmeyip kul hakkından sakınsaydı, hem başkalarına hem kendine zulmetmeyecek iki cihanda adil, mutedil, mutlu, mesut bir kul olacaktı.
Bu ayetlerle bize ahiret sahnelerinden biri gösteriliyor ki, o gün gelmeden bu günden tedbirimizi alalım, kulluk vazifelerimizi en güzel şekilde yerine getirelim. Kalbimizi küfürden, bedenimizi beynimizi zulümden kurtaralım. Resullerin geliş amaçlarını kavrayıp, getirdikleri ilahi emirlere sımsıkı yapışalım. Üzerimize vazife olmayan, mükellefiyetimiz dışında meselelerle bu kıymetli ömrü heder etmeyelim.
Bu rüzgâr her vakit böyle esmeyecek.
Gökte bulut, suda yelken, dalda çiçek.
Birgün, birgün var ki, günden güne gerçek;
Çatır çatır servi, çıtır çıtır böcek.
Çek diğerlerine, bir nefes daha çek!
Bu rüzgâr her vakit böyle esmeyecek. Z. Osman Saba
Ayetin öncesiyle münasebeti
İnsana en zor gelen şey, savaşta canını, hayır yolunda da malını harcamasıdır. Allahu Teâlâ savaştan bahsedince, peşinden infakı emretmiştir. Bu da cihad için infakın farz olduğunu gösterir.
Daha önce de, “Allah yolunda savaşın” (Bakara, 244) buyurmuş; onun hemen peşine de, “Kim Allah’a güzel bir borç verirse...” (Bakara, 245) âyetini getirmiştir. Bundan maksadı, cihâd hususunda mal harcanmasıdır. Burada da Allahu Teâlâ savaşla ilgili Tâlût kıssasına yer vermiş (ikinci cüzün sonu 252. ayetler) peşine de cihâdda infâk emrini getirmiştir.
Bu cümle هَلْ فِيهِ بَيْعٌ “O günde alış veriş var mı?” mukadder sualinin cevabı olduğu için ref olarak gelmiştir.
“Dostluk da yoktur” sözünün mânası, “Sevgi, meveddet yoktur” demektir. Kıyamet gününde dostların dostlukları bitecektir. Ancak müttakiler arasındaki dostluk kesilmez. 'Müttakiler müstesna.’ (Zuhruf, 67)
Kıyamet gününde olmayacağı bildirilen şefaat, şefaat edenin müstakil davrandığı ve kendisine izin verilmeden yapılacak şefaattir. Çünkü ayet ve hadisler, şirk koşmadan mümin ölen kimseler için Allah’ın izin vermesi ile şefaatin sabit olduğunu bildirmiştir.
Dünya kazanıp kesbetme yurdu, ahiret ise yapılan işlerin karşılığının verileceği sevap ve ceza yurdudur. Allahu Teala insanın ahirette hiçbir şey kazanamayacağını bu üç şeyi zikrederek kesin bir ifade ile bildirdi. Çünkü insan menfaatlerine bu üç yol ile ulaşır:
Birincisi; Muavezedir (ivazlaşmak). Bunun en büyük mertebesi alış veriştir.
İkincisi: Kendisiyle sevgi, sadakat ve dostluk kazanılan şeylerdir. Bu da hediyelerdir.
Üçüncüsü: Kendisiyle başkalarına yardım etme mertebesine ulaştığı şeydir. Bu da şefaattir.
Kıyamet gününde dostluk da şefaat de bulunmaz. Çünkü “O gün onlardan herbirinin kendisine yetecek bir işi vardır” (Abese, 37) Herkes kendi nefsiyle meşguldür.
“(O zelzeleyi) gördüğünüz gün, emzikli her kadın emzirdiğini unutacak, gebe olan her kadın yükünü düşürecek; insanları sarhoş gibi göreceksin. Halbuki onlar sarhoş değillerdir... “ (Hacc, 2) Şiddetli bir korku herkesi kuşatmıştır.
İnsanlar kıyamet günü; daha önce hiç olmadıkları bir şekilde aç; hiç susamadıkları bir şekilde susuz ve asla olmadıkları bir şekilde çıplak ve hiç olmadıklarından daha yorgun ve bitkin bir halde haşr olacaklardır. Allah için yedirene Allah yedirir. Allah için giydirene Allah giydirir. Allah için su verene Allah su verir. Allah için amel edene Allah kafidir. Hadis-i Şerif
İnfak
İnfak, Allah (cc)’ı sevmenin, O’na güvenmenin biricik belirtisidir. Şemsi Tebrizi Hazretleri şöyle der: ‘Bir kimse başka birini gerçekten sevdiğini iddia ederse ondan delil istenir. O delil ise, bağışta bulunmaktır.’
İnfak, kamil insanı tanımada ölçüdür. İslam büyükleri kişiyi, Allah (cc)’la arasında kalan sırri münasebetlere göre değil, toplumla ilgili davranışlarına bakarak değerlendirmişlerdir. İnsan, özünü örten kabuğu infak sayesinde kırabilir.
İnfak için tespit edilmiş belirli mallar, muayyen miktarlar yoktur. Her fert, kendi durumunun elverdiği ölçüde infakta bulunur.
İnfakın makbul olması için, fedakarlık sayılacak birşey olmalı, sevdiğimiz şeyleri feda etmelidir. Mecbur kaldığımız için yahut vazgeçtiğimiz şeyleri başkalarına bırakmak suretiyle yapılanlar infak değildir. Nefsin kendisine saklamak istediği şeyleri vermek infaktır.
İnfak, fert ve toplumlar için kurtuluş, mutluluk ve huzur belirtisidir. İnfakın yokluğu, fert ve toplumun karanlığa, çöküşe yöneldiğinin delilidir.
Sadaka suyun ateşi söndürdüğü gibi günahları yok eder.
Sadakada dört haslet vardır:
1- Sadaka senin yanında iken azdı, verince çoğalır.
2- Seninle beraberken yok olur, verince bakileşir.
3- Senin yanında olunca senin olmaz, verdiğin zaman senin olur.
4- Seninle olunca sen onu korursun, onu verdiğin zaman o seni korur. Sırrı Sakati
Yetmiş şeytan bağlanmadıkça kişi hiçbir sadaka veremez.
Allah yolunda ekmek verirsen ekmek, can verecek olursan can verirler.
Ekin eken kimsenin ambarı boşalır ama tarlası iyileşir. Tohumu ambarda saklayan kimsenin buğdayını hadisat bitleriyle fareler yer.
Günahlar ancak helal maldan infakla temizlenir. Süfyan-ı Sevri Sadaka kötü ölüme mani olur.
Şimdi elinden gelirken iyilik yap. Yoksa yarın kefeni yırtıp elini çıkaramazsın. Sadi
Kadının biri Hasan b. Ebu Sinan’a gelerek ondan bir şeyler istedi. Hasan b. Ebu Sinan ona baktı ve hizmetçisine:
‘Ona 400 dirhem ver’ dedi. Hizmetçisi:
‘Ey Ebu Abdullah (Hasan b. Sinan’ın künyesi) bu dilenci kadın senden 1 dirhem istedi. Sen ise 400 dirhem verdin’ dedi. Hasan b. Sinan:
‘Onun güzelliğine baktım, kötü yola düşmesinden korktum. Onu zengin edersem belki bir adam onunla evlenmek ister diye düşünerek o kadar çok verdim’ dedi.
“Kâ firler zâlimlerin kendileridir” buyurup, “Zâlimler kâfirlerin kendileridir” buyurmayan Allah’a hamd olsun. Eğer bu şekilde demiş olsaydı, her zâlimin kâfir old uğuna hükmedilirdi. Allah’ın koruduğu kimseler hariç kimse bundan kurtulamazdı. (Atâ b. Dinar)
• Burada küfrün hakiki mânâsı kastedilmiş olabileceği gibi, mecazî mânâsı kastedilmiş de olabilir. Buna göre kâfirden maksat “zekatı vermeyen”dir. “Zekatı terkeden” yerine “kâfir” kelimesini tercih etmesi sertlik ve tehdit ifade eder. Zekatı terk etmenin kafir sıfatı olduğunu bildirir.
Zekatı vermemek, insanın nefsini cezaya düçar kılacağından zulümdür. Kendilerini azaba atmakla nefislerine zulmetmiş oldular.
• Zalimler'den kasıt kâfirlerdir. Kafirler hakka karşı zalimlik ede-rek onu inkâr etmişlerdir. Kendi kendilerine zulmederek mahvolma yollarına kapılmışlardır. Tüm insanlara zulmederek onları doğru yola girmekten alıkoymuşlar, doğru yolu belirsizleştirmişler ve onları hayırdan; barıştan, rahmetten, gönül huzurundan, inanç berraklığından yoksun bırakmışlardır.
• Kafirler infak etmeyerek, zalimlerden olmuşlardır. Bu da tüm insanlar için bir tenbihtir: “Ey hayatta bulunanlar, onların bu kötü seçimleri hususunda, sakın onlara uymayın! Aksine sizler kıyamet gününde Allah’ın azabından nefislerinizi kurtarmanız için fidye olacak şeyleri, kendiniz için önceden yollayın, yapın.”
• Kâfirler, işleri yerli yerinde yapmadıkları için zalimlerden ol-muşlardır. Allah katında şefaat etme hakları bulunmayan varlıklardan şefaat beklemişler, putlar hakkında, “İşte bunlar, Allah katında bize şefaat edecek olanlardır” (Yûnus, 18) demişlerdir.
• Ayet-i kerime “Onlar, zulümde kâmil ve bu hususta çok ileri derecelere varmışlardır” manasındadır. Mübalağa ifade eder.
Adalet ve Zulüm
Adalet üç kısımdır:
1- Kişinin nefsine adaleti
2- Kişiyle diğer insanlar arasında olan adaleti
3- Kişinin kendisiyle Allah arasında olan hususlarda adalet.
Zulüm de üç mertebedir:
1- Kişinin kendi nefsine olan zulmü.
2- Diğer insanlara yaptığı zulüm.
3- Allah’a karşı mükellefiyetlerini yerine getirmede kusurlu davranarak yaptığı zulüm (haksızlık)
En büyük adalet kişiyle Allah arasında olandır. O da imandır. Zulmün en büyüğü de imanın zıddı olan küfürdür. Allahu Teala ‘Kafirler şüphesiz tam olarak zalimlerin ta kendileridir’ buyurdu.
Sultanların ve devlet adamlarının bozulması zulüm ile, âlimlerin bozulması tamahkarlık ile, fakirlerin bozulması ise riya ile olur. Ebû Bekir Varrak
Kula dünyada adâlet gibi ihsan olamaz.
Zulüm ikâ edenin âhiri handân olamaz.
Bunu yaptıysa eğer, tevbe edip af dilesin;
Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz. Y. Hatipoğlu
وَلَا خُلَّةٌ Hakikatlerin zuhurudur. وَلَا شَفَاعَةٌ Celalin tecellisi için şefaat yoktur.
وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ Nasiplerinin kesilmesiyle kafirler kendilerine zulmetmiştir. Çünkü imana olan istidatlarını eksiltmişler, nakıslığa düşmüşlerdir.
✽ يَٓا اَيُّهَا Burada üç ayrı uyarı vardır: يَٓا Nida edatı, اَيُّ ismi mevsülü ve هَا tenbih edatı ile bu hitap üç ayrı uyarı içerir. Bu kalıp ne zaman gelirse orada emir veya yasak vardır. Ayrıca nidalar heyecan uyandıran sanatlardandır.
✽ 'Ey iman edenler' sıfatlı kinayedir.
✽ Münadalar, fiili hazfedilen mefullerdendir. Hazfedilen fiil 'أَدْعُو - çağırıyorum' fiilidir.
✽ İnfak edin اَنْفِقُوا ifal babından, emri hazırdır. İfalin tadiye manasıyla; Hem verin, hem verdirin. Hatta yapabilirseniz infak ettiğiniz kişiyi infak edecek hale getirin, demektir.
✽ 'Size verdiklerimizden' İdmaç sanatıdır. İki ayrı mana ifade eder:
1- رَزَقْناَ fiili Verilecek şeylerin rızık olabilecek, ihtiyaç karşılayacak şeylerden olmasını bildirir.
2- Aynı zamanda 'Bizim verdiğimiz rızık' buyrulaarak şuna dikkat çeker: Verme konusunda kasılmayın, cimrilik etmeyin. O verdiğiniz sizin değil, onlara vermek üzere emaneten bizim size verdiğimiz şeylerdir. İhtiyaç fazlası olanlarından verin. Allah'ın malını, Allah'ın kulundan esirgemeyin. Hem malın mülkün sahibi O'dur, korkmayın O yine verir. Yerini en az bire onla doldurur. İcazı kasır vardır.
✽ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ O gün gelmeden önce, mefhum-u gayedir. Yani tüm harcamalar o güne kadardır, o gün gelince artık infak edemezsiniz.
✽ Şefaat, dostluk, alış veriş kelimeleri arasında muraatı nazır vardır. Aralarında و atıf harfinin gelmesi vasıldan tezayuftur. و'lardan sonra لَا 'ların gelmesi tekit bildirir, اِنَّ gibi cümleyi tekit etmiştir.
✽ Dal biddelale: Ne alışverişin, ne de dostluğun olmadığı, bütün fırsatların elden gittiği gün gelmeden önce infak edin. Çünkü insana öldükten sonra amel etme imkanı verilmeyecek. Öyleyse sadece infaka değil, her türlü amele acele edin. Çünkü hayat sona erince, hiçbir amel yapamazsınız, kabul edilmez.
Herşeyin kendine ait bir fırsatı vardır. O fırsatı hiçbir zaman kaçırmamak gerekir.
✽ Dal bil iktiza: İnfak edin, dal bil iktizasıyla çalışın, helalinden geçim sağlayın ve infak edecek imkanı oluşturun, demektir.
✽ Dal bil işare: Ahiret inancı ne kadar sağlamsa insan o kadar kolay infak eder. Çünkü o gün gelmeden önce infak edin, deyince bunun tehdidini ancak ahirete tam inanan anlayıp kabul edecektir. Bu tehdit onu infaka sevk eder.
✽ 'Size verdiğimiz rızık' ifadesi, dal bil işaresiyle insanın infak etmeyişinin bir başka sebebine dikkat çeker: Yani rızık sizin mi ki, infak etmeyceksiniz? Sizin sanıp cimrilik ettiğiniz o mal, aslında Allah'ındır. Malikiyet iddia etmeyin.
✽ Delalet-i tazammuniyesi ile de; cimriliği içinizden atın, cimrilikten kurtulun, cömertliğe kendinizi alıştırın, demektir.
✽ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ Burada sıfat mevsufa tahsis edilmiştir. Ayrıca mânâ, isim cümlesi ve zamir-i fasılla da tekit edilmiştir.
✽ Zekat vermeyenler, kafirlere benzetilmiştir, istiare-i asliyedir. Veya kinayedir: Zekat vermeyen nankörlük etmiştir, eğer bu farzı inkar ediyorsa kafirdir ve zalimdir.
✽ Lazım; Kafirler zalimdir. Melzum: Cimrinin imanı yoktur; hadisince cimri kişi küfre yaklaşmıştır, hak sahiplerine haklarını vermeyerek zulmetmiştir.
255- Allah -O’ndan başka ilah yoktur- ölümsüz hayata sahip bütün varlıkları ayakta tutan, onları devamlı gözetendir. O ne uyuklar ne uyur. Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi O’nundur. O'nun izni olmadan nezdinde kim şefaate yeltenebilir? Önlerinde olanı, arkalarında olanı bilir. Kulları ise dilediği kadarından başka, ilminden bir şey kavrayamazlar. Gücü, hükümranlığı ve yüceliği gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları gözetmesi O’na asla ağır gelmez. O yücedir, büyüktür.
Gönlümüzün pır pır ettiği, hüznün ve kederin gönül kapımızı hızla çaldığı, işlerin sarpa sardığı, berraklığın bulandığı, hummalı gözlerin sulandığı her zaman ve her mekânda, Âyete’l-Kürsi bir şefkatli el gibi uzanır hayatımıza; göz yaşlarımızı dindirir, ala bora olmuş gönlümüzü sakinleştirir, tehlikeli vartalardan sahil-i selâmete ulaştırır.
Mübârek âyet, içimizi sızlatan, yüreğimizi yakan her müşkül işte, Esmâü’l-Hüsnâ nakışlarıyla bezenmiş bir kudret yelpâzesi gibi hoş eder gönlümüzü.
Nihâyetinden endişe duyduğumuz, hayrını umduğumuz, heyecanla bulandığımız devrelerde ümit ışığımız, imdat düğmemiz Bakara: 255...
Müşfik bir dost vefâsıyla, harfiyle, Arşıyla-Kürsisiyle, tevhid manzumesiyle, İsm-i Âzâmıyla, muhkem kal’asıyla, uyanık olma uyarısıyla, hıfzıyla-himâyesiyle her dar günümüzde, zorlu anımızda, biçâre halimizde siler gözyaşlarımızı kudret eliyle, sarar bünyemizi nurdan örtüsüyle. Bu sayede diner sızılarımız, düzelir morâlimiz, berraklaşır duygularımız...
Her akşam yorgun bedenimizi uykunun kollarına atarken, can simidimiz olan Âyete’l-Kürsi, cinleri, şeytanları, karışık duyguları, kötü rüyâları bertaraf eder; yıldızların altında mâsum bir bebek gibi uyutur bizi. Gün gelir teheccüd namazının fazileti yatar gönlümüze, ılık bir sevdâ düşer içimize, Eshâb-ı Kehf gibi uyanmak isteriz, yıllanmış uykulardan... Rûhumuzda yeni bir heyecan: ‘Uyanabilsem, teheccüd vaktinde birinci kat semâdaki: ‘Yok mu duâ eden, kabul edeyim. Yok mu af dileyen, af edeyim. Yok mu dilek dileyen, ihsan edeyim’ çağrısının kutlu randevusuna yetişsem. Kim uyandırsa beni?’ Tüm mahlûk uykuda iken gece hissiz ve sessiz; dudaklarımızda ‘لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ’. Hiç uyumayan Hayyü’l-Kayyum’a müraacat...
Ver elini Âyete’l-Kürsi, tut günahkâr ellerimden, burağım ol benim, götür Rabbi Kerim’in huzuruna. Minnettârım sana, teheccüd adlı paha biçilmez candan armağanına, gözlerim yaşarıyor karşılığını veremediğim bu büyük ihsanına...
Ümmetin mümtazları, kılıp namazları, eder niyazları; Semi, Basir, Habir olana geçer nazları.
Uyku kapıyı çalar, kirpikler buluşmak ister, gözler baygın. Sıcak yatak, ‘Ramazan pidesi’ gibi can çeker. Gecenin koynunda uyumak çok câzip, ama ya sabah namazını kaçırırsam, büyük tehlike... Nâfile uğrunda farzı fedâ ne büyük acı, tâziye edilecek bir kayıp, telâfisi mümkün olmayan ayıp. ‘Durup beklemeliyim.’ Ama gözler işin vehâmetinden habersiz, uyumak için direniyor. Eller saatin zenbereğinde, uyku ve endişe-korku sarmaş dolaş, iç içe. Gönülden gelen bir ses: ‘Oku Âyete’l-Kürsi’yi, sığın Yaradanına.’ Beynine emir tekrarı yap, iyice kur. Dudaklarında yedinci Âyete’l-Kürsi’nin ‘وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظٖيمُ’i deprenirken, uyusun gözlerin fecre kadar. Yine sen geldin yardıma; milyonların yardımcısı, ağzımızın tadı, gönlümüzün yâdı, dünyâmızın âb-ı hayatı Âyete’l-Kürsi...
Her namazda kadim düşmanımız, yüzsüz İblis; dimağımıza vesvese dağarcığını boşaltmak için hazır bekler. Huzur-u ilâhiye çıkan bedenimizi, secdeye giden alnımızı kıskanır; gönlümüzü Hakkın huzurundan ayırmak, amelimizin derecesini düşürmek, ibâdet lezzetimizi yok etmek için çabalar.
Çâremiz Âyete’l-Kürsi, her namazdan önce virdimiz; onunla bertaraf olur vesvese derdimiz. İblisi bir daha İblis yapar; ümit kestirir, bu yerinde tavrımız. Demek bunun için, en mübârek Cumâ gecesinde yetmiş bin melekle inmişsin; ihtişâmına kurban olduğum, tesirine hayran olduğum Âyete’l-Kürsi...
Namazdan sonra ‘bir ucup, bir ümitsizlik, bir tembellik tohumu ekebilir miyim’ diye gelen, binlerce kere kovulmuş; milyonlarca kişi, milyarlarca melek tarafından taşlanmış yüzsüz şeytan, yine Âyete’l-Kürsi şamarıyla kovalanır. Dostlarının düşmanını perişan eder Âyete’l-Kürsi.
Namaz tesbihlerinin lideri, seccâdelerin aziz misâfiri, ağız tadımız, ümit kapımız, iki cihan murâdımız Âyete’l-Kürsi...
Eve girerken, işe-okula giderken, dünya evine girerken, her işin kolay, güzel, hayırlı-uğurlu, kıdemli, bereketli olması için âyetlerin seyyidi Âyete’l-Kürsi’yi okumak artık refleks haline gelir. Beynimiz onunla programlanır. Artık o bizim için bir zevk, bir lezzet olur; onsuz olamayız. O bize bir kale, dâima yüreğimizde yanan meş’ale olur.
İçimiz daralsa, yüzümüz sararsa, halsiz düşsek, mikropların, cinlerin, nazarların istilâsına uğrasak; koruyucumuz, kurtarıcımız, dermânımız, ilâcımız, iksirimiz Âyete’l-Kürsi.
Hâfızalar seninle canlı, beden seninle rahat, ruhlar seninle huzurlu. Çünkü sen kâinâtın Sâhibini tanıtıyor, O’nun rahmet denizinden akıp geliyorsun Âyete’l-Kürsi...
Bu âyet-i kerime, putların şefaatçi olacağını zanneden ve ‘Biz ancak onlara, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’ diyen kaf irlere bir cevaptır.
Ayetin öncesiyle münasebeti
Allahu Teâlâ’nın Kur’an’daki âdeti; tevhidi, ahkâmı ve kıssaları birbiri içinde zikretmektir. Kıssaları zikretmesi, tevhîd ilminin delillerini açıklar, ahkâm ve mükellefiyetleri pekiştirip, sağlamlaştırır. Çünkü tek bir çeşit ilim üzerinde durmak insana bıkkınlık verir. Ama, ilmin bir nevinden diğer nev’ine geçtikçe, insanın gönlü açılır ve kalbi huzur duyar. Bir beldeden başka bir beldeye, bir bahçeden başka bir bahçeye gidiyor, çok lezzetli bir yiyecekten başka lezzetli bir yiyeceğe intikâl ediyor gibi olur.
Allahu Teâlâ önceki âyetlerde ahkâm ve kıssalar ilminden; bu ayette de tevhîd ilminden bahsetmiştir.
252. ayet 'İşte bunlar Allah'ın ayetleridir, onları sana okuyoruz' buyurarak kitaplara imanı, 253. ayet 'İşte bu resuller' buyurarak peygamberlere imanı, Âyete'l Kürsi de 'Allah -ondan başka ilah yoktur-' buyurarak Allah'a imanı beyan eder.
Nâil olmak istediğimiz her güzel işin başında, endişe duyduğumuz her güzel konuda, Yüce Sultân’ın en büyük âyetleri okunur, O’nun yüce isimleriyle başlanır. Bu sâyede, korku ve endişelerimiz diner, ümitlerimiz yol bulur, rûhumuz inkişaf eder.
Aşkın ve muhabbetin yaratıcısı, yaşatıcısı ve mercii olan Mevlây-ı Müteal, Bakara’nın sonuna derç ettiği bu hıfz-u eman âyetlerine bir aşk adayı gözüyle baktığımızda, bütün isimleri derûnunda saklayan ‘Allah’ ismiyle başlaması dikkatimizi çeker. Ez-Zâhir ismine remz olan, bu zâhir (hem de en zâhir) ismi ağızlara tad, gönüllere şifâ sunuyor. Lisanımız, bu isimle bereketleniyor. Bu ismi söylerken, içimizin rahatladığını, gönlümüzün berraklaştığını, rûhumuzun sükûn bulduğunu hissediyoruz.
Gaflet uykusuna dalan nefsimiz dahi kıpırdanıp depreniyor, etkileniyor; O Yüce Zât’a karşı yaptığı hatâları düşünüp pişmanlık duyuyor:
‘Ben, O Yüce kerem sâhibi, O Aziz kudret sâhibi Zât-ı zü’l-Celâle nasıl olmuş da âsi olup, buyruğunu tutmamışım, O’nun koyduğu sınırları aşmış, O’nu gücendirmişim. O Âlemlerin Rabbi, beni görüp dururken, sözlerimi işitirken, cansız cemâdat, şuursuz hayvanat dahi O’nun buyruğundan bir lahzâ ayrılmazken, ben O Yüce Zât’a hangi cüret ve hangi cesâretle isyan ediyorum?’ diye hayıflanır; yaptığı azgınlıklara pişman olup, göz yaşları döker. Dilindeki ‘Allah’ virdi, onu halden hâle sokar. Gafletin kuyularından, isyânın korkunç uçurumlarından kurtaran sağlam bir kulp olur. O sağlama kulpa sarılır, sarıldıkça korunur, korundukça arınır; günah vâdilerinden kurtulur. Şâirin:
‘Allah de, bâki her nefes, Pes gayrıdan ümidi kes’ çağrısına kulak verir. Anlar ki, Rabbi’sine karşı olan her günah, her isyan, her gaflet, kendi hürriyetini kısıtlayan bir zincirdir. Lisânı ‘Allah’ ismiyle bitimsiz bir zevkle meşgulken, gönlü mevlâsını râzı etme sevdâsıyla yanar. Hayatının bundan sonraki bölümünde, ‘Hayyu’l-Kayyum’ olan kâinatın sâhibini gücendirmeden geçirmeye kesin karar verir. Zikrin ritmine ayak uydurur; sırât-ı mütakîm deryâsına yelken açar.
Artık hedefi tekleşmiş, tevhid rûhu belirip, kul gerçekte ‘Lâ ilâhe illâ hû’ (O’ndan başka ilâh yok) demeye başlamıştır:
‘Yazık etmişim ömrüme; bunca yıldır O’ndan gayrı için sevinip, O’ndan gayrı için üzüldüm, değer miydi? Gayretim, göz yaşlarım, kıymetli vakitlerim boşa geçmiş. Ömrümün sayılı günlerini, sayısız günahlarla zâyi etmişim. Mârifetullahla süslemem gereken gönlümü, faydasız bilgilerin mezarı hâline getirmişim.
En büyük sanat-ı ilâhi olan, Levh-i mahfuz mesâbesindeki beynimi, güdük düşüncelerin, bozuk fikirlerin işgâliyle bit pazarına çevirmişim. Kendi ürettiğim, ya da başkasından ödünç aldığım saçma fikirlerle kendime ağ örüp, okulu hapishâneye çevirmişim. Bir bilge kişinin deyimiyle, ‘beynim, şeytanın çalışma odası olmuş!’ Ben ise, şeytan ve nefsin her emrine kulak kesilen avanak köle, hattâ, kölesinin kölesi durumuna düşen bir zavallı...
Yıllardır nefis ve şeytan koalisyon hâlinde emretmişler, ben yapmışım. ‘Kız’ demişler, kızmışım; ‘gül’ demişler, gülmüşüm; ‘ağla’ demişler, ağlamışım. Günün birinde, merhametlilerin en merhametlisi acımış hâlime; gafletle çektiğim ‘Allah’ zikrini bir an olsun düşünmeyi, ‘lâ ilâhe illâ hû’ derken, ne demek istediğimi fehm etmeyi bana ilham eylemiş; gönlümde bir diriliş, bir kıyam hissetmişim. İsm-i Celâl meltemi, gönlüme baharı sunmuş, gaflet karları erimiş, isyan buzları çözülmüş, Kur’an güneşi ışıtmış yüreğimi.
Duâya kaldırıp bileğimi, aff-ı mağfiret dileğimi sunuyorum Rabbime. Minnettarlığımı, şükrânımı arz ediyorum Yüce Huzura. Yolumdaki putlar tek tek yıkılıyor, gönül Kâbem arınıyor. Sevinçten uçuyorum, kölelik bitiyor. Allah’a kul olmanın, mâsivâ ateşinden temizlenmenin hürriyetini yaşıyorum.
Rabbim tuttu elimden, yolumu buldum. Koşmak istiyorum, tüm engellere rağmen... Bırakma Rabbim, tut elimden... Göz açıp yumuncaya kadar nefsin eline bırakma. Senden ayıran her şeyin şerrinden Sana sığınıyor, nimetin tamâmını bekliyorum. Tüm müminlerle beni tevhid denizine, gerçek hedefe ulaştır. Hayy isminle dirilt, diri tut; Kayyum isminle beni Sen idâre et, başka idârelerin tasallutundan kurtar. Tâğutlara boyun eğdirme, kulluğuna râm eyle. Ey hakiki mürşid, ey Hâdî, ey Reşit, ey Zü’l-Celâli ve’l-İkram...
Nerde tevhid çekilir, melekler saf saf gelir
Hepsi tekbir getirir, Allah Allah dedikçe
Zikr-i Hakk’a başlandı, ism-i Celâl hızlandı,
Arş-ı a’lâ sallandı, Allah Allah dedikçe.
Bu cümle pek çok ilim ve marifeti kapsamaktadır.
Allahu Teala’yı bilen gerçek alimler yanında ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ cümlesi ile zikretmek ‘الله, الله’ veya ‘هُو, هُو’ diye zikretmekten daha faziletlidir.
Çünkü tevhid, iki hükümden ibarettir. لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ cümlesi nefy ve isbatı kendisinde toplamıştır. Bir yönüyle Allah dışındaki mabudları reddeder (لَٓا اِلٰهَ), diğer yönden de Allahu Teala’nın varlığını kabul ve isbat eder (اِلَّا هُوَ ancak O vardır.)
İnanmanın ilk şartı, bütün ilâhları-tanrıları, tanrı-ilâh düşüncelerini, ilâha-tanrıya benzetilen her şeyi kafadan ve gönülden silmek, sonra da tek Allah inancını kabul etmektir. Önce nefy (reddetme), sonra da tasdik (kabul etme) söz konusudur.
Her kim sabah akşam yedi kere 'La ilahe illa hüve aleyhi tevekkeltü ve hüve rabbü'l arşil azim' duasını okursa Allah onu sıkıntılarından kurtarır. O kimse bu duayı ister ihlas üzere, ister adet kabilinden okusun. (Hadis-i Şerif)
هُوَ Zamiri
‘O’ lafzı, mukarrebin olanların makamına işarettir. Onlar eşyayı mahiyetiyle olduğu gibi görenlerdir. Allah’tan başkasını görmezler. Allahu Teala zatı itibarı ile vâcibu’l vücuddur. Allahu Teala’nın dışındakiler ise mümkündür. Mümkün bir şeye mahiyeti cihetiyle bakıldığı zaman yok olur. Bu nedenle mukarrebin Hak Teala’dan başka bir mevcud görmezler. (Mümkinatın varlığı ile yokluğu birbirine eşittir.)
هُوَ zamirinin siyak ve sibakında ait olduğu bir mercisi yoksa, bu zamirden Allahu Teala’nın kastedildiği anlaşılır. Çünkü ancak kapalılık olduğu zaman zamirin işaret ettiği şeyin açıklanmasına ihtiyaç duyulur. Oysa mukarrebin için zaten herşey O’nu göstermektedir. هُوَ zamiri onlar için tam bir irfanın hasıl olmasına kafidir.
Tevhid
Türkçe ‘birlemek’ anlamına gelen tevhid, Arapça ‘وَحَدَ’ kökünden masdardır.
Tevhid, sözlükte ‘bir şeyin bir olduğuna hükmetmek, onu bir olarak bilmek, bir şeyi diğerlerinden ayırarak onu tek kılmak, birlemek’ anlamlarına gelir.
Kavram olarak tevhid, mutlak anlamda Allah’ın bir olduğunu bilmek, O’ndan başka ilâh bulunmadığına, ortağı ve benzeri olmaktan uzak bulunduğuna inanmaktır. Tevhid; ‘bir’ Allah inancı, insanların düşündüğü bütün ilâh düşüncelerinden uzak bir akide, tek Yaratıcı, tek Rabb tanımaktır.
Tevhid, aynı zamanda Allah (cc) tarafından insanlara gönderilen ilâhi dinin adıdır. İnsanlar ya tevhid dinine, ya da şirke inanırlar, üçüncü bir yol yoktur. Şirk; insanların hevâ ve heveslerinden uydurdukları bütün dinleri tanımlar, tevhid de Allah’ın vahiy yoluyla gönderdiği dindir.
Tevhid, inanç açısından Allah’ı, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde birlemekle birlikte, ibâdeti de yalnızca Allah’a mahsus kılmaktır.
Allah’ın birliğinden, sıfatlarından ve diğer iman konularından bahseden ilme ‘Kelâm’ denilir. Tevhid ilmi, kelâm ilminin diğer adıdır.
Tevhid, Allah’ı bir kabul etmektir. Bu birden maksat, sayı yönünden bir olmasının haricinde, O’nun hiçbir şekilde ortağının, benzerinin ve eşinin olmaması, ezeli ve ebedi sıfatları yönünden hiçbir şeye benzememesi, ‘hiçbir şekilde denginin bulunmaması’dır.
Benzer cinsler arasında her hangi bir şeye ‘bir’ denilir ama, onun cinsinden ve benzerinden başka şeyler de olabilir. Allah’ın bir ve tek oluşu ise benzersiz, eşsiz ve denksiz bir birliktir.
Tevhid, Allah’dan başka ilâh olmadığına inanan müminlerin, bütün ilgi ve dikkatlerini Allah’a yöneltmeleri, Allah’a teslim olmaları, mutlak kudret sâhibi olarak O’nu görmeleri, O’nun gösterdiği yolda yürümeleri, O’nun istediği gibi O’na kulluk yapmalarıdır.
Mümin, Allah’dan başka kimseye kulluk etmez. O’na isyan olacak hususlarda kimseye itaat etmez. Bu inançla, bütün değerleri Allah’dan alır.
حَىُّ Hayy; lugatta hayatı olan, canlı şey demektir. Ölümün, câmidiyetin zıddıdır.
Cismin durumunun mükemmelleşmesine 'hayy' denir. Kendi cinsinde kamil olan her şey de hayy diye isimlendirilir. Ağaçlar, yeşil yapraklara bürününce halleri mükemmelleştiği için, ağaçların yeşermesi 'hayat' diye isimlendirilmiştir. Aynı şekilde yeryüzü mamur edilince kemâle erdiği için, belderin imar edilmesine de 'hayat' denir.
‘Hayy’ lafzı ne için kullanılırsa, onun en mükemmel nitelik üzere bulunduğu ortaya çıkar. Hayy; mutlak kemal sâhibi demektir.
‘Hayy’ idrak ve faal olmak, hareket etmek demektir. Fiil ve idraki olmayan ölüdür. İdrak derecelerinin en düşüğü kendini idrak etmek, kendi varlığının farkına varmaktır.
Hayy sıfatı, his, hareket ve iradeyi gerektirir. İnsanın vasıflandığı sıfatların en şereflisidir. İnsan, bu sıfatın en mükemmel şekliyle cennette sıfatlanacak, ebedi hayatı kazanacaktır.
Hayy; hayat sahibi, diri, başlangıcı ve sonu olmayan, sons uz hayat sahibi demektir. Allahu Teala daimi ve bakidir. O’na asla ölüm ve fena arız olmaz. Ezeli ve ebedi hayat ile mevsuftur. Her diri, ancak O'nun hayatıyla diridir.
Kâmil ve mutlak ‘Hayy’ bütün idrak olunan her şeyin kendi idrakinin altına girdiği ve bütün mevcudatın fiilinin tahtına dahil olduğu, ilminden hiçbir idrak olunan şeyin gizli kalmadığı, yapılan hiçbir şeyin fiilinin dışında kalmadığı zattır. Varlıkları tasavvur ve takdir ettiğinden zatını 'Hayy' diye isimlendirmiştir.
Ben bir ölüyüm, yemin ederim ölmeyen adına,
İnandım, kabul ettim bir gün gideceğimi!
Ölümün öldürdüğü kral, kral değildir.
Hâkimiyet ancak, ölmezin hâkimiyeti. Ömer b. Abdülaziz
'Herşeyi tutan, koruyan' anlamında Allah’ın ismidir. Kayyûm, “fey’ûl” vezninde mübalağa sigasıdır. Başlangıcı olmayan kaimlik ifade eder. 'Dâima var olan ve üzerinde herhangi bir değişikliğin cereyan etmesi imkânsız olan' demektir.
Kayyûm her ân tüm varlıklar âlemini idare eden ve ayakta tutandır. Herkesi kazancıyla kaim kılar, ilmiyle karşılığını verir.
Sürekli insanları ve tüm varlıkları görüp gözet en, güç ve kuvvetiyle onları sevk eden, hareket ettiren, hareketler ini yaratan ve koruyan, yok olmayan, işleri bilen, bütün kemal sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzehtir.
Allah Kayyûm’dur, kendi zatı ile kaimd ir. Varlığı kendisindendir. Varlığı konusunda başkalarına muhtaç değ ildir. Başkaları ise onunla kaimdir. Tüm varlıklar var olabilmek ve varlıklarını sürdürebilmek için O’na muhtaçt ır. Ve bu manada, eşyanın ayakta durmasının fâni olduğuna bir îmâ vardır.
Bu isme vâcibü’l-vücut, külli mûcid (her şeyi yoktan var eden) ve külli müdebbir (her şeyi idâre eden, yöneten) gibi diğer kemal kavramlarının hepsi de anlam itibâriyle dâhildir.
Yüce Allah bütün varlıkları gözetip yönetir, her varlığın varoluşu O’nun iradesine ve tedbirine dayalıdır. Bunun sonucu olarak müslümanın vicdanı, hayatı, varlığı ve çevresinde bulunan canlı-cansız bütün nesneler, bütün gelişmeler, Allah’a sürekli olarak bağlıdır. İnsan, ana hatları çizilmiş kaideler uyarınca yaşar; değer yargılarını bu sistemden alır; bu değerlerini kullanırken yüce Allah’ın sürekli murakabesi altında bulunur.
O öyle bir Hayy'dır ki, hayatını muvahhidinin sırlarına giydirmiştir. Onunla muvahhid olmuşlardır. Öyle bir Kayyûm'dur ki sıfatının tecellisi ile ariflerin ruhlarını zatının keşfi ile terbiye edip, zatında fani kılıp kibriya nuru ile yakmıştır.
Yürüsünler diye ayaklar verdin
Kimi iki, kimini dört eyledin
Kimini de karnı üstü yürüttün
Alemi yürüten Kayyûm Allah'ım... M. Balcı
İsm-i Âzam
Hayy ve Kayyûm isimlerinin ism-i âzam (Allah’ın en büyük ismi) olduğu söylenmiştir. Çünkü Allah’ın (cc) Hayy ismi, bütün isim ve sıfatlarını içine alır; kâdir olmak, bilmek, işitmek, görmek, konuşmak, dilemek ve bâkilik ‘Hayy’ isminin ayrılmaz parçasıdır. Kayyum ismi de, bütün mahlûkâtın Allah’a ihtiyacı olduğunu ihtivâ eder. ‘Hayy ve Kayyum’ isimleri, Allah hakkında yetkin bilgi verir.
Buna başka hiçbir yerde rastlanmaz.
Hayy ve Kayyûm isimleri birlikte; Kur’ân-ı Kerim'in üç yerinde geçer.
Birisi bu âyettir. İkincisi Âl-i İmrân sûresi ikinci âyetindedir. Üçüncüsü de; Bütün yüzler, “Hayy-u Kayyûm olan Allah’a boyun eğer.” (Tâhâ, 111) âyetidir.
Enes b. Mâlik, bir adamın namazdan sonra “Hayy ve kayyûm” isimleriyle Allah’a duâ ettiğini duyan Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu nakleder:
“Siz Allah’a ne ile duâ ettiğini biliyor musunuz? Hazır bulunanlar; “Allah ve Rasülü daha iyi bilir” dediler. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, o Allah’a ism-i azamı ile duâ etti. Allah bununla duâ edilince kabul eder ve bununla bir şey istenince verir.”
İsm-i Âzâm, Muhammedî hakikatten ibârettir. Muhammedî hakikati bilen, İsm-i Âzâmı da bilir. Muhammedî hakikat, ilâhi, câmî ismin sûretidir. Allah (cc), bu sûretin Rabbidir. Feyz O’ndandır. Bunu böyle bilen, en yüksek nasibe feyz-ü necat bulur.
Beyazıd-i Bestâmi hazretlerine İsm-i Âzâm sorulduğunda:
– Bu ismin belli bir târifi yoktur. Lâkin sen kalbini her şeydenboşaltıp, onu Allah’ın vahdâniyetine teslim ederek istediğin isimle tesbih et, buyurdu.
Tedbirini ve emrini meşgul edecek uyku, O'na arız olmaz.
سِنَةٌ Uyuklama, uykudan önce insana ârız olan bir ağırlık ve gevşekliktir. Uykuya dâhil değildir, uykunun başlangıcıdır, başta olur.
نَوْمٌ uyku, dimağ sinirlerinin çok olan buhar rutubetinin baskısıyla hayat sahiplerine arız olan bir haldir. Kalpte olur.
نُعَاس gözdeki dalgınlık için kullanılır.
Zihnin bir kısmının hâla uyanık kalması uyuklama, hepsinin kapanması uykudur. Uyuklamada, etraftaki seslerin bir kısmı işitilirken, uykuda hiç bir şey işitilmez.
أَخَذَ arız olmak, yakalamak, kahru galebe demektir.
لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ Allah’u Teala’yı uyku tutmayacağına delalet ettiği halde, نَوْمٌ kelimesi de zikredildi. Ancak bu bir tekrar değildir. “O’nu uyku tutmak şöyle dursun, uyuklama dahi tutmaz” şeklinde mübalağa ifade eder.
Bir konuda mübalağa için kıyaslama yaparken, çok olan az olandan önce zikredilir. Fakat ayet-i kerimede bunun tersine; önceazolan uyuklama, sonra çok olan uyku zikredilmiştir. Bu sıralama, zahirdeki tertibe göredir. Çünkü uyuklama uykudan önce gelir.
Bu cümle teşbihi nefyeder, Allahu Teala’nın Hayyu Kayyum olduğunu tekid eder. Ayrıca hayatının zatından ayrı olduğunu beyan eder. Kimi uyku, uyuklama tutarsa onun hayatına afet arız olmuş demektir, muhafazada kusur gösterir. Koruması gereken bir şeyi koruma hususunda yorulma, gaflet, usanma ve gevşeklik gibi mahlukatın başına gelenler, Allah için sözkonusu olamaz. Çünkü yorulan, dinlenmeye, uykuyla istirahata gerek duyar. Allah (cc) ise kemal sıfatlarıyla muttasıftır, her türlü eksiklikten, yorulmadan münezzehtir.
Uyku ölümün kardeşidir. Ölüm de hayata zıddır. Allah, hakiki anlamda Hayy, ölmez diridir. Onu uyku tutması hayatın devamını, bekasını nefy eder. Hayatın zıddı olan bir şey O’nun için söz konusu değildir.
Allah (cc), bütün varlık üzerinde her lahzâ gözeten bir şâhid, bir nâzırdır. Hiçbir şeyi kaçırmaz. Her birini görür ve herkesin yaptığına göre karşılık verir. Biz uyurken kanımızı, canımızı, hücremizi, yıldızları, ayı güneşi birbirine çarpmadan hareket ettiren Allah (cc) uyumaz, uyuklamaz.
Bu inançla insan duyduklarına, gördüklerine, yediklerine, içtiklerine, sevdiklerine, sevmediklerine dikkat eder, O’nun emir ve yasakları doğrultusunda hareket eder.
İsrailoğulları Hz. Musa'ya 'Rabbin uyur mu?' diye sordular. Hz. Musa; 'Allah'tan korkun' dedi. Ancak Allahu Teala Hz. Musa’ya hitab ederek 'Ey Musa, sana Rabbin uyur mu, diye soruyorlar. Gece eline iki cam kavanoz al ve uyumadan ayakta dur' buyurdu. Musa (as) emredileni yaptı. Gecenin yarısında uyku bastı, gecenin sonuna doğru uyuklarken elindeki kavanozları birbirine çarpıp kırdı. Allah şöyle buyurdu: “Eğer ben de uyusaydım gökler ve yer düşer, yok olurdu.” (İbni Abbas)
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır inan
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Uyku
Allahu Teala’nın bu vasfından kulun alacağı ders; fuzûli uykuyu terk etmesidir. Allah’ın kullarına uyumaları için verdiği ruhsat onlara olan lütfu keremindendir. Çok uyumak tembelliktir, Allahu Teala tembelleri sevmez.
Nefsin hakkı olan uyku günde beş saattir. Vücuda en faydalı uyku da akşam on ile gece üç arasında uyunan uykudur. Bu saatten sonra beyin ikinci uyuma evresine geçeceği için hiç uyumamış gibi uykusuzluk veya uykuya doyamama hali başlar.
Uyku, hayatımızda her şeyin düzene konulduğu, tamir ve tedavi edildiği son derece önemli bir süreç olarak yaratılmıştır. Bir kaç hafta uykusuz kalmanın ölüme neden olduğu hayvanlar üzerinde yapılan deneylerle ispat edilmiştir. Yetersiz uyku, zihinsel güç kaybına sebep olur. Uykusuz kalan insanların zihinsel çalışmalarının tamamen durduğu ve düşüncelerini hiçbir şeyin üzerinde yoğunlaştıramadıkları tespit edilmiştir. 48 saat uykusuz bırakılan yüksek öğrenimli kişiler, ilkokul çocuklarına öğretilen matematik işlemlerini yapamaz hale gelmiştir. Ancak uykunun faydalı olması için, çokolması değil, erken saatlerde yatılarak faydalı olmasına dikkat edilmelidir.
Beyazıd-ı Bestami Hazretleri şöyle der: Bana manevi fütuhat açılmamıştı. Ancak ben gecelerimi gündüz yaptıktan sonra bana maneviyat kapıları açıldı.
Peygamberimiz bir hadislerinde, gece uykusunun fazla olmamasına işaretle Hz. Süleyman'a annesinin şöyle dediğini bildirmiştir: 'Oğulcuğum geceleyin fazla uyuma. Zira fazla uyku kıyamet günü insanı fakir bırakır.'
Bilâl Habeşî (ra), her seher vakti şöyle derdi:
- Ey uykusuna dalmış kimse, Rabbi’si uyumayan kulun uykusu olmaz. Gece, güzel uykularla uyuyan sen, günahkârım mı diyorsun?
Asırlardan beri insanımız hep uyuyarak yol almayı mârifet saydı. Bu felsefe ile de, kaç defa, ineceği-bineceği yeri birbirine karıştırdı. Kimbilir; üzerine ölü toprağı saçılmış gibi, bir türlü uyku atmosferinden çıkamayan bu tipik kafalar, bu uyuklama ile kaç istasyon kaçıracaklar. Veyl olsun rüyalarda teselli bulanlara!
Akşamdan (abdestli olarak) temizlik üzere zikrederek uyuyan ve geceleyin de uyanıp Allah (c.c)’tan dünya ve ahiret için hayır talep eden hiç kimse yoktur ki, Allah (c.c) dilediğini vermesin.
Gökte ruhlar, yerde cisimler O'na aittir. Açıkta gizlide, denizde karada hareket, sükun, hatırat ancak Onun iradesi, kudreti, ilmi ve meşieti ile olur.
Mahlukat içinde gayri âkil varlıklar çoğunluğu teşkil ettiği için, hepsi “مَا - şeyler....” diye, tağlip yoluyla bildirilmiştir. Yerde, gökte ve onların dışında fakat onlarda mütemekkin bütün işler, yer ve göğe dahildir.
Bu cümle Allahu Teala'nın kayyumiyetini takrir, uluhiyette tek olduğuna hüccettir. Güneş, ay ve diğer yıldızların, meleklerin, putların tapılmaya müstehak ilah olmalarını nefy eder.
Bu düşüncenin vicdanlarda yer etmesi, yüce Allah’ın göklerde ve yerde bulunan canlı-cansız herşeyin gerçek maliki olduğu realitesinin insan bilincinde kökleşmesi, “Bu benimdir” dediği herşeyin mülkiyetini, göklerde ve yerde bulunan herşeyi elinde tutan asıl sahibine geri vermesi, elindeki herşeyin bir emanet olduğunu, süresi dolunca bu emanetin sahibi tarafından geri alınacağını bilmesi, doyumsuzluğun, tamahkârlığın, cimriliğin, ihtirasın ve servet yarışının şiddetini düşürür, aşırılığını törpüler.
Bu iman vicdana kanaat, elde edilen rızka rıza ve cömertlik duygularını aşılar; insan kalbini varlıkta da yoklukta da güven ile doldurur. Bu iman sayesinde insan, kaybedilen ya da kaçırılan maddî imkânlar karşısında hayıflanmaz, yazıklanmaz, kafasına takmaz. Peşinden koştuğu şeyler uğruna kalbinin yanıp tutuşması önlenir!
Bir baksana gökler uyanık yer uyanıktır
Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır.
Çünkü hepsi O'nun, hepsi O'ndan, hepsi O'na dönecek ve hepsi O'nun iledir.
Allah’ın izni olmadan hiç kimsenin şefaat hakkı olmaması, O'nun azamet ve yücel iğini bildirir. Ayrıca ayet, müşriklere yöneltilmiş bir istifham-ı inkaridir. Onlar putların kendilerine şefaat edeceğini iddia etmişlerdi. “Biz o putlara ancak, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” (Zümer, 3)
‘عِنْدَهُ - Katında’ zarfı ‘Şefaat eder - يَشْفَعُ’ fiiline veya bu fiilin zamirinden mahzuf hale müteallıktır. Eğer mahzuf hale müteallık ise mana şöyledir: ‘Allah’ın izni olmadıkça O’nun katında karar kılmış kimselerden dahi hiç biri şefaat edemez.’ Allah’ın katında O’na yakın olanlar şefaat edemediklerine göre, Allah’tan uzak olanların şefaat etmesi hiç düşünülemez. Başka şefaatçinin olmadığının belirtilmesi, kulların ümidini kırmak içindir.
بِاِذْنِهٖ lafzındaki ب harf-i ceri istiane manasında olabilir.
Bütün kullar, Allah’ın huzurunda kulluk konumunun gerektirdiği yerde dururlar; bu konumu geçemezler, aşamazlar. Çekingen, boynu bükük, Rabbinin önünde ileriye doğru adım atmayan, O izin vermedikçe başkalarına şefaatçi olmaya cüret etmeyen, izne uyarak bu iznin sınırları içinde şefaatçilik edebilen, edepli bir konumunda dururlar.
Bu cümle, insana yüce Allah’ın heybeti karşısında saygı ve çekingenlik duygusu aşılar. Cümlenin olumsuz soru biçimindeki yapısı bu duygulara derinlik kazandırır. Bu sorulu cümle, bu işin olamayacağını, olmasını düşünmenin bile mümkün olmayacağını bildirir. "Allah’ın izni olmadıkça O`nun katında şefaatçı olmaya kalkışacak kim olabilir acaba?"
Şefaat
Şefaat, hürmete lâyık birinin kendinden düşük biri adına ricâ ve yakarma ile ona yardım etmesidir. Bu, bir isteği ortaya koyarken, aracılık ettiği kişi ile berâber olduğu anlamına gelir. Zarar getirmeyeceğinden emin olunan, şefaat olunan kimseyle şefaati istenenden daha çok ilişkisi bulunan kimseler bu aracılığı yapabilir.
Allah’ın mahukatından herhangi biri ile Allah’dan daha çok birlikte olmaya, -hâşa- O’na bilgiçlik satmaya, önünü ardını hesap etmeden ilâhi huzurda kendine bir mertebe verip şefaate kalkışmak, şefaat eden ve gerek şefaat olunan için, imkansız bir şeydir. İsterse melek ve peygamber olsun, kimse Allah’ın izni ve güç vermesi olmadan şefaate cesâret edemez. Ancak Allah dilerse, özel veya genel şefaate ilâhi irâde çıkar da kendilerine bildirilise şefaat eder.
Şefaat etmesine izin verilenler kendi dilediklerine değil, Allah’ın dilediklerine şefaat imkânı bulabilir. Kendisine izin verilecek her şefaatçi de, Allah katındaki derecesi kadar şefaat edecektir. Allah, kendisine itaat etmeyenlere şefaat hususunda müsaade etmez.
En genel şefaat sâhibi, Resûlûllah’dır . Şefaat-i uzmâ (en büyük şefaat makâmı) sâhibidir. Peygamberler kıyâmet gününde şefaat için Resûlûllah’ı tâyin edecek, insanlar Efendimiz’e baş vuracaktır. O da; Ben şefaat için tâyin edildim, buyuracak. Bu, Allah’ın (cc) kıyâmet gününde ona vaad ettiği Makâm-ı Mahmud’dur.
O gün, bütün melekler, Hz. Âdem’den başlayarak bütün insanlar, şefaat kapısının açılmasında ve Allah yanındaki makâmını izhar etmekte Resûlûllah’a muhtaç durumda bulunacaklar. İlâhi kudret karşısında herkes âdetâ dilsizleşecek, konuşamayacaklar.
Bunun üzerine Resûlûllah gelecek, secdeye kapanacak, daha önce bilmediği, ancak o vakitte Allah’ın, kendisine ilham edeceği hamdlerle O’na hamdedecek. Sonra Rabbinden, insanlara şefaat kapısını açması için ricâda bulunacak. Allah (cc) bu kapıyı açacak, şefaat konusunda, meleklere, resullere, enbiyâya ve müminlere izin verecek.
Böylece Resûlûllah , meleklerin ve resullerin şefaat edebilmeleri için Allah (cc) yanında aracı olacağından, kıyâmet gününde insanların seyyidi olacak. Efendimiz bunu ‘Ben kıyamet gününde insanların seyyidiyim’ diyerek bildirmiştir. O günde bütün mahlûkata üstünlüğü zâhir olmasına rağmen ‘Ben mahlûkatın efendisiyim’ dememiştir. Çünkü kıamet günü en büyük faydası bu şefaat hakkı ile insanlara olacaktır. O bütün peygamberlerin makâmlarını kendisinde cem etmiştir.
Bana Rabbimin yanından birisi geldi, ümmetimin yarısının cennete girmesiyle şefaat arasında beni muhayyer kıldı, ben de şefaati tercih ettim. Hadis-i Şerif
Yani, kendilerinden önce dünya ile ilgili işleri bildiği gibi, kendilerinden sonra olacak ahiret işlerini de bilir.
Veya ‘Önlerinde olan- مَا بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ’ ahirettir, çünkü oraya gideceklerdir. ‘Arkalarında olan- وَمَا خَلْفَهُمْ’ dünyadır, ölünce onu arkalarında bırakacaklardır.
Diğer manalar:
♦ ‘Önlerinde olan’ gökten yere kadar var olanlar,‘Arkalarında olan’ göklerde olanlardır.
♦ ‘Önlerinde olan’ ecellerinin bitmesinden sonra olanlar,‘Arkalarında olan’ yaratılmadan önceki hallerdir.
♦ 'Önlerinde olanlar' yaratılmadan önceki halleri,'Arkalarında olan' ölümünden sonraki halleridir.
♦ 'Önlerinde olan' zahir olandır.
♦ 'Arkalarında olan' gizli olanlardır.
♦ ‘Önlerinde ve arkalarında olanlar’ hayır ve şer olarak yapıp takdim ettikleri ve bundan sonra yapacakları, gelecekteki olaylar, yaptıkları hatalar, düşündükleri planları, arkada bıraktıkları sürçmeleridir.
مَا بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ; makamlar, وَمَا خَلْفَهُمْ hallerdir. İcadlarından önce istidatlarının kimyasını da bilir. Bunun iktizası olan; amelin inşasından sonrasını da bilir.
ikadnıralakra ev ikednirelnÖ‘-مَا بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ ُ’ tabirlerindeki zamirler, مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ sözündeki مَا’lara racidir. Ancak zamirler akıl sahibi varlıklar için kullanılan; هِمْ ve هُمْ olarak getirildi; çünkü göklerde ve yerlerde akıllı kimseler de vardır. Diğer varlıklara onları üstün saymak kabilinden tağlibdir.
Veya bu zamirler, ‘O’nun izni olmadan kim şefaat edebilir?’ cümlesindeki مَن ذاَ ifâdesinin delâlet ettiği melekler ve peygamberlere racidir. Allah (cc), bütün mâlûmâtı, bilinmesi mümkün olan her şeyi bilir. O’na hiçbir şey saklı kalmaz. Halbuki şefaat eden kimseler, kendilerinin, bu yüce mertebeye müstehak oldukları taatlarının bulunduğunu; yine O’nun şefaat hususunda kendilerine izin verip vermeyeceğini ve kendilerinin bu hususta bir kızgınlığa ve bir men’e dûçar olup olmayacaklarını bilemezler. Bu da, hiç kimsenin Allah’ın izni olmadan şefaat etmeye cesâret edemeyeceğine delâlet eder. Allah'ın ilmi bütün kemal sıfatlarının aslıdır.
İsimlerinin mazharı olan malumatı kimse bilmezken, hangi şeyle zatını ihataya tama edilebilir? Heyhat! Zatı yok eden güneşte fehim yarasasının gözünü açması ne kadar uzak!
Burada مِنْ عِلْمِهٖ deki zamir, Allah'a raci olunca, masdar failine muzaftır. Allah'ı kimse ilmiyle ihata edemez, demektir.
Zamir bilinen, gelmiş geçmiş tüm mahlukata raci ise, maluma aittir, masdar mefulüne muzaftır. Bunun öncesinde zikredilen, 'Önlerinde-arkalarında olan' Allah'ın bildiklerinden hiçbir şey ihata edemezler, demektir.
Allah’dan (cc) başkaları, herşeyi bilemezler. Allah'ın izin vermediği hiçbir ilim, insan tarafından keşfedilemez. İnsanoğlu, fezâda yüzen bir zerre nisbetindeki yeryüzü âleminin nice esrarından habersizdir. Buna rağmen izn-i ilâhi ile kavrayabildiği bir takım bilgilere meftun olup, aldanır.
Kürsi, üzerinde oturulan, ahşaptan üst üste konularak yapılan şeydir. Parçaların üst üste gelip birbirine bindiği şeye “kürsî” denir. Bu kürsiden bir yere konulan, oturmak ve ikamet etmek için kullanılan kürsi anlaşılmamalıdır. Burada geçen kürsi kelimesi, Allahu Teala’nın büyüklüğünü tasvir etmek içindir, istiare-i temsiliyedir. Yoksa hakikatte ne kürsi ne de üzerine oturan yoktur.
Allahu Teala zatını ve sıfatlarını anlatırken halka, meliklerini görmeye alışık oldukları bir tasvirle hitap etti. Kabe’ye ‘Beytim’ dediği gibi. İnsanlar meliklerinin makamlarını ziyaret ettikleri gibi, Kabe’yi ziyaret ederler. Yine Hacer’ül Esved’in ‘Allah’ın yedi’ makamında olması da böyledir. İnsanlar meliklerinin elini öptükleri gibi Hacer’ül Esved’i öperler. Allahu Teala mekandan münezzehtir. Kürsi kelimesi Allah’ın varlığını ve birliğini pekiştirir.
Kur’an-ı Kerim’in tasvir üslubuna uygun olarak, soyut anlatımın hakim olduğu bir yerde somut bir ifade getirilmiştir. Çünkü somut tablo, kalbe sunulmak istenen gerçeğe güç, derinlik ve değişmezlik kazandırır. Kürsi (koltuk, taht) hükümdarlık, egemenlik anlamında kullanılır.
Kürsi Arş’ın önündedir. Yedi kat göğü kaplamıştır. Dünya seması yeryüzünü sarmış, yumurta kabuğunun beyazını ve sarısını sarması gibi yeryüzünü sarıp çevrelemiştir. İkinci kat sema dünya semasını sarmıştır. Arş’a kadar bu şekilde devam eder. Bir üst sema bir alttakini bütün boyutlarıyla ihata etmiştir. Arş da bunların tamamını ihata eder.
Yedi kat gök ve yedi kat yer, kürsüye nisbetle çöle atılmış bir halka gibidir. Arş’ın da Kürsi üzerine olan üstünlüğü o çölün o halkaya olan üstünlüğü kadardır. Hadis-i Şerif
Bu hadis-i şerif, Kürsî'nin, “Arşın altında, yedi kat semanın üstünde” olduğunu bildiriyor. Yani kürsi, bütün semaları, arzı, bütün cismanî âlemleri, bütün madde âlemini kuşatan esir maddesini de içine almaktadır.
Buna göre, Arşın Kürsîyi içine alması bir maddenin bir başka maddeyi içine alması gibi değildir. Arş madde ötesidir ve mahiyeti meçhuldür. Bediüzzaman “Kalb de bir arştır” der. Kalp ve ruhun bedeni kaplaması nasıl maddî değilse, Arşın Kürsiyi içine alması da maddî değil; “onu idare etme, tasarrufta bulunma” manasındadır.
Kürsi’yi dört melek taşır. Her bir meleğin dört yüzü vardır, ayakları yedi kat yerin en altındaki kayanın üzerindedir. Bu da beş yüz yıllık mesafe uzaklıktadır.
Meleklerin biri Hz. Âdem’in suretindedir. Bu melek Âdemoğulları için bir senelik yağmur ve rızık ister.
Bir diğeri öküz suretindedir. Hayvanlar ve sığırlar için bir senelik rızık ister. İsrailoğulları buzağıya taptıklarından bu yana bu meleğin suretinde bir noksanlık bulunmaktadır.
Meleklerin biri de, aslan suretindedir. Vahşi ve yırtıcı hayvanların bir senelik rızkını talep eder.
Meleklerin dördüncüsü de kuşların efendisi olan kartal suretindedir. O da kuşlar için bir yıllık rızık talep eder.
1- Kürsi'den maksat mülkünün evsafıdır. Bu durumda şu anlamlara gelir:
♦ Kürsî’den maksat Arş’tır. Arş ile Kürsî aynı şeydir. (Hasan-ı Basrî)
♦ Kürsî Arş’tan ayrıdır. Arşın altındaki örtü veya Arşın altında bir kürsüdür. Arş Kürsî’den daha büyüktür. Hadisler bunu gösterir. (İbn-i Kesir)
♦ Kürsi; sabit yıldızların bulunduğu yedinci feleği kuşatan sekizinci felektir. İncidendir, uzunluğu yedi bin senelik yol mesafesindedir.
♦ Kürsi yerin altındadır. (İmam Süddî)
2- Kürsi; Allahu Teala'nın bir sıfatıdır. Muhtemel anlamları;
♦ Kürsi Allah'ın idaresi, kudreti ve mülküdür. Kürsi O'nun hü-kümranlığına, dolayısıyla kendisine işarettir.
Kürsi Türkçe’de koltuk olarak tercüme edilir. Koltuk otoriteyi temsil eder. Araplar herşeyin aslını, kürsî diye isimlendirirler. Bazen hükümdarın bizzat kendisine “kürsî” adı verilir. Oturduğu yerin adıyla adlandırılmış olur. Devlet başkanlığı kolt uğuna oturmak, ülke yönetimini ele almak demektir. Ancak ins anların koltuğu, otoritesi hiçbir zaman yönettiği ülkeden büyük değildir, koltuk atılabilir. Allah’ın kürsisi ise kainatı kuşatmıştır. Yaratılmışlar ona hiçbir zarar veremez. Hakimiyetine mani olamazlar.
♦ Kürsi, Allah’ın ilmidir. (İbn Abbas)
Bir şeyin sıfatı, mecazi olarak, o şeyin bulunduğu yerin ismiyle adlandırılır. İlim de, âlimin dayandığı şey olduğu için kürsi olarak adlandırılır. Âlimlere de “Yeryüzünü ayakta tutan sütunlar” denilir, Çünkü Kürsî kendisine dayanılan şeydir. Alimler de kendilerine dayanılan كَرَاسى Kürsiler'dir.
Allah’ın Kürsî’si, gökleri ve yeri kaplayınca, O’nun egemenliği, ilmi de gökleri ve yeryüzünü kaplamış demektir. Kürsi'si böyle büyük olursa, kendisinin büyüklüğünü düşünün, manasındadır. Somut ifade ile zihinde daha sağlam ve yerinden oynatılmaz bir tablo çizilir. Kur’an anlamları somutlaştıracak tablolar çizer, böylece insan zihni daha derin, kalıcı biçimde etkilenir.
Ariflere göre,
♦ Kürsi; fiilî sıfatların sırlarının tecellisidir.
♦ Melekût alemi, ceberut celalini ariflerin ruhlarının tavaf etti-ği yerdir. Onları muhafaza etmek Kürsi'ye zor gelmez. Çünkü onlar Kürsi'siz mevcud değillerdir.
♦ Veya arifin kalbidir. İlahi ilimlerin ve kurb-u ilahinin madeni olan, nihayetsiz ve haddi bulunmayan semavat ve arz o kalbi kuşatmıştır.
وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَا Onları korumak Allah’a ağır gelmez.
يَؤُ۫ودُ fiilinin masdarı ا و د’dir. Ağırlıktan doğan yorgunluk, eğrilik ve dinlemek demektir.
Bir zerreyi yaratmakla bütün kainatı yaratmak Allahu Teala katında birdir. Az bir şeyi yaratmak ona kolaylık olmadığı gibi çok şeyi yaratmak da ona zorluk vermez.
Burada sadece ‘Yerler ve gökler’e ait zamirin zikredilip içinde olanların zikredilmemesi, mahalli söyleyip hali murat etmek kabilindendir. Göklerin ve yerin korunması içindekilerin de korunması demektir.
Yine ‘Yerler ve gökler’in zikredilip, Kürsi'nin zikredilmemesi, yer ve göğün mahsusattan olmasındandır.
Eğer bu fiil, insana raci olursa, insani ruha semavat ve arzın esrarı ağır gelmez, demektir. Hz. Adem'e bütün isimler bu nedenle öğretilmiştir. İnsan en mükemmel varlıktır, Arş'a, Kürsi'ye varıncaya kadar mahlukatın izharı ona ağır gelmez. İnsan kalbî ve sırrî mertebe bakımından mahlukatın en yüce mertebesidir. Kudretin kemalini, hikmetini izhar istidadı taşır. Bu yüzden de senaya ve medhe en layık olandır.
Her yerde Allah’ın hakimiyetini görmek ne saadet... Çiçekler O’nun izniyle açar, böcekler O’nun emriyle dolaşır, kuşlar O’nun verdiği kanatlarla uçar. İnsan böyle bir mekanda All ah’ın verdiği ayaklarla yürür, O’nun verdiği gözlerle görür. İşte böyle bir inancı taşıyan insan, Allah’a asla karşı gelemez.
Yeryüzü ve Gökyüzünün Korunması
Allahu Teala dünyayı etrafındaki atmosferle, bu atmosferi de yine dünyaya koyduğu dengelerle muhafaza eder.
Dünya Güneşe ne kadar yakın olursa, moleküllerin ısınıp atmosferden uzaklaşması o kadar fazla olur. Dünya güneşten uzak olursa, bu defa moleküller yer çekimine uğrayarak emilecektir. Bu yüzden, Dünya’nın Güneşten aldığı ısı, atmosferde dengelenmelidir. Bu da, Dünya’nın kendi ekseni etrafında belli bir hız ve yörüngede dönüşüyle sağlanabilir. Dünya yavaş dönseydi Güneşe arkası dönük yüzde ani soğumalar olur ve atmosfer o bölgede arz tarafından emilirdi. Daha hızlı dönseydi, dengeli bir ısınma sağlanamazdı. Bunun için dönüş sürati belli bir hızda gerçekleştirilmektedir. Fakat dengeli ısınma için bu da kafi değildir. Dünya ekseninin eğikliği, bu dengede en önemli faktördür. Bu da, mevsimlerin teşekkülüne ve Dünya’nın dengeli bir şekilde ısınmasına vesile olmaktadır. Aksi takdirde ekvator bölgesi çok ısınacak ve kutuplar devamlı soğuyarak, Dünya’nın kutup bölgesinden atmosferi emmesine yol açacaktı.
Dünya’nın kazandığı ısıyı muhafaza etmesi gerekmektedir. Atmosferdeki Karbondioksit yorgan gibi ısıyı muhafaza ederek bu görevi yerine getirir. Tıpkı bir seranın camı gibi, havadaki Güneş ışınlarını içeri alır, fakat içerinin ısısını geri vermez. Bu örtü olmasa idi Dünya’nın ortalama sıcaklığı -18°C olacaktı. Bu örtü sayesinde ısı orlalama +15°C’de muhafaza edilmektedir.
الْعَلِيُّ ulu ve yüce, kadrü kıymet ve mertebesi büyük, kudret, saltanat, kahru galebe, iktidar, nüfuz, celal ve kibriya sahibi demektir.
O; kainatın kaydedemediği şanı yüceler yücesidir. Bu yücelik mekan büyüklüğü manasında değildir. Allahu Teala mekandan ve herhangi bir mekana yerleşmekten münezzehtir.
الْعَظٖيمُ ‘Büyük ve azim’ ismi de böyledir. Azamet sahibi demektir. Azametinin sonu yoktur. Zatının künhü tasavvur edilemez. Allahu Teala’nın büyüklüğü, heybeti ve kahrı itibarı iledir, miktar ve hacim bakımından değildir.
Allahu Teala, celalinde âli, saltanatında azim'dir.
O, benzeri olmaktan, benzemekten, ortaklardan, misallerden, zıtlardan âli, yücedir. O'na izafetle her şey fakirdir. O uluhiyette tektir, Hayy, vâcibu'l vücûd, bir mahalle hulul etmekten münezzeh, tağyir ve füturdan beridir, kendisiyle varlıklar arasında münasebet yoktur. Nefislere, ruhlara arız olan şeyler O'nun celal sahasına arız olmaz. Mülk ve melekûtun sahibidir. Usul ve füruunun benzersiz yaratıcısıdır. Varlıkların gizlisi, aşikarı, küllü, cüzü buyruğu altındadır. Mülkü, kudreti geniştir. Herşeye malik ve kadirdir, hiçbir şey O'na güç ve ağır değildir.
Bu isme, bir sonraki ayetle ilgili anlam verirsek şöyle olur: O Aliyy'dir, kimseyi dine sokmaya zorlamaz.
Allahu Teala 'Aliyy'dir, mahlukatının fevkınde râfi, eşya ve endaddan müteal, kudretiyle halka galiptir.
el-Aliyy ismi ile Âlî ismi arasında iki ince fark vardır:
♦ Âlî; ulvilik mahallinde mevcut olandır. Aliyy ise ulviliğe müs-tehak olandır. Bu bakımdan Allahu Teala hem Âlî, hem Aliyy'dir.
♦ Âlî; ortağı olması tasavvur edilebilendir. Aliyy olanın ise ortağı olması düşünülemez. Bu bakımdan ise Cenâb-ı Hakk 'Aliyy' ile vasıflanır ancak 'Âlî' ile vasıflanmaz.
'Azîm' 'Muazzim' manasındadır. Öyle azamet sahibidir ki; herşey onun dünûnda, hiç bir şey O'ndan azim olamaz.
Kullarda ‘Azîm’ isminin tecellisi:
Kullardan azim olanlar, Peygamberler, evliya ve alimlerdir. Aklı başında bir insan bu zatların sıfatlarından birşey öğrendiği zaman içi onların heybetiyle dolar. Kalbi onlara meyleder, zamanla onları tanıdıkça kendilerine karşı şevk ve heybeti artar.
Hatta kalbinde onlardan başka boş yer kalmaz. Bundan dolayı Efendimiz ümmeti hakkında azimdir. Hatta O; her zaman, her çağda ve bütün peygamberlere nazaran Azim’dir.
Üstad da talebesi hakkında azimdir. Çünkü talebenin aklı, şeyhinin veya üstadının künhünü tam olarak kavrayamaz.
Ayete’l Kürsi’nin fazileti
Bu âyet, ilâhi saltanat ve hükümdarlığı son derece açık ve özel bir şekilde anlatmıştır. Allah’ın zâtını, sıfatını târif etmiş, ulûhiyetini, vahdaniyetini; göklerin, yeryüzünün, çevrelerinin yaratılması, ayakta durması, düzeni, miktarı ve genişliği, hayat, ilim, hâkimiyet gibi maddi ve mânevi kuvvetlerinin açık şâhitliği ile isbat ettiği için bütün âyetler arasında en yüksek şeref ve kıymete sâhiptir.
Âyete’l-Kürsî indiğinde, dünyadaki bütün putlar ve krallar yere düşmüş, başlarından taçları yuvarlanmıştır. Şeytanlar birbirleriyle çarpışarak kaçıp, İblisin yanında toplanmışlar ve ona bu karışıklığı haber vermişlerdir. O da, bunun sırrını öğrenmelerini kendilerine emredince, hemen Medine’ye varıp Âyete’l-Kürsî’nin indiğini öğrenmişlerdir.
Her şeyin bir zirvesi vardır. Kuran’ın zirvesi de Bakara suresidir. Bakara suresinde âyetlerin efendisi olan bir ayet bulunmaktadır ki o da Âyete’l Kürsidir. Hadis-i Şerif
Kim Âyete’l Kürsi’yi bütün farz namazlardan sonra okursa, muhakkak şeytanlar o evi terk ederler ve otuz gün müddetle o eve giremezler. Büyücü erkek ve kadınlar da kırk gün müddetle o eve giremezler. Hadis-i Şerif
Kim Âyete’l Kürsi’yi bütün farz namazlardan sonra okursa, diğer namaza kadar muhafaza olunur. Onun muhafazası gibi ne bir Nebi, ne bir sıddık, ne bir şehid muhafaza edemez. Hadis-i Şerif
Kim Âyete’l Kürsi’yi her farz namazdan sonra okursa, kalbi şâkirinden, dili zâkirinden, sevabı mûnisinden (ünsiyet-i ilahi sahibi), ameli de sıddîkinden yazılır.
Allah (cc), İmran oğlu Mûsâ’ya şöyle vahyetti: ‘Her kim, her farz namazın sonunda bu sûreyi okursa, onun için şükredenlerin kalbini, zikredenlerin dilini, Peygamberlerin sevâbını ve sıddıkların amellerini halk ederim. Buna ancak bir Peygamber ya da bir sıddık, ya da kalbi iman için denenen bir kul, ya da Allah yolunda öldürülmesi dilenen kişi devam eder.’ Hadis-i Şerif
Kim her namazın akabinde Ayete’l Kürsi’yi okursa onun ruhunu kabzetmeyi üstlenen celâl ve ikram sahibi olan Allah olur. O; şehit düşünceye kadar peygamberlerle birl ikte omuz omuza savaşan kimse gibidir. Hadis-i Şerif
Bir mümin, beş vakit namazın arkasından Âyete’l- Kürsiyi okursa, Allah (cc) harp meydanında şehit olan nebilerinin canını aldığı gibi, bu müminin canını da kendi yed-i kudretiyle alacaktır. Hadis-i Şerif
Farz olan her bir namazın akabinde Ayete’l Kürsi’yi okuyan kimsenin cennete girmesini engelleyen tek şey ölümdür. Bu ayeti okumaya devam eden kimse, muhakkak sıddıklar ve abidler zümresine dahil olur. Hadis-i Şerif
Kim, Mümin suresinin üçüncü âyetine kadar ve Âyete’l Kürsi’yi sabahla dığında okursa o kimse, o ikisi sayesinde akşama kadar muhafaza edilir. Yine kim, bu ikisini akşamleyin okuyacak olursa, sabaha erinceye kadar onlar sayes inde korunmuş olur. Hadis-i Şerif
Muhakkak ki Kur’an-ı Kerim ayetlerinin en büyüğü, Âyete’l Kürsi’dir. Kim Âyete’l Kürsi’yi okursa, Allahu Teala ona bir melek gönderir, ertesi günün o saatine kadar onun sevaplarını yazar ve günahlarını siler. Hadis-i Şerif
Muhakkak Âyete’l Kürsi'nin lisanı vardır. Bir mümin Âyete’l- Kürsi'yi okuduğunda, Arş-ı Âlânın altında secdeye kapanır. Allah’dan (cc), kendisini okuyanın affolunmasını ister. Hadis-i Şerif
Übey b. Kâ’b diyor ki:
“Resulullah bana şöyle dedi: “Ey Ebu'l Münzir, senin yanında bu lunan Allah’ın kitabındaki en büyük âyetin hangisi olduğunu biliyor musun?” Dedim ki: “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” Resulullah tekrar “Ey Ebu'l Münzir, senin yanında bulunan, Allah'ın kitabındaki en büyük âyetin hangisi olduğunu biliyor musun?” dedi. Ben de dedim ki: “Âyete'l Kürsi'dir.” Bunun üzerine Res ulullah göğsüme vurdu ve şöyle buyurdu: “Ey Ebu'l Münzir, ilim (Bu öğrendiğin bilgi) sana mübarek olsun.”
Hz. Ali şöyle demiştir: “Ben Peygamberimizi minberin tahtaları üzerinde şöyle buyururken dinledim: “Her bir namazın akabinde Ayete’l Kürsi’yi okuyanın cennete girmesini engelleyen tek şey ölümdür. Yatağına yattığı vakit kim bu sureyi okursa Allah kendisine, komş usuna, komşusunun komşusuna ve çevresindeki evlere emniyet ve güven bahşeder. Ya Ali! Âyete’l Kürsi’yi evladına, ailene ve komşularına öğret. Zira ondan daha büyük ayet inmedi.”
Ayete'l Kürsi'de olanı bir kimse bilse onu hiç bir halde terk etmezdi.
Ayete'l Kürsi bana arş altındaki hazinelerden verildi. Benden önce kimseye verilmemiştir. Hadis-i Şerif
Kim evini hayırla doldurmak istiyorsa Ayete'l Kürsi okusun. Kim abdest aldıktan sonra onu okursa Allah (cc) onu kırk derece yükseltir ve her harfinden bir melek yaratır. Bu melekler okuyan kişinin bağışlanması için kıyamete kadar dua ederler. Hadis-i Şerif
Yatağına geldiğin vakit Âyete’l- Kürsiyi oku, muhakkak ki Allah (cc) sana bir melek müekkel kılar, sabaha kadar seni şeytanın şerrinden muhâfaza eder. Hadis-i Şerif
Kim uyuyacağı zaman Âyete'l Kürsi'yi okursa Allah (cc) ona sabaha kadar rahmet kapılarını açar ve ona bedenindeki tüy sayısı kadar nurdan şehirler verir. Eğer o gece ölürse şehit olur. Hadis-i Şerif
Kim evinden çıkarken, yâhut düşmanlarından korktuğunda veyâhut yırtıcı hayvanlardan korktuğunda Âyete'l Kürsi okursa Allah (cc) ona yetmiş bin melek tayin eder. Bu melekler onu önünden, arkasından, sağından, solundan korurlar. Eve dönmeden ölürse Allah (cc) ona yetmiş şehit sevabı verir. Hadis-i Şerif
Kim evinden çıkarken Âyete'l Kürsi okursa Allah (cc) ona yetmiş bin melek gönderir. Bu melekler onun için istiğfar ve dua ederler. Eve dönüp içeri girdiğinde Ayete'l Kürsi okursa Allah (cc) onu fakirlikten kurtarır.
Eğer bir kimse, Âyete’l- Kürsiyi sabah ve akşam okumaya devam ederse, kıyâmet günü melekler:
– Yâ Rabbi, bu kulun ölmedi, biz bunu dünyada görmedik, diyeceklerdir.
Her kim, Âyete’l-Kürsî ve Bakara’nın sonunu sıkıntılı anda okursa, Allah (cc) ona yardım eder. Hadis-i Şerif
Kim Âyete'l Kürsi'yi okursa Allah (cc) ona ölüm sıkıntısını kolaylaştırır. Hadis-i Şerif
Bir kimse sabahleyin yatağından kalktığında, Âyete’l Kürsiyi birer defâ okursa, her okuyuşunda önüne, arkasına, sağına, soluna, altına, üstüne, içine, sekizinci ile de kendini halka içine alırsa, o gün ona hiçbir kimse zarar veremez. Evinin önünde kıyâmet kopsa haberi olmaz.
Resûlûllah , Hz. Fâtımâ’nın doğumu yaklaşınca, Âyete’lKürsî, Â’raf 54 ve Muâvezeteyni (Felak-Nas Surelerini) okumasını tavsiye etti.
Âyete’l Kürsi'de yedi kale kuvveti vardır. (Hadis-i Şerif ) Hulûsi kalple bir tâne Âyete’l- Kürsi okunursa, iç içe yedi tâne kale içine girmiş kadar mânevi kuvvet kazanılmış olur. Daha fazla okuyanın durumunu buna göre kıyas etmelidir.
Şerri giderip, matluba vâsıl olmaktan âciz kalırsanız, Âyete’l Kürsi'yi okumaya devam ediniz.
Âyete’l Kürsi namazdan evvel okunursa, huzurla kılınır. Şeytan vesvese veremez ve yaklaşamaz.
Bir kimse Âyete’l- Kürsi'yi harflerinin adedi kadar (170 defâ), ya da Mürsellerin adedi kadar (313 defâ) okursa, o kişiye göklerde ve yerde olan mahlûkâtın cümlesi itaat edip, herşeyden muhâfaza ederler. Düşmanları, ne eli ve ne de dilleri ile ona hiçbir zarar ve ziyan veremezler.
Kalp ağrısında, nefes tutulmasında, ciğer ve karın ağrılarında Âyete’l Kürsi'yi temiz bir tabağa üç defâ yazar, temiz su ile yazıyı imha eder de içeceği vakit (hangi dert için içiyorsa): ‘...ağrısından emin olmam için şifâ niyeti ile içiyorum’ derse, Allah onu şifâya kavuşturur.
Hacamat sırasında Âyete’l Kürsi okumak, iki hacamat yerine kâimdir. Hadis-i Şerif
Üç yüz bin Âyete’l Kürsi okuyan, ebedî hasta olmaz.
Yedi kere safran ile sağ ele yazılması, hâfızayı kuvvetlendirip, unutmayı ortadan kaldırır. Hadis-i Şerif
Aklın ve fehmin ziyâdeleşmesi için Âyete’l Kürsi suya 50 defâ okunarak içilirse, Allah (cc) aklı ve fehmi ziyâdeleştirir.
Her kim, Âyete’l Kürsi'yi gece ve gündüz içerisinde bin defâ okur ve buna kırk gün devam ederse (ara vermeden), Allah’a yemin ederim, Kur’an'a yemin ederim, kerim olan Resûlüne yemin ederim ki; o kimsenin rûhâniyeti inkişaf edip kalp gözü açılır, melekler o kimseyi ziyâret etmeye gelirler, o kimsenin her murâdı hâsıl olur.
Bir kimse, Âyete’l Kürsi'yi yazıp üzerinde taşırsa, Allah’ın izni ile her türlü âfat ve musibetlerden emin olur. Gece gezen şeytan ve cinnilerin şerrinden muhâfaza olunur.
Bir kimse, her gün Âyete’l- Kürsiyi 100 defâ okursa, kendisinde rûhâni haller zuhur eder.
Âyete’l- Kürsi, imanın bekçisidir. (H. Nurbâki)
Âyete’l Kürsi’de Allahu Teala’nın ismi on yedi kez zikredilmiştir.
1- Allah اَللّٰهُ
2- O هُوَ
5- ‘لَا تَأْخُذُهُ fiilindeki’ O'nu tutmaz ‘هُ O’ zamiri
6- ‘لَهُ O’nundur’ kelimesindeki ‘هُ O’ zamiri
7- ‘عِنْدَهُ Onun katında’ kelimesindeki ‘ه O’ zamiri
8- ‘بِاِذْنِهٖ O’nun izni ile’ kelimesindeki ‘هِ O’ zamiri
9- ‘يَعْلَمُ Bilir’ fiilinin altındaki müstetir ‘هُوَ O’ zamiri
10- ‘عِلْمِهِ O’nun ilmi’ izafetindeki ‘هِ O’ zamiri
11- ‘شَاءَ Diledi’ fiilinin altındaki müstetir ‘هُوَ O’ zamiri
12- ‘كُرْسِيُّهُ O’nun Kürsisi’ izafetindeki ‘هُ O’ zamiri
13- ‘وَلَا يَؤُ۫دُهُ O’na ağırlık vermez’ fiilindeki ‘هُ O’ zamiri
14- ‘حِفْظُهُمَا İkisini muhafaza etmek’ izafetindeki masdarın faili olan mahzuf ‘هُوَ O’ zamiri
15- ‘وَهُوَ Ve O’
16- الْعَلِيُّ el Aliyy
17- الْعَظٖيمُ el Azîm
Sahabeden Übeyy b. Kab Hazretlerinin hurmalarını kuruttuğu bir harmanlığı vardı. Onları bekliyordu. Hurmaların giderek azaldığını fark etti. Bir gece hurmaların bekçiliğini yaparken genç görünümlü bir varlık gördü. Devamını şöyle anlatır:
O bana selam verdi, selamını aldım.
- Sen kimsin? İnsan mısın yoksa cin misin? 'Cinim' dedi.
- Elini bana uzat, dedim. Elini uzattı. Eli köpek ayağı gibiydi. Kılları köpek kılına benziyordu. Kendisine sordum:
- Bu yaptığın işe seni iten sebep nedir?
- Senin sadakayı seven bir kişi olduğun haberi bana ulaştı. Senin yiyeceklerinden bir nasip almak istedim.
- Bizi sizin zarar ve şerrinizden ne korur?
- Bakara Suresi’nde olan Ayete’l Kürsi. Kim bu ayeti akşam okursa, sabaha kadar, sabah okursa akşama kadar bizim zararımızdan korunmuş olur.
Übey b. Kab sabah olunca bu hadiseyi Efendimiz’e anlattı. Efendimiz,
- Habis olan şeytan doğru söylemiştir, dedi.
✽ ✽ ✽İmam-ı Gazali, İmam-ı Kuteybe'den, o da Beni Kaab'dan birinin yaşadığı bir olayı şöyle anlatır:
Hurma satmak için Basra'da bir mahalleye gittim. Kiralık bir ev buldum. İçerisinde örümcekler yuva yapmıştı, bakımsız bir evdi. Ev sahibi beni uyararak 'Bu evde ifrit denilen kafir bir cin var. Her gireni helak eder, öldürür' dedi. 'Allah (cc) beni ondan muhafaza eder' dedim ve evi kiraladım.
Geceleyin bir baktım; simsiyah ateş gibi bir mahluk üzerime doğru geliyor. Ben de Ayet'el Kürsi'yi okumaya başladım. Ben okudukça, o da benimle birlikte kelime kelime okuyordu. Ben (Vela yeudühü hıfzuhüma vehüvel aliyyül azim) dedim, benimle birlikte okuyamadı. Bu kelimeleri tekrarlamaya devam ettim, fakat o benimle birlikte tekrarlayamadı, sonunda yok oldu. Ben de bir köşede uyudum.
Sabahleyin cinin olduğu yerde, yanmış parça ve küller gördüm. O vakit kulağıma gaibden bir ses şöyle dedi: 'Sen büyük bir kafir cini yaktın.' Ne ile yaktığımı sorduğumda (Vela yeudühu hıfzuhüma ve hüvel aliyyül azim) cümlesini tekrar tekrar okuyarak, dendi.
Ayet'el Kürsi'de Allahu Teala'nın hakikatini kulların takdirinden tenzih ve tazim vardır. Bu ayet, O'nun şanının azametine, sultanlığının azizliğine irşat eder.
Zatının kemalini zatı ile, sıfatının kemalini cemaliyle haber verip 'la ilahe illa hu' buyurmuştur. Onun zıddı, ortağı yoktur.
Sonra ezeli lahuti sıfatı beyan edip 'Hayy' buyurdu. Hayy ancak O’dur, hayat ancak O’nun hayatıdır. Diriliş ancak O’nun diriltmesiyledir. Hayat ancak O’nun hayatı ve ihyası iledir.
Sonra zatına yakın bir diğer zati sıfatı zikretti: 'Kayyum!' O; zatıyla kaimdir. Mahlukunu idare eder. Hiçbir şey kendi nefsi ile kaim değil, O’nun kaim kılmasıyla kaimdir.
'Hayyul kayyum' ism-i âzamdır. Zira 'Hayy' ismi bütün isimlere müştemildir. Zira hayat; kadir, alim, semi, basar, mütekellim, murid, baki olmayı gerektirir. 'Kayyum' ismi bütün mahlukatın kendisine muhtaç olmasını gerektirir.
Allah kuluna bu iki sıfatla tecelli eder. Kulda 'hayy' sıfatı galip olunca Allah’ın bütün isim ve sıfatları tecelli eder.
'Kayyum' sıfatı tecelli edince de; bütün mahlukat gözünde fâni olur. Bütün mahlukatın kıyamının, ancak Hakk'ın kayyumiyeti ile olduğunu müşahede eder. Varlıklarda görülen, ancak 'hayyul kayyum'dur. Kayyum; mahlukatın kıyamının sebebidir. İkilik gidip, vahdet kalır ve en büyük esma tecellisi budur. Şuhut zamanında vahdetin azâmetine şahit olup, insani beyan dili ile değil, ferdaniyetin lisanıyla Hakk'ı zikreder.
Bu isimler; kendisiyle dua edildiğinde icabet edilen isimlerdir. Ancak bu isimleri zikrederek dua eden gaybet halinde ise, bu isimler ismi azam olmaz. Azâmetin şuhudu halinde dua eden için, hangi isimle duâ ederse etsin; bütün isimler onun için ism-i âzam olur.
Allah (cc) kemal sıfatları bildirip, noksan sıfatlardan kendini tenzih ettikten sonra ‘O'nu uyku tutmaz’ buyurdu. Zira uyku ölümün kardeşidir. Mevt hayatın zıddıdır, O Hayyı hakikidir. Hayatın zıddı O’na muhalif olmaz. Bu ayet Allah (cc)’ın kemal sıfatları ile mevsuf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu bildirir.
‘Göklerdekiler ve yerdekiler O'nundur’ Mülk ve melekûtta tektir. Halketme ve ibâdet edilmekte tektir. O’nun mülkünde, melikliğinde O’na muarız kimse yoktur.
Bunu pekiştirmek üzere "O'nun katında izni olmadan kim şefaat edebilir?" buyurdu. Bu istisna Nebi'ye racidir. Ona şefaat makamı olan Makam-ı Mahmud vaad edilmiştir. Bu şefaat için ona izin verilmiş, vaad edilmiştir, o buna müsaiddir. Kelamın siyakı da buna delâlet eder. ‘Önlerinde ne var, arkalarında ne varsa bilir."
Yani Muhammed Allah mahlukatı yaratmadan önce, evliyanın durumunu biliyordu. Şöyle demiştir: ‘Allah (cc)’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur.’
Aynı hadis başka bir rivayette 'ruhumdur, akıldır, kalemdir, cevherdir' diye geçmektedir.
‘Allah (cc) ruhları cesetlerden iki bin yıl evvel yaratmıştır.’ Benzeri hadisler çoktur.
‘Arkalarında olan’ da kıyâmet ahvalidir. Kulların o gündeki korkuları, Rabbin onlara gadabı, herkesin nebilerden şefaat taleb etmesi, halkın birbirine yardım edemeyip 'nefsi nefsi' demeleri, ızdırapla Nebi'ye dönmeleri, şefaatin sırf ona tahsisi; Nebi’nin bildiği şeylerdendir.
‘O'nun ilminden hiçbir şeyi kuşatamazlar’ Muhammed Allah'ın bildirmesi ile bütün olanları, bütün halleri, muamelelerinin seyrini ve kıssaları bilir. İnsanlar ahiret işlerini, cennet ve cehennemliklerin hallerinden hiçbir malumatı bilmezler.
‘Ancak dilediği müstesna’ Kendilerine haber verildiği kadarını bilirler. Ezeli ilme, sonradan olan hades ilim sebkat edemezler.
‘O'nun kürsisi gökleri ve yeri kaplamıştır.' Bu, cemalin gizli meknunatını, yine bir başka meknunat ile haber vermektir. Semavatı ve arzı ihata etmek kemalin seyridir. Bu ihatanın azameti, arza nispetle sahradaki yüzük gibidir.
Âyete’l-kürsî’de birçok edebî sanat vardır:
• Hüsnü’1-iftitâh (güzel başlangıç): Çünkü bu âyet Allah Teâlâ’nın en yüce ismiyle başladı.
• Kelâm müsteneftir. Selbi ve subûti ilâhi ahkâmı cem için sevk olunmuştur.
• İsim cümlesi sübut ve devam ifade eder. Faide-i haberdir.
• Allah’ın adı isim ve zamir olarak on yedi yerde geçer.
• ‘ااَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ’ de, beyan-ı tağyir sanatı (değiştirerek açıklama) vardır. Tahsis, istisnâ, şart, sıfat, gâye (altı yön) ve bedele beyan-ı tağyir denir. Cümle başında bulunan olumlu bir hükmü, ona bitişik diğer bir sözle tağyir ederek, mütekellim murâd-ı asliyesini izhar eder. Bunda, iki cümlenin bir arada olması gerekir.
• ' ااَللّٰهُ ' ve ' اِلٰهَ ' lafızları arasında, cinası muharref vardır, harfler aynı harekeler farklıdır.
• Kasır cümlesi olarak tekit bildirir. Mefhum-u istisnadır. Yani sadece Allah ilahtır, başka bir ilah söz konusu değildir.
• اَلْحَيُّ الْقَيُّومُ 'Hayyû'l Kayyûm' kelimeleri, 'Allah' müsnedin ileyhinin müsnedleridir. Aralarında sıkı ilişki olduğu için, kemâl-i ittisal ile fasıl olmuştur. Yani atıf harfi ile bağlantı yapılmasına gerek kalmayacak kadar yakınlık vardır.
Bu iki vasfın birbiri ile ilgisini düşünürsek; diri olanın, ayakta olacağına işarettir. İdâre edenin ayık, uyanık olması gerekir. İdâreyi elden bırakmak, ölü bir hayattır.
Hayat için 14 sıfat gereklidir. Bu sıfatlar ne kadar kuvvetli ise, idâre o kadar kuvvetli olur. Hayat kuvveti, idâreyi sağlar. İdârenin fesat olmaması için, idârecinin emsâli arasında özel ve tek olması gerekir.
Bu iki kelimenin mahzuf mübtedânın haberi olması câizdir. Burada müsnedin ileyhin hazfı, tâzim ve muhatapça malum olduğu içindir.
• 'Kayyûm' kelimesi istiâredir. Müstearun leh, Allah'ın mahlukatın herşeyini idare etmesi, müstearun minh; bir valinin, yöneticinin idareci olduğu mevkide, başkanlık yaptığı insanların tüm işlerini düzenlemesidir. Camisi ise, karışıklığa meydan vermemek, haksızlık yapmamak, kimseyi ihmal etmemek, işleri geciktirmemek, gevşetmemektir.
Mefhum-u lakabıyla şunu bildirir: Ancak O (cc) gerçek anlamda diridir, diriliği o verir. Ondan başka kimse tek bir tüye dahi can veremez. Ve ancak O Kayyûm'dur. O'ndan başkası mahlukatın düzenini, geçimini idame ettiremez.
• Sıfatların tekrarı ile, tefri itnâbı vardır.
• Fasl sanatı vardır. Çünkü cümleler atıf harfiyle birbirine bağlanmamıştır.
لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ cümlesinde نَوْمٌ 'in tehiri fasılalara riayet içindir. Cümlede atıf harfi gelmemesi, tekit veya istinaf olmasındandır.
وَلَا نَوْمٌ ’deو atıf harfiyle yetinilmeyip لَا nın getirilmesi ziyâde tekit içindir. Eğer ‘لَا ’ hazf edilmiş olsa, uyku ve uyuklamanın ayrı ayrı nefyedildiği anlaşılırdı. Yani uyuklama yok ve uyku da yok, demek ikisini birden nefyetmez. Biri olmasa da belki diğeri olabilir, şeklinde vehmedilirdi. ‘لَا ’ eklenerek, her halü karda ikisinin de asla olmayacağı ifade edilmiş oldu. ‘ وَلَا نَوْمٌ ’, ikisini aynı anda nefiydir.
نَوْمٌ ve سِنَةٌ kelimelerinin nekre gelmesi; neviyet ve taklil içindir. Allah’ı uyku ve uyuklama çeşitlerinin hiçbir nev’i tutmaz. En ufak, bir saniyelik bir dalgınlık dahi tutmaz.
O'nu uyku tutmaz, dal bid delalesi ile Allahu Teala'nın her türlü aczden münezzeh olduğunu bildirir.
'O'nu uyku tutmaz' isnad-ı mecaziden masdara isnaddır. Aslında Allah asla uyumaz.
• ' لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ Yerde ve göktekiler O'nundur' cümlesinde, ‘Semâvât’ ile ‘ard’ arasında, iyhâm-ı tezat sanatı vardır. Yer ile gök birbirinin zıddı değildir, ancak biri çok alçak, diğeri de çok yüksek olduklarından tezata benzemiştir.
• مَنْ ذَا الَّذٖي يَشْفَعُ عِنْدَهُ اِلَّا بِاِذْنِهٖ O'nun katında izni olmadan kim şefaat edebilir, istifham-ı inkaridir. Lafzen soru edatı ise de, anlam bakımından nefiy (olumsuzluk) belirtir. Bunun içindir ki, bundan sonra ‘illâ’ sözcüğü gelmiştir. Yâni, Allah (cc) izin vermedikçe, O’nun katında hiçbir kimse şefaat edemez.
‘مَنْ ’ ism-i mevsulü, melekler, Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlere racidir. Sıfatlı kinayedir.
• يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ cümlesi istinaf veya haber, ya da يَشْفَعُ 'nun zamirinden haldir. مَا بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ 'Önlerinde-arkalarında' kelimelerinde tıbâk sanatı vardır.
• O'nun Kürsi'si, derken istiare-i tasrihiyedir. Azametin sıhhatini tasvir eder. Müstearun leh; azamet, kudret ve melik olmasıdır. Camisi; hakimiyet, idare, güç, iktidar, etkinlik, saygınlık, kıymet, yücelik, ulaşılmazlık, kemaldir. Hissi olan 'Kürsi' söylenerek, Yüce Rabbimizin uluhiyet, mülkiyet makamı kast edilmiştir, aklidir. Tecessüm sanatı var. Pây-i taht, saray, pâdişahı zihinlerde tasavvur ettirerek Rabbi tanıtır. يَعْلَمُ ile يَشْفَعُ arasında muvazene vardır.
256-Dinde zorlama yoktur. İman ile küfür artık kesin olarak açığa çıkmıştır. Kim tağutu (sapık güç ve azgınlığa sevkeden) tanımayıp Allah’a iman ederse kopması imkansız olan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah (cc) her şeyi işiten, her şeyi bilendir.
'Dinde zorlama yoktur.'
Din-i mübîn-i İslâm öylesine berrak, öylesine açık ki, aklı selim olan her insan onun güzelliğini, kadr-ü kıymetini hemen anlar. Yeter ki önünde sûi niyet, kötü şöhret yolunu kesmesin. Doğru yol, rüşt, gün gibi açık. Küfrün sebebi olan azgınlık, neticesi itibariyle açık ve ortadadır. Kimseyi ille de dine gireceksin diye zorlamaya gerek yoktur; o zaman imtihanın bir esprisi kalmaz. Ancak dinin içinde olan kimseye gerektiğinde zorlama vardır, gerektiğinde ceza vardır. Bunları birbirine karıştırmamak gerekir. Teşvik vardır, tebliğ vardır. Nitekim ayetin üçüncü cümlesi de bir teşvik, bir şart, bir cezadır.
‘Kim tağutu inkar eder, Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur.’
İmanın şartı olan kelime-i tevhid, nefiyle başlar, isbatla biter. Önce Allah’dan gayrı tapılan ne varsa ‘lâ’ harfi ile nefy edilir, sıfırlanır. Yürek küfürden, şirkten temizlenip tahliye olur. Sonra ‘illallah / ancak Allah vardır’ diyerek isbat yapılır. İnkarın üzerine iman inşa edilmez; uçurumun yanına bina yapılmadığı gibi. Veya arsayı çöplük olmaktan temizlenip temel atmadan bina yapılmadığı gibi. Efendimiz (sav) iman etmek üzere kendine gelen bir kavme, koyun yüreğini kendilerine haram ettiklerini bildiklerinden öncelikle bir koyun kesip, yüreğini yiyip öyle iman kelimesini söylemelerini istemiştir. Çünkü Allah’ın kanunu üzerine kanun yapmak, kendinden yasaklar icat etmekle müminlik bir araya sığmaz. Tevhid dini, tek Allah’a inanmak, O’nun hükümlerine bağlanmaktır.
Hakkı batılla örtmek, karıştırmak inkar vasfıdır. İnsan, iman edecekse bütün gönlüyle inanacak, batılı kökünden yıkıp kalbinden söküp atacaktır. İman ağacının köklenip budaklanması, iman, ihlas, takva gibi meyveler vermesi buna bağlıdır. İşte bu saf, berrak, katışıksız imanı elde eden sağlam ve kopması imkansız olan iman-İslam kulpuna sımsıkı tutunmuş olur. Fakat içinde küfür, nifak, cehalet, adet kırıntıları, yanlış inanç ve tutkuları olan kimsenin, İslam'ın kopmaz ipine tutunması mümkün olmaz. Sıkı tutunamaz, eski köhne çukuruna düşer.
'Allah semi ve alimdir (işiten ve bilendir)'
Allah, herkesin sözlerini işitir, niyet ve amellerini bilir. O’na hiçbir şey gizli kalmaz. Şahsın derununda hangi bozuk inançlar, yanlış fikirler, fasit kıyaslar var; onlardan haberdardır. Nerede ne konuşuyor, niçin konuşuyor, kime konuşuyor, hepsini işitir. Konuşurken kendini dindar göstererek menfaat sağlamak istediğini, adamına göre görüntü verdiğini, din kisvesi altında sömürücülük yaptığını, her sözünü, her fiilini, her niyetini bilir, işitir. Ve ona göre karşılığını dünyada da, ahirette de verir. Dini kötü menfaatlarına alet edip yalanla dolanla saf insanları çarpan, elbette çarpılacak, zulüm, azgınlık ve nifakının acı akıbetiyle yüzleşecektir. Sağlam kulpa ihlasla yapışanları ‘Rafi’ ismiyle yükselttiği gibi, yapışmayanları ya da yapışır görüntüsü verenleri de ‘Hâfıd’ ismiyle derdest edip aşağılara ve aşağıların aşağısına, esfel-i safiline indirecektir. Âyetin sonundaki ‘Semi-Alîm’ sıfatlarının (lazım-melzum alakasıyla) içerdiği mana böyledir.
Bu ayet Âyete'l Kürsi'nin devamı değil, müsteneftir, tevhidi izan için delil beyan eder. Zira dinde zorluk tasavvur edilmez. Çünkü zorlamak başka birini fiilen ilzam etmektir ki onda hayır görülmez. Oysa din baştan başa hayırdır. Cümle haber şeklinde inşadır.
Dinde zorlama yoktur, çünkü İslam gayet açık, sıhhati üzerine delilleri zahir, insanları İslam'a girmeleri için zorlamaya ihtiyaç yoktur. Aklı selim sahibi zorlanmadan kendiliğinden İslam'a girer.
Bu âyet-i kerimenin “Dinde zorlama yoktur” bölümünü imansızlarla amelsizlerin hepsi bilir. Özellikle ateistler Kur’andan yalnız bu ayetin bu cümlesine inanırlar.
Bu ayet-i kerime; Ayete’l Kürsi’de Rabbimizi zatı ve sıfatıyla tanıdıktan, hak ile batıl, iyi ile kötü apaçık ortaya çıktıktan sonra, tabancayı insanın kafasına dayay arak iman etmeye zorlamayı yasaklar. Allah insanlara akıl vermiş. Peygamber göndermiş, kitap indirmiş, hak ile batılı belirtmiş. Bundan sonrası insanların hür iradeleri ile seçmesine kalmıştır.
Bu ilke yüce Allah’ın insanı onurlandırdığı; hidayet ve dalalet tercihinde onu vicdanı ile başbaşa bıraktığı, davranışlarının sonuçlarını ve nefsi ile hesaplaşma görevini omuzlarına yüklediği, insan özgürlüğünün en bariz ilkesidir.
İnanç özgürlüğü, insanı “insan” yapan, ilk “insan hakkı”dır. İnsanın elinden inanç özgürlüğünü alan, onun insanlık niteliğini elinden almış demektir.
İman, sevme işi gibi gönül işidir. Gönül ülkesine kılıç, tabanca, atom bombası hakim olamaz. Bir insana kendinizi zorla sevdiremediğiniz gibi zorla iman da ettiremezsiniz. Mayın söker gibi kılıçla kafir gönlün den ateistliği, küfrü söküp atılamaz.
Ancak Müslüman insan İslam devleti sınırları içinde dinin bütün emir ve yasaklarına uyması için zorlanır. Görevini yerine getirmeyen ce zalandırılır. Müslüman “Dinde zorlama yok ben namaz kılmam” diyemez. Askere giden adam “Askere giderim ama eğitim yapmam” diyemed iği gibi. “Ben bir ülkede yaşarım ama o ülkenin kanunlarına uymam” diyemediği gibi. “Trafiğe çıkarım ama trafik kanunlarına uymam” derse cezasını kendi çektiği gibi; Müslüman oldum ama emir ve yasaklara uym am diyen ve uymayan kişiyi de İslam kanunlara uygun hale getirir.
Batı hayranı bazı müslümanlar bu ayete dayanarak “Müslüman İslam’ı kendi halinde, kendi devlet veya ailesinde yaş ar. Başkalarına İslam’ı zorlamaz. Tarihteki harpler hep savunma harbidir” derler. Madem savunma harbiydi; Müslümanlar Kudüs’te, Azerbaycan’da, Bağdad’da, Kadisiye’de ne aramışlardı? Alpaslan Malazgirtte ne arıyordu? Kanuni Sultan Süleyman Viyana’ya seyahat için mi gitmişti? İspanya’da Endülüs devleti niçin kurulmuştu? Bakara 193. ayetteki “Fitne (dinden döndürme zülüm iş kence) yok oluncaya kadar, dinin tamamı Allah için oluncaya kadar harbediniz” emri neyi ifade ediyor?
Efendimiz “İnsanlar, Allah’dan başka ilah yoktur. Muhammed, Allah’ın Resulüdür” diye şahidlik yapıncaya kadar, namazı dosdoğru kılıp, zekâtı verinceye kadar onlarla harbetmekle emrolundum” buyurmuştur. Yani cizye verdikten sonra dinde zorlama yoktur.
“Dinde zorlama yoktur’’ evet ama “Onlara karşı elinizden geldiği kadar gerek Allah’ın gerekse kendinizin düşmanlarını ve bunlar dışında Allah’ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli düşmanlarınızı yıldırıp caydıracak savunma gücü ve atlı savaş birlikleri hazırlayınız” (Enfal Suresi, 60)” ayeti de yüce Allah’ın buyruğudur.
Müslümanlar, dinlerinin özünü, tarihlerinin içyüzünü böyle bilmeli ve dinleri konusunda sürekli savunma çabası içinde bulunan bir sanık gibi davranmamalı, böylesine pasif ve yılgın bir rolü benimsememelidir. Aksine her zaman kendine güvenli, alnı açık bir tutum sergilemelidirler. Dinlerini cihaddan soyutlamak isteyen, kendilerine bu zehri şırınga ederken İslâm’ı savunurmuş gibi davranan sinsi düşmanların aldatmacalarına kanmamalıdırlar.
Hz. Ömer’in Müslüman olmayan bir kölesi vardı. Hz. Ömer bir gün sordu:
- Benden hoşnut musun?
- Tabi hoşnutum, sen dünyanın en iyi adamısın.
- Ahlakımı beğeniyor musun?
- Elbette beğeniyorum. Senden ahlaklısını aklıma getiremiyorum.
- Peki öyleyse benim bu iyiliğim, ahlakım, dinim İslamiyet’ten gelir. Bak sana dinimi tanıtayım.
Hz. Ömer kölesine İslamiyet’i anlattı. Sonra: ‘Bunlara ne dersin?’ dedi.
- Güzel, iyi şeyler.
- Öyleyse gel sen de Müslüman ol.
Köle boynunu büktü:
- Muhterem Efendim, eğer beni zorlamayacaksanız, bırakın babamın dininde kalayım.
Hz. Ömer kölesi olduğu halde onu zorlamadı. Bu da gösteriyor ki dinde zorlama yoktur.
الرُّشْدُ ‘Rüşd’ bütün hayırları içine alan cami bir lafızdır. Burada ‘Rüşd’den kasıt imandır. Bunun karinesi de daha önce din lafzının geçmiş olmasıdır. (Umum olan rüşd söylenip, husus olan iman kastedilmiştir.)
‘الْغَيِّ ’ Dalalet, helak yoluna süluk demektir. Burada küfür anlamındadır. Diğer manaları; hata etmek, ziyan etmek, kehanet, sihir, putlar, tapılan tağutların tamamıdır.
Cehalet, itikada itibarla söylenir. ‘Ğayy’ ise fiillere itibarla söylenir. Cehaletin izalesi ilimle, gayyın zevali ise ‘Rüşd’ ile mümkündür. İsabet edene رَشَدَ, hata edene غَوَى denir.
İman ve küfür, sınırları belli iki ana mefhumdur. Bazı yanlış düşünceler, insanı imandan küfrün sınırlarına yaklaştırabilir.
Kimileri ‘Allah vardır ve yücedir’ derler ama, O’na bir takım şeyleri eş tutarlar. Onların, tıpkı Allah gibi saygı duyulacak, emirlerine itaat edilecek, önlerinde boyun eğilecek yüce varlıklar olduğunu düşünürler. Ya da ‘Allah büyüktür’ dedikleri halde, hayatlarına âit temel hükümleri başka makamdan alırlar. Allah’ın helâl-haram hükümlerini kabul etmezler, onların yerine tâğutların hükümlerini benimserler.
Allah’ın hükümlerini beğenmeyerek, ‘bana göre, bize göre, bizim sistemimize göre, çağımıza göre, falanca ilim adamına ve efendiye göre’ gibi ölçüler tevhide uymaz.
Bâzılarına göre Allah, yer ve gökleri yaratmış ve yönetmektedir. Ama ‘O (haşa) gökleri yönetmeye devam etsin, canlıların rızkını versin, sıkışanların da yardımına koşsun, ama yeryüzüne karışmasın. Toplumlara ve insanlara âit hükümleri biz O’ndan daha iyi biliriz’ şeklinde düşünürler ve inanırlar. Bu mantık, şirk mantığıdır, tâğutluktur.
فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ Kim Tağut'u inkar ederse..
طَاغُوت temsil yoluyla gelmiş, melekût, ceberût kelimeleri gibi mübalağa sigasıyla gelmiştir. Masdar olduğu, ismi cins olduğu da söylenmiştir. طَغَوَ veya طَغَيَ kökündendir. Âyette zikredilen "Tağut";
♦ “Şeytan” dır.
♦ ‘Sihirbaz’dır.
♦ “Kâhin” dir.
♦ 'Büyücü'dür.
♦ 'Putlar'dır.
♦ 'İnsanların ve cinlerin azgınları'dır.
♦ 'Allah'tan başkasına tapanlar'dır.
♦ 'Nefs-i emmare'dir.
Bunlarla bir araya gelindiğinde azgınlık hasıl olduğundan, tuğyana sebep olurlar.
Taberi, Tağut’un, “Allah’a karşı azgınlaşan ve Allah’ın dışında kendisine tapınılan şey” olduğunu söylemiştir. İsterse tağut, kendisine tapanları zorla taptırmış olsun, isterse onun zoru olmadan insanlar kendilerinden ona tapmış olsunlar. Bu nedenle, kendisine tapılan bu varlık Şeytan, Heykel, put, ağaç, mezar, kadın yahut başka herhangi bir şey olabilir.
“Tağut”, 'tuğyan (azgınlık)' kökündendir. Sağduyuya ters düşen, gerçeği çiğneyen, Allah’ın kulları için çizdiği sınırı aşan düşünce, sistem ve ideoloji anlamına gelir. Bu sistemin imandan kaynaklanan bağlayıcı bir kuralı bulunmaz. Allah’ın buyruklarından kaynaklanmayan her kurum, düşünce, kural, alışkanlık, adet ve gelenek bu kavramın kapsamına girer.
Avamın tağutu putlar,
Havassın tağutu nefis,
Havassü'l hass'ın tağutu masivadır.
Ayet-i kerimede Tağut’u inkar etmenin, Allah’a imandan önce zikredilmesi, Allah’a imanın, tağutu inkara bağlı olmasındandır. Önce kalbin bütün yanlış şeylerden temizlenmesi, sonra imanla dolması gerekir.
İman bakımından insanlar üç kısımdır:
1- Ashab-ı meymene: Amel defterleri sağ ellerine verilenler. Bunlar, cemal sıfatına mazhar olan kişilerdir. Kalpleri ilahi Cemal’in kudret elinin hizmetçileri olan mukarreb meleklerin ellerindedir.
Onların imanı müşahedeye taalluk etmez. Tarif ve beyana taalluk eder. Küfürleri de sadece zahir olan tağutlara taalluk eder. Gizli tağutlara taalluk etmez. Bu incelikten dolayı imanları ve küfürleri mecazidir. Fakat onların imanı küfürleri gibi merdut değildir. Asla açık tağutlara imanları taalluk etmediği için imanları makbuldür.
Son nefeste Allah’a taalluk eden iman, gizli tağuta taalluk eden üzerine galip gelirse felah bulur, iman ile göç eder. Aksi halde gizli küfründen dolayı cehenneme girer, orada azap görür. Ama aşikar olarak Allahu Teala’yı inkar etmediği için, cezasını çektikten sonra cehennemden çıkar. Cennete girer. Hakiki aleme vasıl olamasa da, hakiki alemin yakınına vasıl olur.
Bu fırkanın saadeti kati değildir, belki son nefeste sabit olması muhtemeldir.
2- Ashab-ı meşeme: Amel defterleri sol ellerinden verilenler. Bunlar Allahu Teala’nın celal sıfatının tezahür ettiği kişilerdir. Kalpleri İlahi Celal’in kudret elinin hizmetçileri olan taşkın şeytanların ellerindedir. Şeytanların isteği onların kalplerini şer yollarında kullanmaktır. Onların imanı tağuta taalluk eder. Küfürleri ise Allah’ın birliğine ve nimetlerine taalluk eder.
Onların imanları da küfürleri de mecazidir. Fakat imanları da küfürleri gibi merduttur. Bütün imanları tağuta münhasırdır. Asla mecaz alemini geçemezler. Hakikat aleminin yakınına bile ulaşamazlar.
Allah’ı mutlak olarak inkar ettikleri için cehennemde ebedi kalacaklardır. Şekavetleri Kur’an-ı Kerim’de nass ile sabittir: ‘Ashabı şimal! Kaynar su ve vücudun içine işleyen sıcak yel azabı içindedirler.’ (Vakıa, 41, 42)
3- Mukarrebûn: Allah’a yaklaşanlar. Kalpleri Melikü’l Müteâl olan Allahu Teala’nın yed-i kudretindedir.
Allahu Teala onların kalplerini dilediği gibi çevirir. Yüksek tecellilerin, ledünni ilimlerin ve ilahi marifetlerin arasında döndürüp durur. Onların imanı müşahedeye dayanır. Bu nedenle tağutları inkarları da aynidir, tam bir inkardır. Onlar mecaz aleminden hakikat alemine geçmişlerdir.
Onların saadeti Kur’an-ı Kerim’de nass ile sabit olduğu üzere son nefeslerindedir. ‘İşte o mukarrebler, Naim Cennetlerindedirler’ (Vakıa, 11, 12)
Avamın imanı lisanla ikrar, kalb ile tasdik, erkanıyla ameldir. Havassın imtihanı, nefsi dünyadan ayırıp ukba yolunna yolculuk, kalbin Mevla'yı şuhududur. Havassü'l hass'ın imanı, zahiri ve batını Allah'a taate devam ettirmek, kalbin fena fillah'a yönelmesi, sırrın bekabillah ile halvetidir.
'Kopması mümkün olmayan kulp' hiçbir zaman inkisara uğramayan, sağlam bir kulptur.
Bu bir temsildir. Bir şeyi tutmak isteyen kimse, onun kulpuna tutunur. Dine tutunmak isteyen, ona delâlet eden delillere yapışır. Allah’ın ayetleri, delillerin en güçlüsü ve en açığı olduğu için الْعُرْوَةُ الْوُثْقٰى 'Sağlam kulp' diye isimlendirilmiştir.
Sağlam kulp, Kuran, iman, ihlas kelimesi, hak itikat, sünnet, rızay-ı ilahiye ulaştıran tevfik, sebep veya ahit manasındadır.
Her müminin makamına münasip urvesi vardır.
Avamın; itaate tevfik
Havassın; muhabbetin ziyadeleşmesi için inayet
Havassü'l has; gayriyet zulmetinden fani olup rububiyet nuruyla baki olmaktır.
Bunun için Efendimiz 'Hak cezbelerinden bir cezbe cin ve insin ameline denktir' buyurdu. Çünkü onların ameli fani ve fani alemdendir. Hakk'ın cezbesi baki ve alem-i kadimdendir, hiçbir zaman bitmez. Cezbe almış kimse ebediyen o cezbeden ayrılmaz.
"Allah, şehâdeti söyleyenin sözüyle, küfür izhar edenin sözünü duyar; mü'minin temiz itikâdı ile kâfirin pis itikadını bilir."
Resul-ü Ekrem , Medine etrafındaki yahudilerin müslüman olmalarını istiyor, gizli ve açık bir şekilde Allah'tan bunu diliyordu. Buna göre ayetin manası: "Ey Muhammed Allah, senin duâ talebini duyuyor, buna olan istek ve gayretini biliyor" şeklinde olur.
Bu mübarek isim, Allahu Teala’nın doksan dokuz isminin içinden en büyüğüdür, İsm-i Âzâm’dır. Çünkü bu isim tüm ilâhi sıfatları kendisinde toplayan zata delâlet eder. Allahu Teala’nın zatıyla ilgili hiçbir sıfatı bu ismin dışında kalmaz. Diğer isimlerden her biri ise, tüm sıfatlara delalet etmeyip sadece ilim, kudret gibi tek bir manaya delalet eder.
Bu isim Allahu Teala’nın isimlerinin içinden en hususi olandır. Mecazi veya hakiki manada asla hiçbir mahluka isim olarak verilemez. Ama diğer isimler mecazi olarak mahlukata isim olarak verilebilir. Kadîr, Rahim gibi.
Bu isimde bulunan bazı özellikler diğer isimlerde yoktur. Örneğin, bir kelimeden harf eksiltilirse manası bozulur. ‘Allah’ lafzının ise harfleri eksiltilirse mana bozulmaz.
اللهُ isminin başındaki ا kaldırılırsa ل kalır. ا’ten sonra ilk ل hazfedilirse له kalır. Eğer ikinci ل hazfedilirse هُ tek başına kalır, o da zamir olup Allahu Teala hazretlerine racidir.
‘Allah’ isminden nasibini alan kimse,
1- Allah’dan başkasını görmez.
2- O’ndan başkasına iltifat etmez.
3- O’ndan başkasından birşey beklemez.
4- O’ndan gayrıdan korkmaz. Çünkü o, Allah’ın hakiki, kendisinin ise ancak O’nunla var olduğunu ve Allah’dan başka her şeyin helâkta (yok olucu) ve bâtıl olduğunu anladığından, evvelâ nefsini bâtıl görür.
Kul için yakışan, bu ismi zikreder etmez, hemen kulluğunu hatırlayıp, O’na karşı gerekeni yapmasıdır. Kalbinin bütün gayreti ve himmetiyle Allah’a yönelmelidir. O’ndan gayrı hiçbir şeye iltifat etmemelidir. Ancak O’ndan ümit etmeli, sadece O’ndan korkmalıdır. Kul bu isim sayesinde O’nun hakiki ve gerçek varlık olduğunu, kendi nefsinin fani ve batıl olduğunu anlayacaktır.
Allah dostları Allahu Teala’yı zikrettikleri zaman, farklı tesirler hasıl olurdu. Bu ismi biz zikrettiğimizde ise herhangi bir eseri zuhur etmiyor. Bunun sebebi, onların nefislerini tezkiye etmeleri, ahlaklarını arındırmalarıdır.
Cenâb-ı Hakk’ı Allah ismi ile yad, bütün ismi ile yad gibidir. Çünkü o bütün esmayı muhtevidir.
Zamanın sultanı ölünce, devlet adamları geride kalan veziri öldürmeye karar verdiler. Vezir kaçıp İstanbul’da Şeyh Ebu’l Vefa Hazretlerinin evine girdi, kendisini korumasını istedi.
Şeyh Hazretleri veziri evine aldı. Onu öldürmek için gelenlere nasihat etti, vazgeçmelerini söyledi. Adamlar veziri yakalayıp öldürmek için ısrar ettiler, hep birlikte şeyhin evine hücum ettiler.
Bunun üzerine Ebu’l Vefâ Hazretleri bir kere,
- Ya Allah! dedi. Bütün adamlar kaçtı.
Bir kere sıdk ile 'Allah' dese lisan,
Dökülür cümle günah misli hazen...
Allah (cc) işitir. Yüreklerimizdeki sözleri, ellerimizin hafif dokunmasından meydana gelen sesleri işitir. Karanlık bir gecede, kara bir kaya üzerinde sessizce yürüyen simsiyah karıncanın ayak seslerini bile işitir. Hamd edicilerin hamdini duyar, mükafatlandırır, dua edenlerin yalvarışlarından haberi olur, dualarını kabul eder.
Mesafeler onun işitmesine perde olamaz. Kainatın her noktasında işitilmek şanından olan her şeyi işitir. Birini işitmesi ötekileri işitmesine engel olamaz. Her hadiseyi aynı derecede açık olarak işitir. Bir şeyi işitmesi, diğer şeylerin sesini duymasına engel olmaz. Milyarlarca mahluk aynı anda O’na seslenir, hepsini aynı derecede açık ve hiç eksiksiz işitir. O’nun işitmesi, bizim gibi kulakla değildir. Hiçbir şeye benzemez. O’na gaflet arız olmaz.
Semi’ ile dört anlam kastedilir:
1-Bilme, idrak etme anlamında işitmek. Bu işitme sesle ilgilidir.
2-Anlama, akletme anlamında işitmek, anlamlarla ilgili işitmedir.
3-Cevap verme ve istenenleri verme anlamında işitmek.
4-Kabul etme ve uyma anlamında işitmek.
Kula gereken;
• Allah’ın her şeyi duyduğunu ve Allah (cc)’a gizli kapaklı hiçbir şey tasavvur edilemeyeceğini bilir ve ona göre dilini muhafaza eder. Kötü niyet ve teşebbüslerde bulunmaz.
• Kendine kulağın yalnız Allah (cc) kelamını dinlemek için veril-diğini bilir. Allah’ın kitabını, Hz. Peygamber’in hadislerini ve dini vaaz ve hutbeleri dinler, Allah (cc)’a ulaştıracak hidayet yolları bulmak için canla ona sarılır.
Allah (cc) alimdir. Her şeyi bilir olmuşları bildiği gibi olacakları da olmuşlar kadar açık bilir. Zamanın başladığı tarihten sonuna kadar olmuş olacak her şey Allah’ın ilminde her an hazırdır. Hiçbir hadise Allah (cc)’ın ilminden bir lahza dışarıda kalamaz. Kimin, ne zaman, nerede dünyaya geleceğini, kaç sene yaşayacağını, nerede öleceğini, kabirde başına neler musallat olacağını veya nasıl bir akıbete uğrayacağını kemaliyle bilmektedir
Hiçbir şey O'na karşı kendini gizleyemez. Mahlukat O’nun müsaade ettiği kadar bilir. İlerisini bilemez. İnsanların her şeyi bir hudut içinde ve bir ölçüye göre olduğu gibi bilgileri de böyledir.
Efendimiz sabahladığında, akşamladığında ve yatağına girdiğinde Hz. Ebubekir’e şu duayı okumasını tavsiye etmiştir:
‘Ey görüneni ve görünmeyeni bilen Allah (cc)’ım! Ey göklerin, yerin ve her şeyin maliki! Senden başka ilah olmadığına şehadet ederim. Nefsimin şerrinden, şeytanın şerrinden ve şirkinden Sana sığınırım. Nefislerimize bir kötülük yapmaktan veya onu bir Müslümana zarara sürüklemekten Sana sığınırız.’
Ensardan bir adamın iki oğlu vardı. Bunlar Rasulullah peygamber olarak gönderilmeden önce Hıristiyan olmuşlardı. Daha sonra, zeyt inyağı ticareti yapan bir grupla Medine’ye geldiler. Babaları yakalarına yapışarak: “Müslüman olmadıkça sizi bırakmam” dedi. Bunun üzerine: ‘Dinde zorlama yoktur’ mealindeki âyet nazil oldu.
✽ الدّٖينُ kelimesindeki eliflâm, ahd ifâde eder. Veya muzâfın ileyhden ivazdır (Hazfedilen muzafın ileyhten bedel olarak gelen elif lamdır.) Yani, “Allah’ın dini...” demektir.
✽ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ Ziyade takrir için tekitle gelen talildir. تَمَيَّزَ تَبََيَّنَ manasındadır.
✽ 'Kim Allah'ı inkar ederse' cümlesi و atıf harfiyle, 'Allah'a iman ederse' cümlesine bağlanmıştır. Aralarında tezayuf alakası ile vasıl vardır. Yani Tağut'u inkar etmeden tam bir Allah inancı yerleşmez. Allah'a tam iman etmeden Tağut inkar edilemez.
✽ اسْتَمْسَكَ fiili müzari yerine mazi gelmiştir. Şartın kesin vukuu bulacağına işaret, rağbeti izhar içindir.
✽ ‘Sağlam bir kulpa sarılmıştır’ cümlesinde istiâre-i temsiliyye vardır. İslam dinine sarılan kimse, sağlam bir ipe tutunmuş birine benzetilmiştir. اسْتَمْسَكَ 'Tutunmuştur' fiili de terşihtir, teşbih-i tenasi olmuştur. Allah yoluna giden düşüp, yuvarlanıp dalalette kalmaz.
✽ “لَا انْفِصَامَ - Kopmayan” kaydında ise “tersin” sanatı vardır, mübalağadır. Çünkü, bu kulpun kırılması olmayınca, koparılması ve yerinden sökülmesi haydi haydi olmaz. Aynı zamanda itnabtan tezyildir.
✽ Tecessüm sanatıyla, hak dine girenin kayıp sapmayacağı gözler önünde canlandırılmıştır.
257-Allah (cc) iman edenlerin dostu ve koruyucusudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır; küfredenlerin dostları ise kendilerini nurdan karanlığa çıkaran tağuttur; onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalırlar.
Allah, iman edenlerin dostudur, onları karanlıklardan nura çıkarır. Ayet, ‘kopması mümkün olmayan' kavli için talil olarak geldi. Çünkü Allah, tağutu inkar edip kendisine inanan kimselerin velisidir.
‘Veli’ lügatte; dost, yakın, sahip, malik, yardım eden, seven, istila eden, işi üzerine alan, iyilik eden, idaresini üstüne alan, kudret cihetiyle bizzat mutasarrıf olan, büyük alim demektir.
Ragıp İsfehani’ye göre: İki şey arasında kendinden olmayan bir şeyin girmesine izin vermeyen, anlamına gelir.
Bu anlam, ayetimize en uygun olanıdır. 'Küfür ve iman arasında imanı seçen mümine küfre asla izin vermeyen' anlamındadır.
Zulmetten yani şüphe ve şekten nuru, yani, hak ve burhan nurunu çıkarır. Allah, hidayete girenin hidayetini artırır. Zira İslam’a tabi olmak yakin yolunu kolaylaştırır. Günbegün gayreti, ciddiyeti ziyade olur.
'Kafirlerin dostu ise tağuttur.'
Müminlerin aksine İslam üzere küfrü seçenler, akıllarına damga vurmuşlardır, hidayete gelmezler. Onların da gün be gün dalaletleri artar. Bu artma, muzarinin teceddüt vasfıyla devamlılık ifade edişiyle bildirilmiş. Daha sonra gelen Nemrut, Üzeyr ve İbrahim kıssaları bu durumu izah edecektir.
Ayette ‘nur ve zulümat’ iman ve küfre teşbih edilmiştir. Teşbih, tevile hacet bırakmayacak şekilde açıktır. Nasıl ki karanlıkta insan kör olmasa da kör gibi olur, hiçbir şey göremez; küfürde kalan insan da aklı olsa da düşünemez, kulağı olsa da gerçekleri duyamaz, anlayamaz.
Tünel faciaları bunun en açık delilidir. Elektrikler kesilince insanlar birbirini çiğneyerek feci bir şekilde can verdiler. Küfürde kalan insan da, istikbalini göremez, çiğner-çiğnenir, hiç bir yol kat etmeden cehennem yolunu tutar. Ebedi olarak oraya haps olur, cehenneme arkadaş olur. Karia suresinde belirtildiği gibi (Karia, 9) artık annesi ateş olur, her yanını ateş sarar, kucaklar, çıkış mümkün olmaz.
Veli bazen nusret ve muhabbet itibarı ile olur. Seven kişiye veli denir. Çünkü seven, sevdiğine nusret ve muhabbetle, muavene ve destekleme ile yaklaşır. Ondan asla ayrılmaz.
Bazen de veli; tedbir, emir ve yasaklar koyma itibarı ile olur. Bundan dolayı başkasının velayetini üzerine alan kişilere de veli denir.
Yani Allah müminleri seven ve onlara yardım edendir. Veya onların bütün işlerini üstlenen, idare eden ve onları başkalarına havale etmeyendir.
Allahu Teâlâ müminlerin velisidir, kâfirlerin işlerini tekeffül etmesinden daha fazla, mü'minlerin işlerini uhdesine almıştır.
• Onlara yardım eder
• Sıkıntılarını giderir.
• Hidayet eder
• İki cihanda iyi işlere muvaffak kılar.
• Zulmetten nura çıkarır.
• Yerlerin ve göklerin sırlarını gösterir.
• Kulaklarını ve gözlerini nurlandırır, herşeyden ibret sezdirir.
• Yüzleri nurlanır, onları görenler Allah'ı hatırlar.
Allah, benliğini bir yana atıp mânevi hal almaya istidatlı kulların kalbine, yüksek rütbelerle nişanlar takar. Onların lakâbı, evliyâ ve abdaldır. (Abdal; bedel kelimesindendir, birbirinin yerine bedel, denk, demektir.)
İmanın delili üçtür: Samimiyet, sadakat, davranışlarıyla imanı isbat ve destek.
Allah dostları, konuşmalarıyla, görüşmeleriyle, nasihatlarıyla, diğergamlıklarıyla, ticaretleriyle, komşuluk ilişkileriyle, adaletli oluşlarıyla, edepli oluşlarıyla, kardeşlik hukukunu gözetmeleriyle, yardımlaşmalarıyla, adeta Kur’an’dan inciler sergilerler. Onlar, insanlar için iyi bir Kur’an fihristidirler. İstediğiniz ayeti onların amellerinde bulabilirsiniz. Ne mutlu O Allah dostlarına ki Kur’an’ı bedenlerine giydirdiler.
Allah'ın dostluğu rahmetiyle, kulun dostluğu taatiyle görünür.
Allah’a yakın olmanın en makbul yolu, farzları yerine getirmektir. Sonra da farzlara ilave nafilelerle Allah’a yakınlıkta mesafe alınabilir. Önce farzları, sonra da nafileleri işlemeye devam eden Müslüman, sürekli mücahede içinde olan insan demektir. Bu ısrar ve devamlılık neticede, Allah Teâlâ’nın rıza ve sevgisini kazandırır. Allah Teâlâ bir kulunu sevince de artık o kul, en büyük ve yegâne desteği elde eder.
Onun her işi düzgün olur. Tüm organları, görevlerini isabetle yerine getirir. Allah’ın yardımı ve hidayeti her işinde görülür. İstekleri yerine getirilir. Korunmayı dilerse tehlikenin boyutu ne olursa olsun, Allah Teâlâ onu korur. Çünkü seven, sevdiğini yardımsız bırakmaz.
Altı haslet imanı kuvvetlendirir:
1- Kabirleri ibretle ziyaret etmek.
2- Allah rızası için sadaka vermek.
3- Yeminine bağlı olmak.
4- Harama bakmamak
5- Halkın günahını görmemek
6- İlmiyle amil ulemaya hürmet etmek. (Abdülaziz Debbağ ks)
Zat-ı Kerim’inden başka hiçbir ilah bulunmayan, tek ve benzersiz, bütün noksan sıfatlardan münezzeh, kamil sıfatlara sahip, ezeli ve ebedi hayat ile kaim olan Allah (cc)’ın has ismidir.
'Allah' ismi; doksan dokuz ismin tuğrası, sultanı, serveridir. 'Allah' lafzı bütün isimleriyle, saltanatıyla ve kemal sıfatlarıyla Vacibül Vücud’a delalet eder. Her şey o mübarek isimde cem edilmiştir.
Bu ismin muhteva ettiği manayı kemaliyle anlamak imkanı yoktur. Mesela: Denizlere kol kol ırmaklar akar, ırmakların ucu denize kavuştuğunda ırmağın suyu denizde kaybolur, deniz haline gelir. Diğer isimler de Allah (cc) isminin içinde böyledir. Çünkü Allah (cc) ismi şerifi Zat-ı Kibriya’nın özel ismidir.
Allah ismi şerifi, yüce yaratıcının zati, subuti, fiili ve selbi bütün sıfatlarına delalet eder.
Allah’ın zati sıfatları, kemal sıfatlarıdır. Herhangi bir eksiklik ve kusuru yoktur. Hiçbir varlığa benzemez.
Allah (cc)’ın diğer isim ve sıfatları bu yüce isme izafe edilir. ‘En güzel isimler Allah’ındır’, Rahman, Rahim, Kuddüs, Selam, Aziz, Hakim, Allah (cc)’ın adlarındandır. Allah (cc) ismi, esmaül hüsnanın bütün anlamlarını özetle içine almaktadır. Diğer ilahi ilim ve sıfatlar bu adın ayrıntıları ve açıklamalarıdır.
Fiili ve kudret sıfatları; fayda-zarar verme, bol veya az verme, dilediğini gerçekleştirme, güçlü olma ve varlıkları yönetme; Rabb ismine hastır. İhsan sıfatları iyilik, cömertlik, sevgi ve şefkat, merhamet ve lütuf, yumuşaklık da Rahman ismine has sıfatlardır.
Kuran’ın en büyük ayeti olan Ayete'l Kürsi, Allah (cc) ismi ile başlamaktadır. Kuran’da 2788 lafz-ı celal mevcuttur.
Kalbi bu ismi hakkıyla bilecek genişlikte olan ve kulluk görevlerini tam saygı ve içtenlikle yerine getiren kimse, hiçbir insana muhtaç olmaz; insanların en zenginleri arasında yer alır.
Bir ara Hattat Hamid’in odasının bulunduğu handa büyük bir yangın oluyor. Eğer Hattat Hamid’in da odasına yangın gelecek olursa ki, eski İstanbul yangınlarını düşünelim, mevcut olan bütün eserler yanıp kül olacak. Hancı geliyor:
‘Üstad, çabuk davran, toparlan, yangın geliyor, yanıyoruz!’
Hattat Hamid hiç istifini bozmadan çalışmasına devam ederek diyor ki:
‘Biz Allah yazıyoruz kardeşim, yanmayız, siz başınızın çaresine bakın.’
Ve hakikaten bunu nasıl güçlü bir imanla söylediyse ateş Hattat Hamid’in kapısına kadar geliyor ve kapısında sönüyor.
el-Veliyy (cc)
Bu isim bir şeye yaklaşmak, dost olmak, yardım etmek, iyilik etmek anlamlarına gelen ولي 'den türemiştir. 'Bir şeye yakın olan, birinin yakını olan, birinin dostu, yari, yardımcısı, arkadaşı' anlamlarına gelir.
'Veli' kelimesi Kurân'da 33 defa geçmektedir. Allah'ın 'Veli' ismi sadece müminlere yöneliktir.
el-Veli; bütün varlıkların hükümdarı, mutasarrıfı, yöneticisi, yardım eden, seven, mahlukatın işlerini tekeffül eden, demektir.
Allah insanın gerçek yari ve dostudur. Güvenilecek, yaslanılacak tek makam O'dur. O'nun dostluğundan başka dostluklar fani ve yetersizdir, geçicidir.
Allah'ın dostluğunu kazanan kimse, başkalarının dostluğuna muhtaç olmaz. Allah'ın dostluğunu kazanan, herşeyin dostluğunu kazanmış demektir.
Kula gereken, Allah'ın dostluğunu kazanmaya çalışmak, evliyaullahın vasıflarını edinmekle kazanılır; tam bir imanla Allah'a bağlanmak, Allah'ın emir ve hükümlerine boyun eğmek, O'nun hoşnut olmadığı hallerden korunmak ve şüpheli şeylerden sakınmaktır.
Bu isme mazhar olan kulunu Cenab-ı Hak gözetir, onu bir an bile nefsiyle başbaşa bırakmaz. Allah dostlarının gözleri de kulakları da nurludur. İşitip gördükleri herşeyden ibret sezerler. Yüzleri de nurludur, onları gören Allah'ı hatırlar.
Allah dostu olmak için gerekenler;
• İhlaslı ibadet
• Doğruluk
• Tevbe
• Haşyetullah
• Sui zandan uzaklaşmak
• Emanet
• Hüsnü zan
• Gurur ve kibirden sakınmak
• Allah için muhabbet ve Allah için buğz
• Sabır, sebat
Allah müminleri tevfikiyle yöneltir, halis kılar, iman üzerine sabit kılar, düşmanlarına karşı yardım eder, sevap ihsan eder.
'Karanlıklar'dan maksat; sapıklık, inkarcılık, şirk, tabiatların zulmeti, cehalet, heva ve hevestir. 'Nur'dan maksat ise hidayet, tevfik, iykan, iman, hak din, sırat-ı müstakim fıtrat nuru, nübüvvet nuru, vahiy nurudur.
Veya müminleri cehennem ateşinin karanlıklarından, cennetteki sevap nurlarına çıkarır.
'İhrac' burada 'men etme' manasında istiaredir. Allah iman eden kulunun bir zulüm çeşidine girmesine mani olur.
Allahu Teâlâ, kâfirliği ve sapıklığı, karanlıklara benzetmiştir. Çünkü inkâr içinde olan kişinin, basireti kapanır. İmanın aydınlığını göremez olur. İman ve hidayet ise aydınlıktır. Mümin olan kişinin basireti açıktır. Hak ve hakikati aydınlık bir şekilde görür.
Allahu Tealâ, En'âm Sûresi'ndeki 'Karanlıkları ve aydınlığı yarattı" (Enam, 1) ayeti dışında Kur'an'da geçen bütün 'مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ ' tabirlerinden küfür ile imanı kastetmiştir. En'âm Sûresi'nde ise karanlık ve nur ile gece ve gündüzü kastetmiştir.
İman nuru
İman, müminin vicdanına akar akmaz bütün varlığını aydınlatır. Müminin ruhu iman sayesinde parlar, şeffaflaşır, arınır ve çevresine aydınlık, parlaklık ve ışık saçar. İman, nesneleri, değerleri ve düşüncelerin içyüzünü gözler önüne seren bir aydınlıktır. İmanın aydınlığı sayesinde mümin, bunları karışıklığa meydan vermeyen bir netlikle görebilir. Bunlar içinden gönül huzuru ile, kararlılıkla alacağını alır, bırakacağını bırakır. İmanın aydınlığı sayesinde mümin kendi hareketini ahenkleştirir; gerginlikten uzak bir rahatlıkla, öteye-beriye çarpmadan, orada-burada tökezlemeden ilerler.
Allah, güneşi maddiyata faydalı ve tehlikeli noktaları gösteren bir nur olarak bağışlamıştır. Bunun gibi maneviyat âleminde de faydalı şeyleri sezmek, tehlikeli noktaları görmek için, iman nuru ihsan buyurmuştur. Allah'ın insana en büyük bağışlarından biri de, gönlünde uyandırdığı iman güneşidir.
Bu güneşin nuru, sahibinin yüzünü güzelleştirdiği gibi, içini de parlatır, bütün kötü huylardan kurtarır. Çünkü kötü huylardan her birinin küfre inen bir yolu vardır. Onun için imanla kötü huy ve davranışlar barışamaz.
İman nuruyla, insanı içinden, dışından kuşatan karanlıklar açılır. Her tarafı nur içinde kalır. Karanlıktan gelen kuruntular dağılır, hakikatler sezilir, gönüllerde emniyet ve ferahlık nurları doğar.
İmanın nur ile ifade edilmesinden daha derin ve şümüllü bir tâbir bulunamaz. Mü'minin kalbinde iman nuru parlayınca bütün varlığı da nura kavuşur. O iman nuru ile ruhu safiyete ulaşır, parlar, apaydınlık olur ve çevresini aydınlatır. Nur ve ışık saçar.
O nurla mü'min her şeyi apaçık görür, hiç karıştırmadan ayırır. Ayağı hiç kaymadan istikrarlı bir halde almak istediğini alır, terk etmesi gerekeni bırakır. Kâinat kanunlarını ona bu nur açar. Hiçbir yere sapmadan, engeller karşısında yılmadan, haddi tecavüz etmeden kendi yolunda hızla ilerler. Yürüdüğü yol fıtrat yoludur. Ve bütün yollar gözleri önünde apaçık bellidir. Mü'mine gereken şey, gönlündeki iman nurunu söndürmekten son derece sakınmasıdır. Çünkü bunun neticesi kalp körlüğüdür. Âmâ bir insanın vücudu ne kadar zinde ve sağlam olursa olsun, devamlı bir zindan içinde kaldığı düşünülürse, kalbin körlüğünün, küfür karanlıklarının fecîliği daha iyi anlaşılabilir.
'وَالَّذٖينَ كَفَرُٓوا' Küfrü irade edenler, ilmi ilahide küfürde sabit kalanlar veya bil fiil küfür fiilini işleyenlerdir.
Kafirlerle ilgili cümlede üslubun bu şekilde değiştirilmesi, tağutun, ism-i celilin (Allah lafzının) karşısına konulmasından sakınılması, tağuta isnadın tekrarı ile maksadın daha kuvvetli ifade edilmesi, aynı zamanda iki fırka arasındaki ayrılığın ima ile bildirilmesi içindir.
Allah, amelleri sebebiyle insanları birbirlerinin velisi yapar. Bu sebeble mü’min, nerede ve ne zaman olursa olsun, mü’minin velisidir. Aynı şekilde kafir de nerede ve ne zaman olursa olsun, kafirin velisidir.
Bir kimse, dünyevi bir menfaat, kavmiyetçilik ya da böyle başka bir sebebten dolayı mü’minlerin topluluğuna girer, fakat onlar gibi iman edip amel etmez, onlara yardım etmez ve onlara dost olmazsa, mü’minlerin topluluğunda bulunması sebebiyle onlardan sayılmaz.
Her zaman hakka teslim olan ve birbirlerini dost edinen mü’minler bulunacağı gibi, hakkı terkeden, insanlara zulmeden zalimler de olacaktır. İşte bunlar da birbirlerinin dostlarıdır.
Bu zalimler karşısındaki en büyük engel, İslam’dır, müslümanlardır. Bu sebeble İslam’a karşı tek bir vücud gibi birleşirler. müslümanlara bir saldırı söz konusu olduğunda aralarındaki ihtilaflar, hemen bitiverir. Sonra da bütün hile ve tuzaklarını birleştirip en büyük zulümleri yaparlar.
“Eğer bir zalimin diğer bir zalimden intikam aldığını görürsen dur ve hayretle bak!” Fadl b. İyad
Sanma şâhım, herkesi sen sâdıkâne yar olur.
Herkesi sen dost mu sandın, belki o ağyar olur.
Sâdıkane belki o âlemde bir dildâr olur.
Yâr olur, ağyar olur, dildâr olur, serdâr olur. Yavuz Sultan Selim
Vesvese verir, küfre iter, itikadını bozar, şek ve şüphe zulümatına sokar, tağutlara fayda ve zarar gücü yükler, kendilerinin (tağutların) Allah'a yakınlaştırdığı itikadını telkin ederler.
Hz. İsa'ya iman nurundan, Hz. Muhammed'i inkar zulmetine çıkartır.
Misakta verdikleri ikrar nurundan, lisan ikrarıyla nifaka çıkartır.
Cennette alacakları sevapların nurundan, ateşteki azapların zulmetine; Hakk'ın nurundan, hevanın karanlıklarına, akıl nurundan cehaletin karanlığına, açık beyyinatın nurundan, şek ve şüphe karanlığına çıkartır.
Ayeti kerimede tahsis yoktur, Arap-Acem herkes için geçerlidir. Kim inanırsa nura, kim inkar ederse karanlığa çıkartılır.
İman, tek yola ileten tek bir aydınlıktır. Küfrün sapıklığı ise çok sayıda ve değişik karanlıkları içerir. Şahsi arzu ve ihtiras, kılavuzsuzluk, kendini beğenmişlik ve azgınlık, zayıflık ve aşağılık kompleksi, gösteriş ve münafıklık, açgözlülük ve kıskançlık, kuşku ve endişe karanlığı. Nefsî arzuların ve şehvetin, korkunç sapıklıkların, kibir ve tuğyanın, zilletin, hırs ve menfaatçiliğin, şüphe ve buhranların zulümâtı. Riya ve hadde-hesaba gelmeyen daha bir çok karanlıklar...
Küfür zulümâtın ta kendisidir. İnsanoğlu; tek bir olan Allah'ın hakikat nurunu terk ettiği zaman, mutlaka zulümât bataklığına yuvarlanır. Ve Allah'ın nurundan başka bütün yollar hiç şüphe yok ki, zulümâtın, karanlığın ta kendisidir.
Bu karanlıkların tümü, Allah yolundan başka kaynaklardan ilham alır. İnsan, yüce Allah’ın bir ikincisi bulunmayan aydınlığından ayrılır-ayrılmaz, kesinlikle türlü karanlıkların içine düşer.
Küfür karanlığı
İman nuruyla aydınlanmayan gönüller muzdariptir. Çünkü bütün kötü huylar orda toplanır ve bunların her biri birer diken olur, sahibine rahat yüzü göstermez. İğneli fıçı işkencesine atılmış gibi daima ızdırap verir. Halbuki şuurlu bir imanın hâkim olduğu kalplere fena huylar giremez; girse bile barınamaz.
Kötüler, nuru sevmezler; çünkü nur, ayıplarını meydana çıkarır. Onlar, nura tahammül edemeyen ışık düşmanıdırlar. Kalplerine bir iğne ucu kadar aydınlığın sızıntısı girmeyen bedbahtlar, Allah'ın dinine, kitabına, peygamberine karşı bâtıl düzenlerini savunurlar.
Küfrün hâkim olduğu bedenlerde bu suretle korkunç bir karanlık ve kararsızlık, bitmez tükenmez bir ızdırap ve üzüntü vardır. Bu karanlıklar, Allah'tan bir hidayet erişmezse, eksilmez, bilakis artar. Hayatın ağır ve ızdıraplı anları, daha ıstıraplı olan kabir karanlıklarına, mahşerin ve cehennemin karanlıklarına çeker, götürür.
Ruh ise karanlıktan hoşlanmaz. Daima nur ister. Bundan dolayı, günlük hayatta karanlıkları açmak için birçok masraflara ve külfetlere katlanan insanın, bâki hayatın sonsuz karanlıkları hakkında, bir ölü gibi hissiz ve ilgisiz kalması izah edilemez bir gaflet, anlaşılmaz bir sarhoşluktur.
Bazı kör inançlı insanlar ispatlanmış düşünceleri bile kabul etmezler. Kur'an yolunda yanmadıkça, küfrün karanlığı aydınlanmaz..
Cehennem kafirler, müşrikler, münafıklar ve müminlerden günahkar olanlar için hazırlanmış olan bir ceza yeridir. Orada nefsin sevmediği ve korktuğu her türlü eza ve cefa, sıkıntı, dehşet saçan, devler gibi kıvılcımlar fışkıran ateşler ve daha tarifi mümkün olmayan her türlü işkenceler bulunur.
Cehennem bakidir, asla yok olmaz. Cennete giren cennetten çıkmayacağı gibi cehenneme giren de orada ebedi olarak kalır. Ancak imanlı ölüp günahlarından dolayı cehennem cezasına çarptırılmış olanlar, cezaları sona erince, cehennemden çıkar ve neticede cennete girerler.
Cehennemde birçok kuyular vardır. O kuyularda bir takım yılanlar bulunur. O yılanlar melez deve boynu gibidir. Orada öyle akrepler vardır ki katırlara benzer. Cehennem ehli o ateşten yılanlara kaçarlar. Onlar da ağızlarıyla yakalar, tepeden tırnağa derilerini yüzerler. Onlar için kurtuluş yine ateşe kaçmak olur.
Cehennemde öyle yılanlar vardır ki deve boynu gibidir. Onlardan biri ısırırsa acısı kırk yıl sürer. Ayrıca cehennemde öyle akrepler vardır ki katır gibidirler. Bir soksa kırk yıl acısı devam eder. Hadis-i Şerif
Sizin bu dünyada kullandığınız ateş cehennem ateşinin yetmişte biri kadardır. Eğer cehennem ateşi iki defa denize daldırılıp çıkartılsa, siz yine ondan faydalanamazsınız. (İki defa denize daldırılmış olmasına rağmen hala o kadar yakıcı olur ki, ondan yararlanılamaz.) İbni Mesud
‘Sizin bu ateşiniz cehennem ateşinden Allah’a sığınır.’ Mücahid
Cehennem ehlinin en hafif azaba uğrayanına ateşten bir parça takunya giydirirler. Onun sıcaklığı beynini kaynatır. Kafası bir ateş tenceresi gibi olur. Kulakları fışkırır. Dişleri ateş çıkarır. Gözkapakları ateş saçar. İçinde ne varsa ayakları altına dökülür. Bu halde olan en çetin azaba uğradığını sanır, halbuki o en hafif azaba uğramıştır. Hadis-i Şerif
Vakit biter bir gün hesap sorarlar
Gizli kalmaz Settara hiç bir günahkâr
İsyâna mudavim olan kalır naçar
Affına sığındık Ey Gaffar Vekınâ azâbennar…
Cehennem ehli kimdir?
Haramla beslenen beden cennete giremez. Hadis-i Şerif
Malının helalden mi, haramdan mı geldiğini düşünmeyenler, cehennemin neresinden atılırlarsa atılsınlar, Allah (cc) onlara acımayacaktır. Hadis-i Şerif
Dünyada eza, cefa eden kıyamette en şiddetli azaba düçar olur. Hadis-i Şerif
Kibirli ve kendinde olmayan şeylerle övünen kimse cennete giremez. Hadis-i Şerif
Cehennem ehlini size haber vereyim mi? Onlar katı yürekli, malını hayırdan esirgeyen, kibirli kimselerdir. Hadis-i Şerif
Çocuklarına İslamiyet'i öğretmeyenler cehenneme gireceklerdir. Hadis-i Şerif
Kim cenneti seviyorsa cehennemden kaçar. Ömer b. Abdülaziz
İtaat edilen şehvet ve gadap, sahibini cehenneme iter.
Cehenneme günahlarla kalplerini üşütenler girer.
Cehennemi bildiği halde günah işleyen kimseye hayret ederim. Hz. Osman
Altına, gümüşe, kumaşa kul olanlar helak oldu. Bunlara mal verilirse hoşlanır, verilmezse hoşlanmazlar.
Kim insanları kendisinin yapmadığı bir iş veya söze davet ederse, davet ettiği şeyi kendisi yapıncaya kadar Allah (cc) ona azap eder.
Cehennem ne kötü barınak ne kötü karar
Mücrim kul dadanmış sanki onu arar
Zifiri karanlık duman her yeri sarar
Her şeye kâdirsin Yâ Cebbar Vekınâ azâbennar
· Ayet-i kerime Hz. İsa'ya iman edenlerle, ona inanmayanlar hakkında nazil olmuştur. Allahu Teâlâ Hz. Muhammed'i peygamber olarak gönderince, Hz. İsa'yı peygamber kabul etmeyenler Hz. Muhammed'e iman etmişler; Hz. İsa'ya iman edenler de Hz. Muhammed'i kabul etmemişlerdir.
· Âyet, hristiyanların usulüne göre Hz. İsa'ya iman edip, daha sonra da Hz. Muhammed'e iman edenler hakkında nazil olmuştur. Onlar Hz. Muhammed'e iman ettiklerinde, Hz. İsa'ya olan imanları bir zulmet ve küfür gibi kalmış olur. Çünkü Hz. İsa'da hem beşeriyyet, hem de ulûhiyyet bulunduğuna inanmak, küfürdür. Allahu Teâlâ, onları zulmetten çıkarıp, İslâm nuruna dahil etmiştir.
· Âyet, Hz. Muhammed'e iman eden, bütün kâfirler hakkında nazil olmuştur.
Allahu Teâlâ dilediğini delil zulmetinden iykan nuruna, vahşet zulmetinden vuslat ve ülfet nuruna, cisim alemi, tabiat zulmetinden alemi ervah nuruna, nefis, heva zulmetinden rıza, sıdk, marifet, tevekkül, muhabbet nuruna çıkarır. Enaniyet zulmetinden hüviyet nuruna çıkarır. Sonra ‘Kuluna vahyeder.’ Seyriyle onu fani kılar. Vahiy hakikatleriyle, vahyettiğiyle, hüviyetiyle baki kılar.
Mana aleminde ricalden murat, ticaretin ve alış verişin kalbi zikrullaha ve namaza engel olmadığı kimselerdir. Bu vasıfta olmayanlar ‘Nisa’ sıfatıyla vasıflanır.
✽ 'Allah müminlerin dostudur' cümlesi isim cümlesidir, sübut ve devamlılık bildirir.
✽ 'Allah müminlerin dostudur' istiare-i asliye ve tasrihiyedir. Müstearun minh; Dost, müstearun leh; Allahu Teâlâ, Camisi; yakınlık, muhabbet, destek ve ilgidir. Nasıl ki bir dost, her zaman dostunu dinler, insan istediği zaman dostunu arayıp yardım isteyebilir, derdini paylaşabilir. Allahu Teâlâ da her zaman kulunun yalvarıp yakarmalarını dinler, icabet eder.
✽ Dost insanın hep iyiliğini ister, ona asla bir zarar gelmesini istemez. Allahu Teâlâ da verdiği-vermediği her şeyde iman edenin dostudur, ona hayır verir.
✽ Dost için uzak-yakın, şen-mahzun, hasta-sağlıklı fark etmez, hep yanındadır. Allahu Teâlâ da mümin kulunu asla terk etmez, daima yanındadır.
✽ Ayette “Müminlerin dostu Allah” derken “dost” kelimesini tekil sığasıyla, kafirlerinki ise çoğul sığasıyla “dostları tağuttur” buyrulmuş. Kafirlerin dostlukları çıkarlarıyla orantılı olduğundan dostları da sürekli değişir. Elbise değiştirir gibi lider değiştirirler.
✽ 'Allah iman edenlerin dostudur' cümlesi, mefhum-u lakabı ile; Allah sadece iman edenlerin dostudur, kafirlerin hasmıdır, demektir.
'Allah' isminin manaları ile de, şunları ifade eder:
Allah, sadece iman edenlerin ibadet ettiği mabududur.
Sadece iman edenlerin kendisine sığındığı mülteceun ileyhtir.
Sadece iman edenlerin feryadlarına imdad eden, mefzeun ileyhtir.
Sadece iman edenlerin zatında, sıfatlarında hayrete düştüğü, mütehayyerun fihtir.
Sadece iman edenleri sükunete erdiren, sükunet buldukları meskunun ileyhtir.
✽ 'Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır' cümlesinde النُّورِ kelimesi müfred, الظُّلُمَاتِ kelimesi ise cemi olarak gelmiştir. Çünkü doğru bir tane, sapıklık yolları ise çoktur.
✽ Bu lafızlarda istiâre-i tasrîhiyye vardır. Küfür karanlıklara, iman aydınlığa benzetilmiştir. Bu, teşbihin en güzellerindendir. Çünkü, küfür, içerisinde yürüyenlerin yollarını şaşırıp saptığı karanlık gibidir. İman ise, yoldan çıkanlara yol gösteren, şaşkınları doğru yola ileten nur gibidir. İmanın neticesi, naîm cennetleri ve sevaba erildiği için aydınlıktır. Küfrün neticesi ise, cehennem ve azap olduğu için karanlıktır.
✽ Bu istiarelerde tecessüm sanatı da vardır. İman edenlerin Allah tarafından hidayete erdirilmeleri, sanki karanlık bir dehlizden, kuyudan çıkarılan kişi gibi zihinlerde canlanmaktadır.
✽ 'Kafirlerin dostu tağuttur, onları nurdan karanlıklara çıkarır,' cümlesinde, nurdan zulümata çıkarmanın tağuta isnad edilmesi, sebebe isnaddır, mecazidir. Hakikatte çıkaran Allah’tır.
✽ Ayrıca burada, 'Bir şeyi olumlusu ile nefyetmek-Nefyuşşeyi biicabihi' sanatı vardır. Bu acaip bir sanattır. Şöyle ki; mütekellim kelamında bir şeyi olumlu olarak zikreder. Bu zikirle onun sebebini de mecazen nefyeder. Hakikatte isbat olan şey, kelamın batınında nefydir. Kafirleri nurdan zulümata çıkarır, denmiş, onların bir nuru varmış da ondan çıkıyorlarmış gibi söylenmiştir. Oysa onlar için nur hiçbir zaman sabit olmamıştır. Bu cümlenin muradı nurun aslını onlardan nefyetmektir.
✽ Bu cümle aynı zamanda sohbet sırasında vaki olan müşakaledir. Allah'ın müminlere dostluğu hakikat, tağutun kafirlere dostluğu ise gerçek değildir. Onların dost gözüken düşmanlarıdır.
✽ Kafirlerin dostu tağuttur, istiare-i vefakiye-i tahakkümiyedir. Çünkü onların dostluğu hakiki bir dostluk değildir. Dost karanlığa götürmez.
✽ 'Kafirlerin dostu tağuttur' cümlesi mefhumu lakabı ile şu manaya gelir: Kafirlerin tek dostu tağuttur, tağuttan başka kimse onları sevmez, benimsemez, dostluk göstermez.
Kafirlerin tek dostu tağuttur, yani sığınacakları tek kapı tağut olacak kadar, kötü haldedirler. Tağut zaten onları sevmez, buna rağmen ondan başka da yanına varabilecekleri kimseleri yoktur.
Oysa dost bildikleri tağut aslında onların düşmanıdır. Onlara ne bir yardımı vardır, ne bir feryadlarına imdadları vardır.
✽ Kafirler için "اُولٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فٖيهَا خَالِدُونَ" İşte onlar Cehenneliktir, orada ebedi kalacaklardır’ buyrulmuş, müminler için ise, 'Onlar cennet ashabıdır, orada ebedi kalacaklardır' denmemiştir. Bunun zikredilmemesi, müminlerin şanına tazim içindir. Çünkü lafızlarla anlatılıp, beyan edilecek sevaplar, onlar için hazırlanan şeyleri tam olarak ifade etmeyecektir.
✽ Burada, muraat-ı nazırdan teşabuhel etraf da vardır. Çünkü önceki cümlede, onların iman nuruna karşılık, küfür karanlığını tercih ettikleri söylenmişti. Buna uygun olarak kendilerine arkadaş olarak cehennemin ateşi 'النَّارِ' verildi.
✽ اَصْحَابُ النَّارِ 'Cehennemin arkadaşları' izafeti, muzaf ve muzafın ileyhi tahkir ifade eder, istiare-i tahakkümiyedir. Ateşin içinde olmayı, arkadaşlık ilişkisine benzetmiştir. Camisi; devamlı beraberlik, ayrılmamak, kötü arkadaşın insana yaptığı tesirdir.
✽ 'Onlar cehennem ashabıdır' dedikten sonra, فٖيهَا خَالِدُونَ'un gelmesi tecriddir. 'فِي' harf-i ceri, cehennemin derinliklerine ve iç içe oluşuna delalet eder.
✽ Bu cümle, itnabtan mesel tarikı cari olmayan tezyildir.
✽ 'İşte onlar cehennemliklerdir, orada ebedi kalacaklardır.' Mefhumu lakabı ile, sadece onlar cehennemliktir, tağutun dostları cehennemden başka bir yere gidemeyecektir.
✽ Dal bil işaresi ile, kafirlerin psikolojilerindeki sıkıntıları ifade eder. Küfrün iç sıkıntısını bildirir.
✽ 'Allah müminlerin dostudur, onları karanlıklardan nura çıkarır' cümlesi ile, 'Kafirlerin dostu tağuttur, onları nurdan karanlıklara çıkarır' cümleleleri arasında altılı mukabele sanatı vardır.
✽ İki cümlede de 'يُخْرِجُ çıkarır' fiilinin tekrarı mübalağa içindir.
258-Allah kendisine mülk ve saltanat verdi diye, şımararak Rabbi hakkında tartışmaya giren kişiyi duymadın mı? Hani İbrahim: ‘Benim Rabbim hayat veren ve öldürendir’ demişti. O ‘Ben de hayat verir ve öldürürüm’ dedi. İbrahim ‘Benim Rabbim güneşi doğudan doğduruyor, sen batıdan getirsene’ deyince o küfreden şaşırıp kaldı. Allah zulmedenleri hidayete erdirmez.
'İbrahim'le mücadele edeni görmedin mi?'
Bu ayet, önce geçen cümlenin içerdiği manayı açar ya da önceki ayete misal verir.
Nemrud’un Hz. İbrahim ile mücadelesi... Allah (cc), nura çıkan ile zulmete çıkana Hz. İbrahim’le Nemrud’u örnek veriyor. İki zıt kutup. Biri Allah’ın kendine verdiği maddi imkanlarla bencilliğin, hodgamlığın zirvesine çıkmış, ‘ben sizin yüce rabbinizim’ diyecek kadar küstah. Kendine secde etmeyenlere buğday vermeyecek kadar âdi bir zalim.
Diğeri, Rabbinin varlığını, birliğini tasdik edip halkı uyaran, tek başına putları paramparça edecek kadar iman gücüne sahip, bu uğurda canını hiçe sayan, canlı canlı ateşlerde yanmayı göze alan bir tevhid kahramanı. Rabbine olan sevgisi öylesine taşkın ki, O’nun uğrunda her şeyi feda etmekte, kıyamete kadar gelen insanlara ibret ve örnektir.
O öyle bir İbrahim, öyle bir Halil ki; malını misafire, evladını kurbana, bedenini ateşe, kalbini Rahman’a feda ederek meleklerin bile hayretine, hayranlığına mazhar olmuştur. O’nun Allah’a olan sevgisi, itaatı, feday-ı can etmesi, kendi zamanından kıyamete kadar her milletin, her din mensuplarının sevgisini kazandırmıştır.
Cenab-ı Hakk ümmet-i Muhammed’e, her namazda anılmasını nasip eylemiştir. Namaz ehli her beş vakitte onu anıp, mümtaz ahlakından, çile dolu yüce hayatından, cömertlik, hilim, hanifliğinden ders almaktadır. Milleti, millet-i İbrahim diye övülmektedir.
Selam olsun babamız İbrahim’e...
Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammed. Kema salleyte ala İbrahime ve ala Âl-iİbrâhim. İnneke hamidun mecid.
اَلَمْ تَرَ "Görmedin mi?" hitabı; lafızda istifham olup, muhatabı taaccüb etmeye davet eden bir kelimedir.
مُحَاجَّ, birbirlerine üstün gelmeye çalışmak demektir. Bir kimse hasmı ile mücadele ettiği zaman karşılıklı delil getirdi demektir.
Hz. İbrahim'le mücadele eden Nemrud'dur. Nemrud Babil şehrinin kurucusudur. Başına ilk taç giyen, yeryüzünde gururlanarak saltanat süren ve ilahlık davasında bulunan odur. Hz. İsa'nın doğumundan 2640 yıl önce yaşamıştır. Lüks sarayları ve büyük ordularına rağmen Allahu Teâlâ burnundan girip beynini yiyen bir sinekle onu helak etmiştir. Kişi dünyanın tamamına sahip olsa bile, bütün kudreti Allah'ın kudretindeki bir sivrisinekten daha güçsüz ve acizdir.
Ayette tevcih vardır, Hz. İbrahim'e de, Nemrud'a da şumullüdür.
Eğer 'Hz. İbrahim'e mülk verildi' manasındaysa ona verilen mülk, ilahi emre, nehye uymaktır.
Nemrud'a verilen mülk kastediliyorsa, ona verilen mülk halkın ona itaat ve icabet etmesi, mal, sözünün geçerliliği, insanlara olan kahır ve zulmüdür.
Bir Nemrud ahlâkı; Mücadele...
Mücadele; sert münakaşa, tartışma, nizâ, sözlü kavga demektir. Mantık terimi olarak mücadele; "Meşhûr olan veya doğruluğu herkesçe kabul edilen şeylerden yapılan kıyastır."
Cedel, delile karşı delille cevap vererek kavga edercesine kendi fikrini müdafaa etmektir. Bu metot muhatabı kırıcıdır, iki taraf daikna olmadığı için, İslam alimleri daha yumuşak bir dil kullanarak terbiye etmiş ve “İlm-i Adab-ı Münazara” adı altında faydalı bir ilim haline getirmişlerdir.
Münazara kelimesi “Nazara” kelimesinden türemiştir. “Delilleri ortaya koyarak düşünmeye ve gerçeği anlamaya sevk eden konuşma”dır.
Mantıkçılar “teâruz-u fikir ve tehâlüf-ü ukulden barika-i hakikat tamamıyla tezahür eder (fikirlerin karşılaşmasından ve akılların ihtilafından hakikat şimşekleri parlar)” diyerek, kelamcılar da “Müsademe-i efkârdan (fikirlerin çarpışması) barika-i hakikat (hakikat şimşekleri) çıkar” diyerek bu ilme önem vermişlerdir.
Mücâdele iki kısma ayrılır:
a) Hakkı desteklemek ve ortaya çıkarmak için yapılan mücadele. Bu, caizdir, peygamberlerin yoludur. Allahu Teâlâ "Rabbi'nin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış (mücadele et)" (Nahl, 125) buyurmuştur.
‘En güzel şekilde mücadele’ tatlı bir dille, asil bir davranışla, aklî ve ilgi çekici fikirler öne sürerek yapılır. Başkalarıyla en güzel şekilde mücadele eden, suçlamalara, çarpık fikirlere ve iğneli sözlere yönelmez; karşısındakini mat etmek ve kendini alkışlatmak için alay etmez. Karşısındakini alçak gönüllü bir şekilde ikna etmeye çalışır. Karşısındaki çarpık fikir ve kısır döngülere girdiği zaman onun daha çok sapıtmaması için tartışmayı bırakır.
Müslüman davet maksadıyla tartışırken (mücadele ederken) muhataba yüklenmeden, onu horlamadan, çirkin görmeden tebliğini yerine getirmelidir. Böylece muhatap, davetçinin amacının tartışmada üstün gelmek olmadığına kesin kanaat getirmeli ve bunu hissetmelidir. Tek amacının gerçeğe ulaşmak olduğunu anlamalıdır.
Hz. Nuh'un kavmi kendisine şöyle demişlerdi: "Ey Nuh! Bizimle cidden mücadele ettin; hem de cidalini çoğalttın." (Hud, 32)
b) Batılı desteklemek ve hakim kılmak için yapılan mücadele. Bu, haramdır. Allahu Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah'ın ayetleri üzerinde inkâr edenlerden başkası mücadele etmez." (Mü'min, 40)
Dürüst bir insan muhalif olsa bile, karşısındaki kişinin doğru sözünü kabul eder. Fakat kötü niyetli insan, muhalif olduğu kimseyi sırf yenmek için kesin ve açık bir sözü, yanlış görmeye çalışır.
Cedel, sevilmeyen bir davranıştır. Bir delille karşıdakini susturma, sözlerindeki kusuru ve bilgi eksikliğini açığa vurarak aciz duruma düşürme amacıyla yapılır. İnsanı mücadeleye sevkeden şey, kendi ilim ve faziletini öne çıkartarak üstünlük kazanma, başkasındaki kusurları ortaya çıkartarak ona saldırma duygusudur. Bir gerçeğe dikkat çekerken bir yandan karşısındakinin kusurunu ortaya koyarak, kendisini büyük göstermeye çalışır.
Mümin boş ve gereksiz mücadeleden uzak durmalı, kader gibi itikadi konularda tartışmaktan kaçınmalı, Allah'ın emir ve iradesine teslim olmalı, kendi görevlerini öğrenip yerine getirmelidir. Allah (cc) ve Resûlü’nün mücadele edilmesini emrettiği konularda ise sonuna kadar mücadele etmelidir.
Not: 'Hâcce' mücadeleci demektir. Hatice'lere 'Haççe' demek, onların mücadeleciliğini arttırabileceği için çocuklarımıza seslenirken bu ismi güzel telaffuz etmeye dikkat etmeliyiz.
İtiraz
Dört haslet vardır ki, kimde bu hasletler bulunursa o kimse halis münafıktır. Kimde de bunlardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde nifaktan bir haslet var demektir. O dört haslet şunlardır: Kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder. Konuşunca yalan söyler. Söz verince sözünde durmaz. Bir konuda taraf olduğunda haddi aşar, haksızlık yapar, işi düşmanlığa dönüştürür. Hadis-i Şerif, Buharî
Kardeşinle münakaşa etme, onun hoşuna gitmeyecek şakalar yapma ve ona yerine getirmeyeceğin bir söz verme. Hadis-i Şerif, Tirmizî
Mallarınızla herkesi memnun edemezsiniz. Güler yüz ve tatlı dil ile, güzel ahlakla memnun etmeye çalışınız! Hadis-i Şerif
Kim ilmi, sırf âlimlere karşı tartışmak ve övünmek, câhillerle münâkaşa etmek (onları susturup ilmini göstermek) ve insanların teveccühünü kazanmak için öğrenirse, Allah onu cehenneme koyar. Hadis-i Şerif, Tirmizî
Allah katında erkeklerin en çok nefret edileni, husumette, hasımlıkta ileri gidenidir. Hadis-i Şerif, Buharî
Sana, günah bakımından birisine hasım olarak devam etmen yeter. Hadis-i Şerif, Tirmizî
İlmi üç şey için öğrenme, şu üç şey için de bırakma.: İlmi; tartışmaya girmek, övünmek ve riya için öğrenme. İlmi, utandığın için, küçük düşeceğinden korktuğun için ya da bilgisiz olmayı kabullenerek terk etme. Hz. Ömer
Cahil ve aptal bir adam, alimin yakasından tutmuş türlü hakaretler ediyor, ona saldırıyordu. Derin akıl sahibi bir düşünür bunu görünce "Gerçekten alim olsaydı, cahille yüzgöz olmazdı" dedi.
Akıllı insanlar kavga etmez.Alim kimse zevzek ve cahil biriyle dalaşmaz, onun seviyesine inmez.
Gönül ehli olanlar aralarındaki tüyü korurlar, koparmazlar. İki cahil karşı karşıya gelse, zincir de olsa parçalarlar.
Kendisine küfredene, sükunetle şöyle cevap vermiş bir derviş
"Söylediğinden daha kötüyüm, benim kadar bilemezsin kendimi."
Bu, mukadder sualin cevabıdır. Hz. İbrahim peygamberliğini açıklayınca Nemrûd, "Rabbin kimdir?" der. Bunun üzerine Hz. İbrahim, "Rabbim hem dirilten, hem de öldüren zâttır" der. Olay bu hususa delâlet ettiği için, soru hazfedilmiştir.
Bu makamda ibhamdan izaha dönülmüştür.
Allahu Teâlâ Bakara 28, Mülk 2 ve Şuara Suresi'nin 61. âyetlerinde ölümü hayattan önce zikretmiştir. Bu âyette ise, hayat, ölümden önce zikredilerek, "Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür" buyruldu. Çünkü burada delil getirme maksadı, Allah'a davet etmekti. Delilin son derece açık olması gerekliydi. Hayat, hilkatin hayranlık uyandırıcılığını daha çok yansıtır. İnsanlar hayatın yaratılışına daha fazla şahit olmaktadır. Bu nedenle hayat verme önce zikredilmiştir.
Nemrut, insanlara zulmedip, yeryüzünde ceberut davranan ilk zalimdir. İlk defa rububiyet iddiasında bulunan da odur.
İnsanlar gelip yiyeceklerini Nemrut’tan alıyorlardı. Hz. İbrahim de bu insanlar gib i yiyecek almaya gelmişti. Nemrut, önünden geçen herkese “Rabbiniz kimdir?” diye sorar, onlar da “Sensin” derlerdi. Nihayet önünden İbrahim geçerken ona da: “Rabbin kimdir?” diye sordu. İbrahim de: “Rabbim, dirilten ve öldürendir.” dedi. Nemrut “Ben de diriltir ve öldürürüm.” dedi. Zindanda hapsettiği iki kişiyi getirtti. Birini öldürdü, diğerini serbest bıraktı. ‘İşte ben de diriltip öldürdüm’ dedi. Katletmemeyi diriltme addetti.
İbrahim ona: “Şüphesiz ki Allah güneşi doğudan getiriyor sen de onu batıdan getirsene” dedi. Bunun üzerine inkarcı Nemrut, şaşırıp kaldı ve İbrahim’e yiyecek vermeden geri çevirdi.
İbrahim, ailesine dönerken bir kum yığının yanından geçti ve kendi kendine: “Ben, bundan biraz alıp aileme götürsem de, onların yanına vardığımd a gönülleri hoşnut olsa acaba nasıl olur?” dedi. Sonra o kumdan biraz alıp ailes ine götürdü. Eşyasını yere koyduktan sonra yatıp uyudu. Karısı getirdiği şeye baktı. Bir de ne görsün, o zamana kadar gördüğü yiyeceklerin en güzelini getirm iş. Ondan yemek yapıp kocasına ikram etti. Kocası, ailesinde yiyecek bir şey olmadığını biliyordu, “Bunu nereden buldun?” dedi. Karısı da: “Sen in getirdiğinden yaptım.” dedi. Bunun üzerine İbrahim bu yiyeceklerin, Allah’ın verdiği bir rızık olduğunu anladı ve hamdetti.
Sonra Allah, vahiyle Nemruda haber göndererek “Bana iman et, seni iktidarında bırakayım” diye emretti. Nemrut, “Benden başka bir rab mı var?” dedi. Melek ikinci defa geldi ve aynı şeyleri söyledi. Nemrut da aynı durumda ısrar etti. Melek üçüncü defa geldi. Nemrut yine ısrar etti. Bunun üzerine Melek: “Üç güne kadar, toplayacağı ne gücü varsa toplasın” dedi. Nemrut, gücünü topladı.
Allah meleğe emretti. Melek, sivrisineklerin gelecekleri mânevi bir kapı açtı. Sivrisin eklerin havada yoğun bir şekilde bulunuşundan dolayı güneşin doğuşunu dahi hissedemez oldular. Sinekler onların etlerini yeyip kanlarını emdi. Kemiklerinden başka bir şey kalmadı. Nemruda ise bir şey olmamıştı. Allahu Teâlâ bir sivrisinek gönderdi. Sinek onun burnundan girdi. Dört yüz sene kafasının içinde kaldı. Sineğin verdiği rah atsızlığı önlemek için kafasına çekiçlerle vuruluyordu. Ona en çok merhamet eden, iki eliyle birlikte vuran kimseydi. Nemrut dört yüz sene zorbalık yapmıştı. Bu sebeple Allah Teala ona dört yüz sene azap etti.
Nemrut, yüksekçe bir kule yaptırmıştı. Allah onun kulesini temelinden yıkarak başına uçurdu.
Sineğin küçücük bir tâifesi baharın âhirinde, badem ve zerdali ağaçlarının dallarında, siyah bir kütle halinde halk olunup, dala yapışık olup kalırlar. Mütemâdiyen, pislik yerine damlacıklar onlardan akıyor. O katreler bal gibi, sâir sinekler etrafına toplanırlar, emerler. Diğer bir başka tâifesi de nebâtâtın çiçeklerinin ve incir gibi bir kısım ağaçların telkîhinde istihdâm olunuyorlar. Sinek tâifelerinden yıldızlı, mumlu, ışıklı olan yıldız böceği şâyân-ı temâşâ olduğu gibi, sinek tâifelerinden yaldızlı, altın gibi parlak kısmı da şâyân-ı dikkattir. Mızraklı sinekle, eşkıyaları hükmünde olan yabanî arıları da unutmamalıyız. Eğer Hâlik-ı Rahmân onların dizginini çekmeseydi, bu mızraklı tâifeler, pireler gibi insanlara hücum etseydiler, Nemrud’u öldürdükleri gibi, nev-i insanı da hırpalayacak idiler.
Hz. İbrahim, Nemrud’un hayat ve ölümün mânâsını bilmezlikt en geldiği, cevabının mantıksızlığı açık olmasına rağmen, cahil halkın gözünü boyama yoluna girdiğini görünce, mugalata yapılamayacak, kolay kolay altından kalkılamayacak başka bir delile başvurd u: “Madem öldürüp diriltmekte kendini -haşa- ilahla bir tutuyorsun; Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan getir.”
Hz. İbrahim hükümdarın ilk sözlerini çürütmeye kalkışmadı. Çünkü batıl sözü çürütmeye kalkışmak, hasılın tahsili kabilindendir. Nemrut'un getirdiği delilin basitliği karşısında cevap vermeye bile lüzum görmedi. İnatlaşmayıp başka delile döndü. Öyle bir misal getirdi ki; artık bunu iptal edip kafa karıştırmak imkanı yoktur.
Böylece onun boynunu büktü, aczini gösterdi.Hz. İbrahim'in delilinin parlaklığı karşısında, sadece gözleri değil, kalbi de hayrette kaldı. Onun delili ile, Nemrud'un iddiası arasında muazzam bir fark var.
Kıyamet alametlerinden biri, güneşin batıdan doğması olacaktır. Çünkü Hz. İbrahim Nemrud’a ‘Haydi onu batıdan getir’ demişti. Sihirbazlar ve müneccimler bunu inkar ettiler. Böyle bir şeyin mümkün olmadığını söylediler. Bundan dolayı Allahu Teâlâ bir gün onu batıdan getirecek ki, inkarcılar O’nun kudretini görsünler. Çünkü güneş Allahu Teâlâ’nın mülküdür. Dilerse doğudan, isterse batıdan getirir.
Hz. İbrahim
Hz. İbrahim Kur'an-ı Kerim'de Evvah, Münib, Kânit vasıflarıyla zikredilmiştir.
O; pek çok ilkin sahibidir. İlk şalvarı giyen, ilk misvak kullanan, ilk tirit yemeğini yapan, ilk bıyıklarını kısaltan, ilk sünnet olandır.
Oturduğu yerden güzel kokular yayılırdı. Ayrılsa bile senelerce güzel kokusu ordan çıkmazdı. İslam'a davet ettiği bir beldenin ahalisi ondan mucize olarak bastığı taşı yeşertmesini istediler. Hz. İbrahim dua etti, bastığı taş yeşerdi. Bazen yırtıcı, yabani hayvanlar onunla birlikte giderler, dile gelip açık bir şekilde konuşurlardı. Hz. İbrahim 200 yıl kadar yaşamıştı.
Hz. İbrahimce konuşmak
Konuşma, karşısındakinde bir yankı uyandırma, onları etkileme işi olduğu halde bunu yapabiliyor muyuz? Konuşmacı olarak beklentimiz gerçekleşmiş olur mu? Söylediklerimizin doğruluğuna ve geçerliliğine bizi dinleyenler inandılar mı? Söylemek istediklerimizi tam olarak iletebildik mi? Bu ve benzer sorularla konuşmamızı değerlendirmek için öncelikle güzel ve etkili konuşmada bulunması gereken nitelikleri, ilkeleri tanımamız gerekir:
• Kelimeleri telâffuz ederken dikkatli olmak, harfleri mahreçlerin-den çıkarmaya özen göstermek.
• Kelime hazinesini devamlı zenginleştirmek. Bunun için de, bi-lerek, anlayarak çok okumak, lüzumlu kısımları not etmek.
• Çok rahat bir davranış içinde bulunmak, karşısındakine hep gü-ven telkîn eder ölçüde vakur ve nazik olmak.
• Kendine güvenmek, konuya çok hâkim bulunmak.
• Düzenli konuşmaya özen göstermek, mümkün olduğu kadar kı-sa cümleler kullanarak konunun rahat anlaşılmasını sağlamak.
• Bazen akla ve mantığa, bazen duygu ve düşünceye seslenip inan dırıcı şekilde malzeme vermek. Hem akla, hem kalbe hitab eden konuşmaya hayran olunur.
• Konuşurken el, kol, göz ve ağız hareketlerine dikkat etmek; mi mikleri kontrol altında tutmak. Belagat hatibin kullandığı kelimelerde olduğu kadar, sesinin tonunda, gözlerinde ve tavrındadır.
• Ses tonunu çok iyi ayarlamak, çok önemli bölümleri işlerken sesi biraz yükseltmek, çok geçmeden hemen alçaltıp normal ölçüde tutmak ve dikkatleri daha çok toplayabilmek için de, uygun misaller getirmek, ancak misal getireceğini ifade ettikten sonra az bir duraklamada bulunmak.
• Konuyu plânlı biçimde yavaş yavaş genişletmek ve dikkatleri dağıtmamak için sürükleyici, zincirin halkaları gibi irtibatlı ve düzenli kon uşmak. Anlatırken heyecanlı, şevkli ve arzulu olmalı, asla yıkıcı, olumsuz, ümitsiz ifadeler kullanılmamalıdır.
• Bıkkınlık vermeden, dinleyenler konuşulanın tam tesirine gir-diği vakti seçip, konuşmayı bağlayıp kesmek.
• Asıl temayı, ana fikri sona bırakıp dinleyicileri sabırsızlandırmak.
İyi bir konuşma yıkıcı değil, yapıcıdır. İlginç ve değerli konuları kapsar. Konuşmacının kişiliğiyle bütünleşir. Belli amaca yönelir. Konuşmayı etkileyen unsurları çözümleyerek oluşur.
Sağlam bir konuşma yöntemi üzerine kurulur. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini toplar. Sağlam bilgi ve belgeye dayanır. Etkili ses tonu, el ve yüz hareketleri, canlı bir dil, hareketli üslup gerektirir.
Talebelerden biri bilgeye sormuş:
- Herkese güzel konuşma dersleri verdiğin ve onlara hitabet sanatını öğrettiğin halde, niçin sen de çıkıp bir konuşma yapmıyorsun?
- Evlat, demiş bilge. Bileytaşı keskin değildir amma, en sert demiri bile keskin eder.
Peygamberler Allah'a giden yolda yol levhalarıdır. Yapılması gereken bu levhalara uymaktır. Uymayan, zulmetmiş olur. Bu şekilde davranana Allah hidayet etmez; Hz. İbrahim'e uymayan Nemrud'a hidayet vermediği gibi.
Bu cümle, öncesinin mefhumunu açıklayan bir ilave mahiyetindedir. Bu demektir ki Allah, kendilerini azaba maruz bırakmakla nefislerine zulmeden güruha hidayet etmez. Zira onlar hakkı bulmak için istidlalden, kurtuluşa ermekten, kıyamet günü iman ehlinin gireceği cennet yolunun kendilerine gösterilmesini istemekten yüz çevirmişlerdir.
Zulüm kasti bir günahtır. Acizlikten değil azizlikten, kibirden doğan bir günahtır. Raydan çıkmış, itidalden aşmış zalimlerden Allah yardımını çeker. Zamanı dolunca bütün kapılar kapanır. Zulüm de yapamaz hale gelirler.
Bu âyetin bildirdiği ‘sünnetullah’ insanı teyakkuza sevkederken, bir yandan da Ömer b. Hattab, Halid b. Velid, Süheyl b. Amr, İkrime b. Ebu Cehil, Safvan b. Ümeyye gibi insanları akla getirir. Bu isimler, hayatlarının epeyce bir dönemini sıkı bir küfür, zulüm ve fısk üzere yaşamış; ama sonra sahabe olmakla, hatta bazıları açısından bir de şehadetle şereflenmişlerdir. Allah zalimler, fâsıklar ve kâfirleri hidayete erdirmeyeceğini bildirmişken, böylesi nice ismin hidayeti nasıl açıklanabilir? Az sayıda hanîf kişi hariç, ashâbı kiramdan olma şerefine erişen ilk mü’minlerin büyük kısmı müşrik değil midir?
Bu sorunun cevabı şudur: Âyet-i kerimeler, “Allah kâfirleri, fâsıkları ve zalimleri hidayete erdirmez” dememektedir. Bu âyetlerin hepsindeki ortak nokta, ‘kavim’ ibaresidir: “Vallâhu lâ yehdî’lkavme'l kâfirîn.” “Vallâhu lâ yehdî’l-kavme’z-zâlimîn.” “Vallâhu lâ yehdi’l-kavme’l-fâsıkîn.” Yani, Allah kâfirleri, zalimleri ve fâsıkları değil; kâfirlerin, fâsıkların, zalimlerin topluluğunu hidayet etmez.
Küfürden imana, şirkten tevhide, zulümden adalete, fısktan amel-i salihe ve ahlâk-ı kâmileye dönüp cahiliyeden Asr-ı Saadet’e hicret edenler, ‘topluluk’ ile aralarına bir mesafe koyabildikleri ölçüde hidayet bulabilmişlerdir.
Buna karşılık, Velid b. Muğire gibi, Utbe b. Ebi Rebia gibi isimler, Mekke devrinde Efendimiz'le bire bir muhatap olduklarında kalbleri imana yaklaştığı halde ‘kâfirler topluluğu’ arasına döndüklerinde yine küfre meyledip küfürde kalmış ve küfür içinde ölmüşlerdir.
Allah ister kâfir, ister fâsık, ister zalim olsun, ‘ihtida eden’ yani hidayeti arayan, hidayet yolunda yürüyen, hidayete talip olan her kuluna hidayet eder.
İnsanın hidayete erişebilmesinin ilk şartı, küfrü, zulmü veya fıskı vasfı haline getirmiş ‘kavm’ ile arasına bir mesafe koyabilmeyi başarmasıdır.
Müşriklerin önde gelenleri arasında gelen Halid b. Velid, Amr b. el-Âs, Osman b. Ebi Talha’nın Medine yolunda kesişen yolculukları öncesinde, birbirinden habersiz şekilde ‘Mekke müşrikleri’ arasından sıyrılarak bir ‘muhasebe dönemi yaşamışlardır.
Hz. Ömer’in belki iki saatlik bir zaman diliminde gerçekleşen hidayet sürecinde, yanında başka bir kâfir olmaksızın Kurân’la birebir temas kurabilmesinin rolü vardır.
İkrime, Mekke’nin fethinden sonra müşrikler topluluğundan ayrılıp Habeşistan’a doğru kendi başına yol almaya çalışırken kalbini İslâm’a karşı yumuşar halde bulmuştur.
Zulüm
Ey kullarım! Muhakkak zulmetmeyi kendime haram kıldım. Sizlerin de aranızda birbirinize zulmetmenizi haram kıldım. Öyle ise birbirinize zulmetmeyiniz. Hadis-i Kudsi
Zulmetmeyin, sonra dua edersiniz de duanız kabul edilmez. Yağmur duası edersiniz size yağmur yağdırılmaz. Yardım istersiniz, size yardım edilmez. Hadis-i Şerif
Zulüm, vefâsızlık ve hile kimde bulunursa zararı yine kendine dokunur. Hz. Ebû Bekir
Kim zulüm kılıcını çekerse, günün birinde zalimlerin kılıcı altında can verir.
Memleketler, mülk ve saltanat küfür üzerinde durabilir. Ama zulüm üzerinde duramaz. İmam Maverdi
İnsanlara zulmetmek kötüdür, fakat insanları kendisine zulmettiğini anlamaz hale getirmek daha kötüdür.
İnsanların kalbinden imanı çıkaran en önemli şey zulümdür.
✽ ' Görmedin mi? اَلَمْ تَرَ' fiili, tecessüm bildirir. Efendimiz'e asırlar önce yaşanmış olay için 'Görmedin mi?' buyrularak, gözünün önünde canlandırması sağlanmıştır. Yine bu ifade, Efendimiz'in imanının iman-ı hakiki olduğuna, yakinde de hakka'l yakine ulaştığına işaret ediyor. Çünkü iman fıtri, taklidi, istidlali ve hakiki olmak üzere dört mertebedir. En üstün mertebe hakikidir ki, o zaman hakikatler ortaya çıkar.
✽ اِلَى الَّذٖي kelimesinde intiha-i gaye manası vardır. Yani 'Nemrud'a ve onun en sonunda başına gelen akıbete bakmaz mısın?'
✽ اِلَى الَّذٖي حَٓاجَّ اِبْرٰهٖيمَ فٖي رَبِّهٖٓ ِ 'O kimse ki İbrahim'le Rabbi hakkında mücadele eden' ibaresi sıfatlı kinayedir, nemrud kastedilmiştir.
✽ حَاجَّ Mücadele etti, fiili mufaalebabından olup, ortaklık bildirir. Ancak burada tek kişi için kullanılmıştır. Hz. İbrahim'in makamına hürmeten mücadele fiili ona isnad edilmemiştir. Çünkü Hz. İbrahim tevhidi müdafaa ederken, Nemrud ilahlık dava ediyordu, ikisinin aynı kefede tartılması uygun değildir.
✽ فٖي رَبِّهٖٓ Rabbi hakkında, izafetinde Hz. İbrahim’e ait zamirin Rabb ism-i şerifine izafeti; hem Allahu Teâlâ’nın ‘Rabb’ unvanını zikir, hem de Hz. İbrahim’e teşrif içindir. Onun bu münakaşada Allah tarafından destekleneceğine işarettir. Bu zamir Nemrûd'a da râci olabilir. Tenazu olmuştur.
✽ Yine burada istiare-i tebaiye vardır. Mekan ifade eden فِي harf-i ceri, kendi yerinde kullanılmamıştır. Hz. İbrahim'in Rabbi hakkındaki bilgisinin, sevgisinin, muhabbetinin derinliğini, onu tamamen kuşattığını ifade eder.
✽ اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ Allah ona hükümdarlık verdi diye, cümlesinde ل harf-i ceri hazfolmuştur. اَنْ ve أنَّ'de ل harf-i ceri kıyasen hazfedilir.
✽ Bu cümlede istiare-i tebaiye vardır. Bu nimet onu şımartmış ve bu haksız tartışmaya sevk etmiştir. Bu, küfrün en çirkin yüzüdür. Nitekim halk dilinde ‘Ben sana iyilik yaptığım için bana düşmanlık yaptın’ denir.
✽ آتاَهُ'deki zamir Hz. İbrahim'e de raci olabilir, tenazu olmuştur. Bu iki yönlü manadan dolayı tevcih sanatı vardır:
1- Allah Nemrud'a mülk verdi diye kibirlenip mücadeleye kalkıştı. Bu bir hüsnü talildir. Aslında münakaşa etmesinin asıl sebebi küfürdür. Mübalağa için sebep, müsebbep yerine konmuştur. Çünkü Allah’ın ona verdiği saltanat ve meliklik onun kibrine, inançsızlığına sebeb oldu.
2- Mülk verilen Hz. İbrahim'dir. Çünkü ona kimseye nasib olmayan harikulade bir mucize verilmiştir. Nemrud'un aylarca odun toplayıp yaktığı dev ateş gül bahçesi olmuştu.
✽ Dal biddelalesi ile, Kullarda mülkün, hakimiyetin kibre yol açıp, nefsin azgınlığına sebep olduğunu bildirir. İbadet eksikliğinde kibrin ve mal çokluğunun etkili olduğunu ifade eder.
✽ Delalet-i tazammuniyesi ile, Allah’ın kafirlere hükümdarlık vermediğini iddia edenlere bir cevaptır. Kafire de, mümine de herşeyi veren hakiki mülk sahibi Allahu Teâlâ'dır.
✽ Yine tazammuni olarak, mücadelenin kökeninde, kibir ve zalimlik olduğunu gösterir.
✽ 'O vakit İbrahim, "Rabbim diriltir ve öldürür" demişti.' Hz. İbrahim bu cümleyle ilahlık iddia eden Nemrud'a tarizde bulunmuştur. Allah'tan başka hiç kimseye verilmemiş ve verilmeyecek olan halk sıfatıyla delil sunarak, mantık yollu kelam getirmiştir.
✽ فَبُهِتَ الَّذٖي كَفَرَ O küfreden şaşırıp kaldı, ifadesi hükmün illetini bildirip, bu tartışmanın küfür olduğunu açıkça bildirmek içindir.
✽ الَّذٖي كَفَرَ O küfreden, sıfatlı kinayedir. Açık ismin zikri kerih görüldüğü için ismi mevsul getirildi.
✽ Yine ismi mevsul, ayrıntılı bilgi vermek ve hatadan kurarmak içindir. Sılanın ‘küfreden’ şeklinde gelmesi, Nemrud'un bu mücadelesinin küfürden kaynaklandığını beyan eder.
✽ 'Diriltir-öldürür' fiilleri ile, 'Doğu-batı' kelimeleri arasında tibak-ı icab vardır.
✽ " وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمٖينَ Allah zalim kavmi hidayet etmez" cümlesi muraat-ı nazırdan teşabuhel etraftır.
✽ Bu cümle lazım-melzum alakasıyla ya da sebep-müsebbep alakasıyla mecaz-ı mürseldir. Çünkü Allah'ın onları hidayet etmemesi lazım, onların hidayetten zulümle, inatla uzaklaşmaları melzumdur.
✽ 'Şaşırıp kaldı فَبُهِتَ ' fiili ile 'Hidayet etmez لَا يَهْدِي ' fiilleri arasında muraat-ı nazırdan ihamı tenasüp vardır.
259-Yahut o kimseyi (görmedin mi) ki, altı üstüne gelmiş bir kasabaya uğramıştı. ‘Allah burasını ölmüş olduktan sonra nasıl diriltecek?’ dedi. Bunun üzerine Allah (cc) onu öldürüp yüzyıl üzerinden geçtikten sonra diriltti. ‘Ne kadar kaldın?’ diye sordu. ‘Bir gün veya bir günün bir parçası kadar’ dedi. Allah (cc): ‘Hayır, yüzyıl kaldın; yiyeceğine, içeceğine bak, hiç bozulmamış; bir de merkebine bak! Seni insanlara ibret olasın diye böyle yaptık. Merkebinin kemiklerine de bak, onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyor, sonra onlara et giydiriyoruz?’ O, her şey kendisine açık belli olduğu zaman: ‘Artık Allah’ın her şeye gücü yettiğini biliyorum’ dedi.
Önceki ayette Nemrut’un ‘ben öldürür diriltirim’ demesi, delilin çokluğundan cevapsız bırakılmış, asıl konu anlatılmıştı. Sanki bu ayet, Nemrut’un bu küstahça iddiasına bir cevap. O, hapisten çıkardığı iki kişiden birini öldürüp diğerini serbest bırakarak güya birini öldürüp, diğerini diriltmiş, Hz. İbrahim’e bunu delil getirmişti. Bu delile çocuklar bile inanmaz. Çok basit ve gayrı makul, öylesine mantıksız ki, Hz. İbrahim ona cevap verme ihtiyacı bile duymamış, yani o cevabı yok sayarak ikinci bir soru yöneltmişti.
Şimdi Cenâb-ı Hakk ona ölüler nasıl diriltilirmiş gösteriyor. Yüzyıl ölüp kalan Hz. Üzeyr’i nasıl diriltiğini, kendi genç olduğu halde evine gittiğinde torunlarının nasıl pîrifâni olduğunu, işin aslı meydana çıkınca nasıl hayrette kaldıklarını gözler önüne seriyor. İş bununla da kalmıyor; kendisi ile beraber olan merkebini Hz. Üzeyr’in gözü önünde nasıl diriltip kemiklerine et giydirip canlandırdığını haber veriyor. Dahası, yüzyıl geçtiği halde en çabuk bozulabilecek incir ve üzümün bozulmadığını bir mucize olarak gösteriyor. Yani hayat sahibi ve cins varlığın (insan, hayvan, bitki) dirilişini ve eceli yettiği halde nasıl diri kaldığını gözler ve gönüllerde canlandırıyor. Böylece Allah’ın ‘Muhyi ve Mumit’ isimleri tecelli edip, Hz. Üzeyr’e ayne’l yakin, diğer muhataplara da ilme’l yakin hasıl olması murad ediliyor. Öldürmenin, diriltmenin nasıl olacağı, Nemrud’un yüzüne bir tokat gibi iniyor.
İki ayet arasında teşbih yok, ancak anlatılan konularda benzerlik var. Önceki ayette kendini ilah ilan edip ahirete inanmayan Nemrud'a Hz. İbrahim Allah'ın izniyle delil getirmiş, o da delil karşısında şaşırıp kalmıştı.
Bu ayet de ahirete inanan fakat harabe bir şehrin nasıl canlanacağını merak eden, hayret ve taaccüp eden Hz. Üzeyr'e, bizzat kendisini yüz yıl uyutup uyandırarak açık bir beyyine getirmiştir.
Bu, ‘ba’sü ba’de’l mevt’ ölümden sonra diriliş inancı pekişsin diye Rabbü’l âlemin saniyelik, dakikalık, haftalık, aylık, yıllık dirilişleri biz kullarına gösteriyor. Tıpkı Hz. Üzeyr’e ve Hz. İbrahim’e gösterdiği gibi.
Vücudumuzda daima hücreler ölüp diriliyor, çiçekler açıp soluyor, ağaçlar mevsimlik sırasına göre arzı endam edip sahneden çekiliyor. Her gece uykuyla ölüp, her sabah diriliyoruz. Güneş her gün doğup batıyor. Ay her ay biçimden biçime giriyor. Ağaçların bir kısmı Hz. Üzeyr’in merkebi gibi elbiselerinden soyunup yapraklarını döküyor. Bir kısmı Üzeyr’in meyveleri gibi bozulmuyor, yapraklarını dökmüyor. İnsanlar morfinin tesiriyle birkaç saatliğine bayılıyor, ayılıyor. Yeryüzü mevsim mevsim ba’sü ba’de’l mevti yaşıyor. Gece gündüz birbirini takip ediyor. Yıldızlar doğuyor, sonra karadeliklere yaklaşıp ölüyor. Saçlar, tırnaklar, deriler hep bu işlemle dökülüyor, tazeleniyor. Bütün bunlar ahsenü’l hâlikın olan Mevlamızın hilkat harikaları değil mi?
♦ اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذٖي حَٓاجَّ اِبْرٰهٖيمَ ayeti ألَمَْ ترََ كَالذَِّي حَآجَّ إِبْرَاهِيمَ (İbrahim ile çekişen gibisini gördün mü) mânâsındadır. Bu âyet, önceki âyete atfedilmiştir. "İbrahim ile münakaşa eden gibisini veya şöyle şöyle bir kasabaya uğramış bir kimse gibisini gördün mü?" manasındadır.
♦ Kâf edatı zâiddir. Ayet, "İbrahim ile münakaşa edeni ve bir ka-sabaya uğrayanı gördün mü?" takdirindedir.
♦ "İbrahim'le tartışanı görmedin mi, ve kasabaya uğrayan kimse gibisini görmedin mi?" takdirindedir. Bu ayette sözü edilen kişi;
• Üzeyr b. Şerhiya’dır.
• Harun peygamberin soyundan gelen Ermiya b. Halkıya’dır.
• Bir görüşe göre de Hâzır (Hızır) olarak bilinen Ermiya’dır.
• Öldükten sonra dirilme konusunda şüphe eden bir kâfirdir.
• Müslüman bir kişidir.
Bu kıssayı Hz. İbrahim'in Nemrud'a anlattığı da rivayet edilir.
عرش evin tavanı anlamına gelir. عُرُوش ise temeller ve duvarlar demektir. Gölgelenmek veya gizlenmek için hazırlanan herşeye arîş denir.
O kasabanın evlerinin tavanları yıkılmış olduğu halde, duvarları ayaktaydı. Sonra, duvarları da temelinden sökülerek, yıkılan tavanları üzerine devrilmişti. Buna göre خَاوِيَةٌ, "kökünden, temelinden sökülmüş, yıkılmış" demektir. Bir yerin harabiyetini tavsif etme konusunda yapılabilecek en güzel tasvirdir.
Ayetteki عَلىَ harfi ceri عن manasındadır.
O kasabanın ağaçları dimdik ayakta durduğu halde, evlerinin yerle bir olması duyulan şaşkınlığı artırır. Çünkü evleri yerle bir olan yerde her şeyin, hatta meyve ağaçlarının da yok olması beklenir.
Söz konusu kasaba;
• Beyt’il Makdis’tir.
• Dicle kenarında bulunan Hirakl manastırıdır.
• Sâber âbâd manastırıdır.
• Selmâbâd manastırıdır.
Bu ihtimallerin içinde en kuvvetlisi Beyt’il Makdis’tir.
اَنّٰى ’nın mânası, مِنْ اَيْنَ"nereden?" demektir. Kasabayı diriltmeden maksat, onu imâr etmek manasında istiaredir.
Dünyanın doğularına ve batılarına dört kişi hak im olmuştur. Bunlardan ikisi mü’min, ikisi kâfirdir. Mü’minler Dâvud oğlu Süleyman ile Zülkarneyn’dir. Kâfirler ise, Nemrud ile Buhtunnasr’dır.
İsrailoğulları, fesat çıkarmada aşırı gidince Allah onlara Bâbil hükümdarı Bühtunnasr’ı musallat etti. Bühtunnasr altı yüz bin sancakla onların üzerine yürüdü. Şam’ı bastı, “Yahudi ırkından tek adam bırakmayacağım” dedi ve Beyti’l Makdis’i yıktı. İsrailoğullarını üç kısma ayırdı, üçte birini öldürdü, üçte birini Şam’a iskân etti, üçte birini de esir olarak alıp götürdü. (Şam; eskiden bütün Suriye’yi, Ürdün’ü, Filistin’i kapsayan bölgenin adıydı.)
Esirler yüz bin genç erkekti. Bir kısmı ergenlik çağında, bir kısmı da daha küçüktü. Bühtunnasr bu gençleri kumandanlarına taksim etti, her kumandana dört kişi düştü. Üzeyr aleyhisselam da bunların arasındaydı. Bir süre sonra Allah Üzeyr as’ı kurtardı. O, eşeğinin üzerinde Beyti’l Makdis’e uğradı. Gördüğü manzara çok korkunç bir vahşet örneği idi. Üzeyr (as) kasabanın bu haline üzülerek, şehrin yeniden imarını arzulayarak ümitsizlik içinde; ‘Bu şehir, harap olup yıkıldıktan sonra, acaba Allah burayı nasıl diriltecek?’ dedi.
O, bu sözleri, Allah’ın kudretini ve yıkılıp harap olmuş bu şehrin durumu karşısındaki şaşkınlığını ifâde etmek için söylemişti. Ağaçlarda meyveler vardı. O, meyvelerden incir ve üzüm alıp yedi ve üzüm suyu içip uyudu.
Allah bu soruyu soran zâtı öldürdü. Yüz sene süren bu uykuda bir genç olarak, ölü halde kaldı. Onun öldüğünü insanlar, kuşlar ve yırtıcı hayvanlar farkedemedi. Sonra Allah kudretinin kemalini göstermek için onu diriltti.
Burada ‘Diriltti-ihya’ fiili yerine ‘Kaldırdı-Ba’s etti’ fiilinin kullanılması, Allah’ın yüce iradesine göre bu işi gerçekleştirmenin bir insanı uykudan uyandırmak kadar kolay ve çabuk olduğunu bildiren bir istiaredir. ‘Onu diriltti-ihya etti’ fiili kullanılsaydı bütün bu manaları ifade etmezdi.
Bu fiilin kullanılmasının bir başka sebebi de; Allah’ın Üzeyr aleyhisselam’ı öldüğü günkü hali ile, akıllı, anlayan, düşünen, eserden müessiri istidlal edebilen biri olarak geri göndermiş olduğunu ifadeye yöneliktir.
Bir de Allahu Teâlâ Üzeyr aleyhisselam’a kudretinin bedii eserlerini ve izlerini fark ettirmek istiyordu. Bu da çok kısa bir süre içinde hemen bozulabilecek yiyeceklerin uzun süre kaldığı halde olduğu gibi, değişmeden tazeliğini korumasıydı. Ki bu mucize günümüzde fen olarak tecelli etmiş, DNA'lar, genler bozulmadan korunmakta, difriz ve buzdolaplarında yiyecekler uzun zaman tazeliğini muhafaza etmektedir.
Allahu Teâlâ’nın ona ne kadar kaldığını sorması, Allah’ın işlerini kavramaktan aciz olduğunu idrak etmesi içindir. Çünkü Üzeyr aleyhisselam’ın diriltilmesi az bir süre sonra olsaydı bunları basit bir şey zannedebilirdi. Uzun zaman kalması, bu işi uzak görmesine son vermek içindir. Üzeyr aleyhisselam bu şehrin eski haline gelebilmesini çok uzak bir ihtimal gibi görüyordu.
Uzun bir müddet geçtikten sonra diriltmek, kısa bir müddet geçtikten sonra diriltmekten aklen daha uzak ihtimal görülür. Yine, uzun bir müddetten sonra başkalarının bu kimsede, bu kimsenin de başkalarında müşahede edeceği şeyler daha şaşırtıcı olur.
كَمْ لَبِثْتَ 'Ne kadar kaldın?' sorusunun Allahu Teâlâ'ya isnadı mecazidir. Bu soru hatiften, semadan, Cibril'den, veya o Nebi (as)'ın ölümüne şahid olup diriltilinceye kadar yaşayan birisindendi.
Allahu Teâlâ melek vasıtasıyla ona: “Bu durumda ne kadar kaldın” diye sordu. O da: “Bir gün” diye cevap verdi. Sonra çevresine baktı. Güneşin batmadığını görünce: "Veya bir günden de az kaldım” dedi.
Rabbi ona şöyle hitap etti: “Bilakis ölü olarak tam yüz sene kaldın. Eğer şüphe ediyorsan, yiyeceğine ve içeceğine bak. Uzun zaman geçmesine rağmen bozulmamış.” Onun yanında üzüm, incir ve meyve suyu vardı. Dirildiğinde onları bıraktığı gibi, bozulmamış olarak buldu.
لَمْ يَتَسَنَّهْ Değişmez, bozulmaz demektir. Hurma ağacı yaşlanıp da, yıllar onu değiştirdiğinde يتَسَنَّ denir. Bu kelime ondan alınmıştır.
لَمْ يَتَسَنَّهْ ‘Bozulmadı’ lafzı لَمْ يَتَغَيَّرْ Değişmedi, fiilinin yerinde kullanıldı. Bu bir lafzın manasının lazımında kullanılması kabilindendir. Çünkü يَتَسَنَّى fiilinin manası; üzerinden seneler geçti ve onun değişmesini gerektiren yıllar gelip geçti demektir.
Yeniden diriliş
Orman kurbağası, kış uykusuna soğuktan iyi korunmuş sığınaklarda yatar. Nadir de olsa, sıfırın altındaki ürpertici soğuklara maruz kalabilir. Böyle bir durumda ona, vücudundaki sıvıları, daha ılık havalar gelene kadar dondurması ilham edilmiştir.
Kışın donmakta olan kurbağa, adeta taş gibidir; gözleri matlaşır, vücudu katılaşır, kalp atışı ve nefes alma iptal edilip sıcak günler gelene kadar durdurulur. Fakat, iç organlar donmadan muhafaza edilir. Sinir sistemi faaliyeti durur. Bu esnada besin ve oksijen alışverişi dahi olmaz. Havalar hafifçe ısındığında, kurbağa bir gün gibi kısa bir zamanda eski haline kavuşur. Eğer, donma çok şiddetli ve uzun süreli olursa, çözünme de uzayabilir.
Donmaya dayanabilen hayvanlar, sadece hücrelerinin dış kısmındaki sıvıların dondurulmasıyla hayatta kalabilir. Eğer buz, hücre içine nüfuz ederse, o canlı ölür. Bu ölümden kurtulma, hususi bir kimyevi madde (gliserol) ifrazı ile gerçekleşir. Bu madde tohumların dondurularak depolanmasında kullanılır.
Her sonbaharda orman kurbağasının koruyucu bileşiklerini temin edecek sistem, uykuya yatmadan önce otomatik olarak çalışır. Fakat kurbağa, kış uykusu sırasında sıcaklık sıfırın altına düşmeyecek gibi davranır. Böylece, kendisini öldürecek kadar bir soğuk gelmeden, metabolik enerjisini israf etmez. Fakat, sıfırın altında soğuklar başlarsa, kurbağa ikaz edilir. Karaciğerinde depo ettiği ve bir tür karbonhidrat olan glikojenin bozulan dengesine takviye yapılır, kurbağa kanındaki glikoz miktarı birden 60 kata kadar artar. Glikoz konsantrasyonu mililitrede 185 micromole ulaşır.
“Merkebine de bak. Onun kemikleri nasıl çürüyüp dağılmış ve çürümüş bir heykel haline gelmiş. Biz bunu, sen Allah’ın kudretini anlayasın ve seni, kudretimizin kemalini gösteren açık bir mucize kılalım diye yaptık. Eşeğinin çürümüş kemikl erini düşün de, gözlerinin önünde onları nasıl birbiri üstüne dizeceğimizi ve sonra da kudretimizle onlara nasıl et giydireceğimizi gör.”
Yiyecek ve içecekler kısa zamanda bozulur. Fakat merkep uzun bir zaman yaşayabilir. Bozulacak yiyecek ve içeceği bozulmamış; bozulmayacak şeyi, yani merkebinin kemiklerini çürümüş görünce, bu delil, onun aklında ve kalbinde yer tutmuştur.
Merkebe dair...
Eşek atgiller sınıfına dahildir. Tek tırnaklıdır, atın yakın akrabasıdır. Yer yüzünde bir çok türü vardır. Eşek birçok hayvana göre zeki ve çeviktir. Eşekler nerdeyse hiç hastalanmazlar. Ömürleri ortalama 25 - 35 yılları arası değişebilir. İstisnalar dışında eşeklerde kısa yaşam görülmemiştir. Sütleri protein bakımından çok zengindir.
Eşeklerin savunma mekanizmaları koşma, tekme atma ve ısırmadır.
Eşekler külenme dışında yatmazlar. Eğer bir eşek diğer hayvanlar gibi yatıyorsa o eşeğin ciddi bir sorunu var demektir. Eşekler ayakta uyur. Bunu sağlayan özel bir mekanizması vardır. Bu mekanizma yükü üç ayağa bindirir ve dördüncü ayak boşta kalır, bu olay bu şekilde sırasıyla diğer ayaklar içinde yapılır. Bu şekilde tüm ayaklarını dinlendirmiş olur.
Eşekler anırmalarıyla meşhurdur. Bu bir türlü haberleşmedir. Bir birine yakın köylerden birindeki bir eşek anırdığında sırasıyla diğerleri de anırır.
Eşekler her türlü ot ile beslenirler. Sindirim sistemleri çok güçlüdür, aç kaldıklarında kurumuş ağaç kökleri gibi çok sert odunları dahi kemirirler. Temiz ve berrak olmayan suyu içmez. “Eşek hoşaftan ne anlar?” atasözünü eşek açısından değerlendirecek olursak hayvanın kendini zararlılardan korumak için suyu içmediği düşünülebilir.
Çöl iklimi hayvanı olan eşekler susuzluğa çok dayanıklıdır. Suyun kokusunu kilometrelerce ilerden alabilir. Eşek derisi bir zamanlar en değerli parşömen kağıdının yapımında kullanılmıştır.
Eşekler yüksek bir hayatta kalma duygusuna sahiptir. Çevrelerini çok dikkatle gözlerler. Bir şeyin tehlikeli olduğundan şüphelenirlerse onu yapmazlar. Toplum arasında inatçı hayvanlar olarak bilinen eşeklerin bu huyları çok akıllı ve hisli olmalarından dolayıdır. Hafızalarına kazıdıkları bir olayı asla unutmazlar. Örneğin; yıllar evvel geçtiği bir yerde gördüğü yılanı asla unutmazlar. Oradan tekrar geçtiklerinde hemen tepki gösterirler. Kısaca ayak direrler.
Eşeklerin görme mesafesi insanlardan çok daha fazladır. Çok ileriyi görebilir. Eğer yolun ortasında durup ilerlemiyorsa, bu inadından değil çok ileride bir tehlike görmesinden kaynaklanır. Yola bir yılan çıkmışsa ya da onun için tehlike arz eden bir durum varsa durur gitmez.
Eşek sürekli temiz yere bastığı ve yüzmesini bilmediğinden, dibini görmediği suya girmez. Bu nedenle deveyi, eşeğe çektirirler. Deve bir yük hayvanıdır. Yüzme bilen bir hayvana çektirildiğinde, çeken hayvan derin sulara girer. Deve de onu takip edince hem sırtındaki yükler ıslanır hem de boğulur. Bu yüzden koca bir deve sürüsü bir eşek önderliğinde yolculuk eder.
✽ ✽ ✽
Bediüzzaman hazretleri, temiz havayı sever, tabiatla baş başa kalmaktan büyük lezzet alırdı. Bunun için de kırlara çıkar, bahçelere iner veya yol boyunca gezinirdi.
Eğer emanet bir at veya eşek bulabilmişse ona biner, gideceği yere öyle giderdi, o da olmazsa eline kitabını alır yürüyerek yola düşerdi. Barla’da kaldığı günlerde genellikle eşeğe binerdi. Bir gün hizmetini gören bir talebesi binmesi için bir eşek getirdi.
- “Üstadım,” dedi.
“Eşeği getirdim. Bununla çıkarsınız kıra.”
Bediüzzaman talebesinin bu ifadesini hemen düzeltti. Eşeğe “eşek” denmesinden hoşlanmamıştı. Şöyle dedi talebesine:
- Kardeşim, bunlara eşek demeyin. Hayvana hakaret olur. İşlek deyin. Çünkü bunlar çok işleyen, çok çalışan hayvanlardır.
✽ ✽ ✽
"Bunu yaptık ki, senin diriltilmen, merkebinin diriltilmesi ve beraberindeki yiyecek-içeceğin bozulmaması ile seni insanlara kudretimizin canlı bir ayeti kılalım.Bu devrin insanları seni görüyorlar halbuki sen çağın değil, bir önceki çağın ehlindensin. İnsanlar kendilerinden alınan Tevrat ilminin kendilerinden alınmasından bu yana, kaybettiklerini senden öğrensinler, Tevrat ilmini tekrar tahsil etsinler."
Bu ifade beyandan murad, ona bir şeref kazandırıp yüceltmek; dinî ve dünyevî bakımdan yüksek derecelere çıkarmayı va'adetmektir. وَلِنَجْعَلَكَ fiilinden sonra mahzuf bir fiil bulunduğu için, vâv harfi getirilmiştir.
Allahu Teâlâ eğer وَانظُرْ إِلىَ حِمَارِكَ لِنجْعلَكَ آيةًَ "seni bir ibret nişanesi kılmamız için eşeğine bak" şeklinde 'و' harfi olmadan getirseydi, "eşeğe bak" cümlesi şart, "onu bir ibret nişanesi kılmamız için" cümlesi de onun cezası olurdu. Fakat vâvlı olarak getirilince mana, "Seni bir ibret nişanesi kılmak için, bu öldürüp diriltme işini yaptık" şeklinde olmuştur.
‘Sen, yeniden hayata döndürülmeyi nefsinde yaşadıktan sonra, şimdi de onun keyfiyetini başkasında görmek için merkebinin kemiklerine bak! Onları nasıl bir araya topluyor, bedendeki yerlerine koyuyor, uygun bir terkip haline getiriyor ve kemiklere nasıl hayat veriyoruz?’
Kemiklerden maksat, merkebin kemikleridir, başındaki elif-lâm hazfedilen muzafun ileyhe bedel olarak gelmiştir. İzafet عِظَامُ حِمَارِكَ 'Merkebinin kemikleri' şeklindedir.
Veya العِظَامِ "kemikler" o kişinin bizzat kendi kemikleridir. Allahu Teâlâ, onun başına ve gözlerine can vermiş, bedeninin diğer kısımları ise çürümüş kemik olarak kalmıştı. Diriltilince, kendi kemiklerine bakmış ve onların nasıl toplanıp birbirlerine kenetlendiklerini seyretmiştir. Ancak müfessirlerin çoğuna göre, ilk izah doğrudur.
Burada انْظُرْ fiilinin tekrarı, kemiklerden maksadın merkebin kemikleri olmasındandır. Çünkü birinci انْظُرْ -Bak, fiili uzun süre öylece kaldıkları halde hiç bozulmamış olan gıda maddelerine, ikinci انْظُرْ fiili ise hayatın ve ve hayat unsurlarının üzerine bina edildiği kemiklere ilişkindir.
نُنْشِزُهَا ‘Onları birbiri üstüne dizeriz’ demektir. Bu kelime, kaldırmak mânâsına gelen nişaz mastarından türetilmiştir. Yeryüzünün yüksek kısımlarına “neşez” denir. Kadının kocasına isyan edip başkaldırması mânâsına gelen “nüşûz” da bu köktendir.
Rivayete göre, ‘Ey çürümüş kemikler! Allah size emrediyor, bir araya toplanın!’ diye bir nida duyuldu. Bunun üzerine kuşların, yırtıcı hayvanların ve rüzgarların alıp götürdükleri parçalardan dağda, ovada ne varsa hepsi bir araya toplandı, yerli yerine yerleşti, birbirlerine eklendi, baş yerine oturdu, sinirler, damarlar yerlerini buldu, kemikleri üzerine et ve deri giydirildi, deriden tüyler çıktı, sonunda ona ruh üflendi, nihayet hayvan ayağa kalkıp anırmaya başladı. لحْمًا ‘Et’ kelimesi müfred, الْعِظَام ‘Kemikler’ kelimesi ise cemi geldi. Çünkü kemikler farklı ve görünüş bakımından birbirinden ayrıdır. Et ise birbirine bitişik ve görünüş bakımından hepsi birdir.
Bilim adamları klinik olarak ‘ölü’ bir köpeği üç saat sonra hayata döndürerek bir ilki gerçekleştirdiler. Önce köpeğin damarlarındaki kan tamamen boşaltılıp yerine buz gibi sıvı tuz kondu. Nefesi ve kalp atışı duran, beyni çalışmayan hayvan klinik olarak ‘ölü’ kabul edildi. Üç saat sonra damarlarına yeniden kan verilen köpek elektrik şokuyla hayata döndürüldü.
Bilim adamları bu yöntemle çok ağır yaralı hastaların bir süre ‘ölü tutulduktan sonra’ tekrar yaşama döndürülebileceğini belirttiler. Bir yıl içinde insanlar üzerinde denemelere başlamayı düşünen hastanelerde gönüllü hasta arıyor. Çok kan kaybeden ağır bir hasta için ilk birkaç saat çok önemli olduğu için, bu teknikle savaşta yaralananlar, bıçaklananlar veya kurşun yarasıyla çok kan kaybeden hastaların kurtarılma şansı artabilir.
‘Bildim’ şeklinde mazi kalıbıyla değil ‘Biliyorum اَعْلَمُ ’ şeklinde müzari gelmesi, Hz. Üzeyr’in Allah’ın kudretiyle ilgili bilgisinin
sürekliliğine, o bilginin aslının hiç bozulmadığına ancak diriltilme keyfiyetini müşahede sebebiyle bilginin vasfının değiştiğine delalet eder.
Allahu Teâlâ Beyti Makdis’i imar etmesi için Fars hükümdarlarından Yûşek isimli bir hükümdarı Beyt-i Makdis’e yöneltti. Beraberinde bin yiğit vardı. Her yiğidin emrinde de üç yüz bin amele vardı.
Beyt-i Makdis’i imar ettiler.
Allahu Teâlâ bir sivrisinekle Bühtunnasr’ı helak etti. Bühtunnasr’ın beynine giren sivrisinek onu öldürdü. İsrailoğullarının geri kalanları kurtulmuştu. Beyt-i Makdis’e geri döndüler. Otuz yılda Beyt-i Makdis’i imar ettiler. Üç bin işçi, üç bin usta çalıştı. Başlarında Farisi bir melik vardı. Şehir büyüdü, eskisi gibi umran hale geldi.
Üzeyr aleyhisselam, yeniden hayata döndükten sonra eşeğine binip mahallesine geldi, fakat insanlar onu tanımadı. O da insanları ve evleri tanımadı. Hz. Üzeyr çevreyi dolaştı, bazı şeyleri tahmin etti, nihayet evini buldu. Yaşlı, âmâ ve kötürüm bir kadının kendi evinde oturduğunu gördü. Bu yaşlı kadın Hz. Üzeyr’i biliyordu, onun zamanına yetişmişti. Üzeyr aleyhisselam ona sordu:
- Bu ev Üzeyr’in mi?
- Evet. Üzeyr’i uzun zaman önce kaybettik.
Sonra kadın ağlamaya başladı. Üzeyr aleyhisselam kendini tanıttı. Yaşlı kadın hayretler içinde kaldı:
- Böyle bir şey olamaz, dedi.
- Allah benim canımı aldı. Yüz sene beni ölü bıraktıktan sonra yeniden diriltti.
Bunun üzerine yaşlı kadın şu dilekte bulundu:
- Üzeyr duası kabul olunan biriydi. Sen gerçekten Üzeyr isen, dua et, Allah bana gören gözlerimi geri versin, seni göreyim.
Üzeyr aleyhisselam Allah’a dua etti, eliyle yaşlı kadının gözlerini meshetti. Kadın o anda görmeye başladı. Sonra elinden tutup, - Allah’ın izniyle ayağa kalk, dedi.
Yaşlı kadın şifa bulmuş olarak ayağa kalktı.Üzeyr’in yüzüne baktı ve;
- Sen gerçekten Üzeyr’sin. Buna şahitlik ederim, dedi. Hemen komşularına haber vermeye koştu. Onlar da o sırada toplanmışlar, bir aradalardı. İçlerinde Üzeyr’in (as) yüz yaşını geçkin oğulları da vardı. Torunları bile ihtiyarlamış, saç ve sakalları ağarmışken kendisi simsiyah saçı ile bir genç olarak yeniden dirilmişti. Yaşlı kadın;
- İşte Üzeyr geldi, diye seslendi. Onlar buna inanmadılar, onu ciddiye bile almak istemediler. O ısrarla;
- Bakın, ben onun duasıyla bu hale geldim, deyince fırlayıp ayağa kalktılar. Üzeyr aleyhisselamın yanına geldiklerinde oğlu;
- Benim babamın iki omuzu arasında hilal şeklinde bir kara ben vardı, dedi. Üzeyr aleyhisselam sırtını açtı, gerçekten tarife uygun bir ben olduğunu gördüler.
Bühtunnasr, Beyti’l Makdis’te Tevrat okuyucularından kırk bin kişiyi katletmişti. Üzeyr aleyhisselam yeniden hayata dönüp, Beyti’l Makdis’e geldiğinde İsrailoğulları içinde ne bir Tevrat nüshası, ne de Tevrat’ı ezberden okuyabilen biri vardı. O zaman Üzeyr aleyhisselam Tevrat’ı bir harfini bile eksik bırakmadan ezberden okuyup yazdırdı. Ne şaşırdı, ne kekeledi.
Bühtunnasr’ın helakinden sonra Babil esaretinden Beyti’l Makdis’e dönenlerin evladından biri;
- Babam bana anlatmıştı. Ona da dedem söylemiş. Esir alındıkları gün kendisi Tevrat’ı bağda bir küpün içine saklamış. Eğer siz bana dedemin bağını gösterebilirseniz, ben de size o Tevrat’ı bulup çıkarırım, dedi.
Adamın dedesinin bağını bilenler beraberce kalkıp oraya gittiler. Köşe bucak arayıp, o Tevrat’ı buldular. Buldukları Tevrat metnini Üzeyr aleyhisselam’ın yazdırdıklarıyla karşılaştırdılar. Aralarında hiç bir fark olmadığını tespit ettiler. Ve o zaman ‘Üzeyr Allah’ın oğludur’ diyerek sapıttılar.
İmam Malik’e ‘Allah’ın varlığına delil getir’ diye sormuşlar; şöyle demiş: “Vall ahi ben yumurtayı hiç görmeseydim biri bana yumurtayı gösterseydi bak ardım, mermer gibi bir şey. Bu mermerin içinden canlı çıkacak deseydi inanmazdım. Ama görüyoruz ki hakikaten yumurtanın içerisinden bir civciv 20 gün sonra çıkıveriyor.”
İmam Şafii'ye sormuşlar, o da şu cevabı vermiş: “Dut yaprağını yiyen ipek böceğinin ipek, koyunun süt, ineğin et olarak geri vermesidir.’
Aslında bunların hepsi mucizedir. Güz mevsiminde büt ün çekirdekler toprağa düşer ve ağaç yapraklarından kefene sarıl ır, üzerine kar beyaz kefen gib i serilir. Bir kısmı hemen bahar mevsiminde diril ir. Bir kısmı da 10, 20 bazen 30 sene kalır. 30 sen e sonra münbit bir ortamı bulunca yeniden dirilir. Toprakta otuz sene kaldıktan sonra dirilen çekirdekler veya bir yerde depolanıp uzun müddet bekletildikten sonra tekrar dirilen çekirdekleri yaratan Allah olduğu gibi, Üzeyir aleyhisselamın merkebini de aynı şekilde dirilten Allah'tır.
Âyetin sonunda Allah’ın dirilttiği o kimsenin “Biliyorum ki Allah her şeye kadirdir” dediğini bildirmesi, âyetteki ahengi sağlama yönünden daha isabetli ve tesirlidir. Çünkü All ah, kudretini müşahade eden bu kuluna “Bütün bunları yapanın Allah olduğunu bil” demiş olur, bu da, sonraki âyetin son bölümüne tam amen uygundur. Onun da sonunda “Bil ki Allah her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir” buyrulmaktadır.
Bu kıssa Hz. İbrahim'le Nemrud'u anlatmaktadır. İbrahim, ruh, Nemrud, nefistir.
Diriltilmesi, mecazen ruhun şehvetten ayrılması, öldürülmesi, atalet göstermesidir. Veya;
Diriltilmesi, af ile diriltmek, öldürülmesi, katl ile öldürülmektir.
Karye, Beyt-i Makdis olan kalptir.
Masivaya meyl eden cehil mebde'inden sonra Allah onu öldürüp uzun zaman ölü bıraktı. Sonra tabiat arzından yükseltip irfan libası giydirip, ruhu şuhud tabiatıyla gıdalandırıp, vusul ve zuhur manalarını içirdi.
✽ اَلَمْ تَرَ 'Görmedin mi?' istifhamındaki görme, kalbî görmedir. Soru dinleyicileri hayrete düşürmek içindir.
✽ “Ölümünden sonra Allah bu kasabayı nasıl diriltecek?” Kasabanın ölmesinden maksat, orda oturanların ölmesidir. Mahalli söyleyip orada bulunanları (halli) kasdetme kabilinden mecâz-ı mürseldir.
✽ ‘اَنّٰى يُحْـيٖ هٰذِهِ اللّٰهُ Allah bunu nasıl diriltecek?’ cümlesinde failin mefulden sonra gelmesi, uzak görüldüğünü, garipsendiğini ifade etmek içindir. (Garipsenen şey fail olan Allah değil, harabe haline dönen şehrin tekrar imarıdır.) مَوْةِ kelimesiyle يُحْـيٖ fiili arasında tibak-ı icab vardır, biri isim biri fiildir.
✽ İmar için ‘İhya-diriltme’, harabe için de ‘İmate-ölüm’ fiillerinin kullanılması, imar ve ihyanın ne kadar uzak görüldüğünü tekid içindir. İstiare-i tebaiyedir.
✽ لَمْ يَتَسَنَّهْ 'Bozulmamış' Sözündeki “ه” harfi kelimenin aslından değil, sekte için getirilmiştir.
✽ نُنْشِزُ , نَكْسُو Bu muzâri fiiller yenilenme ve devamlılık ifâde eder. kelimeleri arasında, edebî güzelliklerden olan tıbâk sanatı vardır.
✽ نُنْشِزُ fiili نُنْشِرُ -yayarız, fiili olarak da okunmuştur. Bu takdirde mana ‘O kemikleri nasıl yayıyoruz’ şeklinde olur.
✽ “Sonra o kemiklere et giydiririz ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْماً” Yani elbisenin, bedeni örttüğü gibi onları etle örteriz, demektir. Hakiki elbise beden in dışındaki elbisedir. Yüce Allah burada, yaratıp kemikleri örttüğü et yer ine, müstear olarak elbiseyi zikretmiştir. Bu, son derece güzel bir istiaredir. Elbisenin vücut hatlarını örtmekte etin deriyi örtmesi ile misal verilmiştir; giysilerin vücut hatlarını belli etmemesi gerektiğine işarettir.
260-İbrahim: ‘Ya Rabbi, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster?’ dediği vakit Allah (cc): ‘Yoksa inanmıyor musun?’ buyurdu. İbrahim: ‘Hayır inanıyorum da kalbimin yatışıp rahat bulması için soruyorum’ dedi. Allah (cc): ‘Öyle ise, dört kuş yakala, onları kendine alıştır, sonra kesip her dağın üzerine onların bir parçasını koy ve onları çağır, koşarak sana geleceklerdir. Bil ki Allah (cc) güçlüdür. Hüküm ve hikmet sahibidir’ buyurdu.
Bu ayet de önceki iki ayet gibi diriliş delillerinden bir rahmet eseri. 'En büyük merhamet bir kimsenin kalbinden şüpheyi çıkarıp yakini koymak' olduğundan bu deliller safi rahmettir.
Ayet, Rabbü’l izzenin Haliliyle olan muhaveresini anlatarak, öldükten sonra dirilmenin keyfiyetini çok veciz bir şekilde beyan ediyor. Hz. İbrahim’e dört kuş alıp bunları kendine alıştırıp kesmesini, sonra parçalarını karıştırmasını ve her bir parçayı dağlara koymasını, sonra çağırmasını emir buyuruyor. ‘Ölüleri nasıl diriltirsin?’ sorusunu Rabbine soran Hz. İbrahim, bu görevi yerine getiriyor; kuşlar dirilip uçarak geliyorlar. Tabi Hz. İbrahim anlayacağını anlıyor.
Bu olaydan, bu güzel kıssadan bizim alacağımız çok dersler var. Fikir bahçemize serpilen bu kıssa, iman, irfan, fikir ve tefekkürümüz nisbetinde meyvelerini verir. Gayret bizden tevfik Allah’dan. Kur’an’ın bitimsiz meczi zülalinden fikir kovamızı doldurabilirsek, deryadan katre aparabilirsek ne mutlu bize.
Âyetten alacağımız dersleri şöyle sıralayabiliriz:
• Dört kuş al, önce kendine alıştır. Ünsiyet çok önemli; irtibat, muhabbet, ülfet hasıl oldu mu, kessen de gelirler. Tıpkı İbrahim’in kuşları gibi. Hz. İbrahim kuşları kendine alıştırmış olmasaydı, kuşlar dirilse de her biri bir tarafa uçacak, Hz. İbrahim bu dirilişi göremeyecekti.
• Kuşların çeşitli cinslerden oluşu. ‘Allah her çeşit hilkati bilir’ (Yasin, 79) ayetini teyid ediyor.
• 'Dört kuşu birbirine karıştırıp onlardan her bir parçayı dağlar üzerine koy' buyruğuyla, Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar dağılmış, parçalanmış, birbirinden uzaklaştırılmış olsa da kıyamet günü insanların bütün parçalarını cem edip, haşr edeceğine delil veriliyor. Hz. Hamza Uhud’da şehit düştükten sonra, gözünü, kulağını, burnunu kesip müsle yapmışlardı ve öyle defnedilmişti. Yıllar sonra gelen bir sel, mübarek cesedi ortaya çıkarmıştı. Başka tarafa defneden kimseler, bütün azalarının tastamam olduğuna şahit olmuşlardı. Bu konuda başka bir misal vermek gerekirse; bir matbaaya ayrı ayrı dört kitap verilse, henüz kırım harmanı cildi yapılmamış olsa, o esnada bu dört ayrı kitap sayfaları birbirine karışsa, hele de sayfa numaraları da yoksa, biz bunları birbirinden asla ayırt edip dört kitap halinde sıralayamayız. Ama bu kitabın yazarında veya basım evinde kitaplar flaş bellekte kayıtlı ise çok kısa zamanda kitap sayfaları yerli yerinde dört ayrı kitap ortaya çıkar.
Bütün ilim, kudret elinde olan Hâlikımız da, bir parçası denizde, öbür parçası dağda olsa da, zerreleri küle dönüştürülmüş olsa da tüm ölüleri bir araya getirip diriltir.
İnsanın kuyruk sokumunda mercimek kadar acnuz'zeneb denen bir bölüm vardır ki bu bölüm insanın disketi mesabesindedir. Asla kaybolmayacağından her bir parçası bir yerde de olsa Allahu Teâlâ bir araya getirecek, yeniden diriltecektir.
Bugün google sayesinde internette istediği bilgiyi anında bulabilen insanın, kudret-i ilahiyi, Hallâk-ı âlemi çok daha iyi tanıması, imanını yakine ulaştırması gerekmez mi? Kurduğu sistemle koca bir şehrin elektrik, su ve doğalgazı ne kadar harcadığını, kimin ne kadar borcu olduğunu, kimin cezalı ödemesi gerektiğini bilip takip eden kimsenin seriu’l hisap olan Allah’ın ilim, kudret, halk gibi sıfatlarını daha iyi kavraması icap etmez mi?
Bugün dünya nakli delilleri gün gibi ortaya çıkaracak akli, ilmi delillerle dolu, mucizelerin çoğu fen olmuş, düşünen, düşünmeye karar veren her aklı selim Hz. İbrahim’in göklere nazar edip yıldızı, ayı, güneşi tefekkür edip Mevlasını bulduğu gibi, ilim, fen teknik bilgilerle bile Rabbisini bulur, tanır, inanır.
Bu ayet "Rabbi hakkında İbrahim ile çekişeni görmedin mi.." (Bakara, 258) âyetine atfedilmiştir.
Bu ayette önceki üslup takip edilmemiş, ‘O kimseyi görmedin mi?’ denmemiştir. Çünkü 257. ayette Hz. İbrahim’in adı zaten saraheten geçmişti. Bir de; Hz. İbrahim’in bu mucizenin aslında dahli yoktur. Üzeyr aleyhisselam’ın yüz sene sonra tekrar hayata döndürülmesi, Allah’ın sonsuz kudretinin misallerindendir. Bu üç ayetin de konusu, ahirete imanla alakalıdır.
‘اِذْ’ edatıyla ‘Hatırla’ emri verilirken, aslında hatırlanması istenen vakit değil, o vakitte olan olaylardır. Vakit hatırlatılması, hem o vaktin hem de o vakitte olan olayın değerini bildirir. Bir de, o vakit düşünülünce, vaktin içindeki hadiseler bütün tafsilatıyla zihinde canlanır. Olay hikaye edilirken, açıkça müşahede ediliyormuş gibi zihinde tam olarak yerini bulur.
‘رَبِّ - Rabbim’ merhamet dilenme ifadesidir. Duadan önce istimali, mübalağa ile icabet dilemek içindir. Duaya hemen karşılık verilmesi için acındırma ifade eder. Duadan önce söylenmesi meşrudur, icabete yaklaştırır.
· Hz. İbrahim denizin kıyısında bir leş görür. Deniz kabardığında leşi götürür ve onu denizdeki canlılar yer. Med olmadığında ise onu vahşi hayvanlar yer. Vahşi hayvanlar çekip gittiğinde de kuşlar gelerek, kalan kısmını yer ve uçar giderler. Bundan dolayı Hz. İbrahim, "Ya Rabbi, canlıların parçalarını, yırtıcı hayvanların, kuşların ve denizdeki canlıların karnından toplayarak tekrar nasıl bir araya getireceğini bana göster" dedi.
· Hz. İbrahim, "Benim Rabbim, hem diriltir, hem öldürür" (Ba-kara, 258) dediğinde Nemrûd da: "Ben de diriltir ve öldürürüm" diyerek, bir kişiyi salıverip, bir kişiyi de öldürdü. Hz. İbrahim, "Bu bir öldürme ve diriltme değildir" dedi; müteakiben de bu mesele hem Nemrûd, hem de O'na bağlı olanlar huzurunda ortaya çıksın, açıklık kazansın diye, "Rabbim nasıl dirilttiğini bana göster.." dedi.
Rivayete göre Nemrûd, "Rabbine söyle, diriltsin; aksi halde seni öldürürüm.." dedi. Hz. İbrahim de Allahu Teâlâ'dan bunu istedi.
لِيَطْمَئِنَّ قَلْبٖي sözünün manası da, "Öldürülmekten kurtarılmam için..." ya da " delilim ve burhanım kuvvetli olsun diye" şeklinde olur. "Şüphesiz benim bu delilden başka bir delile geçişim, o delilin zayıflığı sebebiyle değil, aksine dinleyen kimsenin cehaleti sebebiyledir."
· Hz. İbrahim bir gün Azrail'e (as) «Günahkâr insaın canını alır-ken büründüğün kılığı bana gösterebilir misin?» diye sorar.
Azrail (as) «Bunu görmeye dayanamazsın» diye cevap verir.
Hz. İbrahim, «Dayanırım, sen göster» diye ısrar edince Azrail (as) ona «başını çevir» der.
Bir müddet arkasını döndükten sonra tekrar yüzünü dönünce Hz. İbrahim, kapkara yüzlü, saçları diken diken, kötü kokulu, siyahlara bürünmüş, ağzından ve burun deliklerinden ateş ve duman çıkan bir adam ile karşılaşarak yere baygın düşer.
Ayılınca Azrail (as), ilk kılığına dönmüştür. Hz. İbrahim ona der ki. «Ey ölüm meleği, günahkâr insan ölüm anında senin bu kılığın ile yüzyüze gelmekten başka bir felâket ile karşılaşmasa da, bu ona yeterdi» der.
Hz İbrahim bu sefer «Bana mü'minlerin ruhlarını alırken büründüğün kılığın ile görünür müsün?» diye rica eder. Ölüm meleği «Peki. o zaman arkanı dön» der.
Hz. İbrahim de arkasını döner. Bir müddet sonra yüzünü dönünce insanların en güzellerinden, güzel yüzlü, hoş kokulu, beyaz bir elbise içinde bir genç ile karşılaşır. Gördükleri karşısında ölüm meleğine «Mü'min ölüm anında sadece senin yüzünle karşılaşsa, bu mükâfat ona yeterdi» der.
Melek gider. Allahu Teâlâ Hz. İbrahim'e "Ben bir beşeri halîl edineceğim" diye vahyeder. Hz. İbrahim bunu gözünde büyüterek "Allah'ım, bunun alâmeti nedir?" der. Cenâb-ı Hak, "Bunun emaresi, o kimsenin duâ ederek, ölüleri diriltmesidir" buyurur.
Hz. İbrahim'in, peygamberliğin ifasında makamı yücelince, hatırına, "Belki de o dost ben olurum..." düşüncesi gelir. Allah'tan ölüleri diriltmesini ister. Allahu Teâlâ da, "İnanmadın mı yoksa?" deyince O, "inandım, fakat benim, senin dostun olduğuma kalbim tam bir itminan duysun diye" der.
• İbrahim (as) bunu, kavmi için istedi. Peygambere tâbi olanlar, onlardan bazen bâtıl, bazen de hak olan şeyler taleb etmişlerdir. Kavminin Hz. Musa'ya "Nasıl onların ilâhları var ise, sen de bize bir ilâh yap" (A'râf, 138) demeleri gibi.
İbrahim (as) da, bunu taleb etmişti. Maksadı da kavminin bunu müşahede edip, kalblerindeki inkârın yok olmasıdır.
• Peygamber, melek gelip, Allah'ın onu bir peygamber olarak gönderdiğini haber verdiğinde, o peygamber kendisine gelenin şeytan değil de kerîm bir melek olduğunu bilebilmesi için, bir mucizeye muhtaçtır. Melek; Allah'ın kendisini peygamber olarak göndereceğini haber verince, Hz. İbrahim "Ya Rabbi, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" demiş, Allah da "inanmadın mı yoksa?" deyince, "inandım, fakat gelen zâtın kovulmuş şeytan değil, kerim bir melek olduğuna, kalbim tam bir itminan duysun diye (istiyorum)" demiştir.
• Âyette geçen الْمَوْتٰى - ölüler, mükâşefe ve tecelli nurlarına karşı perdelenmiş kalblerdir. "Diriltmek" ise, bu ilahi tecelli ve nurların zuhurudur. Hz. İbrahim'in اَرِنٖي كَيْفَ تُحْـيِ الْمَوْتٰى demesi, o tecelli ve mükâşefeleri istemektir. Cenâb-ı Hak ona, "Yoksa iman etmedin mi?" deyince de, "Evet, ona, gaybî bir imanla iman ettim. Ne var ki o tecellinin meydana gelmesi sebebiyle kalbim mutmain olsun diye, onun meydana gelmesini istiyorum..." dedi. (İstiare-i vefakiyedir)
• İbrahim (as) kendisine indirilen sahifelerden, Hz. İsa'nın duası ile ölüleri dirilteceğini öğrenince, O da bunu istedi. Bunun üzerine kendisine, "İnanmadın mı yoksa?" denilince O "Evet, inandım; fakat benim mertebemin senin yanında, torunum İsa'nın mertebesinden daha az olmadığına kalbim mutmain olsun diye.." dedi.
• Allah, Hz. İbrahim'e oğlunu kurban etmesini emretti. O da bu emre uydu. Sonra da, "Bana, canlıyı cansız kılmamı emrettin, ben de yaptım. Ben de senden, cansız olanı canlı kılmanı istiyorum" demiştir. Cenâb-ı Hak, "Yoksa inanmadın mı?" deyince de, "Elbette inandım; ne var ki beni dostun edindiğine kalbim mutmain olsun istedim.." demiştir.
• Hz. İbrahim (as) kalbine nazar ettiğinde, oğlunu sevmesinden dolayı kalbini adeta ölü olarak gördü de, Allah'tan utanarak, "Ya Rabbi, ölüleri nasıl diriltirsin?" dedi. Yani, "Gafletinden dolayı kalb öldüğü zaman, o kalbin, Allah'ın zikriyle ihyâsı, diriltilmesi nasıl olur?" demektir.
• Bütün canlılar kıyamet gününde "haşr"ı müşahede ederler. İb-rahim (as), "Sen bana bunu bu dünyada göster.." deyince, Cenâb-ı Hak, "Yoksa iman etmedin mi?" dedi. O da, "Evet, iman ettim, ne var ki bana bu dünyada böyle bir şerefi tahsis edip, verdiğine dair kalbim mutmain olsun istedim" diye cevap verdi. Bu rica ilmel yakinden aynel yakine ermek içindir. İmanın ilmel yakin derecesine ulaşmış olan Hz. İbrahim, imanda hakikati bizzat görerek inanma derecesine ulaşmayı niyaz etmiştir.
• Hz. İbrahim'in maksadı, Allah'ın ölüleri diriltmesi değildir. Aksine arada hiçbir vasıta olmaksızın, ilahî kelâmı dinlemektir.
Hz. İbrahim’in “Ölüleri nasıl diriltirsin” diye sorması, Allah’ın kud reti hakkında şüphesinden değil, diriltme olayının nasıl cereyan ettiğini öğr enme merakındandır. “Nasıl” mânâsına gelen كَيْفَ’nin kullanılmış olması da bunu göstermektedir.
كَيْفَ, durumu sormak için kullanılan bir edattır. Peygamberimiz (sav)’in şu sözü de bu mânâyı pekiştirir. “Biz şüpheye, İbrahim’den daha yakınız.” Yani biz şüphe etmiyorsak, İbrahim’in şüphe etmemesi daha evladır. Bu soru, naz ve niyaz makamıdır.
İbrahim (as) herhangi bir insan değildi. Normal bir müslüman Allah’a karşı kulluk görevlerini yapabilmek için, ölmüşlerin dirilişini gözleriyle görmeye ihtiyaç duymayabil ir. Fakat bir peygamber insanları kendisine çağıracağı şeyi bizzat gözleriyle görm elidir ki görevini en güzel biçimde yapabilsin. İnsanl ara: “Sizi inanmaya çağırdığım şeyi gözlerimle gördüm. Siz bilmiyorsunuz, ama ben biliyorum!” diyebilm e si için Rabbimiz tarafından onl ara göklerin ve yerin işleyiş biçimleri, cennet, cehennem, öldükten sonra dirilme gibi husus lar apaçık göster ilmiştir. Konumları ve üstlendikleri görevleri gereği Allah onlara bu yakîn bilgisini öğretmiştir.
Hz. İbrahim o devrin bütün müminlerinden daha sağlam bir imana ve daha kuvvetli bir yakine sahipti. Allahu Teâlâ bunu bildiği halde sorması, onun vereceği cevabın bütün müminlere ilahi bir lütuf olması içindir.
Soru, muhatabı uyanık tutar, kendine getirir, konsantre eder.
Hz. İbrahim’in kalbi mutmain olunca, atası olduğu müminlerin de kalbi mutmain olacaktı. Allah ölüleri nasıl dirilttiğini anlatınca, bunu okuyan mümin gözleriyle görmüş gibi olacak ve inanacaktı.
Hz. İbrahim’in Rabbine soru yöneltmesi ve Allah’ın kendisine cevap vermesi, zaten yeterli bir iman delilidir. Fakat Hz. İbrahim, Allah’ın kudretini işlerken görmek, malumu müşahede etmek istedi. Bu hazzı tadarak iman doyumuna kavuşmak diledi. Çünkü görmek, aynel yakine vasıl eder, ilim aynel yakine ulaşmak için yeterli değildir. Aynel yakin olmadan sadece ilmel yakin kalp mutmainliğini sağlayamaz. Hz. İbrahim, bu mucize ile aynel yakin ve hakkal yakin mertebesine ulaşmıştı. Bu mertebeler arasında şu farklar vardır:
İlmel yakin: Haberlerden istifade edilen ilimdir.
Aynel yakin: Sözkonusu şeyi görmek ve gözünün önünde meydana gelmesi demektir.
Hakkal yakin: Yaşayarak bir şeyin hakikatini kavramaktır.
Bizler de şu anda cenneti, cehennemi ilme'l yakin ile biliyoruz. Sonra görülünce ayne'l yakin ile bilmiş olacağız. Cennet ehli cennete, cehennem ehli de cehenneme girince de hakka'l yakin olmuş olacak.
Cenâb-ı Hak Hz. İbrahim'e sevgisi sebebiyle sözlü bir misal değil, canlı bir örnek gösteriyor. Hz.İbrahim'e kendi 'Mümit' sıfatıyla tecelli edip, kuşları elleriyle öldürtüyor. Sonra dirilmelerine onun çağırmasını sebep kılarak 'Muhyi' sıfatıyla tecelli ediyor.
‘Onları kendine alıştır- فَصُرْهُنَّ ’ Yâni onlara iyice alış, duyularını onlar üzerine teksif ederek iyice onları tanı. Şekillerini, renkler ini, özelliklerini iyice öğren ki bunları başkaları ile karışt ırma. Dirilip yanına gelen bunlar mıydı? Yoksa başkaları mıydı? Bu konuda şüphen olmasın.
‘Onları kendine alıştır- فَصُرْهُنَّ ’ kelimesi, فَصُرَّهُنّ ، فَصَرَّهِنَّ gibi kıraatlerle de okunmuştur. Buna göre mana şöyle olur:
‘O kuşları kendine alıştır, onları toparla, yanına al ve incele ki; özelliklerini tafsilatıyla öğrenesin ve bunlar dirildikten sonra hiçbir parçanın kendi yerinden başka yere konmadığını göresin.’
İbrahim (as) dört kuş aldı, bunları iyice tanıdı. Sonra onları kesip etlerini birbirine karıştırar ak her bir parçasını bir dağ başına koydu. Sonra onları tekrar çağırdı. Kuş parçalarının birleşip, canlanmış olarak, dâvetine icâbet ettiklerini Hz. İbrahim gözleriyle gördü.
Bu işe kuşların tahsis edilmesi, kuşların insana daha yakın olmaları, hayvan özelliklerini daha fazla taşımaları, etlerini parçalamanın daha kolay olmasındandır. Hz. İbrahim (as)'in himmet ve gayesi, melekût alemine ulaşıp oraya yükselmekti. Bunun için onun mucizesi de, himmet ve gayreti doğrultusunda, ona benzer bir biçimde olmuştur.
Dört kuş
Hz. İbrahim’in aldığı bu dört kuşun, tavus, horoz, karga ve güvercin olduğu rivayet edilmiştir.Bu dört kuş, canlı ve bitkilerin bedenlerinin kendisinden meydana geldiği dört esas rükne (su, hava, toprak, ateşe) işarettir. Bu işaret fena fillah, beka billah olan ölmeden önce ölmenin, cemalullaha perde olan benliğin yok edilmesinin yolunu gösterir.
Sen, bu dört kuşu birbirinden ayırdedemediğin sürece, ruhun rubûbiyyet göklerine ve kudsiyyet aleminin safalarına uçamaz, yükselemez. İman, fıtrat çeşmesine musluk takmaktır. İlim, bu çeşmeden su akıtmaktır. Amel, bu suyu içmektir. İrfan, bu suyu insanın ve varlığın yararına kullanmaktır. İnsan ise, iman, ilim, amel ve irfanı, içindeki dört kuşun yerine koyabilendir.
İçinde dört kuş öter durur. Dördü de ayrı ayrı senin içinin tercümanı olur. Sen hâlâ bu dört kuşu besler durursun. Bilmezsin ki bu dört kuş, senin cennetini cehenneme çevirmektedir.
İbrahim ol ve bu kuşları öldür. Her birinin leşini bir dağın tepesine bırak. Bırak ki, gönül yurdun yeşersin, vatan olsun.
Önce şöhret tavusunu yok et. Tavus, insandaki zinet, makam ve yükselme sevgisine işarettir. Bu şöhret tutkun, bu baş olma sevdan seni daha nerelere kadar götürecek? Tavus kuşu kanatlarına bakarak gururlanır ve kendisinin nelere layık olduğunu düşünür. Bu nedenle ona karşı çıkanları güzellik düşmanı ilan eder. Bilmez ki, onun bu süslü kanatları, kendisine kurulan bir tuzaktır. Tavus kuşu rengârenk kanatları için avlanmaz mı?
Ne ki sende öne çıkmıştır, tuzağın da oradadır. Bülbülü de kafese koyan sesi değil midir? Şöhretlere bir bak, ne ile şöhret olmuşlarsa, sıkıntıları ve ecelleri de onunla olmuyor mu?
Öyleyse sana verilen yeteneğe dikkat et, o senin hem cennetin, hem de cehennemin olabilir. Ceyran ateş de olur, ışık da.
İçindeki tavusu bir dağın tepesine bırakmadan vadilere inme; inersen halkı fesada verirsin. Baş olma hırsıyla Yezid, Kerbela'da Hüseyin'i şehit etmedi mi? Şöhret, kanlı bir Kerbela'dır.
Yıllarca aradım bir iz, bir nişan
Oyaladı beni şöhret ile şan
Şimdi bir müflisim hâlim perişan
Ağla gözüm ağla, günah diz boyu
Seni kurtaracak nedâmet suyu. M. Kaya
İkinci olarak içindeki kargaya söz geçir. Karga, uzun ömür ister. (Zaten uzun ömürlüdür.) Gece gündüz uçup, çok soğuk günlerde bile bir şeyler toplama arzusundadır.
Oysa uzun ömür istemek şeytanın arzusudur. O da Allah'tan uzun ömür istememiş miydi? Şeytan: “Ya Rabbi, bana kıyamet gününe kadar ömür ve mühlet ver.” dedi. Keşke “Rabbimiz, tevbe ettik” deseydi. Allah, şeytana uzun ömür vermekle onu ödüllendirmiş mi oldu?
Allah'tan başkasını istemek senin ebedi ölümündür. Allah'tan başkasını isteyenin ömrünün uzun olması demek, onun daha çok alçalması demektir. Karganın uzun ömürlülüğü ona daha çok pislik yedirmemiş midir?
İçindeki horoza gelince, o, amansız şehvet düşkünüdür. İşi gücü elalemin tavuklarının peşine düşmek, onları kovalamaktır. Tavuk gördü mü dayanamaz.
Şeytan, Allah'tan, insanları avlamak ve onları doğru yoldan saptırmak için tuzak istedi. Allah, şeytana altın, gümüş, inci, elmas; at sürüleri; meyveler, şaraplar; elbiseler… verdi; ama şeytan yine yüzünü ekşitti.
Sonra Allah, insanın aklını alan şarabı, şarkıyı (çalgı) şeytanın önüne koydu. Şeytan biraz gülümsedi, ama yine de tam memnun olmadı.
Sonunda Allah, şeytana kadın güzelliğini gösterince, şeytan oynamaya başladı. Aklı, fikri alan, insanı kararsız hale getiren mahmur gözleri görünce şeytan, “tamam” dedi ve yerinden sevinçle fırladı.
Ey şehvetini yurt edinen, içinde yüzlerce horoz besleyen, şeytanı sürekli zıplatıyorsun. İçindeki şehvet horozunu terbiye et de özgürlüğüne kavuş. Yoksa şehveti özgürlük mü bellemişsin?
Şehvetini kırıp; hırsını yenmeden, başkaları için süslenmeyi terketmeden, kalbinde Allah'ın celâlinin nurlarından feyezan eden bir rahatlık duyamazsın.
İçindeki kaz hırsın da seni aldatmasın; dünyanı zindan etmesin. Çünkü her hırs, sonunda hüsranla biter. Hele içindeki hırsla (kaz) horoz bir araya gelmişse, aklının nurunu kaybedersin.
İçindeki kazlara kümes bul ki, gece uykuların kaçmasın.
Dünya hırsının ne büyük bir kaz olduğunu bir bilsen! Sen göklü düşüncelere sahip olmadıkça içindeki kazlar hep kanat çırpıp uçmayı deneyecek ve seni sürekli rahatsız edecektir. Mevlâna
Hırs gelir, göz kararır, hırs gider, yüz kararır.
Hırs geldi, gitti kelle, hırs gitti, hani kelle?
Kazlara dair...
Kazlar en zeki kuşlardan biridir. İyi bir hafızları vardır, gördükleri insanları asla unutmazlar. Durumlara göre kolayca uyum sağlarlar ve olayları iyi fark ederler, hayvanları ve insanları iyi izlerler. Kazlar tüy yeme, gagalama göstermezler. Diğer canlılarla aralarında iyi bir uyum vardır. Güçlü bir sürü içgüdüsü vardır, bir sürüden diğerine veya bir yerden bir yere çok iyi uyun sağlar. Çok iyi bir hafızaya sahip olduklarından barındıkları yerlerden 5 km veya daha fazla uzaklaşsalar bile akşamleyin eve kolayca dönebilirler. Bu onların yiyecek aramak için gün boyu seyahatler yapmasını sağlar. Yaşamak için çevresel faktörleri pek umursamazlar, sıcak Afrika ülkelerinden soğuk İskandinav ülkelerine kadar geniş bir alanda yetiştirilebilir. Fakat palazlarının ilk hafta içinde soğuktan korunması oldukça büyük önem taşır.
Yaşamları boyunca tek eşli yaşarlar. Eşleri ölen kazlar, eş seçimi için uzun yıllar bekleyebilir. Eşlerin birbirine bağlılığı oldukça fazladır. Hastalandıklarında birbirlerine bakarlar. Bataklıkların sığ yerlerine ya da tümseklere yuva yaparlar. Çoğunlukla suda yaşarlar.
Kazların en ilgi çekici yanı bitki tarımında yabancı otla mücadelede kullanılabilmeleridir. Kazlar, genç yabani otları tanıyarak, esas bitkilere zarar vermeden yerler. Böylece kazlar tarım ilacı kullanmadan bitkilerin yabancı ot mücadelesinde tarlalarda kullanılabilirler.
Kazların tüyleri ıslanmaz. Çünkü tüylerinde ıslanmalarını engelleyen bir yağ tabakası vardır. İç tüyleri ise onların soğuktan korunmasını sağlar. Kaz tüyleri insanlar için de cezbedicidir. Onları soğuktan koruyan iç tüylerini kışlık kabanlarda, yumuşak olduğu için de yorgan ve yastıklarda kullanırlar. Bazı bölgelerde bekçi olarak bile kullanılmıştır. Çünkü herhangi bir tehlike sezdiklerinde kornaya benzer sesler çıkarır, bir çeşit alarm verirler. Alarm vermekle kalmaz saldırganı kovalarlar ve bu kez tehlikeden değil sevinçten bağırırlar. Ortalama ömürleri 25 yıldır.
Kaz ve hırs
Kazın temel özelliği haris olmasıdır. Bu kuş azmanının boğazı bir an bile boş durmaz; kuru yaş ne bulursa yer, yiyemediğini de toprağa gömüp saklar. İnciden nohuta kadar boğazdan geçen ne varsa kursağını onlarla doldurur. Mevlânâ'ya göre bu yeme hırsının sebebi; kazın sahibine güvenmemesidir, onun kendisini doyurmayacağını vehmeder. Herkesi kendisi gibi tamahkar sandığından eline geçeni saklar. İşte kaz tabiatlı kişi de aynen böyledir. Rızıktan yana endişelidir, huzursuzdur. Bu yüzden kimseye bir şey veremez; kendi yediğini içtiğini ve sakladığını kâr bilir. Oysa mümin, kainatı yaratan Zat'ın bütün mahlukatın rızkına kefil olduğunu bilir ve bu güvenle sakindir, telaşsızdır. Gözü gönlü toktur.
Hırs, yetinme duygusunun azalması ve beklenti düzeyinin yükselmesidir. Dünya sevgisinin ve yalanın başıdır.
Hırs insana zarar verir, hata yapmasına neden olur. İnsan geçici şeylere hırlı olursa onun uğrunda maneviyatını, ahlakını, dinini, imanını, insanlığını, sadakatini kaybeder.
Hırsın en kötü yanı, insanı tamamen ele geçirebilmesidir. Ona kulak verip, peşinden giden, çoğu zaman kendisini çıkışı olmayan yollarda bulur.
Hırs insana yavaş yavaş etki eder. Önce enerji ve hareket kazandırır. Daha sonra etkisi altına alıp dizginleri ele geçirir. Hırs, insana ne olursa olsun başarmak zorunda olduğunu telkin eder. Başarıyı elde etmek için herşeyi yapmayı göze aldırır. Bazen yapılmayacak şeyleri yaptırır, başarı yolunda bunun normal olduğunu söyler.
Yapılan araştırmalara göre, kariyerleri için hırs yapan insanlar normal insanlara göre daha az yaşıyor.
Araştırma kapsamında 7 yıl boyunca 717 yetenekli genç, yetişkinliğine kadar takip edildi.
Katılımcılardan hırslı olanlar Harvard, Yale, Oxford, Stanford gibi iyi üniversiteleri kazandı. Fakat bu insanların okulda veya işlerinde başarı için çalışırken sağlıklarını ihmal ettikleri, bu yüzden de yaşıtlarına göre daha erken öldükleri açıklandı.
Bunun sebebi ise, lüks peşinde koşma, hızlı yaşantı, rekabetçilik, pahalı arabalar peşinde hırsla koşarken yaşanan stres. Stres beyindeki kimyasal dengeyi bozuyor. Mide, bağırsak, kalp gibi organları zayıflatıyor, omuz, bel, sırt ağrıları artıyor, tansiyon, kolesterol ve kan şekeri yükseliyor
Çalışmayı yürüten Profesörler, ailelerin çocuklarının hırsı üzerindeki etkisine dikkat çekerek “Ebeveynler her zaman çocuklarının daha iyi işlerde çalışmasını ister. Fakat çocuklarının mutluluğu her şeyden önemlidir. Sadece kariyer için, sağlılık ve mutluluk feda edilmemeli” dediler.
Hırsın tedavisi
Hırsın kötülüklerini, dini ve dünyevi yıkımlarını hatırlamalıdır. Dünyalığın helalinden hesap vereceğini, haramından ceza göreceğini, şüphelisinden dolayı azarlanacağını düşünmelidir.
İnsanoğlunun elinde bulunan şeylerin muayyen bir zaman için kendisine emânet edilmiş olduğunu, sonra emânet eden Zât-ı Bâri’nin bunları geri alacağını hissedip, kabul etmesi, sâdece bu hakikatlerin zihinlerde yer etmiş olması, beşeri hırs ve tamahın hiddetini dindirmeye, aşırı mal düşkünlüğünü yok etmeye kâfi bir teminattır.
Horoz ve şehvet
Horoz; şehvetin ve çok eşliliğin sembolüdür. Çünkü tek başına bir sürü tavuğa kocalık eder. Çoğu zaman diklenir, böbürlenir ve üstünlük taslar. «Horozlanmak» deyimi bu karakterde olanlar için kullanılır.
«Kart horoz» veya; «Horoz ölür, gözü çöplükte kalır» gibi deyimler; yaşlandığı hâlde, gözü hâlâ hovardalıkta olanlar için söylenir.
Şehvet; arzu, istek, temayül, aşırı sevgi, nefsin değer verdiği isteklerdir. Şehvet, insan nefsinin arzuladığı her şeyi içine almasına rağmen, daha çok cinsel arzu anlamında kullanılmaktadır.
İnsanlara şehvet verilmesi, Allah’ın helal nimetlerine karşı iştah duymaları ve neslin devamı içindir. Şayet Allah bu hissin içine lezzet koymasaydı insanlar doğum, çocuk yetiştirme gibi zahmetli şeylere katlanamaz ve insan nesli devam edemezdi. Neslin devamı için olan vazifeye karşılık dünyada insana bu ücret verilse de asıl ücret ahirette ihsan edilecektir.
Günaha ısrarın sebebi gaflet ve şehvettir. Gafletin zıddı ilim olduğu gibi, şehvetin zıddı da şehveti arttıran sebepleri yok etmeye sabırdır.
Karga ve tûl-i emel
Karga; «Tûl-i emel»in, sonu gelmez isteklerin ve boş hayallerin sembolüdür.
Hz. Nuh'un gemisinden gönderilip, kendisinden haber getirmesi istenmiş, insan cesetlerini yemeden, hemen dönmesi tenbih edilmişti. Ama o emri dinlemedi, Hz. Nuh'un 'Yüzün kara olsun! İnsanlar arasında sevimsiz ol!' bedduasını aldı.
Karga uzun ömürlü bir kuştur. Yüz elli sene yaşadığı söylenir. Rengi kara, sesi çirkin, leş ve pislik yiyen, eti yenmeyen, çok sevilmeyen bir kuştur.
Kargadan daha az ömre sahip olan insan, sanki bin yıl yaşayacakmış gibi emellere kapılır, hayaller kurar. Hangi yaşta olursa olsun ölmek istemez. Bugün yapması gereken işleri yarınlara erteler. Ne kadar yaşayacağını, gelecek günlerin neler getireceğini bilmediği hâlde, yarınlara bel bağlar. Oysa yarınlar; ihtiyarlık, hastalık ve acz günleridir.
İhmal ve tembellikle boşa harcanmış ve kötü yaşanmış bir ömrün faturasını, ihtiyarlık en ağır şekilde öder.
“Besle kargayı, oysun gözünü” derler. Aynen öyledir. Yıllarca ten kafesinde beslediğin «Tûl-i emel» kargası, gün gelir, aklın gözünü oyar, çıkarır, rûhu da kötürüm eder. Zira rûhun ayağı akıldır.
Tama, dünya lezzetlerini haram yollardan aramaya yol açan bir kalp hastalığıdır. Tama'nın en kötüsü, insanlardan beklemektir. Kibre, ucba sebep olan nâfile ibâdetleri ve âhireti unutturan mubâhları yapmak da tamadır.
Tama'nın tedavîsi; ölümü çokça hatırlamak, ebediyet yurdunun dünyada değil, ahirette bulunduğunu düşünmek, tama' hastalığının insanı cimriliğe, cimriliğin de kişiyi maddeye ve kula kul olmaya götüreceğini hesaplamaktır.
Aç gözlüdür nefis ne verirsen yer
Yedikçe semirir, daha var mı der
Dilersen önüne dünyaları ser
Günaha doyurup çatlatamazsın
Ne yaman sinsidir aldatamazsın. M. Kaya
Tavus ve şöhret sevgisi
Tâvus kuşu; «Hubb-i câh» da denilen makam ve mevki tutkusunun; şöhrete, süse ve geçici güzelliklere düşkünlüğün sembolüdür.
Tâvus, sülüngiller familyasından; tiz sesli, güzel tüylü, hindi büyüklüğünde bir kuştur. Özellikle erkeği; kuyruğunu bir yelpaze gibi açınca, gökkuşağını andıran bir renk armonisi meydana gelir.
Kuşlar arasında süslü tüyleri ile ayrı bir yeri olan tavus, ihtişamlı duruşu ile; «Var mı benim gibisi?» demek ister. Bundan dolayı; güzellik, servet, şöhret, mevki ve makam yüzünden şımaran ve üstünlük taslayan, hâsılı ne oldum delisi olan herkese örnek teşkil eder. Oysa onun teni de, ünü de, süsü de gelip geçicidir.
Şeytanın istilasına uğrayan bir kalpte, yedi başlı korkunç bir ejderha gibi yedi kötü huy vardır: Kibir, haset, öfke, riya, ucb, hubb-ı câh (makam sevgisi), hubb-ı dünya (mal ve dünyalık sevgisi). Hubb-ı câh, bu yedi hastalığın en masum görüneni, en sinsi ve hızlı büyüyeni, en tehlikelisidir.
İnsanlar nazarında itibar kazanmak, dünyevi menfaat elde etmek için bir mevkiye, makama gelmeyi istemek, bunun için her yolu mübah görmek şöhret sevgisidir.
• Âyetteki "Her bir dağın üzerine" sözünün zahirine göre, bahse-dilen her bir dağ, dünyanın bütün dağlarıdır. Sanki şöyle denilmiştir: "O kuşların parçalarını, dağıtabildiğin kadar, her bir dağın tepesine dağıt."
• Bahsedilen dört kuşa ve dört ana yöne (doğu, batı, kuzey ve güneye) göre, bunun dört dağ olması mümkündür.
• Hz. İbrahim (as)'in görebildiği ve kuşları çağırabileceği dağ-lardan bahsedilmektedir. Çağırma ise ancak görme ile tamam olur. Hz.İbrahim'in görebildiği dağlar da yedi tanedir.
Hz. İbrahim, parçaladığı kuşlara seslenmiş,
- Haydi Allah’ın izniyle gelin! demişti. Bunun üzerine o kuşların parçaları uçuşmaya başladı, önce parçalar birleşerek bedenleri meydana getirdi, sonra her beden kendi başıyla birleşti, her kuş eski halini buldu.
Bu kıssa Hz. İbrahim’in faziletine, duadaki tevazusunun bereketine ve dilek edebinin güzelliğine delildir. Allahu Teâlâ Hz. İbrahim’e dilediği şeyi anında, olabildiğince en kolay yoldan gösterdi, Üzeyr aleyhisselam’a ise yüz sene ölü bıraktıktan sonra dilediğini gösterdi.
Üzeyr aleyhisselam’ın kıssasında, dua eden duanın edep ve şartlarına riayet ettiği zaman, duasının meşakkat çekmeden süratle hemen kabul edileceğine, duanın edep ve şartlarına riayeti terk ettiği zaman ise meşakkate uğrayıp, zahmet çekeceğine, duasının hemen kabul edilmeyip, icabetin gecikeceğine tenbih vardır.
Hz. İbrahim, ölülerin diriltilmesini görmek isteyince ‘Ya Rabbi’ diyerek sena ile duaya başladı. Sonra ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini istedi. Allahu Teâlâ da hiç geciktirmeden hemen duasını kabul etti. Ölüleri diriltme işini kendi üzerinde değil de, başka şeylerde, kuşların üzerinde ona gösterdi.
Üzeyr aleyhisselam ise ‘Bu ölümünden sonra Allah bunu nerden diriltecek?’ dedi. Onun bu şekilde sorması üzerine Allahu Teâlâ şehrin imarını ölümü üzerinden yüz yıl geçtikten sonra bizzat onun kendi nefsinde gösterdi.
Te'vilâtı'n Necmiyye'den
Bu ayetteki işari mana, kalbin cehaletten dirilişini temsil eder.
Halil aleyhisselam ilmi yakin ve müşahede için bu soruyu sormuştu. Kalp, arş mesabesindedir. Kuşlar cisim kafesindeki dört gayb kuşudur: Akıl, kalp, nefis ve ruhtur. Akıl kuşunu melekût kapısında muhabbet bıçağı ile kes. Kalp kuşunu ceberut kapısında şevk bıçağı ile kes. Nefis kuşunu ferdaniyet meydanında aşk bıçağı ile kes. Ruh kuşunu Rabbani sırlar sahrasında acz bıçağı ile kes.
Sonra aklı azamet dağına koy. Üzerine sultani nur biriksin. Onunla mevsuf olsun ki fenadan sonra beni idrak edebilsin.
Kalbi kibriya dağına koy, kudsümün semasında muhabbet nurunu sarf ile tefekkürün ba'sında mevsuf olsun.
Nefsi izzet dağına koy ki ona azamet nurunu giydireyim. Rububiyetimin üzerine ceryanı zamanında mutmain olsun, ubudiyette benimle nizalaşmasın. Benden rububiyet vasfını talep etmesin.
Ruhu cemali ezeli dağı üzerine koy ki, ona nuru'lnur, izzü'l iz, kudsu'l kuds nurlarını artırayım. Sekr halinde mutmain ve bast halinde olsun. Aşk sahasında tecelliyatta, derinlikte, genişlikte mutmain olsun.
Sonra aşk sırrının sesiyle onlara nida et. Ehadiyet cemaliyle sırf ubudiyete koşup gelsinler. Bil ki Allah azizdir, seni bu manaları bilmen, kadim sıfatlarına muttali olman sebebiyle aziz eder. Batınının sırlarına garip tecellilerle zuhurda hakîmdir.
Nefsin dört sıfatı vardır: Rububiyet, behimiyet, sebuiyet, şeytaniyet. Bütün kötülüklerin ana kaynağı bu dört vasıftır.
Biz de bunları terbiye etmekle emrolunduk. 'Kalplerinde hastalık vardır' ayetinde işaret edilen hastalık bunlardır.
✽ 'اِذْ' edatlarının altında her zaman 'اُذْكُرْ' fiili gizlidir. Burada da Hz. İbrahim'in kıssasına başlarken gelen 'اِذْ' edatı, bu büyük peygamberi hatırlayıp, onun kıssasından gereken dersi almamızı bildirir.
✽ "رَبِّ -Rabbim" diye başlayan cümle aslında nida cümlesidir. Çoğu zaman nida edatı hazfedilir. Nidanın ifade ettiği uzaklık manasını giderip, Cenab-ı Hakk'a yakın olmayı ifade eder. Bu ayette nidadan gaye temennidir.
✽ Ayet-i kerimede tibak sanatı vardır. Tibak lugatta uyum, münasebet, benzerlik demektir. Istılahta iki zıd şeyin bir arada zikredilmesidir. Tibak dört kısımdır:
• İki kelimenin ikisinin de isim olması
• İki kelimenin ikisinin de fiil olması
• İki kelimenin harf olmasıdır.
• İki kelimenin birinin isim, birinin fiil olmasıdır.
✽ Bu ayette تُحْـيِ fiili ve الْمَوْتٰى ismi arasında bu tibak vardır. Olumsuzluk edatı bulunmadığından tibak-ı icabtır.
✽ Allahu Teâlâ Hz. İbrahim'in bu soruyu neden sorduğunu, inanıp-inanmadığını biliyordu. 'İnanmadın mı?' istifhamı tecahül-ü ariftir.
✽ جَبَل ve جَعَلَ kelimeleri arasında tek harf farklıdır, cinas-ı nakıstır. Mahreç yakınlığı olmadığı için cinas-ı müzariye lahıktır.
✽ لِيَطْمَئِنَّ fiili rubai mezidden lazımın mübalağası için gelen 'ikşearra' babındandır. Tazammuniyesi ile, Hz. İbrahim'in bu olayla kalbinin çok çok yatışacağını bildiğini gösterir.
✽ 'Kalbim mutmain olsun diye' cümlesi alete isnaddır. Kalp, iman etme aracıdır.
✽ طَمْأَنَ fiili lugatta, bir şeyi kararlaştırıp oturaklı kılmak, teskin etmek, muzdarip ve rahatsızken sakinlemek, rahat olmak demektir. Kalbin imanla huzura ermesi, sarsıntının sona erip sabitleşmesine benzetildi. İstiare-i tebaiyedir. Camisi; güven ve muhafazadır.
✽ 'Onları kendine alıştır, sonra her bir dağın üzerine onlardan bir parça koy' cümlesinde icazı hazıf vardır. 'Onları kesip, parçala' cümlesi mahzuftur.
✽ 'Sana koşarak gelir' cümlesinde سَعْياً kelimesi, 'Uçarak' manasında istiare-i tebaiyedir. Camisi hızdır.
✽ 'Bil ki Allah aziz ve hakimdir' cümlesi tecriddir, itnabtan tezyildir, mesel tarikına cari değildir.
261-Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak veren ve her başağında yüz dane buluna bir tohuma benzer. Allah dilediğine kat kat arttırır. Allah (cc) ihsanı bol olan, her şeyi daima bilendir.
Önceki ayette tevhid, kıyamet, haşr-neşr gibi itikadi meseleleri beyan ettiği gibi, bu ayette de füruatla, amelle alakalı hükümleri beyan etmiştir.
Allah yolunda infak etmek, Allah (cc)’a ve ahirete inanmanın en büyük delilidir. Çünkü insan mala düşkün ve cimri, tutucu bir tıynettedir. Karşılığı olmayan şeye bile bile mal harcamaz. Ancak karşılığının kat kat olacağını bilir, inanırsa, o zaman kesenin ağzını açar. Bu nedenle Efendimiz (sav) ‘Cimrinin imanı yoktur’ buyurmuştur. Yani cimri ancak yerinin doldurulacağına, hatta fazla verileceğine inanırsa verir, demektir.
Nasıl ki sonu felaket olmasına rağmen malının artırıldığını gören insanlar akın akın faize koşar, kimi haramlığına inanmadan, kimi de inancını geride bırakarak koşar. Allah’a âhirete inanmayan, hesap, mizan tasası taşımayan kimse, sadece acilen malının artmasını düşünür. Artışın nereden hangi sebeplerle olduğunu aklına bile getirmez, getirmek istemez. Dinlediği faiz reklamları şevkine şevk katar. Paramı faize verir, kendim yatarım aşağı keyfime bakarım, neden çalışacakmışım, diye canavarın ağzına sığınır.
Bırak başkasının sonunu, kendi sonunu bile düşünmez. Bilmez ki bugün dairesini satıp faize koysa, birkaç yıl sonra anaparasıyla bir tuvalet yeri kadar bir yer bile alamayacak... Biley taşına dilini sürüp kendi kanıyla beslendiğini sanan, sonra da kan kaybından canını kaybeden kedi gibi.
Biri ev almak için bankadan faizli kredi çeker, diğeri yatırdığı paradan faiz çeker; böylece faizli sistem fakirden alır, zengine verir. Netice olarak her iki taraf mağdur olur.
Yüce Mevla, ‘Allah faizi mahveder, sadakayı bereketlendirir’ buyruğuyla kulları uyarır, ikaz eder. Bu ayetlerde sadakayı nasıl bereketlendirdiğini açıklamak üzere bir temsil verir.
Din yolunda infak edenin hali ve sevabı, yedi başak veren, her başakta yüz buğday veren dâneye benzetilir. Biz bu bereketi hemen hemen bütün ağaçlarda da görüyoruz. Atılan bir elma çekirdeği koca bir ağaç olup binlerce elma verir. Verilen tohumu da içinde tohum olarak biriktirip sahibine iade eder. Tıpkı Yusuf’un, kardeşlerinin getirdiği sermaye paralarını çuvallarına koyup gizlice iade ettiği gibi.
Ayette bahsedilen bir daneden 700 dane olması, hem hakikat, hem mecaz olarak istiare-i vefakiyedir. Çünkü ‘Cavrus’ cinsi tohumun başağında bu husus görülmüştür.
İstiare-i temsiliye, akliyeyi hissiyeyle anlatır, tecessüm sanatıdır.
Ayetin öncesi ile münasebeti
Cenab-ı Hak, infâka teşvik ettiği kimseye şöyle demektedir: "Benim yarattığımı ve hayat ile kudret vererek sana olan nimetimi tamamladığımı anladın, mükâfaat ve ceza verebileceğimi öğrendin. O hâlde, bütün bunları bilmen, malını Allah yolunda infâk etmene sebep olsun. Çünkü Allah az bir şeye, büyük mükâfatla karşılık verir."
Bu ibarede bir hazıf vardır. Çünkü mallarını infak edenler hayat sahibidir, camidattan olan taneye benzetilmez. Mallarını infak edenlerin infakları taneye benzetilmektedir.
Veya; “Mallarını infak edenlerin hali, bir tohumu ekenin hali gibidir.”
Mallarını infak edenlerin durumu, bir tohum tanesine benzer ki, o tohum bir gövde çıkarır. Bu gövde yedi sürgün verir. Her sürgünde ise bir başak, her başakta da yüz tane olur. Gerçekten verimli topraklarda mısır ve darıda bunun kadar, hatta daha fazlasına rastlandığı olur. Bu temsil, bereketi göz önünde canlandıran bir tecessümdür.
Bu ifadeden, matematiksel olarak bir tek tanenin yediyüz taneye katlanması anlamı çıkmaktadır. İfadenin sunduğu manzara ise, gelişen, canlı bir tabiat sahnesidir... Sonra bitkiler aleminden harika bir sahnedir; yedi başak taşıyan bir sap. Ve yüz taneyi içeren bir başak... Ayet-i Kerime, beşer vicdanına, aslında vermeyip aldıklarını, mallarında herhangi bir eksilme olmadığını, aksine arttığını göstermektedir.
Âyet-i kerîmede Allah yolunda infak edenlerin sevaplarının kat kat artırılacağı anlatılıyor. Hattâ bir iyiliğin karşılığının yedi yüze kadar çıkartılacağına dair bir misal veriliyor. Daha sonra bir amel ve o ameli işleyenlerin o ameli işlerken taşıdıkları ihlâs ve samimiyetlerine göre kat kat artırılacağı anlatılıyor. Yâni yapılan infakın değeri, karşı lığında takdir edilecek mükâfat o infakın ferdin, toplumun ve ümmetin problemlerine, sıkıntılarına ne ölçüde çözüm getirdiğiyle orantılıdır. İnfakın sevabı giderilen ihtiyaçla orantılıdır.
İnfak, infak edilen şeyin hacmi, azlığı, çokluğuyla ilgili değildir. Bir çuval hurması olup da bunun yüz tanesini infak eden kişiyle bir tek hurması olup, ona ihtiyacı varken bölüp yar ısını infak eden kişi elbette bir değildir. İnfakın mük âfatı, azlık-çokluğa göre değil, giderilen sıkıntının büyüklüğüne göredir.
Mü’minler infak için bir taneyi bile küçük görmem eli ve onu Allah adına harcamayarak Allah’tan kıskanmamalıdır. ‘Elimde bir ta nem var onu da harcarsam yok olup gidecek’ dem emelidir.
Âyetin hükmüne, Hz. Peygamber (sav) ile birlikte hicret, nefse ve başkalarına karşı cihâd, malını sadaka vererek harcama ve faydalı işlerde infâk etmesindeki bütün farz ve nafile harcamaları girer.
Buğday Hakkında
Buğday tanesinde yüksek miktarda kalsiyum ve çinko minarelleri bulunur. Cilt ve saç yapısını destekler, kansızlığa karşı etkilidir. B grubu vitaminleri açısından da zengindir. Lifli dokusuyla, sindirim dostudur. Buğday yağı, kırışıklıkları azaltır. Bağırsak tembelliğinin önüne geçer ve kabızlığı önler. Mideyi korur. Etkili bir antioksidandır. Kalp ve damar sağlığını korur. Kandaki toksinleri temizler.
Evde yetiştirilecek buğdayın uzayan çimlerinden elde edilen buğday çimi suyu da şifa kaynağıdır. Bağışıklığı güçlendirir, kanı temizler, damarların açılmasını sağlar ve hücreleri yeniler. Buğday çimi, bol klorofil maddesi, 100 kadar vitamin, mineral ve besin maddesi içerir.
Taze olarak kullanılan buğday çiminde, aynı ağırlıktaki portakaldan 60 kez daha fazla C vitamini ve aynı ağırlıktaki ıspanaktan 8 kat fazla demir bulunur.
Buğday çimi, sıvı oksijenle doludur, doğanın en güçlü anti kanseri olan ‘laetril’ içermektedir.
Buğday çimi suyu, diyet yapan kişilerin vücudundaki yağ yakışını hızlandırır. Buğday suyu kaynatılıp içildiğinde zihni yorgunluğu giderir, kuvvetlendirir, sinirleri teskin eder. Bağırsak kanserini önlemeye yardımcı olur.
İnsanların ihlası, çektikleri zahmetler, en güzel zamanda ve en gerekli yerlere vermeleri sebebiyle mükafatları kat kat olur.
Bu bahçe misali, infak eden insanın infakının kat kat artacağını zihninde şekillendirip, canlandırır. Bu misali okuyan insanın gözünde, bir taneden yüz tane başak çıkıp katmerleşir. İnfak edenin içindeki cömertlik kuvvetlenir, infaka daha çok bağlanır.
Allah'ın kat kat vermesi, rahmetine ve meşietine göredir. Her infak edene aynı şekilde karşılık verilmez. İnfak edenin ve infak edilen kişinin haline, nefsindeki infak sıfatına, ihtiyacın şiddetine, faydanın büyüklüğüne, davranışın güzelliğine göre değişir.
Allahu Teâlâ normalde herkesin rızkını verir. Genişlik-darlık mecazi rızıktadır. Hakiki rızıkta eşittir. Zenginliği sadece parasal olarak değerlendirmek eksik bir bakıştır. Sıhhat, akıl, şahsiyet, soyluluk, dindarlık, beden kuvveti, akıl gücü, feraset, iyi niyet, kanaat, ilim gibi birçok zenginlik türleri vardır. Allahu Teâlâ herkese farklı zenginlik vermiştir.
Dünya nüfusunun hızla artması, tarım alanlarının tükenmesi, buğday araştırmalarını yüksek verim üzerine yoğunlaştırdı.
Buğday üretiminde dünya geneli açısından bugün ciddi bir sorun gözükmüyor. Ancak bu düzeyde üretim yapılmaya devam edildiği takdirde yirmi yıl içinde buğday üretiminde yeni bir devrime ihtiyaç duyulabilir.
Bu ayette geçen buğday misali, yetiştirilen buğdaydan kat kat verim alınacağına dair bir müjde vermektedir. Araştırmalar tarım tekniklerinin birleştirilmesiyle başak ve başakta tane sayısının artırılarak, yalnız bitkisel besinle dünyada on beş milyar insana gıda sağlanabileceğini ortaya koyuyor. Biyoteknolojik gelişmelerin sağladığı kolaylıkla özellikle farklı cins ve türlerden gen aktarımıyla ikinci bir yeşil devrime kapı aralanabilir.
İnfak
İnfak ederken, öncelikle dünyaya değer vermeyen takva sahiplerini aramalıdır. Takva sahibi, aldığı zekatı ve sadakayı takvasına yardımcı olacak şekilde kullanır, sadakayı veren de onun yaptığı taate ortak olur. Sonra ilim sahiplerini aramalıdır. Kur'an talebesine infak ile, onun ilmi çalışmasına yardım edilmiş olur.
Niyet düzgün olduğu zaman ilim ibadetlerin en şereflisidir. Sonra dindar kimseleri araştırmalıdır. İyiliğin bunlara yapılması, isteyenlere vermekten kat kat daha sevaptır. Zekat ve sadaka verilecek kimsenin, hastalık veya başka sebeple, geçimini temine gücünün yetmemesi lazımdır. Akrabalar yardımda öne alınmalıdır. Böylece onlara hem yardım edilmiş, hem de sıla-i rahim görevi yerine getirilmiş olur. İyi kimseler de tanıdık kimselerden öne alınır. Bu şartlar yerine getirilirse büyük nimettir.
Her ne kadar zahirde bilinen infak, mal vermek ise de bazen infak ile; nefsi ve bedeni gayret sarf ederek, düşmanla mücadele, nefsin heva ve hevesleriyle mücahede etmek ve diğer ibadetleri ifa etmek de murad edilir.
İnfak edenin sevabını arttıran sebepler:
1- İnfak edenin niyeti
2- İnfakın miktarı
3- İnfak ettiği malı tahsil ediş keyfiyeti
4- İhlası
Kim temiz ve helal kazancından bir hurma değerinde sadaka verirse ki; Allah ancak temiz ve helal şeyleri kabul eder, Allah bunu sağ eliyle (kudretiyle) alır. Sonra onu sahibi için büyütür. Sizden birinizin sahibi için tayını besleyip büyüttüğü gibi. O sadakalar dağ gibi oluncaya kadar artar. Hadis-i Şerif
Müminin sadakası sahibinden dünyanın afetlerini, kabrin fitnesini ve kıyamet gününün azabını def eder. Hadis-i Şerif
Parayla yapılabilecek iş için canını tehlikeye atma. Sadi
Günahlar ancak helal maldan infakla temizlenir. S. Sevri
Çoğa sahip olan değil, çoğu veren zengindir.
İnfak iki mertebedir:
1- Avamın infakı; mal iledir. Sevabı cennettir.
2- Havassın infakı; nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmekle halini ıslah etmektir. Melikü’l müteal hazretlerinin yoluna mal infak etmekle, mal sevgisini kalbinden çıkarıp cennette şerefe nail oluncaya kadar kalbini saf, duru bir hale getirmek, Allahu Teâlâ katında hüsrana uğrayanlardan olmayıncaya kadar cimrilikten kaçınmaktır.
Ayeti kerimenin Vasi ve Alim isimleriyle bitirilmesi, siyakına (öncesine) son derece uygundur. Bu isimler getirildi ki, kul bu kat kat vermeyi uzak görmesin, yaptığı iyilikte içine darlık gelmesin.
Allah Vasidir, hazineleri doludur, istediğine bol bol verir. Vermesi, zenginliği ve fadlı geniş olandır, genişlik sahibidir. Dilediğine dilediği kadar kat kat ve hesapsız verendir.
Allah Alîmdir. Kime ne kadar vereceğini çok iyi bilendir. Verenin verirken hangi şartlarda ve ne niyetle verdiğini en ince teferruatına kadar bilendir. Verene vereceğini nasıl takdir edeceğini bilir, verilmesi zararlı olacak kimseye vermez.
Bununla birlikte, her infakın böyle kat kat arttırılacağı zannedilmesin. Allah onun niyetini, buna ehil olup olmadığını bilir, ona göre arttırır.
Bu çoğaltma Allah'ın keremi ve fadlındandır. O'nun hikmetinde hiçbir noksanlık yoktur. Vermesi de, men etmesi de, fadlını, vasiliğini, rahmetini zayi etmez. Hepsi hikmeti ve ilmi iledir.
Allah’ın (cc) kudreti, rahmeti, bütün sıfatlarının genişliği ve tükenmezliği, her zerrede görülür. İnsan kendi varlığında bu yüce sıfatların izlerini, nişanlarını daha iyi görebilir. Meselâ, insanların sesleri, konuşmaları, sîmâları, tavırları birbirlerinden hep farklıdır. Bütün insanlar aynı madde ve aynı unsurdan yaratıldıkları halde, birbirinin tamâmıyla aynı olarak iki ses işitilemez. Birbirinin tamâmıyla aynı iki sîmâ görülmez. Yeryüzünde yaşayan milyonlarca insanlardan sûreti, sîreti, tavrı tamâmen benzeyen iki insan bulunamaz.
Bir de Allah'ın 'Vâsi' ismini yansıtan kullar vardır. Bilgisi geniş, ihtisas sâhipleridir, bilgilerinden herkes faydalanır. Çok zengin ve merhametli insanlar vardır, gönülleri deniz kadar geniştir. Denizlere bir çok süprüntü ve daha başka kirli şeyler atıldığı halde bulanmadığı gibi, bu insanlar da terbiyesiz ve münâsebetsiz hareketlerle karşılaşınca birden hiddetlenmezler. Tahammülleri geniştir, âkılâne ve hâkimâne davranır, bir çok yolsuzların yola gelmesine sebep olurlar.
Eğer Allah (cc), insanlarda El-Vâsî isminin izlerini bu sûretle göstermemiş olsaydı, insanlar içinde yüksek mütehassıslar yetişmez, eli cömertler görülmez, geniş yürekli insanlar bulunmazdı. Onlar vesilesiyle elde edilen faydalar hâsıl olmazdı.
Dolayısıyla; fayda verenlerle fayda görenlerin hep berâber Allah’a yönelip, bu nimetinden dolayı hamd-ü senâ etmeleri gerekir. Ne yazık ki, bu gün dünya Allah’ı unutmuş, nimete nâil olanlar azmış, tuğyan etmiş, diğerleri de onlara boyun eğmiş, bu genişliğin hakiki sahibini, Allah’ı bilenler hor ve hakir kalmıştır.
Bu ismin kemali, her şeyi tam manasıyla bilmekle, yani dışını, içini, inceliğini, açıklığını, önünü, sonunu, başlangıcını ve bitimini bilmekle olur.
Allah (cc) her şeyi işitir, görür, bilir, göklerde ve yerde hardal tanesi kadar bir şey dahi O’na gizli kalmaz, hain gözleri ve kalplerin gizlediklerini bilir.
Kulun bunu bilmesi, lisanını, uzuvlarını, aklına gelebilecek ve Allah’ın razı olmadığı her şeyden korunma hususunda olgunlaştırır. Azalarının Allah (cc)’ın sevdiği ve razı olduğu şeylere sarılması hususunda onu ilerletir. Bu ise batıni olarak kulu haya yönünden olgunlaştırır. Bu haya ise onun haramlardan, kabahatlerden kaçınmasını sağlar. Allah (cc)’ın kendi durumunu bildiğini bilen kimse, içinde bulunduğu duruma sabreder. O’nun verdiklerine şükreder, çirkinlikler ve yanlışlıklardan kaçınır.
✽ 'Mallarını infak ederler' cümlesinde 'Mal' sebep, müsebbep olan 'para' kastedilmiştir.
✽ 'فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ Allah yolunda' izafeti, infakın sevabı celb etmesi için Allah yolunda yapılması gerektiğini bildirir. Mefhum-u muhalefeti ile, başka yollarda harcayanların misali, hiçbir ürün vermeyen verimsiz bir ekindir.
✽ كَمَثَلِ حَبَّةٍ اَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ Yedi başak bitiren bir tohum gibidir. حَبَّةٍ 'in nekre gelmesi, taklil bildirir. Verilen şey, küçücük bir taneye benzetilmiş. Verenin verdiğini büyütmemesine işarettir. Yine nekrenin tazim manasıyla da alanın küçümsemeyip nankörlük yapmamasına işarettir.
✽ اَنْبَتَتْ fiilinin taneye isnad edilmesi mecazidir. (Bitirme fiilinin toprağa isnad edilmesi gibi.) Çünkü hakikatte bitiren Allahu Teâlâ’dır.
✽ سَبْعَ سَنَابِلَ Yedi başak, çokluktan kinayedir. Arapça'da yedi rakamı sonsuzluk manasına gelir. Makam çokluk ifade ettiği için, 'Başak' kelimesi cemi kesret kalıbıyla geldi. Hz. Yusuf'a tabir etmesi için anlatılan melikin rüyasında ise kesret söz konusu olmadığından وَسَبْعَ سُنْبُلَاتٍ şeklinde cemi kıllet kalıbıyla gelmişti.
✽ Bu temsil, bereketi göz önünde canlandıran bir tecessümdür.
✽ Teşbih hakkında farklı açıklamalar vardır:
1- İnfak edenin kendisi taneye benzetildi. Nasıl ki toprağa atılan tohum kendi kabuğundan sıyrılarak toprağa kök salar, toprakla bütünleşir, ona karışır. Eski karakterini bırakıp toprakta yeni bir varlığa dönüşür. Bu yeni varlık eski halinden çok daha büyüktür, gelişmiştir. İnfak eden insan da kendi küçük bencil kabuğundan kurtulmuş, dimdik yepyeni bir kişi olmuştur. Ufak, belirsiz bir tohumken kimse onu fark edemezdi. Ama çoğalınca herkesin görüp beğendiği, imrendiği bir hale gelmiştir.
2- İnfak eden, tohumu ekene benzetildi. Vech-i şebesi; bereket, nemalanma, azın çoğalması, fayda ve doğallık.
Burada ayrı ayrı dört unsur vardır: İnfak eden, infak edilen nafaka, tohum saçan, tohum.
Bu unsurlardan en mühim olanlar zikredilmiştir. İnfak eden: Zaten teşbihin maksadı onun halini bildirmekti. Lafız kendisine delalet ettiği için infak edilen nafaka zikredilmedi.
Tohum: Çünkü tohum, kat kat artışın gerçekleştiği mahaldir. Bunda da tohumu saçanı zikretmedi, çünkü teşbihin maksadı onun anlatılması değildir..
✽ Tohum ve sünbül kelimeleri arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ İnfak kelimesinin sözlük anlamlarından biri de kanal açmak'tır. Tohum ziraati de toprakla alakalıdır. Her ikisi de işi ciddiye almak, çalışmak, üretmek, çoğaltmak ve dağıtmak ortak noktalarında birleşiyor.
- Tohum ne kadar kaliteli olursa, yetişen bitki de o kadar verimli olur. İnfak edenin de sevabını tam alabilmesi, infaktan beklenen sosyal faydanın tam sağlanması için helalinden infak etmelidir.
- Bir tohumun yetişmesi için; öncelikle güneş ısısı gerekir. İnsan da Allah muhabbeti ile, şefkat güneşi ile insanlara verdiğini ısıtmalıdır.
- Tohum için yağmur gerekir. İnfak eden verdiğine güvenmemeli, 'Kabul olunmayabilir' endişesi ile, gözyaşı ve dua ile sulamalıdır.
- Tohumun yetişmesi için biraz zaman geçmesi, bir kış beklenmesi gerekir. İnfakın da bereketi hemen görülmeyebilir. Geç de olsa o berekete mutlaka ulaşılacaktır.
- Buğday tarlaya tek başına bir tane ekilmez. Çok çok ekilir. Tazammuni olarak infakların çok olmasına işarettir.
- İnfakın tohumla teşbih yapılması, yenilebilen veya vücuda, bedene faydalı şeylerin verilmesine zımnen teşvik olabilir.
✽ سَبْعَ ,سَنَابِلَ, سَبٖيلِ kelimeleri arasında cinası nakıs vardır. 'Yedi' ve 'Yüz' rakamları arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ 'Allah dilediğine kat kat verir' mefhum-u muhalefeti; dilemediğine artırmaz, demektir. Bu da zenginlik-fakirlik dengesini ortaya çıkarır.
262-Mallarını Allah yoluna sarf edip ardından başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin Rableri katında mükafatları vardır, onlara korku yoktur. Üzülmeyeceklerdir de.
Önceki ayet, infakın sevabını, mükafatını çok güzel bir istiare ile beyan etmişti. Bu ayette, bu kıymetli amelin yerini bulmasını, boşa çıkmaması için nelere dikkat edilmesi gerektiğini beyan buyuruyor.
Yapılan iyilik başa kakılırsa, fakir rencide olur, gönlü kırılır, maddi ihtiyacını temin ederken maneviyatı zedelenmiş, aşağılık kompleksine sokulmuş olur. Bu durumda ya donuk sönük bir şahsiyet olur, ya da tahakküm altına girmemek için küstahlaşır, nankörleşir, kadir-kıymet bilmez bir hale gelir.
İnfak eden de, başa kakmakla hem haram işlemiş olur, hem de infakının sevabından, bereketinden mahrum olur.
Eziyet etmeye gelince, o da sözle, fiille, davranışla, göz ucuyla, bakışla, jest ve mimikle fakiri üzer, gücendirir, hayatından bezdirip isyana ve kötü alışkanlıklara iter. Horlama ve kınama neticesi infak eden, kendini bela ve sıkıntılara duçar eder.
İnsanın geçici ve emanet olarak verilen mal, mülk, makamı, daimi ebedi sanması aşırı hırs ile ölümü, hesabı unutması bu durumu ortaya çıkarır.
Bir başka sebep de sahip olduğu şeylerle kibirlenip şımarmasıdır. Fakiri, muhtacı aşağı görmesidir. Rızkın Allah (cc) tarafından ezeli bir taksimle verildiğini, kendine fazla verilen malın içinde fakirin hakkı olduğunu ‘verin ve eşit olun' (Nahl, 71) emrini unutması, görmezden gelmesi, en zayıf ihtimalle de bilmemesindendir.
'Onlara korku yoktur, mahzun da olmazlar.'
Cömertlikle cesaret ikiz kardeştir birbirinden ayrılmaz. Biri olmazsa öbürünün olması mümkün değildir. Cömert insan nefsin ve şeytanın kendisini fakirlikle korkutmasına kulak asmaz. Hazinelerin sahibi olan Rabbine imanı ve güveni tamdır. O'nun hazinesi ne biter ne de tükenir. Rabbini tanıyan, inanan, seven kimse asla Allah (cc) için verdiği sadakanın, yaptığı hayrın boşa çıkmayacağına, verdiğinin yerinin hemen doldurulacağına, mükafatın dünya ve ahirette kat kat olacağına inanır ve verir.
Allah'a itaat ve ibadet mahiyetinde olan, İslâm'a ve müslümanlara fayda sağlayan her harcama "Allah yolundadır". Bunların en faziletlisi de İslâm'a güç kazandırmak, onu koruyup geliştirmek, ülkeyi savunmak için cihada yapılan harcamalardır. Cihad için infak yapanların sevabı, bire yedi yüz veren buğday örneği ile açıklanmıştır. Genellikle iyiliklerin sevabı bire on olduğu halde "Allah yolunda infak yapma"nın sevabının bire yedi yüz oluşu hem önemli bir teşviktir, hem de bu ibadetin diğerlerinden daha zor olduğunu gösterir.
Ey kulum! Benim rızam için sana verdiğim şeylerden infak eyle, yolumda sarf et ki, Ben de sana ihsanımı arttırayım. Sen elini açık tutarsan, Ben rızkını genişletirim. Cimrilik yaparsan rızkını daraltırım. Gönderdiğim malları biriktirip hazine yaparsan Ben de sana göndermem. Hadis-i Kudsi
Allah’ın insanların ihtiyacı için yarattığı kulları vardır. İnsanların ihtiyacını onlar vasıtasıyla karşılar. Bunlar kıyamet gününün dehşetinden emindirler. Hadis-i Şerif
Kulun mizanına koyulacak ilk şey, ailesi için harcadıkları(nın sevabı)dır. Hadis-i Şerif
Dünyadaki en varlıklı 225 kişinin toplam servetinin, sadece % 4'ü ile bütün dünya nüfusunun, asgarî gıda, su ve sağlık ihtiyaçları karşılanabilir. Amerika ve Avrupa'da bir yılda sadece parfümler için harcanan toplam para ile, dünya nüfusunun gıda problemi önemli ölçüde çözülebilir. 2000 yılı itibariyle dünyada silahlanmaya harcanan paranın % 1'i bile, açlık meselesini ortadan kaldırabilir.
Minnet; lugatta in'am etmek, nimet vermek demektir. Allahu Teâlâ, “nimet” verenler manasında “Mennan” diye vasfedilmiştir.
Bir diğer anlamı da hakkı eksiltmek, noksanlaştırmak demektir. Ömürleri eksilttiği ve mazeretleri sona erdirdiği için ölüme de “menün” denilmiştir. Hoş olmayan "minnet", başa kakma da bu babdandır. Çünkü bu tür başa kakma, nimeti eksiltir ve onun saflığını bulandırır. Araplar kendilerini, nimeti başa kakmama ile methederlerdi.
Bir üçüncü anlamı da az verip çok istemektir.
‘Menn’ Başa kakmak, baş kakıncı yapmak, iyilik yaptığı kişiye, yaptığı iyiliği sayıp dökmektir. ‘Ben sana şunu vermiştim, sana şunu yapmıştım’ gibi yaptığı iyiliği hatırlatıp kendine karşı ödemesi gereken haklarının bulunduğunu, minnet borcu olduğ unu sürekli hissettirip durmasıdır.
Minnet; iki türlü olur:
1- Ağzıyla söylemeden, kalbiyle başa kakmak.
Bu, her ne kadar sadakayı iptal etmese de, Allah'ın kendine verdiği malı Allah'tan görmemektir, noksanlıktır. Başkasını ondan mahrum etme fikridir. Allah'ın onu vermeye muvaffak edip, bir başkasına nasip etmediğini düşünmemesindendir. Allah'ın ona her cihetten minneti vardır. Kalbi bir başkasına minnet etmeyi nasıl kabul eder?
2- Dil ile minnet etmek.
Verdiğini, miktarını dile getirir. Ayıplar, verdiği insanın üzerinde bir hakkı olduğunu sürekli ona hissettirir.
Abdullah b. Ziyad, babasının kendisine nasihat ederek, şöyle dediğini anlatır: Oğlum, bir kimseye birşey verdiysen, selamın bile ona ağır gelebilir. Ona selamını gizlice ver.
Hakikatte veren Allah'tır, kul vasıtadır. Kulun verdiğini başa kakması, uzaklaşmaya, kırıklığa ve başa kaktığı insanın zilletine sebeptir. Oysa kulluk ve zillet ancak Allah'a olur.
Minnet eden, nimeti kendinden görür, kendini verdiği kişiden büyük bilir. Böyle bir düşünce kulluğa yakışmaz.
Bir adam, kendine yeni bir hayat kurmaya niyetlenerek yola çıkar. Yolda bir tarla görür, tarlaya buğday ekilir ekilmez buğday başak vermektedir. Ama adamlar gelir ve hemen buğdayları alıp yakarlar. Adam bu duruma anlam veremez ve yoluna devam eder. Sonunda gitmek istediği şehre varır. Şehrin girişinde oldukça yaşlı, bilge bir adamla karşılaşır, selamlaşırlar. Yaşlı adam nereye gittiğini sorunca, adam da yolda gördüğü şey de dahil herşeyi anlatır. O tarlaya mana veremediğini söyler. Yaşlı adam şöyle der:
''O gördüğün şey iyilik yapmayı ve iyiliğin karşılığının, mükafatının büyüklüğünü, hızla sana döndüğünü gösterir. Hemen yakılması da, bu iyiliği her yerde anlatıp, başa kakarsan yanıp kül olmuş gibi değerinin sıfırlanacağına işarettir.''
‘Eza’, rahatsızlık, üzüntü ve elem doğuran etken, maddi zararı dokunan şey’ diye tarif edilir. Bu zarar, dünyevi veya uhrevi olabilir. Bu kelime türevleriyle birlikte Kur'an-ı Kerim’de yirmi dört yerde geçmektedir
Eziyet, minnetten başkadır. Minnet, insanın başkalarına yap-mış olduğu iyiliği açığa vurmasıdır. "Eziyyet" ise o kimsenin, vermiş olduğu şey sebebiyle onlardan şikayet etmesi, verdiği şeyden ya da yaptığı iyilikten ötürü ona karşı tah akküm etmesidir. Kendisini infakta bulunduğu kişiden sürekli üstün görmek ve onu sürekli alçaltmak demektir.
Ya da eza, tiksindirmektir. İyiliğe balgam atmak demektir.
‘Ben sana iyilik yaptım da, sen bana bir teşekkür bile etmedin. Nicedir hep bana geliyorsun, eziyet ediyorsun. Utanmıyor musun? Allah beni senden kurtarsın. Sen hep, yeme içme zamanı bana geliyorsun.. Git, gözüme gözükme’ gibi sözlerle eziyet etmektir.
Bu şart, kendisine infâk eden kimse için de muhtemeldir. Kişi kendisi için harcamada bulunup, cihada giderek, mesela "Eğer ben savaşa katılmasaydım, bu iş böyle tamamlanmazdı" veya bir başkasına, "Sen güçsüz ve işe yaramaz birisin. Senin savaşta bir faydan olmaz" demek suretiyle, bunu mü'minlerin başına kakmamalıdır.
Başa kakmak ve eziyet etmek kafirlerin sıfatıdır. Müminlerin bundan sakınması gerekir. Tarih, bu gibi hakiki müminlerin örnek davranışlarıyla doludur.
Başa kakmak
Başa kakma, sadakayı verene de alana da eziyete dönüştürür. Verenin nefsine; kibir, kardeşini yanında küçük ve kırgın görmeyi arzulama, ikiyüzlülük, gösteriş ve Allah’tan uzaklaşma ile doldurma bakımından eziyettir. Alana da; yenilgi ve kırgınlık, kin ve intikamla tepki gösterme duygusunu geliştirdiği için eziyet olmaktadır.
Başa kakma; seviyesiz ve aşağılık bir olgudur. İnsan, yalancı bir üstünlüğü, infakta bulunduğu kimseyi küçük düşürmeyi, yahut insanların dikkatini çekmeyi arzulamadıkça başa kakamaz.
Başa kakmak yaptığı önemsiz iyiliği pahalıya satmaktır. Bir insana yapılan iyiliğin hatırlatılması onu suçlamakla aynı şeydir.
Verenin karşılığını alma işlemi, Allah ile arasındadır. Sadakayı alanla bir muamelesi yoktur. Verdiğini başa kakınca, Allah ile olan muamelesi iptal olur. Allah'ın rububiyet ve uluhiyetine ait bir şeyde O'nunla çekişenin ameli iptal edilir.
Ayrıca; infak edene Allah karşılığını kat kat verecektir, sevabını da alır. Üzerinde ne hak kalır ki başa kaksın!? Öyle insanl ar vardır ki böyle eziyetlere maruz kalmaktansa aç kalıp ölmeyi, şeref ve onurlarını kaybetmektense, yokluk ve sıkıntı içinde yaşamayı tercih ederler.
İslâm, infakla yalnızca kötülüğe set çekmeyi, karın doyurmayı ve ihtiyaçları gidermeyi dilememiştir. Verenin nefsi için bir süs, bir arınma ve temizleme meydana getirmeyi, fakire karşı insanlık duygularını harekete geçirmeyi, Allah’ın verdiği nimetten, kibirlenmeden, israfa kaçmadan ve başa kakmadan infak etmek suretiyle bu nimeti hatırlatmayı diler. Alan için de bir hoşnutluk ve fazilet, kardeşi ile arasına bağlılık katmayı dilemektedir. Ancak başa kakma, bunların tümünü giderir, infakı zehir ve ateşe dönüştürür. İnfakı boşa çıkarması, toplumu parçalaması, kin ve küskünlüğü yayması açısından başlıbaşına eziyettir. Fakir alıcıdır, başkasının sadakasına karşı hep kalbi kırıktır. Sadaka veren, başa kakma ve gönül incitme ile sadakaları kendine izafe ederse fakirin kalbinin kırıklığı artar.
Günümüzde psikologlar, iyiliğe karşı insan ruhundaki tabii tepkinin zamanla düşmanlığa dönüştüğünü ileri sürmektedir. Çünkü alan kişi verenle karşılaştıkça eziklik ve zayıflığa kapılmakta, veren de sürekli yaptığı iyiliğini düşünülmesini istemektedir. Bu düşünce, sahibinin ızdırabını arttırır, sonuçta düşmanlığa dönüşür.
Köylünün biri bir gün paraya sıkışmış. Köylüsü Boz Hasan’dan 20 lira bir borç almış.
Artık her sabah erkenden Boz Hasan kapıyı çalıyor, “Sakın aklına o mesele gelmesin!” diyerek kahvaltıya oturuyormuş. Bir gün, beş gün, on gün… Boz Hasan kahvaltıyı her sabah bunlarda yapar olmuş. Adam bıkmış artık. Parayı denkleştirmiş ve ertesi sabahı beklemiş.
Boz Hasan, her zamanki gibi “Sakın aklına o mesele gelmesin! Elin ne zaman bollaşırsa o zaman verirsin” deyip sofraya kurulacakken, “O mesele aklıma geliyor Hasan” demiş, “Hatta hiç aklımdan çıkmıyor! Al şu paranı, kahvaltını da evinde yap!”
Boz Hasan, kahvede olayı anlatırken, “Şu insanoğlu ne kadar nankör. Bu zamanda kimseye iyilik etmeyeceksin arkadaş!” deyip duruyormuş.
“O muttakiler yemeği kendi ihtiyaçları varken yoks ula yetime ve esire yedirirler. Ve ‘Biz size Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz. Çünkü biz Rabbimizden bed çehreli asık suratlı bir günün azabınd an korkarız’ derler.” (İnsan, 8-10)
Hakiki müminler yemek yedirdiklerine "E ben size yediriyorum, siz de karşımda şöyle davransaydınız, elimi bir öpseydiniz, ben gelince ayağa bari kalksaydınız" demez ve böyle düşünmezler.
Osmanlı zenginleri, borçlarını ödeyemeyenlere yardımcı olur, kendi isimlerinin bilinmesini istemezlerdi. Veresiye borçlarını veremeyenleri tespit edip, borçlarını öderlerdi. Eğer borcunu ödeyemeyen bulamazlarsa, veresiye defterini açıp rastgele bazılarının borçlarını öderlerdi. Bu olay, zimem defteri diye şöhret bulmuştur.
Osmanlı’nın sadaka taşları da meşhurdur. Fakirler ihtiyacı kadar oradan para alırlardı. Böylece fakir zengine minnettar kalmazdı.
Allahu Teâlâ kullarına minnet edip başa kakmayı nehyetmesiyle beraber, kendisi kullarına minnette bulunmuştur: ‘İslam’a girmelerini senin başına kakıyorlar. De ki: İslam’a girmenizi başıma kakmayın, bilakis sizi imana hidayet ettiğinden dolayı Allah sizin başınıza kakar; eğer sadıksanız!’ (Hucurat, 17)
Çünkü Allahu Teâlâ tam bir mülk ve kudret sahibidir. Kul ise her yönden nakıstır. Noksan olan birinin ise, hiçbir kimseye karşı başa kakması veya nefsini övmesi caiz değildir.
Meselâ 'Namazımızı kılıyoruz, abdestimizi alıyoruz, elbette Allah bizi cennete koyacak, bizi koymayacak da cennetine kimi koyacak?' düşüncesi, kendi amelini başa kakmak ve idlaldir (ameliyle nazlanmadır). Sosyal ilişkiler içinde karşındakine iki âyet anlattı diye iki çay içirmesini, iki hadis anlattı diye aferin demelerini beklememelidir. 'Ben onlara İslâm’ı tebliğ ettim' diye hemen insanların hayatlarının değişmesini beklemek de aynı şekilde bir başa kakmadır.
Bir taatı muhafaza etmek onu işlemekten daha şiddetlidir. Yapılmış ibadetler cam gibidir, anında kırılmak isterler. Asla zorlanmayı kabul etmezler. Hayırlar da böyledir. Sevabları her an gitmeye hazırdır.
Seni hayır işlemeye muvaffak kıldığı için Allah’a şükret. Zira Hak Teala seni lütuf ve ihsanıyla boş bırakmadı. Padişaha hizmet eden ona minnet yükleyemez. Seni istihdam ettiği için sen ona minnettar ol. Şeyh Sadi
Üç sınıf insan vardır ki kıyamet günü Allah, onlarla konuşmaz, yüzlerine bakmaz, onları temize çıkarmaz. Hem de onlar için can yakıcı bir azab vardır.
Râvî der ki; Resûlullah (sav) bu cümleyi üç kere tekrarladı.
Ebû Zer (ra):
- Bu kimseler tam bir mahrumiyete ve hüsrana uğramışlar. Bunlar kimlerdir, Ey Allah'ın Resûlü? diye sordu. Resûl-i Ekrem (sav):
- Elbisesini kibirle yerlerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek ticaret malını iyi bir fiyatla satmaya çalışandır, cevabını verdi. (Müslim)
İyilik eziyetsiz, riyasız, minnetsiz olursa kabule şayan olur. Başa kakanın sadakasını Allah (cc) kabul etmez.
Yapılan iyiliğin hatırlatılması oldukça yüksek bir faizdir.
Şu beş şeyde kimde bulunursa o kimse güzel ve temizdir: Din, mal, haya, güzel huy ve cömertlik. Hz. Lokman
Başa kakılan bir iyilik daima hakaret yerini tutar.
Kamil bir zata sorarlar: “Efendi, bu kadar hayır hasenat yaparken hiç gurura kapılmaz, kendinizi yardım ettiklerinizden üstün görmez misiniz?”; “O nasıl söz” der “hiç aşçının elindeki kepçe, ben insanları doyuruyorum diye gurura kapılır mı? Ben bir kepçeyim, Hakk ihsanını kullarına benimle dağıtıyor!”
Ülkenin ünlü kurra hafızlarından birini, zengin bir zat hacca gönderir. Döndükten sonra da meclislerde rastladıkça, “Benim hafızım, oku bakayım şunu” der. Rahmetli hafız bir gün dayanamaz artık ve sahip olduğu tek evi satar, adamın yanına gider. O yine bildik sözünü tekrarlayınca, hafız nedenini sorar. Adam, 'Seni hacca ben gönderdim ya' der.
Hafız; adamın yaptığı harcamanın bedelini çıkarıp verir ve şöyle der:“Al kardeşim, ben artık senin hafızın değilim!”
Eza
Müslüman odur ki, dilinden ve elinden müslümanlar selâmette bulunur. Hadis-i Şerif
Abdullah İbn-i Ömer (ra) anlatıyor: ‘(Bir gün) Resûlullah (sav) minbere çıkıp yüksek sesle şöyle nidâ etti: “Ey diliyle Müslüman olup da kalbine iman nüfuz etmemiş olan (münafık)lar! Müslümanlara eza vermeyin, onları kınamayın, kusurlarını araştırmayın. Zira kim Müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa, Allah da kendisinin kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurunu araştırırsa, onu, evinin içinde (insanlardan gizli) bile olsa rüsvay eder.”
Haya imandandır. İman (sâhipleri de) cennettedir. Kötü söz ise eziyettir. Eziyet ise ateştedir. Hadis-i Şerif
Kendisinden beklenmeyeni arkadaşlarından bekleyen, onlara zulmetmiş olur. Kendisinden istenebilenleri arkadaşlarından isteyen, onlara eziyet etmiş olur. Arkadaşlarına hiçbir teklifte bulunmayan, onlara fazilet göstermiş olur.
Ahmak insanın üç belirtisi vardır:
1- Allah'ın kesin emirlerine karşı tembeldir,
2- Söylediği sözlerin çoğu lüzumsuzdur,
3- Allah'ın yarattıklarına çok eziyet eder.
Güzel ahlak, güler yüzlü olmak, eziyet etmemektir. Hadis-i Şerif
Mümine zarar veren ve onu aldatan melundur. Hadis-i Şerif
Helal yiyen sünnete uygun yaşar. İnsanlara eziyet etmeyen cennete girer. Hadis-i Şerif
Kimseye eziyet etme, bu müminin yapacağı iş değildir.
Yardım etmezsen bari eziyet etme, sevindirmesen de üzme, övmesen de yerme.
Dünyada tedbirli olmak kadar akıllılık, eziyetten çekinmek kadar edep, güzel huylu olmak kadar asalet, memnun olmak kadar zenginlik yoktur. Beydeba
İmanın gitmesine sebep olan büyük günahların birincisi iman nimetine şükretmemek, ikincisi imanın gideceğinden korkmamak, üçüncüsü müminleri incitmek ve onlara eziyet etmektir. Hakimi Tirmizi
Sade bir sözdür, fakat hikmetlerin en mücmeli
Bir halas imkanı var: Ahlakımız yükselmeli. M. Akif
‘Rableri katında’ izafeti, infak edenler için çok açık bir tekit ve şereflendirmedir.
Yalnız Allah'tan korktukları için, korku verecek hiçbir şey onları korkutmaz. İnfak edip başa kakmadıkları için; verdikleri insanların düşmanlık beslemesinden, eline fırsat geçince intikam almasından korkmazlar. Bu iyiliği ihlasla yapmanın huzuruyla ahirette kötü hesapla karşılaşma korkusunu duymazlar.
Allah'ın mukarreb kulları; O'nun celal ve heybetini tazim ve kulluk hukukunu yerine getirmek için harcadıkları çabayı yeterli görmezler. Onlar sadece bunun için korku duyarlar. Allahu Teâlâ onlardan tüm bu endişeleri giderecek, onlardan razı olacaktır.
İmansız insanın her günü korkuyla doludur. Onun için en büyük korku yokluğa mahkum eden ölümdür. 'Onlara korku yoktur' cümlesi delalet-i tazammuniyesi ile; ihlasla infak eden bu cömert müminlerin imanda kökleşeceklerini, cesaretle infak edecek bir kalp itminanı kazanacaklarını bildirir.
İnfak ettikleri için pişman olup mahzun olmazlar. Ahirette de onları üzmeyen, bilakis sevindiren bir neticeye vasıl olacaklardır.
'Hüzün' kelimesinin lugat manası; istenmeyen bir durumun başa gelmesinden veya geçmişteki bir kayıptan duyulan keder, üzüntüdür.
İnsanın maddî veya mânevî kayıp ve eksiklerinden duyduğu üzüntü için kullanılır. Zıddı, sürûr ve ferahtır.
Hüzün; kederden hâsıl olan iç sıkıntısıdır, irâdî değildir. Hz. Hatice ve Ebû Tâlib’in ölümleri Hz. Peygamber’i derinden üzdüğü için bu ölümlerin vuku bulduğu yıla İslâm tarihinde "senetü’l-hüzn - hüzün yılı" denilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de 42 yerde hüzün ve türevleri geçmektedir.
Hz. Hasan’ın canı bir yemek çekti, fakat canının çektiği yemek evlerinde yoktu. Bir gömleğini çarşıya götürüp altı dirheme sattı.
Yolda bir dilenci karşısına çıktı. ‘Allah rızası için’ diyerek el uzattı. Hz. Hasan sahip olduğu altı dirhemi dilenciye verdi.
Yoluna devam etti. Dişi deve satan bir adamla karşılaştı. Hz. Hasan borç karşılığı deveyi satın aldı.
Biraz ilerleyince bu defa başka biriyle karşılaştı. Adam deveyi beğendi, satın almak istedi. Hz. Hasan peşin paraya iyi bir kârla deveyi ona sattı. Sonra borç karşılığı deveyi aldığı adamı parasını vermek için aradı ama bulamadı.
Efendimiz’e (sav) gelip olayı anlattı. Efendimiz şöyle buyurdu:
- Senden birşeyler isteyen dilenci, cennet meleği Rıdvan idi. Sana deveyi satan, Mikail aleyhisselam idi. Senden deveyi satın alan ise Cebrail aleyhisselam idi.
Bu hadise üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
Bir başka rivayete göre, bu ayet-i kerime Hz. Osman ile Abdurrahman b. Avf hazretleri hakkında nazil olmuştur.
Hz. Osman Tebük Seferi sırasında ‘ceyşü’l usra - Güçlük Ordusu’ olarak adlandırılan İslam Ordusu’na yükleriyle beraber bin deve ve bin dinar tasadduk etti. Bunun üzerine Efendimiz (sav) ellerini kaldırıp şöyle dua etti:
- Allahım! Ben ondan razıyım, Sen de ondan razı ol!
Abdurrahman b. Avf ise, malının yarısı olan dört bin dinar tasadduk etti. Efendimiz’e (sav) gelip;
- Benim sekiz bin dinarlık servetim var. Bunun dört bin dinarını kendim ve ailem için ayırıp bıraktım. Dört bin dinarını da Allahu Teâlâ Hazretlerine ödünç veriyorum, dedi.
Efendimiz (sav) ona da şöyle dua etti:
- Allahu Teâlâ senin yanında alıkoyduğunu da, Allah için verdiğini de senin hakkında mübarek ve bereketli kılsın!
İşte Hz. Osman ve Abdurrahman b. Avf’ın halleri buydu. Onlar mallarını seve seve tasadduk ettiler. Başa kakma ve gönül incitme gibi hiçbir şey onların akıllarına bile gelmedi.
Allah (cc) yolunda infak Allah’tan gayrıyı talepte değil, sırf Allah’ı talepte yapılan infaktır. Dünya ve ahiret nimetlerini talep etmemektir. Nitekim İnsan suresi dokuzuncu ayette ‘Biz sizi Allah için yediriyoruz. Sizden ne bir teşekkür, ne bir karşılık beklemiyoruz’ buyrulmuştur.
Menn; malın kendinin olduğunu sanıp infak etmek demektir. Bilmez ki mal Allah’ındır, kendisi Allah’ın kuludur, infak da Allah’ın tevfiki iledir. Dolayısıyla başa kakmak Allah (cc) üzerine olur. ‘İslama girdiklerini senin başına kakıyorlar. De ki; ‘Müslüman olmanızı başıma kakmayın, eğer doğru kimseler iseniz, size iman yolunu gösterdiği için Allah (cc)’a karşı siz, borçlu durumdasınız’ (Hucurat, 17)
Kulun infakta ve diğer amellerde minnet etmesi mükafata tamaı veya azaptan korktuğu içindir. Sanki şöyle diyor: ‘Ben bu ameli senin için yaptım. Senin üzerine de karşılık vermek vaciptir. Hakkımı eda et.’
Bu; hakikat-i halde gafildir. Oysa iyilik ve kötülük adına yaptıkları kendinedir. ‘Eğer iyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz. Eğer kötülük ederseniz, kendinize kötülük etmiş olursunuz.’ (İsra, 7)
Amel yapması kendi kudretiyle, meşietiyle değildir. Çünkü Saffat, 96’da ‘Sizi ve amellerinizi yaratan Allah’tır.’ Yine Tekvir, 29’da ‘Siz dileyemezsiniz, ancak Allah (cc) diler’ buyrulmuştur.
Hakikatte kulun Rabbinden bir hakkı yoktur. Ancak o sevap hırsıyla, azap korkusuyla talep eder. Eziyet; Allah'tan, Allah'tan gayrıyı talep etmektir.
Ahmet b. Hudriye rüyasında Rabbini gördü. Ona şöyle diyordu: ‘Ya Ahmet, bütün insanlar Benden talep ederken, Ebû Yezid sadece Beni talep ediyor.’
‘Onların mükafatları Allah (cc) katındadır, onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.’
Allah’tan gayrıyı talep etmeden infak edenlerin mükafatı 'indiyyet makamı'na ulaşmalarıdır. Kamer, 55’te ‘Muktedir Melik katında’ buyrulmuştur. Yani onları cennet veya cehenneme tenzil etmez, ancak Allah (cc) kendi indinde konuklandırır.
✽ 'فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ Allah yolunda' izafeti, sebep-müsebbep alakasıyla mecazı mürseldir. Allah'a giden sebepler için harcamaya işarettir. Özellikle 'فِي içinde' harf-i ceri seçilmiş, üstünde olsa sağa-sola kaçabilir. İçinde olunca ifrat tefritten uzak itidalde infak etmeye işarettir.
✽ 'Sonra infaklarının ardına menn ve eza takmayanlar' infak edenin vermeyi hazmedemediğine, infakını takiben hemen eziyete başladığına tariz.
✽ ثُمَّ لَا يُتْبِعُونَ cümlesinde "ثُمَّ " zaman uzaklığı edatı, mertebe uzaklığını ifade etmek için istiare edilmiştir. Asıl manası fiilin vukuunun zamanındaki terahidir. İstiare manası ise fiilin vücudunun devamı ve beka zamanındaki terahidir.
✽ لَا يُتْبِعُونَ fiilinde istiare-i tebaiye ve tecessüm vardır. Sanki yapılan infak, düşman tarafından kapıp kaçırılmış, o da hiç vakit kaybetmeden eziyet veren sözleri, minneti o infakın peşine takmış ki verdiği şeyin elinden tamamen çıktığını hissetmesin.
✽ "مَناًّ وَلَٓا اَذًى" Hususiden sonra umumiyi zikirle itnabdır. Çünkü eziyet minneti de içine alır.
✽ " لَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ " cümlesinin başına, sebep ifade eden ف gelmesi gerekirken gelmedi. Bu mükafatın minnetsiz ve ezasız infaka verilmesi, 'Sebep budur' denmesine ihtiyaç duyulmayacak kadar açık olmasındandır.
✽ Ayrıca mübteda mevsuf veya mevsul (ismi mevsulün sılası) olduğunda, habere ‘ف’ harfi dahil olarak, şart ve ceza manasını düşündürür. Burada kasır ifade etmemesi için haber ‘ف’ den ayrıldı. Makam şart ve ceza makamı değildir. Makam, bu mükafata müstehak olanı beyan etme makamıdır.
✽ Yani ecrin hakiki sebebi infak değildir; hakikatte ecri verenin Allah olduğuna işaret için ف gelmedi. (Yani illa da infak edip ecir alınacak diye bir mecburiyet yoktur, Allah'ın lütfuyla ecir alınabilir.)
✽ 'Mükafatları Allah katındadır' cümlesi, iyilik yapılan kimseden karşılık göremeseler dahi mükafatları her zaman ind-i ilahide kayıtlı olduğuna, bu ihlaslı insanların nankörlüğe aldırmadığına kinayedir.
✽ خَوْفٌ ve يَحْزَنُونَ fiilleri arasında muraat-ı nazırdan teşabuhel etraf vardır. Aralarında و atıf harfiyle vasıl; tezayuf olmuştur. Korkmak ve hüzün birbiriyle bağlantılıdır. Korkulan şey başa gelince ardından hüzün takip eder.
✽ Dal bil işaresi ile; bu ihlaslı insanların vermekten korkmadığını bildirir. Çünkü onlar mert ve cömerttirler. Kendi ellerinde olana değil, Allah'ın elinde olana güvenirler. Bu yüzden onların 'biter' korkusu yoktur. Fakir düştükleri zaman da Allah'ın kendilerine verdiği diğer zenginlikleri düşünerek mahzun olmazlar.
263- Güzel söz ve bağışlama, arkasından hakaret etme ve incitme takip eden sadakadan daha hayırlıdır. Allah (cc) ganidir. Sabır dolu şefkate sahiptir.
'Maruf-arefe' lugatta: Bilmek, tanımak, idare etmek, tanıtmak, sabretmek, süslemek, ihsan etmek, tarife, iyilik, bildirdi, ibtidai doktorluk, güzel koku, lütuf, bilme, tanıtma, akıl ve dinin hoş gördüğü itiraf, at yelesi, horoz ibiği, yüksek yer, dalga, sabır, halden anlamak, işten anlamak, lider, başkan, dinin ve aklın hoşgördüğü, kalplerin bilip inkar etmediği anlamlarına gelir.
Başa kakılan eziyet etmeyi protesto edercesine bunca manayı bünyesinde toplayan bir kelime seçilmiş. Birkaç kuruş verip bir ekmeğe muhtaçlıktan kurtardığı insana eziyet ederek, başa kakarak, şahsiyetini rencide edip maneviyatını yıkmak hem sadakayı iptal eder, hem haram işlemeye sebep olur.
Böyle sadaka vermektense dilenciye güzel bir söz, hoşgörülü muamele etmek daha üstün bir hal, daha faydalı bir iştir. Allah (cc) başa kakılan sadakadan, iyilikten müstağnidir. Kullarına karşı halimdir ve onlara halim davranılmasını sever.
Sadaka sadece maddi bir şey vermekten ibaret değildir. Her iyilik sadakadır. Güzel söz, selam, tebessüm, taallüm, tebrik, teselli, takdir, moral vermek, teşvik, taziye, iltifat, tebliğ "قوْلٌ مَعْرُوفٌ" kapsamına girer. Yukarıda lugat manasında bildirilen her tutum, her davranış, her sitayiş ihtiyaç sahiplerine sunulmuş sadaka sevabı kazandıran amellerdir.
Herkesin nakit sadaka vermeye gücü yetmeyebilir. Bu çeşitlerden her biriyle sevap kazanabilir, mürüvvet borcunu ödeyebilir.
Fakiri fakirlik duygusundan kurtarmak büyük bir sadakadır. Fukarâ-i sabirin dışında çok çeşitli fakirlik vardır. Bunların çaresi nakitle olmaz. Onların ihtiyaçlarını tesbit edip ona göre muamele etmek gerekir.
Bazı kimselerde hırs tavan yapmıştır, açgözlülük aklını başından almış, sahibini zalimleştirmiş, zilletin esfel-i safilinine düşürmüştür. Koca koca apartmanları olduğu halde hiçbir şeyi yokmuş pozlarına girerek yıllar yılı dilenir. Bu gibi kimseler Cenâb-ı Hakk’ın “Kahrolsun çok haris olan yalancılar” (Zariyat, 10) buyurduğu bedbaht kimselerdir.
Bunlar bu kepaze tavırlarıyla gerçek fakirlerin nasibini kesip, haklarında sui zan edilmelerine, mahrumiyetlerine sebep olduklarından veballeri kat kattır. Bunlar sınırı bütün bütün aşmış, ruhlarını hasta etmişlerdir. Bunların çaresi ruhsal tedavi ve sonunda insan-ı kamil olma yolunda eğitilmeleridir. 'Maruf'un 'doktor' manası buna işaret etse gerek. Bu müzminleşmiş hırs, kanaati sıfıra inmiş fakir bozuntusunun acınası halidir.
Bu fakirlik bazen kalp dilenciliği olarak da kendini gösterir. Bu kimselerin herkesin her şeyinde gözleri vardır. Duyduğu, gördüğü her şeyi canı çeker. Bunu sözlü söylemese bile ima ve işaretle ona ihtiyacı olduğunu, onu sevdiğini belli eder. Veya kendisine bir şey verilince sesli teşekkürler, çeşitli laflarla memnuniyetini avaz avaz haykırır. Adeta ‘Verdin, çok iyi ettin, çok sevindim, devamını isterim, başkaları da fark edip onlar da versin’ demeye getirir.
Bu tipler vermeyi sevmez, almaya bayılır. Verenleri sever, önlerinde yalakalık eder, gelecek menfaatlerine yatırım yaparlar. Bunlar hakkında Efendimiz (sav) ‘Zengine zenginliğinden dolayı hürmet edenin dininin üçte ikisi gider’ buyurmuştur.
Fakirliğin bir başka tipi de sefihliktir. Bu tipler ellerine geçeni savurur, israfın her çeşidini yapar ve muhannete muhtaç olur. Mevcudu asli ihtiyaçlarına harcamadığı için hem kendini hem ailesini perişan eder. Bu gibilere maruf’un ‘idare etmek’ anlamıyla muamele etmek sadakadır. Cenab-ı Hakk’ın ‘Sefihlere mallarını vermeyin’ (Nisa, 5) emrine kulak verip, onların iktisadi anlamda veliyyü’l emri, idarecisi olmak sadakadır. İhtiyaçlarını tesbit edip harcamalarını ona göre yapmak, alıştırabiliyorsa kendisine bunu kazandırmak en büyük iyiliktir.
'Maruf'un geniş anlamıyla ‘Allah (cc) ganidir, siz fakirsiniz’ (Muhammed, 38) ayetiyle kapsamına girdiğimiz fakirliğimizin mahiyetini bilmemiz gerekir. Öncelikle Rabbimize karşı fakrımızı, aczimizi, zaafımızı bilip O’nun ganiliği, azizliği ve galebesi karşısında duruşumuzu bir daha gözden geçirelim.
O’nun bize lütfu, ihsanı, ikramı, şefkati karşısında minnettarlığımız, şükrümüz, itaat ve inkıyadımızın ne denli yetersiz kaldığını, O’na ne kadar tevbe istiğfar etmemiz gerektiğini hiç mi hiç unutmayalım. Bir dilenci tevazuunda halis muhlis yalvarıp güçsüzlüğümüzü, çaresizliğimizi, muhtaçlığımızı O’na arz edelim. Zaten daha başka da yapabileceğimiz pek bir şeyimiz yok.
‘Duanız olmasa ne kıymetiniz var’ (Furkan, 77) ayetiyle hal-i pür melalimiz ortada. Süt emen bir bebek ısrarı ile, boğulmakta olan bir çaresizin feryadıyla, zorda-darda kalmış muzdaribin ihlasıyla o Ekremü’l erkemin, malikü’l mülk, zü’l celali ve'l ikram’a yalvaralım. O, gönülden gelen halis muhlis duaları reddetmez, kapısından çevirmez.
Fahri hocamız Rabbimizin ‘Mucîb’ ismini şöyle tarif ederdi:
‘Bir kimseden bir şey istersin vermez. Sebebi, ya cimridir, ya yoktur. Ama Allah (cc)’dan ne istersen verir. Çünkü o çok cömerttir. Hem de her şeyin hazinesi O’nun elindedir.’
Bazen hikmetine binaen duanın kabulünü erteler, bazen de duanın sahibine zarar olacağından o isteğini vermez, onun yerine istemesi gerekeni verir. Bu anlamda Rabbimiz, kitap dolusu ‘kavlun ma’ruf’ gadabını geçen taşkın rahmet ve mağfiretini biz fakir kullarına ihsan buyurmuş.
Sadaka isteyen kimseye bir şey vermeden, onu gönüllerin reddetmediği, hatta benimsediği güzel bir sözle savmak, onun insana ağır gelen sırnaşık ve ısrarcı davranışlarını bağışlamak, ardından incitme gelen bir sadakadan daha hayırlıdır.
İhtiyaçlı kişiye güzel söz söylenir, güler yüz gösterilir. Eğer o anda verecek bir şeyi yoksa ‘Kardeşim şu anda imkânım yok. Allah ihtiyaçlarını gidersin. Allah yardımcımız olsun! Allah sana merhamet etsin. İnşaallah Allah bundan sonra seni rızıklandırır’ gibi güzel söz söylenir ve o kişinin iht iyacını açığa vurmadan kusuru affedilirse hem Allah’ın rızası kazanılır, hem de ihtiyaç sahibi kişinin kin, haset ve nefreti engellenir. Resulullah (sav) bir hadislerinde:
“Güzel söz sadakadır. Müslüman kardeşini güler yüzle karşılaman iyiliktir” buyurur. (Müslim)
Birine bir şeyler verirk en söylenebilecek en güzel söz şöyle demektir: ‘Al kardeşim. Bu benim değil senindir. Benim malımın içinde Allah’ın sana ayırdığı hakkındır. Sana benim olan bir şeyi değil, senin olan bir şeyi veriy orum.’
Sadakanın faydası cesededir. Tatlı söz ve güleryüzlülüğün verdiği sevinç ve sürurun faydası kalbedir. Kim ki kendini, fakirin sadakaya olan ihtiyacından daha fazla sevaba muhtaç görmezse, o kişi sadakasının sevabını iptal etmiştir.
Güzel söz ruha sebil,
Sadakadır tatlı dil. N. Fâzıl
♦ Mağfiret, fakirin kötü konuşmasını affetmek ve kusurunu bağışlamaktır. Çünkü fakirin isteği yerine getirilmeden geri çevrilirse bu ona zor gelir ve çoğu zaman onu, kötü konuşmaya sevkeder. Onun ayıp sayılabilecek sözlerini, fiillerini setretmek, aldırmamak gerekir.
♦ Fakiri güzel bir şekilde geri çevirmekten dolayı, Allah'ın mağfiretine nail olmaktır.
♦ Mağfiret'ten murad, fakirin ihtiyacını gidermek ve sırrını ifşa etmemektir.
♦ "Güzel söz", kendisinden istenen kimsenin, isteyeni (sâil) güzel bir şekilde geri çevirmesi; mağfiret ise, isteyenin (sâil), onu geri çeviren kimsenin mazeretini kabul etmesini isteyen bir hitaptır. Çünkü bazen istenen kimse sâile bir şey veremeyebilir.
İyilik yapmak
İyilik, insanlar arasında inkâr edilebilir. Lâkin onu yapanla Allah (cc) arasında katiyyen kaybolmaz. Hadis-i Şerif
İyilik eskimez, kötülük unutulmaz. Hadis-i Şerif
Bir insanın gerçek zenginliği yaptığı iyiliklerdir. Hadis-i Şerif
Bir kimse din kardeşinin bir işini yaparsa, binlerce melek o kimse için duâ eder. O işi yapmaya giderken, her adımı için bir günahı af olur ve kıyamette kendisine nimetler verilir. Hadîs-i Şerîf
İyilik kolay bir şeydir. Güler yüz ve yumuşak söz bunu temin eder. Hadis-i Şerif
Günde en az iki kişiye iyilik et, gönül al. Gönül almak, cennetin Firdevs kapısını açmaktır. S. Hilmi Tunahan
Bir kimse Allah için müslüman kardeşinin yararına bir işte çalışır ise, göz kapayacak kadar zamanda dâhi mâsiyet işlemeden Allah’a (cc) bin yıl hizmet etmiş gibi sevap alır.
Ateşin ve toprağın yiyemediği şeyi çoğaltınız. Bu ise, iyilik yapmaktır. Hz. İsâ
Tatlı söz, okşayıcı bir duygu o sadakadan çok daha iyidir. Tatlı bir söz, gönül yarasını sarar. Yaralı gönüllere sevinç ve güler yüz bahşeder. Nefislerdeki kin duygularını yıkayıp tertemiz yapar. Gönüllere intikam yerine kardeşlik ve sadakat duygularını yerleştirir. Tatlı bir dil, bir af; sadaka ile temine çalışılan nefisleri terbiye etme ve gönülleri okşama vazifesini daha iyi temin eder.
Başa kakmanın zararı
Yapmış olduğu iyiliği herkese açıklamak, eğer onun âdeti haline gelmişse, ihtiyaç sahibi kimseleri, onun verdiği sadakalara arzu duymaktan uzaklaştırır.
Tasaddukta bulunan kimse, bu nimetin Allah'a ait olduğunu bilip; kendisini böyle bir amele muvaffak kılmasından ötürü şükretmeli. Fakirin başına kakma gibi, kabulüne mani olacak şeylerden kaçınmalı.
Asıl sır, sadaka verenin Allahu Teâlâ'nın onun için verme sebeplerini hazırlayıp, engelleri de ortadan kaldırdığı için bu tasaddukun nasib olduğunu bilmesidir. Hakikatte veren, kul değil, Allah’tır. Kul bu mertebeye yükselirse, kalbi Allah'ın nuruyla nurlanır.
Böyle olmayıp da, aksine o kimse cismanî ve zahirî sebeplerle meşgul olur ve Rabbanî hakîkî sebepleri mütâlâadan mahrum olursa, nazarları hissiyat âleminden ma'kûlât âlemine; eserden de müessire geçebilecek bir mertebeye ulaşamamış hayvanlar derekesinde kalmış olur.
Allah Gani’dir. Fakirleri başa kakma ve gönül incitmeye tahammüle zorlayan, sadakalarınıza muhtaç etmez. Dilerse onları başka yollardan zengin eder.
Allah sizden müstağnidir. Sadakanızdan O'na hiçbir şey ulaşmaz. Fakat size, sadakadan büyük bir feyiz gelir, menfaati başkasına değil sizedir. Allah herşeyden müsatağni iken nasıl başa kakarsınız?
Halim’dir. Başa kakan ve gönül inciten kişileri cezaya çarptırmakta hemen acele etmez. Hemen cezalandırmaması, onların cezayı hak etmemesinden değil, Allahu Teâlâ’nın 'halim' olmasındandır.
Allah her yönden gani olmakla beraber aynı zamanda da hilimle muttasıftır. Cezayı erteler, ihsanı umumidir. Öyleyse sizden biri nasıl olur da gani değil, muhtaç olduğu halde verdiği az bir sadakayı başa kakar, eziyet eder?
Bu cümle öncesi için tezyildir. Hem vaade, hem vaide şumullüdür.
Marufu talepte Rabbinin kudretini bilen arif, tasadduk edecek malı olmasa da içindeki verme meyli, cahilane verip başa kakmaktan, eziyet etmekten ve Hakk’tan gayrını talep etmekten daha hayırlıdır. Çünkü Allah kemaliyle sizin infakınızdan müstağnidir.
Siz noksanınızla O’na muhtaçsınız. Halimdir; o kulundan talep etme hilmi ile Halim’dir. Kullarının taleplerinde gayrıyı tercih etmelerini cezalandırmakta acele etmez. Tevilâtı'n Necmiyye'den
Allah (cc), kendiliğinden zengindir. O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O’nun fazlı ve rahmeti olmadan hiç kimsenin iyilik yapması mümkün değildir. Aynı şekilde O’nun adaleti ve hikmeti olmadan bir kimsenin kötülük yapması da mümkün değildir.
O’nun hitabından itabı anlaşılır. Günahkar mümin kullarını en ince ve yumuşak ifadelerle azarlar. Ama bununla birlikte onların birçok kusurlarını bağışlar, beyan ettikleri özürleri kabul eder, yanlışlıkları ve bozuklukları düzeltir, bela ve musibetlerden korur. Düşmanlarına karşı savunur, onları destekler ve yardım eder, menfaatlerini gerçekleştirir, her sıkıntıdan kurtarır ve onlara vaad ettiğini yerine getirir.
Allah (cc) kendi zatında, sıfatlarında ve fiillerinde vacibul vücuttur. Bu yüzden Gani'dir. O’nun dışındaki varlıklar mümküni'l vücuttur. Allah'ın var etmesiyle ancak var olabilirler. Varlıkları tamamen Allah (cc)’a bağlı ve O’na muhtaçtırlar.
Allah (cc) hiçbir şeye bağlı değildir. O, kendi varlığı ile kaimdir. Varlığının başkasına bağlı olmasından münezzehtir. Varlığı bir başkasına bağlı olan, başkasına dayalı olan her varlık yardıma muhtaçtır. Başkasının yardımına muhtaç olan gani olamaz.
Her zenginlik verenin mutlak gani olması düşünülemez. Zira zenginlik veren zengin olma ihtiyacı duyar. İhtiyaç duyan ise zengin olamaz. Allah (cc)’ın dışında zenginlik verenler, zenginlik verdiklerine daima destek vermek ve bu desteği kesintiye uğratmamak zorundadırlar. Aksi halde zenginlik vermiş olmazlar.
Allah (cc)’tan başka hiç kimsenin buna gücü yetmez. Çünkü zenginlikleri ne kadar çok olsa da sahip oldukları şeyler sınırlıdır. Dolayısıyla gerçek zengin, hiçbir şeye ve hiçbir kimseye ihtiyacı olmayan sadece Allah’tır. Başkasının zenginliği ise ancak mecazi anlamdadır.
Kulun Allah (cc)’ın Gani, cömert, iyiliği bol olan, ihsanda bulunan ve merhamet sahibi olduğunu bilmesi, kulun ümidinin artmasını sağlar. Bu da kulu zahiri ve batıni ibadetlerde olgunlaştırır.
Hilim, suçluların cezasını vermeye gücü yeterken bunu yapmamak, onlara yumuşak davranmak ve cezalarını geriye bırakmaktır. Suçluyu cezalandırmaya iktidarı olmayan acize 'halim' denmez. Halim, kudreti olan, fakat bir hikmete binaen bunu yapmayandır.
Allah, Halim'dir. Günah işleyeni hemen muaheze etmez. Hışım ve gadapla istical göstermez. Allah, kulların yaptıklarından gafil değildir, hakkı yerine getirir. Fakat Halim’dir, mühlet verir. Bu mühlet içinde yaptıklarına nedametle tevbe edenleri af ve mağfiret buyurur. Allah imhal eder ama ihmal etmez.
Bu isimde kullar için büyük bir teselli vardır. Bir kulun isyansız günü, hatta saati geçmiyor. Buna karşı eğer Allah (cc) sert davransaydı, her isyan edeni hemen helak etseydi dünya yüzünde hiç kimse kalmazdı. Allah’ın bu suretle mühlet vermesi de büyüklüğünün şanı ve kullar için büyük bir nimettir.
Kula gereken;
Bu hilme mağrur olup da kötülükte ısrar etmemelidir. Müminler Allah'ın 'Halim' vasfından örnek almalı, hilim vasfına bürünmelidir. Muamelatında hilimle hareket edeni Allah sever. Kul sert ve kaba davranıştan mümkün olduğu kadar sakınmalıdır. Özellikle umumi işlerde yumuşaklık makul bir harekettir. Resulullah (sav) her zaman yumuşaklıkla hareket etmiştir.
✽ 'قَوْلٌ مَعْرُوفٌ' Güzel söz, müsnedin ileyhinin sıfatlı gelişi medih içindir.
✽ 'وَمَغْفِرَةٌ ' Ve bağışlama, atıf harfiyle aralarında vasıldan tezayuf alakası vardır. Çünkü insan psikolojisinin ve moralinin düzelmesi maddiyattan çok daha hayırlıdır. Bunu da iki şey sağlar:
1- Güzel, gönlü okşayan, teselli veren, motive eden, sevindiren, fayda sağlayan sözdür.
2- Kusurunun, hatasının affedilip, suçlu muamelesi görmemektir.
✽ Güzel söz ve bağışlama, hayır'da cem edildi.
✽ يَتْبَعُهَٓا اَذًى Peşinden eza takip eden, ibaresi isnad-ı mecaziden mefule isnaddır.
✽ Tecessüm, sanki sadaka önden, eza da ardından gidiyor.
✽ Af ve eza kelimeleri arasında tibaka mülhaktan ihamı tezat var.
✽ 'Allah gani ve halim'dir, muraat-ı nazırdan teşabuhel etraf.
✽ Gani sıfatı; zengine zenginliğiyle faydalandırmasını, fakire de ihtiyacını gizleyip müstağni olmasını bildirir.
✽ Halim sıfatı da zengine, infak ettiği kişiye saygılı olmasını, fakire de zengine kızmamasını bildirmesi bakımından teşabuhel etraftır.
264-Ey iman edenler, başa kakmak ve karşı tarafın gönlünü incitmek suretiyle sadakalarınızı boşa çıkarmayın. Tıpkı malını gösteriş için hayra sarfeden, Allah (cc)’a ve ahiret gününe inanmayan kimse gibi. Bu gibilerin durumu, üzerinde pek az toprak bulunan kayaya benzer; üzerine sağnak yağmur inince bütün katılığı ile kayayı cascavlak ortaya çıkarır. Yaptıklarının hiçbirini elde edemezler. Allah inkar eden topluluğu doğru yola eriştirmeyecektir.
Ayette hayrı, sadakayı, sevabı ibtal edecek, boşa çıkaracak üç virüs veciz bir şekilde anlatılmış; biri diğerine teşbih edilerek hepsinin kötülüğü açık delillerle gözler önüne serilmiştir. Eziyet ve başa kakmayı, gösteriş ve riya için infak edenlere benzetip sonra imansızlık yaftasını vurarak nihai bir teşbihle bu kötü hali zihinlerde pekiştirmiş, insafa davet etmiştir.
İnsan şu fani dünyada yaptığı bir işin boşa çıkmasını istemez. Boşa kürek çekmez. Bile bile emeğini, ilmini, fikrini, güç ve kuvvetini kimse boşa harcamak istemez. Oyun oynarken bile buna dikkat eder. Yenilmekten, zamanının, parasının, çabasının boşa gitmesinden son derece üzüntü duyar. Fani de olsa kalbini kaptırdığı kimseden karşılık görmese veya hıyanet görse, bütün dünyası yıkılır, duyguları, ilgileri, sevgisi boşa çıkıp beklentilerinden mahrum olunca kendi kendine hayıflanır, kahr-u perişan olur.
Bu karakterde, bu yapıda olan insan nasıl olur da ebedi hayatının sermayesi, cennetin pasaportu, vizesi durumunda olan amellerinin iptal olmasına razı olur? Muhatabından ihlas, samimiyet, vefa beklerken, kendisi yüce Mevlasına karşı samimi olmaz. Allah (cc)’dan gayrıdan medet umar da, onlara gösteriş yapar, iki cihan sermayesini yok eder.
Ya da neden verdiğini, niçin verdiğini düşünmeyip, verdiğiyle kibirlenip gururlanır, fakiri aşağı görür, başa kakar, eziyet eder. Allah’ın fazladan fakire vermek üzere verdiği rızkı kendinin sanır. Fakiri horlar, aşağılar, merhamet edip şefkat göstereceğine burnundan getirir. Bilmez ki bu davranış dünyada saygınlığını, bereketini, insanlığını alır götürür. Ahirette iflasına, esfel-i safiline sebep olur.
Allah’ım! Bize nur ver, şuur ver, insaf ver, edeb ver, şefkat, sevgi, merhamet ihsan eyle. Bizi de, amellerimizi de zayi etme ne olur!
Rabbimiz bu âyet-i kerîmesinde mallarını gösteriş için harcayan ve harcadıklarını da, baş kakıncı yapan kimseleri Allah’a ve âhirete inanmayan insanların yanı başında zikrediyor. Allah’a ve Âhiret gününe iman etmeyenler mallarını gösteriş ya da dünyevî menfaatler elde etmek için harcarlar. Bir harcama yapacakları zaman evvela bununla ne kazanac aklarını hesap ederler. Bunlar bu yaptıklarının karşılığını kesinl ikle Allah katında bulamayacaklardır. Çünkü Allah için değil, menfaat ve riya için yapmışlardır.
Bu tür hareketler imanla asla bağdaşmaz. İman, müminleri korumayı ve desteklemeyi, imanlarını yaşayab ilecek huzura kavuşturulmalarını icab eder.
Gaib tarzı hitabtan, ‘Ey iman edenler’ diye Allahu Teâlâ’nın müminlere hitab ederek muhataba iltifat ile gelmesi, nehyi yerine getirmenin lüzumunu mübalağa ile bildirmek içindir.
Sadaka, tahakkuk etmiş ve önceden verilmiştir. Onun geçersiz olması mümkün değildir. Buradaki geçersiz oluştan murad, onun ecridir. Çünkü ecir, henüz hâsıl olmamıştır; ileride verilecektir.
Bu iptal iki şekilde olur:
1- "Sadaka vermeyi, bâtıl bir şekilde yapmayınız." İnsanın sadaka verirken riya ve gösteriş niyetinde olması, daha verilirken sadakayı bâtıl kılar.
2- Bu iptal, sadakanın başlangıçta sevap hak ettirecek şekilde veri-lip, sonra başa kakma ve incitme ile, sadakanın sevabının gitmesidir.
Selef-i salihîn, sadaka verirken riyaya düşmekte çok titiz davranırlardı. Çünkü nefse galip olan çoğu kez riyadır. Riya sadakanın sevabını iptal eder.
Kişi kabrine konduğu zaman, kalbindeki riya yılan suretine döner. Yılanın ısırıp acı vermesi gibi, riyakarlık da insanı ısırıp ona acı verir. Cimrilik de kabirde akrep suretine dönüşür. Akrebin insanı ısırıp acı vermesi gibi, cimrilik de sahibini ısırıp ona acı verir.
Riya, cimrilikle karıştığı zaman, akrebi yılanın gıdası yapmış gibi olur. Bu durumda kişi akrepten kurtulur ama yılanın zehri ve acısı çok daha şiddetli olur.
Sadaka sadece mala has değildir, bütün iyiliklerde caridir. Tatlı söz, güzel bir aracılık, birinin ihtiyacından dolayı ona yardımcı olmak, hasta ziyareti, cenazeye katılmak, bir Müslümanı sevindirmek ve benzeri iyilikler hep sadakadır.
Ey müminler! Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı, bu nedenle bir sevap beklemediği, azaptan da çekinmediği halde, sırf insanlara gösteriş için malını harcayan kimse, nasıl infakını riya ile boşa çıkarıyorsa siz de sadakalarınızı, başa kakarak veya inciterek böyle yapmayın.
Çünkü o; imanın bahşettiği huzur ve saadetten habersizdir. İçinin katılığını riyalı bir kabukla örtmek istemektedir. Sizler ise ahirete inanmayanlar gibi değilsiniz. İnfakın karşılığının kat kat verileceğine inanırsınız, riyaya ihtiyacınız yok.
Bu misâl, Allah’a ve ahiret gününe inanmayıp insanlara gösteriş için malını infak eden kimsenin, imanın huzur ve saadetinden habersiz, kaskatı kalbini tasvir eder. Ancak bu katılığı riyadan bir kabukla kapatmak istemektedir. Bu riya örtüsüne bürünmüş katı kalp, üzerinde biraz toprak bulunan pürüzsüz kaya gibidir. Üzerinde yumuşaklıktan, bitkiden eser olmayan bir taş parçasıdır. Katılığını gizlemek için üzeri hafif bir toprakla örtülmüştür. Tıpkı imandan mahrum kalplerin katılığını riyanın örtüp kapattığı gibi.
Bu temsile şöyle bir mânâ vermek de mümkündür: Üzerinde az bir toprak bulunan çıplak düz kayaya tohum ekilip, üzerine bol yağmur yağdığı zaman, o tohum topraksız tek başına kalır. Hatta tohum da kalmaz o da kaybolur. O kişi, ekinine ihtiyaç duyduğu zaman orada hiçbir şey bulamaz.
Sert bir kayalık arazi, yağan yağmurlar üzerinden kolayca akıp gitmekte. Bir çiftçi bu toprağın üzerindeki ince toprak tabakasına bir şeyler ekiyor, korumaya ve yetiştirmeye çalışıyor. Tohum çıkıyor, filizleniyor, çiftçi tohum dal budak saldı diye bakıp seviniyor.
Sonra bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlıyor. Ve kayalığın üzerindeki o incecik toprak katmanını üzerindeki filizlerle beraber söküp silip süpürüyor. Sonunda çekilen tüm zahmetler, tüm emekler, harcanan tüm mesailer bir anda yok olup gidiyor. Çünkü bu filizler köksüzdü, tutunurluğu yoktu.
İşte aynen bunun gibi infakını köklü bir imana dayandırmayan, basit, köksüz menfaatler için yapan kişinin ameli de böyle yok olup gidecektir. Yarına intikal etmeyecek ve Allah katında en ufak bir faydası bile görülmeyecektir. İnsanlara gösteriş için malını infak eden kalpler ne hayırlı bir semere verir, ne de ahirette bir sevaba erişir.
Riya
Riya, iş, söz ve davranışlarda gösterişe yer verme; bir iyiliği veya bir ameli Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle değil, insanların beğenisi için yapmaktır. Kulun Allah’a itaat ederken insanlara yaranmak istemesidir. Taatinde Allah’tan başkasına gönül vermektir. Allah’a itaat etmiş gözükürken, aslında kulların beğenilerini toplamaya çalışmaktır.
Riya, kâfir ve münafıkların vasfıdır. Dört derecesi vardır:
Birincisi, riyanın en ağır olanıdır. Yaptığı ibadette hiç sevap niyeti yoktur. İnsanların yanında abdestsiz bile namaz kıldığı halde, yalnız kaldığı zaman hiç kılmayan kimse gibi. Bu namaz sırf insanlara gösteriş içindir, hiçbir hayrı yoktur.
İkincisi, ibadeti gösteriş için yapar. Fakat Allah’ın rızasını da niyet eder. Ancak bu niyet zayıftır. Yalnız kaldığında bu ibadeti yapmayacaktır. Sevaba niyet etmese de gösteriş için bunu yapacaktır.
Üçüncüsü, gösteriş ve sevap tarafları eşit olmaktır. Eğer riyanın yanında bir de sevap veya sevabın yanında bir de riya niyeti olmasa, bu ameli yapmayacaktır. İkisinin eşit olarak bulunmasıyla bu ameli yapmıştır. Kişi, bu amelinden zarar görmese de fayda da görmez.
Dördüncüsü de, ibadeti insanların duymuş olmasından dolayı daha da gayrete gelip takviye etmesi, artırmasıdır. Böyle birisi, kimse duymasa da ibadetini yapacaktır. Dolayısıyla ibadeti sırf riya maksadıyla yapmadığı için yaptığı ibadetten fayda görebilir.
Şeytan insana riya ve gösteriş yaptırır. ‘Şu ibadeti yaparsan halk seni beğenir. Şu şekilde konuşursan beğenilirsin’ diye vesvese verir. Bu hile ile pek çok abidi yoldan çıkarır. Çaresi şudur: İnsan ‘Benim vazifem Rabbime kulluk yapmaktır’ diye samimiyetle halkı sarfı nazar ederek (insanların görmesini bir kenara bırakarak) bütün var gücüyle ibadet ve zikre yönelip Hakk’a müteveccih olmalıdır.
Dışım derviş içim boş, dilim tatlı sözüm hoş
Amma ettiğim işi, dinin değişen etmez. Yunus Emre
Münafık ve riyakâr arasındaki fark şudur: Münafık, zahiren iman etmiş görünüp, içinde küfrü saklar. Riyakâr ise, kendisini görenler, dindar olduğuna inansınlar diye, kalbinde olmadığı halde, alabildiğine huşu gösterir.
Münafık, kimsenin olmadığı, görmediği yer ve zamanda namaz kılmayan; riyakâr ise, en güzel namazı insanların yanında kılandır.
Hardal tanesi kadar riya bulaşmış hiçbir amel kabul edilmeyecektir. Hadis-i Şerif
Hz. Ömer, Muaz b. Cebel’i ağlarken gördüğünde ona, “Niçin ağlıyorsun?” diye sordu. O da, Hz. Peygamber’in kabrini göstererek şöyle dedi:
“Şu kabrin sahibinden duyduğum söz beni ağlatmaktadır. Hz. Peygamber (sav): “Riyanın en azı bile şirktir.” buyurmuştur.”
Hz. Peygamber (sav) “Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey küçük şirktir” buyurdu.
Ashab-ı Kiram “Ya Resûlallah, küçük şirk nedir?” diye sorunca Resûlullah (sav) şu cevabı verdi:
- Riyadır. Yani başkalarına gösteriş için ibadet yapmaktır. Allahu Teâlâ, kıyamet günü herkesin amelinin karşılığını verirken, insanlara gösteriş için ibadet yapanlara şöyle der: “Dünyada kendileri için gösteriş yaptığınız kimselere gidin. Bakın bakalım onların yanında size verecekleri bir şey bulabiliyor musunuz?
Bu cümle, tezyildir, önceki manayı kuvvetlendirir. Müminler için bir tarizdir. Şu manayı ifade eder: Riya için mal harcamak, başa kakmak, incitmek, kafir özelliğidir. Müminlerin bundan sakınması gerekir.
Ayetin siyakından, eziyet ve minnetle yapılan sadakaların arkasından verilecek diğer sadakaların da iptal olacağı anlaşılmaktadır. Çünkü gelecek ayette bu hareketleri yapan, riya için sadaka veren fakat Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kimseye benzetilmiştir.
Mü’minler de sadaka verirken dikkatli olmalı, ecirlerinin boşa gitmesinden korkmalıdırlar.
Ameller garazlarla (maksatlarla) karıştığı zaman onda bir i’raz (Hakk’tan dönme) vardır. Kim de Hakk’tan dönerse batıla çevrilmiş olur. Kim de batıla çevrilirse ameldeki hakkını iptal eder. Yunus, 32’de ‘Hakk’tan sonra ancak batıl vardır’ buyrulmuştur.
‘Sadakalarınızı başa kakma ve eziyetle iptal etmeyin’ Hakk’ı talepten i’raz olan riyayla batıla yönelmek ameli iptal eder, bundan sakının.
Fakirin başına kaktığın zaman Hakk’tan yüz çevirmiş olursun. Eğer sadakadan maksadın Hakk’ı talep olsaydı fakire minnet etmezdin. Bilakis fakire minnet duyardın. Çünkü o senin sadakanı Hakk’a ulaştıran vasıtadır.
Efendimiz (sav) ‘ لَوْلَا الْفُقَرَاء لَهَلَكَ الْأَغْنِيَاء - Fakirler olmasaydı zenginler helak olurdu.’ buyurmuştur.
Yani Hakk’a vesile bulamazlardı. Bazıları ‘Yukarıdaki el aşağıdaki elden daha hayırlıdır اَلْيَدُ الْعُولٰي خَيْرٌ مِنَ الْيَدِ السُّفْلٰى’ hadisini ‘Yed-i ulya fakirin elidir, yed-i süfla zenginin elidir’ diye tefsir etmişlerdir. Zira fakir ondan dünyada alır ki bu süflidir; ahirette verir, bu ulvidir. Zenginin eli bunun aksidir. Netice olarak dünya ve ahiret garazıyla şaibelenmiş amel batıldır.
Mallarını başa kakarak ve eziyet ederek infak eden, gösteriş için infak eden gibidir. Kim malını insanlara gösterişi için infak ederse Allah (cc)’a ve ahirete imanı yoktur. Zira bu riya, gizli şirktir. Müşrik ise mümin olmaz.
Eğer Allah’a iman etmiş olsa Allah (cc) için infak eder, ahirete iman etmiş olsa ahiret için infak ederdi. Dünya için infak edince yükselmeyi, dünyada değer bulmayı murad etmiş olur. Oysa dünya fanidir. Eğer mümin olsa faniyi bakiye tercih etmezdi.
Mürai de; üzerinde toprak bulunan kayaya benzer ki ona şiddetli yağmur isabet ettiğinde toprağı gidererek cascavlak bırakır. Toprağın yağmurla eriyip gitmesi ve taşı cascavlak bırakması şahsın amelsiz kalmasıdır.
O; Allah’a ve ahirete gerçekten inanmamıştır. Çünkü ameline deni, aşağılık garazlar karışmıştır. Kim Allah için amel eder de sonra ona uhrevi maksatlar karıştırırsa o ahirete inanmış, hakikatte Allah’a inanmamıştır.
Şirk, amelin sevabını ve güzelliğini iptal eder. Şahsı müflis, zararda ve hüsranda bırakır. Hakk’tan gayrıyı talep Hz. Celal’e şirktir.
'Allah kafirler kavmini hidayet etmez.’ Bu kimseler Allah (cc)’ın cemalini şuhud nimetini inkar ettikleri için, visal devletinden mahrum kalacak, günahları firkat azabıyla cezalanacaktır.
✽ Teşbihin açılımı şöyledir: Görünen amel, toprak; Başa kakan ve inciterek veren münafık; katı kaya; Eziyetli ve riyalı, minnetli verilen sadaka altı taş olan toprağa ekilen ekin; Kıyamet günü de, şiddetli yağmur gibidir.
Kıyamet günü geldiği zaman, bütün bu sadakalar, şiddetli yağmurun pürüzsüz bir taş üzerindeki toprağı giderdiği gibi kaybolur ve boşa çıkar. İnsanlar zahiren, toprağın kayanın üzerinde görülmesi gibi, bu insanların amellerinin güzel olduğunu görürler. O gün bu amellerin Allah rızası için yapılmadıkları belli olur. İmansızlıkla infak eden, riya, başa kakma ve eziyetle sadaka verenler, yaptıkları bu amellerden o gün hiçbir şey elde edemezler.
✽ لَا يَقْدِرُونَ عَلٰى شَيْءٍ مِمَّا كَسَبُوا 'Kazandıkları hiç bir şeye güç yetiremezler' cümlesindeki 'مِمَّا كَسَبُوا Kazandıkları şey' ibaresi sıfatlı kinayedir. Tariz vardır. Zaten bir şey kazanamadılar. İsm-i mevsul gelişi tahkir içindir.
✽ Cümle tecessüm ve tefridir.
✽ صَلْداً صَدَقَاتِ صَفْوَانٍ اَصَابَ kelimeleri arasında cinas-ı nakıs vardır.
✽ 'İnanmayan ve inanan' arasında tibak-ı selb vardır.
✽ 'Allah kafirler kavmini hidayet etmez' lazım; melzumu 'Onların sadakalarını kabul etmez.'
265-Allah (cc)’ın hoşnutluğunu kazanmak ve kalplerindeki imanı sağlamlaştırmak arzusuyla mallarını sarf edenlerin durumu, bir tepedeki bahçenin durumuna benzer ki; ona bol yağmur yağar da meyvelerini iki kat arttırır. Bol yağmur yağmazsa, bir çisinti düşer. Allah (cc) yaptıklarınızı çok iyi görendir.
Rabbimiz insana mukayese kabiliyeti vermiş; iki zıddı karşılaştırır. Mukabele sanatı ile gerçekleri gün gibi ortaya çıkarır. Kalbi olanı, kulak vereni ikaz eder, ikna eder. Tıpkı bu ayetlerde olduğu gibi. İnfak edeni bir daneyi yedi başakla yüze çıkarılma bereketi ile tebşir ederken, infak edip de infakını başa kakan, eziyet eden, gösteriş yapanı taş üzerine ekin ekene benzetmiş.
Bu ayette de yüksek seviyeli kimselerin az da olsa halis infakları, yüksek arazide az yağmurla da olsa yüksek verime teşbih edilmiştir. Dikkat edilirse, müsbet-menfi infakta bütün misaller toprak üzeredir. Toprak zaten tiynet anlamınadır. İnsanın aslı da toprak olduğundan her tiynetteki insanın durumunu toprakla izah etmek, misallendirmek mümkündür. Bu ayetlerde bu net olarak gösterilmiştir.
İnsan, hem iyiliğe, hem kötülüğe, hem cennete, hem cehenneme, hem günaha, hem sevaba mütemayil olarak yaratılmış. Müjde ve müeyyidelerle hayra teşvik edilip, şerden engellenmiştir.
İşte iki ayet peşpeşe infak konusunda iki tezat tekabülü, iki muazzam teşbih; verilen emri, sıdk-ı niyet, ihlas ve rıza-i ilahiyle yerine getirenin sebep-sonuç ilişkisiyle, hırs ve cimriliğin hazin sonu!..
İlk misal: Yüksek tepede bol yağmur alan bir bahçe, tarıma son derece elverişli, bir bahçe için gerekli olan su, hava, rüzgar, her şey hazır ve tabi. Gübreleme, çapa v.s gibi fazla müdahaleye gerek kalmadan yemişini kat kat verir. Ayette zikredilen (ضِعْفَيْنِ) kelimesi, ‘ضِعْف’ kelimesinin tesniyesidir. Yani bir dı’f, iki kat demektir. İki dı’f, dört kat demektir.
Böyle yüksek bahçede mahsul almak için çok yağmur yağmasa da az bir çisinti yeterli olur. Bu teşbih mümin müttaki kulun infakını anlatmaktadır. Gayesi sırf Allah rızası olan mübarek insanın kalbi münbit bir toprak gibi daima iyilik düşünür, elinden gelen her iyiliği yapar ve yapmaya niyet eder.
Maddi gücü az olsa da gönlü ganidir. Yüksek seciyelidir. Helalden kazandığı için, helale gider, gittiği yeri de bereketlendirir. Onun iyilik duygusu da yüreğinden çıkıp neşv-ü nüma bulur, meyvesini verir. Bu güzel vasıfları nesilden nesile kalıtım yoluyla geçtiği gibi, iyilik yaptığı kimselere ve onların çevresine de yayılır. İyiliğinin sevabından geçmişleri de yararlanır. Kendine verilen nimetler de şükründen dolayı artar, çoğalır. ‘Cömerdin yemeği şifadır’ hadisi mucibince, yiyenlere şifa olur, sıhhatlerini artırır, ömürlerine ömür katar. Kat kat bereket. Bir şeyin temeli takva, ihlas, sadakatle atılırsa, sonuç böyle muhteşem olur.
Bu gani gönüllü, ipek huylu, muhlis müminler, Cenâb-ı Hakk’ın Gani, Kerim isimlerinin mazharı bahtiyarlardır. Kalplerindeki şuh (cimrilik, haset) yılanını katleden muzafferlerdir. Cömertlikleri ile dünyanın, takvalarıyla ahiretin efendileridir. Selam olsun bu kerim kimselere, ebeden daima!...
İnfakın iki afeti vardır:
1- İnfakıyla övülmek ister. Veya başka bir dünyevi amacı vardır. İnfak edenlerinin çoğunun hali budur. Bu afet, Allah'ın rızasını aramayı iptal eder.
2- Nefsinde katılık, tereddüt duyar. 'Acaba versem mi vermesem mi?' diye düşünür.
Bu afet de iç alemdeki tesbiti (sebatla verme arzusunu) giderir. Nefsin tesbiti; şecaati, kuvveti, infaka hazır olmasıdır. Bu onun sadakati ve sırf Allah rızasını murat etme talebidir.
Bu şekildeki infak, Allah’ın rızasını talep ile nefsi takviye eder.
'Tesbit' ifadesi birkaç şekilde açıklanır:
♦ Mallarını Allah için harcayanlar, Allah’ın rızasını kazanmak,kalplerindekini ortaya koymak, mü’min olduklarını isp atlamak için, ya da kalplerindeki imanlarını amele dönüştürerek kuvvetl endirmek için sadaka verenler.
♦ 'Sadaka, sıdk, sadâkat, tasdik' kelimeleri aynı kökten gelir. Tasdik imanın eylemi, imanın ispat ıdır. Malının tümünün Allah’a ait olduğuna inanan kişi mü’mindir. Bu imanı eyleme geçirerek, Allah’a ait olduğuna inandığı malını sadaka veren kişi de tasdik ehlid ir, yâni sıddîktır. “Sad aka burhandır” hadisi bunu anlatır. Sadaka vermek malın ve canın Allah’a ait oluşunu kabulün delilid ir. Müminler mallarını ve canl arını Allah yolunda kullanarak sadakalarını ortaya koyarlar. Sadaka insanın mal yönündeki imanını doğrulayan husustur.
♦ Ya da bu, Allah için sürekli verme konusunda sebat ehli olabilmeyi becerebilmek için verilen demektir. Kend ilerini sürekli vermeye alıştırabilmek için infak ederler. Bir bakıma nefis eğit imi adına verenler demektir. Yâni nefislerini iman üzerine sabit kılm ak için mallarını ve canlarını Allah yolunda fedâ ederler. Zira mal ve can, Allah yolunda fedâya hazır olmadıkça, nefislerin iman üzerine sabit olması mümkün değildir.
Kalpte sebat oluşması fedakarlığa bağlıdır. Tüm veliler büyük bir fedakarlıkla yumurta kabuğunu çatlatıp keşiflerini açmışlardır. Cömertlik de bir fedakarlıktır, kişinin imanını tesbit edip sabitler.
Nefsin, ubûdiyyet makamında bir sebatı yoktur. Ancak o, mücahede ile ezilirse sebat eder. Nefs, dünya hayatı ile mala aşıktır. İnfakla, canını vermekle mükellef tutulduğunda, ezilir. Böylece nefsin sebat ve takviyesi kısmen meydana gelmiş olur. Bu sebeple, kısmıyyet ifâde eden مِنْ harf-i ceri, "nefis" kelimesinin başına getirilmiştir.
Buna göre mânâ şöyledir: "Allah rızası için malını harcayan kimse, nefsini, kısmen; malını ve canını birlikte veren kimse de nefsini tamamen bu yolda harcamış olur."
Fahri hocamız infakın imanla ilgisini şu temsille anlatırdı:
Kul zikir meclislerinde kendini yerden yere vurur, her haliyle Allah'a aşık olduğunu ortaya koymaya çalışır. Cenab-ı Hak sorar:
- Kulum beni seviyor musun?
- Tabi ya Rabbi
- Peki kenarda kaç paran var?
- On bin lira ya Rabbi
- Peki Benim için onu ver bakalım.
- On bin lira çok ya Rabbi!
- Öyleyse beşbin lira ver.
- Beş bin çok ya Rabbi!
- Öyleyse iki bin lira ver!
- İki bin de çok ya Rabbi! Ben camiden gelirken iki buçuk lirayı fakirin birine veririm.
- Ya kulum, demek öyle... Kendini yerden yere vurmana, aşkın için paralanmana gerek yok. Senden aşık değil, tavaya kaşık bile olmaz.
♦ Sonuçtan kesin olarak emin oldukları halde verirl er. Yâni verene Allah’ın kat kat vereceği konus unda emin olarak verirler.
♦ Nefsini mal sevgisinden ve cimr ilik hastalığından temizlemek ve Allah yolunda eğitmek için verirler. Çünkü bugün malını veremeyen kişi yarın ger ektiğinde canını hiç veremeyecektir.
♦ İnsanlar, nefsini bu sadaka ibadetini muhafazaya ve onu boza-cak şeyleri bırakmaya iyice alıştırır.
♦ Kalbler ancak Allah'ı zikir ile sebat eder. Kim malını Allah yo-lunda harcarsa, tecelli makamında kalbin itminanı meydana gelmez. Bu itminan ancak, o insan sırf kulluk maksadıyla infakta bulunduğu zaman meydana gelir. Bu sebeble Hz. Ali’nin infakı hakkında, "Biz, size ancak Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür beklemiyoruz" (İnsan, 9) ayeti nazil olmuştur.
♦ İnsanın infâkı, kendi için ve nefsini teşvik için olmayıp, Hakk'a kulluk etmek için olunca, o zaman kalb mutmain olur, nefsi sükûnete erer ve kalbi ile çekişmez. Bu sebepten ötürü, Allahu Teâlâ, bu infak hususunda önce "Allah rızasını taleb etmek" sonra "Ruhlarında (imanı) kökleştirip takviye etmek için infak ederler" buyurmuştur.
✽ ✽ ✽
Allahu Teâlâ yeryüzünü yaratınca, yeryüzü sarsılıyordu. Bunun üzerine Allah Teala dağları yarattı. Onları yeryüzüne yerleştirdi ve yeryüzü istikrara kav uştu. Melekler, dağların güçlülüğüne şaşarak: "
Ey Rabbimiz, yaratıkların aras ında dağlardan daha güçlü bir şey var mı?" diye sordular. Allah: "Evet, demir var" buyurdu.
Melekler: "Ey Rabbimiz, yarattıkların içinde demirden daha güçlü bir şey var mı?" dediler. Allah: "Evet ateş var" buyurdu.
Melekler: "Ey Rabbim iz, yaratıkların arasında ateşten daha güçlü bir şey var mı?" dediler. Allah : "Evet su var" buyurdu. Melekler: "Ey Rabbimiz, yaratıkların arasında sudan dah a güçlü bir şey var mı?" dediler. Allah: "Evet rüzgâr var" buyurdu. Melekler: "Ey Rabbimiz, yaratıkların arasında rüzgârdan daha güçlü bir şey var mı?" dedi ler.
Allah, "Evet var. O, sağ eliyle bir sadaka verip onu sol elinden gizleyen Âdemoğludur." buyurdu. Hadisi Şerif
✽ ✽ ✽
♦ Bir hareketin tekrar tekrar yapılması, meleke meydana gelmesine sebeptir. Allah rızâsı için, tekrar tekrar infakta bulunan kimse, bu devam eden infakla artık bunu bir vasıf olarak elde eder ve Allah rızasını aramak, nefsinde yerleşen bir meleke haline gelir.
♦ Artık onun kalbi; farkında olmadan herhangi bir harekette bile derhal Allah'a yönelir. İbadetleri âdet haline dönüşüp, ruhun bir huyu olur. "Allah, iman edenlere sebat verir" (İbrahim, 27) Böyle bir "tesbit" meydana geldiğinde, ruh, ruhanî ve kutsi melek cevherlerinden bir cevher olur. Böylece de kul, hem gâib, hem hazır, hem orada, hem başka yerde bir varlık hâline gelir.
♦ Âyetteki وَتَثْبٖيتاً 'den murad, bu kimselerin, amellerini Allah'ın zâyî etmeyeceğine ve ümidlerini boşa çıkarmayacağına kesin inanarak infak etmeleridir. Çünkü verdikleri sadaka, hem sevap, hem ikab, hem de yeniden dirilme esnasında bulunacaktır. Münafığın sadakası böyle değildir. Münafık infâk ettiğinde, sevabına inanmadığı için onun boşa gittiğine inanır.
♦ Bundan murad, infak eden kimsenin sadaka verirken, tedbirli davranarak sâlih ve iffetli fakirlere vermesidir.
Cömertlik ağacı
Cömertlik, kökü cennette olan ve dalları dünyaya sarkan bir ağaçtır. Kim cömertliğin dallarından bir dala tutunursa, o cömertliği onu cennete sevk eder. Cimrilik de kökü cehennem ateşinde ve dalları dünyaya sarkan bir ağaçtır. Kim cimriliğe sarılırsa cimrilik onu cehennem ateşine sevk eder. Hadis-i Şerif
Cömertlik, fazla vermeden ziyade; yerinde, zamanında vermektir.
Sevginin ölçüsü fedakarlıktır. Fedakar olmayanın sevgisine inanılmaz. Meyvelerin doğması için bütün çiçekler solar.
Cömertlik malı, mutluluğu, sevinci ve bütün güzellikleri paylaşmaktır.
Cömertlik cennet servisinden bir daldır. Mevlânâ
✽ ✽ ✽
Abdullah b. Cafer (ra) kölesiyle bir gün bir yerden geçerken yoluna siyahi yaşlı bir kadın çıktı. Yaşlı kadının perişan halini gören Abdullah b. Cafer (ra):
‘Nedir senin bu halin?’ diye sordu. Kadın:
‘Yaşlı biriyim, muhtaç ve fakir düştüm. Yanında bana verecek bir şeylerin var mı?’ dedi. Abdullah b. Cafer (ra) kölesine:
‘Yanında ne varsa bu kadına ver’ dedi. Kölesinin yanında 8 dirhem vardı;
‘Efendim, biz yolcuyuz, bizim ihtiyacımız da olabilir. Bu kadın ise sizi tanımıyor, ihtiyacı kadar versek yeterlidir’ dedi. Abdullah b. Cafer kölesine:
‘O kadın beni tanımıyorsa da ben kendi nefsimi biliyor ve tanıyorum. Her ne kadar siyahi ise de ecri beyazdır’ dedi.
✽ ✽ ✽
Bunların durumu öncekilerin tamamen aksine, yüksek bir tepe nin üzerindeki bahçeye benzer. Öncekilerin durumu alçak bir çuku run içindeki bahçeye benzetilmişti. Yüksek yer ekinin güven ve selâmeti için alçak yerden daha iyidir. Çünkü alçak yerler ekine zarar verebilecek birtakım şeylerin saldırılarına, baskınlarına maruz kalabilir. Genellikle çöplükler, artıklar bu tür çukurlara dolar. Ama yüksek yerler bu tür tehlikelerden daha emindir. Ayrıca alçak yerlerdeki ağaçlar nadiren soğuk vurmasından kurtulur. Çünkü bu arazilerde rüzgarlar durgun ve hava yoğundur. Bu bahçe yüksek olduğundan güneşin hem doğuşundan hem batışından faydalanır. Rüzgar da alır.
Bu bahçenin yemişleri gölgede olanlar gibi değil, güzel, tatlı, bereketli ve kokulu olur.
Bu bahçenin toprağı, üzerinde bir avuç toprak bulunan kayaya karşılık münbit ve derincedir. Tepenin üzerindeki bahçeye karşılık, üzerinde bir avuç toprak bulunan kaya yer almaktadır. Şiddetli bir yağmur yağdığı zaman oradaki hafif toprak örtüsünü giderdiği gibi buradaki verimli toprağı gideremez. Üstelik bu, toprağı canlandırır, verimini artırır ve yeşertir.
Ancak bu yüksekliğin, çok fazla olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü bahçe yüksek bir yerde bulunduğu zaman, su seviyesinin üstünde olur, nehir suyundan istifâde edemez, çok rüzgâr alır, bu sebeplerden dolayı güzel olmaz. Bahçenin verimli olması, ne tepe, ne de çukur olmayan düz bir arazide bulunduğunda mümkün olur. Ayette bahsedilen tepe, yağmur aldığında kabarıp yükselen sıcak ve nemli bir arazîdedir. Çünkü bu özellikteki toprak parçalarının verimi çok olur ve ondaki ağaçlar güzel büyür.
İşte mallarını Allah yolunda harcayanlar, böyle yüksekte bulunan bir bahçeye benzer. Oraya yağan yağmur şiddetli ve bol olursa bolca bitki bitirir. İki kat hâsılat verir. Oraya bolca yağmur yağmasa bile, ufak bir çisenti olsa bile yine bitki bitirir. İşte Allah için malını infak eden mü’minlerin durumu buna benzer. Çok verdikleri zaman öbür tarafta bolca ürün elde ederler, az verseler, çisenti kadar verseler bile Allah için verdiklerinden, başa kakmadıklarından, gösteriş yapmadıklarından, verdikleriyle eziyet etmediklerind en Allah onlara yine bolca sevap verecektir.
Yağmurun toprağı canlandırdığı gibi, sadaka da mümin kalbi temizleyip Allah ile olan bağlarını güçlendirir, malını temizleyip arttırır, müslüman cemaatin hayatını arındırıp, düzeltir ve geliştirir.
"وَابِلٌ " şiddetli, çok miktarda yağmurdur. Adeti; semere vermesi, berekete vesile olmasıdır. Küçük de olsa mutlaka meyve bitmesine sebep olur. Bu; mukarrebunun ve sabikunun halidir.
"فَطَلٌّ " katresi küçük yağmur, demektir.
Temsilin bu bölümü de; meyvenin oluşmasına yetecek kadar bir çisinti, bir berekettir. Bu da infakta ebrarın ve muktesidin halidir. Bu hal, onların Allah katındaki dereceleridir. "وَابِلٌ " isabet edince dereceleri daha da yükselir.
Onlar gece gündüz, gizli aşikar infak ederler. Kendileri muhtaç olsalar da başkalarını kendilerine tercih ederler. 'Eshab-ı tall (طَلّ)' muktesiddir. Muktesidin hali, amelleri yüksekteki bahçe gibidir. Onlar malları az da olsa, çok da olsa verirler. Sevaplarını ve mahsullerini bereketlendirirler.
Ticaret, kâr için yapılır. Her malın etiket fiyatında bir kâr oranı vardır; yüzde on, yüzde yirmi, yüzde elli. Fakat yüzde yüz kâr çok nadir bulunur. Yüzde bin ise dünyada hiç bulunmaz. Böyle bir ticaret ne görülmüştür, ne duyulmuştur, ne de mümkündür.
Ama insanoğlu nedense az kâr getiren işe yatırım yapar da, kârı hem garanti olan, hem de yüzde binlere ulaşan iş alanına çekinerek, tereddüt ederek yatırım yapar.
Böyle bir ticaret asıl itibariyle, dünyada dünya için yapılmaz, dünyada ahiret için yapılır. Yapılan bu ticaretin karşılığı ahirette verilir, dünyada ise bir teşvik olarak ikram edilir.
Bu sırrı kavrayan insanlar, fakire, yetime ve muhtaca yardımda bulunmuşlar, Allah (cc) rızası için Allah (cc)’ın kendilerine verdiği nimeti başkalarıyla paylaşmışlardır.
İnsan, Allah (cc) adına vermenin, Allah (cc) için yardım etmenin, Allah (cc) rızası için iyilikte bulunmanın hazzını, zevkini ve keyfini bir tadacak olsa, ondan sonra bu işi artık güzel bir alışkanlık haline getirecek, iyilik yapmadan rahat edemeyecektir.
" بَصٖيرٌ " kelimesi, burada 'bilen' manasındadır. Yani, "Allahu Teâlâ, infakların keyfiyetini, ne kadar olduğunu, insanı infaka sevkeden şeyleri bilir ve buna göre onları, eğer amelleri iyi ise mükâfatlandırır, kötü ise cezalandırır."
Allah yaptıklarınızı görür, cümlesi işari olarak şunu da hatırlatır: Basir-görmek, en iyi bilgi kaynağıdır. Onun için bugünün görüntülü yayınları kitap okuma alışkanlığını bitirdi.
Allah (cc), her şeyi mükemmel şekilde görendir. Alemdeki en küçük parçaları, en ufak karıncayı, organlarını, etini, kanını, beynini, damarlarını, zifiri karanlık gecede siyah taşın üzerindeki hareketlerini dahi görür. Yedi kat göğün üzerinde olanı gördüğü gibi, yedi kat yerin altında olanı da görür.
Allah (cc), yerde, gökte görülebilecek her şeyi 'Basir' sıfatıyla kuşatmıştır. O’nun için görülmeyen bir şey yoktur. Hiçbir şey O’ndan gizli değildir. Ağaçların dallarından yapraklarına doğru akan suyu görür. Türü, iriliği, ufaklığı, inceliği, kalınlığı ne olursa olsun bütün bitkilerdeki suyun akışını bilen ve görendir. Arıların, sineklerin ve daha bilinmeyen nice küçük varlıkların damarlarında dolaşan kanı da görendir.
Allah , görüneni-görünmeyeni, hazır bulunanı-bulunmayanı görendir. Gözlerin hareketlerini, kalp atışlarını dahi bilen ve görendir.
Vali Efendinin çok güzel bir bahçesi vardı. Rengarenk çiçeklerle donatılmış, tam bir zevkü sefa yeriydi. Bir gün vali bahçesine geldi.
Bir bahaneyle bahçıvanı iş için dışarı gönderdi. Hanımına da dedi ki:
‘Bahçenin kapısını kapat. Hiçbir kapı açık kalmasın.’
Kadın akıllı ve namusluydu. Valinin kötü niyetini anladı. Gidip bir ağacın arkasına saklandı ve az sonra gelip dedi ki:
‘Kapıları kapattım. Yalnız bir tanesi kaldı. Onu kapatmaya gü-
cüm yetmiyor. Ne kadar uğraşsam da kapatamıyorum!’
‘O hangi kapıdır?’
‘Allah (cc)’ın Basir sıfatıyla bizi gördüğü kapıdır.’
Vali bu sözü duyunca pişman olup tevbe etti. Bir daha aklına böyle kötülükler getirmemek için Allah (cc)’ın sevgili kullarından birinin bulunduğu yere gidip onun sohbetinde yetişti, kendisi de o sevgili kullardan biri oldu.
Kula gereken;
· Allah (cc), insanın gözlerini melekûttaki akılları durduracak esrarı, kainattaki çeşitli ayetleri görmesi için yaratmıştır. Bunlara bakışları ibret almak için olmalıdır.
'Basir' ismini bilen, varlık alemiyle ilgili ayetlere, yer ve göklerdeki olağanüstü düzene bakarak Allah (cc)’ın azamet ve yüceliğini düşünür, çevresine daima ibretle bakar. Allah (cc)’ın güç ve kudretini, hikmetini, derin ilmini ve iradesini gösteren yapılara bakarak O’na daha bir içtenlik ve güvenle ibadet eder.
· Kul, Allah'ın (cc) kendisini daima gördüğünü, yaptıklarını bildiğini unutmamalıdır.
Yaptığı kötülükleri Allah’tan başkasından utanarak gizleyip, Allah (cc)’tan gizlememek, Allah’ın 'Basir' ismini hiçe saymaktır, Allah’ı hafife almaktır. Allah’ın bu sıfatını bilmek ve ona göre hareket etmek, 'Basir' ismine imanın semerelerindendir.
'Basir' ismini bilmenin faydası, kişide murakabe hissini kazandırmasıdır. Murakabe; Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmendir. Zira sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.
Allah (cc)’ın her şeyi gördüğünü bilen, gizli ve açık her halini düzeltmeye çalışır. Gizli hallerini murakabe ile (Allah’ın gözetiminde olduğunu bilmekle), dış halini de muhasebe ile (Allah’ın kendisini hesaba çekeceğini bilmekle) düzeltir. Böylece her durumda Allah (cc)’a karşı gelmekten korkar ve O’ndan utanır. Allah (cc)’ın kendisine yasakladığı yerlerde bulunmaktan, emrettiği yerlerde bulunmamaktan kaçınır. Allah’ın gözetiminde olduğunu aklından hiç çıkarmaz. O’nun kendisini görmesini hafife alarak günah işlemez. 'Basir' ismi celilini 302 defa okumaya devam edenin basireti nur-u ilahi ile münevver olup her şeyi görür. Olayları vuku bulmadan hissedip, idrak eder. İlimlere ve fenlere vakıf olur. Gizli esrarı, melekütu idrak eder. Zihni ve idrakı kuvvetlenir. Düşündüğü şeylerde doğruyu görür. Hataya düşmez.
Halis kimseler; Allah (cc)’tan gayrı ne dünya, ne de ahiret talep etmezler. Onlar; ‘Nefislerindekini tesbit için verirler’ Hakk’ı ve rızasını talepte nefsin hazlarından niyetleri sıyrılmış halis kimselerdir.
‘Yüksek bir tepedeki bahçe gibidir ki; yağmur yağarsa iki kat ürün verir. Yağmur değmezse kendinde nem bulunmakla ürünü verir'
Yani Hakk’ı talepte ihlasa verilecek sevap; malını ahiret sevabı için infak edenlerin iki katıdır. Ona, cennetin yüksek dereceleri vardır, onun nasibi cennet nimetleridir.
Hakk’ı talepte halis olana iki kat mükafat vardır: Hakk’a yakınlıkta visal devleti ve hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşer kalbine gelmeyen şuhud (cemali görme) nimeti.
Onlara hem cennet nimetlerinden bir kat, hem de cennet talebinden ve nimetinden çok daha fazlası kat kat vardır.
Allah ahiret ehline dünyada bir nasip vermiştir. Fakat ehlullaha verdiği yakınlık ve visali onlara vermemiştir. Bunun için ehlullahın semeresi iki kattır.
‘Yemişini kat kat verir’
Dünyada keşif semerelerinden, müşahededen, keramet nimetlerinden ve muhlislerin kalp cennetinin semeresi olan cennetlerden, varidatlardan, ilahi nazarlardan, uluhiyete ait, Rabbani cezbelerden kat kat tadacakalardır.
‘Allah yaptıklarınızı görür’
Amel ettiğiniz zaman Allah rızası için mi, yoksa hayat istifadesi için mi, nasıl amel ettiğinizi görür.
• 'Nefislerindekini tesbit için' ibadesinde tecrid vardır. Sanki nefisleri ayrı, kendileri ayrı gibi ifade edilmiş.
تَثْبٖيتاً 'Tesbit' kelimesi istiare-i tebaiyedir. Nasıl ki kaygan bir zeminde düz bir şeyi dik tutmak için çok dikkatli davranılır. Eğer kişi elinden kaçırıp düşürse veya kendisi düşse, kırılma meydana gelir.
İç alemimiz de, nefis ve şeytan vesveseleriyle daima kaygan tehlikeli bir zemindedir. Bizi ayakta tutan, devrilmemizi engelleyen şey sağlam bir nefistir. Nefsin dik durması için bazı çivilere, desteklere, kaygan zemini kurulayıcılara ihtiyaç vardır. İnfak da bunlardan biridir.
Nefis; 'Mal benim, ben kazandım, kimseye vermem' diye sallanırken, infak onu sımsıkı sabitler. 'Mal senin değil, sen de senin değilsin' der ve sarsıntıyı durdurur.
Dal bil işaresiyle; özellikle mülkiyetimize dokunan şeylerin nefse ağır geldiğini, imanı etkilediğini anlarız.
• فَاٰتَتْ اُكُلَهَا 'Yemişini vermiş' cümlesinde isnad-ı mecazi vardır. Mekana isnad yapılmış, aslında yemişi veren bahçe değil, bahçenin içindeki ağaçtır.
Yine burada اَنْبَتَ 'Bitirmiş' fiili yerine 'Vermiş' fiilinin kullanılması da istiare-i tebaiyedir. Sanki ağacın meyveyi yetiştirmesi, vermesi gibi ifade edildi. Camisi; karşılıksız olmasıdır. Ağaçlar, bahçeler kendileri için hiç kullanmazlar, bu yüzden onlar için hep 'Verdi' fiili kullanılır.
• Gerek bu teşbih, gerek buğday teşbihi hep toprak mahsullerinden getirildi. İnfakın güzelliğini anlatmak için, gökyüzüne veya denize de teşbih yapılabilirdi. Deniz kadar engin, gökyüzü kadar yüce denmedi.
Dal bil işaresi ile; toprağın ayak altında olması, infak edilen malın yüceltilecek bir meta olmadığını ifade eder.
Ayrıca gökyüzü de deniz de ulaşması kolayca mümkün olmayan yerlerdir. Toprak ise daima insanın kontrol edebileceği bir yerdir.
Deniz ve gökyüzü kendini arındırır ama toprağı temizlemez, ilgilenmezsek ürün alamayız. İnfak konusu da hep nazik, bakım isteyen bir konudur. Biraz kendi haline kalsa orayı, hemen cimrilik dikenleri, başa kakma otları sarar.
• طَلٌّ' ün aslı فَهُوَ طَلٌّ idi. Müsnedin ileyhin hazfı fazla sözden sakınmak içindir.
266-Sizden birinizin hurma ve üzüm bağları bulunan ve içinden ırmaklar akan, ayrıca içinde meyvenin her çeşidi bulunan bir bahçesi olsun da, tam kendisine ihtiyarlık çöküp küçük ve güçsüz çocuklarının bulunduğu bir anda ateşli bir kasırga kopup, bahçesini kasıp kavurmasını, kim arzu eder ki? İşte Allah (cc) size böylece delillerini açıklıyor ki düşünesiniz.
Bize bizden daha yakın, daha merhametli Yüce Mevlamız, bütün akli-nakli delilleri önümüze seriyor. Misaller, temsiller, tekitlerle ruhumuzu, kalbimizi, hayalimizi eğitiyor. İbret almamızı, insaf etmemizi, iki cihan saadetimizi istiyor. Gidişatımızı denetlememizi, işin enini sonunu düşünmemizi, Rabbimizin kuvvet, kudret ve galebesini tefekkür edip ayağımızı denk almamızı, kibri, hodgamlığı, küstahlığı, cimriliği, pintiliği bırakmamızı istiyor.
Bize ihsan ettiği nimetleri mutedil bir şekilde kullanıp, fazlasıyla da kardeşlerimizle güzel irtibat sağlamamızı, mutluluğumuzu, imkanlarımızı paylaşmamızı, en önemlisi de dua alıp, âhiret azığını hazırlamamızı tavsiye ediyor. Misalde belirtildiği gibi, öncelikle her türlü imkan, bağ-bahçe, çiftlik, refah, bolluk ihsan edilen insan, bunun şükrünü yerine getirmediği zaman, kar, bora, fırtına gibi âfâki âfetlere giriftar oluyor.
Misali detaylaştırarak, olayın vehametini çok bariz halde ortaya koyuyor. Önceleri malıyla kibirlenen, hava atan, şımaran, nankörleşen, katılaşan, fakir-fukarayı aşağılayan, zırnık koklatmayan, sonunu düşünmeden haddi aşan bedbaht insan bir anda her şeyini kaybediyor. Kendi yaşlı, çocukları küçük, belli ki zenginliğin verdiği gururla, genç biriyle evlenmiş günümüzde bu tiplerin sayısı oldukça kabarık. İmkanlar genişledikçe araba değişir, evler değişir, zevce değişir. Kırk-elli yıllık vefakar, belki de cefakar hanımını hiçbir neden olmadan sırf nefsinin azgınlığından, imkanının çokluğundan terk eder. Evlatlar darma dağınık, iki tarafta aileler mahzun, akraba taallukat üzgün. Yeniden evlenen ihtiyar delikanlı saç boyatır, ev donatır, iki dirhem bir çekirdek giyinir kuşanır, dünya umurunda olmaz.
Âkif bu tipleri çok güzel tasvir etmiş:
Ne aman dinledi gittikçe hovardam ne zaman
Saç sakal tuttu, ne hikmetse acip bir renk
Kalafatlandı bıyıklar iki batman bir denk
Çehre allıklı sabunlarla mücella her gün
Fes yıkık, kelle çıkık, kaş yılışık, göz süzgün
İğne boncuk , yakalık tasma yular..
Hepsi tamam Koçyiğit sanki bunak
Kimse umurunda değil, bastırmış parayı almış yirmi otuz yaşında hanımı, başlamış yeniden zürriyet düzmeye. Çoğu kez bu tiplerin önceki ailesi, çoluk çocuğu, hatta kendini ikaz eden ana babaları umurunda değil. Hak-adalet hak getire. Cenabı Hakk’ın ‘Onlara söyle Habibim, az bir zaman için eğlen, ama kesin olarak bil ki yerin cehennemdir’ buyruğu bu gibileri muhatap seçmiştir. Bu ayet de bu gerçeği vurgulamakta. Bu keyif, bu heyecan, bu zulüm üzere kurulan zevk-ü sefa kısa zamanda yerini bitimsiz çilelere bırakıyor. Yaşlı adam ve küçücük çocukları, birden servetleri, hanlar-hamamları, bağ-bahçeleri tarumar oluyor.
Kazanırken, üretirken, tüketirken keyfe mâ yeşâ yaşarken, helal midir, haram mıdır, hak mıdır, batıl mıdır hesabı yapılmadan elde edilen servet bir anda toz duman oluyor. Yaşlı adam perişan, yeniden kazanmaya gücü yok, hem madden, hem manen yıkılmış, çocukları çalışacak yaşta değil, Allah (cc) böyle akıbetten muhafaza buyursun.
Dünya bu gibi misallerle dolu. Sizden biri bu akıbete düşmek ister mi? O halde içinde bulunduğumuz imtihan dünyasını eğlenceli sanmayalım. Sırat-ı müstakimden ayrılmadan Rabbimizin en çok sevdiği, O’na uymamızı tavsiye ettiği Resul-ü Muhterem’e ittiba edip, O’nun sünnetini hayat tarzı haline getirmemiz gerekir. Bu bir muhayyerlik değil, bir mecburiyet, bir mükellefiyet, bir görevdir. Yoksa Yüce Rabbimiz böyle anlamlı, böyle manidar misalleri neden uzun anlatsın?
Özellikle bu iki meyve zikredildi. Çünkü bunlar meyvelerin en kıymetlileridir. Azık, gıda, ilaç, içecek, meyve ve tatlı olarak tüketilir. İkisinin de hem yaşı, hem kurusu yenir. Faydaları çoktur.
Burada 'semere'den kasıt, mal ve faydalanılan herşeydir. Cümlenin siyakından bu meyvenin, 'Marifet meyvesi' olduğu da anlaşılmaktadır.
Hurmaya dair...
Allah (cc) Hz. Adem’i yaratacağı zaman meleklere Hz. Adem’in toprağını bir eleğe koymalarını emretti. Elendikten sonra saf ve ince olanından Hz. Adem yaratıldı. Elekten geriye kalan kısımdan da hurma yaratıldı. Hz. Adem’in toprağından geriye kalan anlamında hurma ağacına 'nahle' denmiştir. O yüzden hurma ağacı halamız sayılmaktadır. Bu ağacın yaratılışında topluluk ve adalet vardır. İnsanın yaratılışı da böyledir. Bunun için Efendimiz (sav) nahle ağacına ‘Ademoğullarının halasıdır’ derdi. ‘Halanız olan nahleye saygı gösterin. Çünkü bu ağaç Adem (as)’ın arta kalan çamurundan yaratılmıştır.’ Hadis-i Şerif
Hurma ağacı ile insan arasında şaşırtıcı benzerlikler vardır. Hurma ağaçları erkek ve dişi olmak üzere iki cinstir. Erkeklerin dalları dik ve yukarı bakar, dişininki ise uzun ve aşağıya doğrudur. Hurma ağaçları da tıpkı insan gibi 17-18 yaşlarında ergenleşirler. Döllenme ile çoğalır ve meyve verirler. Özellikle hurmanın döllenmesinin ve yavrulamasının aynen insan gibi olması çok ilgi çekicidir.
Döllenme kış mevsiminde meydana gelir. Erkek hurma ağacı tepeden polenler verir. Bunlar merdivenlerle insanlar tarafından alınır ve bir yerde kurutulur. Sonra dişi hurma ağacının tepesinde bir yarık açılmaya başlar. Buraya polenler koyulur ve üzeri zarar görmeyecek şekilde sarılır. Bu döllenme sonucunda dişi hurma ağacı ya meyve verir ya da yavrular. Yavrusunu tıpkı insanda olduğu gibi karnında taşır. Bu yaklaşık bir yıl sürer. Sonra sezeryan usulü yavru kesilip çıkarılır ve annenin 1-1,5 metre yanına dikilir. Yavru annesinin gövdesi ve gölgesi yanında olmak ister. Eğer uzağa dikilirse yavru vefat eder, anne de küser ve bir daha meyve vermez. Yavru annesinin yanında yaklaşık 10 yıl kalır. Sonra bir başka yere nakledilir.
Hurma ağacının en verimli yılları tıpkı insanda olduğu gibi 15 ila 40 yaşları arasındadır. 60 yaşından sonra artık ya meyve vermez, ya da çok az meyve verir hale gelir.
Hurma ağaçları bazen meyve vermedikleri zaman onları ikna etmeye çalışılır. Eğer ikna olmazlarsa korkutma yolu seçilir. Ağacın yanında ateş yakılır ‘Eğer meyve vermezsen seni yakarız’ denilir. Böylelikle ağacın hemen meyve verdiği görülür.
Hurma ağacının tepesinde bir dal vardır ki bu onun beynidir. Eğer o dal kesilirse ölür.
Efendimiz (sav) hurma ağacını kamil bir mümine benzetmiştir. Hem yaşantısından istifade ederiz, hem yaşantısından sonra istifade ederiz. Hurmanın gövdesinden evler, dallarından çatılar yapılır. Bunlar içeriye bir damla yağmur suyu geçirmez. Yazın üzerine su serpilir. Bu da klima vazifesi yapar. Hurma ağacı vefat etikten sonra kesilir ve hasat zamanına kadar bekletilir, hasat zamanında sabah namazından sonra yakılır ve bu iki gün sürer.
Bundan çıkan duman diğer hurma ağaçlarının üzerindeki bütün zararlı kurt ve böcekleri öldürür. Hurma ağaçları ilaçlanmaz. Yoksa ölürler. Yanan hurma ağacının küllerini ise sahabeler yaralarına merhem olarak kullanırlardı. Her türlü cilt hastalıklarına, sedefe iyi gelir.
Hurma ağacı ile insan arasındaki benzerlikler:
• İkisinin de ömrü ortalama insan ömrü kadardır.
• İnsanın şiddetle suya ihtiyacı olduğu gibi onun da bol suya ih-tiyacı vardır.
• Yavrulaması ortalama insan yavru adedine denktir.
• Gençlik ve ihtiyarlık yaşları insanın yaşlarına benzer.
• İnsandaki tüyler ve saçlar gibi hurma ağacında lifler vardır.
• İnsan da hurma da dik ve geniş bir gövdeye sahiptir.
Üzüme dair...
Dünyada en fazla çeşidi bulunan meyve üzümdür. Yaklaşık olarak 15.000 çeşit üzüm bulunmaktadır. Bunların 12.000 civarının anavatanı Türkiye'dir. 100 gram yaş üzümde yaklaşık 15,4 gram karbonhidrat, 1 gram protein, 1 gram yağ, 21 gram fosfor, 0,6 miligram demir, potasyum, magnezyum, kalsiyum, silisyum, iyot, çinko, kükürt ve manganez gibi mineraller depolanmıştır. 60 kaloridir.
Üzüm, güzellik iksiri ve gerçek bir beyin gıdasıdır. Öğleden sonra bir salkım üzüm veya taze sıkılmış bir bardak üzüm suyu, vücudun ve içindeki glutamik asitten dolayı, beyin hücrelerinin zindeleşmesinde önemli rol oynar. Bir kilo üzüm kalori bakımından 1.150 gram süt, 390 gram et, 300 gram ekmek ve 1.200 gram patatese eşdeğerdir.
Üzüm; aminoasitler, A ve B vitaminleriyle (B1, B2), çok özel bir şifa ve zindelik kaynağıdır. Bağışıklık sisteminin kuvvetlenmesinde, yorgunlukların hafifletilmesinde, cildin canlı bir görünüm almasında, alerji ve kireçlenmelerin engellenmesinde çok önemlidir. İçindeki tabiî fruktoz, vücudun harcadığı enerjiyi kısa sürede telafi eder. Kandaki oksijenin taşınmasında rol oynayan hemoglobinin sentezi için demir, böbreklerin çalışması ve kalb atışlarının düzenlenmesi için potasyum kullanılır. Üzüm, bu iki maddeyi bol miktarda taşır.
Üzümde, 15 çeşit aminoasit vardır, bunların yedisi sinir hücreleri için gereklidir. (Zaten bütün canlılarda 20 kadar aminoasit bulunur.) Besinlerin parçalanması sonucu veya sigara, alkol, kirli havayla alınan zararlı maddeler (serbest radikaller) kılcal damarların duvarlarına saldırarak tahrip eder. Üzümdeki güçlü antioksidanlar (serbest radikalleri tesirsiz hâle getiren maddeler) düşük yoğunluktaki zararlı lipoproteinlerin (LDL) kılcal damarlarda birikmesini engeller.
Siyah üzüm suyu, kalb hastalıklarına karşı koruyucu ve anti-kanserojen özelliktedir. Siyah üzüm suyu kandaki pıhtılaşmayı önler, plazma oranının artmasına, dolayısıyla anti-kanserojenlerin tesirli olmasında rol oynar.
Üzümün çekirdeği de başlı başına bir şifa kaynağıdır. Özellikle beyinde ve gözlerdeki kılcal damarlar, yüksek tansiyon karşısında kolayca çatlayabilir, yırtılabilir. Üzüm çekirdeği; yaşlılık ve hastalık ile zayıflayan kan damarı duvarlarını güçlendirir, damarların kırılganlığının düzeltilmesinde, daha sağlam ve esnek hâle gelmesinde rol alır, kanın kolayca akmasına vesile olur.
Varis, damarların büküldüğü, gerildiği ve derinin altında morumsu, uzamış kabarıklıklar olarak görülen bir durumdur. Üzüm çekirdeği, damarları güçlendirip sağlamlaştırır, yeniden onlara esneklik kazandırarak, tekrar derinin içine çekilmelerini sağlar.
Üzüm çekirdeği, polen alerjisine de devadır. Vücutta histamin salgısını önler, saman nezlesi gibi alerjik reaksiyonları engeller. Üzüm çekirdeği, dikkat eksikliğinin, konsantrasyon ve zihnî odaklanma eksikliğinin iyileşmesine fayda sağlar.
Kuru üzüm, safra açar, balgamı söker, sinirleri kuvvetlendirir ve sıkıntıyı giderir. (Hadis-i Şerif, Ebu Nuaym, Deylemi)
Üzüm hem katıktır, hem meyvedir. Üzümü ekmekle yemek sünnettir. Hz. Aişe, Rasulullah'ın (sav) sol eline üzüm salkımını alıp, sağ eli ile tane tane yediğini rivayet etmiştir. Kuru üzümü taze üzüm ile yemek sünnettir. (Şi'ratu'l İslam)
Kuru üzüm yemeniz lazımdır. Ekşimeye iyi gelir, balgamı söker, damarları kuvvetlendirir, vücuda ferahlık verir, yorgunluğu giderir, ahlakı güzelleştirir, ruhu hoş tutar, üzüntüyü de giderir. Hadis-i Şerif
Kim günde yirmi bir kırmızı üzüm tanesi yerse, cesedinde kerih görünen hiç bir şey kalmaz. Hazreti Ali
Bahçenin meyveleri onun tüm yükünü ve sorumluluklarını hafifletir, yüzünü güldürür. Bu, koyu gölgeli, bereketli ve bol meyveli bir bahçedir. Verenin, alanın ve bütün insanların hayatında kökleri ve etkileri itibarıyla sadaka da öyledir. Canlıdır, gölgesi vardır. Hayır ve bereketi, gıdası ve kokusu, temizliği ve gelişmesi vardır.
Yaşlı ve o bahçeye çok ihtiyacı var. Kalbi bir kaç yönden ona bağlı:
1- Çok yaşlı olduğu için, ticaret yapıp kazanç elde edemez.
2- Yaşlandığı için, fıtri olarak hırsı çoğalmıştır.
3- Kendisi ve arkadan gelecek torunları için bahçesinin kalmasını istemektedir.
4- Çocukları henüz küçük oldukları için, ona fayda sağlayamaz, bilakis ona külfetleri vardır. Kazanacak güçleri olmadığı için bu bahçenin gelirini onlara harcayacaktır.
اِعْصَار Toprağı semaya kaldıran, direğe benzeyen, sütun gibi yükselen ve gittikçe yuvarlaklaşan şiddetli rüzgardır. Halk buna "kasırga" adını verir. Son derece şiddetlidir. Güneyden esip üzümlerin içini boşaltan sıcak rüzgardır.
عصَر 'Sıkmak' demektir. Boraya bu ismin verilmesi, uğradığı herşeyi sıkılmış bir elbise gibi fırlatıp atmasındandır.
Ömrünün son dön em lerini yaşayan, zayıf ve ihtiyar olduğu için çalışıp kazanma imk ânı olmayan, bu yaşlılık ve güçsüzlüğün yanında kü çük yaşta olmaları ve de hasta olmaları ya da başka sebeplerle çal ı şamayacak durumda, onun eline bakan çoc ukları da olan bir baba düşünün. Bu ihtiyar ve güçsüz babanın hem kendisi hem de çocuklarının geleceği için yıllarca çalışıp yet iştirdiği ve ümit bağladığı zemininden ırmaklar akan bir hurma ve üzüm bağı var. İçinde başka meyveler de yetişmiş.
Bu bahçe onun geçimini, geleceğini gar anti ettiği gibi çocuklarının hayatını da güvence altına almaktadır. Bu bahçe bu yaşlı baba için ne kadar önemlidir, onun üzerine nasıl titrer? Sahip olduğu bu bahçe sayesinde son derece rah at ve geleceğe ümitle bakmaktadır.
Ama, tam bu durumda her tarafı kasıp kavuran ateşli bir kasırga o bahçeyi şöyle bir dolaşıyor. Ekmek teknesi, ümit dağ arcığı tüm meyveler ve tüm ağaçlar harap oluyor, üzüm ve hurmalar yanıp kül oluyor. Yaşlı, çaresiz adam yan ında bakıma muhtaç çocuklarıyla bahçenin önünde duruyor. Artık o andaki onun duygularını kelimelerle ifade etmek, yüzündeki karalığı, gözlerindeki zillet ve düşüklüğü, kalbindeki kırıklığı, yıkılışı, dökülüşü dile getirmek mümkün değildir. Bu manzara kalbinde ümit namına ne varsa hepsini silip götürmüştür. Bu kül yığınlarının arasında tüm yaş ama sevinci, umutları yok olup gitmiştir.
Yaşı çok ilerlemiş olduğu için yeniden imar etme, çal ışıp kazanma imkânı da kalmamıştır. Şimdi bu adam ne yapsın?
Eğer akıllı bir kimse bu misali düşünse, kalbinin kıblesi yapsa ona kafi gelir, şifa verir.
"İşte böyle ihtiyarladığınız, çalışıp yeniden kazanma imk ânınızın kalmadığı, gençlik çağınızın geçtiği bir döneminizde bütün hayatınız boyunca çalışıp kazandığınız şeylerin bir anda yok olup gitmesini ister misiniz? İşte böyle bir tabloyu güzünüzün önüne getirin.
Bir de, ömür boyu ameller işleyip öbür tar afta cennet ümit eden bir adam düşünün. Çok şeyler harcamış, değerli şeyler vermiş, infakta bulunmuş, ağlay anları güldürmüş, yetimlerin başını okşamış, fakirlerin sofral arını doldurmuş, kurslar yaptırmış, yurtlar kurmuş, yollar köprüler inşa ett irmiş. Böylece cenneti garantileme sevinci yaşamaktadır.
Fakat öbür tarafta ciddi bir hayal kırıklığ ıyla karşı karşıya gelmiş. Tüm bu yaptıklarının imansızlık, riya, gösteriş, başa kakma ve eziyet fırtınalarıyla havaya savrulduklar ını, yanıp kül olduklarını, eline hiç bir şeyin geçm ediğini görünce bu adamın ne hale gelece- ğini düşünün. Tıpkı yaşlanmış ve çalışıp kazanma imk ânı kalmamış adam gibi bu adamın da kıyamet günü tekrar çalışıp amel işleme, ibâdet yapma imkânı kalmamıştır. İnfak edecek paranın olmadığı, ibâdet edecek fırsatın kalmadığı bir günde tüm yaptıklarınızın, öbür tarafa intikal etmeyerek dünyada kald ığını ya da riya, gösteriş, başa kakma gibi sebeplerle boşa gittiğ ini görünce aynen bu yaşlı adamın du rumuna düşeceksiniz. Tüm bunları, dünyanın faniliğini, ahiretin bakiliğini düşünün."
Kul Allah'ın taatında amel edip sonra günahlarıyla onları iptal edip yaksa, tıpkı bu misaldeki gibi yanmış bahçeye döner. Taati, amelleri boşa gider. Bu amelle ilmi de gider. 'Cahil' ismine hak kazanır. Çünkü kim Allah'a isyan ederse o cahildir.
Tefekkür
Tefekkür; zihni zorlama ve düşüncede derinlere inme, demektir. Arapçadaki "فكر" yani “fikir, düşünce sahibi olmak, düşünmek” fiili tefeul babına girince, “şiddet, güç, derinlik” manası kazanır, basit, sıradan, gündelik bir düşünce trafiğinin ötesinde derin düşünme anlamına gelir.
Tefekkür beyni geliştirir. Bilincin, aklın sınırlarını genişletir, beyinde normal-üstü, çapraz bağlantıların kurulmasını sağlar. Zihni odaklanılan konuda, lâtif esintilere değecek şekilde keskinleştirir. Böylece beyin ezberin, taklitçiliğin, sıradan düşüncenin ötesine geçer; takılıp kaldığı gündelik bilinç mezarından çıkar, idrake ulaşır.
Tefekkür imanı kurtarır. Beynin yüksek enerji kullanılarak yeniden ve sağlam bir şekilde yapılandırılması idraki artırır, egonun etkisi azalır. Tefekkür edilmeden zihne kaydedilen her bilgi hakîkate işâret etse de taklit ve nakil bilgisidir, kişiye ait değildir.
Sağlıklı bir tefekkür için, beynin çalışma hızının, kalitesinin artmasına, kan dolaşımına, uyku kalitemize, yiyip içtiklerimize dikkat etmek, egzersiz yapmak, çözüm odaklı düşünmek, güler yüzlü olmak gerekir. Tefekkürde dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan biri de, düşünenin; hayâtı, gönlü, dili ve bedeniyle Rabbine kulluğu, kendi durumunu düşünmesidir. Bir insan bütün ömrünü, kendini düşünmeye sarfetse, yine bu işin hakkını veremez.
Bir saatlik tefekkür, bir gece ibâdetten hayırlıdır. Hasan-ı Basri
Bir tefekkür örneği
Allah etten göz yaratmış, görüyor. Etten beyin yaratmış, problem çözüyor. Yarım kiloluk beynin problem çözmesi ruha bağlı. Ruh ise hayatın bir şubesi. Hayat, Allah’ın her şeyi kuşatan sıfatı. Hayatsız tek bir cisim yok. Mesela demir cansızdır. Fakat demir yüklü vitaminler, anemi, kansızlık hastalığına dermandır. Bir yanda cansız demir, öte yanda derman olan demir. Her gün ölü gıdalar yer, diri diri gezeriz. Çünkü ölü gıdalardaki vitaminler hayattır. Ölmüş gıdaları midemizde dirilten Allah, ölmüş insanları da diriltir.
'Sizden biri; kendisi ihtiyar olup, zayıf çocukları olmasını, ve hurmalardan, üzümlerden yetişmiş bahçesine de bora isabet edip herşeyi yakmasını arzu eder mi?'
Bu bahçe, insan kalbini temsil eder. Cenab-ı Hakk’ın inayet nazarıyla nazar ettiği yerdir. Altından akan nehirler, hidayet nehirleridir.
'Onun her tür meyvesi vardır' İnsan; ahseni takvim ile bütün keramet ve kemalatı cem etmeye müsait, bütün faziletlerle müzeyyen ve en güzel şemail ile yaratılmıştır. Bütün esmayı bilmekle kendisine ikram edilmiş. Akıl, his nurlarıyla nurlandırılmış, bütün emanetlerle mütevahhid, hilafet rütbesiyle müteferrid kılınmıştır.
‘Ona ihtiyarlık değmiş' yani insani zaaflarla muallel bir halde,
‘Onun zayıf çocukları var' Bu çocuklar, insanın beşeri mütevellidatıdır (doğuşlar). Onlar semeratın gıdasıyla terbiyeye son derece muhtaçtırlar.
‘Ona bir bora isabet etmiş’ Bu; içinde riya ve nifak olan salih amellerin iptalidir. Beşeri sıfatlarla, ruhani narlarla bütün istidadını iptal eder. Orada onu kemalat karşılar. Ruhani ahlak ile nefsani ahlâk, melekiyet ile şeytaniyet, hayvaniyet tebeddül eder. Âlây-ı illiyyinden esfel-i safilin tabiatına iner.
‘Allah (cc) ayetleri size bildirir.’ Lütuflarını, hilkatin aslında size olan ihsanlarını ve fıtri istidat güzelliklerini ortaya çıkarır.
‘Umulur ki düşünürsünüz’ Sizinle beraber olan nimetleri düşünesiniz, güzel halinizi kötü fiillerle iptal etmeyesiniz. Salih hasletlerinizi fesat amellerinizle ifsat etmeyesiniz. Sıdkı niyetle Allah (cc)’a yönelip tevbe edesiniz, taatinizde halis muamele edesiniz. Emellerinizi talepte amellerinizi zayi etmeyesiniz, ecelleriniz gelmeden önce ölüme hazırlanasınız.
✽ "اَيَوَدُّ "deki istifam, istifhamı inkaridir. Yani, 'Hiç arzu eder mi? Hayır arzulamaz!' demektir. Lâfzı müsbet zikrederek, tam bir inkâra (yadırgamaya) ve kusursuz bir nefrete dikkat çekmek için, "Sizden biriniz bu durumun meydana gelmesini arzular mı?" buyrulmuştur. Fiil müfreddir, ama umumi mana bildirir. İstifham-ı inkarinin bu şekilde müfred fiille gelmesi daha beliğdir.
✽ جَنَّةٌ مِنْ نَخٖيلٍ وَاَعْنَابٍ Bahçe, sırf hurma ve üzüm ağacından olmaz. Ancak, bahçede bulunan hurmalık ve üzüm bağlarının çok olması sebebiyle, sanki sadece hurmalıklardan ve üzüm bağlarından meydana gelmiş gibidir. Cenâb-ı Hak, o bahçenin, meyvelerin en şereflisi ve dallarında bulunduklarında meyvelerin en güzel görünenleri oldukları için, hassaten hurma ve üzüm bağlarından meydana geldiğini söylemiştir. Tağlib yapılmıştır.
✽ Yalnız hurma ve üzümün zikredilmesi, onların asıl, diğerlerinin fer olmasındandır. Husus-umum, cüz-kül alakası ile mecaz-ı mürseldir.
✽ Üzüm, hurma, meyve kelimeleri arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ "وَاَصَابَهُ الْكِبَرُ - Ona ihtiyarlık isabet etmiş" cümlesi, 'Yaşlanmış' anlamında istiaredir. İhtiyarlık, insanın doğumu sırasında çekilmiş bir oktur. İnsan ömrünün sonuna kadar geçen zaman mesafesini aşar, insana isabet eder. Ok nasıl ki çekip çıkarılamaz, ihtiyarlık da böyledir.
✽ "وَلَهُ ذُرِّيَّةٌ ضُعَفَٓاءُ - Onun küçük çocukları var" ifadesinde, sıfatın gelişi zihne yerleştirmek ve tekit içindir. 'Zürriyet' kelimesi zaten onların çocuk olduğunu bildiriyor.
✽ 'İhtiyarlık' ile 'Zayıf zürriyet' kelimeleri arasında tibak-ı icab vardır.
✽ 'Kendisinde ateş olan bir bora' dedikten sonra فَاحْتَرَقَتْ 'Yakmış' fiilinin gelmesi, itnabtan tekmil ve ihtiras için getirildi. Acaba boradan sonra hiç mi bir şey kalmadı, diye akla gelen ihtimali iptal edip, 'Herşeyi tamamen yaktı, hiçbir şey kalmadı' manasındadır.
✽ Teşbihin açılımı:
Güzel meyve veren bahçe; ihlaslı amele benzetildi. Vech-i şebesi; bereket, fayda ve menfaattir. Salih ameller cennet gibidir. Yapana da, çevresine de cennet havası estirir.
Bora; riyaya benzetildi. Ortak noktası; yok etmesi, zarar vermesidir. Kötü ameller kasırga gibidir. Ortamı bozar dağıtır, artık yeni güzel ameller yapmak da mümkün olmaz.
Ateşin bahçeyi yakması, riyanın sevapları iptal etmesidir. Vech-i şebesi; geride hiçbir şey bırakmaması, tamamen yok etmesidir.
Bahçesi yanan çocuklu ihtiyar; ahirette amellere muhtaç olan kula benzetildi. Ortak noktası; çaresizlik ve acizliktir.
✽ Ayet-i kerimede tecessüm ve itnabtan tefri sanatı vardır.
267- Ey iman edenler, kazandıklarınızın temiz ve iyisinden, yerden kendiniz için yetiştirdiklerinizden Allah yolunda harcayın. Sizin göz yummadan alamayacağınız adi şeyleri vermeye kalkışmayın, bilin ki Allah her şeyden müstağnidir. Hamde layık olan O’dur.
‘Kazandıklarınızın temizinden infak edin’ buyruğu, iki mana bünyesinde derç etmiş bir idmaç sanatıyla zarif bir emirdir.
1- İmanınızın gereği olarak infak edin.
2- İnfak edebilmeniz ve muhtaç olmamanız için çalışıp kazanın, bu ticaret olur, zanaat olur, ziraat olur, helal tayyip, kaliteli, şüphesiz, arı-duru bir kazanç ve arı-duru bir infak.
Önceki ayetlerde veren kimsenin nasıl olmasını anlatırken, bu ayette verilen şeyin tayyip olmasını tembih ediyor. Tayyip lügatta: Temiz, güzel, lezzetli, helal, güzel koku, hoş şey, hoş amel, latife, huzur ve sükuna kavuşturma, her şeyin en iyisi, güzel bulmak, bağışlamak anlamlarına gelir.
Medine’ye, Medine’de bir tür hurmaya, cennetteki Tuba ağacına bu isim verilmiştir. Müjde anlamına gelen ‘tuba’ kelimesi de bu köktendir. Cennette tuba ağacı için
‘Kazandıklarınızın temizinden infak edin’ buyruğu, iki mana bünyesinde derç etmiş bir idmaç sanatıyla zarif bir emirdir.
1- İmanınızın gereği olarak infak edin.
2- İnfak edebilmeniz ve muhtaç olmamanız için çalışıp kazanın, bu ticaret olur, zanaat olur, ziraat olur, helal tayyip, kaliteli, şüphesiz, arı-duru bir kazanç ve arı-duru bir infak.
Önceki ayetlerde veren kimsenin nasıl olmasını anlatırken, bu ayette verilen şeyin tayyip olmasını tembih ediyor. Tayyip lügatta: Temiz, güzel, lezzetli, helal, güzel koku, hoş şey, hoş amel, latife, huzur ve sükuna kavuşturma, her şeyin en iyisi, güzel bulmak, bağışlamak anlamlarına gelir.
Medine’ye, Medine’de bir tür hurmaya, cennetteki Tuba ağacına bu isim verilmiştir. Müjde anlamına gelen ‘tuba’ kelimesi de bu köktendir. Cennette tuba ağacı için الذَِّينَ آمَنوُاْ وَعَمِلوُاْ الصَّالِحَاتِ طُوبىَ لهَُمْ وَحُسْنُ مَآبٍ (Rad, 29) kullanılan ifade, aynı zamanda yokluğu olmayan bir bekâ, zevali olmayan bir izzet, fakirliği olmayan bir zenginlik gibi cennetteki her türlü hoş güzel şeylere işarettir. Konuyu bütün ince detaylarıyla anlatan bundan daha güzel bir kelime olamaz. Tayyip kazanıp, tayyip infak ile cennetteki tuba ağacına tutunup ve sonunda ona kavuşmak, temizinden vererek kendini bencillik, cimrilikten, fakiri ihtiyaç ve hasedden arındırmak... Ne hoş, ne güzel tavsiye, ne güzel uygulama, ne güzel sonuç.
Bir de ayette ‘tayyib’in ölçüsünü veriyor. ‘size verildiğinde ancak göz yumarak alabileceklerinizden vermeyin’ Ne güzel bir empati, ne hoş ikna şekli, ne güzel mukayese.
Bizim verdiğimiz, bize verilmiş olsa, hoşlanır mıyız, seve seve alır mıyız, memnun olur muyuz, aldığımız insana bu ihsanından dolayı minnettar olabilir miyiz? Bu kıyası yaparsak insafa gelir, heva gafletinden uyanır, irkiliriz. ‘En sevdiğinizden infak etmedikçe iyiliğe eremezsiniz’ (Âl-i İmran, 92) ikazıyla sarsılır, kendimize geliriz.
Kim için verdiğimizi düşünür, ona göre veririz.
Bu tefekkür sayesinde nefsimizi kibirden, cimrilikten, kıskançlıktan arındırır, verdiğimiz kimseyi de üzmemiş, sui zandan korumuş oluruz. ‘İyilerin yaptığı iş de iyi olur’ medh-ü senasına mazhar oluruz. Zaten infaktan maksat da bu değil mi? ‘Verin ve arının’ buyrulmuyor mu? Vererek hem hafifler, hem rahatlar, hem de vicdanımızın alarm sesinden kurtuluruz.
(Rad, 29)'da kullanılan ifade, aynı zamanda yokluğu olmayan bir bekâ, zevali olmayan bir izzet, fakirliği olmayan bir zenginlik gibi cennetteki her türlü hoş güzel şeylere işarettir. Konuyu bütün ince detaylarıyla anlatan bundan daha güzel bir kelime olamaz. Tayyip kazanıp, tayyip infak ile cennetteki tuba ağacına tutunup ve sonunda ona kavuşmak, temizinden vererek kendini bencillik, cimrilikten, fakiri ihtiyaç ve hasedden arındırmak... Ne hoş, ne güzel tavsiye, ne güzel uygulama, ne güzel sonuç.
Bir de ayette ‘tayyib’in ölçüsünü veriyor. ‘size verildiğinde ancak göz yumarak alabileceklerinizden vermeyin’ Ne güzel bir empati, ne hoş ikna şekli, ne güzel mukayese.
Bizim verdiğimiz, bize verilmiş olsa, hoşlanır mıyız, seve seve alır mıyız, memnun olur muyuz, aldığımız insana bu ihsanından dolayı minnettar olabilir miyiz? Bu kıyası yaparsak insafa gelir, heva gafletinden uyanır, irkiliriz. ‘En sevdiğinizden infak etmedikçe iyiliğe eremezsiniz’ (Âl-iİmran, 92) ikazıyla sarsılır, kendimize geliriz.
Kim için verdiğimizi düşünür, ona göre veririz.
Bu tefekkür sayesinde nefsimizi kibirden, cimrilikten, kıskançlıktan arındırır, verdiğimiz kimseyi de üzmemiş, sui zandan korumuş oluruz. ‘İyilerin yaptığı iş de iyi olur’ medh-ü senasına mazhar oluruz. Zaten infaktan maksat da bu değil mi? ‘Verin ve arının’ buyrulmuyor mu? Vererek hem hafifler, hem rahatlar, hem de vicdanımızın alarm sesinden kurtuluruz.
“Kazandıklarınız” ifadesi, ticaret vasıtasıyla kazanılan mallar demektir. “Yerden çıkardıklarımız” ifadesi de, ekilip dikilen bitkiler, yerden çıkarılan petrol ve madenlerdir.
Allahu Teâlâ kulların fiillerinin hâlıkı olduğu halde kesbi kullara izafe etti. Kul kâsib, Allah hâlıktır.
Kesbi de yerden çıkan hasılat ve ticaretten kazanılan olmak üzere iki kısım olarak bildirdi. Ensar ziraatle uğraşır, muhacirin ise ticaret yaparlardı.
Topraktan hiç masraf etmeden, yâni sul ama vs yapmadan ürün alınırsa onda bir, ama sulama vs gibi masraf ederek ürün alınırsa yirmide biri verilir.
Helal, akıl ve din bakımından hoş görüldüğü için “طَيِّبَ” diye;
İyi mal da, insanın meylini ve arzusunu hoşlukla görmesinden dolayı “طَيِّبَ” diye isimlenmiştir. Hoşa gitme bu iki kısım arasında müşterek olan bir manadır.
Bura daki “Tayyibat” ifadesi iki mânâdadır:
1- ‘Kazandıklarınızın en temizinden infak edin.’ Yâni kaynağı, kazanma yolu temiz olan, helâl yoldan kazandığınız mallarınızdan infak edin. Kaz anç yolu haram, temiz olmayan malları infak etmeyin. Zaten bunlara İslâm mal demez. Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
“Haramdan mal kazanan bir adam ondan infak edec ek olursa kesinlikle bu infakını Allah kabul etmez. Sadaka verecek olursa sadakası kabul edilmez. Onu vermeyip geri bırakacak olursa o mutlaka onun için cehenn em azığıdır. Muhakkak ki Allah kötüyü kötü ile silmez. Fakat kötüyü iyi ile siler. Çünkü pis ve bayağı olan bir şey, pis ve bayağı olan bir şeyi asla silmez.” (İmam Ahmed)
Hanefî ulemâsına göre bir kimse, har am yollardan kazandığı bir malı, Allah adına ve sevap bekleyer ek infak edecek olursa kâfir olur. Çünkü bu haliyle har amı helâl kabul etmiştir. Ve bu adamın bu malı infak ettiği fakir onun haramdan kazandığını bile bile kendisine: “Allah send en razı olsun” gibi duada bulunursa, bu fakir de kâfir olur. Bu ikisinin durumunu bilen ve onların bu konuşmalarını duyunca “Amin” diyen kişi de kâfir olur.
2- ‘Mallarınızın en kıymetlilerinden infak edin.’
Kimi insanlar kendilerinin beğenmedikleri, değer vermedikleri mallarını infak eder, eski, değersiz olduğundan, tadı tuzu güzel olmadığından, ya da başka kusurları sebebiyle kendilerinde bulundurmayıp başkalarına savmak istediklerinden, kurtulmak istedikleri mallarını infak etmeye çalışırlar. Başkaları bu tür malları kendilerine verecek olsa, gözlerini kapatarak ancak kabul edebilec ekleri malları infak eder. Böylece, ‘Allah (haşa) ancak bu kadarına lâyıktır’ demeye çalışır .
Allah buna lâyık değild ir. Allah’a imanın gereği bu değildir. Bilesiniz ki Allah Ğanî’dir, zengindir. Bu yaptıklarınız Allah için değil kendiniz içindir. Allah Hamîd’dir, kendi kendini övendir. Hiçbiriniz O’nun istediği biçimde kulluk yapmasanız, O’nun istediği biçimde övgüye lâyık görmesen iz bile O kendi kendini övendir. Onun ne sizin mallarınıza, ne de övg ülerinize ihtiyacı yoktur.
“En çok sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça birre ulaşamazsınız.” (Âl-i İmrân, 92)
En çok oğlunu mu seviyorsun? Onu Allah’ın dinini öğrenip öğretme yol una vakfederek Allah adına infak et. Oğlunu mühendisliğe, mimarlığa, ya da çok para getirecek bir mesleğe değil de Allah adına bir hayat yaşayacağı ve dinine hizmet edeceği bir mesleğe ada. En çok kızını mı seviyorsun? Onu All ah’ın istediği biçimde eğitip Allah adına infak et. En çok bir kalemini mi seviyorsun, bu kalemle yazmayı çok mu seviyorsun? Onu Allah adına, bir kardeşine infak et.
"تَيَمَّم " fiili, 'Kasd etmek' demektir. 'Teyemmüm etmek' de bu köktendir.
خَبِيث Habis, aşağılık, haram bir şey demektir.
Bir toplum içinde gayet üstün, hayreti mucib zirveler mevcut olduğu gibi, kemale yönelmiş ancak terbiyeye, tehzibe muhtaç kimseler de bulunabilir. Bu nedenle Allahu Teâlâ infakı emrederken, onun düzgün yapılmasına dikkati de emretmiştir.
Hiçbir amel 'Ben yaptım oldu' mantığıyla yapılamaz. Ameller; ancak Allah'ın kabul edeceği şekilde yapıldığında makbul olacaktır.
"اَلْإِغْمَاضُ" gözü yummak (göz kapaklarını üst üste getirmek) anlamına gelir. Kelimenin aslı "gizlilik" demek olan, الغموضُ’dan gelir.
Bu göz yummanın nasıl olduğu iki şekilde açıklanmıştır:
1- İğmad; işi kolayından almak, müsamahadır. Çünkü insan hoşlanmadığı bir şeyle karşılaştığında onu görmemek için gözlerini yumar. Bu durum çokça meydana geldiğinden alışveriş ve diğer hususlardaki her görmezlikten gelme ve işi kolayından alma, iğmâd olarak vasfedilmiştir. Buna göre mâna, "Şayet bu gibi şeyler size hediyye edilirse ancak utanarak ve gözünüzü yumarak alırsınız. O halde daha ne diye razı olmadığınız şeye, benim hakkımda razı oluyorsunuz?" şeklinde olur.
2- İğmad fiili, müteaddîdir. Buna göre mâna "Ancak satıcının, gözünü kapatıp ona gözünü yummasını ve indirim yapmasını söylediğinizde alabileceğiniz..." şeklinde olur.
Halife çöl bedevisiyle yemek yiyordu. O sırada gözü misafirin lokmasına ilişti. Üzerinde bir kıl görünüyordu. ‘Ey bedevi!’ dedi, ‘Lokmandaki kılı kaldır.’ Bedevi halifeye dönerek:
‘Misafirin lokmasında ki kılı görecek kadar her şeye dikkat eden birinin sofrasında yemek yemek mümkün değildir’ dedi. Ve hemen elini geri çekti. Bir daha sofrasına oturmamaya and içti.
Ev sahibi ikram sofrasını kurarken misafirin hatırına gelecek uygunsuzlukları görmezden gelmelidir. Yoksa sofra başında misafirin lokmasını göz ucuyla dikizlemek pek münasebetsiz düşer.
Güzel İnfak
İnfakın makbul olması için:
1. İnfak, bir fedakarlık olmalı, sevdiğimiz şeylerden feda etmelidir. Mecbur kaldığımız için yahut vazgeçtiğimiz şeyleri başkalarına bırakmak suretiyle yapılanlar infak değildir. Vermek, fakat nefsin kendisine saklamak istediği şeyler vermek infaktır.
2. İnfak için tespit edilmiş belirli mallar, muayyen miktarlar yoktur. Her fert, kendi durumunun elverdiği ölçüde infakta bulunacaktır.
3. İnsan, özünü örten kabuğu infak sayesinde kırabilir, felaha böylece erebilir.
4. İnfak, Allah (cc)’ı sevmenin, Allah (cc)’a güvenmenin, Allah (cc)’tan emin olmanın biricik belirtisidir. Şemsi Tebrizi Hazretleri şöyle der: ‘Bir kimse başka birini gerçekten sevdiğini iddia ederse ondan delil istenir. O delil ise, bağışta bulunmaktır.’
5. İnfak, fert ve toplumlar için kurtuluş, mutluluk ve huzur, infakın yokluğu, fert ve toplumun karanlığa, çöküşe yönelmesidir.
6. İnfak, kamil insanı tanımada ölçüdür. Tasavvuf büyükleri kişiyi, Allah’la arasında kalan sırri münasebetlere göre değil, toplumla ilgili davranışlarına bakarak değerlendirir.
Komşusuna ve insanlara yardım eden, misafire güler yüz gösteren, konuşacağı zaman hayır söz eden, Allah (cc)’ın nezdinde makbul kimsedir. Hadîs-i Şerîf
Mizana ilk konulacak güzel ahlâk ve cömertliktir. Hadîs-i Şerîf
Kim Allah (cc) yolunda bir şey infak ederse, onun hesabına yedi yüz kat olarak yazılır. Hadîs-i Şerîf
Cehennemlikleri size haber vereyim mi? Onlar katı yürekli, malını hayırdan esirgeyen, kibirli kimselerdir. Hadîs-i Şerîf
En kıymetli malınız, tasadduk ettiğiniz maldır.
Üç kişiye gece gündüz yer, gök ve melekler istiğfar eder: Alimlere, talebelere, cömertlere.
Ancak nefsine galip gelen cesurlar infak yapabilirler.
Muhatablar Allah’ın gani ve Hamid olduğunu bildikleri halde, onlara bu emrin verilmesi, kötü malları infak edenler için bir kınamadır. Bunun cahilane bir iş olduğunu bildirir. Çünkü malların kötüsünü infak etmeyi adet edinmek, bu malları alanların bunlara muhtaç, hatta mahkum olduğuna inanmaktan kaynaklanır.
Allah bütün insanların vereceklerinden Gani'dir. İnsanlar verdiklerini kendi nefisleri için vermektedir. Bu yüzden seve seve, gönüllerinden gelerek en güzellerinden versinler.
Allah Hamîd'dir. Güzel şeyleri kabul eder. Verenleri överek onları hayırla mükafatlandırır. Kendisi için yapılan hayru hasenatı daha yüksek nimet ve ihsanlarla karşılar. Rızası için say edenlerin sayini meşkûr eder.
Allah Hamîd'dir, bu isim Mahmûd-Övülen anlamına da gelir. Herkes ona hamde, şükr etmeye muhtaçtır. Gani ve Hamid olan Allah'ın rızasına ermek için habis, aşağılık şeyler nasıl verilebilir?
Gani; ne zatında, ne de sıfatında başkası ile ilgisi olmayan, başkalarıyla alakası olmaktan tamamen münezzeh olandır. Allah (cc)’ın hiç kimseye ihtiyacı yoktur, cümle alem O’na muhtaçtır. Kendini zengin sanan kul ne kadar zengin olursa olsun, kendisini yaratan Rabbine muhtaçtır.
İnsan sadece zengin değil, bütün dünyaya malik olsa, o yine bir başkasına muhtaçtır. Zengin hiçbir şeye muhtaç olmayan, hiçbir suretle bir başkasına dayanmayan ve her ihtiyaçtan beri olandır. Bu sıfat tam ve mutlak manada Allah’a mahsustur. Alemlerin bütün ihtiyacını karşılayan, bütün varlıkların rızkını veren, kapısında boyun bükenlerin ellerini boş döndürmeyen yegane zengin O’dur. O’nun hazinelerini bitirmeye kimsenin gücü yetmez. O, kendi zatından istedikçe isteyenleri sever. Halbuki dünya sultanları, kapısına gelenlerden hoşlanmaz.
O’nun hazinelerinde her şey vardır, ancak ‘yokluk’ yoktur. Dünya sultanlarının ise elinde olan tükenir, saltanatının yerinde yeller eser, kendileri de gün gelir toprağa girer. Demek ki asıl zengin olan kullar değil, Allah (cc)’tır. Çünkü O’nun zenginliğinin sonu yoktur.
Allah (cc) kuluna bol nimetler verir, ona merhamet ve ihsanını yağdırır, açık ve gizli cömertlikte bulunur, güzel elbiseler giydirir, gerçekleri anlaması için kulak, göz ve kalp verir, tasarruflarda bulunmasını ve rahat hareket etmesini sağlar, kendi cinsinden olan insanları istihdam etme gücü verir, at ve develeri emrine amade kılar.
Deniz hayvanlarından faydalanmasını, gökteki kuşlardan avlanmasını, vahşi hayvanlardan korunmasını sağlar. Kanal açma, ağaç dikme, arazi sürme, binalar yapma imkanı verir. Kendisine yararlı olan şeyleri isteme, zararlı olan şeylerden kaçınma ve korunma hissi verir. Kul geçici olarak bu nimetlere sahip olduğunu görünce kendisinin de bu kocaman kainatta pay sahibi olduğunu zanneder. Allah’la birlikte kendisin de mülk sahibi olduğunu iddia eder. Kendisine muhtaç bir gözle değil, zengin bir gözle bakar. Yoktan yaratıldığını, daha önce içinde bulunduğu muhtaçlık durumunu unutur. Sanki yoksul olan o değil de başka biriymiş gibi davranır.
Allah (cc) katında en değerli kul, O’na eksiksiz bir şekilde ibadet eden, O’na muhtaçlığını hiçbir zaman unutmayan, daima Rabbine muhtaç olduğunu düşünen, bir an bile O’ndan istiğna etmeyip yüz çevirmeyendir.
Allah’tan başkasına muhtaç olmaktan ve fakirlikten korkan kimse 'Ganiyy' ism-i celilini 1060 defa, 'Muğni' ism-i celilini de 1100 defa okursa, mahlukatın hepsinden müstağni olur. Rızkı bol, kazanç ve kârı ziyade olur.
Hamid, hamd edilmeyi hak eden, hamde layık olandır. Çünkü O, bütün varlıkları yoktan var etti. Sonra iki üstün nimeti; akıl ve hayatı insanda topladı. Sonra ona sayısız nimetler verdi ve onu bütün varlıklara üstün kıldı. Ona çalışma azmi verdi. O halde O’ndan başka kim hamdedilmeyi hak eder? Kim O’nun kadar hamde layık olur?
O fiilleriyle hamdedilmeyi hak eden ve hamde layık olandır. Sıkıntı ve bolluk zamanlarında, şiddet ve rahatlık anlarında yalnız O’na hamdedilir. Çünkü O Hakim’dir, her şeyi yerli yerinde yapar. Hiçbir fiilinde hata yapmaz ve yanlışlık bulunmaz. O her durumda övülmeyi hak edendir.
Hamd, Allah (cc)’ın sıfatlarındandır. Bu bazen sözle, bazen de zatıyla ilgilidir. Hamid, sözlerle ilgili kullanıldığında hamdedeni öven anlamına gelir. Bu durumda hamd iki anlamda kullanılır:
1- Allah (cc)’ın zatını övmesi. O, dilediği şekilde kendini övmeye layıktır. Her tür noksanlıktan uzak olduğu gibi, bütün fiilleri, isimleri ve zatı da her noksanlıktan uzaktır. O, mutlak hamd ve övgünün sahibidir.
2- Allah (cc)’ın hamd ehli olarak yarattığı kimselerin hamd görevini yerine getirmeleri ile hamd etmesi. Mahlukatın hamd etmesi O’nun yaratması ile gerçekleşmekte ve hamd yine kendisine dönmektedir.
Her insan Allah (cc)’a hamdetmeyeceği gibi, Allah da her insanı hamde ehil yapmaz. Allah’ın gadabını kazanmış insanlar O’na hamd etmekten uzaktırlar. Ancak bu insanlar kıyamet günü kabirlerinden kaldırıldıklarında istemeseler de Allah’a hamd edeceklerdir.
Bütün gökler, yer, ikisi arasında bulunanlar ve bunların dışında var olan her yer Allah’a hamdle dolmuştur. Allah’a hamd, dünyayı, ahireti, bütün alemi doldurmuştur. O’na hamd etmenin genişliği ilminin genişliğine ulaşmıştır. Bütün varlıklar kendi dillerinde O’na hamdederler. Gökler ve yer, O’na hamd ile ayakta durmaktadır. Cennet ehli cennete, cehennem ehli de cehenneme O’na hamd ile girer.
Sır evliyanın, nimet Hüda’nın
Şükrü bu hanın, Elhamdülillah
Hak talibi ol, nefsine bul yol
Hakk’da kerem bul, Elhamdülillah
Sahabeden Bera İbni Azib der ki: Bu âyet biz Ensâr hakkında nazil olmuştur. Bizler hurma bahçeler imizden, çokluğuna ve azlığına göre hurma salk ımları getirir ve muhtaç olanlar istifade etsinler diye, mes cide asardık. Ehl-i Suffe karınları acıktığı zaman gelirler asalarıyla vurur ve bu salkımlardan düşenleri yerlerdi.
Sahabeden bazıları da caiz zannıyla, ya da azalacak korkusuyla döküntü, bozuk, adi, çürük çarık, kırılmış ve düşmüş hurma salkımlarını getirip asmışlardı. Rabbimiz bunun üzerine bu âyet-i kerîmeyi inzal buyurmuştur.
‘Ey iman edenler kazandığınızın tayyip olanından infak edin.’
Allahu Teâlâ'nın (cc), malın tayibinden infak ile tasadduku emretmesi, fakirin salahından daha çok şahsın salahına riayettir. Zira fakirin salahı maksurdur, kendi nefsine racidir, ama tasadduk edenin salahı yedi şeye racidir:
1- Allah (cc)’ın sadakayı kabul etmesi için infakın helal ve tayyip olması
2- Allah (cc)’ın emrine tazime riayet edilmesi
3- Fakire şefkatle muamele edilmesi
4- Fakire müessir, faydalı olanın verilmesi.
5- Sevdiğini vermek
6- Verdiği sadakanın, imanındaki yakinini ziyade etmesi
7- Allah için verdiği şeyin, vermeyip de yanında kalan şeyden kendi katında daha sevimli olması
Siz asli fıtratınızla habis olanı alamazsınız, hilkat ahdinizi de habis niyetle almış değilsiniz. Çünkü siz aslen bir temiz tînetle, en temiz ruhla yaratıldınız. O ruh ki Rabbül alemin Hazretlerine en yakından daha yakındır. İzafet kerametiyle şereflenmiştir.
‘Ona ruhumdan nefhettiğimde...’ Adem'in cesedi, menşei Hakk’ın nefhası olan temiz turabdan halk olmuştur. O temiz toprak ki; kendisiyle teyemmüm edilir. Sonra sizi iman sayesinde temiz bir hayatla hayatlandırdı. ‘Biz onu tertemiz bir yaratılışla yarattık’ (Nahl, 97)
Cenâb-ı Hakk Taha 81’de ‘Verdiğimiz rızıkların temizinden yiyin’ buyurdu ki zahir ve batında habis bir şey olmasın. Böyle olduğunda insan habis olanı tab’an almak istemez. Çünkü o temiz fıtrat üzere doğar. Anası, babası küfre, habasete kerhen ve cebren sokar.
İnsanın üzerinde hıyanet, arızidir.
Allah insana, kelime-i tayyibe olan ‘La ilahe illallah’’ı inzal edip Ahzap 71’de ‘Ey iman edenler Allah’tan korkun, doğru söz söyleyin ki amelleriniz düzelsin, günahlarınız affolsun’ kavliyle öğüt vermiştir. Yani habaseti temizleyecek bu kelime-i tevhidi ve marufu söyleyin ki Allah amelinizi temizlesin, ahlakınızı güzelleştirmekle günahlarınızı affetsin. Ahlakınızın temizlenmesiyle amelinizdeki habislikten selim olunca Celal duvarlarında Cemal aleminin cennet bahçelerine davet edilirsiniz. Zümer 7’de buyrulan ‘Selamun aleyküm, ne iyi ettiniz, devamlı olarak girin’ hitabıyla karşılaşırsınız.
‘Bilin ki; Allah Ganî ve Hamîd'dir.’
Hepinizi fani kılan kıymetli gınasıyla örter. O’nun gınasından zerre miktarı noksanlık olmaz. ‘Kazandıklarınızın tayyibinden infak edin’ ayetinin zahiri, sizin zenginliğinizden ister. Batında ise sizi illetsiz ve garazsız fani kılıp kendine döndürerek bakileşmenizi ister. Nimetlerine şükrettirmekle, fazlına ve keremine hamd ettirmekle sizi kendine döndürmek ister. Çünkü O zatında Hamid ve Mecid’dir.
✽ "طَيِّبَاتِ " kelimesi, 'helal mal' anlamında istiaredir. Temiz şeyler hoşa gider, kirli şeyler gibi zararlı değildir. Helal mal da insana faydalıdır.
✽ "مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ" 'Kazandığınızdan' ifadesinde مِنْ harf-i ceri baziyet bildirir. Yani; bazısını verin, bazısını kendinize harcayın.
✽ İsm-i mevsulle gelmesi, hatadan kurtarmak içindir. 'Bizzat kendi kazandığınızdan infak edin, başkasınınkinden değil.'
✽ 'Kazandığınız şeylerin temizi' sıfatlı kinayedir.
✽ "مِمَّٓا اَخْرَجْنَا لَكُمْ " 'Sizin için çıkardığımız şeyler' ifadesi, tarizdir. Sanki bir sizin kazandığınızı sandığınız bir de bizim çıkardıklarımız var, ondan da infak edin, buyruldu.
✽ 'Sizin için çıkardığımız şeyler' sıfatlı kinayedir.
✽ 'Habisinden vermeye kalkışmayın' cümlesinde خَبِيث kelimesi kötü maldan istiaredir. Pis bir şey insana ikrah verdiği gibi, infak edilen kötü mal da insanı rahatsız eder, hoşuna gitmez.
✽ تُنْفِقُونَ ile اَنْفِقُوا arasında iştikak cinası ve reddü'laciz alessadri vardır.
✽ اِلَّٓا اَنْ تُغْمِضُوا 'Ancak göz yumarak alacağınız' ifadesi kasr-ı kalptir. Kasr-ı sıfat alel mevsuf, fiil ile hal arasında kasır olmuştur.
✽ Ayet-i kerimede itnabtan tefri ve tecessüm sanatı vardır.
✽ 'Bilin ki; Allah gani ve hamiddir' cümlesinde, mütekellimden gaibe iltifat vardır. Cümle; mesel tarikı cari olan tezyildir.
268-Şeytan sizi fakirlikle korkutur. Ve size cimriliği emreder. Allah (cc) ise kendi katından bağışlanma ve bolluk vaat eder. Allah’ın lütfu boldur ve kemaliyle bilendir.
Konu bütünlüğü içinde Yüce Mevla’mız, bu ayette de vermeye mani olan sebepleri zikrediyor. Bunların başında ezeli düşmanımız olan şeytanın yalan yanlış vaad ve telkinleri gelmekte. Her konuda olduğu gibi infak konusunda da çomak sokmayı ihmal etmiyor. ‘Vermeyin size kalmaz, çocuklarınıza kalmaz, biter başkalarına muhtaç olursunuz, Allah (cc) sizi sevmiş, seçmiş, size vermiş, istese onlara da verir. Siz enayi misiniz? Çalışıp kazanıp o pespaye miskinlere mi vereceksiniz? Onlar da çalışsın’ gibi bir yığın vesveseler verir. İnsanı vermekten vazgeçirmek ister. Bununla da kalmaz, nefsi emareyi dürtükler, ‘paran var, imkanın var, neden böyle ot gibi yaşayacaksın? Allah (cc)’ın nimeti üzerinde görünsün, en kaliteli giysileri giy, değişiklik yap, çeşni ruha gıdadır, paranı mezara mı götüreceksin, ne pintilik yapıyorsun, ye-iç, bunca restoranlar, kafeteryalar, lüks lokantalar senin için açılıyor, ye tıkın, aksırana-tıksırana kadar.’
Sonra ‘bir gülle yaz geçmez, akvaryum balığı olmaktan kurtul, okyanuslara açıl, beyazını, esmerini, sarışınını göz ardı etme, yaşa, gönlünce tatmadığın tat, almadığın zevk kalmasın, yedir paraları Leyla’ya bir daha mı geleceksin dünyaya? Sigara içki yetmez, şimdilerde ne maddeler var kullanılan. 'Bulutların üstünde gez' diye binbir çeşit fuhşiyatı, ahlaksızlığı emreder. Hem parasını, hem vaktini, hem aklını, hem ar ve namusunu elinden almak ister. Aile yapısını, toplumsal yapıyı tarumar etmek ister. Zaten düşmandan dostane telkin beklenir mi? Hz. Âdem’i cennetten çıkaran, seni-beni baştan çıkarmak istemez mi?
Rabbimiz bizi defalarca uyarıyor: ‘Ben size şeytana tapmayın demedim mi ey Ademoğulları! Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.’(Yasin, 60) Ondan, sahibine sığınalım. Onun sadık olan vaadine kulak verelim.
‘Allah (cc) size mağfireti ve fadlı emrediyor. O vasi ve alimdir.’ Bize infak emri veren Malike’l Mülk, iyiliklerin kötülükleri gidereceğini müjdeleyerek mağfireti, verilene karşılık, bire ondan, bire yediyüz, ihlasa göre daha da fazla vererek fadlı vaad ediyor.
Deliller getiriyor, hem kitapta, hem günlük hayatta nice ibretlik misaller veriyor, hem aklımızı, hem hislerimizi, hem de kalbimizi ilmel yakin, aynel yakin, hakkal yakin ile bilgilendirip, vahye kulak veren, tağutu inkar eden her müminin kalbine itminan veriyor. Biz yeter ki gönül kapılarını açıp nefis, heva, dünya, şeytan engellerini geçelim. Gayret bizden, Tevfik Allah (cc)’dan…
"فقر" mal azlığı sebebi ile olan güçsüzlük manasınadır. Lugatta "fakr" kelimesinin asıl manası "fakar"ın (bel kemiğinin) kırılmasıdır.
Şeytan, onları fakir düşüreceğini söylemediği halde, bunun şeytanın bir vaadi olarak vasıflandırılması, bu fakirliğin şeytanın verdiği vesvese ile gerçekleşeceğini zımnen bildirmek içindir. Şeytan fakirliğin mutlaka vuku bulacağını telkin etmekle, sanki onun kendi iradesiyle gerçekleşeceğini söylemiş olmaktadır. İnsan fakir olacağına kesin olarak bu infakın sebep olacağına emin olur, içinde bir itminan hasıl olur. Sonra emirleri ile ona musallat olur. Çünkü emir, memur üzerine istilayı gerektirir.
Yahut şeytanın bu telkini, Allah’ın vaadinin karşıtı olduğundan, aradaki benzerlik sebebiyle bu kelime kullanılmıştır. (Sohbet sırasında vaki olan müşakale)
Cimrilik bütün insanlarca kötü bir sıfat kabul edilir. Bundan dolayı şeytan, insanın gözünde cimriliği ancak fakirlikten korkutarak güzel gösterebilir.
Şeytan, "Ey insan, fakir düşmemen için, Allah yolunda malının iyisini infâk etme" der. İnsan, eğer bu vesveseye uyarsa, şeytan işi daha da ileri götürerek, onu infâktan tamamen meneder. Böylece o insan, malının ne iyisini ne de kötüsünü infâk eder. Hatta üzerine farz olan mükellefiyetleri bile yerine getirmez. Böylece de ne zekât verir, ne sılai rahim yapar, ne de emânetleri yerine ulaştırır. İnsan bu hale gelince, gözünde günâhlar önemsiz olur. Günah işlemeye artık aldırmaz. Bütün günahları işler hale gelir. İşte "fahşâ" budur.
İnfak konusunda insanlar üç haldedir:
Birincisi; kemal noktasıdır. İnsanın bütün mal ve mülkünün iyisini de kötüsünü de Allah yolunda harcamasıdır.
Bunun zıddı olan hal; insanın Allah yolunda iyi kötü hiçbir malını harcamamasıdır.
Orta hal ise, malının iyisini değil de kötüsünü infak etmesidir.
İşte şeytan, insanı en mükemmel halden, en kötü hale geçirmek istediğinde, önce onu orta noktaya çekmeye çalışır. İnsan buna karşı çıkarsa, şeytanın arzusu ümidsizliğe dönüşür. Fakat ona uyarsa, şeytan onu bu noktadan, daha alt noktaya çekme hususunda cesaretlenir.
Bu izaha göre, orta olan hâl, âyetteki, "Şeytan sizi fakirlikle korkutur" cümlesi ile; en alt nokta ise, "O size kötülüğü emreder" ifadesi ile anlatılmıştır.
İbn Mesud (ra) "Şeytanın bir lümmesi (telkini, vesvesesi) vardır. O, kötülük ile korkutmasıdır. Meleğin de bir lümmesi (ilhamı) vardır. O da hayır vaad etmesidir, Kim gönlünde hayır vaadini bulur ise bilsin ki bu Allah'tandır. Kim de şer vaadini bulursa kovulmuş şeytandan Allah'a sığınsın" hadisini rivayet edip, bu âyeti okumuştur.
'Şeytan sizi fakirlikle korkutur' cümlesi, tazammuni olarak infakı emreder.
✽ ✽ ✽
Bir zengin öldü. Bir köşk ve iki oğlu kaldı. Köşkü paylaşmakta anlaşamadılar, kavgaya tutuştular. Duvardan bir ses geldi:
‘Benim için birbirinize düşman olmayın. Ben bir padişahtım. Çok yaşadım. Mezarda yüz otuz sene kaldım. Sonra toprağımla çanak çömlek yaptılar. Kırk sene evlerde kullandılar. Kırıldım, sokağa atıldım. Sonra benimle kerpiç yaptılar. Bu duvarın inşasında kullandılar. Birbirinizle dövüşmeyin, siz de benim gibi olacaksınız.’
✽ ✽ ✽
‘Fuhş, fahşa’ sözlükte, aşırı derecede çirkin söz ve davranış, iğrenç işler, büyük günâh, edep ve ahlâka aykırı her türlü kötülük ve çirkinlik demektir.
‘Fahiş’ ism-i fail olup çirkin ve ölçüsüz iş yapan demektir. Bunun müennesi hem çirkin ve ölçüsüz iş yapan kadın, hem de bizzat kötü fiil veya söz, çirkin davranış anlamlarına gelir.
Türkçe’de aşırı olan şeylere ‘fahiş’ denir. ‘Fahiş fiyat’ gibi. Yine bu kökten gelen ‘fuhuş’ da aynı anlamda olup bir kadının evlilik dışı ve meslek edinerek bir menfaat karşılığı kendini sunması demektir. Sevicilik, lutílik ve evlilik dışı ilişkiler de fuhşun kapsamına girer.
‘Fahşa veya fuhş’ temiz yaratılışın tiksindiği ve selim aklın reddettiği, normalin dışında tiksinti verici bütün davranış ve sözleri, ölçüyü aşan her türlü edepsizliği ifade eder.
Fahşâ, fâhişe kelimesi çirkin söz anlamınadır ve dil afetlerindendir. Efendimiz (sav), Bedir günü müslümanların müşrik ölüleri hakkında dahi kötü sözler söylemesine müsaade etmemiştir. Bu hususta “Müminin; kötüleyen, lânetleyen ve ağız bozan fâhiş veya fâhişe biri olamayacağını” söylemiştir. Bir hadislerinde de, ağız bozan fâhiş söz söyleyen kişiye cennetin haram olduğunu açıklamıştır.
Bir sözün fâhiş olarak nitelendirilmesi, o sözün çok açık kelimelerle çirkin şekilde dile getirilmesi ile göze çarpar. Dürüst kimseler, bu çirkin sözleri kullanmaz, onların yerine mecazlı ve rumuzlu ifadeler kullanırlar. İbn Abbâs (ra) şöyle demiştir: “Allah (cc) hayâ sahibidir, bağışlayandır ve sözlerinde kinâyeli davranır. Meselâ “cimâ” konusunda lems (dokunma), duhûl (girme) ve muhabbet gibi fâhiş olmayan kinâyeli ibâreler kullanmıştır.”
Normal ölçülere sığmayan bütün çirkin işler, maddî ve manevî tüm aşırıl ıklar bu kapsama girer. Eşya talebinde, rızık talebinde, mal topla mada, mesken konusunda, bilgi talebinde, sevgide, saygıda, hürmette, tazimde, hedeflemede, meselâ; yemede içmede, kadın erkek ilişkilerinde, zevklerde, eğlencelerde aşırılık gibi.
İnfakı engelledikten sonra şeytanın fahşayı emretmesi bitmez. Onu fakire düşman etmeye çalışır. Şeytanın bu davetine uyan, artık fakire şefkat göstermez. Kardeşine nasihat ettiği gibi ona nasihat etmez. Fakirlik ve ihtiyaç ona sevimli gelmez.
✽ ✽ ✽
Sultanü'l arifin Beyazıd-ı Bestami hazretlerine bir gün uyku bastırdı, sabah namazına kalkamadı. Sabahleyin namazını kaza edip o kadar ağladı, inledi ki; sonunda kendisine nida edilip şöyle dendi:
'Ey Beyazıd! Bu günahını affeyledim. Bu pişmanlık ve ağlamana da ayrıca yetmiş bin namaz sevabı ihsan eyledim.'
Aradan bir müddet geçtikten sonra onu yine uyku bastırdı. Şeytan gelip Beyazıd-ı Bestami Hazretlerinin ayağından tutup uyandırdı ve;
- Ey Beyazıd, haydi kalk, namazın geçmek üzere; dedi. Beyazıd-ı
Bestami Hazretleri şeytana
- Ey melun! Sen hiç böyle yapmazdın, herkesin namazının geçip kazaya kalmasını isterdin. Şimdi nasıl oldu da beni uyandırdın? diye sordu. Şeytan cevap verdi:
- Bir kaç ay önce sabah namazını kaçırdığında pişmanlığın sebebiyle çok ağladığın için affolunmuştun, ayrıca yetmiş bin namaz sevabı almıştın. Bugün onu düşünerek sadece vaktin namazının sevabına kavuşasın da yetmiş bin namaz sevabı almayasın diye seni uyandırdım.
✽ ✽ ✽
Şeytan insana fahşayı emreder. Şeytanın davet ettiği bütün işler ve ameller ‘fahşa-fahişe’dir. İnsanın fıtratına uymayan, normal olmayan, selim aklın hoş görmediği şeylerdir.
İnsanın arzularını giderme uğraşında normal, insanî ve fıtrî çizginin dışına taşıp, sapık yollarda tatmin araması; nikâhsızlık, zinâ ve benzeri ilişkiler, bu tür ilişkileri normal ve hattâ özendirici hâle getirmek, kadınları basit tatmin aracı derecesine düşürmek, Kur’an’ın ‘fahşâ’ kelimesiyle niteleyip, şiddetle yasakladığı bir durumdur.
İnsan şehvete, yani istek ve arzulara sahiptir. Mala, mülke sahip olmak istediği gibi nefsinin istekleri de vardır. Mü’min, bu istekleri meşru yoldan karşılar. Ancak imandan mahrum olanlar ile zayıf imanlılar, nefislerinin isteklerini normal olmayan yollardan karşılamaya çalışır. Böylece haddi aşar, ölçüleri çiğner; günahkâr, isyankâr ve bağí olur. İşte şeytan tüm bu konularda aşırılık emred er. Halbuki bunların hepsinde bir sınır, bir durak noktası vardır.
İslâm’ın ölçüleri insanın fıtratına uygun, haya ve edepte modellenebilecek en güzel örneklerdir. Selim aklın kabul edeceği güzellikte, beden ve ruha zarar vermeyen, ahlâkını güzelleştiren ölçülerdir.
Müslüman toplum ahlâklı ve edepli toplumdur. Bu toplumda ‘fahşa-fahişe’ sayılan sözler ve davranışlar pek yaygın değildir. Mü’minler bu tür işlerden hoşlanmaz, kaçınmaya çalışırlar. Mü’minler, onurlu ve haysiyet sahibi kimselerdir. İslâm’ın fazilet ölçülerini bürünerek, işte, amelde, sözde ve toplumsal ilişkilerde düşük, bayağı, çirkin ve edep dışı şeylerden uzak dururlar.
‘Fahşa’nın en büyüğü olan evlilik dışı ilişkilerden kaçınırlar. Aileyi ve nesilleri perişan eden, insan ruhunu olumsuz etkileyen, kadın ve erkeğin değerini düşüren fuhşun her türlüsü ile mücadele ederler.
Ancak bir takım münafık tipler ile şeytan yardakçılığına soyunanlar, fahşanın yayılması için çaba gösterirler. Toplumun bozulması için insanları fuhşa iter, kitap, dergi, gazete, televizyon ve filmlerle fahşanın propagandasını yaparlar. Kimileri fuhuş yerleri kurar, işletir, kimileri de buna göz yumar ya da teşvik ederler.
✽ ✽ ✽
Amerika’nın yıllık “İnsan Ticareti” raporunda Türkiye 2. sırada gözüküyor. Türkiye’nin ürkütücü namı New York Times dergisine de konu oldu. Habere göre; Türkiye’de kadın ticaretinde yılda dönen para 3 milyar 600 milyon dolar. Yani Türk milleti fuhuş yapmasa-yaptırmasa 4 yıl içinde buraya harcadığı parayla IMF ye olan borcunu ödeyebilir.
✽ ✽ ✽
Şeytan
İnsan ve cinden olmak üzere şeytanlar iki kısımdır. Şeytan, cinni şeytanı ve insi şeytanı daima dışarıdan müminlere musallat eder, içten de kendisi müminin kalbine müdahale eder, dalalet, küfür ve bidata çağırır, cinni şeytan menfi fikirleri tasdik ettirir. Böylece insi şeytan dıştan, cini şeytan içten mümine musallat olur.
Şeytanın insanın kanı içinde dolaşması, Resulüllah (sav) tarafından müşahede edilmiştir. Ondan kurtuluşun çaresi zikrullahtır. Fakat şeytan için insanın içini istila edecek kapılar vardır. Eğer insan o kapıları şeytana kapatırsa şeytan ona müdahale edemez.
Hasan Basri, bazı ashabın şöyle dediklerini söylemiştir: "Şeytanın yerini bilmekten hoşlanan herkes, onun yerinin, insanın kötülükleri yapmaya arzu duyduğu yer olduğunu düşünsün.”
Şeytanın tuzağı köpeğe benzer. Ona karşı direnirsen deriyi yırtar, elbiseyi parçalar. Rabbine yönelirsen şefkatle onu senden uzaklaştırır. Allah şeytanı kullarına düşman yaratmıştır. Ki kullar da şeytanı kötü olarak bellesin ve şeytandan sakınmaya devam etsinler.
Şeytan Allah (cc)’a bazı şeyler sordu. Allahu Teâlâ da sorduklarının cevabını ona bildirdi:
‘Ya Rabbi, Ademoğullarına Seni ansınlar diye evler yaptın, benim evim nerede?’
‘İçinde günah işlenen hamamlardır.’
‘Onların toplantı yerleri vardır. Benim toplantı yerim neresi?’ ‘Günah işlenen çarşılardır.’
‘Onlara kıraat verdin, benim kıraatim neresi?’ ‘Dine aykırı şiirlerdir.’
‘Onlara konuşma verdin, benim konuşmam nedir?’ ‘Yalan konuşmaktır.’
‘Onlara ezan verdin, benim ezanım nedir?’
‘Caiz olmayan çalgılardır.’
Şeytan çok kez imanı rencide etmek için gafletten istifade eder. Şüphe ve vesveselerle iman nurunu kapatır, akıl ve kalbe hücum ederler. Taat ve ibadetten insanı alıkoyar. Tembellik ve gevşeklikle ibadetten geri bırakır. Şeytanın bu hilesine karşı ölümü, cehennemi akla getirmeli ve şöyle demelidir: ‘Benim Allah’a çok ihtiyacım var, taat ve ibadet O’nun emridir, mutlaka O’na ibadet etmem lazımdır.’
Cimrilik
Şeytanın davet ettiği en çirkin fahşa cimriliktir. İnfakı engellemek şeytan ahlakıdır.
Ya Zübeyr, Allah (cc) malın kendi yolunda harcanmasını sever. Cimrilik yapanları sevmez. Cömert, Allah (cc)’a tevekkül sahibidir. Cimri ise tam tevekkül sahibi değildir. Yakini yoktur. Allah (cc)’ın rızka kefil olduğundan şüphesi vardır. Allah’a tevekkülü tam olan cennete girer. Şek, şüphe sahibi ise cehenneme girer. Hadis-i Şerif
Bu ümmetin evvelkileri yakin ve zühdde (dünyalığı hiçe sayıp, ahirete önem vermekle) kurtuluşa ermişlerdir; sonrakiler ise cimrilik ve uzun emelle (dünyaya lüzumundan fazla önem vererek) helak olacaklardır. Hadis-i Şerif
Cimrilikten sakının. Çünkü o sizden öncekileri helak ettiği gibi, birbirinizin kanlarını dökmeye ve haramları helal görmeye sevk eder. Hadis-i Şerif
Sen cimrilik ederek malı tutma ki mal senden esirgenmesin. Hadîs-i Şerîf
Erkeklerde en kötü vasıf aşırı cimrilik ve aşırı korkaklıktır. Hadis-i Şerif
Kıyamette bir devenin iğne deliğinden geçmesi, cimri bir zenginin cennete girmesinden daha kolaydır. Vehb b. Münebbih
Cimrilik, hırs ve öfke beyni öldüren virüs gibidir.
✽ ✽ ✽
Padişahın birinin bir çavuşu vardı. Bir gün çavuşun hanımı kocasına: ‘Mübarek adam, haydi kalk, yiyecek bul. Padişahın mutfağına git. Çocuklarına yiyecek getir. Bak çocuklar uyandılar, gözleri yoldadır’ dedi.
Çavuş şöyle cevap verdi:‘Hanım bugün mutfak soğuktur mutfakta yemek pişmez, çünkü padişah oruçludur.’
Kadın çavuştan bu sözü işitince üzüldü, başını önüne eğdi. Yokluktan gönlü yaralı olarak kendi kendine:
‘Padişah bu oruçtan ne bekler ki? Nafile oruç tutup da ne olacak? Onun iftar etmesi çocuklarım için bayramdır.’
Fazla oruç tutmayıp da iyilik yapan; parasını saklayıp da on iki ay oruç tutan kimseden daha hayırlıdır. Bir fakire kuşluk yemeği veren zengin, oruç tutabilir. Böyle olmadıktan sonra; yiyeceğini kendinden kısıyorsun, yine kendin yiyorsun. Sadi Şirazi
✽ ✽ ✽
Cümlede önce mağfiret sonra bolluk zikredilmiştir. Çünkü bolluk mağfirete bir ziyadedir. Yeryüzünde rızkın verilmesini ve infak etmenin mükâfatını kapsamaktadır.
Bağış (mağfiret), âhiretteki menfaatlere, bolluk (fazl) ise Allah'ın dünyada iken insana vereceği şeylere işarettir.
Şeytan seni geleceğin hususunda fakirlikle korkutur. Allah ise âhiretteki istikbalin hususunda sana mağfireti vaad eder.
Bu mağfiret; Günahların iyiliğe çevrilmesi olabilir.
Ya da; o kimsenin diğer günahkârların bağışlanmasında şefaatçi kılınmasıdır.
Ya da; dünyada yaşadığımız müddetçe akıllarımızın kendisine ulaşamayacağı bir şeydir. Çünkü ahiretle ilgili işlerin pek çok tafsilâtı, dünyada olduğumuz sürece bize kapalıdır.
İnsanın önünde bir üçüncüsü bulunmayan iki yol vardır... Allah’ın yolu... Şeytan’ın yolu... Ya Allah’ın va’dine kulak verecek ya da Şeytan’ın... Kim Allah’ın yolunda yürümez, O’nun va’dini dinlemezse, Şeytan’ın yolunda ve O’nun va’dine uyuyordur. Allah’ın koyduğu hayat metodunun dışındakiler şeytan için ve şeytandandır.
Bu, Kur’an’ın sık sık tekrarladığı ve te’kidlediği bir gerçektir. Ortada bir şüphe ya da bulanıklık sözkonusu değildir. Ya Allah’ın yolu ya da Şeytan’ın yolu... Dileyen dilediğini seçsin... “Bundan sonra, helak olan bile bile helak olsun. Yaşayan da bir kanıttan dolayı yaşasın...”·(Enfal Suresi, 42) Hakk birdir, birçok değil... Hakktan sonra sapıklıktan başka ne var ki?.. (Yunus Suresi, 32)
فضْل Ve bolluk, fazilet vaad eder.
Fazl;
- Cenâb-ı Hakk'ın, yapılan tasaddukun yerine dünyada iken hemen bir başkasını vermesidir.
- Nefiste meydana gelen, cömertlik ve sehavet faziletidir. Çünkü üç çeşit saadet vardır: Nefsanî, bedenî ve haricî saadet.
Mal sahibi olmak, harici fazilet, cömertlik ve sehâvet nefse ait faziletlerdendir
Bunların en şereflisi nefse ait saadetler, en aşağısı ise harici saadetlerdir. Mal infak edilmedikçe harici saadet vardır. Fakat bununla beraber nefsâni noksanlık da mevcuttur.
Mal infak edildiğinde ise hem nefsanî kemâl, hem de harici noksanlık beraber bulunmuş olur. Bu daha mükemmeldir.
- İnsanda infak etme melekesi meydana geldiğinde, dünyevi nimetler uğrunda tehlikelere girme arzusu ruhtan kalkar. Ruhta Allah'ın nurunun tecelli etmesine mâni olan şey, sadece dünya sevgisidir.
Hz. Peygamber (sav) "Şeytanlar, insanların kalblerine vesvese vermemiş olsalardı insanlar göklerin melekûtunu seyrederlerdi" buyurmuştur. Kalbin yüzünden dünya sevgisinin tozu-toprağı temizlenince, o kalb kutsi âlemin nurları ile aydınlanarak, inci gibi parlayan yıldızlar misÂl-iolur ve meleklere karışır. İşte fazl-ı ilâhi budur.
- İnsanın hayır yollarında mal infak ettiği bilindiğinde, diğer insanlar onun mal kazanması ve zengin olması hususunda güçlük çıkarmazlar. Böylece o kimseye dünyanın kapıları da açılır. Bir de, kendilerine infâk edip mal verdiği kimseler, ona dua ve himmetleri ile yardımcı olur. Böylece Allah Teâlâ, ona hayır-fazl kapılarını açar.
Al lah Rasûlü (sav) şöyle buyurur: “Kulun sabahladığı her gün iki melek iner. Bir isi: “Allah’ım! İnfak edene karşılığını ver!” diğeri de: “Allah’ım! cimrilik edene telef ver!” diye dua eder.” (Buhârî, Müslim) Allah verene mutlaka daha fazlasıyla mukabelede bulunacaktır. Bir müslüman vardı, önce kiradaydı. ‘Bir evim olursa inşallah onu mutlaka Allah yolunda infak edeceğim’ diyordu. İlk evi kooperatifte bitti, arkadaşları otururken o evi sattı, dövize çev irdi ve Allah için onu harcadı. Allah ona iki ev daha verdi. Hem de kendisi hiç emek sarf etmed en başkasına yaptırdı ve şimdi o evde oturuyor.
Allah ‘Verene ver eceğim’ diyorsa verir, bunun için örneğe de gerek yoktur. Şuna kesinlikle inanalım ki; verdiğimizden çok daha fazlasını Allah bize gönderecektir.
Meselâ bir eve misafir gelir , ev sahibi ikram eder, o evden zahirde bir şeyler eksilir. Veya adam malının kırkta birini zekat verir , malı zahiren eksilir. Aslında geriye kalan mal ona çok rahat yeter. Cenâb-ı Hak ona önce iktifa anlayışı, istiğna duygusu verir, artık içinde dünyaya karşı eyv allahsızlık ve yeterlilik duygusu vardır.
İkinci olarak da onun eşyalarına dayanma özelliği verir. Ayakkabısı bir yıl dayanacakken iki yıl dayanır, elbisesi iki yılda eskiyecek yerde beş yılda eskir. İnfak etmeyenlerin arab ası tamirhaneden çıkmazken onun arabasına Allah dayanıklılık verir, birinin çocukları hastahaneden çıkmazk en infak edenin hanımına ve çocuklarına Allah sıhhat verir .
İşte bu berekettir, Allah bunu dilediklerine verir . Ama bunu herkes anlayamaz, ancak Allah’ın hikmet verdikleri anlayabilir.
Akıllı insan, bu geçici dünya hayatından ziyade ebedi ahiret hayatıyla sevinip neşelenen kamil insandır. Onun zühdünün nuru kalbinde parlar, müjdeleri yüzünde belirir. Dünya hayatına gönül vermeyip ondan yüz çevirir; orayı kendine ne yurt ne de mesken yapmaz. Aksine bütün gayret ve çabasını Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya yoğunlaştırır ve Allah’a yönelerek O’ndan bu çabasında yardımını ister.
İnfak edene fazlı geniştir. Kimini infaka muvaffak kılar, kimini kılmaz. Fadlına müstehak olanı da bilir, adlına müstehak olanı da bilir. Ona göre gereğini yapar.
Allahu Teâlâ 261. ayetten itibaren 269. ayete kadar infakı teşvik ederek, infakın gayesi, nasıl yapılacağı, hangi maldan, kimlere verileceği ve sevabını bildirmiştir. Bu hususlar şu şekilde özetlenebilir:
• İnfak ve tasadduk, insanların takdir ve beğenisini kazanmak için değil, Allah rızâsı için ibadet maksadıyla yapılmalıdır.
• İnfakın arkasından başa kakma ve incitme gibi davranışlar ya-pılmamalıdır.
• Verilen para veya mal kötüsü değil iyisi olmalıdır.
• İnfakta, çalışıp kazanma imkânı olmayanlar tercih edilmelidir.
• İnfakın dünya ve âhiret hayatında çok büyük faydaları vardır.
Allah (cc) Vasi’dir. İlmi ve rahmeti, kudreti, af ve mağfireti geniştir, her şeyi kaplamıştır. Allah’ın ilminden hiçbir şey gizlenemez.
O’nun kudret ve rahmetinin genişliğini, tükenmezliğini, her zerreyi nasıl kuşattığını akıl ve idrakin kavramasına imkan yoktur. Her eşyada, he zerrede, her çiçekte, her yaprakta, kuşta, arıda, suda, havada, ateşte Allah’ın yüce sıfatlarının izleri, nişanları delil olarak kafidir. İnsan vücudu başlı başına bir alemdir. Her parçasının vazifesi başka olan, etten, kemikten, kandan bir makine...
Mesela dil; tatma, lezzet alma ve konuşma aletidir. Kulak işitme, göz görme, el tutma, ayak yürüme aletidir. Göz de et parçasıdır, dil de. Dil bir şey göremez, göz de konuşamaz. Bu küçük küçük et parçalarına bunca marifeti veren Allah’tır.
Yine hiçbir insanın siması bir başka insanın yüzüne benzemez. Milyarlarca insanın milyarlarca değişik çehresi vardır. Halbuki bütün insanlar hep aynı unsurdan yaratılmıştır. Hatta hepsinin anası babası birdir. Bütün beşer Hz. Adem ile Hz. Havva’dan türemiştir.
Yine insanların birbirinden faydalanması, yardım görmesi, ilim öğrenmesi de Allah’ın bir keremidir. Her varlıkta, her insanda, her zerrede ‘el-Vasi’ isminin tecellilerini ve izlerini görmek mümkündür.
Kul; her nerede olursa olsun kötülükten utanmalıdır. O'nun kudretinden hiçbir şey kurtulamaz; fenalıktan çekinmelidir. Merhameti boldur; öyleyse ancak O’na dönmesi gerekir. Suçları bağışlamakta, emir ve nehyinde genişliği sever. Bu nedenle ümitsizliğe kapılmamalıdır.
Allah alimdir. İlmi, ezeli ve ebedi olup bütün kâinatı ve her şeyi kuşatmıştır. Hiçbir şey O'nun ilminin dışında kalamaz. Perdesiz güneşe karşı zemin üzerindeki eşyanın gizlenmesi mümkün olmadığı gibi, o Alim-i zü-l Celalin nur-u ilmine karşı eşyanın gizlenmesi de mümkün değildir.
Peygamber Efendimiz (sav) ilim sıfatıyla Allah’ı şöyle vasfetmiştir: 'Ey gaybların âlimi! Ey ilmi her şeyi kuşatan! Ey en gizli ve en bilinmez sırları bilen, Ey ilmi geçmiş ve gelecek her şeyi ihata eden! Ey dağların ağırlıklarını, denizlerin ölçüsünü, yağmur damlalarının adetini, ağaçların yapraklarının sayısını, gecenin kararttığı ve gündüzün aydınlattığı her şeyin adetini bilen!'
Bu ismin zikrine devam eden kimse istediğini elde eder, her türlü arzu ve isteğine kavuşur. Her gün 150 defa zikreden kişi, Allah hakkındaki ilim ve bilgiye, iman ve izana yani marifetullaha sahip olur. Evham ve şüpheleri kalkar, ilme’l-yakin derecesine ulaşır.
Kainattaki muhafaza nihayetsiz bir ilme şehadet eder. Âlemde küçük-büyük, adi-âli, yaş-kuru, gökte, yerde, karada, denizde olan her şey mükemmel bir intizam içinde muhafaza ediliyor.
Bitkiler tohumlarda, ağaçlar çekirdeklerde, hayvanlar yumurta ve nutfe denilen su damlacıklarında muhafaza ediliyor. Koca baharın bütün çiçekli ve meyveli mevcudatının şekilleri ve programları küçücük tohumcuklar içinde yazılarak muhafaza ediliyor ve ikinci baharda tekrar yaratılıyor. İnsanın tarihçe-i hayatı ise kuvve-i hafızasında, vücudunun bütün özellikleri ise DNA'sında yazılıyor.
Bu derece dikkatli hıfziyet, ancak nihayetsiz bir ilim ile mümkündür. Bütün tohumlar, çekirdekler, nutfeler, kuvve-i hafızalar ve DNA’lar kendilerinde muhafaza edilen bilgi ve programlar ile Cenab-ı Hakk'ın ilmine işaret ederler.
Madem şu kâinatın sahibinin böyle bir ilmi vardır, elbette insanların amellerini görür ve neye layık ve olduklarını bilir. Hikmet ve rahmetinin muktezasına göre onlara muamele eder. Öyleyse insan aklını başına almalı, dikkat etmelidir.
Şeytan fahşayı emreder. Fahşa her kötülüğe verilen ism-i zemdir.
Fahşa; cimrilik, hırs, ye’s (Allah’tan ümit kesmek), Hakk’ın halka rızkı verdiğinden şek, Allah’a suizan, O’na tevekkülü terk, hak olan sözü tekzip, O’nun fazlını, keremini unutmak, küfranı nimet, Hakk’tan yüz çevirmek, halka ikbal, kalbi başkalarına bağlamak, şehvetlere uymaktır.
Fahşa ismi cemidir, her kötülüğü içine alır. Şeytanın fakirlikle korkutması fahşayı tazammun eder ki o da cimrilik ve hırstır. Ayrıca Allah (cc)’ın kullarına rızık vermesinden, infak edilenin yerini doldurmasından, hasenatının kat kat olmasından şüphe etmek, Allah (cc)’a suizan beslemek, tevekkülü terk etmek, Hakk’ın vaadini yalanlamak, fazlını ve keremini unutmak, küfranı nimet, Hakk’tan yüz çevirmek, halka yönelmek, Allah’tan ümidini kesmek, kalbi Allah’tan gayrıya bağlamak, şehvetlere uymak, hazları tercih etmek, iffet ve kanaati bırakmak, dünya sevgisine yapışmak ki; o her hatanın başı, her belanın tohumudur.
Bunun için ehli dünya, yüce makamlardan deni menzillere düşmüştür. Allah’ın havl ve kuvvetinden nefsin kuvvetine yönelmiş. Allah’a tevfiz ve teslimiyetten tedbir ve ihtiyara, azimetlerden ruhsatlara, muhkemden tevillere ve Allah (cc)’tan gayrılara meyletmiştir. Allah’ı terk ederek zillete düşmüştür. Bütün bunlar şeytanın fakirlikle korkutmasının kapsamındadır. Kim nefsine vesvese kapısını açarsa bu afatlarla ibtila olacaktır.
‘Allah size mağfiret ve fazlını vaad eder.'
Kim nefsine vesvese kapısını kapatırsa Hakk’ın mağfiret kapısını açar. Allah (cc)’ın fazlının, sevap denizinin feyzine erer. Bu afatlardan korunur. Çeşitli kerametlere ve yüksek derecelere mazhar olur.
‘Allah Vasi'dir’ Allah fazlı, keremi, atası, mülkü, gınası, rahmeti, mağfiretiyle Vasi’dir (geniştir),
‘Alimdir’ Nefsine şeytan ve vesvesenin kapısını kapatanı, fazilet, mağfiret ve Rabbinin rıza kapısını açanı bilir. Ve hem şimdi, hem gelecekte katından nimet çeşitlerini ihsan eder. Ayrıca Allah (cc) kalbine hikmet hazinelerini acil olarak açar.
Sadakayı fakire verirken nefsin hiçbir hazzı olmadan sırf Allah rızası için verilirse Allah (cc)’ın gölgesinde yani mukarreblerin makamında olur ki, bu ihsan makamıdır. Bunun mükafatı cennetten sonra ziyade, yani Cemalullah’tır. Herkes niyetindeki ihlas miktarınca mükafat alır.
• 'Şeytan vaad eder' cümlesi istiare-i tahakkümiyedir. Çünkü 'vaad' güzel şeyler için kullanılır.
• 'Size fahşayı emreder' ifadesi, günahları, kötü sözleri, çirkin şeyleri emreder, anlamında olsa da önceki ayeti de tekit gibidir. Çünkü Araplar cimriliğe, cimri insana 'Fahşa' demektedir. Tevriye-i muraşşahadır.
Bu ifade de istiare-i temsiliyedir. Şeytan; emreden amir, onu dinleyen insan da memura benzetilmiştir. Camisi; vesveselere hiç araştırmadan, karşı koymadan uymaktır.
• Ayetteki “mağfiret”in çok mükemmel olduğuna delâlet eden iki husus vardır:
a) مَغْفِرَةً "Mağfiret" kelimesinin nekre olması. Buna göre mâna, "Mağfiret ama, ne mağfiret!.. (Mükemmel bir mağfiret)" şeklindedir.
b) Allahu Teâlâ’nın مَغْفِرَةً مِنْهُ buyurmasıdır. مِنْهُ ifâdesi, o mağfiretin mükemmel olacağına delâlet eder. Allahu Teâlâ'nın kereminin mükemmel, cömertliğinin sınırsız olduğu, bütün insanlarca bilinmektedir. Herkesi bağışlamanın, ancak O'nun tarafından olacağı malûmdur. Bu mağfireti "O'ndan" diye vasıflayınca, maksadın, o mağfiretin durumunu ta'zîm etmek olduğu anlaşılır. Çünkü veren zâtın büyük olması, verilen hediyenin büyüklüğünü gösterir. Aynı zamanda tecriddir. 'Allah vâsi ve alîm'dir' cümlesi önceki manayı kuvvetlendiren tezyil cümlesidir.
269-Allah kimi dilerse hikmeti ona verir; kime de hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiştir. Ancak akıl sahipleri düşünür.
Aliyyül azim olan Rabbimizin Kelamı, baştan başa hikmet, bilgi, anlayış... Yeter ki biz bu güzellikleri kavrayacak istidatlarımızı geliştirelim. Bütün gönlümüzle o kelamullaha inanıp, o sağlam kulpa yapışalım. Görev şuuruna erelim, vahyin inceliklerini anlayarak kavramaya çalışalım. Efendimizin (sav) ‘ya alim ol, ya talebe, ya dinleyen, ya da bunları seven ol. Beşincisi olma, helak olursun’ tavsiyesinin sınırında yer alalım. Bize verilen akıl nimetini, ifrat ve tefritten arındırıp itidal noktasında hikmet boyutuna getirelim. Aklın hüküm verme niteliğinde değil, hükümleri idrak etme, anlama kapasitesinde olduğunu bilelim. Bunu bilirsek, haddimizi de bilmiş oluruz. Ayette ‘Allah ve resulünün önüne geçmeyin’ (Hucurat, 1) buyurulması, bu manayı izah eder.
Ahzab, 36. ayetiyle de ‘Allah ve resulü bir şey emrettiği zaman size seçim hakkı yoktur’ buyruğuyla aklın itidali olan hikmete işaret etmiştir.
Ayet-i Kerimenin öncesi ile münasebeti
Bu âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki Rabbimiz sevdiği kullarına sadece mal, mülk ve mağfiret vermiyor. Aynı zam anda bunun ikisini de birleş tirici olarak hikmet de veriyor.
Ayetin öncesiyle münasebeti düşünüldüğünde, infak ayetinden sonra zikredilen bu hikmetin, halis tasadduk olduğu anlaşılır. Böyle bir infak kime nasip olursa onun için bütün dünyadan hayırlıdır.
Önceki ayette şeytanın vaadi ile Rahman'ın vaadi zikredildi. Bu ayette de şeytanın vaadine Rahman'ın vaadini tercih ettirecek olan hikmet ve akıl zikredildi.
İlimde muvaffakiyet ve ilimle amel etmeyi nasib eder. İlimleri açıklar ve onlarla amel etme başarısı verir.
'Hikmet' hüzün ve davranışın birbirini tamamlayıcı, Allah’ın hükmü doğrultusunda olmasıdır. Eşyanın hakikatini kavramaktır. Allah yolunda dosdoğru yürümek, Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmaktır.
Şeytana kulak vererek; ‘All ah’ın dâvetine icâbet edip bolca infak edersem malım eksilecek, fakir düşec eğim’ diye cimrilik eden, dünya hayatında rahat ve huzurunu düşünen kişi hikm etten mahrumdur. Çünkü o, hayatı tanımamaktadır. Onun zannett iği gibi; dünya yaşanılacak hayatın tamamı değild ir. Bu dünya, ölümden sonraki hayatın küçük bir parçasıdır. O halde geçici olan dünya zevkleri için ebedî hayatını fedâ eden kişi, hikmetten mahrum kişidir.
Hikmet evrenin sırrını çözmek, ibadetlerin sırlarını kavramak, baktığı yerde Allah’ın yolunu keşfetmek, bu yolda dosdoğru yürümek, kainat kitabı, insan kitabı ve Kuran’ın aynı kaynaktan olduğunu kavrayıp yaşayan kitap olmak, Efendimiz (sav) gibi yürüyen Kur’an olmaktır.
Hikmet, ilmin gereği ve en sağlamı, ilimle doğruya ulaşmak, doğruyu elde etmektir. Bu da Kur’an’da sıkça sözü geçen salih ameldir. Ayetin önceki ayetle bağlantısı, hikmetin şu tarifiyle meydana çıkar: Hikmet bir nurdur ki, vesvese ile gerçek makam arasındaki fark, bununla kestirilir. İbret veren, olgunluğa çağıran her söz hikmettir.
Allah’a dayan sa’ye sarıl, hikmete râm ol
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol. Mehmed Âkif
Hikmet
♦ Hikmet tüm dünya hayırlarını ve tüm âhiret güzelliklerini için-de bulunduran bir kavramdır.
♦ Hikmet Kur’andır, Kur'an ilmidir. Kuran’ın nâsih ve mensuhu-nu, muh kem ve müteşabihini, helâl ve haramını, emir ve yasaklarını, Kuran’ın tefsirini bilmek, Kur’an anlayışına muttali olmak, âyetlerin fıkhına vukufiyettir.
♦ Hikmet, kişinin sözüyle amelinin, imanıyla amelinin mutabakatı dır, ilmen ve amelen sağlamlık, itkandır (güzel yapmaktır).
♦ Allah korkusudur. “Hikmetin başı Allah korkusudur.” Hadis-i Şerif
♦ Hikmet sünnettir. Hikmetli kişi sünneti bilen kişidir. “Evleri-nizde Allah’ın âyetlerinden ve sünnetten okun an şeyleri hatırlayın. Muhakkak ki Allah Latîf ve Habîrdir” (Ahzâb, 34) âyeti hikmetin sünnet olduğunu anlatır. Zira Rasulullah’ın (sav) hanımları evlerinde Kur’an ile birlikte sünnetten başka bir şey işitmiyorlardı.
♦ Hikmet nübüvvettir. Efendimiz (sav) şöyle buyurdu: Kim Kuran'ın üçte birini okursa, nübüvvetin üçte biri, yarısını okursa nübüvvetin yarısı, tamamını okursa nübüvvetin bütünü kendisine verilmiş gibidir.
♦ Hikmet akıldır, fehimdir, aklı kullanarak Allah’ın din inde bir kavrayış, Allah’ın kitabına vukufiyet ve Allah’ın fazlından kullarının kalplerine koymuş olduğu bir basîret, marifettir.
♦ Hikmet Allah'ın ilmini ihata, yakîni bilgi, kitabının açıklama-sını anlamak, O'nun ilminden, fazlından, feyzinden yararlanıp ganimetlenmek, Kitabullah ile amele koşmaktır.
♦ Hikmet öğüttür, sırdır, acaibu'l esrardır.
♦ Hikmet; doğruyu yanlışı, vesvese ile ilhamı, hakkı bâtılı, haramı helâli, güzeli çirk ini ayırd etme nuru, bilgisi ve melekesidir. Allah’ın dininde doğru anl ayış, din ilmine, ilmin hakikatine sahip oluş ve onunla amel ediş lütfudur. Hikmet; haşyet ve veradır.
♦ Hikmetin Kuran'da dört manası vardır:
a) Kuran'ın va'z-ü nasihatları. "(Allah'ın) size öğüt vermek için indirdiği kitabı (Kur'an) ve hikmet..." (Bakara, 231) yani "Kur'a n'ın va'z-ü nasihatları.." "Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi" (Nisa, 113), yani "Kur'an'ın nasihatlarını indirdi."
b) Anlayış ve ilim. "Henüz çocuk iken biz o (Yahya' ya) hikmet verdik" (Meryem, 13) "Biz Lokmana hikmet verdik" (Lokman, 12), yani "ilim ve anlayış verdik".
c) Nübüvvet. "Biz gerçekten İbrahim'in soyuna da kitap ve hikmet verdik" (Nisa, 54); "Biz O (Davud'a) hikmet ve faslı hitap (güzel konuşma ve hükmetme kabiliyeti) verdik" (Sa'd, 20)
d) Kur'an'ın harikulade sırları, mucizeleri.
Tasarrufunda güçlü kuvvetli, görüşünde isabetli
Nice kişiler var ki rızıktan mahrum elleri
Nice kimseler de işlerinde pek zayıf amma
Sanki denizden avuçluyorlar hesapsız nimetleri
Bu da gösteriyor ki yaratıklar üzerinde mutlak
Vardır Allah’ın nice sırları, hikmetleri...
Allah’ın hikmet verdiği insan, kendisiyle, bedeniyle, malıyla, hanımı, çocukları, akr abaları, komşuları ve çevresiyle ilgili tüm ka- rarlarında, davran ışlarında yerli yerinde hareket eder. Yerli yerinde konuşur, karar verir, hükmeder, alır verir. Bu Cenâb-ı Hakkın ona bahşettiği en büyük ihsanıdır. Ama bu hikmet, onu arayanlara verilir. Bu hikmete ancak ona ulaşmak için sa’y edenler ulaşabilir.
Hikmet sahibi kişi şeytanın vartalarına düşmeyen kişidir. Bunun için de Kur’an ve sünneti sahih bir anlayışla anlamak ve yaşamak gerekir. Hak ile bâtılı, şeytanın fısıltılarıyla Allah’ın emirler ini birbirinden ayırd edebilmek için Kur’an ve sünneti çok iyi bilm ek ve buna göre amel etmek gerekir. Eğer bilgi olur da amel olm azsa Allah insanın anlayış ını, kavrayışını azaltır. İlmiyle amel eden kişinin anlayış ve ilmini artırır.
Hikmet vahiyle elde edilir. Yâni hikmet her şeyi var eden ve var ettiği şeylere yasa koyan Allah’ın dinini fehmetmekle mümkündür. Allah’ın dinini, kitabını bilen kişi hikmet sahibidir. Kişinin yapması gerekenleri yapması, yapmaması gerekenleri de yapmaması bu yasaları tanımasına, Allah bilgisine, kitap, sünnet bilgisine sahip olmasına bağlıdır.
Sırf bilgi sahibi olmak için kitap ve sünnete yönelen, onunla amel etme derdinde olm ayan kimse şeytanın elinde oyuncak olur. Bu ilmi şeytanın ve tâğutların hizmetinde kullanmaya mecbur kalır. Çünkü bu kimse bilgi sahib idir, ama hikmetten mahrumdur.
Hikmet on bölümdür, dokuz bölümü ömrü boşa harcayacak kimselerden uzaklaşarak bir başına tenhada kalmaktır. Diğer bölümü ise gereksiz konuşmayıp susmaktır.
Allah ölü kalpleri hikmet nuru ile diriltir. Hz. Lokman
Hikmet verilenler, ulû'l elbab olanlardır ki; akılları vehim şaibesinden, hevaya uyma zulmünden halas olmuştur.
اُولُوا الْاَلْبَابِ tabiri Kur'an'da 16 yerde geçer. Saf akıl sahibi, fıtratı bozulmamış, gerçek ortaya çıktığında kabul eden, sağlam duruş sergileyen, önyargısız, saplantılara takılmayan, sürekli gelişim halinde bulunan insanlara 'Ulü'l elbab' denir.
Ulü'l elbab iki türlüdür:
1- Zahiri ulü'l elbab: Allah'ın ilimde derinleştirdiği kimselerdir.
2- Batıni ulü'l elbab: Allah'ın kendi zatında derinleştirdiği, Hakk'a vakıf olan kullardır.
Ulü'l elbab; sözün dışından içindeki gizliyi arayanlar, kabukların altındaki özü elde edenlerdir.
Akıllı olmayan insan ne kendisi anlar, ne de anlat anları dinler. Allah’ın uyarılarına, âyetlerine karşı âdeta kalplerini, kulaklarını, kapılarını, pencerelerini kapatmıştır. Demek ki hikmete ulaşmanın ilk ve en önemli şartı düşünmektir. Bu da ancak aklı ve kalbi kullanmakla mümkün olacaktır.
Akıl sahibi; düşünüp unutmayan, uyanık, gafil olmayan, ibret alıp tekrar sapıklığa dalmayandır. Aklın görevi budur. Onun görevi, hidayet delillerini düşünmek, bunlardan yararlanıp umursamaz ve gafil olarak yaşamamaktır.
Kişi, hikmet ve bilgiyi kalbinde görüp; bunların Allah’ın vermesi ile olduğunu anladığında, akıl sahibi olur. Neticelerden yola çıkarak sebeplere doğru yükselmek, akıl sahiplerinde ortaya çıkan tezekkür ve tefekkürdür.
Ama, kişi bütün bu işleri nefsine mal eder ve bunların elde edilmesinde kendisinin sebep ve müessir olduğuna inanırsa aciz kalır, zahir ehlinden olur.
Ey akıl! Nasıl da delinmez küfen?
Ebedi oluşun urbası kefen!
Kursa da boşluğa asma köprü fen,
Allah derim başka hiçbir şey demem!
Akıl
Akıl, Kuran'ın irşadı altında oldukça kıymetlidir. Yoksa ateş böceğinin başındaki ışık gibi olur. Başında bir ışık parlar fakat önünü bile aydınlatamaz.
Baba, çocuğunun her dilediğini yapıp, fakat terbiyesini ihmal eder ve öğrenmeye teşvik etmezse, bu görünürde bir merhamet, hakikatte ise bir cezâdır. Çocuğunu okula hapsedip, onu tahsil yapmaya zorlayan babanın durumu ise, zâhirde bir cezâ sanılsa da, hakikatte bir rahmet ve merhamettir. Aklı az olanlar işlerin zâhirine aldanırlar, gerçek akıllılar ise işin aslına ve hikmete bakarlar.
Akıllılar, zayıf taraflarını bildiklerinden, yanılmazlık iddiasında bulunmazlar; en çok bilen, ne kadar az bildiğini herkesten çok daha iyi bilir.
Cennet yüz dereceden ibârettir. Doksan dokuzu akıl sâhipleri, biri ise akıl sâhiplerinin dışındaki diğer insanlar içindir. Hadîs-i Şerîf
Basit kimse en küçük bir tenkide aldırır. Akıllı ise eleştirenlerin fikrini kapmaya çalışır.
✽ 'Dilediğine hikmet verir' cümlesi atıfsız başladı, kemal-i ittisal ile fasıl oldu.
✽ Hikmet; elle tutulup verilecek somut bişey değil. 'İlham etmek' yerine 'Verme' fiili istiare-i tebaiye olarak geldi. Camisi; dış kaynaklı olması, bir ihsan ve lütuf olmasıdır.
✽ " مَنْ يَشَٓاءُ"de icaz-ı hazıf vardır. 'Dileme' fiilinin mefulleri cümlenin öncesinden anlaşıldığı için hazfedildi. Takdiri 'Hikmeti vermeyi dilediği kimse' şeklindedir.
✽ 'Nebilere, alimlere, velilere verir' buyrulmayıp 'Dilediğine' şeklinde ism-i mevsulle gelmesi sıfatlı kinayedir.
✽ "وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ ‘Kime hikmet verilirse’ cümlesinde hikmet kelimesi ikinci kez gelmiş, zamir yerine açık isim zikredilmiştir. Bu da hikmetin önemini açıklamak ve illetini de zımnen bildirmek içindir.
✽ İsm-i mevsul gelişi; haberin şanı ve medih üzere mebni olduğunu bildirmek içindir.
✽ İlk مَنْ ism-i mevsul, ikinci مَنْ şart edatı olarak geldi. Aralarında cinas-ı tam mümasil vardır.
✽ خَيْرًا كَثِيرًا 'Çok hayır' terkibinde sıfatın gayesi; mevsufu övmek ve tekit içindir. Nekre gelmeleri teksir, tazim ve neviyet bildirir.
✽ 'Ona çok hayır verilmiştir' lazım; melzumu; 'Dünyada rahat edecek, ebedi saadete ulaşacaklardır.'
✽ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُولُوا الْاَلْبَابِ kasr-ı sıfat alel mevsuf, kasrı kalptir. Fiille fail arasında kasır vardır.
✽ 'Bunu ancak akıl sahipleri anlar' cümlesinin mefhum-u istisnası şudur: 'Akıl sahibi olmayan anlayamaz, anlamayan akıllı sayılmaz.'
270- Allah yolunda ne harcar veya ne adarsanız, muhakkak Allah (cc) onu bilir. Zulmedenlerin ise asla yardımcıları yoktur.
Allah (cc) gerek infak gerek adağı yerine getirdiğimizi bilir, yani karşılığını verir. (lazım-melzum) İnfak şartlarına uygun olmaz, adaklar yerine getirilmezse, onu da bilir, cezasını verir. (mefhum-u muhalifi) Söz verip sözünde durmaz, zengin olup infakta bulunmazsanız, bu zulümdür, (vasıtaları az olan vasıtalı kinaye) haksızlıktır. Yardıma muhtaçları yardımsız bırakmaktır. Aksi halde, çok geçmez siz de yardıma muhtaç duruma gelirsiniz. Size de yardım eden bulunmaz. 'Yaptıklarına uygun bir cezadır.' (Nebe, 26)
Cümle tekitle bitmiş. Bilindiği gibi bir cümlede tekit varsa muhatap ya inkarcı, ya şüpheci, ya da umursamazdır. Nefis, adamaktan, vaad etmekten hoşlanır, ama yerine getirmekten zorlanır. Bu tavrını günlük hayatta gösterdiği gibi Rabbine karşı da gösterir. 'Allah’ım şu sıkıntıdan kurtarırsan, şu kadar sadaka vereceğim' der yerine getirmez. Ayetler, bu ve benzeri misallerle doludur.
“ فَاِنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُهُ Allah elbette bilir” ifadesi, itaat edenler için büyük bir va'adi, inatçı kâfirler için de şiddetli bir vaîdi ifâde eder.
- Allahu Teâlâ, tasaddukta bulunanın kalbindeki ihlâs, kulluk ya da riyayı bilir.
- Allahu Teâlâ tasaddukta bulunanın niyetini bilir, onun tâatlarını kabul eder.
- Allah adına ne verirseniz, ne yaparsanız, ne yapmayı ve ne vermeyi adarsanız Allah onu bilmektedir. Yaptığınız hiç bir şey boşa gitmez. İnfakta bulunduğunuz insanlar bunun kıymetini bilmeseler bile üzülmeyin Allah bunu bilir.
Nezr-Adak
"Nezr" insanın kendisine vacib kılarak üstlendiği sorumluluktur. Esas manası, "korku" dur. Çünkü insan, nezrederek, kendisince mühim olan bir işte hata yapma korkusuna karşı kendisini sağlama alır.
Din ıstılahında nezr, şarta bağlı olan ve olmayan olmak üzere iki kısımdır.
- Şarta bağlı olmayan, "müfesser" ve "gayr-i müfesser" olmak üzere iki kısımdır.
Müfesser olan nezr, "Allah için bir köleyi azâd edeceğim" ve "Allah için haccedeceğim" gibi. Bu gibi nezrlerde söylenilenin aynen îfâ edilmesi gerekir.
Ama imkânsızlıklardan ötürü bu adağını yerine getiremezse Allah onu affeder. Hattâ adam hayırlı bir iş yapmak üzere adakta bulunmuş ama imkânsızlıklardan dolayı yerine getiremem işse böyle hayırlı bir niyetten ötürü sevap alır.
Gayr-i müfesser nezr ise, bir kimsenin "Allah için şunu yapmamaya nezrediyorum" "Allah'a bir nezrim olsun.." şeklinde, açıkça belirtmeden yaptığı nezirlerdir. Bir kimse, yapmamaya nezrettiği bir fiili yaparsa, bundan dolayı yemin keffâreti gerekir.
- İkincisi şarta bağlı olarak yapılan adaktır. "Eğer bir oğlum olursa bir kurban keseceğim" veya "Eğer oğlum askerd en sağ sâlim dönerse üç gün oruç tutacağım" gibi. Bu adakta bulunan kişi adağının konusu gerçekleştiği takdirde adağını yerine getirmesi üzerine vacip olur. Ama bu kişi adakta bulunduğu için değil adağ ını yerine getirdiği için sevap kazanır.
Aslında şarta bağlı adak İslâm’da hoş görülen bir şey değildir.
Adak takdiri değiştirmez. Allah Rasûlü şöyle buyurur:
"Adak Allah’ın takdir buyurmadığı hiçbir hayrı get irmez. Ancak adağı sebebiyle cimrinin elinden mal çıkar ılmış olur." (Buhârî, Müslim)
"Adak ademoğluna takdir edilmemiş hiç bir şeyi sağlamaz. Lâkin adak bazen kadere muvafık düşer de bu sayede cimriden çıkarmak istemediği mal çıkarılm ış olur."
Adak Allah’ın takdirini değiştirem ez. "Hastalığım iyi olursa bir kurban keseceğim, oğlum sağ sâlim dönerse beş gün oruç tutacağım" diye adakta bulunmak ne hastalık ne de oğlunun dönmesi konusunda Allah’ın takdirine tesir etmez. Hattâ âlimlere göre bu şekilde adakla kaderin değişeceğine inanan kişi All ah korusun kâfir olur.
Bir de şirk olan adak vardır. Allah için değil de başkal arı için adanırsa, meselâ bir put veya salih bir kişi veya herhangi bir türbe adına yapılırsa adak haram olur. "Eğer şu işim hallolursa senin için şunları şunları yapacağım! Şu kadar harcayacak, şu kadar mum dikeceğim!" demek gibi.
Haram adak da haram bir şeyi yapmak üzere adakta bulunmaktır. "Bu işim olursa şu kadar içki içeceğim!" veya "Eğer bu işim gerçekleşirse seninle ebedîyen konuşmayac ağım! Veya seni öldüreceğim!" gibi. Bu tür adak haramdır, bunun yerine getirilmesi de har amdır. Eğer kişi bu tür bir adakta bulunurken yemin etmişse derh al yeminini bozarak kefaret vermesi gerekmektedir. Allah Rasûlü şöyle buyurur:
"Bir kimse bir şeye yemin eder de başka işi ondan daha hayırlı bulursa hayırlı olanı yapsın. Yemininden dol ayı da kefaret versin."
Zulüm iki kısımdır:
Biri; kişinin nefsine yaptığı zulümdür. Bütün günahlar bu zulmün kapsamındadır. İnfâkta niyetinin riya ve gösteriş olması, ya da günahlar işleyerek, yapmış olduğu infâkı ifsad etmesi onu zalimler sınıfına dahil eder.
Diğeri; başkasına yaptığı zulümdür. İnfâk etmemesi veya verdiğini müstehak olana vermeyişidir.
Haksızlık etmekten sakının. Zira haksızlık kıyamet günü zulmettir. Hadis-i Şerif
İçindeki bir zayıfın hakkı güçlüden serbestçe alınmayan bir millet hiçbir zaman kurtulamaz. Hadis-i Şerif
✽ ✽ ✽
Bir evin tavanında eşek arıları yuva yapmıştı. Ev sahibi bu yuvaları dağıtmak istedi, karısı razı olmadı.
‘Zavallı hayvancıklardan ne istiyorsun, yurtlarını dağıtma’ dedi. Bir gün adam işine gittikten sonra arılar kadına hücum ederek onu soktular. Akılsız kadın dört tarafa koşuyor ‘Ölüyorum’ diye feryat ediyordu. Derken kocası geldi ve şöyle dedi:
‘Hanımım, kimseye surat etme. Zavallı hayvancıkları öldürme, diyen sen değil miydin?’
Her kim kötülere iyilik ederse, kötülük artar. Her kim yol kesene acırsa, kervanı kendi vurmuş olur. Zalime acımak halka zulümdür. Halkın yanık içinde kalmasından, birisinin ateş içinde yanması iyidir.
Bekçi nezaket, yumuşaklık gösterecek olursa; hırsız korkusundan kimse uyuyamaz.
İnsanların kimisi para ve ihsan ile, kimisi de kulağını burmak ile yola getirir. Sadi Şirazi
✽ Nafaka türünden neyi infak etseniz "وَمَٓا اَنْفَقْتُمْ مِنْ نَفَقَةٍ" buyruğu ile "adaktan her ne adarsanız نَذَرْتُمْ مِنْ نَذْرٍ" cümlelerinde iştikak (kelime türemesi) açısından cinas vardır.
✽ "مَٓا اَنْفَقْتُمْ" cümlesinde şartın müzari yerine mazi gelişi; şartın vukuuna rağbet izharı içindir.
✽ نَذْرٍ ve نَفَقَةٍ kelimelerinin nekre gelmesi, tazim, teksir, taklil, neviyet, umum bildirir. Yani; az-çok, büyük-küçük, her ne adar ve infak ederseniz.
✽ "فَاِنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُهُ" 'Şüphesiz ki Allah onu bilir' cümlesinde müsnedin fiil gelişi hükmü takviye eder.
✽ 'Ben bilirim' yerine 'Allah bilir' buyrulması tecriddir.
✽ Lazım; Allah onu bilir, melzumu; onun karşılığını verir. Dikkatli olun.
✽ Cümle muhatapla başladı; 'Zalimlerin yardımcısı yoktur' derken açık isimle bitirildi. Muhataptan gaibe iltifat oldu.
✽ Vasıtalı kinaye vardır; Allah infaklarınızı, adaklarınızı bilir. Eğer başa kakarak, riya ile infak ederseniz, adağınızı yerine getirmezseniz zalim olursunuz. Zalimlerin de hiç yardımcısı yoktur.
✽ 'Zalim' ve 'Ensar' kelimeleri arasında tibaka mülhak ihamı tezat vardır.
✽ Umum; zalimler, husus; sadakalarını başa kakarak, eziyetle verenler, adaklarını yerine getirmeyenlerdir.
✽ Delalet-i tazammuniyesi ile şunu bildirir: İnfakı riya ile, başa kakma ile yapanlar, adağını yerine getirmeyenler adaletten sapmış, haddi aşmış zalimlerdir.
271- Sadakaları açıkça verirseniz ne iyi! Ama onları fakirlere gizlice verirseniz, sizin için daha hayırlı olur ve bu sebeple o günahlarınızın bir kısmını bağışlar. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.
Bu ayette, sadakanın gizli ve aşikare verilmesi zikredilmiştir. Farz olan sadakaları, zekatı aşikare vermek, insanları teşvik ve töhmet altında bırakmamak açısından güzeldir. Nafilelerin fakirlere gizlice verilmesi de onların rencide olmaması, verenin riyaya düşmemesi açısından hayırlıdır. Günahların affına sebep olur.
‘Allah yaptıklarınızı bilir’ Nasıl yaptıklarınızı, ne niyetle yaptığınızı, infak dereceniz nedir? Bütün bunları bilir, ona göre karşılığını verir.
Sadaka
"Sadaka" kelimesi ص د ق harflerinden oluşur. Bu harfler, sıhhat ve kemâl mânası ifâde eder.
Sevgi ve dostluğunda doğru olduğu için dosta صِدِّيقٌ denmiştir. Mihir de nikâh akdi kendisi ile tamamlandığı için صَداَقٌ diye isimlendirilmiştir. Allahu Teâlâ, mal kendisi ile mükemmel ve şer'i manada tam olduğu için, zekâtı da "sadaka" diye adlandırmıştır. O halde sadaka, ya malın tam olması ve devam etmesi için bir sebeptir veya kulun imanında sâdık olduğunu istidlal etmeye bir sebeptir.
فَنِعِمَّا هِيَ O ne güzel şeydir.
Bu lâfızdaki مَا "şey" manasınadır. Çünkü مَا burada nekredir. Marife olsaydı mutlaka bir sılası bulunurdu. Halbuki burada sılası yoktur, sonrasında هِىَ lâfzı gelmiştir. Bu ise tek bir kelimedir, cümle değildir. Müfred bir kelime ise, sıla olmaz. "مَا" kelimesi, temyiz olduğu için mahallen mansubtur. Takdiri, نِعْمَ شَيْئًا هِىَ اِبْداَءُ الصَّدَقَاتِ " Sadakaları açıktan vermek ne güzel bir şeydir" şeklindedir. Sözden anlaşıldığı için buradaki اِبْداَءُ muzafı hazf edilmiştir.
Bu kural tüm ibâdetler için de geçerlidir. Cüz-kül alakası ve tağlib yoluyla; tüm farz olan ibâdetleri açıktan yapmak, nafile ibâdetleri de gizli yapmak efdaldir.
'Sadakaları açıktan verirseniz' bölümü farz olan zekat hakkında, 'Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz' bölümü de nafile olan sadakalar hakkındadır.
Ya da mallar iki kısımdır, bunlardan birincisinde açıktan vermek ikincisinde de gizli vermek daha efdaldir.
- Ekilen, dikilen araziler, hayvanlar gibi genellikle gizl enmesi mümkün olmayan ve herkesin bilebildiği mallardır ki bunl ara "Emval-i Zahira-açıktaki mallar" denir. Bu tür malların farz olan zekâtlarını gizlemekte zaten bir fayda yoktur, üstelik gizlendiği zaman töhmet altında kalma ihtimali de vardır. Onun için bunlar konusunda açık vermek efdaldir.
- Nakit paralar gibi gizlenmesi mümkün olan mall ar dır ki bunlara "Emval-i batına -gizli mallar-" denir. Herhangi bir sakınca olmadıkça bu tür malların zekâtlarını da açıkça vermek faziletlidir. Ama lâyık olanlara ulaştıramama gibi bir sakınca olursa o zaman da nafile sadakalar gibi onu da gizli verm ek efdaldir.
Sadakayı Gizli Vermenin Fazileti
Gizlice vermek, riya ve gösterişten son derece uzaktır. Peygamber : ''Allah, desinler diye, riyakârca ve başa kakarak sadaka verenlerin sadakasını kabul etmez" buyurmuştur. Verdiği sadakayı anlatan, gösteriş ve desinler için yapmış olur. İnsanların kalabalık olduğu yerde sadaka veren de riya yapmayı istemektedir. Halbuki sadakayı anlatmamak ve gizlice vermek insanı riya ve sümadan koruyacak tek çâredir.
Bazı kimseler sadakayı tamamen gizli vermek maksadıyla, işi daha ileri götürerek, alan kimsenin kendisini tanıyıp bilmemesi için gayret sarfetmiş, sadakasını âmâ olanların eline vermiş, bazıları fakirin geçeceği yola veya vereni göremeyeceği, fakat parayı görebileceği ve oturacağı bir yere koymuşlardır. Bazıları fakir uyurken, sadakayı fakirin elbisesinin bir tarafına bağlarken, bazıları da başkasının eli ile sadakasını ona gönderirdi. Bütün bunlardan gaye, riya, gösteriş, desinler ve başa kakmadan uzak kalmaktır. Çünkü fakir, kendisine sadaka vereni tanıdığında hem riya, hem de başa kakma söz konusu olabilir. Fakat fakirin aracıyı tanımasında riya söz konusu değildir.
Sadakayı gizlice verdiğinde, diğer insanlar arasında bu hususta bir şöhreti olmaz, medh edilmez, kendisine saygı gösterilmez. Böylece bu, sadaka verenin nefsine ağır gelir, daha çok sevabı gerektirir.
Gizlemek, sır saklamak iradenin doruk noktasıdır. Sabırdan kaynaklanır. Gizli sadaka ve hayırlar, şükür ve sabır yarımlarından oluşan imanın bütününü kapsamış olur.
Hz. Peygamber "Sadakanın efdal olanı, malca sıkıntıda olan kimsenin, fakire gizlice verdiği sadakadır” ve "Kul gizli olarak bir iyilik yaptığında, Allah onu, onun için gizlice yazar. Eğer kul, yaptığı iyiliği açığa vurursa, Allah da o fiilini sır olmaktan çıkarır, onun alenî işleri hesabına yazar. Eğer o kimse, bu iyiliğinden insanlara bahsetmeye başlarsa, Allahu Teâlâ o fiili hem gizli, hem de aleni olmaktan çıkararak, riya olarak yazar" buyurmuştur.
Gizli verilen sadaka, Allah'ın gazabını söndürür. Hadisi Şerif
Sıddıklar, sadakayı, musibeti gizlerler. Bir günah işlerlerse hemen sadaka verirler. Azaptan kurtulurlar. Hadis-i Şerif
Yedi kimse vardır ki, Allah'ın arşının gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde Allah onları, arşın gölgesi altında gölgelendirecektir. Bunlar; adaletli halife, Allah'a ibadet ederek yetişen genç, kalbi mescitlere bağlı olan kişi, Allah için birbirlerini seven iki arkadaş (öyle ki; Allah için bir araya gelir ve Allah için ayrılırlar), mevki ve güzellik sahibi bir kadın kendisini (hayasızlığa) davet ettiği halde: "Ben, Allahtan korkarım" diyerek onu reddeden kişi, sağ elinin verdiği sadakayı sol elinin duymayacağı kadar gizlice sadaka veren ve hiç kimsenin bulunmadığı bir yerde Allah'ı anarak gözlerinden yaş döken kişilerdir. Hadisi Şerif
Açıktan vermek başkasının da kendisine uyarak vermesine sebep olacaksa veya isteyen kimse herkesin yanında isterse, o zaman açıktan verilebilir.
Ahlakını temizleyip, riya tehlikesini geçen, ihlası kazanan, zikir ve diğer ibadetleri açıktan yapabilir.
Açıktan sadaka verilen kimseye bazı zararlar dokunabilir. Sadakayı açıktan vermek, fakirin şerefini zedeler ve fakirliğini ortaya çıkarır, zelil ve hakir düşürür. Fakir, bundan eziyet duyar. Mü'mini küçük düşürmek caiz değildir.
Sadakayı açıktan vermek fakirin, utanma ve dilenmeme halini yok eder.
İnsanlar bazen fakirin bu sadakayı almasını yadırgar ve onun, ihtiyacı olmadığı halde o sadakayı aldığını zanneder. Böylece fakir, bir kınama konusu olur ve insanlar onun gıybetini yapmaya başlarlar.
Bu konuda ihtiyacı olmayanların almasının tehlikesine de tariz vardır. Fakirin hali bu ise, diğerini siz anlayın, demektir.
Sadaka, hediye sayılır. Hz. Peygamber "Yanında başkaları varken birisine bir hediye verilse, diğer insanlar o hediyede onunla ortaktırlar” buyurmuştur. Fakir çoğu kez, verilen sadakada orada bulunanlara bir şey vermez, uygun olmayan bir davranış olur.
İnsan, halktan gizli bir iş yapar, bir taraftan da görmelerini ister; derken bu arzuyu da yenmeğe çalışırsa, şeytan ona musallat olmuş demektir. Şeytan, ona başkalarının görmesini telkin eder, kalbi ise bunu reddeder, onunla mücâdele eder. Böylece gizlice yaptığı iyiliğin sevabı, açıktan yaptığının sevabından yetmiş kat daha fazla olur.
Sadaka açıktan verildiğinde, başka insanlara örnek olup fakirlere faydası olacaksa, açıktan vermek caizdir. Hatta bu durumda açıktan vermek daha faziletli olur. Çünkü bazı insanlar infak eden, iyilik yapan insanları görmedikçe bir türlü iyilik yapmak, infakta bulunmak akıllar ından bile geçmez. İşte böyle insanları iyiliğe, infaka teşvik mak sadıyla açıktan yapılan infak hayırlıdır.
Sadakayı gizli vermek, açıktan vermekten efdaldir. Fakat bu hususta başkalarına örnek olmak isteyen kimsenin sadakayı açıktan vermesi efdaldir. Hadisi Şerif
Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Müslümanlıkta iyi bir çığır açan kimseye açtığı o çığ ırın sevabı verileceği gibi açılan o çığırdan kıyamete kadar gidecek insanların sevaplarının bir misli de onlar ınki eksilmeksizin bu çığır açan kişiye verilecektir. Kötü bir çığır açan kimseye de açtığı bu çığırın vebali, gü nahı yükleneceği gibi kıyamete kadar bu çığırdan gid ecek insanların günahlarının bir misli de ona yüklenir."
Bu hadisin sebeb-i vürûdunu sahabe şöyle anlatır: Bir ara Medine’ye çok fakir bir grup insan geldi. O kadar fakirdiler ki bu insanlar bir kumaşı delip içine girmişler, elbiseleri de yoktu. Onları bu vazi yette görünce Rasûlullah’ın beti benzi attı. O kadar ürktü o kadar korktu ki tel aş içinde bir içeri giriyor bir dışarı çıkıyordu. Çünkü bu konuda ken disini sorumlu tutuyordu.
"Ey insanlar! Allah’tan korkun! İşte şu gördüğün üz insanlar da sizin kardeşleriniz! Allah katında birbir i nize üstünlük ve alçaklığınız yoktur!” buyurdu, ağladı ve Haşr sûresinden âyetler okudu. Sonra bu yurdu ki:
"Herkes bu kardeşlerine altınından, gümüşünden ikramda bulunsun! İnfakta bulunsun! Yarım hurmayla da olsa harcamada bulunsun!"
Resulullah daha bu hutbesini bitirmeden Ensârdan biri elinde zor taşıdığı bir çıkınla çıkageldi. Bunu gör en Al lah Rasûlü çok memnun olmuş, sahabenin ifadesiyle âdeta yüzü parıl parıl parlıyordu. Mescidin içi öbek öbek yiyecek ve giyeceklerle dolmuş, bu insanların yüzü gülüyor, kimisi yiyor, kimisi giyiniyordu. Onları bu vaziyette gören Allah Rasûlünün de yüzü gülüy ordu. İşte bu hadise üzerine Ensâr’dan o ilk çıkını getiren, ilk çığ ırı açan sahabe hakkında Al lah Rasûlü bu hadis ini irad buyurdu.
Allahu Teâlâ'nın nefislerinden memnun olan seçkin kulları vardır. Kalblerinde marifetullah nurları kat kat olmuş, nefsin vesveseleri onlardan uzaklaşmıştır. Arzuları sönmüş, kalbleri Allah'ın azamet denizine gark olmuştur. Onlar açıktan bir iyilik yaptığında, nefsi ile cedelleşmeye ihtiyaç duymaz. Çünkü nefsinin şehveti sona ermiş ve mücâdele gücü kırılmıştır. Onlar açıktan iyi bir iş yaptığında, başkalarına örnek olmayı murad eder. Zâtı kemâle ermiştir ve başkasının da tam ve hatta tamın üstünde olması için gayret sarfederler.
Allahu Teâlâ, devlet reislerine zekâtı toplatmalarını emretmiştir. Zekâtın, görevli memurlara verilişi açıktan olur.
Eğer bir müslüman farz olan zekâtı gizli verirse 'Bu adam galiba zekâtını vermiyor' gibi sû-i zan altında kalabilir. Namazlar da böyledir. Allah Rasûlü nafile namazları evinde, farz namazları mutlaka açıkça cemaat halinde kılmıştır.
Zekâtı açıktan vermek, Allah'ın emrine ve mükellefiyetine koşma manasını taşır. Onu gizlice vermek ise, farz ibadetleri yerine getirmedeki arzunun terkedildiği vehmini verir.
Allah Teala, gizli olarak verilen bağışı, açık olarak verilenden yet miş kat üstün kılmıştır. Farz olan şeyin açıktan verilmesini ise gizli verilmesind en daha üstün kılmıştır. Açıktan verilen farzın sevabı, gizli verilenden yirmi beş kat üstündür.
✽ ✽ ✽
Efendimiz (sav)’in yanına bir hanım ve kızı gelmişti. Kızın kolunda iki altın bilezik vardı. Efendimiz (sav) anneye sordu:
‘Bu bileziklerin zekatını veriyor musunuz?’ Kadın cevap verdi:
‘Hayır, vermiyorum.’ O zaman Efendimiz (sav) kadına:
‘Kıyamette iki altın bilezik yerine, Allah (cc)’ın sana ateşten iki bilezik taktırması hoşuna gider mi?’
Tabi ki hoşuna gitmezdi. Kadın hemen kızının kolundaki bilezikleri çıkarttı ve bağışladı.
✽ ✽ ✽
♦ مِنْ harf-i ceri kısım ifade eder. "Günahlarınızın bir kısmını örter, bağışlarız" manasındadır. Çünkü bazı günahlar ancak sadakalar ile örtülür. Cenâb-ı Hakk, bu bazı günahların neler olduğunu açıkça belirtmemiştir. Açıkça belirtse, kul bağışlanacağını bilince, o günahları yapmaya teşvik gibi olurdu. Halbuki insan her halükârda havf ile reca arasında olmalıdır. Bu nedenle söz müphem bırakılmıştır.
♦ مِنْ harf-i ceri, مِنْ أَجْلِ (.... den dolayı) manasındadır. "Günahlarınızdan dolayı sizi bağışlar" demektir.
♦ Harf-i cer zâiddir. Mânâda tesiri yoktur. "Biz, sizin bütün günahlarınızı örteriz (ve bağışlarız) " anlamındadır.
Bu cümle, gizli sadakanın daha üstün olduğuna işarettir. Mânâ şöyledir: "Allah gizli ve açık verilen sadakaları bilir. Sadakalarınızla sadece Allah'ın rızasını taleb ediyorsunuz. Gizli vererek, bu maksadınız hasıl olmuştur. O halde, açıktan vermenin manası nedir?"
Bununla sanki onlar, riyadan uzak olsun diye, sadakalarını gizli vermeye teşvik edilmişlerdir.
İhlas
İhlas, ameli rızay-ı ilâhi dışında karışık düşünce ve niyetlerden ayırmaktır. Cüneyd-i Bağdadi
"İnsana düşen, kalp işleridir ve tam ihlâsa sâhip olmaktır. Namaz kılmakta, oruç tutmakta İslâm ümmeti ile birsin. Yaptığın diğer hareketler, âdet yerini bulsun diye namaz kıldığını gösteriyor. Sen yaptığını ibâdet sanıyor, dıştan halka iyi olduğunu göstermek istiyorsun. Kalbin fâcir. Bu hâlin yararını nasıl bulursun? İşleyeceğin şeyi, yeryüzünde senden başka yaşayan biri, ve O’ndan başka seni gören biri yokmuş gibi işle!
"İşleri Allah için yap. Yaptığın işlerde Hakkın gayrını gözetme. Her şeyini O’na bırak. Başkasına bir çöp bile terk etme. İşleri Allah’ın gayrı için yapmak, küfür yoludur. Allah rızâsı için verilmeyen nesne, riyâkârlıktır. Yakında ölüm gelir, bütün heveslerin kırılır; önce onları düzeltmeye koyul."
İhlâsın ne demek olduğunu anladıktan sonra, hangi sebeple olursa olsun bir işi halk için terk etmek riyâdır, gösteriştir. Ama ihlâs yolunda zafer kazanmak için bir işi halkın görüşünden saklamak iyidir; böylece kurtuluş ümit edilir.
Her şeyin iç yüzünden, gizli taraflarından haberdar olan, bilgisi eşyaların dış görünümlerini kuşattığı gibi içini ve gizliliklerini de kuşatandır.
Allah (cc), Habir’dir. En küçük bir mikrobun gece karanlıklarında gidip geldiği, girip çıktığı yerlerden, hava boşluğunda uçuşan, kaynaşan zerrelerin harekatından haberdar olduğu gibi, mülkünün her tarafında meleklerin varamadığı, insan fikrinin ulaşamadığı en gizli noktalarda olan biten her şeyden haberdardır.
İnsan bile bir şey düşünse, niyet etse, bir söz söylese, bir iş yapsa, onu yaparken ne kadar gizlemek istese kendinden gizleyemez, vicdanında onu duyar. Aciz bir kul yaptığı bir şeyi kendi vicdanından gizleyemezken, bütün vicdanları yaratan elbette çok daha önce ve daha mükemmel bilir.
Mesela bir memlekette her lahza ferdî, ailevî, içtimâî, ahlâki, siyasi, cinai ne işler olur, binlerce hadise zuhur eder. Bunlardan her birinin başlangıcını, sureti vukuunu, sonucunu bütün teferruatıyla, iç yüzüyle bildiği gibi, arzda, karada, denizde semada, ecramda, berzahta, ecsamda, ervahta; bütün kainatta olan hadiseleri apaçık bilir.
En gizli, en duyulmaz sanılan şeylerden, gönüllerin hiç kimseye açılmayan temayülatından, iyi veya kötü sahiplerinin neler düşündüğünü, neler yapmak istediğini, ne düzenler kurduğunu, ne kararlar verdiğini bilir, hiçbirinden gaflet etmez. Hiçbirini hükümsüz, cezasız bırakmaz ve hiç kimse O'ndan yakasını kurtaramaz.
Allah (cc), her şeyden haberdar olan Habir'dir. O, hiçbir şeyi uygun olmadığı bir yere koymaz, layık olmadığı bir yere indirmez. O, bütün bunları kusursuz ilmi ile yapar. Nimet verilmemesi gereken yere nimet vererek bağışta bulunmaz. Verilmesi gereken yere de vermemezlik yapmaz. Yükselteceği yerde alçaltmaz, alçaltacağı yerde yükseltmez. İzzet yerine zillet, zillet yerine izzet vermez. Yasaklaması gerekeni emretmez, emretmesi gerekeni yasaklamaz.
Kula gereken
Allah (cc) Habir’dir. Kul yalandan, hileden, terbiyesizlikten sakınmalıdır. Gizli yapıp, cezasız kalacağını sanmamalıdır. O’nun razı olmayacağı şeylerden son derece çekinmelidir.
'Habir' ism-i celilini 811 defa kıraate devam eden, alemlerin sırrına vakıf olur. Tedbiri isabetli, görüş ve kararı maslahata uygun olur. Giriştiği işlerde muvaffakiyet hasıl olur, müşkilattan kurtulur. Duanın kabulü için tesirinin beklenmesinde acele etmemek, kabulünün gecikmesinde ümidi kesmeyip duayı tekrar etmek gerekir.
• Sahâbe-i kiram, Hz. Peygamber'e, "Gizli verilen sadaka mı, yoksa açıktan verilen sadaka mı daha faziletlidir?" diye sordular. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil oldu.
• Hz. Ali'nin dört dirhemi vardı. Birini gece, birini gündüz, birini gizli, birini de açık olarak fakirlere verdi. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
• Bu ayet-i kerime Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer hakkında nazil oldu. Hz. Ömer malının yarısını getirip infak olunmak üzere Hz. Peygambere verdi. Efendimiz (sav) 'Ailen için arkanda ne bıraktın?' diye sorunca, 'Malımın yarısını' dedi.
Hz. Ebu Bekir ise malının tamamını neredeyse kendinden bile gizleyerek Resulullah'a (sav) teslim edince Hz. Peygamber 'Ailen için ne bıraktın?' diye sordu. 'Allah ve Resulünün vaad ettiklerini bıraktım' dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer ağladı ve; 'Ey Ebu Bekir, anam babam sana feda olsun. Ne zaman seninle yarışsam sen beni geçtin' dedi.
✽ "Açıkça verirseniz" ile "gizlerseniz" şartları ile, cezaları olan 'ne güzel şeydir' ve 'O sizin için hayırlıdır' cümleleri arasında, ikili mukabele sanatı vardır.
✽ Mukabele ile tibak arasındaki fark: Her mukabelede tibak vardır. Ama her tibakta mukabele yoktur.
✽ Sadaka; verenin inancına işarettir. İmanını tasdik için verir. Yerinin dolacağına inandığı için verir.
✽ فَنِعِمَّا هِيَ cümlesinde haberin takdimi, neşe ve şenlik husulu içindir.
✽ 'Ne güzel oldu' tevcihtir. Bu ferahlık hem verene hem fakire ferahlıktır.
✽ Gizlerseniz, yani verdiğinizi söylemezseniz, demektir.
Müstearun minh: Bir şeyi gizlemek
Müstearun leh: Sadakayı açıklamamak
Camisi: Kimsenin haberinin olmaması, yokmuş gibi hiç bilinmemesidir.
✽ Dal bil işaresi ile, gizlenecek kadar kıymetli değerli şeylerin verilmesine işaret.
✽ Yine "تُخْفُو" ifal babının tadiye manasıyla gizler ve gizletirseniz, söylemezseniz demektir. Sadakayı verdiğimizi bilen aile ferdlerinin de söylememesini sağlamaya, verdiğimiz insanın da bize kimsenin yanında teşekkür etmemesini, kimseye anlatmamasını söylemeye işarettir.
✽ تُبْدُوا, تُخْفُوا, تُؤْتُوا kelimeleri arasında muvazene vardır.
✽ 'Fakirlere verirseniz' cümlesinde الْفُقَـرَٓاءَ 'nın zikri iygal itnabıdır. Sadaka verilecek kişilerin araştırılması, onların tanınması gerektiğine işarettir.
✽ 'O sizin için hayırlıdır' cümlesi, dal bil ibaresi ile sadakanın asıl faydasının şahsın kendisine olduğunu, aslında fakiri faydalandırmanın veren insana yarar sağlayacağını bildirir.
✽ Sadakayı açıktan ve gizliden vermek maslahat-ı diniye, dünyeviye ve zaruriyedir.
✽ خَيْر ve نِعِمَّا kelimeleri arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ يُكَفِّرُ dört kıraatle okunur:
• نُكَفِّرْ Bu durumda şartın cevabına atıftır.
• يُكَفَّرُ 'Allah hatalarınızı örter' demektir.
• تُكَفِّرُ veya تُكَفِّرْ; bu durumda fail الصَّدَقَاتِ kelimesidir.
• 'Hatalarınızı örter' dedikten sonra 'yaptıklarınızı bilir' buyruğu rücudur. Tehdit ifade eder.
✽ Dal bil işaresi: Siz fakirin onurunu zedelemeyip, onun ihtiyacını gizlice karşıladığınız için, Allah da mahşerde sizin günahlarınızı açmayacak, rezil rüsva etmeyecektir.
Müstearun minh: Örtmek, kapatmak, müstearun leh: Hataların affı.
Camisi: Rahatsızlığını engellemek, çirkinliğinden doğan zararı önlemek.
✽ يُكَفِّرُ fiili; sadakaya isnad edilmiş ise; isnad-ı mecazi vardır. Allah o sadaka sayesinde günahları örter, yerine 'Sadaka hatalarını örter' buyruldu.
✽ Tecessüm sanatı vardır; sanki sadaka bir örtü gibi günahların üstüne örtülmüş, onu yok ortadan kaldırmıştır.
✽ Dal bil işare; 'Seyyiat'ın hata anlamı da vardır. Bu durumda mana, hatalarınızı örter, demek olur. Yani Allah sadaka verenin hatalarını örter, insanlar onun kusurlarını çok fazla görüp dile getirmezler.
Yine Seyyie'nin bir başka anlamı da; üzüntü'dür. Sadakalar üzüntülerimizi, verdiğimiz insanın hüzünlerini de giderir, demektir.
Şahsın kendine özgüveni gelir. Günah duygusunun verdiği mahcubiyeti, ezikliği hissettirmez.
✽ Dal biddelalesi ile, sadece sadaka değil her tür iyiliği, menfaati sağlarken gizli olmasına dikkat etmek gerektiğini bildirir.
✽ Allah yaptıklarınızdan haberdardır; lazım. Melzumu; mükafat veya cezanızı verir, dikkat edin.
✽ خَبِيرٌ 'ün nekre gelişi teksir, tazim bildirir.
✽ "مَا تَعْمَلُونَ"; sıfatlı kinaye. Hususiden sonra umumiyi zikir.
✽ عمل ve نعم kelimeleri arasında cinası müzari vardır. İki harf aynı, biri farklı, farklı olan bu harflerin de mahreçleri birbirine yakındır.
✽ "خَبِير" ve "خَيْر" kelimeleri arasında cinası müşevveş; ortada bir harf fazlalık vardır.
✽ Ayet-i kerimede itnabtan tefri sanatı vardır.
272- İnsanların doğru yola gelmesi senin üzerine borç değildir. Lakin Allah dilediğini doğru yola getirir. Hayır adına ne harcarsanız sevabı size aittir. Hayır olarak yaptığınız harcamalar sadece Allah rızası için olmalıdır. Hayırdan ne verirseniz size karşılığı verilecek ve size zulmedilmeyecektir.
Ayeti, sebeb-i nüzulün ışığı altında incelediğimizde, bize düşen şartları uygun bir şekilde infak etmektir. Muhtaç insanı denetlemek, azarlamak, cezalandırmak bizim görevimiz değildir. Böyle bir şeyle de mükellef değiliz. Ancak farz olan görevlerde infakımızın kabul olması için, kendine zekat düşebilecek, yani seksenbeş gram altın veya bedeli bulunan kimseye zekat verilmez. Çünkü o, kurban nisabına maliktir. Zekat alamaz, farz olan zekat, fakirin hakkıdır.
'Onları bil fiil hidayete erdirmek senin vazifen değildir. Sen ancak kötülüklerden nehyetmekle irşada ve teşvike memursun.'
Bu cümle zahiren Hz. Peygamber 'e yönelik bir hitaptır. Fakat bununla, hem O, hem de ümmeti kastedilmiştir.
Bütün toplumlarda en çok tereddüt edilen hususlardan biri; infak edilecek kişinin namaz kılıp kılmadığı, İslâm’ı yaş ayıp yaşamadığıdır. Oysa nafile olan sadakalar müslüman olmayan başka din mensuplar ına bile verilebilirken, fâsık müslümanlara vermek öncelikle sahih olacaktır.
Kişi verdiğini Allah rızası için verdikten sonra verilen kişinin amelinin ne olduğu, nasıl olduğu önemli değildir.
Nitekim zina eden zâniye bir kadına, bir zengine ve bir hırsıza sadaka veren bir kişi hakkında Resulullah ;
"Senin sadakan kabul olmuştur. Zina eden kadına gelince muhtemeldir ki o infakın sebebiyle iffetini koruyac ak ve zinadan vazgeçecektir. Zengine gelince muhtemeldir ki ibret alacak ve Allah’ın kendisine verdiğ inden o da infak edecektir. Hırsıza gelince muhtemeldir ki hırsızlıkt an vazgeçecektir" buyurmuştur.
Allah kime dilerse, bilfiil hidayet nasip eder. Yolu gösterdiği gibi, bizzat yola da girdirir. Tezekkür nasip ederek gönüllerini hidayet cihetine sevk eder, onlarda hidayeti yaratır.
Gönülleri yaratan Allah'tır. O'ndan başka kimse kalplere hükmedemez. Allah dünya malından mümini de kâfiri de rızıklandırır. Mümine düş en Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Bütün insanlara karşı kalbinde sevgi ve rahmet yer etmelidir. Yıkıcılık, bölücülük, fitne, haset ve kin tohumları ekmekten, taassuptan kaçınmalıdır. İnsanın bundan sonra hidayet bulması Allah'a bırakılmalıdır. Şefkat, dini ne olursa olsun ihtiyaç sahibine bir şeyler vermektir.
Müslümanların tüm muhtaçlara Allah’ın rızasını tal ep ederek yardım ellerini uzatmalar ı bir vecibedir. Tüm insanlığa karşı müs- lümanların göğüsl eri açık olmalı, müsamaha kanatlarını germelidir. Çünkü müslüman hep mesaj veren kişidir. İnsanlığın dirilişi ve cennete gitmesi için çırpınan, bunun için de her tür fedakârlığa hazır olan kişidir.
İnfakın psikolojik faydası
Batıda şöhretini yitirmiş, sinir krizleri geçiren artistler doktoruna "Şöhretimi kaybettim, sinemadan teklif gelmiyor. Eskisi gibi al kışlanmıyorum. Sinir krizleri geçiriyorum, güzelliğim bozulmasın diye doğum da yapmamıştım" diyor. Doktor da; kedi besle, köpek besle, bir hayvanla ilgilen, diyor.
Çünkü kişinin bir canlıyla meşgul olup, ona hizmet etmesi onu rahatlatır. Canlı bir varlığa birşey vermek sinirleri yatıştırır. Doktor isabetli bir karar veriyor. Ancak müslüman bir doktor olsaydı, birinci derecede insan a hizmet etmeyi önerirdi. Efendimize bir sahabe gelip, "Ya Rasulallah kalbimin katılığından şikayetçiyim" demiş. Efendimiz de "Öyleyse fakirin karnını doyur, yetimin başını okşa" demiş. Kalbin kat ılığı ancak böyle gider.
Batıya göre birinci derecede köpektir. Ekonomik nedenlerden Fransızlar yıllarca doğum yapmamışlar, başarılı da olmuşlardı. Ama şu anda köpek için yapılan masraf Afrikada'ki bir devletin yıllık bütçesini geçiyor. Yarın; çocuğun atıldığı evlere köpekler girecek. Bizim ülkemizde de onun için, her pazar günü köpekli bir film verilir, çocuklarımız alıştırılır. Oysa evde köpek beslemek haramdır.
Komşu kapısını, usulca vurdum
Aç mıdır, tok mudur, gizlice sordum
İki lokmam vardı, birini verdim
Verdim, vere vere Sana yöneldim
İnfakın faydası kendinizedir. Muhsin olan, ihsanın ecrine erecek olan sizlersiniz. Bunun için, sadaka verdiğiniz insana eziyet etmeye, başa kakmaya hakkınız yoktur. Fakir müşriklerin de mümin değiller diye, sadakadan faydalanmasına engel olmaya hakkınız yoktur.
"Siz müşrik olan akrabalarınıza sadaka verirken, sadece Allah'ın rızasına nail olmayı istiyorsunuz. Kalblerinizde bunun yattığını Allah bilmektedir. Sıla-i rahim ve sıkıntıya düşmüş bir kimsenin ihtiyacını giderme hususunda vermiş olduğunuz bu sadakalarla, Allah rızasını talep ediyorsanız, onlara infâk ediniz!. Onların doğru yolu bulması size ait olmadığı için, bu sizi, onlara infâk etmekten alıkoymasın."
Bu ifâdenin zahiri her ne kadar bir haber cümlesi ise de, mânası nehy ifâde eder (inşaî cümledir). Yani, "Sırf Allah rızası için infâk ediniz. Allah'ın rızasını talep etmediğiniz müddetçe, övgüyü gerektiren bu isme müstehak olmak için, boşuna infâkta bulunmayınız."
Bu; müminin şiarıdır. Mümin Allah'tan başka kimsenin rızasını kazanmak için infak etmez. Çevresindekilerin ne dediklerini duymak için, verdiklerinin dillerde dolanması için infak etmez.
Rabbimiz bize konuşmanın da üslubunu öğretiyor. "Allah rızası için verin" diye emretmiyor. 'Sizin may anız o kadar güzel ki Allah rızası için verirsiniz' diyor. Yani 'Siz de "oğlum, yap et, dur" demek yerine "benim oğlum şu işler i güzel yapar, benim kızım şöyle şöyle iyi yapar" üslubunu kullanın. Çünkü bu 'yap, et' üslubund an daha etkin bir üsluptur.'
Âlimler, müslüman olmayana zekât verilmesinin caiz olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Ayet, sadece nafile sadakalara tahsis edilmiştir.
Ebu Hanife (ra) zımmîlere "sadaka-ı fıtır" verilebileceğini caiz görmüştür. Onun dışındakiler ise, bunu kabul etmemişlerdir.
Mükafatını kat kat alacaksınız. Malınızdaki eksilme de hemen telafi edilecek.
Bazı alimler şöyle demiştir: "Sadaka vermiş olduğun kimse, mahlukatın en şerlisi bile olsa, yaptığın harcama ve infâkın sevabı sana döner."
Nebi bir hadiste şöyle anlatır:
Sahrada yolculuk yapmakta olan adamın biri yolculuk esnasında bulut içinden ‘Falanın bahçesini sula!’ diye bir ses duydu. Bunun üzerine o bulut, kara taşlık bir yere saptı ve oraya suyunu boşalttı. Adam derelerden birinin o suyun tamamını topladığını hayretle gördü ve suyu takip etti. Bir de baktı ki adamın biri elinde kürekle suyu oraya buraya çevirip bahçesini suluyor. Ona:
‘Ey Allah’ın kulu adın nedir?’ diye sordu. Adam daha önce buluttan duyduğu ismi söyledi, peşinden de:
‘Ey Allah’ın kulu adımı niçin soruyorsun?’ dedi. O da:
‘Ben şu suyu yağdıran buluttan senin adını vererek ‘Falanın bahçesini sula!’ diye bir ses duymuştum da onun için soruyorum. Sen ne yapıyorsun ki bu lütfa mazhar oluyorsun?’ dedi. Bahçe sahibi:
‘Madem merak ediyorsun söyleyeyim. Ben bu bahçenin ürününü hesap ederim. Üçte birini sadaka olarak dağıtırım, üçte birini çoluk çocuğumla birlikte yerim, üçte birini de tohumluk olarak ayırırım’ dedi. (Müslim, Zühd)
İnfakınızın mükafatı eksiltilmeyecek. Size vaad edilen kat kat mükafatta bir noksanlık görmeyeceksiniz, vaad edilen mükafatı hiç hilafsız alacaksınız.
Yine bu iyi niyetle infakınız sayesinde, zalimlerin eline düşmekten, zulme maruz kalmaktan korunacaksınız. Bu nedenle ister gayr-ı müslim olsun, ister müslüman olsun verdiğinizde iyisini vermekten kaçınmayın.
Allah; mümin-kafir herkesin Rabbidir. Madem sadakalar Allah için, o halde mümin-kafir kime olursa olsun yapılan infakın sevabı alınacaktır.
Cömertlik
Güzel hasletler her zaman herkeste doğuştan bulunmayabilir. Bir insan cömert olmayabilir, hayır ve iyilikle vermeye elini alıştırmış olmayabilir, fakat her güzel haslet gibi, cömertlik de iradeyi zorlamakla elde edilir. Nasıl ki ilim, ilme çalışmak, hilim, hilim sahibi olmaya kendini zorlamakla elde edilirse, cömertlik de böyledir. İnsan vere vere vermeye alışır. Zamanla vermek meleke haline gelir ve ruhuna ulvi bir zevk vermeye başlar. Kötü alışkanlıkları terk edip güzel hasletlerle bezenmenin en esaslı yolu, dünyanın fani ve kısa, âhiretin ise bâki ve devamlı olduğunu düşünmektir. İnsan fâni maldan yapacağı hayrın karşılığını görecektir. Kendisi için önden ne hayır göndermişse orada o karşısına çıkarılacaktır.
Cömertlik çok vermekle değil zamanında vermekle ölçülür.
Fayda sağlamayan bilgi, harcanmayan hiç kimseye hayrı dokunmayan define gibidir. Hadis-i Şerif Veren el yükselir. Hadis-i Şerif
Cömert adamın yüzünde nur ve sefa vardır.
Cömertlik soylu ruhların merhametidir.
İnsanlar üç tabaka üzeredir: Ekviyya (kuvvetliler), mutevassıt (orta olanlar), zaifler.
Ekviyya kuvvetli olanlardır. Bütün sahip olmuş olduklarının hepsini infak edenlerdir. Bunlar Allahu Teâlâ hazretlerinin habbe (dane) de verdiği vaade sadık olanlardır. Hz. Ebu Bekir'in yaptığı gibi.
Mutevassıt, orta derecede olanlardır. Bütün malı bir defada elden çıkartmaya güçleri yetmeyenlerdir. Malın bir kısmını nimetlemek ve yemek için değil de belki muhtaç oldukları bir zaman harcamak için ellerinde tutanlardır. Kendi nefisleri konusunda ise ibadet yapmaya kendilerine güç ve kuvvet verecek kadarıyla kanaat ederler.
Zaifler, sadece vacip olan zekatlarını vermekle yetinenlerdir.
✽ ✽ ✽
Hakk dostlarından Rebi’ye felç isabet etmişti. Ağrısı iyice artınca, canı tavuk istedi. Fakat kırk gün kendini tutup tavuk eti yemedi. Bir gün hanımına:
‘Kırk gündür canım tavuk eti istiyor, belki vazgeçerim diye kendimi tutmaya çalışıyorum’ dedi.
Hanımı:‘Fesubhanallah! Şu kendini yemekten alıkoyduğun şeye bak! Bunu Allah (cc) sana helal kılmıştır’ dedi.
Hemen çarşıya gitti ve bir tavuk aldı, kesip kızarttı. Güzel de bir ekmek pişirip çeşitli katıklardan oluşan bir sofra hazırladı, Rebi Hazretlerinin önüne koydu. Tam o esnada kapıya bir yoksul gelip:
‘Allah rızası için sadaka... Allah size bereket versin!’ dedi.
Bunun üzerine Rebi Hazretleri hanımına:
‘Al bu tavuğu, şu muhtaca ver!’ dedi. Hanımı itiraz etti:
- Bari onun için daha hayırlı bir şey yap. Tavuğun parasını verelim, sen de arzuladığın tavuğu ye.
- Gayet güzel bir teklif! Bu tavuğu alacak kadar bir para getir.
Hanımı para getirince de:
‘Şimdi parayı şu tavuğun yanına koy ve ikisini de o zata ver’ dedi. Hanımı da hem parayı, hem tavuğu götürüp yoksula verdi.
· Hz. Ebu Bekir'in kızı Esmâ'nın annesi Nüfeyle ile Esma'nın bü-yük annesi, müşrik olarak Esma'dan bir şeyler istemek üzere geldiler. O da, "Hz. Peygamber ile müşavere etmedikçe, size hiçbirşey vermem. Çünkü siz, benim dinimde değilsiniz" dedi. Hz. Peygamber ile bu hususta istişare edince, Allahu Teâlâ bu âyeti indirdi. Peygamber de Esma (r.anha)'ya, onlara tasaddukta bulunmasını emretti.
· Ensar'dan bazılarının Kureyza ve Nadir yahûdileri içinde akra-baları vardı. Bunlar o akrabalarına tasadduk etmiyor ve "Müslüman olmadığınız müddetçe size hiçbirşey vermeyiz" diyorlardı. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur.
· Müslümanlar, müslüman olmayan zimmîlerin fakirlerine sa-daka veriyorlardı. Müslümanların fakirl eri çoğalınca Rasulullah "Kendi dindaşlarınızdan başkasına sadaka vermeyin" buyurdu. Bu âyet, müslüman olmayanlara da sadaka vermeyi mubah kıldı. Peygamber bu âyet nazil olunca, müşriklere tasadduk etmeye başladı.
Bu rivayetlere göre âyetin mânâsı şöyledir:
"Sana muhalif olanlara hidayet etmek senin görevin değildir, bu nedenle İslâm'a girsinler diye onlara sadakadan mahrum etmene gerek yok. Allah rızası için onlara da tasadduk et. Sadakayı, onların müslüman olmaları şartına bağlama. Onlara sadaka vermemek suretiyle, onları imana mecbur etsen, böyle bir imandan onlar istifâde edemezler. Onlardan beklenen iman, isteyerek girecekleri bir imandır."
'Onların hidayeti senin üzerine değildir, ancak Allah dilediğini hidayet eder.'
Ya Muhammed (sav), Makam-ı Mahmud, hamd sancağı, vesile ve nebiler üzerine fazilet senindir. Mirac, kurbet senindir. Kıyamet günü şefaat ve ra'fet senindir. Sen evvelin ve ahirin seyyidisin. Sen Rabbul aleminin ikramısın. Lakin ‘onları doğru yola getirmek sana ait değildir.’
‘Her ne infak ederseniz kendiniz içindir’
Allah sizin sırlarınızın gizliliğini, içinizin cibilliyetini, eksiksiz, kusursuz bilir ve size zerre kadar zulmetmez.
✽ Ayet-i kerime; 'Acaba mümin olmayanlara infak yapılabilir mi? Yoksa men mi edilmeli?' mukadder sualinin cevabıdır.
✽ 'İnsanların hidayeti senin üzerine değil' cümlesinin mefhum-u muhalifi; hidayette olmamaları da senin üzerine borç değil.
✽ 'Fakat Allah dilediğini hidayet eder' cümlesinde 'يَشَٓاءُ' dilemek; kalp fiilidir. Mefullerinin hazfındaki nükte; öncesindeki kelimenin mefullerin ne olduğuna dair işaret etmesidir. Yani; 'Hidayet etmeyi dilediği kimseyi, Allah hidayet eder.' هُدٰى - يَهْدٖي arasında iştikak cinası ve Reddü'l aciz alessadri vardır.
✽ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْدٖي مَنْ يَشَٓاءُ cümlesinin başındaki و atıf harfinin gelmesi, icab-selb ile vasıl olmuştur.
✽ 'Onların hidayeti sana ait değil' ile 'Allah dilediğini hidayet eder' cümleleri arasında bediden tibak-ı selb vardır.
✽ مَنْ يَشَٓاءُ'de ism-i mevsul gelişi; muhatabı hatadan kurtarmak için.
✽ وَمَا تُنْفِقُونَ اِلَّا ابْتِغَٓاءَ وَجْهِ اللّٰهِ 'Siz Allah rızasını aramak için verirsiniz' kasr-ı sıfat alel mevsuf, kasr-ı ifrad. Fiille mefulün leh arasında kasır olmuş. Mefhum-u istisna, başka şey için değil, sırf Allah rızası için verirsiniz.
✽ Lazım-ı faide-i haber, bildikleri şey tekrar kendilerine söyleniyor.
✽ Muktezay-ı zahirin hilafına kelamdan, haber cümlesi inşa yerinde kullanıldı. 'Sadece bunun için verin' manasında.
✽ وَمَا تُنْفِقُونَ fiili birincide nefy-i hal, ikincide مَا تُنْفِقُو şeklinde şart fiili olarak geldi. Cinas-ı tam mümasil, reddül aciz oldu.
✽ 'Ne infak ederseniz kendiniz içindir' vasıtalı kinaye. Siz fakire infak edersiniz, sevap kazanırsınız, ahirette mükafat alınca bu infak aslında kendiniz için olmuş olur.
Yine; verdiğiniz insan size dua eder, vermek sevgiyi çoğaltıp fakirin hased duygularını, düşmanlığını sona erdirir, toplumda anarşi, kargaşa olmaz. Böylece yine infakınız kendiniz için olmuş olur.
✽ Delalet-i tazammuniyesi ile; infakın verilen kadar vereni de rahatlattığını anlıyoruz.
✽ 'Ne infak ederseniz size ödenir' istiare-i tebaiyedir. İnfak, karşılığı olan bir ödemeye, alacağa benzetilmiş. Ayrıca nefsin cimriliğine tarizdir.
✽ 'وَاَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ Size zulmedilmez' cümlesinde müsnedin fiil gelişi hükmü takviye eder. Mesel tariki cari olmayan tezyildir.
273- Sadakalarınızı kendini Allah (cc) yoluna vakfedip çarşı pazar koşup kazanamayan fakirlere verin. Durumlarını bilmeyen onları, istiğnalarından zengin sanır. Onları simalarından tanırsın. Yüzsuyu döküp insanlardan yalvararak yardım istemezler. Hayırdan ne harcarsanız muhakkak Allah (cc) onu bilir.
Bu ayette zekatın kime verilebileceği açık ve net olarak belirtilmiştir. Kendini Allah (cc) yoluna adamış mücahidlere, Kur’an ilmine adamış ilim ehline verilir. Çünkü onlar o vazifeden ayrılıp para kazanmaya vakitleri yoktur ve onların mücahidliği ümmetin faydasınadır. Bu insanlar iffetli, utangaç kimselerdir. Hallerinden şikayet etmez, kimseyi rahatsız etmezler.
"İhsar" kelimesi lügatta, men etmek, kişiyi yolculuktan alıkoyabilecek hastalık, yaşlılık, düşman, erzakın bitmesi veya bunların yerini tutabilecek şeylerin kişiye arız olmasıdır.
"فِى سَبىِلِ اللهِ - Allah yolunda" ifâdesi Kur'an örfünde cihâd mânasına tahsis edilmiştir. Yani, nefsini dünya meşguliyetlerinde harcamaktan men etmiş, onu Allah için, Allah yolunda bezletmeye kasretmiştir.
O zaman cihâd etmek için kendisini bu yola adamış kimselere şiddetle ihtiyaç vardı. Bu kimseler, ihtiyaç hissedildiğinde, cihada hazır ve amade idiler.
Bunlar ümmetin fedaileri, koruyucularıdırlar. Barış ve sav aş vakitlerinde, zorlu, bunalımlı veya mihnetli zamanlarda, bolluk, mutluluk yahut yokluk zamanlarında ümmetin yön verici kumandanları durumundadırlar.
♦ Onlar, kâfirler saldırır korkusuyla, maişetlerini temin için ticaretle uğraşmaktan kendilerini alıkoymuşlardı. Kâfirler, Medine'nin etrafında toplanmışlardı. Müslümanları yakaladıkları yerde öldürüyorlardı.
♦ Bu kişiler, Hz. Peygamber (sav) ile beraber savaşırken yarala-nıp, sakat kalan kimselerdir. Hastalıkları ve sakatlıkları (maîşet temini için) yeryüzünde dolaşmalarını engellemiştir.
♦ Bunlar muhacirlerden bir topluluktur. Fakir olmaları, kendilerini Allah yolunda cihad etmekten engellemişti. Böylece de Cenâb-ı Hakk, onların mazeretini belirtmiştir.
♦ Allah'ı zikredip, kullukla iştigâl eden bir topluluktur. Onların çok tâatta bulunmaları, diğer şeylerle meşgul olmalarına mâni olmuştur.
"الَْجَاهِلُ" Câhil, anlamayan, tabiri ile, aklın zıddı olan cehalet, akıl yokluğu kastedilmemiştir. Bununla kastedilen "tecrübe"nin zıddı olan cehalet, tecrübesizliktir. "Onların durumlarına vâkıf olamayan ve hiç tecrübe etmemiş olan kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zannederler" demektir.
"التَّعَفُّفِ " İffet, kökünden, tefeul vezninin masdarıdır. İffet’in mânası, bir şeyi bırakmak ve ondan vazgeçmektir. Allah, onların dilenmediklerini beyân etmiştir. Bilindiği için, "dilenmek, istemek" kelimesine yer vermemiştir.
سٖيمٰى kelimesi lugatta; bir şeyin kendisiyle tanındığı alamet, yükselmek, anlamındadır. Sırtlara vurulan ve nakşedilen alâmet manasını ifâde eder.
Onların alâmetleri:
- Tevâzû ve huşu idi.
- Fakirlik ve ihtiyaç halinin yüzde meydana getirdiği güçlük ve sıkıntının iziydi.
- Cehdu gayretlerinin jest ve mimiklerine yansıması, yüzlerinde zuhur etmesi.
- Açlıktan, uykusuzluktan dolayı benizlerinin sararıp solmasıydı.
- Elbiselerinin eskiliği idi.
Ancak bazı tefsir alimleri buna şöyle diyerek itiraz etmişlerdir: Bunlar, fakirliğin bulunduğuna delâlet eden alâmetlerdir. "Bilmeyen de iffet ve istiğnalarından dolayı onları zengin zanneder" vasfına ters düşer. Bu tanımak farklı bir tanımadır. Şöyle ki;
Allah'ın samimi ve ihlâslı kullarının diğer insanların kalbinde bir heybeti, ağırlığı, vakarı vardır. Onları gören herkes, etkilenir ve onlara boyun eğer. Bu, ruhanî idrâkler nevinden olup, cismanî alâmetler değildir. Arslan bir yerden geçtiği zaman, diğer yırtıcı hayvanlar, tecrübeleri sayesinde değil, tabiatları gereği ondan ürkerler. Tefekkürün eserlerinin zuhur etmesi de böyledir.
Resulullah da sahabileri de bu fakirleri, doktorun hasta insanı tanıdığı gibi bir takım belirtilerinden tanıyorlardı. Bu alametler, iffetli fakirin, çekingen olması da olabilir, üzerindeki bitkinliği de olabilir, elbisesinin yırtıklığı da olabilir. Bunların hepsi bir arada da bulunabilir. Kişinin fakirliği, vasfedilerek değil inceleme ile anlaşılır. Mesela bir kısım hastalar görünüşte çok sıhhatli imiş gibi görünebilir. Fakat muayene edildiklerinde hasta oldukları ortaya çıkar. Bazı zengin insanlar yırtık pırtık elb ise giyerler, fakir oldukları sanılır. Halbuki fakir değildir.
Onlar geceleyin teheccüd namazı kılıyor, gündüzleyin de iffetlerinden dolayı odun topluyorlardı.
✽ ✽ ✽
Fakir ve zenginlerin beden dili
Yapılan araştırmalarda, vücut diline göre; fakirlerin zenginlerden ayrı bir beden dili olduğu ortaya çıktı.
Berkeley Üniversitesi psikologları; ekonomik durumu iyi olanların, muhataplarına daha az açık beden dili kullandıklarını, daha soğuk olduklarını tespit ettiler.
Araştırmaya göre; sosyal statü göstergesi olarak kabul edilen kıyafet ve araba dışında, vücut dili de kişinin sosyal seviyesini açığa vurabiliyor.
Araştırmada, birbirini tanımayan 100 kişi karşı karşıya getirilip, filme alındı. Karşı karşıya geldiklerinde her birinin vücut dili gözlendi. Odanın dışına yerleşen gözlemciler, 60 saniye karşı karşıya duran kişileri izledikten sonra, sadece vücut diline bakarak kişinin gelir durumunu hiç güçlük çekmeden tahmin edebildiler.
Deney esnasında, geliri iyi olanların, dar gelirlilere göre karşısındakine daha az ilgi gösterdiği belirlendi. Karşı karşıya geldiklerinde zenginlerin kıpırdama, tırnaklarına bakma eğilimi dar gelirlilerden daha fazla ve muhataplarıyla göz teması kurmaktan çekiniyorlar. Dar gelirliler ise daha dikkatli, muhataplarıyla karşı karşıya geldiklerinde kaşlarını kaldırıyor, konuya uygun olarak gülümsüyor ve göz teması kurmayı tercih ediyorlar.
Araştırmacılara göre, dar gelirliler sosyal ilişkilere daha fazla ihtiyaç duyuyorlar. Komşular arasındaki bağlantılara, dar gelirlilere, çocukların bakımı ya da ulaşıma ilişkin sorunları çözmek konularına yardım ediyorlar.
Zenginlerin vücut hareketleri ise, karşısındakine "Sana ihtiyacım yok" mesajı veriyor.
✽ ✽ ✽
Ashab-ı Suffe
Ehli suffe, İslam’ın misafirleri (edyaful İslam) idiler. Ne sığınacak aileleri, ne malları, ne de bir dostları ve vardı.
Resulullah’ın hiçbir mevizaları, hiçbir hitabetleri yoktur ki bunın iradı sırasında ashabı suffe orada hazır bulunmasın, dinleyip hıfzederek diğer sahabelere nakletmesin. Asrı saadetten beri camilerimizin birer medrese gibi çalışması suffe ile konulan İslami adetin devamından başka bir şey değildir.
Resulullah’a bazı sorular sorarak birçok meselenin aydınlanmasına sebep olmuşlardır. Müslümanların ilk eğitim ve öğretim müessesesi olan suffede bizzat Resulüllah dersler veriyordu. Kendisinden başka diğer bazı sahabeleri hoca olarak görevlendirmiş, yapılacak eğitim esasları da bizzat kendileri tarafından tatbike dilmişti.
Hakka bağlılığı olanları dünya mallarından bir şeye meyletmekten alıkoydu ve onları mal sebebiyle farzları terk etmekten muhafaza etti. Onlar hakimlerden ariflere örnek oldukları gibi dünya malından sıyrılmaları ile kendilerini Allah (cc) yoluna verenlere de önder oldular. Onlar hısım akrabaya veya dünya malına sığınmadılar. Ticaret veya başka bir meşguliyet onları Allah'ın zikrinden alıkoymadı. Dünyadan kaybettiklerine üzülmediler, âhiret için kazandıklarına da güvenip sevinmediler.
Bir kimse Resulullah’ı ziyaret etmek üzere Medine’ye geldiğinde şehirde tanıdığı biri varsa onun yanına inerdi. Şayet tanıdığı yoksa ashabı suffenin yanına misafir olurdu, onlarla beraber kalırdı.
Birçok meşhur sahabe onlar arasından çıkmıştır. Onların bazıları cihatla, bazıları ziraatle, bazıları ilimle, bazıları kıraatle, bazıları ise sadece ibadetle meşgul olurlardı. Her birisinin kendisine mahsus ibadeti vardı. Muhacir ve ensarın her birinin kendilerine mahsus kabileleri olduğu halde bunlar sanki toplu olarak müstakil bir kabile teşkil ediyorlardı.
Resulullah’a misafir olmak, onun sofrasında mübarek annelerinin hazırladığı yemekleri yemek sofra-i risaletten nasipdar olmak en çok onlara kısmet olmuştur.
Onların hiçbir zaman iki tane elbiseleri ve iki çeşit yemekleri olmamıştır.
Ebû Hureyre’nin yanındaydık. Üzerinde aşıboyalı iki keten elbise vardı. Derken bunlardan birine burnunu sildi ve şöyle anlattı: ‘Vay vay Ebû Hureyre, keten elbiseye burnunu siliyor, halbuki bir zamanlar Resulüllah’ın minberi ile Hz. Aişe’nin hücresi arasında açlıktan sendelediğimi ve aklımın başından gittiğini hatırlıyorum. Bu esnada gelen aklımı oynattığımı zannederek ayağını bonynuma basardı. Aslında bende delilik yok, sadece açlık vardı.
Resulullah namaz kıldırırken bazı kimseler açlığın tesirinden kıyamdan yere düşerdi. Onların bu halini gören Araplar ‘Onlar delidir’ diyorlardı. Resulullah namazını kılınca onların yanına vardı ve şöyle buyurdu: ‘Allah katında nelere sahip olduğunuzu bir bilmiş olsanız, zaruret ve ihtiyacınızın daha da artmasını isterdiniz.’
Ashabı suffeden bir kişi vefat etmiş, geriye miras olarak iki dinar veya iki dirhem bırakmıştı.
Aralarında ehliyetli olanlar ihtiyaç duyulan yerlere İslam’ı anlatmak üzere gönderiliyorlardı. Suffe ashabının çoluk çocukları, malları olmadığı için en uzak yerlere bile seve seve gidiyorlardı. Bir kısmı Resulullah hayatta iken, bir kısmı da onun vefatından sonra gittikleri yerlerde yerleşmiş, ömürlerinin sonuna doğru evlenmiş ve oralarda vefat etmişlerdir.
Onlar, medrese-i risaletin Allah yoluna kendilerini vakfetmiş talebeleriydiler. Bu nedenle İslam aleminde medreseler hep camilerin etrafında bina edilmiştir. İlim talebelerinden de ashab-ı suffenin mesleğine süluk etmeleri beklenmiştir. Onların özellikleri; ilim tahsili, ibadet, din uğrunda her meşakkate tahammül, iffeti muhafaza, dini yayma hizmeti ve cihaddır.
Bu iffetli insanlar dilenmezler. Kendilerine, ısrarla dilenmenin yerini tutacak şekilde perişan bir hal ve bir inkisar katmazlar. Aksine insanlar arasında kılık kıyafetlerine dikkat eder, güzel bir tavır içinde bulunurlar.
Bir görüşe göre âyetin mânâsı: Onlar isterlerse nezak etle isterler, ısrar etmezler, şeklindedir.
Aslında iffetli fakirler, hiç dilenmezler. Burada zikredilen, ısrarla dilenmek, diğer fakirlerin sıfatıdır. Allahu Teâlâ, bu sıfatı zikrederken, ısrarla dilenen fakirl erin kötü hallerini beyan etmek istemiş ve bu yolla iffetli fakirleri övmüşt ür. Efdal olan istememektir.
Allah iffetli olup dilenmeyen kimseleri sever. Küfürbaz, çirkin sözlü, ağzı bozuk olan; çok verildiğinde aşırı şekilde medheden, az verildiğinde de aşırı biçimde kınayan; ısrarlı ve yüzsüz dilencilere de buğzeder. İbn Mesud
Kim, bir dilencilik kapısı açarsa, Allah o kimseye fakirlik kapısı açar. Kim de bunu yapmaz da müstağni olursa, Allah onu ihtiyaçsız kılar. Kim, dilencilik yapmaktan haya ederse, Allah o kimseyi iffetli kılar. Hadisi Şerif
"Yanında kendisini ihtiyaçtan kurtaracak kadar bir şeyler olduğu halde dilenen bir kimse şüphesiz cehennem ateşini artırır." Ey Allah'ın Rasulü kendisini ihtiyaçtan kurt aracak kadar, ne demektir? denilince, "Sabah yahut akşam yiyeceği varsa dem ektir" buyurdu.
Sizden birinizin bir ip alıp odun toplayarak, onu bir "müd" (müd; 832 gr) hurma karşılığında satması, onun insanlardan dilenmesinden kendisi için daha hayırlıdır. Hadisi Şerif
İstediğiniz zaman ısrarla istemeyin. Allah’a yem in ederim ki istemediğim halde ben birinize bir şey ver irsem verdiğim şeyleri Allah bereketli kılmaz. Hadisi Şerif
Israrla insanlardan bir şeyler isteyen kişi kıyam et gününde yüzünde hiç bir et parçası olmadığı halde All ah’ın huzuruna getirilecektir. Hadisi Şerif
Her ne yap yap becerip izzeti nefsinle geçin.
Kimseden bekleme yardım, iki el bir baş için
Gerçek fakir, öyle kapı, kapı dolaşıp da halkın kendisine bir iki hurma, bir iki lokma verdiği kimse değildir. Gerçek miskin kendisine yetecek zenginliği olmay an ve fakirliği bilinmeyen ve insanlar- dan hiç bir şey isteyemeyen kimsedir. Hadisi Şerif
Her kim insanlardan mallarını kendi sevabını çoğaltmak maksadıyla dilenirse o ancak kor ateş dilen iyor demektir. İster az istesin ister çok istesin. Hadisi Şerif
Zengin kimseye de, güçlü, kuvvetli ve azaları sap asağlam kimseye de sadaka helâl olmaz. Hadisi Şerif
"Dilenmek ancak aşırı fakir yahut aşırı borç altında kalmış veya ağır gelen bir kan bedelini ödemek durumunda olanlar için helâldir."
Hadis-i şerifteki "aşırı fakirlik" kişiyi düşkün hale getiren (süründüren) fakirliktir. "Aşırı borç", ödenmesi kişiyi zor durumda bırakan, buna karşılık kefalet, arayı düzeltmek için nafaka ve buna benzer -bir haksızlığı bertaraf etmek, bir maslahatı korumak gibi- hayır işlerinden olmayan borçlar demektir. Ağır gelen böyle bir borcu yüklenen kimsenin bu borcunu ödemek için yardım isteme hakkı vardır. "Ağır gelen bir kan bedelini ödemek durumunda olan" sıhrî akra bası veya arkadaşı gibi yakınlarından cinayet işleyen ve kısasla öldürülmesi halinde acı çekecek olan, öldürülmesin diye onun yerine diyet ödemeyi yüklen en kimsedir.
İhtiyaç olmamakla birlikte ısrarla dilenmek helâl değildir. Şayet dilenci muhtaç bir kimse ise mazur olduğunu bildirmek ve uyarmak kasdıyla üç defa dilendiğini tekrarlamasında bir mahzur yoktur.
Efdal olan ise bunu terk etmektir. Eğer istenen kimse, dilencinin halini biliyorsa ve kendisinden isteneni karşılayabilecek durumda ise ona bunu vermesi icap eder. Şayet onun durumunu bilmeyen bir kimse ise dilenmesi yerinde olabilir korkusuyla onun ihtiyacını verir. Çün kü dilenci gerçekten muhtaçsa, onu reddeden iflah olmaz.
Abdurrahmân b. Ebi Said anlatır: "Annem beni bir şeyler istemek üzere Resûl-i Ekrem’e gönderdi. İhtiyacımızı haber verip bir şeyler istemek üzere Rasûlullah’ın yanına varıp oturdum. Allah Rasûlü bana dönerek şöyle buyurdu:
"Kim ğanîlik gösterirse onu zengin kılar. Kim de af iflik ederse Allah onu iffetli kılar. Kim yetinirse Allah ona yetecek kadarını verir. Her kimin bir ukıyye değ erinde malı olduğu halde dilencilik yapar ve insanlard an bir şey ler isterse o yüzsüzlük etmiş olur."
Bunun üzerine ben düşündüm, benim Yakûte ismind eki dişi devem bir ukıyyeden daha değerlidir, diyerek istem ekten vazgeçip geri döndüm."
Mutarrif b. Abdillah, müslümanlara hizmet etmeyi, onların din ve dünya işlerini yapmayı vazife bilirdi. Buyururdu ki:
"Kimin bende bitecek, benim yapabileceğim bir işi olursa bir kağıda yazsın ve bana göndersin. Çünkü ben Müslüman yüzünde dilencilik zilletini görmek istemiyorum. Zira lütuf ne kadar büyük olursa olsun, istemek daha ağırdır."
Gönül Zenginliği-Kanaat
Gönül zenginliği, eldekine kanaat ederek yardımsever olmak, daha fazlasına ve başkasının elindekine tenezzül etmemektir.
İstiğnâ; gözü tok, gönlü zengin olmak, başkasına muhtâç olmamak, sâhip olduğu şeye kanâat edip, insanlardan bir şey beklememek ve ihtiyâcını başkalarına söylememek, çalışıp çabaladıktan sonra kazanılana şükretmektir.
Kanaat, kişinin Allah’ın kendisine dünya nimeti olarak verdiği paya rızâ göstermesi, kısmetine râzı olmasıdır. Ancak kanaat mevcutla yetinmek değil, elinden gelen gayreti gösterdikten sonra ele geçenle yetinmektir.
Bu şekilde davrananlara "müstağnî" denir. İstiğnâ, insanlara ve dünyalığa karşı gösterildiğinde methedilmiş, Allah'a karşı olanı ise yasaklanmıştır.
İstiğnâ ehli, dünyanın tamamı kendilerine verilse ve bundan dolayı âhirette herhangi bir sualle karşılaşmayacakları söylense yine de zühd içinde yaşarlar. Yüce Rabbimiz onları "el-Muğnî" ism-i şerîfi ile kendinden başka her şeyden müstağnî kılmıştır.
Kanaat öyle bir sırdır ki nimet mertebelerinden hangi mertebede bulunursa bulunsun, insanın önüne huzur ve saadet ufuklarını açar. Bunun için Efendimiz ‘Kanaat bitmez tükenmez bir hazinedir’ buyurmuştur.
Kanaat, çocukların eğitiminde en gerekli ahlâklardan biridir. Büyüdüklerinde onları bir sanat sâhibi yapmak gerekir. Böylelikle çalışıp kazanmayı öğrenirler.
Resûl-i Ekrem şöyle duâ ederdi: ‘Allâhümme innî es’elüke’lhüdâ ve’t-tükâ ve’l-afâfe ve’l-gınâ/ Allah’ım! Senden hidayet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği isterim.’ Müslim
Bu, kudretli bir sultanın, hizmetini güzel bulduğu kölesine, "İtaatinin durumuna ve hizmetinin güzelliğine ilmimin şâhid olması sana yeter" demesi gibidir. Bu, sultanın "mükâfaatını alacaksın" demesinden daha etkilidir.
Bu ayetler üç çeşit infaka şumüllüdür:
1- Alemi'l mülkte tecelli-i efal makamından fisebilillah infak.
2- Müşahede-i sıfat makamından rıza-i ilahi talebi için infak
3- Zat-ı şuhud makamından Allah ile infak. Bu, nefsini temizledikten sonra infak demektir.
Birincinin mükafatı yedi yüz kat, ikincinin kat kat meyvelenmiş cennet, üçüncüsünün; varlığını bezl ettikten sonra lazım olan hikmettir. Bu hayırlı, büyük ve çok mükafattır. Bu infakın sahibi hikmet-i ilahiyi, dini ilimleri infak eder.
Ayet-i kerime muhacirlerin fakirleri hakkında nazil olmuştur. Onlar; kırk veya dört yüz kişi kadar olan ve Medine'de ne yurtları, ne de akrabaları bulunan Ashab-ı Suffe idiler. Mescid-i Nebî'den ayrılmıyorlar, Kur'an-ı Kerim öğreniyorlar, oruç tutuyorlar ve her gazveye de iştirak ediyorlardı.
Hz. Peygamber bir gün Ashâb-ı Suffe'nin yanında durur; onların fakirliğini ve buna rağmen şevklerini görünce gönüllerini hoş tutmak için şöyle der: "Ey Ashab-ı Suffe! Sevinin ve birbirinize müjdeleyin ki, ümmetimden her kim razı olarak sizin bulunduğunuz sıfat üzerinde olduğu halde benimle karşılaşırsa, muhakkak ki o, benim kendisiyle dirsek dirseğe olacağım arkadaşlarımdan olacaktır."
Bu ayet-i kerimenin nüzulünden sonra Efendimiz sahabeleri toplayarak kimseden bir şey istememek üzere onlardan biat almıştır.
Hakiki fakir, kendi ihtiyarıyla; Allah sevdiği için ve Resulü’nün sünnetine uymak adına fakirliği seçmiş kimselerdir. Zira Efendimiz ‘Benim iki görevim fakirlik ve cihattır’ buyurmuştur.
Allah yolundaki fakirler, yani Allah (cc) korkusuyla O’nu talebe koyulmuş fakirlerdir, yoksa rızka talepten aciz olanlar değildir. Bilakis onları Allah yolunda muhabbet ve şevk bağlamıştır. Sultan-ı Hakiki onları ahz etmiş, onların ne doğuya, ne batıya gidecek bir yönleri yoktur. Allah’tan gayrıya, tevhid dışına çıkışları yoktur.
‘Yeryüzünde dolaşıp kazanmaya güçleri yetmez’ Onlar Allah (cc)’la beraberdir, sükun ve hakeret kendilerinden sakıt olmuş, cezbelerle meczub, gayret kubbeleri altında yabancılardan uzak, ağyara yol bulamazlar. İffet perdeleri ile cahillerden kapalıdırlar, izzet hicabıyla hicaplanmışlardır.
Kudsi hadiste şöyle buyrulur: ‘Ya Muhammed, Kubbemin altında nice velilerim vardır ki onları benden başka kimse bilmez.’
Onlar insani gözle değil, Rabbani gözle görülür. Zira onların zahiri siması, batın ahvaldeki asarın zuhurunu taşır. Onlar nefislerini Allah (cc) katına hasretmiş, kalplerini masiyetten alıkoymuş, marifetullah ile meşgul, ruhları masiva şuhudundan uzak, ruyetullah ile meşguldürler. Zahirdeki simaları batındaki hallerini yansıtır.
‘İnsanları rahatsız edip istemezler’ Ne kadar ihtiyaçlı olsalar da ne az, ne çok insanlardan bir istekleri olmaz. Zira kalplerine verilen gına nuru zahirlerine aksetmiştir. Nefisleri iffetle nurlanmış, fakirlik ve ihtiyaçları kalpteki gına nuruyla yok olmuştur.
‘Hayırdan ne harcarsanız’ Hayırdan ne yaparsanız, mal, cah, hizmet, izzet, ikram, kalp muradı ve insanlarla olan tüm güzel muamele; bir selam, Allah için bir tevazu, bir övgü hepsini Allah (cc) bilir. Bir karış gelene bir adım yaklaşır. Fazlına, keremine nihayet yoktur.
✽ 'Fakirler içindir' derken, bu fakirler umumi söylendi, hususi olarak kastedilen (o devir için) muhacirlerdir.
✽ 'Onlar ki, Allah yolunda çalışmaya koyulmuş...' diye başlayarak devam eden ism-i mevsulün sılası, sıfatlı kinayedir.
✽ 'Hapsedilmişler اُحْصِرُوا' fiili, istiare-i tebaiyedir. Allah yolunda çalışıp başka hiç bir işle ilgilenmediklerini ifade eder. Camisi, boş vakit bulamamak, cihad dışında başka bir şey yapmamaktır.
✽ 'Allah yolu' sıfatlı kinayedir, cihat ve din hizmeti kastedilmiştir.
✽ 'Yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler' lazım, melzumu ticaret yapıp, ekmek peşinde koşmaya zaman ayıramazlar, bu nedenle fakir düşmüşlerdir.
✽ Umum; yeryüzü, husus kendi beldeleri, yaşadıkları memeleket. ضَرْباً ile الْاَرْضِ kelimeleri arasında cinas-ı müzariye lahık vardır.
✽ اَغْنِيَٓاءَ ile الْفُقَـرَٓاء arasında, الْجَاهِلُ ile عَلِيم ve تَعْرِفُ arasında tibak-ı icab vardır.
✽ 'İffetlerinden isteyemezler' ifadesi, insanları rahatsızetmekten çekindiklerini ifade için istiare-i tebaiyedir. Sanki bir kadının sakınması, koruması gereken namusu gibi, onlar da fakirliklerini gizlerler, onu Allah'tan başkalarının bilmemesi için korurlar.
274- Malları gece ve gündüz, gizli ve açık dağıtanlara Rableri nezdinde mükafatları vardır; onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar.
Halis-muhlis takva sahibi insan hangi konumda olursa olsun yapacağının en güzelini yapar. Fakir muhtaç olduğunda edebi elinden bırakmaz. Kimseye halini şikayet etmeyip, fukara-i sabirin ünvanını alıp, cennete zenginlerden beşyüz yıl önce girme mükafatını kazanır.
Gönlünü bütünüyle Rabbine veren kimse O'nu razı etmek için neler yapmaz, nelere katlanmaz? Bedeni günlük programla meşgul olsa bile içi bir rahmet rüzgarı gibi ılık ılık eser, tatlı bir şekilde Rabbini ve O'nu razı etmeyi düşünür. Emrolunduğu ya da tavsiye buyrulduğu faziletleri şevkle yapmaya koyulur. Tıpkı ayette medhedilen mümtaz sahabiler, Ebu Bekirler, Aliler gibi; infak emrini alınca malının bir kısmını gece, bir kısmını gizli, bir kısmını aşikar infak eder.
Ya da Resulullah ve can yoldaşlarının aç olduğunu fark eden Ebu Eyyube'l Ensari gibi, önce hurmayı dallarıyla, yaşıyla, kurusuyla, çeşnisiyle ikram eder, sonra oğlak keser, bir kısmını kızartır, bir kısmını haşlama yapıp aziz misafirlerine sunar. Bu tavır içinde sevgiyi, saygıyı, babacanlığı, diğergamlığı, lütf-u keremi barındıran bir ikram, Allah ve Resulünü razı etme yarışı. Ve neticede asırlarca hatıraları süsleyen medh-i ilahiye mazhariyet... Gayenin mugayyaya ulaşması... Hedefi iğva ve idlal olan İblis de 'İnsanları kandırmak için sağlarından sollarından, önlerinden arkalarından geleceğim de ekserisini şükreder bulamayacaksın' (Araf, 17) diyerek sınırlarını zorlamıyor mu?
"Kim Allah yolunda bir at bağlayıp besler de ecrini umarak o ata harcamada bulunursa, o atın tokluğu da açlığı da, suya kanması da susuzluğu da, bevli de tersi de kıyamet gününde o kişinin terazisine konacaktır." Hadis-i Şerif
· Âyet-i kerime her durum ve vakitte sadakalarının kendilerini hayra teşvik edenler hakkında umumîdir. Bu kimselere birinin ihtiyacı bildirilince, hemen karşılamaya çalışır, onu geciktirmezlerdi.
Herhangi durum ve zamanla kayıtlamazlardı.
Bu ayet-i kerime buraya kadar gelen, infakla ilgili ayetlerin sonuncusudur.
Ayeti kerime, gizli sadaka vermenin, açıkça vermeden daha efdal olduğunu bildirir. Çünkü ayette "gece","gündüz"den; "gizli" de "aşikâr" kelimesinden önce zikredilmiştir.
Kur'an-ı Kerim'de 'Leyl' kelimesi 92, 'Nehar' kelimesi ise 113 kez geçer.
Resulullah şöyle buyurdu: "Malları çok olan zenginl er, en aşağıda bulunanlardır." Dediler ki: "Ey Allah'ın Peygamberi, bundan kim müstesnadır?" Resulullah yine: "Malları çok olan zenginler, en aşağıda bulunanl ardır" buyurdu. Orada bulunanlar yine "Ey Allah'n Peygamberi, ondan kim müstesnadır?" dediler. Resulullah da tekrar: "Malları çok olan zenginler en aşağ ıda bulunanlardır" buyurdu. Yine orada bulunanlar: "Ey Allah'ın Peygamberi ondan kim müstesnadır?" dediler ve onlar, artık bu soruya cevap verilmeyeceğin i zannetiler, korktular. Nihayet Resulullah (sav) buyurdu ki: "Ondan, malını sağına soluna, önüne arkasına tasadduk eden müstesnadır. Bunl ardan da pek azı bu istisnaya girer."
Bu âyetin temelinde müslümanın kendi varlığını, imkânlarını müslümanların istifadesine sunması yatmaktad ır. Malımızı, bilgimizi, görüşü müzü, aklımızı, zamanımızı, gücümüzü Allah için müslümanların istifadesine sunmak zorundayız.
Allah yirmi dört saat vermiş, bunun iki, üç, beş saat ini çok rahatlıkla diğer müslümanlar kullanab ilmelidir. Bu gündüz de, gece de olabilir fark etmez. Müslümanların ne zaman ihtiyaçları olursa o zaman kullansınlar. Allah bize bilgi vermişse müslümanlar istedikleri kadar bundan istifade edebilmelidir. Sahip olduklarımızı Allah’ın kullarından kıskanmamalıyız. Kıskançlık cimriliğin anasıdır.
İmkanlarımızı keyfe ma yeşa kullanırken, evlerimizi keyfim ize uygun tefriş ederken, istediğimiz arabalara binerken, sofram ızda çeşit çeşit yemeklerimizi yerken şunu hatırımızdan çıkarmayalım: İhtimal ki yediğimiz bir lokmanın karşısında yokluktan yutkunan bir fakir belki de bizim o soframızd akini kanıyla canıyla elde eden bir şehidin yavrusu veya babası vardır. Bu hayatı, bu yediklerimizi nasıl kazandık dersiniz? Öyleyse yerken, içerken, giyerken, binerken, harcarken israf etmeyelim ki, infak edecek bir şeylerimiz her ân hazır bulunsun. Harcamalarım ızı asgari ölçülere kısalım ki Allah adına har cayacak gücümüz olsun.
Gerçek müslümanlar, gece de infak ederler gündüz de infak ederler, gizli de infak ederler, âşikâre de infak ederl er, sürekli infak ederler. Yâni yirmi dört saatlerinin tümü infaktadır. Gece gizli gizli, rencide etmeden fakir fukaraya, gündüz de başkalarını teşvik edercesine kamu hizmetlerine malını, ilmini, hünerini, gerekirse canını harcar, yılmadan yıkılmadan canla başla çalışırlar.
Me selâ bir kimse gece yatarken altına on milyon liralık bir yatak serip yatıy orsa bunu infak ediyor denebilir mi? Bu kimse altına bu parayı sererek infaktan hapsed iyor, kendine hasrediyor demektir. Halbuki onu oraya bağlamasaydı belki o akş am kendisine gelen ihtiyaçlı bir kardeşine hemen vermek üzere hazır bulunduracaktı.
Gündüz de böyledir. İhtiyaç fazlası nice mallar, nice milyonl ar, nice yerlere hapsedilmiştir ki infaktan mahrumdur. Mes elâ bir kimse yüz milyara bir araba almış, infaka hazır bulundurulm ası gereken bu pa rayı bir markaya hapsetmiş ve gelenlere de 'vallahi ne yapayım, yok' diye biliyor. Sahabe de Hecin devesine biniy ordu ama akşam evine aç gelen bir misafirine çok rahatlıkla kes ip onu ikram edebiliyordu. Malını, parasını verebilen kimse efendidir, hürdür. Veremeyen köledir, veremez.
Artık böyle bir terbiye, böyle ulvi bir his, bir milletin fertleri arasında meydana gelirse, her fert elinden geldiği kadar başkalarının imdadına koşarsa, artık o millet arasında sefaletten, birilerinin hukukuna tecavüzden bir eser görülmez. Aralarında en güzel bir tesanüd, en takdire layık bir vahdet-i milliye tecelli eder.
✽ ✽ ✽
Abdurrahman b. Avf ticaretle uğraşırdı. Kısa zamanda çok zengin olmuştu.‘Taşa uzansam altında ya altına ya da gümüşe rastladığımı görürüm’ derdi.
Abdurrrahman b. Avf, Efendimiz (sav)’in kendisini cennetle müjdelediği on kişiden biri olduğu gibi, Hz. Ömer kendisinden sonra halifelik işinin onunla da konuşulmasını tavsiye etmiştir.
Abdurrahman b. Avf, Tebük seferinde servetinin yarısını getirip orduya bağışlamıştı. Bununla da kalmayıp Allah (cc) yolunda daha sonra kırk bin dinar harcadı. Ayrıca orduya beş yüz at, beş yüz de deve yükledi. Kendisinin Kabe’yi tavaf ederken ‘Allah'ım, nefsimin cimriliğinden beni koru!’ diye dua ettiği görülmüştür.
Vefat edeceği zaman son derece ağlamış, sebebi sorulunca: ‘Musab b. Umeyr benden daha hayırlıydı. Resulullah zamanında vefat etmiş, içine sarılacak kefen bulunamamıştı. Hamza b. Abdulmuttalip benden daha hayırlıydı. Onun için de sarılacak kefen bulunamamıştı. Ben, ahiret nasibi dünyada verilen kimselerden olmaktan korkuyorum! Servetimin çokluğu tutup beni arkadaşlarımdan alıkoymasından korkuyorum!’ demişti.
Efendimiz (sav)’in zevcesi Ümmü Seleme’ye: ‘Ey anne! Servetimin çokluğunun beni helak etmesinden korkuyorum’ dediği zaman Ümmü Seleme ‘Oğulcuğum infak et, fakirlere dağıt gitsin!’ tavsiyesinde bulunmuştur.
Bir gece Mısır’dan dönen yüz develik ticaret kervanını Medinelilerin yetimlerine bağışlamıştır.
Şam’dan Medine’ye gelen buğday, un ve yiyecek yüklü yedi yüz develik ticaret kervanını da çullu deve ve yükleriyle birlikte Allah rızası için Medine fakirlerine bağışlamıştı.
✽ ✽ ✽
Gizli sadaka
Hz. Peygamber "Sadakanın efdal olanı, malca sıkıntıda olan kimsenin, fakire gizlice verdiği sadakadır” ve "Kul gizli olarak bir iyilik yaptığında, Allah onu, onun için gizlice yazar. Eğer kul, yaptığı iyiliği açığa vurursa, Allah da o fiilini sır olmaktan çıkarır, onun alenî işleri hesabına yazar. Eğer o kimse, bu iyiliğinden insanlara bahsetmeye başlarsa, Allahu Teâlâ o fiili hem gizli, hem de aleni olmaktan çıkararak, riya olarak yazar" buyurmuştur.
Sıddıklar, sadakayı, musibeti gizlerler. Bir günah işlerlerse hemen sadaka verirler. Azaptan kurtulurlar. Hadis-i Şerif
✽ ✽ ✽
Bir gün evime girince bir zatla karşılaştım. ‘İzinsiz evime nasıl girersin, sen kimsin?’ dediğimde; ‘Ben kardeşin Hızır’ım’ dedi. ‘Bana dua et’ deyince, ‘Allah'ım ibadette bulunmasını buna kolaylaştır’ diye dua etti. ‘Biraz daha dua et’ dedim. ‘Allah'ım ibadetinin gizli kalmasını buna nasip et’ dedi. Bişr-i Hafi
✽ ✽ ✽
Onların malları artacak, ömürleri bereketlenecek, ahirette mükafatlanacak ve Allah'ın rızasına nail olacaklardır.
Yedi kimse vardır ki, Allah'ın arşının gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde Allah onları, arşın gölgesi altında gölgelendirecektir. Bunlar;
Adaletli halife,
Allah'a ibadet ederek yetişen genç,
Kalbi mescitlere bağlı olan kişi, Allah için birbirlerini seven iki arkadaş (öyle ki; Allah için bir araya gelir ve Allah için ayrılırlar),
Mevki ve güzellik sahibi bir kadın kendisini (hayasızlığa) davet ettiği halde: "Ben, Allahtan korkarım" diyerek onu reddeden kişi,
Sağ elinin verdiği sadakayı sol elinin duymayacağı kadar gizlice sadaka veren
Hiç kimsenin bulunmadığı bir yerde Allah'ı anarak gözlerinden yaş döken kişilerdir. Hadisi Şerif
Gizlice verilen sadaka, Allah’u Teâlâ'nın gazabını söndürür. Hadisi Şerif
Korku verecek hiçbir şey, onları korkutmaz. Mahzun edici hiçbirşeyden de üzülecek değillerdir. Dünyada da, ahirette de emniyet içinde olacaklardır. Kıyamet gününde herhangi bir korkuya kapılmayacaklardır.
Şunu unutmamak gerekir; sırf hayır yapmaktan dolayı kimse iflas edip, perişan olmamıştır. Halbuki heva-i nefs uğruna sarf edilen nice harcamalar yüzünden, kaç aile sönüp gitmiştir. Ticaretteki iflasların ekserisi, daha fazla kazanma hırsından yapılan gayr-i meşru muameleler, stokçuluk ve benzeri şeylerden kaynaklanır. Servetin infakında ise bu tehlikelerin hiçbirisi yoktur. Bilakis, hayra yapılan infaklar daima semere verir, bereket sağlar.
Dünya ve ahiretin havf ve hüznünden kurtulmak isteyenler infaka sarılmalı, verme ahlakını kazanmalıdırlar.
· "Sadakalar kendilerini Allah yoluna vakfetmiş fakirler içindir" âyeti nazil olunca, Abdurrahman İbn Avf, Suffe Ashabına birkaç dinar; Hz. Ali de geceleyin bir "vesk" (200 kg.lık ölçü birimi) hurma gönderir. Bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil olur. Geceleyin verilen sadakanın daha mükemmel olduğu anlaşılmıştır.
· Hz. Ali'nin sadece dört dirhemi vardı. Bunların birini geceleyin, birini gündüzün, birini gizlice ve diğerini de aşikâre olarak tasadduk etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), "Seni bu şekilde hareket etmeye sevkeden nedir?" dedi.
Hz. Ali, "Rabbimin bana va'adettiğini haketmek isteyişim" dedi.
Hz. Peygamber , "Rabbinin sana va'adettiğini hak ettin" dedi. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerimeyi indirdi.
· Ayet-i kerime Hz. Ebu Bekir hakkında nazil olmuştur. O, kırkbin dinarın on binini gece; on binini gündüz, on binini gizli, on binini de açıktan tasadduk etmişti.
· Peygamber şöyle buyurmuştur: "Mallarını gece gündüz gizli açık infak edenlerin Rableri nezdinde mükâfatları vardır" ayeti at sahipleri hakkında nazil olmuştur."
Onlar Allah yolunda at besleyen kimselerdi. Gece gündüz gizli ve açık atlarına harcamalarda bulunurlardı. Bu ayet-i kerime büyüklenmek ve iftihar etmek kasdıyla at beslemeyen kimseler hakkında nazil olmuştur. Ebu Hureyre, besili bir ata rastladığında bu âyet-i kerimeyi okumuştu.
‘Mallarını gece gündüz infak edenler, ne şimdi, ne gelecekte mahzun olmazlar.
Şimdi mahzun olmazlar; dünyaya kaybettiklerine üzülmezler. Çünkü Allah’a vasıl olduklarından, kalplerinin temizliğinden dünyalığı terk etmişlerdir. Onların teleflerini Allah (cc) telafi eder.
Gelecekte de mahzun olmazlar; ‘Onları o en büyük korku mahzun etmeyecektir, onları melekler karşılayacaklar.’ (Enbiya, 13)
Ve şöyle derler: ‘Hamd olsun Allah'a ki hüznü bizden giderdi. Rabbimiz, gafur ve şekûr'dur.’ (Fatır, 34)
✽ اَلَّذٖينَ يُنْفِقُونَ 'O kimseler ki, infak ederler' cümlesinde ism-i mevsulün gelişi, ayrıntılı haber vermek, haberin medih üzere mebni olduğunu bildirmek, haberin şanını tazim içindir.
✽ Cümlenin isimle başlaması, infakın devamlılığına, sılanın müzariliği yenilenip tazelenmesine delalet eder.
✽ 'Gece-gündüz' ve 'Gizli-aşikar' kelimeleri arasında tibak-ı icab vardır.
✽ Yine bu ifadeler, cüz-kül alakasıyla her zaman infak ettiklerini bildirir. لَيْلٌ kelimesinde cinas-ı kalp vardır.
✽ Gece; dal bil işaresi ile; gece vakti yapılacak infakları hatırlatır: Düşmana gece yapılacak baskınlar için infak, fakir aileler rencide olmasın diye gece kapılarına bırakılan infak, gece üşüyen evsizlere yapılan infak, ilim, ibadet, hizmet için uykudan yapılan infak.
✽ عِنْدَ رَبِّهِمْ izafeti muzaf ve muzafın ileyhin şanını, gayrının (Allah'ı Rab kabul etmeyenlerin) tahkirini bildirir.
✽ Bu izafet aynı zamanda tağlibdir. Allahu Teala alemlerin Rabbi olduğu halde, 'Onların Rabbi' şeklinde izafet yapılması, sanki infak etmeyenlerin, cimrilerin Rabbani terbiyeyi almadıklarını, Allah'ın sadece cömert kulların Rabbi olduğunu ifade eden bir tağlibtir.
✽ 'Onların mükafatı Rableri katındadır' cümlesi, vasıtalı kinayedir. Yani; onlar bu infakı Rableri için hiç ara vermeden devamlı yaparlar. Bu infak hali üzere can verirler. İmanla ölüp, sıratı geçip, hesabı kolayca verdikten sonra, Rableri onlara mükafatlarını verecektir.
✽ Lazım; mükafatları Rableri katındadır. Melzumu; cennetlerdedir, Rableri onlardan razıdır.
✽ Ayet-i kerimede itnabtan tefri sanatı vardır.
✽ 'Onlara korku ve hüzün yoktur' cümlesi tetmin ile itnab, hüsn-ü intiha.
✽ Korku ve hüzün, arasında muraat-ı nazır vardır.
275- Faiz yiyenler kabirlerinden kalkamazlar. Ancak şeytanın kendisini çarptığı delirmiş kimse gibi kalkarlar. ‘Ticaret ne ise faiz de odur!’ dedikleri yüzünden böyle olacaktır. Oysa Allah ticareti helâl, faizi haram kılmıştır. Rabbinden kendisine öğüt erişip faizcilikten vazgeçen kimseye gelince bundan önce aldığı onundur. Kendisi hakkında kararı Allah verecektir. Faize tekrar dönenler ise, cehennem sakinleri olarak orada ebedi kalacaklardır.
Âyetlerin öncesiyle münasebeti
Yüce Allah bundan önceki âyetlerde temiz kazançlardan harcama yapılmasını emrederek Allah yolunda harcamaya teşvik etti. Bu âyetlerde ise onun tam zıddı olan, kirli kazanç faizi anlatmaktadır. Faiz; cimrilik, çirkeflik ve pislikten başka bir şey değildir. Sadaka ise, bir ihsan, lütuf ve temizliktir. Temiz kazanç ile kirli kazanç arasındaki fark açıkça ortaya çıksın diye, Allah yolunda harcama işinin hemen peşinden faizi anlattı. Nitekim "Eşya zıddıyla bilinir."
Riba, lugatta fazlalık manasındadır. "Riba yiyenler" sözünden murad, "riba (faiz) ile alış-veriş edenler" demektir.
Ribanın Çeşitleri
Riba, ribe'n-nesie ve ribe'l-fadl olmak üzere iki kısımdır.
Ribe'n-nesie (vade dolayısıyla faiz)
Bu; ya karzda, borçta olur veya satışta olur. Karzdaki şekli şudur: Muayyen miktardaki bir malı meselâ bir yıl veya bir ay gibi sınırlı bir zamana kadar karz olarak vermek, bununla birlikte sürenin uzaması durumunda ödem e esnasında fazlalığı şart koşmaktır.
Araplar arasında cahiliye dönemind e tanınan ve bilinen faiz şekli buydu. Onlar başka türlü faiz bilmiyorlardı. Belli bir malı her ay muayyen bir miktar almak üzere başkasına veriyorlardı. Borcun tahsil edilme vadesi geldiği zaman borçludan borcun tümünü isterlerdi. Eğer tümünü ödemesi mümkün olmazsa hem vadeyi, hem de alınacak hakkın miktarını arttırırlardı ve şöyle derlerdi:
Ya borcunun tamamını ödersin yahut faiz ödersin. Yani vadeyi uzatmakla birlikte ödemen gereken borcun da yüksel ir. O bakımdan borçlu kimse malın miktarını artırır ve alacaklı da ona süre tanırdı.
Bu; şu anda bankalarda kullanılan faiz şeklidir. Kur'an-ı Kerim'in ha ram olduğunu açık nasla belirttiği faiz budur.
Ribe'l-fadl, bir diğer tâbir ile, "ribe'n-nakd" (mal değişimi esnasındaki fazlalık)
Meselâ, bir çuval buğdayı, iki ay sonra ödenmek üzere birbuçuk çuval karşılığında satm ak. Yahut bir kile buğdayı üç ay sonra ödenmek üzere iki kile arpaya satmak gibi. Bu da açıkça görülen bu fazlalık sebebiyle haramdır. Kimi zaman fazlalık olmaksızın da böyle bir alışveriş yapılır, bu da aynı şekilde haramdır. Meselâ, peşin teslim edilecek bir rıtıl hurmayı, vadeli olarak sonradan teslim edilecek bir rıtıl hurma karşılığında satmak gibi. Böyle bir satışa ancak peşin olarak verilenin kıymeti, teslimi ertelenenden daha değ erli olduğu için baş vurulur. Çünkü muayyen olarak verilen bir şey, her zaman için zimmette alacak olandan daha iyidir. Muaccel (peşin) olan bir şeyin kıymeti vadelinin kıymetinden daha fazladır.
Ribe'n-nesî'nin haramlığı, Kur'an ile; ribe'l-fadl'ın haramlığı ise sünnet iledir.
Bilal (ra), Resulullah'a Burni cinsinden hurma getirdi. Resulullah `Bunu nereden aldın?' buyurdu. Bilal: `Yanımızda kötü hurma vardı. Bir sa'a karşılık iki sa' gönderdik' deyince Resulullah: `Ah! Tıpkı faiz, tıpkı faiz, yapma bunu!.. Satın almak istediğinde hurmayı başka bir şeye sat sonra da iyisini al' buyurdu.
Altınla altın, gümüşle gümüş, buğdayla buğday, arpa ile arpa, hurma ile hurma, tuz ile tuz ribevi ürünlerdendir, misli misline ve elden ele (mübadele edilmesi caiz) dir. Her kim artırır yahut fazla almak isterse, muhakkak riba yapmış olur. Bunda alan ve veren müsavidir. Hadisi Şerif; Müslim
Kim "icbâ" yaparsa faizle alış-veriş yapmış olur. Hadis-i Şerif
İcbâ, ürün iyice kendini belli etmeden onu toptan satmaktır.
Riba (faiz) yiyen, yediren, şahidi olan, onu yazan ve onu helal sayan lanetlenmiştir. Hadisi Şerif
Bu hadisi şerif, ribânın haramlığının sadece onu yeme ile ilgili olmadığını göstermiştir.
- Kıyamet günündeki kalkıştır.
- Kabirden kalkıştır.
- Her iki manayı da almak doğrudur.
Bu ifade, cahiliye döneminin batıl inançlarına uygun olarak nazil olmuştur. O dönemde insanların cinler ve şeytanlar tarafından çarpılarak akıllarının karıştırıldığına, saralı hale getirildiğine inanılırdı.
Mess, delilik, habt da doğru dürüst ayakta duramam ak demektir. Bu âyetin, faiz yiyeni sar'aya tutulmuş kimse gibi canlı bir şekilde tasvir ettiği kadar, hiçbir manevi tehdit duygulara tesir edemez.
Yüce Allah faiz alanları, şeytan çarpmış saralı kişilere benzetti. Zira Allah (cc), onların yediği faizi karınlarında arttırdı ve onları ağırlaş tırdı, böylece düşüp kalkan deliler haline geldiler. Said b. Cübeyr: "Faiz yiy enlerin, kıyamet günündeki alâmeti budur" der.
Faiz; başkasının malını karşılıksız almaktır. Borç alan kimse büyük bir nefret ve kin duygusu içinde borcunu para sahibine öder. Faiz yemeyi alışkanlık ve geçim vasıtası haline getiren insanlarda, herhangi bir ahlaki vasıf veya fazilet duygusu aramak boşunadır. O; insanların en tembeli, en gaddarı, en ahlaksızıdır.
Fâiz yol uyla insanların mallarını yiyenler kıyamet günü sara'ya tutulmuş, şeytan ın messine maruz kalmış deli birinin doğru dürüst ayakta duramayışı biçiminde kalkacaklardır. Hareketleri itib ariyle daha çok dengesiz, düzensiz ve ağır olacaklardır. Buna seb ep ise faiz yoluyla yedikleri haram malın kendilerine vereceği ağırlıktır. Bu, ayağa kalkıp doğrulmak istedikleri her seferinde tökezleyip düşmek suretiyle diğer insanlardan ayrı bir özellikte olmalarına sebep olacaktır.
Bunun dünyadaki örneği, iflas eden bankaların önünde insanlıktan çıkmış vaziyette etraflar ına saldıracak kadar delirmiş insanlardır.
Deli biri nasıl ki dengeli davranış sergileyemiy orsa, ne yaptığını bilmez bir durumdaysa aynı şekilde fâizle ins anların kanlarını emebilmek için onlara borç veren kişi de bu gel ire ulaşabilmek için o kadar dengesizleşir ki şuurunu kayb eder. Para hırsıyla aklı gitmiş, gözü dönmüş vaziyetiyle bu adam ın çevresine nasıl zarar verdiğini bir düşünün.
Faiz aşkı onun aklını başından o kadar almıştır ki haşir gününde şeytanın dokunup çarptığı gibi, yani duygularını kaybetmiş biçimde kalkacaktır.
Faiz alanı şeytanın çarpması, bu dünyada da delilik, psikolojik rahatsızlıklar olarak ortaya çıkmaktadır. Faiz alan insanlar, mutlaka ya kendilerinde, ya da ailelerinde bu sorunlarla karşılaşmaktadırlar.
Loto, toto, at yarışları ve piyango benzeri şans oyunlarında kazanan talihlilerin intihara varacak kadar vahim halleri de bu konuda açık örnektir.
Bir de bu dünyada şeytan bazı insanları çarparak onları All ah yolundan uzaklaştırır.
"İblis dedi ki: "Senin izzetine yemin ederim ki onl ar dan, ihlâslı (seçkin) kulların müstesna hepsini azdır a cağım." (Sâd, 82)
Fâiz yoluyla insanların mallarına göz dikenler, hem dünyada hem de âhirette şeytanların çarpmasına maruz kalacaklardır. Dünyada akıllarını, fikirlerini, zamanlarını sırf para kaz anmanın peşine takıp, maldan, paradan, kazanmaktan başka bir şey düşünemez hale geldikleri için aklı başında normal harek et edemezler.
İn sanlar onları gördükleri zaman denges izliklerini, anormalliklerini hemen anlarlar. Dünyalık elde edeceğiz, daha çok para kazanacağız, lüks yaşayac ağız diye borsaların peşine, dükkanların, tezgahların peşine takılmış, bir oraya bir buraya koştururken durup düşünecek, Allah’ın rızasını kazanacak, ilim öğrenecek, çoluk çocuğunu müslümanca eğitecek en küçük bir zamanları bile kalmamıştır.
Doğru yoldan sapmış olan insanlık, faizli sistemin zulmü altında şeytan çarpmışa dönmüştür. Bugün dünya, maddi olarak yükselmesine rağmen sıkıntı, ızdırap ve kork unun, sinir ve ruh hastalıklarının hakim olduğu bir dünyadır. Bu; onların dünyadaki halleridir, âhirette ise du rumları çok daha korkunç olacaktır.
Üç kişiye itibar edilmez:
1- Cenazede para için ağlayan kadına,
2- Şarkı-türkü söyleyenlere,
3- Faiz yiyenlere.
Kâfirin hayatı "Allah’la insanlık arasında hiçbir ilişki yoktur" il kesine dayanır. Fâiz düzeninde insan yeryüzünün efendisidir ve hiçbir sor umluluk altında değildir. Kâfir (kendince) Allah’ın hiçbir em riyle mükellef değildir. O her şeyde ve her konuda hürdür.
Malı konusunda da bedeni konusunda da Allah’a karşı, insanlara karşı hiçbir sorumluluğu yoktur. Karnını şişireb ilecek bir fırsat buldu mu isterse bundan dolayı milyonlarca insan rahatsız olsun fark etmez. Onun için bu konuda Allah ne demiş, nasıl demiş; hiçb ir önemi yoktur. Akıllarınca istidlal yaparlar ve böylece sonuca gitmeye çalışırlar.
Hz. Ali anlatır: “İnsanlar “inandık” demekle imtihan edilmeden bırakılıvereceklerini mi sanıyorlar!” ayeti indiğinde anladım ki, Resulullah aramızdayken bize fitne inmez. “Ey Allah’ın Resulü! Allah’ın bu ayetle sana haber verdiği fitne nedir?” dedim.
Şöyle buyurdu:
“Ey Ali! Bu kavim mallarıyla aldanacak, dinleriyle Rablerine minnet etmeye kalkışacak, rahmetini dileyecek, azabından emin olacaklar. Haramını yalancı şüpheler ve gaflete düşürücü isteklerle helal kılacaklar. Böylece içkiye nebiz (şıra), rüşvete hediye, faize alışveriş adını takarak helal sayacaklar.”
Bugün fâiz in haramlığını inkâr edenler aynı şeyi söylüyor: 'Farz edelim ki bir adamın yüz milyon lir ası var. Bu adam bu parayla ayak- kabı alarak sattığı zaman yirmi mily on lira kâr edecektir. Aynı adam bu yüz milyonu tic arette kullanmayıp, yüzde yirmi fâizle birine verip sonunda yine yirmi milyonunu alıyor. Bunun ötekisiyle farkı nedir? Borç ve ren, par asını borç vermeyip çalıştırsaydı zaten o kadar kazanacaktı, borç verdiği insandan bu kadar parayı almas ında ne mahzur var?' diyorlar. Bu sorulara şöyle cevap verilebilir:
1-) Mü'min oluşumuzun gereği peşinen kabul etm işiz ki; Allah bir şeye helâl diğerine haram demişse bu kon uda bir şey demeye gerek yoktur. "Allah alışverişi helâl fâizi de haram kılmıştır." O halde bunun hiçbir izahı olmasa da müslüman bun a iman etmek zorundadır. İmanın gereği bu teslimiyettir. Buna itiraz edenler ancak inanmayan ve Allah’a teslim olmayanlardır.
2-) İslâm’ın caiz gördüğü alışv eriş ancak ihtiyaçtan dolayı yapılır ve bir mala karşılık ald at madan mal verme esasına dayanır. Alanın da satanın da karş ılıklı rızasıyla, hiçbir baskı olmaksızın kabulü şartına dayanır. Alıcı ihtiyaç duyduğu şeyi satın alır, satıcı da bu malı alıcıya getir irken harcadığı iş gücü ve masraflar için kâr alır.
Halbuki fâizde, fâizle borç alan kişi, borcu verene oranla daha za yıf ve muhtaç olduğu için kendisine borç verenle eşit şartl arda bir anlaşma yapamaz. Fâiz, ihtiyaçlı kimselerin sıkıntılı anlar ında, rızaları olmadan onl arı sömürmektir. Başka şartlarda o paranın kendisine verilmesini canı gönülden isteyen, ama imkânı olmadığı için bu şekilde almaya mecbur kalan kişi 'belki kazanırım' ümidiyle aldığı para ile eğer kazanırsa kaz ancını o fâizciye verir, kazanamazsa da mahvolup gider. Kat kat katlanacak fâiz borçları yüzünden borç veren fâizci bazen borçlun un tüm kârını alabilir, kişisel mallarına el koyabilir ve yine de borçlu kişi alacaklıya karşı borcunu ödeyememiş durumda olabilir.
3-) Ticarette de, fâizde de malın dönüşümü söz konusudur. Ama faizde risksiz, zahmetsiz ve sabit bir gelir varken, ticarette hem sermaye, hem de iş gücü yâni emek devreye girer.
Ticaretle uğraşan kişi tüm zamanını, gücünü, aklını, fikrini ve sermayesini kullanmakta ve başar ılı olabilmek, kaybetmemek için elinden gelen çabayı gösterm ektedir. Buna rağmen yine de sabit bir kazanç elde edeceği kesin değildir, kazanabilir de kaybedebilir de. Her ân sermayesini bile kayb etme riski vardır. Ama tam tersine fâizli bir yere sabit bir kârla parasını yatıran fâizci, hiçbir zarar iht imaline girmeksizin sabit kârı garantilemiştir. Nasıl olur da fâizle alışveriş aynı şey olabilir?
Bütün ülke insanları böyle bir riskle karşı karşıya iken, herkesin fedâkârlık yapmak zorunda kaldığı bir ort amda, tüyü bitmemiş yetimleri bile fâiz borçlarıyla savaş galiplerine borçlandırmaya kimin hakkı vardır?
4-) Kimileri de fâizi kira karşılığında verilen ev veya dükkan gibi mülkler karşılığında alınan kazanca benzetir. 'Dükkanını, evini ki raya vermiş biri, kiracısından nasıl para alıyorsa biz de paralarımızı borç verdiğimiz kimselerden, paralar ımızı kullanmalarının karşılığı olarak fâiz almamızda bir mahzur yoktur' der .
Halbuki bu ikisi birbirlerinden çok farklıdır. Kir aya verilen ev sahibinin mülkündedir. O ev kiraya verilince sahibin in mülkünden çıkmaz, sadece ondan yararlanma hakkı kiracının eline geçer. Kiracının elinde olmayan sebeplerle o eve bir zarar gelmişse bunu kiracı değil ev sahibi üstlenir. Meselâ bir zelz ele sonucu ev yıkılsa veya başka bir sebeple ev yanıp kül olsa bund an kiracı sorumlu değildir. Halbuki fâizli borçta; para sahibinin mülkünden çıkmış borç alanın mülküne intikal etmiştir. Elinde olmayan sebeplerle o paraya bir telef gelse alacaklı bundan kendisini sor umlu tutmaz. Çünkü o sadece her hâlükârda kazanacaktır. Halbuki onu çalıştıran borçlu kişi hem kazanabilir hem de kaybedebilir.
Yâni fâizli borçlarda borçlu; hem aldığı ana parayı üretmeli, hem de fâizi karşılayacak parayı da kazanmalıdır.
Allah, sahih, hakiki bir mübadele olan alışverişle, yalancı, vehmi mübadele olan faizin arasını ayırmıştır. Bu ikisinin arasındaki zıdlığı kaldırmaya çalışmak, ikisinin helal ve haramlığını karıştırmak, nur ile zulmeti birbirine denk saymak kadar bir cinnettir.
Alış-verişte garantili kazanç bulunmadığı için, ticarette cemiyetin faydası vardır. Faiz ise cemiyetin zararına, beşeri hayatın ifsadına sebep olur.
Peygamberimiz de İslam Devletinde faizin tamamen kalkması için devamlı çalışmıştır. Mekke’de Muğireoğulları faizcilik yaparlardı. Halktan birçok alacakları ve faizden kazanılmış malları vardı. Peygamberimiz bunların hepsini iptal etti ve Mekke’deki valisine bu adamlar faizcilikten vazgeçmezlerse onlarla vuruşmasını emretti.
Veda Haccı'nda şöyle buyurdu:
“İslamiyet’ten önceki devrin faizi üzerlerinizden kaldırılarak iptal olunmuştur. Ancak ana paralarınızı alırsınız. Ne zulüm etmiş olursunuz ne de zulüme uğrarsınız. İlk iptal edip kaldırmaya başladığım faiz, amcam Abbas İbnul-Muttalip’in faizidir.”
Böylece Arapların en büyük ve ileri gelen faizcilerinden biri olan amcası Abbas’ın faizini iptal etmiştir. Yine bir hadislerinde faizi yiyeni de yedireni de, şahitlik edip yazışmalarını yapanı da lanetlemiş ve “Eşittirler” demiştir.
İmanla faiz birbirinin zıddıdır. Hiç bir zaman birleşmezler.
Duanın kabul olmasını istersen haram işlemekten, faiz ve haram yemekten sakın.
✽ ✽ ✽
Hz. Ömer, Ubey bin Ka’b’a bir miktar borç vermişti. Hz. Ubey, borcunu ödemekten ayrı olarak, bir hurmalığını da hediye etmek istedi. Fakat Hz. Ömer bunu faiz sayarak kabul etmedi. Hz. Ubey, hediye ettiği bu hurmalığın borçla alakası olmadığını ve sadece Allah rızası için vermek istediğini bildirince, bu sefer Hz. Ömer kabul etti.
✽ ✽ ✽
Allahu Teala faize haram hükmünü yerleştirir yerleştirmez nizamını tatbik ediyor. Kim Rabbinden gelen öğüdü dinler ve faizden vazgeçerse daha önce aldığı faizler kendisinden tekrar alınmaz.
• 'İşi Allah’a kalmıştır.' Kıyamet günü onun hakkında Allah hü-küm verecektir. Allah dilerse onu bağışlar dilerse bağışlamaz, onu ancak Allah bilir.
• 'Ayetin nüzulünden evvel aldığı fâizleri ondan almaya kalkma-yın' anlamınadır. Daha önceki aldığı fâi zler ondan istenmemelidir.
• Bu kişi kend isini affettirebilmek için bolca infakta bulunmalı ve Rabbini kendis inden razı etmelidir, elindeki önceden kalma fâiz biri kimleri konusunda işi Allah’a kalmıştır.
Bu ifade, bu hükümden önce alınan fâizlerin helâl olduğu anlamına gelmez. Zira âyet-i kerîmede onların Allah’a havale edil eceği vurgulanıyor. Öyleyse bu âyet gelmeden önce, ya da kendisine fâizin ha ram edildiği hükmü ulaşmadan önce alınmış fâiz malları varsa, kişi bu fâiz paralarını kendisine harcam amalı, haklarını gasbettiği insanları bular ak mümkünse bu haklarını onlara geri vermelidir.
Eğer bu mümk ün olmuyorsa bu pisliği malının içinden çıkarıp orduya silah olarak kullanılması için vermelidir. Bu haram serveti her şeye rağmen kullanmaya devam edenler, geçmişte yapt ıkları bu amelleri sebebiyle cezalandırılacaklardır.
Bu tehdit, isyan eden her kulun dikkate alması gereken çok büyük bir vaiddir.
✽ ✽ ✽
Habib Ebû Muhammed gizlice insanlara faiz veren bir tüccardı. Bir gün yolda giderken sokakta oynayan çocukların yanından geçti. Çocuklar birbirlerine: 'Faiz yiyen adam geliyor' dediler. Bunun üzerine Habib boynunu büktü ve;
-Ya Rabbi sırrımı çocuklara bile aşikar ettin, dedi. Dönüp evine geldi ve bütün servetini topladı. Sonra şöyle dedi:
-Ya Rabbi bu mallar karşısında nefsime esir oldum. Bu malları vererek azat olmak istiyorum.
Sabah olunca bütün malını sadaka olarak dağıttı. Yine bir gün o çocukların yanından geçerken, çocuklar onu görünce birbirlerine; -Sessiz olun Allah (cc)’ın abid kulu Habib geliyor, dediler.
Habib bunu duyunca ağladı ve:
-Ya Rabbi! Sen bir defasında yerdin, bu sefer de övdün. Bunların hepsi Sen’in katındandır, dedi.
✽ ✽ ✽
Ahirette azaba uğrama tehdidi, faizden kaçınma duygusunu kalplerde kökleştirir.
İsrâ gecesi karınları evler gibi olan ve karınların ın etrafında yılanların dolaştığı bir topluluğa uğradım. "Bunlar kimlerdir ey Cibril?" diye sordum. O da: "Bunlar fâiz yiyenlerdir" cevabını verdi. Hadis-i Şerif
Faiz yetmiş üç bölümdür. En basiti kişinin anası ile nikahlanması gibidir. Faizin faizi ise müslüman kişinin ırzıdır. Hadis-i Şerif
Bir kimsenin faizden bir dirhem kazanması Allah katında 36 zina günahı işlemesinden daha büyüktür. Faizin en beteri, Müslüman kardeşinin namusuna göz dikmektir. Hadis-i Şerif
Faiz yemek dünyaya hırslı olmaktır. Faiz yiyenin hali, yiyip doymayan sonra da kalkmaya gücü yetmeyen köpek gibidir. Haksız olarak hırsla toplar, başkasının hakkını alır, insanlara zarar verir. Bir de faizle alış verişi bir tutar.
Üç karanlık günahın içinde kalır; hırs, isyan ve dünya karanlığı. Hakiki mümin olmanın şartı Allah (cc)’tan korkup fazlalıkları, ihtiyacı olmayanları terk edip din mertebelerinde terakki ile meşgul olmaktır. Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: ‘Kendini ilgilendirmeyen şeylerle ilgilenmemesi kişinin İslamiyet’inin güzelliğindendir.’
✽ 'Faiz yiyenler' اَلَّذٖينَ يَأْكُلُونَ الرِّبٰوا cümlesinde müsnedin ileyhin ism-i mevsul gelişi, ayrıntılı haber vermek ve müsnedin zem üzere mebni olduğunu bildirmek içindir.
✽ أكل, hakikatte yemeğin yutulmasıdır. Sonra bir şeyden faydalanma ve hırsla almaya ıtlak olmuştur. Aslı, istiarei temsiliye olup hakikati örfiye dönüşmüştür. Camisi; faydalanmak, istifade etmektir.
✽ Ribanın kendisi yenilmez, ancak onunla yiyecek şeyler satın alınmak sureti ile yenilmiş olur. Bundan murad, ribâ (faiz) ile alış-veriş yapmaktır. Maksadın büyüğü "yeme" ile alakalı olduğu için "yiyenler" tabiriyle anlatılmıştır, tağlibtir.
✽ 'Şeytanın çarptığı gibi kalkarlar' teşbihinde; müşebbeh; faiz yiyenlerin mahşerdeki dirilişi, müşebbeh-i bih; şeytan çarpması ile sarsılmış bir insanın doğrulmasıdır. Vech-i şebe denge kuramamak, bir türlü doğrulup yoluna gidememek, sabit duramadığı için kendine yararlı bir iş yapamamaktır.
Aslında şeytan insanı fiziksel olarak çarpmaz, ancak o devrin inancına göre şeytanın çarptığı kişi sara gibi hastalanır. Bu nedenle gayrıdan hikaye yoluyla müşakale olmuştur. (Hıristiyanların kutsal boya inancına atfen gelen 'Allah'ın boyası' ayetinde olduğu gibi.)
✽ 'Bu; onların "alışveriş de faiz gibidir" demelerindendir' cümlesinde uzaklık ifade eden ذَلِكَ ism-i işareti, zımnen bu sözün son derece çirkin olduğunu bildirir.
✽ 'Alışveriş de faiz gibidir' cümlesinde, teşbihin en yüksek mertebelerinden olan 'teşbih-i maklûb' vardır. Müşebbeh, müşebbehi bih yerine konulmuştur. Eğer teşbih-i maklûb olmasaydı; "Faiz alışveriş gibidir" denilirdi. Fakat onlar, faizin helâl olduğuna o kadar inandılar ki, bu inançları onları, faizi, kendisine kıyas yapılan bir asıl saymaya sevketti ve neticede alışverişi ona benzettiler.
✽ "Allah alışverişi helâl, faizi haram kıldı" cümlesinde müsnedin ileyhin özel isim gelişi; tazim, gayrılardan ayırıp zihne yerleştirmek içindir.
✽ "Ve faizi haram kıldı" buyruğunda "الرِّبٰوا" kelimesinin başındaki "ال" cins içindir. Yani Allah riba türünü haram kılmıştır. Yoksa bu "ال" cahiliye dönemi faizi veya nesîe (vadeli) faizini ihtiva eden ve yalnızca o dönem için bilinen (ma'hud) faizi ifade etmemektedir. Nas, mutlak ifadesiyle bütün riba türlerini haram kılmaktadır. Tıpkı "Allah alışverişi helâl kılmıştır" buyruğundaki bütün alışveriş türlerini mubah kıldığı gibi.
✽ "Allah alışverişi helâl kıldı" ile "Faizi haram kıldı" cümleleri arasında ikili mukabele vardır.
✽ 'Kime Rabbinden bir öğüt gelirse' cümlesinde isnad-ı mecazi vardır. Öğüt gelmez, peygamber kendine gelen öğüdü ümmetine tebliğ eder. Mefule isnaddır.
✽ مَوْعِظَةٌ öğüt, kelimesi, emir-nehiy, hüküm anlamında istiare-i asliyedir. Camisi; kişinin hayrına vesile olması, uyarması, bilmediği bir konuyu hatırlatmasıdır.
✽ Burada 'Öğüt' kelimesinden kastedilen, faizin haram olduğunu bildiren ayet olduğu için, sıfatlı kinayedir.
✽ Lazım; vazgeçerse, melzum; faiz almayı bırakıp, tevbe ederse.
✽ 'Onun işi Allah'a kalmıştır' cümlesi tevcihtir. Eğer tevbe ederse, affeder, eğer aldığına pişman olmayıp 'Oh iyi ki almışım' derse bu günahın cezasını öder.
✽ Lazım; işi Allah'a aittir, melzum; siz artık hesap sormayın geçmişi karıştırmayın. Allah'a havale edin.
✽ 'Kime Rabbinden bir öğüt gelir vazgeçerse işi Allah'a aittir' cümlesi ile;
'Kim de dönerse cehenneliktir, orada ebedi kalacaktır' cümlesi arasında ikili mukabele sanatı vardır.
✽ 'İşte onlar cehennem ashabıdır' cümlesinde müsnedin uzaklık ifade eden فَاُولٰٓئِكَ ism-i işareti ile gelmesi, faiz yiyenlerin şer ve fesatta çok ileride, hayırdan çok uzaklarda olduklarını bildirmek içindir.
✽ 'Orada ebedi kalacaklardır' cümlesi, mübalağa nüktesi için gelmiş, itnabtan iygaldir.
276- Allah (cc) faizi mahveder, sadakaları ise arttırır. Allah (cc) inkarcıları ve günahkarları sevmez.
Faizle, alışverişi bir sayanlar, müthiş bir yanılgı, korkunç bir inkar içinde olmaları hasebiyle azabı hak edip, küffar ve esim gibi ağır damgalarla damgalanmıştır. Faiz almak, istemeyerek, kerhen, bile bile fazladan para vermek zorunda kalmaktır. Faiz vermek ise, zorda kalmış birilerinin zaafından yararlanıp onu fena biçimde sömürmektir. Zamanın uzaması faiz verenin lehine gibi görünse de, alanın büsbütün aleyhinedir. Sadece malını kaybetmekle kalmayıp, aklını, fikrini, berrak düşüncesini, üretici zekasını da kaybetmek ile cezalanır. Bu sebeple, faizi almak da vermek de haramdır.
İlk bakışta fâizin malı arttırdığı, insanı zeng inleştirdiği, sadakanın da malı azalttığı, fakirleştirdiği zannedilir. Ama gerçek bunun tamamen aksinedir. Allah Rasûlü bu hususu şöyle anlatır:
"Sizden birinizin Allah için verdiği sadaka All ah’ın eline düştüğünde (Allah’a ulaştığında) sizin kendi sürün üzü yetiştirip çoğalttığınız gibi Allah da onu yetişt irip çoğaltır. Kıyamet günü geldiğinde ise verdiğiniz bir lokma sadaka Uhud dağı kadar büyümüş olur."
Allah; malı arttırdığı zannedilen fâizi derece derece, eks ilte eksilte nihâyet mahveder. Fâiz ayın on dördü gibi parlak ve tem iz görülen servetleri tıpkı bir hilal gibi küçülte küçülte nihâyet gözle görülmez hale getirir. Buna karşılık malları eksilttiği zann edilen sadaka ise malı git gide çoğaltır ve büyütür.
Allah’ın fâizi mahvetmesi, sadak a ları arttırması, toplum açısından şöyledir: Fâiz toplumda mal üretenleri bir güve gibi yiyip bitiren, sermayeyi mahv eden ve toplumun üretim gücünü öldüren bir mik- roptur. Ekonomik gücü elinde bulunduranlar çalışanlara fâizle para vererek, onların kanlarını emmeye başlarsa, çalışanlar çal ışmalarının semeresinin bu bir avuç zâlim tarafından emildiğinin farkına varınca artık kendilerini işlerine veremeyeceklerdir.
Çalışacak zümrede meydana gelen bu tedirginlik ve istismar edilme duygusu, iş güçlerinin azalmasına sebep olacaktır. Fâizci grubun karınlarının şişmesine karşılık, çalışıp üretebilecek büyük çoğunlukta meydana gelen bu randıman düşüklüğü, milli üretimin düşmesine sebep olur. Halbuki fâiz yerine infak esas alındığı zaman çalışan insanların azimleri artar, toplumda bolluk ve refah meydana gelir.
İslâm, cahiliye geleneklerinden hiç birine faiz kadar uğraşmamış, hiçbir konuda faiz konusundaki kadar tehditkâr bir üslup kullanmamıştır. Bunun hikmeti günümüzde çok daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü faiz; cahiliyede bir takım kötülüklerin kaynağı olmuştu. Ancak faizden kaynaklanan çirkinlikler o devirde günümüz dünyasında olduğu kadar ortaya çıkmamıştı. Ayet-i kerimedeki tehdidi bizzat doğrulayan dünya pratiği gözler önündedir. Faiz düzeni, ahlâkta, dinde, sağlıkta ve ekonomide yıkıma yol açmıştır.
Bu düzen, insan varlığının tek gayesinin ne suretle olursa olsun mal kazanmak ve dilediği gibi maldan yararlanmak olduğunu söyleyen hatalı düşünceye dayanır. Bu yüzden insan, mal biriktirmek ve ondan yararlanmak hususunda azgınlaşır ve tüm şer'i kanunları, başkalarının menfaatlerini çiğner geçer.
Modern çağın en büyük felaketi; faizcilerin, ellerindeki uluslararası baskı gereçlerinin, sahip oldukları gazete, kitap, üniversiteler, hocalar, yayın araçları, filmler gibi propaganda ve reklam araçları ile, kemiklerini ve etlerini yediği, alın terlerini ve kanlarını emdiği insanlar arasında faizin tabii ve akla uygun olduğu, ekonomik büyüme için en doğru esas olduğu, batıdaki ilerlemenin, bu düzenin bereketiyle olduğuna dair zehirli, pis fikirlerin kabul ettirilmesidir.
Onlara göre; bu düzenin kalkmasını isteyenler, gerçeklerle ilgisi olmayan ütopyacılardır, pratikte değeri bulunmayan soyut teorilere ve ideallere dayanmaktadırlar. Şayet müdahale ederlerse ekonomi altüst olacaktır! Bunun için faiz düzenini eleştirenler, düzenin kurbanı zavallı halk tarafından alaya alınırlar.
Faiz; ekonomi açısından da kusurlu bir düzendir. Bizzat faiz sistemi içinde yetişip büyüyen Batılı ekonomi uzmanları bile buna dikkat çekmektedir. Alman bankasının eski müdürü 1953 yılında Şam'da verdiği konferansta; "Faizle, yeryüzündeki bütün malların çok az sayıdaki faizcinin elinde toplandığı bir gerçektir. Çünkü borçlanan kâr da etse, zarar da etse borç veren faizci, bütün işlemlerde kâr eder. Bu nedenle, sonuçta, matematiksel bir işlem olarak bütün malların sürekli kâr edene dönmesi kaçınılmazdır" demiştir.
Bu teori gerçekleşmek üzeredir. Çünkü yeryüzündeki malların büyük çoğunluğuna birkaç bin kişi sahip bulunmaktadır. Geriye kalanlar, bankalara borçlanan sanayiciler, işçiler ve çalışan üreticilerdir, emekleri bu birkaç bin kişi tarafından devşirilmektedir.
Faizin cinayetleri bununla bitmez. Faiz, mal sahipleri ile çalışanların, ticari ilişkilerini kumara ve sürekli didişmeye dönüştürür. Çünkü faizci, daha çok kâr etmeye çalışır. Bu yüzden, ihtiyacı arttırmak ve kâr haddini yükseltmek için piyasadan parayı çeker, fiyatlar yükselmeye devam eder.
Bu esnada, kullanılan paranın hacmini kısma yönüne gidilir. Fabrikalar darboğaza girer, ardından üretimi düşürme yoluna giderler. İşten çıkarmalar baş gösterir ve alım gücü düşer. İş bu noktaya gelip faizciler mala karşı talebin azaldığını ya da durduğunu görünce zorunlu olarak kâr haddini düşürürler. Sanayi ve ticaretle uğraşanlar yeniden etraflarına üşüşmeye başlar. Artık hayat bolluk içinde geçmektedir... Böylece uluslararası piyasada krizler meydana getirilerek insanlar oradan buraya sürülüp dururlar.
Sanayici ve tüccarlar borçlandıkları paranın faizini tüketicilerin cebinden verdiklerinden, bütün tüketiciler dolaylı olarak faizcilere vergi ödemiş olurlar.
Hükümetlerin kalkınma faaliyetlerine girişmek için hazineden aldıkları borçların faizini vatandaşlar öder. Çünkü hükümetler borçla birlikte faizini de kapatmak için değişik vergiler çıkarmak zorunda kalırlar. Böylece herkes bu kısır döngü ile faizcilere verilen haracın ödenmesine katılır. İşin bu aşamada kalması ve borçların sonunda sömürgeciliğe yol açmaması nadirdir.
Allah şu dört kimseyi cennete koymaz, nimetlerinden tattırmaz:
1. Devamlı içki içen
2. Faiz yiyen
3. Haksız yere yetim malı yiyen
4. Ana babaya kötülük eden Hadis-i Şerif
Allah sadakası verilen malı bereketlendirir. Sevabını kat kat verir. Riba malını ve riba karışan malın bereketini kaldırır, helak eder.
Riba (faiz) ile sadaka arasında, zıt yönden bir münasebet vardır. Sadaka, Allah'ın emriyle, kişinin malını noksanlaştırmasıdır. Ribâ ise, Allah'ın yasakladığı bir şekilde, kişinin malını artırma isteğinden ibarettir.
Sadakadan dolayı hiçbir zaman mal eksilmemiştir. Hadis-i Şerif
İnfak ve faiz
İnfaka dayalı İslâm düzeni ile şeytanın adımlarına dayalı fâiz düzeni kesinlikle gece ve gündüz kadar birbirine zıt iki düzendir. Hiçbir konuda birbirlerine benzemezler.
Rabbimiz iki insan tipi sergiledi. Birincisi; önceki âyetl erde anlatılan; malını, bilgisini, parasını, zamanını, atını arabasını All ah için kardeşlerinin hizmet ine sunan, Allah için her şeyini kardeşleriyle paylaşmaya hazır olan mü'min. Ötekisi; zaten ezilmiş çaresizlikler içinde kıvranan kardeşlerini biraz daha ezmek için fırsat kollayan, her şeyi menfaat esasına bina eden, bencil ve zâlim insan.
Sadaka cömertliktir, malda ve nefiste temizliktir, arınmad ır, insanlar arasında dayanışma, kardeşlik ve yardımlaşmad ır, fedâkârlıktır, diğergamlıktır. Fâiz ise cimriliktir, bencilliktir, ferdiliktir, zulümdür ve insanları ezmedir.
Sadaka; Allah için sahip olun an malı karşıdakine fedâ etmektir. Borcu karşıdakinin hizmetine sunmaktır. Fâiz ise; borcu borçlunun etinden, kanından ve emeğinden koparılmış bir fazlal ıkla onu geri almaktır.
Eğer fâizle borç alan kişi aldığı bu para ile çalışıp çabalay ıp kazanmışsa, fâiz onun bu emeğinden çalınmış bir fazlalıktır. Eğer borç alan kişi aldığı bu para ile kazanamamış veya zarar etm işse o zaman bu fâiz denen fazlalık onun etinden koparılmış bir parçadır. İşte tüm fâizcilerin yiyip içtikleri budur. Kendileri hiçbir çaba göstermeden, en ufak bir emek bile sarf etmeden insanların emeklerini, gayretlerini, alın terlerini, kanlarını fâiz geliri diye kend ilerine döndüren bu insanla rın akıbetleri hem bu dünyada hem de öbür tarafta çok korkunç ola caktır.
Bu fâiz âyetlerinin konu edildiği bölümün hemen önces inde uzun uzun infaktan söz edildi. Sonrasında fâiz âyetleri geldi. Demek ki fâizin kökünün kazınmasının yolu, infaktan ve karşılıksız borç vermekten geçmektedir. Eğer toplumda infak, fâizsiz borç verme yaygınlaşırsa fâizin kökü kazınıp gider .
Bugün iman yoksunu oldukları için fâizi savunanl ar, fâizin alternatifinin ne olacağını sormayı âdet haline getirmişlerdir. 'İyi tamam fâizi kaldırırsak bun un yerine neyi oturtacağız?' derler. Rabbimiz bu âyetler in insicamıyla bunun alternatifini anlatıyor; Allah’a iman, Allah adına ve Allah rızası için infak, Allah için hiçbir karşılık beklemeden sıkıntı içinde kıvranan müslüman kardeşlerimize borç verebilmek.
"Allah; haramı helal tanımakta ısrar eden kafiri ve çok günahkarları sevmez." O; tevbekârları sever, onlardan razı olur. Faiz ise çok kafirce, nankörce işlenen bir günahtır.
Allah'ın haram kıldığı şeyleri helal kabul edenler için en uygun vasıf küfran-ı nimet ve günahkarlık sıfatlarıdır. İsterse o, bin defa kelime-i şehadet getirsin. İslam, sadece dille söylenen bir laftan ibaret değildir. İslam bir hayat nizamı, bir hareket düsturudur. Onun bir parçasını inkar etmekle bütününü inkar etmek arasında fark yoktur.
Cafer-i Sadık Hazretlerine ‘Allah faizi niçin haram kılmış?’ diye soruldu, şu cevabı verdi: ‘İnsanların birbirlerine karşılıksız iyilik yapmaları, ihsanda bulunmaları için. Zira faiz helal kılınsaydı birbirine beklemeden iyilik yapan kalmazdı. Yapılan her iyiliğin karşılığı dünyada karşılık bekleyen çok olurdu.’
Unutma; sana ışık tutanlara sırtını dönersen göreceğin tek şey kendi karanlığındır.
Küçük nimetleri hor görüyorsanız, büyüğünü zor göreceksiniz demektir.
Minnet insanların en az hissettiği duygudur.
Mümine günahın verdiği mahcubiyet günahtan daha ağırdır.
Allah’a isyan ettiğimi, bir günah işlediğimi; hayvanımın ve hizmetçimin bana davranışından hemen anlarım. Fudayl b. İyaz
En akıllı kimse takva üzere yaşayan, en ahmak kimse kötülük ve günah üzere yaşayan kimsedir. Hz. Hasan
✽ ✽ ✽
Malik b. Dinar'a sordular:
- Nasılsın?
- Nasıl olacağım? Allah'ın nimetini yiyor, şeytanın sözünü tutuyorum.
✽ 'Allah faizi mahveder' cümlesi, müzari fiille başladığı için istimrar-ı teceddüdi bildirir. Her devirde daima faiz azalacaktır.
✽ "Faizi yok eder" cümlesiyle "Sadakaları arttırır" cümlesi arasında ikili mukabele vardır.
✽ يُرْبِي fiili ile الرِّبٰوا kelimeleri arasında cinas-ı tam vardır. Birincisi; 'artma' anlamında fiil, ikincisi ise aynı kökten gelen 'Faiz' anlamında isimdir.
✽ "Allah her nankör ve günahkarı sevmez" cümlesinde muktezayı zahirin hilafına kelamdan zamir yerine 'Allah' açık ismi gelmiştir. Emre itaati kuvvetlendirmek, kalbe korku bırakmak içindir.
✽ Lazım; Allah nankör ve günahkarı sevmez. Melzum; onlara rahmetiyle nazar etmez, muvaffakiyet vermez.
✽ "Allah her nankör ve günahkarı sevmez" cümlesinde, كُلُّ 'den önce nefy edatı geldiği için umumiyet bildirir. Yani Allah kim olursa olsun, kadın erkek, genç-yaşlı hiçbir günahkarı ve nankörü sevmez. كَفَّار ; hem nankör hem de kafir manasındadır, tevriye-i mücerrededir.
✽ كَفَّار ve اَثٖيم kelimeleri arasında muraat-ı nazır vardır.
277- İman edip sâlih amel işleyen, namaz kılan, zekat verenlerin Rableri katında mükafatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır.
Faizin mahvolucu, mahvedici bir haram; zekat, sadaka ve infakın arttıkça iki tarafa huzur verici amel olduğuna inanan ve bu güzel amelleri işlemek suretiyle hem kendini, hem bulunduğu toplumu düzelten insan gerçekten insaflı, vicdanlı, Rabbimizin buyruğuna kulak verip itaat eden; mümin, emin, güvenilir kimsedir. İmanın gereği hep amel-i saliha denilen güzel işleri yapar.
Başta namaz olmak üzere bütün bedeni ibadetleri, zekat ve kapsamına giren mali ibadetleri yaparak Rabbi katında büyük mükafatlara mazhar olup, korkudan huzurunda emin olacak, iki cihan saadetini kazanacaktır. Ne mutlu, bu müjdeli haberlerden ders alıp doğru yoldan gidenlere… Bu insanlar, geldiği imtihan dünyasında görevleri yerine getirme mutluluğunu yaşarken yaptığı iyilik ve yardımın ferahlığını da gönlünde taşır. Bahtiyar insan, mutlu olmanın yolunun mutlu etmekten geçtiğinin farkındadır.
Faiz âyetlerinin arasında iman, salih amel, namaz ve zekâttan bahsedildi. Yani; mallarınız ve bedenleriniz konusunda Allah’ı söz sahibi bilmeniz, mallarınızı ve bedenlerinizi Allah yolunda infak edebilmeniz ve fâiz pisliğinden kurtulabilmeniz için Allah’a; Allah’ın istediği biçimde iman etmek zorundasınız. Bu iman olmadan bunları be cermeniz mümkün değildir. Allah’ı Allah’ın kendini tanıttığı şekilde tanımayan, O'nun istediği biçimde inanmayan birisinin O'nun adına mal infak etmesi de, fâizi terk etmesi de mümkün değildir.
Allah’a iman; Allah’ın gönderdiklerine imandır. Allah’tan gelen emirlere inanmayan bir adam Allah’a inanmıyor demektir. İnfaka, fâizin haramlığına inanmay an bir adam Allah’a inanmıyor demektir. Allah’ın istediği iman; amelle bütünleşen imandır. Sözle söylenip amele dönüşmeyen bir iman sadece iddiadır. Allah’ın istediği iman, kişiyi O'nun emirlerini uygulamaya ve yasaklar ından da uzak durmaya götürür.
Allah’a inanacaksınız, sonra namazla hayatınızı düz enleme adına Allah’tan mesaj alacaksınız, sonra bu mesajı uygulamak üzere zekât vereceksiniz; böylece hem infakı yerine getirecek hem de Allah’ın haram kıldığı fâizden kendinizi kurtarma imkânı elde edeceksiniz.
Salih Amel
İman ve salih amel Kuran’da birlikte çok zikredilir. Çünkü iman ve salih amel, birbirini tamamlayıcıdır. Kuran’ın talimine göre imanın salih amele götürmesi, salih amelin de imanın sonucu olması gerekir.
Salih ameller nelerdir? Kuran’daki ifadelere dayanarak bir liste vermek mümkünse de, salih amelin genel tanımı; Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle ilahi bir emri yerine getirmektir. Salih amel sırf belli fiillerin ifası değil, bu fiilleri işleyenin tutumuyla da ilgili bir meseledir.
Sadece bire bir cezalandırılacak olan şerli amellerin aksine, salih ameller kat kat mükafatlandırılacaktır. Ayrıca salih ameller kötü amelleri giderir.
Namaz
Namaz dinin direğidir, namaz kılan dinini doğrultmuştur. Namaz kılmayanın dini yıkılır. Namazları müstehap zamanlarda şartlarına ve edeplerine uygun şekilde, cemaatle kılmalı, birinci tekbiri imamla birlikte almaya çalışmalı ve ilk safta yer bulmalıdır. Camiye geç gelip birinci safa geçmek için safları yarmak, cemaate eziyet vermek haramdır. Bunlardan biri yapılmazsa matem tutmalıdır. Kamil Müslüman namaza durunca sanki dünyadan çıkıp ahirete gider.
Dünyada Allah’a yaklaşmak çok az nasip olur. Âhiret asıl yakınlık yeridir. Namazda ahirete giderek burada nasip olan devletten hisse alınır. Bu dünyada hasret ve firak ateşiyle yanan susuzlar ancak namaz çeşmesinin hayat suyuyla serinleyip rahatlar. Kibir çölünde şaşırıp kalmış olanlar namaz çadırında vuslatın (matluba kavuşmanın) kokusunu duyarak hayran olurlar.
Namazla geçer insan şimşek gibi Sıratı,
Namazla insan bulur huzur ile rahatı.
Namazı kim beş vakit, getirirse yerine,
Namaz ile kavuşur, cennet nimetlerine.
Bir mü'min namaz kılmaya başlayınca cennet kapıları onun için açılır, Rabbiyle arasında perdeler kalkar, cennette hurileri onu karşılar. Bu hal namaz bitinceye kadar devam eder. Hadis-i Şerif
Yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılana biri şirkten biri nifaktan iki beraat verilir. Hadis-i Şerif
Kul bir namazı kılıp diğer namazı gözettiği müddetçe daima namazdadır. Hadis-i Şerif
Namazı vaktinde kılmadığı için üzülmeyenin imanı gider.
Vücuduna haram lokma karışmış kimse namazlarından lezzet alamaz. Bahaettin Buhari
Eğilen baş taç giyer. Namaz, Allah (cc)’ın egemenliğini kabul etmektir.
Efendimizin son sözü ‘Namaza dikkat edin’ olmuştur.
Namaz, kişilik, kimlik kazanmaktır, şarj olmak, canlılık kazanmak ve yenilenmektir.
Namaz zamanın zekatıdır.
Namaz, Allah (cc) ile kul arasında köprü, zekat kullar arasında köprüdür.
Namazdaki secde başkalarına secde etmekten hali olmuyorsa o namaz, namaz değildir. Muhammed İkbal
Güneşten sonra kalkmak ölü gibi olmaktır.
✽ ✽ ✽
Şeyh Ebû’l-Vefa’ya bir gün, ‘Şehrimize şu kadar ağırlıktaki taşı kaldıran, şu kadar ağır yük taşıyan birisi geldi’ diye bahsedilmişti. Ebû’l-Vefâ, bu sözü söyleyen talebelerine şu mânidar cevabı verdi: ‘O ağır yükleri kaldırmak kolay, fakat şu abdest ibriğini taşımak ondan çok daha zordur.’
✽ ✽ ✽
Zekatın farz olmasının hikmetleri
♦ İmtihan. Sevginin derecesi kulu sevdiği şeylerden ayırmakla tecrübe edilir. Mal da kulun sevdiği bir şeydir. Kulun imanında ne derece samimi olduğu tecrübe edilmek için o çok sevdiği malından Allah (cc)’ın rızası ve emrini yerine getirmek için harcaması istenir. Zekatını verince Allah (cc)’a karşı kulluk vazifesini yapmış sayılır.
♦ Mümini cimrilik sıfatından temizlemek. Cimrilik helaka sebep olan şeylerdendir. İnsan cimrilikten ancak malını vermeye alışmakla kurtulabilir. Bir şeyin sevgisi ancak ondan ayrılmak için nefsi zorlamakla kaybolur. Sonunda nefis buna alışır. Zekat, malı cimrilik kirinden temizler. Bu temizlik, harcamasının miktarına, bu sebeple içinde duyduğu ferahlık ve sevincin derecesine göre değişir.
♦ Nimete şükür. Bedeni ibadetler beden nimetinin şükrünü, mali ibadetler ise mali nimetlerin şükrünü yapmak içindir.
♦ Fakir ve âcizlere yardım etmek, muhtaç kimselerin yaralarını sarmak, onların elem ve sıkıntılarını hafifletmek.
♦ Zekat; dilenci ve işsizlerin sayısını eksiltir, böylelikle toplum-daki suçlar, fenalıklar, karışıklık ve dengesizlikler azalır.
♦ Zekât; cemiyeti, zenginlerin büyük servetler yığıp fakirleri mahrumiyetle baş başa bırakmaları neticesinde meydana gelen, komünizme zemin hazırlayıcı ihtilâl ve karışıklıklardan korur.
♦ Allah yolunda çarpışanları güçlendirerek İslâm dininin yayılması, şehâdet kelimesinin yükselmesidir.
Zenginlerin zekâtı, fakirlere kâfi gelmeseydi, Allahu Teâlâ, onlara nafaka gönderirdi. Eğer fakirler, aç kalıyorsa, zenginlerin zekât vermeyişindendir. Hadîs-i Şerîf
Allahu Teâlâ, zekâtı, malınızın geri kalanının güzelleşmesi ve temizlenmesi için farz kıldı. Hadîs-i Şerîf
‘Kim, Allah kendisine mal vermiş de zekâtını vermemişse, zekâtı verilmemiş o malı, kıyâmet gününde, iki gözü üzerinde iki siyah nokta bulunan korkunç ve zehirli erkek bir yılan sûretinde konulur ve bu korkunç yılan kıyâmet gününde mal sâhibinin boynuna sarılır. Sonra, ağzı ile sâhibinin çenelerini iki tarafından yakalar ve: ‘Ben senin malınım, ben senin hazinenim! der.’ Hadîs-i Şerîf
✽ ✽ ✽
Musa (as) seyahat ederken bir gün ağır ağır, bütün samimiyetiyle namaz kılmakta olan bir adama rastlar. Adamın namazına o derece imrenir ki, Allah’a:
‘Ey Rabbim, ne güzel namaz!’ demekten kendini alamaz.
Ardından Allah (cc) şöyle buyurur: ‘Ey Mûsa, o kimse her gün gece gündüz böylece bin rekât namaz kılsa, bin tane köle azad etse, bin defa cenaze namazı kılsa, bin kere hacca gitse, Allah yolunda bin defa savaş etse, malının zekâtını vermedikçe yine de boşuna!’
✽ ✽ ✽
Allahu Teala hayat nizamını iman, ıslah, ibadet ve yardımlaşmatemelleri üzerine ikame eden müminlere mükafat ve ihsanlarını vaad ediyor.Onlara dünyada huzur ve emniyet bahşediyor, saadet veriyor. Onlar bir daha korkmayacak ve üzülmeyecekler. Kötü bir şeyle karşılaşmaktan korkmaz, sevdikleri bir şeyi kaçırdıklarından dolayı mahzun olmazlar.
✽ 'İman edenler, salih amel işleyenler, namaz kılanlar, zekat verenler' arasında "و" atıf harfiyle vasıl yapıldı, aralarında tezayuf, camii akli vardır. İman etmek, salih amelsiz, namazsız ve zekatsız olmaz.
✽ Ayet-i kerimede itnabtan tefri sanatı vardır.
✽ Salih amel işleyenler'in zikrinden sonra 'Namaz kılan ve salih amel işleyenler'in zikredilmesi, itnabtan umumiden sonra hususiyi zikirle itnabtır. Salih amelin en önemlilerini bu ikisi teşkil ettiği için onlar zikredildi, tağlib yapıldı.
✽ Namaz ve zekat arasında muraat-ı nazır ve cüz-kül vardır. Çünkü salih ameller sadece bu ikisi değildir.
✽ 'Onların mükafatları Rableri katındadır' cümlesinde "رَبِّهِمْ" izafeti salihler için ziyade lütuf ve teşrif manası içerir. İzafet, muzaf ve muzafın ileyhin şanı içindir.
✽ 'Onlara korku ve üzüntü yoktur' cümlesi mefhum-u muhalifiyle, faiz alan nankörlere Allah'ın gazabını, dalalet ve inhirafı, korku ve ızdırabı vereceğini bildiriyor.
278- Ey iman edenler Allah’tan korkun ve henüz almamış olduğunuz faizleri bırakın, eğer gerçek müminler iseniz.
Takva, imanın en kuvvetli tanığı. O bir güneş gibi kalbe dolunca, eseri bütün azalarda görülür. Takva, sakınmak, korunmak demektir. Küfürden, masivadan, günahtan korunmak. Bu nedenle Cenâb-ı Hakk ‘اتَّقُوا’ emrini müminlere sık sık hatırlatır. Bu ayette de faiz konusu zikrediliyor. Faizle uğraşmayın, almayın, vermeyin, ilişkinizi bütünüyle kesin, önceden böyle bir şey yaptıysanız, faiz kısmını tamamıyla bırakın. Eğer müminseniz bunu yapmak zorundasınız. Her günah, küfre açılan kapıdır. İşlediğiniz her günah, kalpte siyah leke olur. Tevbe ve günahtan vazgeçilmezse, noktalar büyür, kalbi kaplar, kalp kararınca ‘hatamallahu ala kulubihim’ mucibince kalbe mühür vurulur. Artık kör, sağır ve dilsiz olur. Hakka, doğruya dönmesi mümkün olmaz. Onun için iman ve takva bir çok ayetlerde birlikte zikredilmiştir. Burada da faiz bir yangın, her şeyi yakar kül eder. Faize bulaşırsan, ana paranı al ve derhal oradan kaç.
Ey iman edenler, kendinizi Allah'ın azabından koruyun. Alacaklı olduğunuz insanlara şart koştuğunuz faizi tamamen bırakın. Çünkü gerçek iman Allah tarafından emredileni yerine getirmeyi gerektirir.
Takva; nefislerin ta içinden fışkıran bir teminattır. Takva; kanuni hükümlerin üstündedir. İnsanoğlu tarafından ortaya konan hiçbir kanun takva kadar teminat veremez. Kuvvet ve kudret sahibi Allah'ın korkusundan doğan takva kalplere yerleşmedikçe dışarıdan yapılan murakebeler insanı kötülükten alıkoyamaz.
İslâm'da ahlâki düzen ile pratik düzen birbirine tamamen bağlıdır. İnsan, bütün davranışlarında hilafet sözleşmesi ile bağlıdır. Hayatı boyunca sergilediği tüm yeteneklerinden dolayı denenip, sınanmaktadır, ahirette de bunlardan hesaba çekilecektir. Biri ahlâki, diğeri pratik olmak üzere iki ayrı düzen yoktur. İnsanın tüm davranışları iyiliğine sevap, günahına azapla karşılık verilecek ibadet kapsamına girer. İslâm ekonomisi ahlâksız olamaz.
Faiz düzeni kötülük, ihtiras, bencillik, aldatma ve kumar ruhunu yayarak kişinin vicdanını, ahlâkını, sahip olduğu değerleri bozmadıkça yerleşemez. Faizle borçlanan sermaye hem faizini ödemek hem de borçlarını yararlandırmak için kârını garantiye almak zorundadır. Bu yüzden açık saçık filmler, gazeteler, oyun ve eğlence yerleri, beyaz kadın ticareti gibi ahlâki çöküntü meydana getiren yöntemlerle doğrudan sömürür. Faizle borçlanan sermayenin derdi insanlık yararına girişimlerde bulunmak değildir. Onun derdi en alçak huyları, en iğrenç eğilimleri kullanarak da olsa kâr etmektir. Yeryüzünün her köşesinde görülen bu manzaranın baş sebebi faizci düzendir.
❊ ❊ ❊
2005 yılından bu yana kredi kartı ve banka borçları yüzünden intihar edenlerin sayısı 300’ün üzerinde. Bu tablonun nedeni ne? Kredi kartı ve banka borcu yüzünden intiharın eşiğine gelenler sadece harcamalarını gelirlerine göre ayarlayamayan, hesap bilmeyen kişiler mi? Hayır! Bu uzun ve kanlı listenin en büyük sorumlusu bankalar. Bankaların haksız, yasa tanımayan, borcunu tahsil etmekten çok, borçluyu sıkıştırmaya, bitirmeye yönelen tutumları. Yasalara aykırı biçimde “bileşik faiz” uygulayarak borcu hızla katlamaları, ödenir halden çıkarmaları. Kişilere gelirlerinin çok üzerinde limitler verip borçlandırması. Anaparaya faiz ekleyip yeni tutarı tekrar faizlendirmeleri ve borçluların yıkımı pahasına bunu tahsil etmek için her şeyi yapmalarıdır.
Borçlar Kanunu’na göre Türkiye’de tüccarlar arasında sözleşmeler dışında bankaların “faize faiz” uygulaması yasak. Buna rağmen bankalar faize faiz ekleyerek borçları hızla arttırmayı tercih ediyor. Bankalar hukuku hiçe saydığından 2003,2006 ve 2009 yıllarında çıkarılan ve borçların yeniden yapılandırılmasını, bileşik faizden arındırılmasını öngören düzenlemeler de yaraya çözüm olabilmiş değil.
Aile ve Sosyal Araştırmalar Müdürlüğü'ne göre 2000 yılından sonra her 10 evli çiftten 7’si kredi kartları yüzünden boşanıyor. Kredi kartları yüzünden huzursuzluğa sürüklenen aileler, bunun sonucunda büyük umutlarla kurdukları ailelerini yıkıyorlar. Yapılan araştırmalar boşanmaların en büyük sebebinin banka borçları olduğunu gösteriyor.
Ayet-i kerime müminlerin iman etmeleri için faizi terk etmelerini şart koşuyor, imanı faizi terk etmeye bağlıyor. Allah'tan korkup da artakalan faizden vazgeçmedikleri takdirde imanla alakaları kalmaz. Onlar ne kadar mümin olduklarını iddia etseler de mümin değillerdir. İmanla alakaları yoktur.
Allah'ın emrine itaat etmedikçe, hükmüne inkıyad etmedikçe iman iman olmaz. Allah'ın şeriatını günlük hayatta tatbik edip razı olmadan iman adının arkasına gizlenip müminlik iddiasına izin yoktur. 'İman' akidesi ile yaşanan muamelatın arasını ayıranlar gerçek mümin değildir. Bir takım ibadetleri ifa etseler de dinin hükümlerini parçalara bölenler, bir kısmını kabul edip bir kısmını reddedenler mümin olamaz.
Mü'min
Bir müminin gönül alemi ve kemali, davranışlarında sergilenir. O, daima alçak gönüllüdür, zamanlarının ve nefeslerinin kıymetini bilip israf etmez. Allah (cc)’ın kullarını sevip onlarla çekişmez, muhataplarına dini seviyelerine göre muamele eder, kabahat örter.
Haram ve helale dikkat eder, herkesin küçük gördüğü masiyetleri büyük görür. Zira günahını küçük gören -haşa- Allah (cc)’ı küçümsemiş olur.
Mümin Mevla'nın rızası yolunda, seher vakitlerini namaz, zikir, dualarla zinetlendirir. Aile efradı ve büyüklerin hizmetindedir. Dünyacılarla ülfeti azaltıp, salihlerle bir aradadır. Akrabalarından muhtaçların hizmetinde olup, gerek lisanen, gerek maddeten yardımda bulunur. En önemlisi haram ve helale titizlik gösterir. Kulluktan fire vermemek için çarşı pazar işlerinde de dikkatli davranır.
Bütün hatalar, nisyanlar, bocalamalar, kul zikirden gafil olduğu anlarda husule gelir. Zikrin manevi halini devam ettirenlerde dünya kederi, üzüntüsü, hatta lüzumundan fazla dünyevi neşe de bulunmaz. Daimi huzur, sehavet ve mahlukata şefkatli olmak, o boşluğun yerini doldurur.
İman sâhibi:
• Hırsa kapılmaz.
• Aceleci değildir.
• Kalbinde her şeye karşı çekinme duygusu vardır.
• İç âlemini dünyaya kaptırmaz.
• Allah’ın emrine girer.
• Nefsinin istekleri peşinde koşmaz.
• Dünyaya dâir istekleri arkaya atar.
• Yaptığı taat için Allah’dan kabul diler.
Ribanın bırakılmasında masivayı bırakmaya da işaret vardır.
(Çünkü riba kelimesinin anlamlarından biri de, artmak, çoğalmaktır.)
'Ribayı bırakın' Kendisi için yaratıldığımız Allah’a yakinen inanın. Sizi kimse için yaratmadı, ama her şeyi sizin için yarattı.’ (Bakara, 29)
'Ve Allah'tan korkun.'
Takva; aşağı derekelerden yüksek dereceye terakkidir. Avamın takvası, marifetle küfürden, tevhitle şirkten, ilimle cehilden, taatle günahtan, güzel ahlakla kötü ahlaktan çıkıp şeriatın şartlarını yerine getirmeye çalışmaktır.
Havassın takvası vasıflarının hicabından çıkıp Hakk’ın sıfat tecellilerinin derecesine ulaşmaktır. Bunun için havas sidre-i münteha, cennet-i me’va gölgesinde gölgelenmeye yönelip, sidreyi kaplayan hibelerle menfaatlenecektir.
Havassül havassın takvası, gözlerin aşmadığı inayet cezbesiyle müntehaya, Kâbe kavseyn vasıflarına nefsi yok etme nihayetiyle, envar-ı kuds bidayetine dönecek. Burası ‘Nefsini bilen Rabbini bilir’ makamıdır. Hakiki takva, iman-ı hakikide bulunur.
✽ Ayetin başında 'İman edenler' buyrulup, sonunda şart cümlesi ile 'Eğer mümin iseniz' buyrulması, imanın hakikatine ermeye tarizdir.
✽ Şartın müzari dışında maziyle gelişi; bildiğiyle amel etmeyen muhatabı ikaz için, şartın vukuuna rağbet izharı içindir.
✽ Yine icazı hazıf vardır, şart zikredilmiş, cevabı hazfedilmiştir.
✽ Lazım; 'Allah'tan korkun' melzum; azabından, cezasından korkun.
✽ 'İman' ve 'Takva' arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ 'Ey iman edenler' cümlesindeki اٰمَنُوا ile ayetin sonunda gelen 'Eğer mümin iseniz' cümlesindeki مُؤْمِنٖينَ kelimesi arasında, iştikak cinası, reddü'l aciz alessadri, muraat-ı nazırdan teşabuhel etraf vardır.
279- Böyle yapmazsanız Allah (c.c.) ve Resulü tarafından açılacak bir savaş ile karşı karşıya kalacağınızı bilin, faiz almaktan tevbe ederseniz, ana sermayeniz sizin olarak kalacaktır. Ne siz başkasına zarar vereceksiniz ne de siz zarara uğrayacaksınız.
Bu ayet, belki de Kuran-ı Kerimin en şiddetli ayeti. Allah (cc) ve resulü ile harbe giren hiç galip gelir mi? Cenab-ı Hakk bu faiz işine ne kadar gadaplanmış, onları kendine ve resulüne azılı düşman saymış ve ebediyen iflah olmayacaklarını bildirmiş.
Son bir ikaz daha ‘Eğer tevbe ederseniz, ana paranız sizindir. Ne zulmedin, ne de zulme uğrayın.’ Faiz, cimrilik ve pislikten başka bir şey değildir. Aklınızı başınıza alın.
İbn Abbas şöyle der: "Faiz yiyen kimseye, kıyamet günü "Savaş için silahını al" denilir."
"Bilin" فَأْذَنُوا kelimesi iki şekilde okunmuştur:
a- Sülasî bir emir şeklinde okunmuştur. Bu kıraata göre mânâ şöyledir: "Şayet sizler, bu emredileni yapmazsanız, Allah ve Resulü ta rafından size savaş açılmış olduğunu bilin."
b- Rubaiden türetilmiş bir emir şeklinde okunmuştur. Bu kıraata göre mânâ şöyledir: "Şayet sizler, emrolunanı yapmazsanız, Allah ve Resulüne karşı savaştığınızı diğer insanlara ilan edin."
Allah ve Resulü tarafından ilan edilmiş savaş, İslâm devletinin halifesinin başlattığı, kılıçla yapılan savaştan daha geneldir. Bu savaş, düzenini faizle kuran her topluma karşı ilan edilen, helak edici, sinirlere, kalplere, bereket ve bolluğa, mutluluk ve güvene karşı ilan edilmiş bir savaştır. Bu; faiz düzeninin sebep olduğu mahvedici, kasıp kavuran bir aldatma ve zulüm savaşı, sıkıntı ve korku savaşıdır.
Uluslararası faizci para babaları bu savaşlara öncülük yaparlar. Bu adamlar, şirketleri ve sanayi kurumlarını tuzaklarına çeker, ardından halkları ve hükümetleri düşürürler. Böylece kurbanlarının başına çullanıp savaş çıkarırlar. Ya da borçlarının faizlerini kapatmak için ağır vergiler koyarlar, böylece fakirlik ve kıtlık baş gösterir, sonuçta savaş patlar. En kolayı da psikolojik savaş, ahlâkın bozulması, şehvet pazarlarının serbest bırakılması ile en korkunç atom savaşlarının ulaşamayacağı yıkımı yapmaktır.
Yüce Allah'ın faizle muamele edenlere karşı ilan ettiği bu savaş ateşi sürekli yanmakta; fabrikaların üretim kabarıklığını gördükçe ilerlediğini sanan gafil insanlığın hayatında ne varsa yakmaktadır. Oysa üretilen bu yığın yığın mallar, temiz bir kaynaktan meydana gelseydi tüm insanlığı mutlu etmeye yeterdi. Ancak, faiz denen bu kirli kaynaktan doğduğu için insanlığın boğazını sıkan bir ağırlık ve felaket olmaktan öteye gitmemektedir. Beri tarafta ise bu mel'un ağırlığın altında mahvolan insanlığın acılarını duymayan dünyanın faizci azınlığı durmaktadır.
✽ ✽ ✽
Adamın birisi Mâlik b. Enes (ra)'e gelerek dedi ki: "Ey Abdullah'ın babası, ben içki içerek sarhoş olan bir adam gördüm. Bunun üzerine 'eğer Ademoğlunun karnına içkiden daha kötü bir şey giriyor ise karım boş olsun' dedim. "Görüşün nedir?" Malik ona, "Tekrar gel de senin bu meselen üzerinde düşüneyim" dedi. Ertesi gün adam ona tekrar geldi, yine ona, "Tekrar gel de senin meselen üzer inde düşüneyim" dedi. Ertesi gün yine geldi, bu sefer ona, "Hanımın senden boştur" dedi. Ben Allah'ın Kitabını ve peygamberinin sünnetini sahife sahife tetkik ettim, faizden daha kötü bir şey göremedim. Çünkü Allah faiz dolayısıyl a savaş ilân etmiştir.
✽ ✽ ✽
Faiz; her hâlükârda taraflardan birini zarara uğratır ve bu zararı önlemek hiçbir şekilde mümkün değildir. Faizli kredi kullanılan teşebbüsün kârla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı, kârla sonuçlanacaksa bu kârın ne miktarda gerçekleşeceği önceden bilinemez. Buna rağmen, faiz oranının baştan tesbit edilmesi, bu kredinin kârının taraflar arasında âdil şekilde paylaşmayı ortadan kaldırır; neticede alan veya veren; birisi mutlaka zarara uğrar.
Faizde, sermayenin kazancı tesbit edilen faiz oranı nisbetinde garantilenmekte, fakat bu kazanç, söz konusu faiz oranı ile sınırlı kalmaktadır. Emek ise, muhtemel bütün riskleriyle, ancak bu faiz oranının üstünde kazandığı takdirde gelir elde edebilmekte, faiz oranının altındaki kazançlarda zarar etmekte ve iflâstan kurtulamamaktadır. Ticaret, risklerle doludur. İktisadî şartların nasıl tezahür edeceğini önceden kestirmek imkânsızdır. Hiç kâr edememe, hattâ zarar ihtimali de vardır. Borçlu, üç zararı birden göğüslemektedir: Emeğin boşa çıkması, borç aldığı paranın zararı ve sabit faizin ödenmesi.
Bu haksızlık tüketim amaçlı borçlarda tamamen borçlu aleyhinde tezahür eder. Zira borçlu, anaparasını dahi tedarik etmekte zorlandığı borcun bir de faizini ödeme durumuyla karşı karşıya kalmaktadır.
Faizin Haram Kılınma Aşamaları:
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de faizi, içkiyi haram kıldığı gibi dört merhalede har am kılmıştır. Birincisi Mekke'de, diğeri ise Medine'de inen buyruklarda gerçekleşmiştir:
1- Mekke'de "Artış göstersin diye faiz türünden insanlara verdiğiniz, Allah katında artmaz." (Rum, 39) buyruğunu indirilmiştir. Ayet-i kerimede haram kılmaya bir hazırlık, buna üstü kapalı bir ifade ve ondan sakınma zorunluluğuna bir işaret vardır.
2- Daha sonra Medine'de, kendilerine haram kılındığı halde fai z yiyen ve bu masiyetleri sebebiyle Allah'ın kendilerini cezalandırdığı Yahudil erin uygulamaları anlatılmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine yasakl anmış olmasına rağmen faiz almaları..." (Nisa, 161). Âyet-i kerimede haram oldukları hususunda bir uyarma, buna dair bir ifade, bu emre aykırı hareket edenin cezalandırılacağına dair ilân vardır.
3- Daha sonra Yüce Allah kat kat oluncaya kadar artıp duran aşırı faizi yasaklamaktadır. Bu ise cahiliye döneminde görülen faiz uygulamasıdır: "Ey iman edenler! Faizi kat kat yemeyin..." (Âl-i İmran, 130) Ayette cüz'î ve açık bir yasaklama vardır. Şu kadar var ki bu ayette yasaklanan cahiliye dönemi faizi olup aşırı faiz şekli yasaklanmaktadır.
4- Daha sonra faizi kesinlikle haram kılan buyruk gelmektedir. Yüce Allah alacaklının sermayesinden fazla olan her şeyi yasaklamaktadır: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun, faizd en kalanı da bırakın. Eğer müminler iseniz..." ve diğer ayetler.
Faiz = Ölüm
Cezaevinde binlerce kredi kartı borçlusu, 15-20 milyon icra dosyası ve yüz binlerce kaçak yaşayan kredi kartı borçlusu... 10-15 sene önce intihar vakalarının sayısı incelendiğinde bunun özellikle mevcut modern kölelik sistemi ile yakın ilişkisi olduğu hemen gözlemlenebilir. Kredi kullanma miktarındaki artışları incelendiğinde 2002 yılında kullandırılan tüketici kredileri 6 milyar civarındayken, 2011 yılında 219 milyar liraya çıktığı görülmektedir.
İnsanlara paranın nasıl üretildiği öğretilmiyor ve sorgulaması istenmiyor. Problem doğru tanımlamadan çözüm bulunamaz. İnsanlar yanlış yerlere odaklandırılarak problemi doğru tanımlayamaz hale getirilmiş. Durum böyle olunca intihar vakalarında sorumluluğun çoğunluğu kredi kartlarını kullananların aç gözlülüğüne veya bilinçsiz kullanımına bağlanıyor. Halbuki tüm bu binlerce intiharın, hapis cezasının asıl nedeni bu soygun sistemidir.
İnsanlar kredi kullanmaya mahkum ediliyor. Bir insanın öldürülmesi tüm insanlığın öldürülmesi gibidir. Bu sistem milyonlarca insanı borç batağına, borca düştükten sonra kendini tamamen çaresiz hisseden insanları da bunalıma ve intihara sürüklüyor.
✽ ✽ ✽
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu'nda (BDDK) çalışan bir temizlik işçisinin 8 milyarlık kredi kartı borcu sebebiyle intihar etmesinden etkilenerek hazırlanan kredi kartları kanun tasarısı tartışılırken, kredi kardı borcu yüzünden bir kişi daha intihar etti. Halkalı'da tasfiye edilen bir firmada şef olarak çalışan 55 yaşındaki Y. Koltuk, kredi kartı borçlarını ödeyemediği için bunalıma girdi. Çalıştığı işyerine ait büroda kendini yakarak hayatına son verdi. Eşine ve kızı Melek'e bıraktığı mektubunda, 'Kredi kartlarına 21 milyar borcum var. Bir bankadan çekip diğerine yatırdım ama yetiremedim. Her ay 1 milyar faiz geliyor. Beni affet' dedi. Koltuk, eşinden yazlık evini ve arabasını satarak bankalara olan borcun ödemesini istemiş.
✽ ✽ ✽
Ribanın cezasını duyduktan sonra haram olduğuna iman ederek faiz almaktan vazgeçerseniz artık sermayeniz sizindir. Onu tam olarak geri alabilirsiniz. Fakat tevbe etmezseniz, dinden çıktığınız için ilahi harb ile her tür zayiata uğrarsınız, ana paranızı hatta tüm malınızı kaybedersiniz.
Tevbe etmeyen, ribanın haram olduğunu da kabul etmiyorsa, dinden çıkmış sayılır. Bu durumda mürted hükmündedir. İrtidat sırasında edindiği mallar da, müslümanlar için fey (savaşmadan kazanılan ganimet) hükmündedir, kendilerine verilmez. Önceden kazandıkları mallar da mirasçılarına aittir.
Haram olduğunu kabul ettikleri halde faizden vazgeçmeyenler, faiz almaya devam edenlerin, önce varsa silahlı adamları öldürülür, sonra bizzat kendileri öldürülür. Öldürülmeden önce tevbe etmesi teklif edilir, tevbe etmezse boynu vurulur.
Faiz sadece borçluya değil, alacaklıya da zarar verir. Sermaye sahibinin alacağı faiz önceden sınırlandığı için, borç verdiği müteşebbis bu parayla çok büyük kâr elde etse bile, sermaye sahibi ancak önceden belirlenen miktar kadar bir pay alabilir. Bu durumda da, borç veren haksızlığa uğramaktadır.
Faiz kimin kazanacağı belli olmayan kumarı andırmaktadır. Çünkü, gelecekte ne olacağının bilinememesine rağmen, sermaye sahibine ödenecek miktar önceden tespit edilmektedir.
Kumarın ferd ve topluma zararını herkes kabul eder. Oysa faiz ile kumar arasında gelir dağılımı açısından bir fark yoktur. Çünkü her ikisinde de eşitsiz ve bilinmezliğe dayalı bir dağılım vardır. Hattâ faiz, kumardan daha kötü bir eşitsizliğe yol açar. Kumarda ortaya bir mal konulur ve kura veya başka talih yöntemleri ile fertler arasında taksim edilir. Oysa faizde, henüz varlığı ortaya çıkmamış olan, çıkıp çıkmayacağı veya ne kadar çıkacağı belli olmayan bir maldan taraflardan birine kesin bir miktar tahsis edilmekte, diğer taraf ise bunu ödemekle yükümlü tutularak, kendi hâline bırakılmaktadır.
Eşitsizlik ve haksızlıkların büyük kavgalara ve sosyal olaylara sebep olduğu ortadadır. İnsan hakları kavramının baş tacı edildiği bir dünyada, böylesine kötü bir gelir bölüşüm sisteminin uygar insanlığa yakıştığı söylenemez. Faize bir insanlık problemi olarak bakmalı ve alternatif geliştirilmelidir. Tarihin belli bir döneminde faizin ortadan kalktığı Müslüman toplumlarda faize alternatif olarak bir üretim teşkilâtı ve finans metotları geliştirilmiştir. Mudârabe, müşâreke, müzâraa, müsâkat, selem, istisna', cuâle, murâbaha, vadeli satış, kiralama ve çeşitli şirket türleri bunlardan bazılarıdır.
Sakif kabilesinden Amroğullarının, Muğireoğullarından faiz alacağı vardı. Allahu Teala, Mekke'nin fethini nasip edince o gün bütün faizi kaldırdı. Bu sefer Amroğulları ile Muğireoğulları Attâb b. Esid'e geldi. Esid, o sırada Mekke valisi idi. Muğireoğulları "Biz insanlar aras ında faiz nedeniyle en fakir olduk"; Amroğulları ise 'Fakat biz faizimizi alacağız diye anlaşmış idik" dediler. Attab bu hususta Resulullah (sav)'a mektup yazdı. Bu sebepten dolayı bu ayet ve ondan sonraki ayet nazil oldu.
Bunu duyan Sakifliler: "Allah ve Rasulü ile savaş yapacak halimiz yok" diyerek tevbe ettiler ve sadece ana mallarını aldılar.
✽ 'Eğer yapmazsanız' cümlesinde تَفْعَلُوا fiilinin mefulü mahzuftur. Fazla sözden sakınmak için, muhatapça malum olduğu içindir.
✽ 'Allah ve Resulü ile harbe girin' cümlesinde 'حَرْبٍ' kelimesi, korku vermek için nekre getirilmiştir. Yani, Allah katında olan ve tarifi imkânsız büyük bir harp demektir. Bu cümle isnad-ı mecaziden sebebe isnaddır. Bu sebeple Allah lafzına izafe edilmeyip ondan bedel olarak من ile gelmiştir. Yani; 'müminlerle savaşa girdiğinizi bilin.'
✽ 'Allah ve Resulü ile harbe girdiğinizi bilin' cümlesinde, istiare-i mekniyye vardır. Allah'ın faiz emrini yerine getirmeyen kimse, bir düşmana benzetilmiş, düşmanın harb etmesi zikredilmiştir. Camisi; nefret, uyumsuzluk, karşılıklı çarpışmadır.
Bir savaşta; küçük-büyük herkes zarar gördüğü gibi, faiz de toplumda sadece yetişkinlere değil, genç nesle, çocuklara da zarar verir. Harb sırasında tüm kaynaklar azalır, tükenme noktasına gelir. Faiz de toplumun bereketli kaynaklarını yok eder.
Savaş sonunda ülke geri gider, hastalıklar, sakatlıklar, dul kadınlar, yetim çocuklar büyük bir sorun halinde ortada kalır. Faiz yerleşmiş toplumda veya faiz alan bir ailede de faizden vazgeçilse bile sonrasında mutlaka zararlar kalacak, toparlanmak zaman alacaktır.
✽ 'Ne zulmedin, ne zulme uğrayın' itnabtan mesel tariki cari olmayan tezyil cümlesidir.
✽ " لَا تَظْلِمُونَ وَلَا تُظْلَمُونَ Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız" buyruğunda "cinas-ı muharref" vardır. Harflerin harekeleri farklı farklıdır.
✽ Meaniden; vasıl, icab-selb, bediden tibak-ı selb vardır.
280- Borçlu darlık içinde ise varlığa kavuşuncaya kadar ona süre tanıyın, borcu bağışlamanız ise, bilseniz sizin için daha hayırlıdır.
Cenâb-ı Hakk faizin denaatini ve fecaatini anlattıktan sonra, kullarına alternatif sunuyor. İhtiyaç zamanında birbirinize borç verin. Borç verdiğiniz kimseyi sıkboğaz etmeyin. Kolaylaştırın, müddetini uzatın. Hatta gücünüz yeterse tasadduk edin. Eğer bilseniz; bunun ecr-i mesubatı ne çoktur...
Hadisi şerifte, 'sadakanın sevabı bir ise, borç vermenin sevabı onsekizdir. Zira sadaka verilenin her zaman ihtiyacı olmayabilir. Ama borç alan ihtiyaçtadır’ buyurulmuştur. İtimat kalktıkça, borç verme geleneği kalktı. Maalesef boşluğu faiz doldurdu. Bu hazin duruma borç verenlerin mağduriyeti, verdiklerini alamamaları veya zamanında alamamaları, sahtekar insanların tasallutuna uğramaları, bankaların cazip görülen teklifleri sebep olarak, borç alma yolu büsbütün kapandı. Eğri insanlar yüzünden doğru insanlara itimat edilmez oldu. İşin içine bir de enflasyon girince paranın değeri düşüyor diye, Türk parası ile borç verilemez hale geldi.
"عُسْرَةٍ" kelimesi, " اَلْعِسَارُ " lafzından alınmıştır. " اَلْعِسَارُ " mal bulamama, sıkıntıda olma, demektir.
" اَلْعِسَارُ " kişinin mülkü içerisinde, borcunu ödeyeceği bir şey bulamaması ve satması halinde borcunu ödeyebilecek bir şeyinin de olmamasını ifade eder. Bir kimsenin, satabildiğinde borcunu ödeyebileceği bir evi, bir elbisesi, vb. şeyleri var ise, o kimse sıkıntı içinde sayılmaz. Bu kimsenin geriye sadece, kendisi ve çoluk çocuğu için bir günlük yiyeceği ile, namaz için ve soğuktan-sıcaktan koruyan eşyayı bırakmaları caiz olur.
Bazı alimler borçlu kimsenin gücünün kuvvetinin yerinde olması hâlinde, alacaklıya ya da başkalarına ücret karşılığında çalışıp borcunu ödemesi gerektiğini söylemişlerdir.
Ama, değerinde satamayacağı bir malı ve bir ticâret eşyası bulunan kimsenin, başka hiçbir şeyi yoksa, onun bunu noksanıyla satması ve borcunu ödemesi gerekir.
✽ ✽ ✽
Hz. Ali’ye anlaşmalı bir köle geldi; ‘Borcumu ödeyecek gücüm yok, bana yardım et’ dedi. O da ‘Resulüllah’ın bana öğrettiği duayı sana öğreteyim mi? Bunu okumaya devam ettiğin takdirde üzerinde dağ gibi borç olsa da Allah ödemeyi nasip eder:
‘Allahümekfinî bihalâlike an harâmik, ve ağninî bifadlike anmen sivâk /Allah (cc)’ım! Bana helal rızık nasip ederek haramlardan koru. Lütfunla beni senden başkasına muhtaç etme!’
✽ ✽ ✽
Borç
✦ Bir kul Allah’ın hoşlanmadığı hususlarda borçlanmadığı müddetçe borcunu ödeyinceye kadar Allah (cc) onun yanındadır. Hadis-i Şerif
✦ Borcunu ödeme niyetinde olan hiçbir kul yoktur ki Allah (cc) ona yardım etmesin. Hadis-i Şerif
✦ Borçtan sakınınız. Çünkü o gece keder ve sıkıntı, gündüz ise zillettir. Hadis-i Şerif
✦ Nefsin arzuları uğrunda borçlanmadan sakının. Kişi borçlanınca konuşur, yalan söyler, vaad eder, sözünü tutmaz. Hadîs-i Şerîf
✦ Varlıklı olanın borcunu savsaklaması, ırzını (haysiyetine dokunacak davranışlara maruz kalmayı) ve cezalandırılmasını helâl kılar. Hadis-i Şerif
✧ Bir adam Resulullah’a gelip: ‘Ya Resulallah bana hac farz oldu. Ama borcum da var. Önce hangisini ödeyeyim diye sordu. Resulüllah (sav) ‘Önce insanlara olan borcunu öde!’ buyurdu.
✧ Birinin bize borcu varsa bunu gayet iyi hatırlarız ama bizim birine borcumuz olursa ne yazık ki fazlasıyla unutkan oluruz.
✧ Ödenmemiş bir borç alçalmadır, dolandırıcılığın başlangıcıdır.
✧ Borç ödemekten daha zor bir şey vardır: Borç almak.
✧ Paranın değerini öğrenmek isterseniz borç almaya çalışın.
✧ Can sıkıcı bir ziyaretçinin ayağını kesmek istiyorsanız ona borç para verin.
✧ Düşmanına borç verirsen onu kazanırsın; dostuna borç verirsen onu kaybedersin.
✧ Borç insanı hakiki esir haline getirmeye kafi bir sebeptir.
✧ Büyük borçlar insanları değer bilmeye değil, kin beslemeye yöneltir.
✧ Ödünç alınan son kuruşla ödenen ilk kuruş arasında tabii muazzam bir fark vardır.
✧ Borcunu azalt ki hür yaşa. Hz. Ömer
✧ Esaretin diğer bir versiyonu milletleri borçlandırmaktır. II. Abdülhamit
Kendini bilmeze pek olma yakın
Sonradan görmüşe borç etme sakın Ali Kadrî
Alacaklı, borçlunun darda olduğunu bilirse, onu hapsettirmesi ve malını istemesi haram olur. Eli genişleyinceye kadar ona mühlet tanıması gerekir.
Eğer, şüphesi varsa, onun elinin darda olduğu ortaya çıkıncaya kadar, onun başka yere gitmesini engellemesi caizdir.
Borç, ya alışverişten ya da borç para almaktan veya başka bir sebepten olur. Borçlu darda olduğunu iddia eder, alacaklı da onu yalanlayabilir.
Eğer borç alınan mal telef olmuşsa, borçlunun bu malın helak olduğu hususunda âdil iki şahid getirmesi gerekir.
Borcun tehir edilmesine karşılık herhangi bir fazlalığın alınması ha ram dır. Cahiliye döneminde bir adam borcunu ödeyemediği zaman alac aklı onun borcuna bir miktar daha ilave eder ve belli bir süre için onun ödemesini ertelerdi. Buna "Nesie fâi zi" denir. Cahiliye döneminde borcunu zamanında ödeyemeyen borçlu alacaklısının yanına kadar gelir ve "Sana şunu şunu ilave diyorum! Sen de benim borcumu ertele" derdi. Alacaklı da onun borcunu ertelerdi. İşte buna "Riba ennesie" denir.
✽ ✽ ✽
Hz. Ömer halife olduğu sıralarda, bir bayram günüydü. Herkes çocuklarına yeni elbiseler alıyordu. Hz. Ömer'in oğlunun elbisesi eskiydi. Çocuklar, Hz. Ömer'in oğlunun elbisesi eski diye onunla alay etmeye başladılar. Çocuk ağlayarak babası Hz. Ömer'in yanına geldi. Hz. Ömer oğlunun haline üzüldü. Beytü'l Mal eminini çağırarak, oğlunun durumunu anlattı, gelecek ayki maaşından bir miktar avans istedi. Beytü'l Mal emini;
- Ya Emire'l müminin, yaşayacağınızı kesin biliyor musunuz ki, hak etmediğiniz paradan istiyorsunuz? dedi. Hz. Ömer,
- Hayır bilmiyorum, bunu Allahu Teala'dan başka kimse bilemez, deyince Beytü'l Mal emini;
- O zaman ya halife! Yaşayacağınızı bilmedikten sonra ne almanız size yakışır, ne de bizim vermemiz makul olur, dedi.
Hz. Ömer söylediğine pişman oldu, Beytü'l Mal emininin sözünü beğendi. Ona hayır duada bulundu. Allahu Teala da çocuğun kalbine bir safa verdi, iç huzuruyla oradan ayrıldılar.
✽ ✽ ✽
“Sıkıntıda olana alacağınızı tasadduk etmeniz, sadaka olarak bağışlamanız, sizin için daha hayırlıdır. Çünkü, o malı başkasına sadaka olarak vermek doğru değildir."
"Hayır", dünyada güzel övgü ve şeref, âhirette bol sevabtır.
"Tasadduk"tan murad, mühlet vermektir. Peygamber (sav) "Bir müslümanın borcunu alma zamanı gelir de, borçluya yeniden mühlet tanırsa, bu para hergün için o adam namına bir sadaka sayılır" başka bir hadislerinde de 'her bir gün için iki sadaka yazılır' buyurmuştur.
Borcunu ödeyebilecek durumda olup da hainliğine ödemeyenler bu işin dışındadır. Böyle durumlarda İslâm’da onun hapsi bile gerekir. Ama borçlu gerçekten borcunu ödeyemeyecek durumdaysa, ona borcunu ödeyebilecek kadar bir genişlik tanımak, ya da tamamıyla onu infak etmek gerekir.
Bu âyet aynı zam anda İslâm mahkemelerine bu durumda olan borçlular konus unda süre tanıma emri vermektedir. Hattâ böyle durumlarda İsl âm mahkemesi o kişinin borcunun bir kısmını veya tamamını silme hakkını vermektedir.
Nitekim Allah’ın Resûlü’ne böyle borçlu olup da borcunu ödeyemeyecek kadar iflas etmiş bir adamdan bahsedildi. Allah Rasûlü hemen harekete geçerek çevresindek ilerden o adam için yardımda bulunmalarını istedi. Sonra bu adamın alacaklılarını çağırarak bu toplananlarla yetinm elerini ve daha fazla da o adamı sıkıştırmamalarını tavsiye etmiştir.
"Kendi gölgesinin dışında hiçbir gölgenin bulunm a dığı bir günde Allah’ın kendini gölgelendirmesini arzu eden bir kimse, zor durumda kalmış bir kardeşine kolaylık sağlasın veya onun borcunu indiriversin." (Taberânî)
"Dualarının kabul olunmasını, kederlerinin açılm a sını isteyen kimse borcunu ödeyemeyecek kadar zor dur umda kalmış alacaklısını bu durumdan kurtarsın." (İ. Ahmed)
"Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine kolayl ıkla ödeyebileceği zamana kadar mühlet tanıyan bir kimseye Allah da günahları sebebiyle tevbe edinceye kadar mühlet tanıyacaktır." (Taberânî)
"Böyle yapmanız halinde bu tasaddukun sizin için daha hayırlı olduğunu eğer bilirseniz..." manasındadır. Amel, ilmin (bilmenin) ayrılmaz bir vasfı kılınmıştır. Bu ifâdede, günahkârlar için şiddetli bir tehdid vardır.
"Tasaddukun, zaman tanıyıp böylece o parayı almaktan daha hayırlı olduğunu bilirseniz..."
"Rabbinizin size emrettiği şeylerin, sizin daha hayrınıza olduğunu bilirseniz..."
✽ ✽ ✽
İyi yürekli bir vezir borçlulara devlet hazinesinden borç para veriyor ve ‘Padişahımız ölünce ödersiniz’ diyordu. Bu duruma tanık olan bir adam bir gün padişaha ‘Efendimiz (sav) sizin veziriniz, muhtaçlara hazineden borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyor’ diye gammazladı. Bunun üzerine padişahın vezirine karşı kalbi bozuldu. Kendisini huzuruna çağırıp maksadının ne olduğunu sordu. Vezir, padişahı yatıştıran ve yüreğini ferahlatan şu açıklamada bulundu:
‘Padişahım söylenen doğrudur. Yalnız bunu sizin daha çok yaşamanız için yapıyorum. Bilirsiniz ki her borçlu vade dolmasın diye bakar, bunun için dua eder. Borçlular da vadesi dolmasın diye sizin ölmemeniz için dua edecektir. Borç altındakilerin duası Allah (cc) katında makbuldür. Benim maksadım sağlık ve afiyetinizdir.
"Allah'a ve Peygamberine karşı harbe (girmiş olduğunuzu) bilin" âyeti nazil olunca, Sakîfli o dört kardeş, "Hayır aksine, biz Allah'a döner, O'na tevbe ederiz. Allah ve Resûlüyle harbedemeyiz" dediler. Sermâyelerini almaya razı olarak, Muğîreoğulları'ndan sadece bunu istediler. Muğireoğulları, ellerinin darlığından şikâyet ederek, "ücretleri alıncaya kadar bize mühlet tanıyın" dediler. Onlar, mühlet tanımayı kabul etmeyince, bu âyet nazil oldu.
Ayeti kerime faiz ayetinin hemen peşinden getirildi. Borç verenin, darlıkta olup borcunu ödeyemediği halde borçluyu sıkıştırıp boğazını sıkması faizin iptal ediliş hikmetinin büyük bir kısmını ortadan kaldıracağı için, bu hikmete dikkat çekilmiş oldu.
✽ 'Eğer borçlu darda ise' cümlesinde borç, عُسْرَ 'Darlık' kelimesi ile istiare edilmiştir. Camisi; huzursuzluk, üzüntü, kederdir.
✽ فَنَظِرَةٌ اِلٰى مَيْسَرَةٍ "Ona eli genişleyinceye kadar mühlet verin" anlamındadır. Haber, inşa yerinde kullanılmıştır.Kesin olması gerektiğine işarettir.
✽ Bu sözde bir hazf bulunmaktadır. Takdiri şöyledir:
فَالْحُكْمُ نَظِرَةٌ "Hüküm, mühlet vermedir"
نَظِرَةٌ فَالْأَمْرُ "Durum mühlet vermedir"
فَالَّذِى تُعَامِلُونَهُ نَظِرَةٌ yapacak olduğunuz iş, muamele, ... mühlet vermedir." Bu icaz pek çok manayı ifade etme ihtimali olduğundan manayı çoğaltmak içindir.
✽ مَيْسَرَةُ kelimesi, اَلْعِسَارُ kelimesinin zıd manasını ifade eder (tibakı icab), zenginlik anlamına gelir, mef’ale veznindendir.
✽ 'Sadaka olarak bağışlamanız" kevn-i lahıktır. Borcunuzdan vazgeçip onu gözden çıkarmanız ve içinizden onu sadaka niyetiyle almamaya karar vermeniz anlamındadır.
✽ 'Bu sizin için daha hayırlıdır' lazım, sevabı daha çoktur melzum.
✽ 'Eğer bilirseniz' şartının cevabı zikredilmedi, icaz-ı hazıf vardır. Muhatapça malum olduğu için, fazla sözden sakınmak için, umum ifadesi için ve faydayı çoğaltmak içindir. Yani, size, topluma, borçluya, ailesine olan faydasını, borçlunun bu iyilik karşısında ne kadar dine yaklaşacağını, yüreğinin, psikolojisinin rahatlayacağını, ailelerin ne kadar huzura ereceğini, bağışlamayıp o borcu illa alırsanız bunun yolaçacağı gerginliği, sıkıntıları tam olarak anlayabilseniz, sadaka olarak o borcu bağışlar, almazsınız.
Bir günden sakının ki, onda Allah’a döndürüleceksiniz, sonra herkese hak ettiği tam olarak verilecek ve onlara haksızlık edilmeyecektir.