Sureler

Göster

Bakara Sûresi 186. Ayet

وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادٖي عَنّٖي فَاِنّٖي قَرٖيبٌؕ اُجٖيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِۙ فَلْيَسْتَجٖيبُوا لٖي وَلْيُؤْمِنُوا بٖي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ

186- Kullarım sana Beni sordukları vakit, Ben muhakkak onlara çok yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasını kabul ederim. Onlar da benim davetime koşsunlar. Bana iman etsinler ki doğru yolun yolcusu olabilsinler.

 

Cenâb-ı Hakk dua şartları yerine getirildiği müddetçe duaları kabul eder. Çünkü birinden bir şey isteyince ya yoktur vermez ya da cimridir vermez. Ama Yüce Allah hem her şeyin sahibi hem de cömert.

Duamız kabul olmuyorsa bizim eksikliğimizden; şartlarını kuşanmamışız demektir. İsteme şeklimiz düzgün olmayabilir, gafil kalple, haram yiyerek, lakayt biçimde dua etmişizdir. Tazarru niyaz ile, el açıp boyun bükerek, O’nun büyüklüğünü, Resûlünü, Kitabını bilfiil tasdik ederek yalvarmamışız, O’nun buyruklarına icabet etmemişiz demektir.

Onu gazaplandırıp hükümlerine boyun eğmeden mecbur tutarak yapılan duaların kabule şayan olmadığını biliriz. Cahilane değil mürşidane, gafilâne değil duyarlı, şüpheyle değil imanlı, isyanla değil itaatli dua etmeliyiz ki dua makbul olsun. Kulluk vasıflarımızı gözden geçirmeliyiz ki Mabudumuza duaya yüzümüz olsun, duamız kabul olsun.

Allahu Teâlâ, duadan önce medhü senanın gerektiğine dikkat çekmek için ilk önce tekbiri emretmiş, sonra da dua etmeye teşvik etmiştir.

Kullarım sana benden sordukları zaman Ben muhakkak onlara çok yakınım.

‘Sana benden sordukları zaman’ cümlesinin zahiri manası, ashâb-ı kiramın Hz. Peygambere ﷺ, Allahu Teâlâ hakkında soru sorduklarını gösterir. Bu soru, Allah’ın zâtı, sıfatları veya fiillerine dairdir.

Bunun cevabında gelen ‘Ben yakınım’ cümlesi, kulların, Allah’ın kendilerine uzaklığı veya yakınlığını sorduklarını göstermektedir. Bu cevapta, diğer âyetlerde gelen sorulara verilen cevaplarda olduğu gibi,

‘قُلْ / De ki’ lafzı kullanılmamıştır. Yüce Allah kullarına son derece yakın olduğunu, kendisinden bir şey isteyen ihtiyaç sahipleri ile, kendisi arasında herhangi bir vasıta olmaksızın isteklerine cevap verecek şekilde onlarla beraber olduğunu bildirmek için, cevabı bizzat kendisi vermiştir. Bu da dua etmenin büyüklüğüne delâlet eder.

‘Ben yakınım’ cümlesi bir temsildir. Allahu Teâlâ’nın kullarının fiillerini, sözlerini tam bir şekilde bildiğini, onların hallerine tam olarak vakıf ve muttali olduğunu gösteren bir benzetmedir. Bu hal, onlara çok yakın olan kimsenin durumuna benzetilmiştir.

Bu yakınlıktan maksad, Allahu Teâlâ’nın, duaları işitmesi ve yalvarıp yakarmalarını görmesi bakımından bir yakınlıktır. Yakınlığın lazımı murad edilmiştir.

Sanki Allahu Teâlâ şöyle demiştir: ‘Ey kulum sen dua dışında, daima vasıtaya, aracıya muhtaçsın. Fakat duada Benimle aranda herhangi bir vasıta yoktur.’

‘Kullarım’ izafeti, kulun Allah’a ait olduğunu; ‘Şüphesiz ki Ben onlara çok yakınım’ cümlesi Allah’tan hep hayır geldiğini gösterir.

Allahu Teâlâ ‘Kulum bana yakındır’ buyurmamış, ‘Ben ona yakınım’ buyurmuştur. Buradaki incelik şudur: Kul ‘mümkinü’l vücud’dur. Ademin (yokluğun) merkezinde ve fenanın (yokluğun) zirvesindedir. Onun Allah’a yaklaşması mümkün değildir.

Ancak Allahu Teâlâ, fazlı ve rahmeti ile kullarına yaklaşmaya kadirdir. Yaklaşma; Hakk Teâlâ’dan kula doğru olur, kuldan Hakk’a doğru olamaz. Bu nedenle Allahu Teâlâ ‘Ben yakınım’ buyurmuştur.

Dua edenin zihni, Allah’tan başkasıyla meşgul oldukça, dua etmiş olmaz. İnsan her şeyden vazgeçince, mârifetullaha dalar. Aradaki vasıtalar tamamen kalkınca, yakınlık meydana gelir. Kul, nefsinin maksatlarına iltifat ettikçe, bu maksatlar onu Allah’dan alıkoyar. Ancak dua, Allah’a yakınlığı ifade eder. Bu sebeple ibâdetlerin en üstünüdür.
 

Allah'a yakınlık

Muhakkak ki ben, korkumdan kalbi kırık olan ve lütfumu gözleyenlerin yanındayım. Hadis-i Kudsi

Kim iyilik yaparsa onun için yaptığı iyiliğin on misli yahut daha çok sevap vardır. Kim bir kötülük işlerse, kötülüğün cezası yaptığı tek kötülüğün cezasıdır, yahut onu bağışlarım. Kim ibadetle bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zira (arşın) yaklaşırım. Kim bana bir zira yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben de ona koşarak giderim. Kim bana ortak koşmaksızın arz kadar günahla bana kavuşursa, ben de ona günahı kadar mağfiretle mülaki olurum. Hadis-i Kudsi

Bir derviş, başını Kâbe’nin eşiğine koymuş, inliyordu:

Ey bağışlayan, esirgeyen Rabbim! Çok zalim, pek cahil olan insandan sana layık ne beklenir bilirsin! Kulluğumdaki eksiklikler için özür dilemeye geldim. Çünkü ibadetime güvenim yok. Arifler ibadetlerindeki kusurlar için istiğfar ederler. Asilerse günahları için tevbe ederler. Abidler ibadetlerinin mükâfatını, tacirler mallarının pahasını isterler. Ben kulun, ibadetimi değil, ümidimi getirdim. Ticaret için değil, dilenmek için geldim. Benim hakkımda sana yakışanı yap, bana layık olanı değil!

Öldürsen de, bağışlasan da yüzüm gözüm senin eşiğindedir. Kölenin hükmü olmaz. Sen ne buyurursan ben onu yaparım.

Rabbim! Ben ‘İbadetimi kabul eyle’ demiyorum. ‘Affının kalemiyle günahımı sil’ diyorum!

Allah ile insan arasındaki en büyük iki perde: İnsanın kendi nefsini düşünmesi, kendi gibi aciz bir kuldan yardım beklemesidir.

Bunlar avamın hicabıdır. Havassın hicabı birdir. Amellerini, iyi hareketlerini görmek ve onlardan sevap, mükâfat beklemektir.
 

Dua edenin duasına icabet ederim

Bu cümle, önceki cümlenin beyan-ı tefsiridir. ‘Ben yakınım’ buyurduktan sonra bu yakınlığın nasıl olacağını ‘Dua edenin duasına icabet ederim’ buyurarak açıklamıştır.

Duanın kabulüne ‘icabet’ denmiştir. أُجِيبُ, ‘Dinliyorum, işitiyorum’ demektir. İşitme ile icabet arasında mülâzemet (birbirini gerektirme) vardır. Bundan dolayı, işitmek ile icabet etme kelimeleri birbirlerinin yerine kullanılırlar.

‘سَمِعَ اللهُ لِمَنْ حَمِدَهُ / Allah hamd eden kişiyi duydu’ demek ‘Allah ona icabet etti (hamdini kabul etti)’ manasınadır; aynı şekilde, ‘Dua edenin duasına icabet ederim’ demek, ‘Onun duasını işitirim’ demektir.

Duaya icabet edilebilmesi için şunlar gereklidir: Sahih iman ile Allah’ın emirlerini kabul etmek, itaat etmek, namaz, oruç, zekât, hac ve benzeri ibadetleri yerine getirmek. Çünkü kul Allah’ın kendini çağırdığı şeye icabet ettiği takdirde, O da onun dualarına icabet eder.

Bu âyette ‘Dua’dan murad, günahlardan tevbe etmek, duaya icabet de, tevbeyi kabul etmektir.

‘Dua’dan murad ibâdettir. Çünkü “Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim. Bana ibâdet etmekten büyüklenenler hor ve hakir olarak cehenneme girecekler” (Mü’min, 60) âyeti de bu manaya delâlet eder. Allah’ın duaya ‘icabet’i, itaat edenlere mükâfat vermesidir.

Allah ﷻ, duayı emretmekle yetinmemiş, bir başka âyette, kendisinden bir şey istenmediği zaman gadablandığını belirterek, “Onlar, kendilerine bizim azabımız geldiği zaman yalvarmalı değiller miydi? Fakat onların yürekleri katılaşmış, şeytan da yapmakta oldukları şeyleri onlara süslü göstermiştir” (Enam, 43) buyurmuştur.

Oruç hükümleri arasında duaya teşvik eden âyetin zikredilmesinde, oruç bittikten sonra, iftarda dua etmeye teşvik vardır. Resûlullah ﷺ şöyle buyurmuştur: ‘İftar anında oruçlunun yaptığı dua reddolunmaz.’

Abdullah b. Ömer (r.a) iftarda şöyle dua ederdi: ‘Ey Allahım! Her şeyi kuşatan rahmetin ile, Senden beni bağışlamanı istiyorum.’


Dua

‘Dua’ masdardır, sonradan isim yerinde kullanılmıştır. Masdar bazen isim yerinde kullanılabilir. ‘رَجُلٌ عَدْلٌ / âdil adam’ demeleri gibi.

Duanın hakikati, kulun Rabbinden, inayet ve yardım talep etmesidir. Dua’dan maksad, kulluğu, zilleti, kalbin kırıklığını ve tamamen Allah’a yönelişi, razı olmayı ortaya koymadır. Bu, en büyük kulluk makamıdır. Daha önce maslahat olmayan (yani kulun yararına olmayan) şeyin, dua vesilesiyle maslahata dönüşmesi mümkündür.

‘Dua’ tevhid ve Allah’a medhü senadır. Kul, ‘Ey kendisinden başka ilâh olmayan Allah’ım...’ deyince dua etmiş olur.

Dua edenin imanı artar. Çünkü duasına icabet eden biri olduğuna inanarak yalvarmaktadır. “De ki: ‘Sizin duanız olmasaydı, Rabbim size ne değer verirdi?” (Furkan, 77)

Küçük kasabada caminin tam karşısında arazisi olan adam, bir gece kulübü inşa etmeye başladı. İmam ve cemaat buna şiddetle itiraz ediyordu. Ancak mal sahibinin kendi arazisi üzerine nasıl bir iş yeri açacağına da yasal olarak karşı çıkamadılar. Tek yapabildikleri imamın öncülüğünde bu gece kulübü için her gün beddua etmekti. İnşaat ilerledi ve açılışa birkaç gün kala, şiddetli bir yıldırım düştü. Gece kulübü yerle bir olmuştu.

Cemaat bu olaydan büyük memnuniyet duymuştu. Ama gece kulübünün sahibi, camii imamının ve cemaatin bu hasardan doğrudan sorumlu olduğu iddiasıyla tazminat davası açtı. İmamı ve cemaati savcılığa verdi. Cemaat buna şiddetle itiraz etti. Olayın kendi dualarından dolayı meydana geldiği iddiasını kabul etmedi.

Gerekli belgeler tamamlanıp mahkeme günü geldiğinde hakim dosyayı dikkatle inceledi. Ve taraflara dönüp ‘Bu konuda nasıl bir hüküm vereceğimi bilmiyorum. Ancak dosyadaki tutanaklara bakarsak ortada tuhaf bir durum var: Taraflardan biri duanın gücüne inanan gece kulübü sahibi, diğeri ise duanın gücüne kesinlikle inanmayan imam ve cemaati…’
 

Duanın Kabul Edilmediği Durumlar:

Allahu Teâlâ “Dua ettiği zaman, dua edenin duasına icabet ederim” ve “Darda kalan, kendisine dua ettiği zaman ona (Allah’tan başka) icabet eden var mıdır?” (Neml, 62) buyurmuştur. Ancak çok yalvarıp yakaran kimseler var ki dualarına icabet edilmediği görülür.

Bir başka âyet de mukayyed olarak gelmiştir: “Hayır, sadece O (Allah’a) dua edersiniz. O da dilerse, dua ettiğiniz şeyi (belâyı) açar (giderir).” (Enam, 41) Bu âyet, icabeti Allah’ın dilemesiyle kayıtlamıştır.

Dua eden kimsenin, istediği şey kadere uygun ise, olur. Eğer ilâhi kazâ ve kadere uymuyorsa, Cenâb-ı Allah o kimsenin kalbine bir sekînet, göğsüne bir genişlik ve tahammülünü kolaylaştıracak bir sabır verir. Bu da, icabet çeşitlerindendir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ‘Müslümanın duası, günah veya sılayı rahmi koparma hususunda olmamak şartıyla şu üç şekilden biri ile kabul edilir: Ya dünyada istediği peşin verilir veya onun için (mükâfat) ahirete saklanır veyahut da yaptığı dua kadarı ile kendisinden bir belâ ve kötülük giderilir.’ (Akrabalık bağını kesmenin kapsamına, bütün müslümanların hakları ve yapılan her tür haksızlık dahildir.)

Çünkü Allahu Teâlâ, “Bana dua edin ki size icabet edeyim” (Mü’min, 60) buyurmuş. ‘Ben size derhal icabet ederim’ dememiştir. Ahirette de olsa duasını kabul ettiği zaman, ilâhî vaadi tahakkuk eder.

İbni Atâ’ya göre ise duanın kabulü için dört tane şartı vardır:

1- Tek başına kaldığı esnada kalbini muhafaza etmek

2- İnsanlarla birlikte iken dilini muhafaza etmek

3- Helâl olmayana bakmaktan gözünü muhafaza etmek

4- Midesini haramdan muhafaza etmek.

Duanın kabul vakitleri: Seher vakitleri, oruç açma zamanları, ezan ile kamet arası, Çarşamba günü öğle ile ikindi arası, sıkıntı ve zaruret halleri, yolculuk ve hastalık hali, yağmurun yağdığı vakit, Allah yolunda düşmana karşı durulduğu zaman...

Öyleyse bana icabet etsinler ve iman etsinler.

Allah ﷻ ‘Ben, her hâlükârda senden müstağni iken, duana icabet ediyorum. O halde, her bakımdan Bana muhtaç olduğuna göre, sen de Benim davetime icabet et’ buyurmuştur.

Allahu Teâlâ, ‘Sen benim duama icabet et ki, senin duana icabet edeyim’ dememiştir. Eğer böyle deseydi ‘bana icabet etsinler..’ şeklinde değil, ‘Benim davetime icabet etsinler’ şeklinde olurdu.

Bu ifade, Allahu Teâlâ’nın kuluna icabet edişinin, Onun lütfu olduğuna; kulun itaatine bağlı olmadığına ve kulun ibâdet ile meşgul olmasından önce olduğuna bir tembihtir.

Kulun Allah’a icabeti, O’na itaat etmesi, boyun eğip teslim olmasıdır.

Allah’ın kuluna icabeti ise, kulun istediğini vermesidir.

el-Karîb, el-Mucîb

Karîb, kul ile Rabbi arasında bir mesafe olmadığı anlamına gelir. Allah’ın ﷻ yakınlığı bir mesafe ifade etmez. Zira mesafe, bir sınırın olmasını gerektirir. Oysa Allah ﷻ için bir sınır yoktur.

Karîb, bütün varlıklara ilmiyle, dua edenlere de dualarını kabul etmekle yakın olandır.

Allah’ın ﷻ kullarına yakınlığı iki türlüdür:

1- Genel yakınlık: Allah’ın ﷻ bütün eşyalara ilmiyle yakın olmasıdır. O, insanlara şah damarlarından bile daha yakındır. Bu, Allah’ın genel sevgisi anlamına gelir.

2- Özel yakınlık: Kendisine dua edenlere ve kendisini sevenlere gösterdiği yakınlıktır. Bu, daima sevgiye, yardıma ve desteğe vesiledir.

‘Mucib’, جَوَبَ kök fiilinden türeyen ism-i fâil olup, ‘cevap veren’ anlamındadır. Bu kelime aynı zamanda kesmek, biçmek ve oynamak anlamlarına da gelmektedir.

Eğer icabet bu anlamda kabul edilirse bu durumda mucib, kesen anlamına gelir. Yani, Allah ﷻ kendisi ile dua edenlerin arasını ‘kabul ile’ keser, duayı hemen kabul edip, imdadına yetişir.

‘Mucib’ ismi genellikle ‘Karîb’ ismiyle zikredilir ve ‘Karibun mucib’ veya ‘Mucibu’d dua’ denilir. ‘Mucibu’d davetil muztarrin’ (Çaresizlerin dualarını kabul eden), isteyene istediğini veren demektir. Allah’tan ﷻ başka kimsenin gücü buna yetmez.

Bu ismin gereği olarak, Müslüman daima Allah’a ﷻ muhtaç olduğunu bilmeli, yalnız O’na dayanıp güvenmelidir. O’nun duaları işittiğini, başına gelen musibetleri bildiğini, sıkıntı ve zorluklardan haberdar olduğunu unutmayıp, ümitsizliğe kapılmamalıdır. Dualarında kendisini Allah’a ﷻ yaklaştıracak şeyler istemelidir. Bunun yanında itaat ve ibadete çağıran her davetçiye de icabet etmelidir.

“Umulur ki doğru yolu bulurlar.”

‘Onlar Bana icabet edip iman ettikleri zaman, dinî ve dünyevi menfaatlerine yol bulurlar.’

Doğru yolu bulmanın sebebi, Allah’a iman etmektir.
 

... لَعَلَّ

Kur’ân-ı Kerîm’de emir fiilden sonra gelen لعَلََّ edatı, talil (yani sebep gösterme) anlamındadır.

Kur’ân’da insan nefsine ağır gelen bir teklif zikredilince, âyetin sonu genellikle ‘لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ / sakınasınız diye’ şeklinde biter.

Bir teklifte kolaylık bildiren bir hüküm zikredilince, ‘لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ / şükredersiniz diye’ şeklinde biter. el-Bahru’l Muhît

 

Sebeb-i Nüzulü

‣ Bir bedevi Hz. Peygambere ﷺ gelerek, ‘Rabbimiz yakın mı; O’na sessizce yakarışta bulunalım, yoksa uzak mı, O’na yüksek sesle yalvarıp yakaralım?’ dedi. Allahu Teâlâ da bu âyeti indirdi.

‣ Hz. Peygamber ﷺ, ashabıyla beraber tehlîl, tekbir ve dua seslerini yükselttikleri bir gazvede bulundu. Bunun üzerine Efendimiz ﷺ ‘Siz işitmeyen ve burada olmayan birine dua etmiyorsunuz; siz ancak, her şeyi duyan ve size yakın olan Rabbe dua ediyorsunuz’ buyurdu.

Sahabe-i kiram, Hz. Peygamber’e, ‘Hangi saatte, nasıl Allah’a dua edelim?’ diye sorduklarında, Allahu Teâlâ bu âyet-i kerimeyi indirmiştir.

‣ Medine yahudileri, ‘Ey Muhammed, senin Rabbin bizim dualarımızı nasıl işitir?’ dediklerinde, bu âyet-i kerime nâzil oldu.

‣ “Sizden öncekilere farz kılındığı gibi...” (Bakara, 183) âyeti, uyuduktan sonra yemeyi haram kılmıştı. Bazı sahabeler yemek yiyip, akabinde pişman olarak tevbe ettiler ve Hz. Peygamber’e, ‘Allahu Teâlâ tövbelerimizi kabul eder mi? Nasıl tevbe edelim?’ diye sordular. Allahu Teâlâ da tövbelerini kabul edeceğini ve oruçtaki bu güç hükmü kaldırdığını bildirmek için bu âyeti indirmiştir.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

Bu âyette şöyle bir işaret vardır: Havassü’l has olan kullarım, hususiyetle Benden sorsun, gayrıdan sormasın. Ben onlara lütfumla yakınım, hatta kendilerinden daha yakınım. “And olsun ki insanı biz yarattık; nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz; Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16)  اُجٖيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِۙ Yani benim sıfatım dua edenin duasını kabul etmemdir.

 فَلْيَسْتَجٖيبُوا لٖي Benim onların dua ettiklerinde kabul ettiğim gibi, onlar da bana icabette benim sıfatımla mevsuf olsunlar.

وَلْيُؤْمِنُوا بٖي İcabetime inansınlar. ‘بِي / Bana’, talep anlamındadır. Beni talep etsinler. Benden gayrıyı talep etmesinler.

 لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ İstediklerinde bana yönelip gayrıdan istememeleri için.

“Sana ganimetlerin taksiminden soruyorlar. De ki: ‘Ganimetlerin taksimi Allah’a ve Resûlüne aittir. Onun için siz gerçekten iman etmişseniz, Allah’tan korkun, birbirinizle aranızı düzeltin, Allah ve Resûlüne itaat edin!” (Enfal 1)

“Bir de sana ruhtan soruyorlar, de ki: Ruh Rabbimin emrindendir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.” (İsra, 85)

Cenâb-ı Hakk icabetini vaad ettiği halde “Rabbiniz: ‘Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim. Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir’ buyurmuştur.” (Mü’min, 60) bazı duaların kabul edilmeyişi nedendir, denirse:

Cevap: Bazı dualar, duanın erkan ve şartları terk edildiği için kabul olmaz. Çünkü duanın müstecab olmasının sebep ve şartları vardır.

Bunların birçoğu umumidir, daha önce geçmişti.

Bir kısmı hususidir. Bunlar tezkiye ve tahliyedir. İcabet dua edenin tezkiyesine (temizliğine) bağlıdır. Öncelikle dua edenin bedenini temizleyip ıslah etmesi gerekir. Özellikle helal lokma ile.

Dua gök kapılarının anahtarıdır. Dişleri ise helal lokmadır.

Hadis-i Şerif’te şöyle buyruldu: ‘Kişi uzun sefer yapar, toz toprağa bürünür. Elini semaya kaldırıp dua eder. Ama yediği haram, giydiği haram, gıdası haram. Bunlarla nasıl duası kabul olur?’

Kişi beşeri sıfatlardan, ahlâk-ı zemimelerden nefsini temizleyip, arındırırsa duası kabul olur. Çünkü bu icabetin aslıdır. Aksi halde dua yolu kesilir.

Hadis-i Şerif’te ‘Allah temizdir, temizi kabul eder’ buyruldu.

Nefsini, nefsani ve ruhani alaka paslarından arındırmak, zikirlerle saflaştırmak, Rabbani nurlar ile ahlâkını nurlandırmak, duayı Allah’a yükselten yakınlık sebepleridir. “Her kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamiyle Allah’ındır, ona hoş kelimeler yükselir onu da ameli sâlih yükseltir, kötülükler kuranlara gelince onlara şiddetli bir azab vardır ve onların tuzakları hep tarumar olur” (Fatır, 10) buyrulduğu gibi.

Ruhunu gayrıya iltifat kirinden temizle ki Hakk’ın lütuf nefhalarına kavuşsun. Duada Hakk’a teveccühle şirk hamiyetinden sırrını tezkiye et. Hak’tan gayrıya değil, Hakk’ı talep için dua et ki duana icabet olsun.

‘Bana dua ettiği zaman’ beni taleb ettiği zaman, demektir. “Rabbiniz: “Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim” buyurdu. (Mü’min 60)

“Onlar mı daha hayırlıdır, yoksa bir sıkıntısından dolayı kendisine dua ettiği zaman darda kalan bir kuluna icâbet edip, ondan fenâlığı gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan Allah mı? Allah ile beraber (başka) bir ilâh mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz!” (Neml, 62)

Muzdar, Allah’tan gayrı talep edecek kimsesi olmayan demektir. Allah’ı talepte Allah’tan talep edip Allah’dan gayrıdan talep etmeyendir.

Bu şartlardan bazılarında şaşıran kimsenin duası kabul olmaz. Çünkü duanın rükünleri eksiktir. Namazın rükünlerini tam yapmayan kimsenin de duası kabul olunmaz. Ancak Allah, fazlı ve keremiyle dilerse kullarının amellerini, eksiklerini tamir edip tamamlar.

İşin hakikatı; Allah’ın fadlı kullarının amellerinden öncedir. Zira o istemeden önce verir. Her tür istek ve muratlarını da kabul eder.

 

Belagat

• Bu cümle, önceki âyete atıftır. O âyet-i kerime ‘Sayılı günü tamamlayasınız, Allah’ı tekbir edesiniz,umulur ki şükredersiniz’ şeklinde, muhatap zamiriyle gelmişken, bu âyet-i kerime Nebi’ye ﷺ hitaba dönmüştür. Çünkü o tebliğ makamındadır.

• أجُِيبُ دَعْوَةَ الداعِ إِذَا دَعَانِ buyruğunun ‘Dua edin, size icabet edeyim’ şeklinde gelmesi muktezayı zahire muvafık olan şeklidir. Ancak bu ifade, Nebi’nin ﷺ şanını tazime zarar veren bir hitap olurdu.

• إِذَا سَاَلَكَ şeklinde, şartın sual fiiliyle gelmesi, beliğ insanların kelamında, şartın sonrasında zikredilecek konunun ihtimamını ifade eder.

• فَاِنّٖي قَرٖيبٌ cümlesinde, ‘De ki, Ben yakınım’ buyrulmamış, Nebi’nin ﷺ vasıtalığı kaldırılarak dua esnasında kulun Rabbine yakınlığına işaret edilmiştir.

Yine bu cümlede tekide ihtiyaç duyulmuştur. Çünkü Allahu Teâlâ’nın gözle görülmediği halde yakın olduğunu bildirmesi, garib (duyulmamış, farklı) bir haberdir.

Bu cümle, Allah’ın duaya icabet etmesinin, kullarına bir fazlı olduğunu, her duanın icabeti iktiza etmediğini gösterir. Çünkü şart burada cevabı suale bağlamak içindir. Duayı icabete bağlamak için değildir. Çünkü ‘Eğer dua ederseniz icabet ederim’ buyurmamıştır. İcabet kabul etmekten ziyade cevap vermektir.

‘Dua eden dua ettiği zaman, onun duasına icabet ederim’ buyrulmuş. Reddü’l aciz alessadr ve iştikak-ı sağir.

• İcabetin aslı, çağıran bir kimsenin yanına varıp, ona yönelerek, ‘Efendim, buyur’ şeklinde ona cevap vermektir. Sonra meşhur bir mecaz olarak, bir şey isteyenin talebini yerine getirme anlamında kullanılmıştır.

• فَلْيَسْتَجٖيبُوا لٖي emri, وَلْيُؤْمِنُوا بٖي emrine imtisal etmeyi ifade eder. İlk emir onu yapmayı, ikinci emir de ona devam etme manasını taşır.

Atfedilen şeylerin birbirinden farklı olması gerekir. Burada icabetin imana atfı, önemine binaen hususi olanın umumi olana atfı kabilindendir.

Bakara Sûresi 187. Ayet

اُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ الرَّفَثُ اِلٰى نِسَائِكُمْؕ هُنَّ لِبَاسٌ لَكُمْ وَاَنْتُمْ لِبَاسٌ لَهُنَّؕ عَلِمَ اللّٰهُ اَنَّكُمْ كُنْتُمْ تَخْتَانُونَ اَنْفُسَكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ وَعَفَا عَنْكُمْۚ فَالْـٰٔنَ بَاشِرُوهُنَّ وَابْتَغُوا مَا كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْࣕ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الْاَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الْاَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِࣕ ثُمَّ اَتِمُّوا الصِّيَامَ اِلَى الَّيْلِۚ وَلَا تُبَاشِرُوهُنَّ وَاَنْتُمْ عَاكِفُونَۙ فِي الْمَسَاجِدِؕ تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ فَلَا تَقْرَبُوهَاؕ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ اٰيَاتِهٖ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ

187- Oruç tuttuğunuz günlerin gecelerinde, kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için, siz de onlar için birer elbisesiniz (fenalığa karşı koruyan örtüsünüz). Allah nefsinize karşı zaaf göstermekte olduğunuzu bildi ve bunun için tevbenizi kabul etti, sizi bağışladı, artık onlara geceleri yaklaşabilirsiniz. Allah’ın size yazıp takdir ettiği (üremeyi) dileyin ve sabahın beyaz ipliği siyah ipliğinden seçilinceye kadar orucu tamamlayın. Fakat mescitlerde itikaf halindeyken kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allah’ın sınırıdır sakın o sınıra yaklaşmayın. Allah âyetleri böylece açıklar ki, yasaklardan korunsunlar.

 

Dinimiz sadece İslâm’ın beş şartını yerine getirmekten ibaret değil. O beş şart İslâm binasının sadece direkleri; binaya duvar lazım, taban lazım, tavan lazım, iç mimari, dış mimari lazım. İslâm binası da itikat, ibadet, ahlâk temeli üzere oturan farz, vâcib, sünnet, mendup görevlerle yükselen bir bina. Ahirete yönelik olanları varsa da asıl dünyamızı, yaşantımızı, huzurumuzu sağlayan hükümlerle doludur. Bunlara dinin muamelat kısmı denir. Kur’ân’da, insanlarla olan ilişkileri düzenleyen, günlük hayatı kolaylaştıran, psikolojik durumu göz önünde bulunduran, iç ve dış dünyayı ıslah edip fesatlardan kurtaran yüzlerce hüküm vardır. Rabbimiz insanı ahseni takvim olarak mahlukun en şereflisi olarak yaratmış, gözünün önüne bir kainat kitabı, bir de konuşan vahiyle gelen kitap açmış. Bu kitapta ‘Oku, öğren, yaşa, imtihanını güzel ver ve gerçek hayata, ebedi huzura kavuş’ denmiş âdemoğluna. Yüce kitabında imana, ahlâka, muamelata, günlük hayatın her meselesine yer vermiş. Ta ki yanlış bir iş yapıp da zarara uğramasın, zahmet çekmesin. Onun için Kur’ân-ı Kerime ‘kulluk kitabı’ denilir.

Bir kul bütün hareket ve sekenatında nasıl muamele edeceğini Yaratıcısına sorsun, O’nun kitabından öğrensin diye 23 senede âyetleri aheste aheste, sindire sindire, sebepler zincirine mutabık olarak inzal buyurmuş.

Bu âyet de muamelata yönelik bir müşkülü çözmek, bir zorluğu kolaylaştırmak için nazil olmuş. Ramazan gecelerindeki ailevi ilişkilerin sınırını çizip ümmeti rahatlatmış, geçmişte yapılan hataları affedip yeni hüküm bildirmiş. Eşleri birbirini örten, koruyan, hıfz eden örtüye benzetmiş. Nefsin serkeşliğinden koruma amaçlı sahura kadar yiyip içmeyi, cinsel yakınlığı helal kılmış. Yalnız itikafa girenlere cinsel yakınlık yasaklanmış. Ta ki; Rabbiyle baş başa kaldığı sayılı günlerde konsantresi bozulmasın, işin içine nefis girmesin. Huşu, hudu, kalp huzuru zedelenmesin. Ramazanın son on gününde mescidde itikaf eden Resûlullah’a ﷺ ittiba edebilsin.

Bu konunun hududu da bu âyetle belirlenmiş, artık o hududa yaklaşmamak, haddi aşmamak, takva üzere olmak, her konuyu kulluk kitabına, Efendimizin ﷺ hitabına uygun yapmakla yükümlüyüz.


          ✽     ✽     ✽
 

‘لَيْلَةَ الصِّيَامِ / oruç gecesi’ ifadesiyle, ‘oruç tutulan geceler’ manası kastedilmiş, müfred kelime, cemi manada kullanılmıştır.

‘الرَّفَثُ / Refes’ kelimesinin aslı, kötü söz söylemektir. Sonra ‘cima’ manasına gelen sözlerin kadınların yanında söylenmesine isim olarak verilmiş, cima ve cima ile ilgili şeylerden kinaye edilmiştir.

‘Refes’ kelimesi افضاء / katılıp, karışmak manasını tazammun ettiği için الى harfi ceriyle müteaddi olur. (Tazmin)

İbni Abbas Hazretleri, refes’in cima hakkında kullanılması için şöyle demiştir: Allahu Teâlâ halim ve kerim olduğu için açıkça zikretmek yerine kinaye ile getirmiştir.
 

Eşler Birbirinin Elbisesidir.

‣ Eşler birbirini başkalarının nazarından korur.

‣ Eşlerden her biri diğerini, ‘Kim evlenirse, dininin üçte ikisini korumuş olur’ hadisinde buyrulduğu gibi, helâl olmayan şeylerden korur.

‣ İnsan kendi elbisesini, nasıl kendisine tahsis ederse, hanımını da kendi nefsine tahsis eder. Elbisesinde olduğu gibi, bedenini karısının bedenine bitiştirmeye lâyık bulur.

‣ İnsan elbisesi vasıtasıyla soğuktan, sıcaktan ve birtakım zararlardan korunduğu gibi, Allah ﷻ eşi vasıtasıyla, olabilecek birçok kötü durumdan onu korumaktadır. Eşi bulunmasa o bozuk taraflar ortaya çıkacaktı.

‣ Karı-koca sarıldıklarında, her biri diğeri için, adeta üzerine giydiği bir elbise gibi olur.

‣ Elbise temiz olmalıdır. Eşler de temiz olmalı; kadın afife, erkek iffet sahibi olmalıdır.

‣ Eğer kadınlar, erkekler için örtü olacaklarsa, kız çocuklarını çok iyi eğitmek zorundayız. Erkekleri örtecek, koruyacak biçimde hem onları, hem de erkek evlatları eğitmeliyiz. Yani verdiği kararlarda, uygulamalarda, cennet yolunda ne kadın erkeğe ayak bağı olmalı, ne de erkek kadına ayak bağı olmalı.

Eğer kadın erkeğe, erkek kadına dini yaşama hususunda ayak bağı olmaya başlamışsa, bu bizim onlara gerekli eğitimi, gereken önemi vermediğimizden kaynaklanır.

Kadınlarına gereken ilgiyi göstermeyen insanlar, Allah’ın istediği biçimde İslâm’ı yaşayamazlar. Kadınlarını Allah’ın istediği şekilde eğitmeyen erkeklerin kadınları da kesinlikle cenneti bulamazlar.

‣ Elbisenin rengine, desenine, dokusuna, yumuşaklığına, sağlamlığına dikkat ettiğimiz gibi eşlerimizin de dinine, ahlâkına, faziletine dikkat etmeliyiz.

‣ İnsan başkalarına elbisesi ile görünür, kendisini elbisesi ile tanıtır. Elbisenin temizliği, sağlamlığı, rengi ve şıklığı, dış dünyaya mesaj verir. Elbisenin güzelliği insanın kendini önemsediğini ve önemli olduğunu gösterir. Kirli, pejmürde, dağınık, yırtık bir elbise kişinin kendine değer vermediğini ifade eder. Elbise, kişinin kimliğini ortaya koyar. Elbisedeki her kusur, sahibine mal edilir.

İnsanın eşi de, kimliğidir. Onu yıpratırsa, bakımını ihmal ederse, perişan ederse, önce kendine zarar vermiş olur. Kişiliğini kaybeden, öz güvenini yitiren, değer verilmeyen bir eş, sadece onu değil, insanın kendini de önemsemediği anlamına gelir.

‣ Elbise insanı hem güzelleştirir, hem de saklanması gereken yerleri örter. Bir nevi elbisesi kişinin sırdaşıdır. En gizli saklı yerlerine dokunur ama başkasına göstermez. Eşlerin de kusur ve ayıpları, hata ve zaafları birbirine açıktır. Birbirleri hakkında başkalarının bilmediklerini bilirler. Elbise, bu ayıpları ayıplamak için değil, örtmek, saklamak, ortadan kaldırmak için vardır. Eşinin hata ve kusurlarını saklayıp örtmek yerine, daha da büyütüp ortaya çıkarmaya çalışan kişi, eşinin elbisesi olamaz.

‣ Hiçbir elbise paketinde kalsın diye dikilmez. Elbiseler insanlar giyince değer kazanır. İnsan elbiseyi giyince, elbise de insanı giyinir. Kendisinde kişilik olmayan bir insan, çok güzel bir elbise giyerek kişilik sahibi olmaz. İyi bir elbise giymekle kalite kazanılamayacağı gibi, iyi bir eş bulunca da iyi evlilik garantisi yoktur. Eşler arasındaki uyum, onların ilişkilerinin şıklığı için vazgeçilmezdir. İnsanın giydiği elbiseye göre yürümesini, durmasını, ona göre davranmasını bilmesi gerekir.

‣ Soğukta, fırtınada insan elbisesine daha sıkı sarılır. Aksini yapıp dış tehditlerden elbiseyi sorumlu tutmak haksızlık ve akılsızlıktır. Her sorunda boşanmayı düşünmek, soruna evliliğin yol açtığına inanmak, ‘Bu elbiseyle üşüyorum’ diye elbiseyi üstünden çıkarıp atmaya benzer. Aslında elbise en çok o zamanlarda lazımdır. Eşler birbirine sıkıca sarılmazsa, gelen ilk rüzgar elbiselerini alıverir, birbirlerinden uzağa düşerler.

Mevsimler değişince, insan da elbisesini değiştirir. Soğukta kalın, sıcakta ince giyilir. Eşler de birbirlerinin psikolojik durumlarına göre kendilerini değiştirmelidir.

İdeal elbise ne çok kalın, ne de çok ince olmayandır. Eşler de ne çok incelikten kırılmalı, ne de çok kalın, anlayışsız, kaba olmamalıdır.

‣ Naylon elbiseler vücuda zararlıdır. Eşler de samimi olmalı, birbirine karşı ikiyüzlülükten, sahtelikten uzak bulunmalıdır.

‣ Efendimiz ﷺ ‘Elbiseye kul olan kahrolsun’ buyurarak, önemli olanın dış güzellik değil, ruh güzelliği olduğunu bildirmiştir. İnsan da eşini çok fazla önemseyip takmamalı, kendini geliştirip kulluk yolunda ilerlemeye önem vermelidir.

‣ Bir elbise yıkama-ütüleme kurallarına uygun kullanılmazsa defolu hale gelir. Mesela düzeltmek için kullandığımız ütü çok sıcak olursa, elbise yanar. Bunu eşimizi düzeltmek için kullandığımız tenkitlere benzetirsek, fazla tenkitler onun ruhunu yakar. Yıkarken çok sıcak su kullanılırsa solar, çeker. Yün bir elbise ise iyice genişler. Ağır deterjanlar elbisenin rengini bozar. Eşler de birbirlerinin kumaşını iyi tanımalı, dengeli yaklaşmalı, kaldıramayacağı ağır temizleme metodları kullanmamalı, çok fazla kızıp küsmemelidir.
 

Allah nefislerinize ihanet edeceğinizi bildi.

Allah ﷻ, yatsıdan sonra cima etmek sûretiyle işlediğiniz günahları, yatıp uyuduktan sonra, kalkıp yemek yediğinizi bilir.

Allahu Teâlâ günahı, hıyanet olarak isimlendirmiştir. Çünkü Allah ve Resûlüne isyan eden herkes, hem kendisine hem de Allah’a hıyanet etmiş olur.

Hıyanet, emanetin zıddıdır. Bir şey bir şeye vefa göstermediğinde hıyanet etmiş olur. Ahdinde durmayan kimseye de hain denilir. Kendisinden vefa beklenirken, zulmetmiş, ahdini bozmuştur. Borçlu kimseye de hain denilir. Çünkü borcunu aldığı gibi ödememiştir.

Hıyanet ve nifak anlam olarak birdir. Ancak hıyanet-hainlik, sözleşme ve emanet ölçü alınarak söylenirken, nifak din ölçü alınarak söylenir.

‘İhtiyan’ hıyanet kökünden türemiş olup hıyaneti düşünmek, hainliğe niyet etmek anlamındadır.
 

Tevbenizi kabul etti, sizi bağışladı.

Takdiri manası, “Siz tevbe ettiniz, O da sizin tevbenizi kabul etti.”

“Sizi affetti” Bütün gece boyunca, size yemeyi, içmeyi ve cinsî münasebette bulunmayı mubah kılarak Allah size genişlik tanıdı. عَفاَ fiili bazen genişletme ve hafifletme manasına kullanılır.
 

Sahur

Seher vaktinde top veya davulla sahura kalkan Müslümanların köyü ve şehri, uzaktan bakıldığında pencerelerden sızan ışıklarla papatya tarlası gibi görünürler.

Pencerelerinden parlayan ışık, gönüllerindeki ışığın yansımasıdır. Yanı başındaki karanlık gözler gibi pencereleri yanmayan evlerde de insan vardır, ama orada yaşanan kabir hayatıdır. Yanan ışıklar gönüllerdekinin görüntüsüdür.

Sahurda çalan davullar, seferberlik ilanı için çalınan davullar gibidir. Sahur yemeğiyle beraber niyet ederek sabır taşını yutmak sabırla özdeşleşmektir.

Sahura kalkmak ve sahuru geciktirmek iftarı ise acele yapmak sünnettir. Efendimiz ﷺ şöyle buyurdu: ‘Üç haslet peygamberlerin ahlâkındandır. İftarı acele etmek, sahuru geciktirmek, misvak kullanmak.’

‘Sahur yemeği yiyiniz. Çünkü sahurda bereket vardır.’

‘Sahurun hepsi berekettir. Onu bırakmayın! Velev ki biriniz bir yudum su olsun içsin. Çünkü sahura kalkanlara Allah rahmet eder ve melekleri istiğfar eder.’

‘Bizim orucumuz ile Kitap Ehli’nin orucu arasındaki ayırıcı özellik sahur yemeğidir.’
 

Şimdi onlarla mübaşerette bulunun.

Yasağın hemen peşinden gelen emirler mubahlığı ifade eder.

‘Mübaşeret’ kelimesi ‘cima ve benzeri şeyler’ manasına gelir.
 

Allah'ın sizin için yazdığını arayın.

‘Yazdığı şey’ kıldığı, koyduğu, takdir ettiği şey, Allah’ın Levh-i Mahfuz’da yazdığı takdir-i ilâhi’sidir. Allahu Teâlâ kulları hakkındaki her hükmü, Levh-i Mahfuz’da yazmıştır.

Veya ‘Allah’ın ﷻ yazdığı şey’ Kur’ân’da bu fiillerin mubah olduğunu yazdığı âyetlerdir. (Sıfatlı kinaye)

Allah’ın yazdığını aramak nasıl olur?

‣ ‘Münasebette bulunarak Allah’ın sizin için takdir ettiği çocuğu isteyin.’ Yani, sırf şehvetinizi gidermek için değil, nikâh ile çoğalmayı temin etmek için münasebette bulunun, demektir. Hz. Peygamber ﷺ ‘Evlenin, çoluk çocuk sahibi olun ve çoğalın’ buyurmuştur.

‣ ‘Allah’ın ﷻ size helâl kılmadığı haram mahalli (arka tarafı) değil, Allah’ın sizin için yazdığı ve helâl kıldığı mahalli isteyin.’

‣ Âyetteki tekidin takdiri: ‘Bundan sonra münasebette bulunun ve size daha önce haram iken Allah’ın helâl kıldığı bu münasebeti isteyin.’

‣ Kadına yaklaşmak, hayız, nifâs, iddet ve dinden dönme gibi sebeplerle bazen haram olur. Buna göre mana, ‘Müsaade edilen vakitlerde münasebette bulunun’ demektir.

‣ ‘Bu mübaşereti ancak helalinizden isteyin.’

‣ ‘Kadir gecesini ve eğer bulursanız, Allah’ın sizin için o gecede takdir ettiği mükâfatı taleb edin, arayın.’

İnsanın kalbi şehvet ve lezzet arayışı ile meşgul olursa, taât, kulluk ve huzur-u İlâhi’de bulunmak için bir boş vakit bulması mümkün değildir.

Ama kişi şehvetini teskin edince, kulluğunu yerine getirmesi için boş vakit bulabilir. Buna göre âyetin takdiri, ‘Bundan sonra münasebette bulunun ve kulluğunuzu yerine getirme hususunda ihlâsınıza mâni olan bu gibi düşüncelerden kurtulun; böylece namaz, zikir, tesbih, tehlil ve Kadir gecesini arama gibi ibadetlerle kul oluşunuzdaki Allah’ın takdir ettiği ihlâsı arayınız’ şeklinde olur.
 

Beyaz iplik siyah iplikten ayrılıp belli oluncaya kadar yiyin, için.

Bu âyetin nüzulünden önce, gece uyuduktan sonra, yeme, içme ve cimâ haramdı. Şayet, âyette ‘Artık onlarla mübaşeret edin’ buyruğu ile yetinilseydi, yeme ve içmenin de mubah kılındığı bilinemezdi. Yeme ve içmenin mubahlığına tam delâlet etsin diye, ‘yiyiniz, içiniz’ ifadesi de eklenmiştir. (Tekmil ve ihtiras itnabı)

Adiyy b. Hatim şöyle anlatır: Beyaz ve siyah iki iplik aldım, onları yastığımın altına koydum. Geceleri ikide bir kalkıp onlara bakıyordum. Fakat bir türlü beyazını siyahından ayırt edemiyordum. Sabahleyin Hz. Peygambere ﷺ gelip, durumu anlattım. Bunun üzerine güldü ve, ‘Sen arîzül kafa (kalın kafalısın). Bu, o manada değil gündüzün beyazlığı (aydınlığı) ile gecenin siyahlığı (karanlığı) manasınadır. Şayet o beyaz iplik ve siyah iplik senin yastığının altına girebiliyorsa senin yastığın ne kadar büyükmüş!’ buyurdu. (Yani, senin yastığın ne kadar büyükmüş ki ufukları altına alabiliyor demek istemiştir.) Bu hadis, âyette gündüzün başlangıcındaki beyazlık ile, gecenin sonundaki siyahlığın kinaye edildiğini gösterir. (Ayrıca her mecazı hakikat anlamanın da kalın kafalılık olduğuna işaret vardır.)

الْفَجْرِ  fecre, kendisinden ışık saçıldığı için ‘fecr’ denilmiştir. Bu da fecr-i kâzibte değil, fecr-i sâdıkta olur.

Fecr-i sâdık ile fecr-i kâzib arasındaki fark şudur: Fecri kâzib ince doğar, fecr-i sâdık ise ince olarak gözükmeye başlar ve ufukta uzayarak yükselir.

مِنَ الْفَجْرِ ’deki مِنْ harfi teb’iz (bazılık, kısmilik) ifade eder. Çünkü burada dikkate alınacak olan fecrin tamamı değil, bir kısmıdır. Tebyin (açıklama) manasında olduğu da söylenmiştir. Buna göre sanki ‘Fecrin kendisi olan beyaz iplik’ denilmiştir.

حَتّٰى edatı intiha-i gaye içindir, fecr-i sâdık doğunca münasebetin, yemenin ve içmenin sona erdiğine delâlet eder.

Sahur vaktinin bittiğini fark etmeden yemeğe devam eden kişi orucunu kaza eder. Yine güneşin battığını sanarak bir kimse iftar etse, o da orucunu kaza eder.
 

Sonra geceye kadar orucu tamamlayın.

اِلَى kelimesi, intihâ-i gaye (bir şeyin devam edeceği son noktayı bildirmek) içindir. Buna göre oruç gecenin girmesiyle sona erer.

Hanefiler bu âyete dayanarak, oruca geceden niyetlenmenin ve orucu tayin etmenin, orucun sıhhati için şart olmadığını söylemiştir.

Yine Hanefiler bu âyetle, eksik bırakılan nafile orucun tamamlanmasının vâcib olduğuna istidlal etmişlerdir. Çünkü ‘Orucu geceye kadar tamamlayın’ buyruğu vücub ifade eder, her tür orucu içine alır.

Müslüman, her şeyin insan için yaratıldığını, yaratılanlar arasında en güçlü olanın insan olduğunu bilir. Ancak bu bilgisi onu kibirlenmeye götürmez. Oruçlu olduğu anlarda bir bardak su, bir çeyrek ekmeğin karşısında otururken ne kadar aciz olduğunu da anlar. Minareden duyulan ‘Allahü ekber’ nidasıyla aciz belini onun verdiği gıdalarla doğrultmaya başlar. Yazın yakan sıcağında bir bardak suyu, kışın donduran soğuğunda bir bardak çayı midesine değil, azan, azdıran nefsinin kabaran istekleri üzerine dökerek Cehennemdeki ateşini söndürür.

Resûlullah ﷺ iftar ettiği zaman şu duayı okurdu: ‘اَللّٰهُمَّ لَكَ صُمْتُ وَعَلٰى رِزْقِكَ أَفْطَرْتُ / Ey Allahım senin rızân için oruç tuttum ve senin rızkınla orucumu açıyorum.’

Her iftar vaktinde Allah tarafından (cehennemden) azad edilen kimseler bulunur. Bu, (Ramazanın) her gecesinde olur. Hadîs-i Şerîf İnsanlar iftarı ta’cil edip (geciktirmedikleri) müddetçe hayır üzere devam ederler. Öyleyse iftarı tacil edin (ilk vaktinde orucunuzu açın).

Çünkü yahudiler, iftarlarını tehir ederler. Hadîs-i Şerîf

Resûlullah ﷺ Hz. Bilal’e: ‘Yemek ye, ey Bilal!’ demişti. Hz. Bilal ‘Ben oruçluyum!’ dedi. Bunun üzerine Efendimiz ﷺ ‘Biz rızıklarımızı yiyoruz. Bilal’in rızkının fazlı cennettedir. Ey Bilal yanında yemek yenen oruçlunun kemiklerinin tesbih ettiğini ve meleklerin de onun için istiğfarda bulunduğunu hissettin mi?’ buyurdu.
 

Mescitlerde itikafta bulunduğunuz zaman kadınlara yaklaşmayın.

Bu tabirin muhtevasına her türlü mübaşeret dahildir.

Allahu Teâlâ oruçlu iken münasebetin haram olduğunu bildirince, itikaftaki cima yasağının da, oruçtaki gibi sadece gündüze münhasır olduğu anlaşılabilirdi. İtikafta münasebet yasağının hem gündüz hem de gece geçerli olduğunu beyan etmek üzere ‘Mescitlerde itikafta iken onlarla mübaşerette bulunmayın’ buyurmuştur.
 

İtikaf

İtikaf lügatta, taât ya da günah olsun kişinin bir şeye devam etmesi ve kendisini ona adaması, bir yerde durup ayrılmamak, hapsolmak, yerinde kalmak gibi manalara gelir.

Şer’î örfte: ‘Allah’ın rızâsını kazanma düşüncesiyle, ibadet maksadıyla belli âdab çerçevesinde mescidde kalma’ya itikaf denir.

İtikafa giren kimseye mu’tekif denir. İtikaf, yılın herhangi bir zamanında sünnettir. Ramazan’da ise müekked sünnettir.

Efendimiz ﷺ, Medine’ye hicretlerinden irtihallerine kadar hiç terk etmeden her sene Ramazan ayının son on gününde itikaf yapmışlardır.

‘Ramazan’ın yirmisi geldiğinde yatağı dürer, izarını bağlar, ibâdete hazırlanır ve ehl-i beytini de ibâdete hazırlardı.’

İtikâf, eski şeriatlardandır. Mu’tekif, mescidde kalır, namaz, tilavet ve tefekkür gibi ibadetin çeşitleriyle, dini ilim öğrenmek ve öğretmek gibi hayırlı işlerle meşgul olur. Kur’ân-ı Kerim okumaya, Hadîs-i Şerîf okuyup öğrenmeye, Peygamberimiz ve diğer peygamberlerin siyerlerini okumaya, fıkıh okumaya, yazmaya devam eder. Dünyevî meşguliyetleri terk eder, hayırdan başka söz söylemez.

İtikaf nâfile bir ibâdettir. Sadece nezredilmek sûretiyle vâcib olur.

‘Allah rızâsı için şu mescidde şu kadar müddet itikaf yapmaya niyet ettim’ demekle bunu nefsine vâcib kılar. Kalbinden geçirirse de niyet yerine geçmiş olur. Bu niyetle mescide giren kimse Cuma namazı gibi dini bir vecibe, abdest almak, gusletmek, abdest bozmak gibi zaruret olmadıkça mescidden ayrılmaz. Aksi takdirde itikafı bozulur.

Şâyet itikaf yaptığı mescidin cemaatinin dağılıp cemaatle namaz kılınmaması, mescidin yıkılması, zorla mescidden çıkarılmak gibi zaruri bir sebeple veya canı-malı için tehlike zuhur ederse mescidden çıkabilir. Ancak hemen başka bir mescide girmelidir.

Kaza-i hâcet için dışarı çıkan, içeri gireceği vakit yeniden itikafa niyetlenmelidir. Ancak ilk girerken on gün kalmaya niyet ettiyse yeniden niyet mecburi değil, fakat efdal olan yeniden niyet etmektir. Eğer özürsüz olarak mescidden çıkarsa veya bir özürden dolayı çıkıp özrü zail olduktan sonra hemen mescide dönmez ise vâcib itikaf bozulur, nâfile itikaf ise sona ermiş olur.

İtikâfı erkekler mescidde yerine getirirler, bu şarttır. Kadınlar, evlerinin mescid olarak tanzim edilen odasında itikaf yapabilirler. Bu meşrudur, fakat mescidde itikafa girmeleri câiz değildir.

İtikafta bulunan kimsenin, hanımına şehvetsiz olarak dokunması caizdir. Çünkü Hz. Aişe, Hz. Peygamber ﷺ itikafta iken, başını tarıyordu.

Mütekif kendisi ve çocuklarının nafakası için muhtaç olursa, alıp satacağı malı mescidde bulundurmaksızın alışveriş yapabilir. Malı bulundurması mekruhtur.


İtikâf Yapılan Yerler

Hz. Ali’ye göre itikaf ancak Mescid-i Haram’da yapılabilir. Huzeyfe (r.a) şöyle demiştir: Mescid-i Haram’da, Mescid-i Nebevi’de ve Beytü’l Makdis’de itikâfa girmek caizdir. Çünkü Hz. Peygamber, ‘Ancak şu üç mescide; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve benim mescidime yolculuk yapılır’ buyurmuştur.

Ebû Hanife, ‘İtikâf ancak, devamlı bir imamı ve müezzini bulunan mescidde yapılırsa sahih olur’ demiştir.

Şâfiî (r.a) ise, ‘İtikâf bütün mescidlerde caizdir; fakat cuma namazı için camiden çıkmaya gerek kalmasın diye, büyük camilerde yapılması daha uygundur’ demiştir. Çünkü âyet, bütün mescidleri içine alan umumî bir kelime kullanmıştır.

Kur’ân kursu, medrese, yurt gibi amme hizmeti için yapılan vakıf binaların mescidleri de içinde beş vakit namaz kılındığı zaman diğer mescid ve camiler gibidir. Hükmen mesciddir. Bütün yeryüzü hükmi mesciddir. İtikaf hakiki mescidde olur.
 

İtikafa dair

İtikâf oruçsuz da caizdir, fakat oruçlu iken yapılması efdaldir. Ebû Hanife, ‘itikâf için oruç şarttır’ demiştir.

Şâfiî ‘İtikâf için bir zaman belirlenmez. Eğer bir kimse bir saatlik itikaf yapmaya nezretmişse, bu kadar zaman itikâf yapar” demiştir. Ebû Hanife ise, fecrin doğması ile girip, güneşin batması ile çıkma şartıyla bir günlük itikâftan daha azına cevaz vermemiştir. En fazlası on gündür.

Resûlullah ﷺ mütekif hakkında: ‘O, günahları hapseder ve bütün hayırları işlemiş gibi ona hayırlar kazandırır’ buyurmuştur.
 

İtikaf’ın Faydaları

˗ Oruç ibâdetiyle iç disiplini kurarken, bir süre dünya işlerinden el ve eteği çekip Cenâb-ı Hakk’ın yüksek kudretiyle baş başa kalmak, insanı ruhen olgunlaştırır.

˗ Allah’a daha çok yakın olmamızı ve rızâsına erişmemizi sağlar.

˗ Kalpteki iman nurunu arttırır, ruhu kuvvetlendirir, basireti açar.

˗ İtikafı yapan kişiden insanlar selamet bulur, o da insanlardan kurtulmuş olur.

˗ İtikafta dünyanın sıkıntılarından ve tüm aldatıcılığından yüz çevirmek vardır. Bu da doğruluk ve ihlas yolunun ilk basamağıdır.

˗ İtikafta Allah ile ünsiyet, tevekkül ve rızka razı olmak vardır. Zira insanlarla beraber olmak insanı günlük geçim sıkıntılarına zorlar ve ona külfet yükler. İnsanların içinde olan ve geçim peşinde koşan kişi çoğu kere haram ile helali tefrik edemez, böylece helake düşer.

˗ Halvete çekilen kişi insanları idare edip, onlara yağcılık yapmaktan, insanlara karışmaktan doğan isyan, hata ve günahlardan kurtulur.

Tasavvuf kişinin haram şüphesi bulunan ve tehlikesi olan her şeyden kaçınmasıdır. Ve dilini boş sözlerden korumasıdır.

Halvetten maksat da budur. Halvet kesrette vahdettir. Yani çokluğun içinde yalnızlıktır. Yoksa halvet insanlardan tamamen ayrı bir yerde tek başına kalmak değildir. Bizim yolumuz Efendimizin ﷺ ve ashabı kiram hazeratının yoludur. Efendimiz ﷺ erbain tayin etmediler. Ramazanı şerifin son on gününde itikaf yaptılar. Erbaini Hz. Mûsâ yaptı. Üftade Efendi
 

Bunlar Allah’ın sınırlarıdır sakın o sınıra yaklaşmayın.

‘Bunlar’ kelimesi âyetin başından buraya kadar tafsilatlı bir şekilde anlatılmış bütün hükümlere işarettir.

‘Hudud’ ‘Had’ kelimesinin çoğuludur. ‘Had’ men etmek anlamındadır. Sözlükte iki şey arasındaki engel demektir. Daha sonra Yüce Allah’ın kulları için teşrî’ buyurduğu hükümler hakkında kullanılmıştır. Allah ﷻ, tayin ettiği sınırlarını tecavüz etmeyi men etmiştir. Kelamcılar, efradını câmî ve ağyarını mani (gerekli unsurları kendisinde toplayıp, gereksiz unsurları dışta bırakan) sözlere ‘hadd’ (tarif) ismini vermişlerdir.

‘Bunlar Allah’ın sınırlarıdır’ cümlesinden sonra ‘onlara yaklaşmayınız’ buyruğu gelirse bundan kasıt, yasaklar ve haramlardır. Eğer ondan sonra ‘onları aşmayınız’ buyruğu gelirse maksat Allah’ın hükümleridir. Şayet ‘hudud’ ile genel olarak bütün hükümler kastedilirse o takdirde Yüce Allah’ın: ‘Sakın onlara yaklaşmayınız’ buyruğu, onları değiştirmeye kalkışmayınız, ya da hak alan ile batıl alanı birbirinden ayıran sınıra yaklaşmayınız, demek olur. Tıpkı ‘Her kim yasak bölgenin etrafında dolanır durursa fazla geçmez ona düşer’ hadisindeki yasak bölgeye yaklaşmanın men edildiği gibi.

 فَلَا تَقْرَبُوهَا ‘Allah’ın sınırlarını ve kanunlarını değiştirmeye kalkışmayın.’

Allah’a itaatta bulunan ve şeriata göre amel eden kimse, hak tarafındadır. Bundan dolayı haddi (sınırı) aşmaktan nehyolunmuştur. Çünkü haddi aşan kimse dalâlete düşer. O tarafa gitmek şöyle dursun aksine oradan uzaklaştırmada mübalağa ifade etmesi için, sınıra yaklaşmak nehyolunmuştur. Hz. Peygamber ﷺ, ‘Her melikin bir koruluğu vardır. Allah’ın koruluğu ise haramlarıdır. Kim koruluğun etrafında otlarsa, koruluğa girebilir’ buyurmuştur.
 

İşte Allah insanlara âyetlerini böyle açıklıyor, umulur ki sakınırlar.

‘Âyetler’ sözünden murat, Allahu Teâlâ’nın açıkladığı farzlardır.

Yani, ‘İşte bu yeterli, açık ve tam olan beyanındaki gibi, insanlara hatırlatır.’ Bu ifadeden maksad, Cenâb-ı Hakk’ın açıklamasını yüceltmek ve mahlûkatına olan rahmetinin büyüklüğünü göstermektir.

 


Sebeb-i Nüzulü

İslâm’ın ilk yıllarında oruçlu iken, uyumadan veya yatsı namazını kılmadan yemek, içmek ve cinsi münasebet helâldi. Kişi uyuduğu ve yatsı namazını kıldığı zaman, ertesi akşama kadar yeme, içme ve cinsi münasebette bulunması haramdı. Daha sonra Allahu Teâlâ, bu âyetle bu hükmü neshetti.

Ensardan biri yatsı vakti, iyice yorulmuş halde evine geldi. Hanımı yemeği hazırlayana kadar uyuya kaldı. Uyanınca sahuru kaçırdığı için, ertesi günün orucuna yemek yemeden, su içmeden niyetlenmek zorunda kaldı. Hz. Peygamber ﷺ namaz vaktinde ona, yorgunluk ve halsizliğinin sebebini sordu. ‘Yâ Resûlallah, bütün gün akşama kadar hurmalıkta çalıştım. Akşam evime geldiğimde, ailem yemeği getirmekte gecikti. Bu arada ben de uyumuşum. Derken beni uyandırdılar; böylece de bana, yemek içmek haram oldu’ dedi.

Bunun üzerine Hz. Ömer de ayağa kalkarak, ‘Ey Allah’ın Resûlü, ben de sana buna benzer bir mazeret beyan edeceğim. Yatsı namazını kıldıktan sonra, eve geldim ve zevcemle münasebette bulundum’ dedi. Hz. Peygamber ﷺ, ‘Ey Ömer, bu sana yakışmadı’ dedi. Daha sonra, pek çok kimse de ayağa kalkarak, bu türden yaptıkları şeyleri itiraf ettiler.

İşte bunun üzerine, bu âyet-i kerime nazil oldu.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

Âyetin tahkikinde şöyle bir işaret vardır: İnsanın havastan olması, ruhani ve hayvani vasıflardan tezkiyesi ve olması gereken hallere bürünmesi hasebincedir.

Bazen ruhani sıfatların hükmü galebe eder. Nurani ruhani gündüzlerin ziyasında Rabbani varidatlar olur. Bu hal onlar için nefsani meşreplerden müstağni kılan bir sekr halidir.

İnsani lezzetlerden oruçludurlar. Bu hal ile baki olup celal sıfatlarının satvesiyle nefisleri telaşlanır. Bedenlerin yaşadığı şeylerden ruhları hayran olur. Kasas 72’de “De ki: ‘Haber verin; eğer Allah gündüzü üzerinizde kıyamet gününe kadar sürekli kılarsa, size içinde dinleneceğiniz bir gece getirecek Allah’tan başka ilâh kim? Hâlâ görmeyecek misiniz?” buyrulduğu gibi.

Bazen de duaları ve hayvani istekleri nisbetinde insani sıfatların gece zulmetine döndürülürler. Bu durumda tabii hayvani adetlerinin hükmüne dönerler. Eğer bu hal üzere kalırlarsa afetlerin hücumuyla kalpleri ölür. Hakikatten kaybettiklerini kaybederler.

Allah rahmet perdesini açıp onları has kılar ki sakin olup istirahat etsinler. اُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ Oruç gecesi; yani içinde istirahat edip yarının orucuna hazırlandığınız gece.

الرَّفَثُ اِلٰى نِسَائِكُمْ Dünya metaından nefsin metalanması, erkeğin kadında tasarruf etmesine benzetilmiştir. Dünyevi hazlar, erkeğe, kadın da nefse teşbih edildi. Yani dünyevi metalar, arzular nefse hakim konumdadır. Nefis onlara hakim konumda değildir.

هُنَّ لِبَاسٌ لَكُمْ Yani Varlık sıfatının zulmet libası, insani hazlarla metalanmakla sizi örter. Ta ki; şuhud güneşinin hararetinden doğan tecelli-i celal satveleri sizi yakmasın.

وَاَنْتُمْ لِبَاسٌ لَهُنَّ Yani sıfatı hamidenizin libası, salih amellerinizin nurları ile dünya ayıplarını örtersiniz. Nefsin şehveti ve lezzeti ile metalanırsınız. Resûlü zîşan şöyle buyurdu: ‘Salih mal salih kişi için ne güzeldir.’

Mal, melundur. Resûlullah ﷺ mal hakkında ‘Dünya melundur, içindekiler melundur, zikrullah ve zikre döndürenler müstesna’ buyurdu. Ancak bu melun mal, salih adamın salahına sebep olunca ‘Salih’ diye adlandırıldı.

عَلِمَ اللّٰهُ  Beşeriyet hassasiyetiyle اَنَّكُمْ كُنْتُمْ تَخْتَانُونَ اَنْفُسَكُمْ Nefsinizin zaafını ve şehvetinizin istilasıyla talep gecelerinde hayvani hazlarınızı yerine getireceğinizi bildi.

فَتَابَ عَلَيْكُمْ Kalbinize inayet nazarı ile nazar edip, وَعَفَا عَنْكُمْ Sizden hidâyet nurları ile zulmet sıfatlarının eserini sildi. فَالْـٰٔنَ بَاشِرُوهُنَّ Nefsin hazlarına mübaşerette zaruri ihtiyaç miktarı faydalanmaya emirle ruhsat verildi, tabiatla değil.

وَابْتَغُوا مَا كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْ Bu mübaşeretin kuvveti ile âli makamları, yüce dereceleri arayın.

وَكُلُوا وَاشْرَبُوا Yani hazlarla metalanın, ta ki uyanık gecelerinde insani ihtiyaçları gideresiniz.

حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الْاَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الْاَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ Yani celal sıfatlarının şemsinin nurunun eseri zuhur etsin, sarhoşluk gündüzünde zulmani sıfat ve emeller silinsin.

ثُمَّ اَتِمُّوا الصِّيَامَ Ruhani ve hayvani meşreplerden metalanın.

اِلَى الَّيْلِ Sekr halinden sonra uyanık gecelerde. Rızkın kabz ve bast halinde taksim olduğu gibi diğer haller de kabz ve bast haline taksim olmuştur. Ziyade, noksan, verimli, çorak, ayrı, beraber, almak, reddetmek, keşf, örtmek, sabit, silinmiş, fena, beka, telvin, temekkün vb.

وَلَا تُبَاشِرُوهُنَّ Yani kalplerinizi hazlarla, ruhlarınızı istirahatle, sırlarınızı gayrıya izharla meşgul etmeyin.

وَاَنْتُمْ عَاكِفُونَ في الْمَسَاجِدِ Allah’a ﷻ yakınlık ve vesile makamlarında, hazairul kudsde mücavir olup, üns meclislerinde bulunarak, bazı vakitlerde insani zaruretlerle, nefsin son derece muhtaç olduğu miktarla iştigal edin. Kalple, ruhla, sırlarla, Hak’la olun. Halktan uzak durun. Bu temekkün ehlinin makamıdır.

Eğer siz nefislerinizle meşgul olursanız sizinle aramızda hicap olur. Bizimle, bizde kaim olursanız bizden kendinize dönmeyin.

تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ Bu, gurbet (yakınlık), vuslat, itikaf ve Allah’a tebeddül Allah’ın hudududur.

فَلَا تَقْرَبُوهَا Ey ehli keşf ve itikaf! O hududdan çıkmayın. Ey ehli küsuf (güneş tutulması ehli) ve ehli husuf (ay tutulması ehli)!

كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ اٰيَاتِهٖ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ Allah delil ve burhanlarını izhar eder. Umulur ki; ihsan, atıfet nurlarıyla varlık şirkinin zulmetinden sakınırsınız.

 

Belagat

• Çirkinlik manasına delalet eden ‘Refes’ kelimesiyle kinaye yapılmasının sebebi, mubah olmadan önce onların bu şeyi yapmalarını ayıplamaktır.

• Eşlerin birbirlerinin elbisesi olması, bedii bir tecessümdür.

Kadın elbiseye benzetildi; insan onunla çirkin yerlerini örter ve korunur. Eşler birbirinin ayıp yerlerini örter, birbirlerini güzelleştirir. Bu benzetme onların mübaşeret hallerini de tasvir eder. Sanki iki ruh bir bedende, aynı elbise içinde birbirlerini setreder. Bu çok latif ve ince bir istiaredir.

Bu cümle aynı zamanda bir tarizdir. Yani eşler kendilerini ayrılmaz parça gibi görüp garantide sanmamalı, dikkatli olmalıdır. Çünkü insan isterse elbisesini değiştirebilir.

• ‘Onlar size, siz onlara elbisesiniz’ cümlesinde akis vardır. Akis; cümle içerisindeki kelimeler ters çevirerek söylenen edebi sanattır. ‘Her inişin bir yokuşu, her yokuşun bir inişi vardır’ gibi.

• ‘Nefsinize hıyanet edeceğinizi bildi’ cümlesinde istiare vardır:
Müstearun minh, hainlik
Müstearun leh; günah, hevaya uymak.
Ortak noktası; hainlik karşı tarafı gizlice, ona fark ettirmeden zarara sokmak, onu arkadan vurmaktır. Günah işlemek, hevaya uymak da nefsimize başta iyilik gibi gözükür ama onu hem uhrevi hem de dünyevi açıdan zarara uğratır.

Ayrıca bu ifade dolaylı yoldan Allah’a ﷻ ihanet edildiğini gösterir. Çünkü en güvenilir birinin sözünü bırakıp, en kötü iş işlenerek onun verdiği emanete hıyanet edilmiştir. Fiilin tefaul babından gelmesi de; bu hainliğin sadece kişinin kendine ait kalmadığını gösterir. Nesilden nesile geçer, toplumdaki herkesi etkiler.

Bu ifade hacda, namazda, tüm ibadetlerde yapılan günahların insan için bir ihanet olduğunu gösterir. Hayat boyu yapılan tüm günahlar nefsimize, o nefsi bize veren Rabbimize ihanettir.

• وَابْتَغُوا مَا كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْ buyrularak özel isim gelmesi, bu işe müdahale edemeyeceğimize işarettir. Kız olsun, erkek olsun, sarışın olsun, esmer olsun, Allah’ın kaderidir. Vermesine de vermemesine de kulun müdahale etmemesi gerekir.

• الْخَيْطِ الْاَسْوَدِ ve الْخَيْطُ الْاَبْيَضُ tabirleri mecazi anlamdadır. Gece karanlığının siyah ipliğe, sabah beyazlığının ak ipliğe benzetilmesindeki sır, sabahın beyazlığı ilk doğuşunda iplik gibi ince görünmesidir. Gece karanlığı ise devamlı çekilerek zayıfladığından ipe benzer. Sabah beyazlığı yayılırken gece karanlığı da yavaş yavaş azalır. Karanlığın yavaş yavaş yerini aydınlığa bırakması, beyaz ipin siyah ipten ayrılıp, belirmesine benzetildi. İstiare-i bediiyedir. (İstiarenin hareket kısmındandır.) Bu, beliğ bir teşbihtir. مِنَ الْفَجْرِ buyruğu bunu istiare olmaktan çıkartmıştır. Nitekim ‘Bir arslan gördüm’ ifadesi bir mecazdır. Eğer ‘filan’ kelimesini de kullanırsanız bu, benzetme olur. مِنَ الْفَجْرِ ifadesi ise beyaz ipliği beyan etmektedir. Bununla siyah ipliğin beyanına gerek kalmamıştır. Çünkü birisinin beyan edilmesi ötekinin de beyanıdır. Ayrıca ‘مِن / den, dan’ edatı teb’iz (kısım ifade etmek) için olabilir. Çünkü bu, fecrin bir kısmı ve başlangıcıdır.

 حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الْاَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الْاَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ derken isnad-ı mecazi vardır, mefule isnad edilmiştir. Yani ‘Siz onları iyice fark edinceye kadar.’ ثُمَّ اَتِمُّوا الصِّيَامَ اِلَى الَّيْلِ cümlesinde, gece derken akşam kastedilmiştir.

Mecaz-ı mürselden cüz-kül alakası veya kevni lahıktır.

• عَكَفَ oturmak demektir. ‘İtikaf’ ibadetine bu ismin verilmesi istiaredir. İnsanlar nasıl ki birbirine oturmaya gider. Allah ﷻ ile beraber olmak için de mescide gidilir. Yakınlık sağlanır.

• فِي الْمَسَاجِدِ şeklinde cemi gelmesi sadece Mescid-i Haram’ı değil tüm mescidlerin şenlendirilip, canlandırılmasına işarettir.

• تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ cümlesi istiaredir. Allah’ın hükümleri, devletin sınırlarına, hükümleri aşmak da sınırı kanunsuzca geçmeye benzetilmiştir. Bir devlet, vatandaşlarını dış tehlikelerden korumak için sınırları nasıl muhafaza ediyorsa, Allah’ın hükümleri de kulluk hususunda insanı kargaşadan korur, disiplin ve düzen sağlar.

•  فَلَا تَقْرَبُوهَا buyruğu hükümlerin dışına çıkmayın anlamında kinayedir. Çünkü sınıra yaklaşan oradan çıkma niyetini gösterir.

• Münasebetin oruç geceleri mubah kılınıp, itikafta tamamen yasaklanması, delalet-i tazammuniyesi ile masivayı terke işarettir: Hadi bütün bütün yapamayacaksınız, bari geceleri yaklaşın. Ama bu esasen Allah’a yakınlık için tutulan orucun maksadından biraz uzaklaşmaktır. İtikafta o nedenle hiç olmaz. Çünkü masiva tamamen terk edilince Allah’a gerçek yakınlık elde edilir.

Bakara Sûresi 188. Ayet

وَلَا تَأْكُلُٓوا اَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ وَتُدْلُوا بِهَا اِلَى الْحُكَّامِ لِتَأْكُلُوا فَرٖيقاً مِنْ اَمْوَالِ النَّاسِ بِالْاِثْمِ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَࣖ

188- Birbirinizin mallarını haksız sebeplerle yemeyin. Ve bile bile insanların mallarından bir kısmını günah işleyerek yemek için onları hakimler huzurunda dava konusu yapmayın.

 

Oruç ibadetinin hükümlerini bildirdikten sonra haksız yere birbirinin malını yemek, hâkimlere rüşvet vermek, insanların hakkını günahla bile bile yemeği Yüce Mevlamız yasak kılmıştır.

İnsanların mallarını, paralarını, sahip oldukları şeyleri, haksız yere çalarak, gasp ederek, aldatarak, kandırarak yemek ya da birilerinin elinden almak için hakimlere, avukatlara rüşvet vermek, günahla, haramla, zulümle birilerinin mallarını almayı Allah ﷻ haram kılmış. Allah’a ﷻ ibadet, kulluk yapacak azaların helalle beslenmesi gerekir ki hakkıyla ibadet yapabilsin. ‘İbadet ondur dokuzu helal lokmadır’ kaidesine uyulsun.

‘Mal yemek’ tabiri sebep-müsebbep alakası ile mecazı mürsel. Yemek insanın en mübrem ihtiyacı olduğu için onun ismi tağlip yapılmış. Yani sadece yemek değil her türlü harcama, sadece mal değil para, altın, kazanç, gelir her ne ise mal ile isimlendirilmiş. Husus söyleyip umum murat edilmiş.

Hâkimlere aktarmak تُدْلُوا kelimesiyle istiare yapılmış. Sanki hakimler dipsiz karanlık kuyu, verilen rüşvetler sarkıtılan kovaya benzetilmiş. Bir teşbihi maklub var.

Esasında kuyudan su çekilir, kuyuya su aktarılmaz. İşin tersliğini ifade etmek için Cenâb-ı zül Celal bu ifadeyi tercih etmiş. Hâkimler, avukatlar, savcılar insanlar arasında adil hüküm vererek onların canlarını, mallarını koruyacak yerde, aldıkları rüşvet ile haklı davayı haksız çıkarır. Mazlumdan yana olacağına zalimin yanında yer alır. Kuyudan suyu yukarı çıkaracağına kovadaki suyu da kuyuya indirir. Davalıyı öyle bir caydırır, öyle pişman eder ki bir daha kendine haksızlık edeni şikâyete mecal bulamaz.
 

Birbirinizin mallarını batıl yolla yemeyin.

Batıl sözlükte, gidici veya zail olan anlamını taşır. Burada ise bâtıldan kasıt, hırsızlık ve gasp gibi şer’an haram olan işlerdir. Karşılıksız olarak veya sahibinin rızâsı olmadan ya da hayır beklenmeyen yolda harcanan her türlü almayı ve vermeyi kapsar.

İnsanın başkasının malını yemesi haram olabileceği gibi, kendi malını bâtıl yollarla yemesi de mümkündür.

Mal, ya bizzat kendisinde bulunan bir özellikten veyahut da kazanma biçiminden dolayı haram olur:

1- Bu mallar, maden, bitki veyahut da hayvan cinsinden olur. Madenler, yeryüzünün parçasıdır. Bu sebeble yeryüzünden yenilmesi zarar verecek olanlar haram kılınmıştır, zehir mesabesindedir.

Bitkilerden hiçbir şey haram değildir, ancak hayatı, sağlık veya aklı giderenleri haramdır. Zehir, sıhhati bozan vakitsiz ve yersiz ilaçlar, içki, uyuşturucu ve diğer sarhoş edici şeyler gibi.

Hayvanlar da yenilebilecek olanlar ve yenilmeyenler diye iki kısma ayrılmıştır. Eti yenilebilen hayvanlar, ancak dine uygun kesildiklerinde yenilebilir. Bu şekilde kesildiklerinde de, yine her şeyleri helâl olmaz. Kan ve işkembelerindeki kalıntılar haramdır.

2- Bu mallar, kazanma biçiminden ötürü haram olanlardır. Ya kendi isteği ile kazanmış, veyahut irâdesi dışında, veraset gibi bir yolla elde etmiştir.

Kendi isteği ile edindiği mallar, maden çıkarmak gibi, Allah’ın mülkünden alınmış olabilir. Yahut da herhangi bir insandan, zorla ya da rızâ ile alınmıştır. Zorla (kerhen) alınan, ganimet veya zenginlerin zekâtı gibi mallardır. Karşılıklı rızâ ile alınan mal ise, alış-veriş, kadının mihri ve işçi ücreti gibi, bir bedel karşılığında alınır. Veya hibe ve vasiyet gibi, bedelsiz elde edilen bir şey olur.

Bu taksimata göre:

‣ Maden çıkarma, ölü araziyi ihya etmek, avlanmak, ormandan odun kesmek, nehirlerden su almak ve çalı-çırpı toplamak gibi edinilen mallar, kimseye ait olmaması şartıyla helâldir.

‣ Malını almak haram olmayan kimseden, zorla alınan mallar. Bunlar, fey, ganimet ve savaşan kâfirlerin mallarıdır. Bu mallardan hazineye beşte biri çıkarıldıktan sonra kalanı müslümanlara helâldir. Müslümanlar bu malı, savaşıp hak edenler arasında taksim ederler.

‣ Hak edildiği halde sahibinin vermekten kaçındığı, zorla ve onun rızâsı olmadan alınan mallar. Bu, hak edildiği kadar alındığı zaman helâl olur.

‣ Bir bedel karşılığında, karşılıklı rızâ ile elde edilen mallar. Bu da, şeriatın itibar ettiği şartlara uygun olması halinde helâl olur.

‣ Hibe, vasiyet ve tasadduk olduğu gibi, bedelsiz olarak ama rızâ ile elde edilen mallar. Bunlar da, şartlarına riayet edilip, vârisleri, diğer kimseleri zarara uğratmadığı zaman helâl olur.

‣ Miras gibi, insanın irâdesi dışında elde ettiği mallar. Bu da, vâris olunan şahsın helâl bir şekilde elde ettiği ve borcu ödenip, vasiyetleri yerine getirilip, vârisler arasında âdil bir taksimat yapılıp, zekât, hacc ve keffâretleri çıkarıldıktan sonra helâl olur. Helâl mal elde etme yolları bunlardır.

Eğer mal insanın kendine aitse, onun haram şekilde yenmesi, içkiye, zinaya, kumara, israflara harcanması ile olur. Dansözlerin, şarkıcıların ücretleri, okuyup üflemeler, muska yazmalar, Kur’ân hatimleri karşılığında pazarlıkla alınan ücretler, kandırmak, yalan ve iftira yoluyla alınan ücretler ve buna benzer haram ve caiz olmayan yollarla alınan ve sonunda cehenneme götüren bütün mallar da bu kabildendir.

‘ لَا تَأْكُلُٓوا/ yemeyiniz’ sözünden maksad, özellikle yemek değildir.

Yemenin dışında kalan diğer tasarruflar da, yemek gibidir. Ancak mal edinmekten en büyük maksat yemek olunca, malını harcayan kimse hakkında örfen bu ifade kullanılır. (Tağlip)

Batıl yolla yemek, ligayrihi haramlara işarettir. Çünkü insanlar alış veriş vs. ile birbirlerinin mallarını yemektedir.

وَتُدْلُوا بِهَا اِلَى الْحُكَّامِ kısmı da nehye dahildir. Âyetin takdiri, ‘insanların mallarından bir kısmını bâtıl bir yolla yemek için, hâkimlere rüşvet olarak mallarınızı sunmayınız, vermeyiniz’ şeklinde olur.

Burada geçen ‘Mal’dan maksat:

˗ Emanet bırakılan ve hakkında bir delil bulunmayan mallardır.

˗ Yetimlerin mallarıdır. Vasiler, o malların bir kısmını kendilerine bırakması için, hâkimlere o maldan verirler.

˗ Hâkimden maksat, yalancı şahitler olabilir.

˗ Başkasının hakkını iptal etmek için kişinin yemin etmesidir.

˗ Bu, rüşvet olarak verilen maldır.
 

Rüşvet

Kur’ân’ı Kerim’de rüşvet lafzı geçmemekle beraber, bu âyet rüşveti açık olarak yasaklamıştır. Efendimiz ﷺ ‘Suht ile beslenmiş vücudun cennete giremeyeceğini’ belirtmiş, ‘Suht nedir?’ diye soranlara, ‘Hükümde rüşvettir’ diye cevap vermiştir.

Rüşvet bütün ilâhi dinlerde yasaktır.

‣ Herhangi bir hakkı iptal için rüşvet vermek de, almak da haramdır.

‣ Bir görev alabilmek için yetkililere verilen rüşvet her iki taraf için de haramdır.

‣ Hakkını alabilmek, zulümden, zarardan korunmak için verilen rüşvet, zaruretten olduğu için çoğu alimler cevaz vermiştir. Ancak alana yine haramdır.

İslâm fıkhına göre, rüşvet alan hakim görevden alınır. Rüşvet alanın şahitliği kabul edilmez.

وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ / Bildiğiniz halde…

‘Sizler bile bile’ ifadesi, ‘Siz, sizin başkasının hakkını iptal ettiğinizi bile bile...’ demektir. Şüphesiz kötü olduğunu bile bile, kötülüğü yapmak, en kötü şey, onu yapan da kınanmaya en lâyık kimsedir.

 

Sebeb-i Nüzulü

‣ Medine’ye hicret edildiğinde Efendimiz ﷺ ensarla muhacirini kardeş yapmıştı, her şeylerini paylaşıyorlardı. Daha sonra Cenâb-ı Hakk birbirlerine külfet olmamaları için bu âyeti inzal etti, artık birbirlerinden yemelerini yasakladı. Bir süre sonra da Nur, 61. âyetini indirerek kimlerin hangi evlerden yiyebileceklerini açıkladı.

‣ Bir görüşe göre de, bu âyetin sebeb-i nüzulü şöyledir:

Hz. Peygambere ﷺ davalaşmayı beceren birisiyle, bunu beceremeyen iki kişi, davalaşmak üzere geldiler. Hz. Peygamber, davalaşmayı iyi bilen kimsenin lehine karar verdi. Bunun üzerine, aleyhine hüküm verilen kimse, ‘Yâ Resûlallah, kendisinden başka ilâh olmayan Zâta yemin ederim ki, ben haklıydım’ deyince, Hz. Peygamber, ‘İstersen mahkemeyi tekrarlayayım’ dedi ve mahkemeyi tekrarladı. Yine davalaşmayı iyi bilen kimsenin lehine karar verdi. Bunun üzerine aleyhine hüküm verilen kimse, önceki sözünü tekrarladı. Hz. Peygamber de, hükmünü üçüncü kez gözden geçirdi. Sonra mahkeme sonunda, ‘Kim müslüman kardeşinin hakkını gasb edip alırsa, muhakkak ki o kimse, ateşten bir parçayı koparıp almıştır’ buyurdu.

Bunun üzerine lehine hükmedilen kimse, ‘Yâ Resûlallah, gerçekten hak onundur’ dedi. Hz. Peygamber ﷺ, ‘Kim davalaşması sırasında başkasının hakkını alır ve onun hakkını kendine mal etmeye çalışırsa, o kimse ateşteki oturacağı yere hazırlansın’ buyurdu.

Her ikisi de ağlamaya başlayıp, ‘Ben kardeşime hakkımı helal ediyorum’ demeye başladırlar. Efendimiz ﷺ onlara şöyle buyurdu:

‘İkiniz de gidin, araştırın. Sonra paylaşın ve birbirinizle helalleşin.

Her biriniz hakkını diğer kardeşine helal etsin.’

Bu sebeb-i nüzul şunu göstermektedir: Hakimin hükmü zahirde nafiz olsa da batında tesiri yoktur. Yani zahirde hakimin hükmü mahkumun aleyhi itaate mecbur ederse de batında hüküm hatalı olduğundan haksız yere hükmedilen o mal, alana helal olmaz. Mahkeme kararı zahirde hakkı zayi ederse de batında hakkı zayi edemez.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

Mal nefsin kıyamının maslahatları için yaratılmıştır. Nefis de ubudiyet merasimini kıyam için yaratılmıştır.

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56)

Mallar ve canlar insanlar için değil, Allah’ındır. Mallar ve canlar ancak Allah’ın emrine sarf olunur.

وَلَا تَأْكُلُٓوا اَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ yani, Allah’ın sizden satın aldığı malları batılla, hevayı nefs, hırs, şehvet, israf ve gaflet üzere yemeyin. Hakla, emri ilâhi ile, kanaatla, takvayla, taât üzere ubudiyete kıyamla yiyin. وَتُدْلُوا بِهَا اِلَى الْحُكَّامِ Âyette hükkam, nefsi emmaredir.

لِتَأْكُلُوا فَرٖيقاً مِنْ اَمْوَالِ النَّاسِ Yani kulluğa yardım için yarattığımız malları بِالْاِثْمِ Behaim ve hayvanat gibi günaha yardım için gaflet ve haktan ayrılık ile yemeyin. Behaim nefsin hazzı için yediklerinden halleri, mercileri, yerleri ateş olur. “…İnkâr edenler ise dünyada zevk edip geçinirler. Hayvanların yediği gibi yerler. Onların varacakları yer ateştir.” (Muhammed, 12) buyrulduğu gibi.

وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ  İşin sonunu bildiğiniz halde amel etmiyorsunuz, demektir.

 

Belagat

• Bu âyet-i kerime önceki âyete atfedilmiştir. 187. âyet ‘Bunlar Allah’ın sınırlarıdır, yaklaşmayın’ nehyi ile bitmiş, izin verilmeden iftar ederek orucun hükmüne cüretten men etmişti. Bu âyet de haram mal yemekten yasaklamaktadır. Aralarında vasıl vardır, camisi tezayuftur.

• Mal yemek, istiaredir. اَكَلَ fiili aslında yemeği ağızdan mideye göndermektir. Burada geri dönüşü olmayacak şekilde maldan faydalanma için istiare edilmiştir. Başkasının malından faydalanmak her cihetten yemek yemeye benzer. Bu nedenle borç almaya, emanet bırakmaya, başkasının malını yakmaya ‘Yeme’ fiili istiare edilmez.

• Rüşvetin sarkıtmaya teşbihi istiare-i temsiliyedir.

a) Rüşvet, ihtiyaç ipi demektir. Nasıl ki iple su dolu kova uzaktan yakına ulaşıyorsa, bunun gibi rüşvet sebebiyle de gerçekleşmesi güç olan gayeler tahakkuk eder.

b) Salıverince kovanın hiçbir engele takılmadan inmesi gibi, hâkim de rüşvet sebebiyle, hiçbir araştırmaya girmeden hüküm verir.

Bu teşbih, kuyuya salınan kovanın, derinliğe ulaşması gibi, rüşvetin nereye nasıl verildiğinin bilinmeyip, gizli olmasına işaret. Kovayı karanlık kuyuya sarkıtmak, sermayeyi belirsizliğe, karanlığa harcamaya benzetilmiş. Kuyu da, karanlığıyla rüşvet alan hakime benzetiliyor.

Teşbih bize insanın aşağılığını, esfel-i safiline düşmesini hatırlatıyor.

Rüşvet veren, kovayı yukarıdan sarkıtana benzetildiği için, alanın en dipte olması, asıl suçun rüşveti alan olduğunu hatırlatır. Çünkü yukarıdaki kişi kendini belki kurtarır. Ama kuyu dibindekinin kurtulması mümkün değildir.

• حُكَّامِ kelimesi, onların hakimliklerine bir tariz ve hezildir. ‘Bunlar nasıl hakim?’ dercesine hakimliklerine vurgu yapılmıştır.

Bakara Sûresi 189. Ayet

يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْاَهِلَّةِؕ قُلْ هِيَ مَوَاقٖيتُ لِلنَّاسِ وَالْحَجِّؕ وَلَيْسَ الْبِرُّ بِاَنْ تَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ ظُهُورِهَا وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنِ اتَّقٰىۚ وَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ اَبْوَابِهَاࣕ وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

189- Sana yeni doğan aylardan soruyorlar. De ki: Onlar insanların ve haccın vakit ölçüleridir. İyilik ve itaat, evlere arkalarından girmenizde değildir. Gerçek iyilik Allah’tan korkanın iyiliğidir. Evlere kapılarından girin ve Allah’tan korkun ki felaha eresiniz.

 

Bu âyet bize ahlâk boyutlarından haber veriyor. Hilalden, yarım aydan, dolunaydan sual soranlara lüzumsuz soru sorulmamasını ince bir tarzda remz ediyor. Muktezayı halin hilafına sorulan sorunun cevabını değil, sorulması gereken sualin cevabını veriyor. Yani kulluğa bakan yönünü; bizi enterese eden, bize gereken kısmını anlatıyor. ‘İnsanlara hac zamanını bildirir’ demekle iktifa ediyor. Mükellefiyetimize dâhil olmayan, sırf merak sebebiyle öğrenmek istediğimiz bilgilerden yani faydasız bilgilerden dinimiz men ediyor.

Efendimiz ﷺ ‘Faydasız ilimden sana sığınırım’ duasını yapıyor. İnsan kendini sorgulamalı, yaptığı hareketlerini, körü körüne saplandığı adet ve alışkanlıklarını araştırıp yolunu yönünü düzeltmeli, hurafelerden, yanlışlardan bir an önce dönmeli. Bu soruyu soran Araplar o günlerde eski bir geleneklerini icra ediyorlardı. Bunu sorgulamaları, ‘Neden böyle yapıyoruz’ demeleri gerekirken, gökteki hilali soruyorlar. Onlara hezil yollu şöyle deniyor;

‘Bırakın ayın hallerini de kendi halinize bakın, kendinizi sorgulayın. Hac yapacaksınız diye, yolculuktan geldiniz diye, eve arkalarından girmek niye? Kapı dururken pencereden hırsızlama girmenin nesi iyilik, nesi ibadet? Siz önce bu bozuk geleneklerinizi sorgulayıp hayatınızdan sürüp çıkarın. İyinin iyi olduğunu siz kestiremezsiniz. Bunu ancak Allah ﷻ bilir ve kullarına bildirir. Bize düşen Allah’ın ﷻ neden razı olduğu, neden gücendiğine dikkat etmek, yani kulluk vazifemiz. Mârifetullah (Allah bilinci); bundan mehafetullah (Allah korkusu), ondan da muhabbetullah (Allah sevgisi) doğar. “Kulları içinden ancak âlimler Allah’tan gereğince korkar” (Fatır, 28) âyeti bizi bu konuda uyarıyor. “Allah’tan korkun evlere kapılarından girin.’

Evin kapısı eve girmek için sebeptir. Bu hükmün dal bi’d delalesi ile; dünyevi-uhrevi her işte sebeplere, Allah’ın gösterdiği yola, yönteme göre hareket etmemiz gerekir.

Cenâb-ı Hakk ‘Allah’tan korkun’ derken korkunun öncesi olan ilme, bilince ve sonrası olan uygulamaya teşvik ediyor. (kevni sabık kevni lahık alakasıyla mecazı mürsel.)

Âyette kinaye olarak lûtiliğin, ters ilişkinin haramlığına da işaret ediliyor. Hadis-i şerifte de bu günahı işleyenlerin lânetlendiği bildiriliyor. Yani cinsel olsun dinsel olsun her iş kuralına göre, hududu ilâhiyenin dâhilinde, düzgün olmalı. Kurtulabilmemiz için aşmadan, taşmadan, arı-duru sırat-ı müstakimden yürümeliyiz.

Ümmet-i Muhammed’den daha az soru soran başka bir ümmet olmamıştır. Bu da bu ümmetin seçkin (vasat) ümmet kılınmasının sebeplerindendir. Bu ümmet, on dört husustan sormuşlar ve bu sebeple de kendilerine, bunların cevabı verilmiştir. (İbni Abbas)

Bu suallerden sekizi, Bakara’da (186, 189…), Maide 4, Enfal 1, İsra 85, Kehf 83, Taha 105 ve Naziat 42. âyetlerindedir. Bu soruların hayranlık veren bir sırası vardır. Bunlardan ilk ikisi, yaratılışın açıklaması ile ilgilidir.

Birincisi, Allahu Teâlâ’nın, “Kullarım senden beni sorarlarsa” (Bakara, 186) âyetidir ki, bu, Allahu Teâlâ’nın zatı ile ilgili bir sormadır. İkincisi, “Sana hilalleri sorarlar...” âyetidir. Bu âyet de, Allah’ın yaratmasıyla ilgili sıfatından ve ayın bu tarzda oluşunun hikmetinden sormaktır.

Bu âyetlerden son ikisi de, kıyametin açıklanması hususundadır. Bunlardan birisi, Allahu Teâlâ’nın, “Sana (kıyamet gününde) dağların halini sorarlar” (Taha, 105) âyeti; diğeri de, “Sana kıyamet saatini sorarlar; ne zaman gelip demir atacak diye” (Naziat, 42) âyetidir.

İslâm, gerçeğin, hayatın ve faydalı vakıanın dinidir. İslâm, faydası bulunmayan şekilciliği, görüntüleri ve şartları bir kenara iter. İnsanları kendilerine fayda sağlayacak, hayır ve menfaatlerine olacak şeylere önem vermeye yöneltir.

Bundan dolayı Allahu Teâlâ daha önceki bir âyet-i kerimede kıblenin değiştirilmesi ile ilgili olarak birrin (iyiliğin) doğu ile batıya yönelmekte olmadığını, asıl iyiliğin (birr’in) ihsan, takva ve salih amel olduğunu belirtmişti.

Zamanı aylarla belirlemede, dinî, dünyevî birçok menfaat vardır.

Dini faydaları pek çoktur, oruç bunlardan birisidir. “(Bu), kendisinde Kur’ân indirilen Ramazan ayıdır” (Bakara, 185) buyurmuştur.

Bir diğeri hacdır. “Hacc, belli aylar(da)dır” (Bakara, 197).

Üçüncüsü, kocası ölmüş kadınların iddetleridir. “(Onlar) kendi kendilerine dört ay on gün beklerler” (Bakara, 234).

Dördüncüsü de vakitlere bağlanmış olan nezirlerdir. Orucun faziletli olduğu günler de ancak hilâllerle tesbit edilebilir.

Dünyevî faydaları ise, borçlanma, kiralama, sözleşme, hamilelik ve emzirme müddeti gibi hususlarla ilgilidir. “O çocuğun ana karnındaki müddeti ve sütten kesilmesi otuz aydır” (Ahkaf, 15) Bütün bu vakitleri belirlemek ancak, ay vasıtasıyla mümkün olur.


          ✽     ✽     ✽

Sorunun hikmeti

Allahu Teâlâ onların sorusunu, istedikleri cevabı değil, onların duyması gereken cevabı vererek yanıtladı. Biz de karşımızdaki muhatabımızın bize sorduğu soruya ek olarak onun hiç sormadığı, ama esas probleminin kaynağı olan konuları ona anlatmalıyız. Ailevi bir geçimsizlikten soruyorsa, ona farkında olmadığı konuları da hatırlatmalıyız. Hanımının, çocuklarının itaatsizliğinden soruyorsa; ona çaresini anlatmakla beraber, hiç farkında olmadığı probleminin kaynağını da anlatmalıyız. ‘Senin asıl problemin, hanımına İslâm terbiyesi vermemenden, her akşam evinde çoluk çocuğunu eğitecek İslâmî bir eğitim yapmamandan kaynaklanıyor’ diye, farkında olmadığı konuları da ona anlatmak zorundayız.

‘Hanımından, çocuklarından itaat bekleyen sen, Rabbine ne kadar itaat ediyorsun? Sen, Rabbine ne kadar itaat ediyorsan; hanımın ve çocukların da sana ancak o kadar itaat edeceklerdir. Öyleyse hanımınla aranın düzelmesini isteyen sen, önce Rabbinle aranı düzeltmeli, O’nun emirlerine itaate koşmalısın’ diyerek, ona farkında olmadığı probleminin kaynağını anlatmalıyız.

Kur’ân-ı Kerim, eksiksiz tek kitaptır. Onun konusu bütün ilim dallarının konularından daha önemli ve daha büyüktür. Çünkü onun konusu, bu bilgileri keşfedip, onlardan yararlanan insanın kendisidir. Bilimsel araştırma, deney ve uygulama yapmak, insan aklının yeteneklerinden biridir. Kur’ân ise bu insanın psikolojik yapısını, kişiliğini, vicdanını, aklını ve düşüncesini yapılandırır. İnsanın bu potansiyel yeteneklerini iyi bir şekilde kullanmasına ortam sağlayacak sağlıklı bir toplum yapısı oluşturur. Düşünce ve duygu bakımından sağlıklı insanlar ve onların çeşitli alanlarda atılım yapabileceği toplumsal ortam meydana geldikten sonra Kur’ân-ı Kerim, insanı bilimsel araştırma, deney yapmak üzere serbest bırakır.
 

Sana yeni doğan aylardan soruyorlar.

الْاَهِلَّةِ kelimesi, هِلَال kelimesinin çoğuludur. Hakikatte hilal, bir tane olmakla birlikte çoğul yapılması, bir ayın hilali ile diğer ayın hilalinin ayrı olması, hilalin birbirinden farklı birçok durumu olmasındandır.

Burada ‘hilaller’ ile kastedilen her hilalin ayıdır. Bazen hilal kelimesiyle ay ifade edilir. Çünkü ay, hilalin doğması ile birlikte girer.

Hilâl de, insanların ayı gördüğü zamandaki ilk halidir. Görüldüğünde haykırıldığından dolayı, bu isimle adlandırılmıştır. Zira bu kelimenin esas manası, sesi yükseltmektir. Nitekim doğan çocuk yüksek sesle ağladığı vakit de kullanılan kelime bu kökten gelir. Dilimizdeki ‘ay!’ sesi de buna uygundur. Bundan dolayı henüz görünmesi mümkün olmayana gerçek olarak hilâl denmez.

Ayın başlangıcındaki ilk iki gecenin hilâline de, hilâl denilir. Bu iki geceden sonrakine kamer denilir. Ebû’l Heysem, ‘Ayın başlangıcındaki ilk iki gecenin ayına hilâl denildiği gibi, ayın son iki gecesinin ayına da hilâl denilir. Daha sonra bu iki vaktin arasındaki gecelerin aylarına da ‘kamer’ denilir’ demiştir. el-Asmaî de; Etrafında ince iplik gibi bir hâle meydana gelinceye kadar aya hilal adı verilir, demiştir. Bir başka açıklamaya göre ay ışığı ile semayı iyice aydınlatıncaya kadar hilal diye adlandırılır. Bu aydınlatma ise yedinci gecede olur.

Pek çok iş için ay hesabı daha lüzumludur. Ayın değişiklikleri, yaratılış itibariyle vakit hesabına güneşten daha elverişli ve kolaydır. Güneşin hacminde bir değişme görülmediğinden doğuş yerlerindeki değişiklikleri ve burçlar üzerindeki hareketleri kapalıdır.

Güneş yılında ay, açık bir ölçü değil; dört mevsime veya seneye göre itibari bir ölçüdür. Halbuki ay, dörtlükleriyle, haftaların da gerçek ölçüsüdür. Dünyanın her tarafında hafta hesabının birliği de bu ölçünün yaratılışa uygunluğundandır. Günlerin isimleri de genellikle aya tatbik edilerek yedi olmuştur.

Bunun dışında ayda her gün görülmekte olan bu değişiklik, gök cisimlerinin de değişiklikle karşı karşıya bulunduğuna ve yok olmasının mümkün olacağına açık bir delildir. Allah’ın kudret ve birliğinin büyük alâmetlerinden olan göklerin yaratılışı içinde ayın, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın iradesini anlatan bir mucize ve O’na kulluk için vakit tayinine delâlet edecek ilâhî bir işaret olduğunda şüphe yoktur.

Hilali görünce Efendimizin ﷺ belirttiği şekilde tekbir aldıktan sonra şu dua okunur:
‘الّٰلهُمَّ أَهَِلَّهُ عَلَيْناَ بِالْأَمْنِ وَالْإِيمَانِ، وَالسَّلامَةِ وَالْإِسْلَامِ، رَبِّي وَرَبُّكَ اللهُ، هِلَالُ رُشْدٍ وخَيْرٍ  / Allahım! Şu yeni hilali bize iman, İslâm, güvenlik ve esenlik içinde mübarek eyle. Ey hayır ve rüşd hilali! Senin de bizim de Rabbimiz Allah’tır.’

Ay ve Güneşin çekim gücü etkisiyle okyanuslarda görülen su yükselmeleri ve alçalmalarına Gel-Git denir. Ay ve güneşin aynı doğrultuda oldukları zaman çekim güçleri birbirine eklenir ve Büyük Gel-Git olur. Ters istikametlerde ise Küçük Gel-Git olur. Bu durum ayda ikişer kere olur. Normal Gel-Git ise her gün 50 dk.lık gecikmelerle olur. Bu durum ay günü ile dünya günü arasındaki zaman farkından kaynaklanır. Suların yükselme ve alçalmaları ile ortaya çıkan yükselti farkına Gel-Git Genliği denir. İç denizlerde bu genlik az iken (30-80 cm) Okyanus kıyılarında fazladır. (8-20m)

Araştırmalara göre, dev okyanuslarda med-cezir olaylarına yol açan dolunay, vücudunun %70’i su olan insanoğluna da tesir ediyor. Vücuttaki sıvı dengesi bozuluyor, beyindeki düzenli işleyiş aksıyor ve kalp atışı hızlanıyor. Özellikle kalp ve şeker hastalarında Dolunay, sinir sistemindeki hücrelerin işleyiş düzenini bozduğu için dengesizlikler meydana geliyor. Bunda, vücuttaki elektrik akımının iki misline çıkması da büyük rol oynuyor.

Dolunay’ın kadınlara daha fazla tesir ettiği de bir gerçek. Kadınlar, dolunay günlerinde çok hassas olur ve daha çabuk ağlar. Doğumlar, bugünlerde yüzde 20 oranında artıyor. Kadınlarda migren artıyor ve daha stresli hâle geliyorlar. Ayın çekim gücünün en çok olduğu dolunay vakti, ani sinir, dengesiz hareketler, düşünmeden yapılan şeyler üst üste gerçekleşir.

1993 yılının Ağustos ayındaki dolunay günlerinde, Almanya’daki adam öldürme, cinnet geçirme ve intihar olaylarında artışlar meydana geldi. Yapılan araştırmalara göre dolunay, yalnız Kuzey Avrupa ülkelerinde değil; yeryüzünün her yerinde insanlara tesir ediyor. Ay’ın bu günlerinde cinnetlerin arttığını belirten araştırmacılar, dolunay gecelerinde işlenen cinayetlerin sayısında artış olduğunu tespit ettiler. Yine 1980 ve 1984 yıllarında dolunaylar sırasında görülen suç oranının bariz şekilde arttığını bildirildi.

Araştırmaya göre, dolunay günlerindeki intihar ve cinayetlerin artış sebebi, insan vücudundaki gel-git dalgalarıdır. Dolunay sırasında Dünya, Ay ve Güneş, aynı doğru üzerinde olduklarından, Ay’ın insan üzerindeki çekim kuvveti ile birlikte vücuttaki su miktarı %60’ı aşar. Bunun yol açtığı bedenî ve rûhî değişmeler ise, suç işleme eğilimini artırır. Araştırmacılar, beş yıl içinde üç polis karakoluna bildirilen suçları bilgisayara yükleyip neticeyi dolunay tarihleri ile karşılaştırarak bu sonuçlara varmışlardır. Yine yapılan bir çalışmada dolunay süresince oluşan trafik kazalarının alışılmadık bir şekilde fazla olduğu saptanmış.
 

İnsanlar ve Hacc için vakit ölçüleridir.

مِيقَات ، مَوَاقِيتُ kelimesinin çoğuludur. Vakit manasına gelir. Vaktin sonu manasına geldiği de söylenmiştir. Hilâl, ayın mîkatlarıdır. İhramın yerleri de haccın mîkatlarıdır. Çünkü bu yerler ihramın sona erdiği yerlerdir. Mîkat, belirli bir yer manasına da gelir. Bu durumda müşterek lafız olur.

مَوَاقِيتُ Hem çoğuldur, hem çoğulun son haddidir. (Muntehâ el-cumû’) Çünkü bir daha çoğul yapılamayacağından adeta bu kelimede çoğul tekrarlanmış gibidir. Müntehâ’l Cumû’ olduğu için de, gayrı munsarıftır.

Âyet-i kerimede sadece hacc zikredilmiştir. Çünkü hacc vaktin bilinmesini gerektiren ibadetlerdendir. Aynı zamanda haccın Allah’ın belirlediği aylara hasredildiğini ve cahiliye Araplarının ayların yerini değiştirmede yaptıkları gibi, haccı belli aylardan alıp, başka aylara nakletmenin caiz olmadığını beyân eder.

İmam Mâlik ve İmam Ebû Hanîfe (r.a) bu âyeti hac için ihrama girmenin hac ayları dışında sahih olabileceğine delil göstermişlerdir. Çünkü Yüce Allah bütün hilâlleri (ayları) ihram için bir zaman olarak tespit etmiştir. O bakımdan bütün aylarda bir kimsenin hac niyeti ve ihrama girmesi sahih olur.
 

Uğursuz Saymak Haramdır.

İyiyi, iyinin ne olmadığını söyleyerek açıklayan Allah, olumsuzdan olumluya giden bir metod izlemekte, bu izah ile önce batıl uğursuzluk anlayışını yıkmaktadır. Demir paslı iken boya tutmaz. Önce pasın temizlenmesi gerekir. Hurafeler de böyledir. Önce hurafenin ortadan giderilmesi, sonra hakikat boyasının sürülmesi gerekir. O zaman hakikat kalıcı olur.

Hz. Peygamber ﷺ uğursuzluk vehminden nehyetmiştir: ‘Ne sirayet vardır, ne de uğursuzluk.’ ‘Her kimi, bir uğursuzluk inancı, seferinden alıkoyarsa, o kimse müşrik olur.’

Efendimiz ﷺ uğursuzluktan hoşlanmaz, ama bir şeyden uğur sezmeyi severdi.
 

Evlerinize arkalarından girmeniz, iyilik değildir.

‘Siz ayın ışığındaki değişmelerin hikmetini bilemediğiniz zaman, Yaratıcının hikmetinden şüphe etmeye başladınız ve ne iyilikten, ne de aklın kemâlinden olan bir iş yaptınız. Bu yaptığınız iyilik değil, evlerinize kapılardan girmek iyiliktir.’

Âyet-i kerime şanı yüce Allah tarafından birr’e uygun olan yoldan ulaşmaları gerektiğine dair bir uyarıdır. Birr’in elde edilme yolu Allah’ın emrettiği yoldur.

“Evlere arkalarından girme” fiili, doğru yol ve usûlden dönmekten; “evlere kapısından girmek” de, doğru bir yola ve metoda sımsıkı sarılmaktan kinaye kılınmıştır. Bu meşhur bir kinayedir. Başkasını doğru yola yöneltmek isteyen kimse, ona ‘işi kapısından girerek yapman gerekir, yani işi usulüne göre yapmalısın’ der. Bunun aksi durumda ise, ‘Falanca o işe kapısından gitmedi.’ (Yani, usulünce ve yolunca yapmadı) denilir.

Ebû Ubeyde der ki: Âyet-i kerime bir darb-ı meseldir. Anlamı şudur: Birr cahillere soru sormanız değildir. Fakat birr Allah’tan korkup ilim adamlarına soru sormanızdır.

Bu ifadenin kinaye manası: Resûlullah’a gök bilimi sorusu sormak, Allah’ın hükümlerini açıklayıp tebliğ etmek için gönderilmiş Peygamberi -hâşâ- bir gök bilimci ve Kur’ân’ı bir astronomi kitabı yerine koymak, normal bilginlerin maksatlarıyla peygamberlik ilminin istediği şeyleri birbirinden ayıramamak, işe tersinden başlamak demektir. İşlere böyle tersinden başlamakla iyilik ve hayra erilemez.

Âyet-i kerime ilim dallarında da usul ilimlerinin önemli olduğuna işarettir. Usul ilimleri nihayetin berraklığına vesiledir. Usul ilmini bilmeyen insanlar, Kur’ân ve hadislerden sağlıklı derecede faydalanamaz.

Usul ilminden maksat, şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerden çıkarabilmeyi sağlamaktır. Kur’ân-ı Kerim’i doğru anlamak için ‘Tefsir Usulü’, hadis-i şerifleri doğru anlamak için ‘Hadis Usulü’ ve doğru hüküm vermek ve adil kararlara ulaşmak için ‘Fıkıh Usulü’ ilimleri keşfedilip uygulanmıştır.

Usul ilmi kadar önemli bir ilim yoktur. Günümüzde çeşitli meslek dallarında ihtisaslaşma yolunda gelişen teknolojiye ayak uydurabilmek için insanların tüm enerjilerini harcamaları usul ilminin önemini ortaya koymaktadır. İster tefsir, ister hadis, isterse fıkıh alanında olsun belli ilimleri elde edebilmek için usul ilimlerine riayet edilmesi şarttır.

İlim ehli İslâmi meselelerde konuşabilmek ve yazabilmek için hangi usullerle çalıştıklarını, hangi edebe riayet ettiklerini, kendilerinden önceki ulemanın ilim elde etme yollarını nasıl takip ettiklerini çok hassas bir şekilde ortaya koymuşlardır. İlim ehli olmak isteyenlerin önce ulemanın ilim elde etmede takip ettikleri silsileyi çok iyi anlamaları o büyüklerin yolunu takip etmeleri şarttır. Yoksa hem kendileri helak olurlar, hem de kendilerine uyanları helak ederler.

Usulsüzlük, vusulsüzlüğe sebeptir. Usul bilmeyenin ilmine itibar edilmez. Sahabe, Peygamberimizden ﷺ aldıkları ders ve terbiye ile ihtisasa önem verirlerdi. Kendi sahası olmayan hususlarda sarf-ı kelam etmezlerdi. Çünkü onlar bilirlerdi ki, doktor olmayan bir insan herhangi bir sahada mükemmel bilgiye sahip olsa da bir hastalığın tedavisinde basit bir doktor kadar sözü geçmez.

Bu âyet-i kerime Allah’ın teşrî’ buyurmadığı bir şeyin Allah’a yaklaştıran bir amel olamayacağını beyan etmektedir. Bir işin Allah’a yaklaştırıcı birr (iyilik) olduğu ya da olmadığı anlaşılamayıp içinden çıkılamazsa o işe bakılır. Eğer farz ve sünnetler arasında onun benzeri bir amel varsa Allah’a yaklaştırıcı olması caizdir. Eğer bir benzeri yoksa o işin birr olması da yaklaştırıcı olması da, söz konusu olmaz. Bunun örneğini Efendimizin uygulamasında şöyle görmekteyiz:

Resûlullah ﷺ hutbe irad ettiği bir sırada güneşte ayakta duran bir adam görür. Onun durumunu sorar.‘O, Ebû İsrail’dir, ayakta dikilip oturmamayı, gölge altında durmamayı, konuşmamayı ve bununla birlikte de oruçlu durmayı adamıştır’ derler. Peygamber ﷺ şöyle buyurur: ‘Ona söyleyin, konuşsun, gölgelensin, otursun ve orucunu tamamlasın.’

Böylelikle Peygamber ﷺ şeriatında aslı bulunmayan amelleri iptal etti, farz ve sünnetler arasında benzeri bulunan ve Allah’a yaklaştırıcı bir ibadet olanın sahih olduğunu beyan buyurdu.

‣ ‘Evlere arkalarından girmeyin’ ifadesi kinaye olarak homoseksüelliği de yasaklamaktadır.

Livata edenlerin günahlarının büyüklüğünden dolayı, cezası da şiddetli olacaktır. Cehennem ateşinden köpek sûretinde bir mahluk getirilir. Ayrılmaksızın o kimseye musallat olur. O kişiyi alır, yüzü koyun yatırır. Dübüründen başını sokar. Bağırsaklarını arkasından dışarı çıkarır, parçalar durur. Karnından ve bağırsaklarından öyle çirkin bir koku yayılır ki, bütün cehennem ahalisi bağrışır ve şöyle derler: ‘Elli bin yıl cehennemde kalmaya razıyız. Yeter ki bunun kötü kokusunu duymayalım.’ Müzekkin Nüfus

Bir erkek başka bir erkekle livata etse, arşullah titrer. Titremesinin sebebi Hakk Teâlâ’dan korkması, bu günahın büyüklüğü ve murdarlığındandır. İbni Abbas

‣ Bu ifade aynı zamanda evlere, mekanlara arkalarından girenlere işaret eder. Sanatçıların, zenginlerin, profesörlerin evlerine, hastanelerine arkalarından girmelerine işarettir. Ortak noktası her türlü sinsilik ve hileli işlerdir.

Hayatımıza yerleşen, ama hile olduğunu fark etmediğimiz pek çok davranış, aslında evlere arkasından girme örneğidir. Birkaç misal: Kendi menfaatine olan bir şeyi karşı tarafın menfaatine gibi göstermek, ağız aramak, denemek için soru sormak, hased ettiği kimseyi olmadık şeylerle abartarak zemmetmek, yaptığı gösterişleri gizlemeye çalışmak, daha büyüğünü beklediği yerlere hediye vermek, kendi sebep olduğu zararı söylemeyip başkasını töhmet altında bırakmak, yapması istenen bir iş olunca yapmamak için başka yol göstermek, kendi yaptığı hatayı başkası yapmış gibi göstermek.

‣ Âyet-i kerime evlere izinsiz girmelere de işaret eder. Evlere girme adabından bahsedilen âyette izin kelimesi yerine ünsiyet kelimesi seçilmiş; yani alışkanlık, ülfet olmadan başka evlere girilmez. (bkz. Nur, 27)

‘Yemeğe özellikle davet edilmediği halde giden, hırsız olarak girer, talancı olarak çıkar.’ Hadis-i Şerif

‣ Ve aynı zamanda insanların zıddına hareket etmemekten kinaye. Yani yoluyla yordamıyla üslubunca gitmeli, anlaşmalı.
 

Eve girerken

˗ İzin istemek göz(ün evin ayıplarını görmemesi) için şart kılınmıştır. Hadîs-i Şerîf

˗ İzin istemek (kapı yahut zili çalmak) üç defadır. İzin verilirse girersin, verilmezse geri dönersin. Hadîs-i Şerîf

˗ Sünnetin beyanlarına göre mahremiyeti ihlâl sâdece ‘girmek’ fiiliyle tahakkuk etmez, ‘bakmak’la da vukûa gelir. Bu sebeple Efendimiz ﷺ, ‘Hiç kimse izin almaksızın başkasının evinin içine bakmasın, kim izinsiz bakarsa aynen girmiş gibidir’ buyurmuştur.
 

Evden çıkarken

˗ Kişi evinin kapısından çıkınca, adama nezaret eden iki meleği vardır. Adam: ‘Bismillah’ deyince onlar: ‘Doğruya irşad edildin’ derler. ‘La havle vela kuvvete illa billah’ deyince, melekler: ‘Korundun’ derler.

Adam: ‘Tevekkeltü alallah’ deyince onlar: ‘İşin (sana bedel) görüldü’ derler. Sonra adamın iki karini (yani onu günaha sürüklemek isteyen insi ve cinni iki şeytanı) onu karşılarlar. Melekler (o şeytanlara): ‘Hidâyete erdirilen, işi (Allah tarafından) görülen ve muhafaza altına alınan bir kimseden ne istiyorsunuz?’ derler.

˗ Evden çıkarken zilletten, dalâlete düşmekten, zulüm ve haksızlık etmekten, cehaletten Allah’a ﷻ sığınır.

˗ Evden çıkarken ve eve dönerken Âyete’l Kürsi’yi okur.

˗ Başı önüne eğik bir halde, yukarıdan aşağıya iner gibi süratle yürür. Çünkü bu yürüyüş, kibirden uzaktır. Salına salına ve böbürlenerek yürümez. Müslümanlara eziyet veren şeyleri yoldan kaldırır. Çünkü eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmakta sadaka sevabı vardır.

˗ Yüksek binaların altından geçerken süratli yürür. Zira böyle yerler tehlikeli olabilir.

˗ Çarşı ve pazarlarda gözünü haramlardan sakınır.

˗ Selam verenin selamını alır, yardım isteyene yardım eder.

˗ Yolunu kaybedene yol tarif eder, bir şey bulursa sahibini arayıp, ulaştırmaya çalışır.
 

İyilik

Dul ve yetimlerin ihtiyacına koşanlar Allah yolunda cihad eden ve gündüzü oruç, geceyi ibadetle geçiren gibidir. Hadis-i Şerif

İyilik her şeyiyle sadakadır. Hadîs-i Şerîf

Bir mü’min kardeşimin ihtiyacını görmek için yürümem bana şu mescitte (Mescid-i Nebevi) oturup bir ay itikafa girmekten çok daha sevimlidir. Hadîs-i Şerîf

İyilik eskimez, kötülük unutulmaz. Hadîs-i Şerîf

Din kardeşinin canı çektiği bir şeyle ağzını tatlandıran bir kişiye Cenâb-ı Hakk bir milyon sevap yazar, bir milyon günahı siler, bir milyon derecesini yükseltir ve Allah ﷻ Firdevs, Adn, Huld olmak üzere üç Cennette ona yemek yedirir. Hadîs-i Şerîf

Bir ekmek sadaka vermek, iki yüz rekât nâfileden sevimlidir. Bir Müslümanın işini görmek, bin rekât nâfileden sevimlidir.

Gıybeti terk etmek, on bin rekât nâfile namazdan daha iyidir.

Yetimin ihtiyacını görmek, otuz bin rekât namazdan daha iyidir.

Çocuğuyla bir saat oturmak, mescidimde itikaftan sevimlidir.

Aile için yapılan bir dirhemlik harcama, Allah yolunda cihad için yapılan bin dinarlık harcamadan daha iyidir.

Ana-babaya iyilik, iki bin senelik ibâdetten iyidir. Hadîs-i Şerîf

Bir kimse, Allah için Müslüman kardeşinin yararına ve onun rızâsına bir işe çalışır ise, göz açıp kapayacak kadar zamanda dâhi mâsiyet işlemeden Allah’a ﷻ bin yıl hizmet etmiş gibi sevap alır.

Fudayl b. İyaz’ın yanında sitayişle bir adamın zühdünden bahsettiler. ‘O zat ağzına helva almaz, tatlı bir şey sürmez’ dediler. Fudayl onlara dedi ki: ‘Helva yemeyi bırakmak mârifet midir? Siz onun akrabasını gözetip gözetmediğine, öfkesini yenip yenmediğine, iradesine hakim olup olmadığına bakın; komşularına, dul ve yetimlere davranışları, sevgisi ve saygısı nasıldır? Bir şahıs hakkında hüküm verirken asıl bunlara dikkat edin!’
 

Allah’tan korkun.

Her vâcibi yapmak ve her haramdan kaçınmak, bu emrin muhtevasına girer.

Takva, vikaye kökünden gelir. Vikaye korumak, takva da canı tehlikeden, korkulacak şeylerden korumak, ittika ise korunmak demektir. ‘Müttaki’ ittika kökünden ismi fâildir, korunan, takva sahibi demektir.

Arapçada takva, canlı bir varlığın, dışarıdan gelecek tehlikeye karşı kendini korumasını ifade ederken, Kur’ân’da önemli farklı bir anlam kazanmıştır: Artık Kur’ân’da takva, maddî bir tehlikeden değil, mânevi azabdan ve insanı bu azaba sürükleyecek kötü işlerden korunmak demektir.

“Kim de Rabbinin makamından korkup da nefsini heveslerden alıkoyduysa.” (Naziat, 40)

Allah’ın huzurunda hesap vermekten korkmak için, mutlaka önceden O’nun bilinmesi gerekir.

Allah’ın ululuk, istiğna vasıfları ile kendisine kıymet vermemek, O’ndan uzaklaşmak ve zevâle ermek gibi halleri düşünüp, kalbi üzülüyorsa, bu elemine havf (korku) denir.

 

Sebeb-i Nüzulü

‣ Ensardan Muâz İbn Cebel ile Salebe İbn Ganem, ‘Yâ Resûlallah, bu hilâle ne oluyor? Başlangıçta, iplik gibi ince olarak ortaya çıkıyor, daha sonra da dolunay oluncaya kadar artıyor, sonra da durmadan eksile eksile baştaki durumuna dönüyor. Güneş gibi, tek bir halde kalmıyor’ dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. yahudiler de aynı şekilde hilâl hakkında sormuşlardı.

Allahu Teâlâ, âyet-i kerimede onların sorularını cevaplamamıştır. Ancak, âyet sualin konusuna delâlet eder.

Ashab-ı kiram ayın durumundaki değişmelerin hikmetini sormuşlar da, kendilerine, ‘Sizi ilgilendirmeyen şeyleri sormayı bırakın da, sizin için açıklanması daha mühim olan meselelere dönün. Çünkü hiç de öyle olmadığı halde sizler, evlerinize arka tarafından girip çıkmayı iyilik zannediyorsunuz’ denilmiştir.

Allah ﷻ, ‘Evlere arkalarından girmeniz birr (iyilik) değildir’ buyruğunu, يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْاَهِلَّةِ ifadesine bağlamıştır. Çünkü bu iki hâdise de aynı anda vuku bulmuştur. Âyet de, bu iki hâdise hakkında aynı anda nazil olmuş ve ikisini birbirine bağlamıştır.

‣ Cahiliyede, bir kimse bir şeye niyet edip, onu elde etmekte zorlanınca, evinin kapısından girmez, arka tarafından girip çıkmaya başlar ve bunu bir yıl sürdürürdü. Eve kapısından girmeyi yakışıksız bulurdu. Bunun üzerine Allahu Teâlâ, onları böyle davranmaktan nehyetmiştir.

Buna göre âyetin tefsiri şöyle olur:

Uğursuzluk sayarak, evlerinize arka tarafından gelmeniz iyilik değildir. İyilik ancak, Allah’tan başkasından değil, Allah’tan korkan ve kendisinde uğursuzluk hissettiği şeyden çekinmeyip, tevekkül ederek, sadece O’ndan ittikâ eden kimsenin hareketidir.

‣ İslâm’ın ilk yıllarında, bir müslüman ihrama girdiği zaman, eğer yerleşik bir hayat sürdürüyor ise, evinin arkasından bir delik açıp, buradan girip çıkar, veyahut da bir merdivenle dama çıkar, oradan evine inerdi. Kendisiyle sema arasında herhangi bir engelin bulunmamasına dikkat ederdi. Evinden sonra çıkıp herhangi bir ihtiyaç için geri dönecek olursa, evin tavanı kendisi ile gök arasında bir engel teşkil edeceğinden dolayı odanın kapısından içeri girmezdi. Evinin duvarından tırmanır, sonra da odasının üzerinde durarak ihtiyacını ister ve o şey evinden dışarı çıkartılırdı. Bu davranışı haccın bir parçası ve iyilik kabul ederdi. Eğer ihrama giren kimse, göçebe hayatı yaşayanlardan ise, çadırın arkasından girip çıkardı. İşte bunun üzerine onlara, ‘Evinize girmekten dolayı zorlanmanız, iyilik değildir. Ancak iyi kimse, Allah’tan ittikâ eden kimsedir’ denmiştir.

‣ Câhiliyye döneminde ihrama girenler, evinin veya çadırının arkasından girip çıkacağı bir delik açardı. Taassub gösterenler müstesna. Bunlar da Kureyş, Kinâne, Huzâa, Sakîf, Haysem, Amir İbn Sa’sa’a oğulları ve Benû Nasr İbn Muâviye oğullarıdır. Bunlar dinlerine çok bağlı oldukları ve çok direttikleri için, kendilerine ‘Humus’ denilmiştir. (Hamaset, diretmek demektir.) İhrama girdikleri zaman, evlerine girmez, çölde bir gölgelikle gölgelenmez, yağ, yoğurt ve peynir yemezlerdi. Bunlarla evli olanlar ve sözleşmeli bulunanlar da böyleydiler.

Asrı saadette, Hz. Peygamber ﷺ ihrama girerken bunlardan birisi ihrama girdi. Hz. Peygamber ﷺ, ihramlı iken harap bir bostanın kapısından içeri girdi. O adam da Efendimizi ﷺ görüp, peşine takıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, ‘Benden uzaklaş’ buyurdu. Adam, ‘Niçin, ya Resûlallah?’ dedi. Hz. Peygamber, ‘Sen ihramlı iken kapıdan içeri girdin’ deyince, o adam biraz duraklayarak, ‘Ben senin sünnetine ve hidâyetine razı oldum. Senin girdiğini gördüğüm için, ben de girdim’ dedi. (Sözü geçen adamın Kutbe b. Amir olduğu da söylenmiştir.)

Bunun üzerine, Allahu Teâlâ, bu âyeti indirip ihrama girmeleri hususunda aşırı davranmalarının iyilik olmadığını, aksine iyi kimsenin Allah’a muhalefetten korkan kimse olduğunu bildirmiş ve câhiliyye adetlerini terk etmelerini emrederek, ‘Evlerinize, kapılarından giriniz’ buyurmuştur.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْاَهِلَّةِ kavli, ahyar ve ebrarın seyrinden haber verir.

‘Ehille’ kelimesinde şöyle bir işaret vardır: Her taifenin ehil olduğu şeyle meşgul olduğu, kendi ihtiyarlarına göre amel ettikleri farklı zamanları vardır. Bu vakitlerde değişik ameller yaparlar.

Bu kavimlerin korkuları çeşitli olmasından dolayı, amel vakitleri de muhteliftir. Zahitlerin evradlarının vakitleri, sadıkların murakabe vakitleri gibi.

وَالْحَجِّ Vaktin hükmü gayrı ihtiyari olarak sadıklara çevrildiğine işarettir. Gayrı ihtiyari olarak mahbubdan muhibbe çevrildi. Sıddıklar için vakitlerin değerlendirilmesi ihtiyari değil ızdıraridir.

Kimin vakti uyanık olursa şeriatla kaim olur. Kimin vakti mahviyet olursa hakikat ahkamı galib olur. Mahbubin için habiblerinin vasıflarının vakti vardır. Eğer varlıklarının vasfından çıkarlarsa mahbublarının vasfının hükmüne dahil olurlar. Allah onların işine galiptir. Bu beşeri hükümlerin hislerinden ve hakiki sultanın istilasındandır. Eğer celal vasfıyla tecelli etse hedefe isabet etmeyip sürçer. Eğer cemalle tecelli etse yaşar.

وَلَيْسَ الْبِرُّ بِاَنْ تَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ ظُهُورِهَا Âyette şöyle bir işaret vardır: Her şey için bir medhal ve sebep vardır. Vusul ve duhul ancak bu sebebe tabi olmakla mümkündür. “Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve kudret sahibi kıldık, ona (muhtaç olduğu) her şey için bir sebep (bir vasıta ve yol) verdik.” (Kehf, 84)

Hazreti rububiyete vusul ve duhul takvaya nisbet edilir. Takva zahir ameller ve batın hallerden bütün iyilikleri içine alan ismi camidir. Muvafakata ittiba, muhalefetten ictinab ile kaimdir. Kalpleri saflaştırır, sırları murakabe eder. Takva mertebelerindeki kuvvete göre sulükle Hz. Mevla’ya vusul hasıl olur. “... Muhakkak ki, Allah katında en şerefliniz, en takvalınızdır.” (Hucurat, 13)

Efendimiz ﷺ şöyle buyurdu: ‘Size Allah’tan korkup takvalı olmanız vâciptir. Çünkü o bütün hayırları camidir.’

وَلَيْسَ الْبِرُّ بِاَنْ تَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ ظُهُورِهَا Zahir amelleri muhafaza, bütün hallerde batıni hukuka riayetle mümkün olur.

وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنِ اتَّقٰى Yani gerçek takvaya ererse. “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmran, 102)

Takva; itaat edip akıl yürütmemek, hatırlayıp unutmamak, şükredip nankörlük etmemektir. وَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ اَبْوَابِهَا Yani işlere medhallerinden gelin.

وَاتَّقُوا اللّٰهَ Yani masivadan Allah’a ittika edin. Savaşınız, korkunuz, firarınız, sığınmanız, dönüşünüz O’ndan O’na olsun. Nebinin ﷺ ‘Senden Sana sığınırım’ deme hali gibi.

لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ Kurtulmanız nefsinizin helakından, Melikü’l Kuddüs’ün yardımıyla halas olmanız içindir.

 

Belagat

• Bu âyet-i kerimede istidrad sanatı vardır. İnce dalları olan bir sanattır. Mütekellim, o konuda devam edeceği hissini vererek, amaçlarından bir başkasına meyleder. Sonra aralarındaki münasebet sebebiyle diğerine geçer. Sonra yine ilk başladığı konuya döner. Önce hilalleri ve şeklinin değişmesi sorusuna, hacc için vakit ölçüleri olduğunu zikrederek cevap verdi. Sonra da onların soru sormalarının benzerinin, evlere kapıları bırakıp arkalarından girme gibi olduğu kavline döndü.

• يَسْـَٔلُونَكَ fiili, maziden haber verirken muzari ile getirilmiş. Bu tür soruların gelecekte de daima olacağına işaret olabilir.

• Muktezayı zahirin hilafına olarak, sorularının asıl cevabı değil, onları ilgilendiren cevap verilmiştir. (Bu sanata ‘Üslub-u hakim’ denir.)

Tecrid yapılarak, ‘Biz insanlar için veya sizin için’ denmeyip ‘İnsanlar için’ denilerek tecrid yapılmıştır.

• وَلَيْسَ الْبِرُّ بِاَنْ تَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ ظُهُورِهَا mefhum-u mutabakatıyla bunun bir kötülük olduğunu bildirir.

• مَنِ اتَّقٰى derken ittika fiili lazım menzilesine tenzil edilmiştir. Çünkü bununla murad, emirlere imtisal edip, nehiylerden kaçınma anlamındaki şer’i takva ile muttasıf olanlardır.

• ‘Benden korkun’ buyurmayıp ‘Allah’tan korkun’ denmesi tecriddir.

• ‘Allah’tan korkun’ lazım, ‘emirlerini yerine getirip nehiylerinden kaçının’ melzumudur.

Bakara Sûresi 190. Ayet

وَقَاتِلُوا فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ الَّذٖينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلَا تَعْتَدُواؕ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدٖينَ

190- Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın ve haddi aşmayın. Şüphesiz ki Allah haddi aşanları sevmez.

 

Cenâb-ı Hakk bu âyetiyle de cihadı, savaşı, emrederken ‘Sizinle savaşanlarla’ kaydını koyuyor. Cizye ehli, sulh ehli olup saldırmayan, ya da imana gelen kimselerle savaşılmaz. Savaştan gaye dinini, namusunu, vatanını kurtarmak olmalıdır. Savaşlarda ganimet alınır ama asla ganimet için savaş yapılmaz. Şahsi menfaatler, nefsanî intikamlar, hırslar, hasetler, öfkeler için savaşılmaz. Birilerinin toprağına, vatanına, petrolüne, hürriyetine, yer altı zenginliklerine göz dikerek savaş yapılmaz.

Savaşta asla kadınlar, çocuklar, yaşlılar öldürülmez. Kalleşlik, döneklik, firar, nifak asla savaşın içine giremez.

Efendimiz, 600 sene peygamber gelmemiş vahşi, hodgam, asi insanlara peygamber gönderilmiş. Emri ilâhi ile tam on üç sene tebliğin her metodunu uygulayarak İslâm’ı, imanı öğretmeye çalışmış. Fakat az bir kısım belki de sayıları yüz elliyi geçmeyen, çoğunlukla fakir fukara, köle, cariye, savunmasız, kimsesiz, güçsüz kimseler iman etmiş. Onlar da efendilerinden, ailelerinden çok cefa çekmişler. Buna rağmen savaş izni gelmeden asla zulme karşılık vermemiş, savaş yapmamışlar, ağır işkencelere maruz kalmış ama Allah ﷻ için sabretmişler.

Hicretten sonra Medine’de savaş farz olmuş çünkü Mekke müşrikleri, ehli kitap birleşerek Müslümanları ve Müslümanlığı yok etmek istemiş, hicret eden insanların ellerinden zorla aldıkları, gasp ettikleri malları satarak savaş hazırlıklarında bulunmuşlar. Cenâb-ı Hakk mü’minlere savaşı emretti, yardım vaad etti. Vaadini yerine getirerek düşmanının ancak üçte biri kadar olan samimi mü’minlere beş bin melekle yardım etti. Onlara zafer nasip etti.

Takva, yasakları bırakmak, emirleri yapmaktır. İstikamet ilim, takva ise ameldir. Mükellefiyet de bu iki hususta olur. Cenâb-ı Hakk bu âyette, ‘takva’nın insana en zor ve en güç gelen kısmını emretmiş; ‘Allah yolunda cihad edin’ buyurmuştur.
 

Mekke’de savaşa izin verilmeyişinin sebepleri

1- Mekke’de müslümanlar, ilerde omuzlarına yüklenecek olan İslâm davasının sorumluluklarını taşıyabilecek duruma gelebilmeleri için bir deneyimden geçiriliyorlardı. Bunun için büyük Kumandanın emrine itaat ve O’nun kararlarına boyun eğmeyi, sabrı öğrenmeleri ve bu konuda ciddiyet kazanmaları gerekiyordu. Çünkü Araplar cahiliye dönemlerinde çok heyecanlı ve duygusal insanlardı. Savaş çağrısına hemen karşılık verirler, haksızlığa karşı hiç sabretmezlerdi.

Oysa şimdi omuzlarına büyük bir görev yüklenecek olan bir ümmet oluşturulmaya çalışılıyordu. Aleyhlerine işleyen en büyük zulüm ve işkenceler altında bunalan yiğit müslümanlar, her şeye rağmen sabredip, sinirlerine hakim oldular. Soğukkanlılıklarını muhafaza edip Kumandanlarının işaretini beklediler.

Nitekim bu hazırlık eğitimi sayesinde Hz. Ömer gibi ateşli, Hz. Hamza gibi delikanlı ve sert mizaçlı mü’minler, küçücük müslüman toplumun uğradığı zulümlere sabredip, sinirlerine hakim olarak Peygamberimizden ﷺ emir beklemeyi içlerine sindirebilmişlerdi.

Böylece çabuk parlama ile soğukkanlılık, ateşli atılganlık ile tedbirlilik, gözü karalık ile itaatkârlık eğilimleri arasında denge kurulmuş oluyordu.

2- Arap toplumu onurlu ve gururuna düşkün bir toplum idi. Mekke’de müslümanların içinde kâfirlerden gelecek her harekete iki misliyle karşılık verebilecek yiğitler vardı. Fakat müslümanların bu şekilde eziyetlere tahammül edip hiçbir zaman karşılık vermemeleri, el kaldırmamaları, mazlum konumunda olmaları henüz müslüman olmamış Arapların kalplerindeki haysiyet duygusunu uyandırıp, onları İslâm’a yaklaştırıyordu. Nitekim, müslümanlara yapılan bu boykot ve zulümler karşısında cahiliyenin bu çirkin yüzünü gören birçok kişi İslâm’a girmişti.

3- Mekke, İslâm’ın ilk tebliğ ortamıydı. O günlerde henüz davet tam anlamıyla Mekke toplumuna ulaştırılamamış, insanlar açık ve net bir biçimde İslâm’la tanışma fırsatı bulamamıştı. Bu durumda verilecek bir savaş emri tebliğ ortamını yok edebilirdi. İnsanlar henüz İslâm’la tanışamadan ona düşman kesilebilir, onu baştan reddetmeye kalkışabilirlerdi.

4- Mekke’de henüz net bir biçimde saflar ayrılmamıştı. Hemen hemen her evde ailenin birkaçı müslüman, birkaçı da müşrikti. Eğer o gün müslümanlara kendilerini savunma, savaşma izni verilseydi, her ev kanlı bir savaş alanına dönecekti. Bu da toplumda, İslâm’ın aileleri parçalayan bir din olarak görülmesine yol açardı.

5- O zaman müslümanlar zayıf bir azınlık olarak Mekke’de kuşatma altında yaşıyorlardı. Eğer müşriklerle savaşa girselerdi, toplu kıyıma uğrayabilirlerdi. Yüce Allah onların çoğalmalarını, güvenli bir üsse yerleşmelerini sağladı ve savaşma iznini bundan sonra verdi.

İşte bu ve bunun gibi bizim bilemeyip de Rabbimizin bildiği pek çok hikmetler yüzünden Mekke’de savaş izni verilmemişti.
 

Size savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın.

Bunun anlamı ‘Allah’a itaat ve O’nun rızâsını talep etme yolunda savaşın’ demektir.

Bu buyruk Kıyamet gününe kadar devam eden bir emirdir.

Birisi Efendimiz’e ﷺ gelerek şöyle sordu:

- Yâ Resûlallah! Birisi kahramanlık göstermek için, birisi hamiyyet (yurdunu, aile ve yakınlarını koruma gayreti) için, birisi de gösteriş için savaşıyor. Bunlardan hangisi Allah yolundadır?

Efendimiz ﷺ şöyle cevap verdi:

- Ancak, ‘Allah’ kelimesi daha yüce olsun diye savaşan kimse Allah yolundadır!

“Allah yolunda savaşınız!” cümlesi, gerçek savaşın ancak, ‘ilâ-i kelimetullah’ (Allah Kelâmı’nın yücelmesi) için olan savaş olduğunun delilidir. İslâm’daki savaşlar, öncelikle dinin yücelmesi, İslâm milletinin ve topraklarının din düşmanlarına karşı korunması içindir. İkinci sebep ise müdafaa-i nefistir. Resûlullah’ın hiçbir savaşı, saldırmak ve toprak zapt etmek için değildir. Aksini iddia edenler, ya İslâm tarihinin câhilleridirler veya garazkâr müsteşrik ve münafıklardır.

Savaş ‘Allah için’ olacak; ne ganimet ve maddî kazanç elde etme uğruna, ne pazar ve hammadde ele geçirme uğruna, ne sosyal bir sınıfı diğer bir sınıfın, bir milleti diğer bir milletin boyunduruğu altına sokma uğruna yapılmayacaktır. Bu savaş, yeryüzünde yüce Allah’ın söz üstünlüğünü (ilâ-i kelimetullah’ı) sağlamak, O’nun sistemini hayata geçirmek, müslümanların dinleri yüzünden baskı altına alınmalarını, sapıklığa ve yozlaşmaya sürüklenmelerini önlemek için verilmelidir. Bunun dışında kalan savaşlar, gayrimeşru savaşlardır. Bu tür savaşlara girenler hiçbir sevap, derece kazanamazlar.

‘الَّذٖينَ يُقَاتِلُونَكُمْ / Sizinle savaşanlarla’ buyruğu ile murad edilenler:

1- ‘Sizinle, ya hacca mâni olmak veyahut da hiç sebepsiz doğrudan doğruya savaşan kimselerle savaşın.’

2- ‘Savaşmaya gücü ve ehli olan kimselerle savaşın.’

3- ‘Barış yapmak isteyenler hariç, savaşmaya kudreti bulunup ehil olan kimselerle savaşın.’
 

Cihadın hikmeti

İslâm, bütün insanlık için geçerli ortak yaşam tarzıdır. İslâm ümmeti, bu metod uyarınca Allah yolunda tüm insanlığın önderliğini üstlenmekle yükümlüdür. Bu ümmet, insanlığı eşi olmayan İslâm nimetine erdirecektir. İnsanlık bu nimetten yoksun kalınca kurtuluş umudunu kaybeder. Bu nimet kaynağına karşı saldırı düzenleyen bu hayırdan yoksun kalır, temizlik, saadet ve kemalden mahrum olur.

Bu cihanşümul çağrının önüne hiçbir engelin, hiçbir otoritenin dikilmemesi insanlığın ortak hakkıdır. Ayrıca bu çağrıyı alan insanların bu dini serbestçe seçmeye de hakları vardır. Hiçbir engel onları bu dinden alıkoymamalıdır. Bu çağrıyı dinledikten sonra benimsemek istemezse, başkalarına ulaşmasına engel olmaya da hakkı yoktur.

İslâm’ı seçenlerin ne işkence ne de başka bir baskı ile dini bırakmaya zorlanmama hakları vardır.

İslâm’ı benimsemeyenlere, diğer insanları Allah’ın hidâyetinden alıkoyacak ortam imkanları verilemez. Müslüman toplum, işkenceye ve baskıya uğrayan insanları kuvvet kullanarak savunmakla yükümlüdür. Böylece Allah’ın hidâyet sunduğu insanlara güvenli bir ortam sunularak, ilâhi sistemi sosyal hayatta uygulama yolu açılmış, insanlığın bu hayır kaynağından yoksun kalma tehlikesi önlenmiş olur.

İnsanlara dinin ulaştırılmasına engel olan, bu dini seçtiler diye baskı yapan her gücü ortadan kaldırmak, hiçbir kuvvetin, mü’minleri baskı altına almaması uğrunda mücadele vermek İslâm toplumunun görevidir. Bu; insanları zorla iman ettirme değil, Allah’ın dinini yeryüzünde üstün hale getirmektir. Öyle ki, bu dine girmek isteyen hiç kimse ona girmekten korkmamalı, İslâm’ın davetini duyurmak isteyen kimse bunu yerine getirirken hiçbir beşerden çekinmemeli; Allah’ın nurundan alıkoyarak insanları dinden saptıran hiçbir düzen yeryüzünde egemen olmamalı, hiçbir metodu etkin olmamalıdır.
 

Cihadın fazileti

Hangi müslüman olursa olsun, Allah için cihada niyet edip yola çıktığında, çarpışmadan önce hayvanı onu ezerse, zehirli bir mahlûk onu sokup öldürürse veya buna benzer bir sebepten ölürse, şehit olarak gider. Hadîs-i Şerîf

Savaşta ön safta çarpışmak efdaldir. Hz. Peygamber ﷺ, savaşta ön safta çarpışanlara Rabbin gülümseyeceğini, Rabbin gülümsediği kimsenin de hesaba çekilmeyeceğini, cennetin en yüksek yerine çıkacağını haber vermiştir.

Allah yolunda, sabahtan öğlene kadar, yâhut öğlenden akşama kadar çarpışmak, yerden ve yerin üstünde bulunanların tümünden hayırlıdır. İnsanın savaşta ön safta durması, altmış yıllık ibâdetten daha faziletlidir. Hadîs-i Şerîf

Allah yolunda cihat etmek, emanet dışında bütün günahlara keffârettir. Hadîs-i Şerîf

Kur’ân’da en çok anlatılan farz, cihaddır.

Bir kimse, Allah yolunda cihat için bir at bağışlasa, malıyla, canıyla Allah yolunda cihat eden gibi ona sevap verilir.

Bir kimse, Allah yolunda cihat için bir kılıç verse, Kıyâmet günü o, konuşarak gelir ve şöyle der: Ben falanın kılıcıyım. Bugüne kadar hep cihat ettim.

Bir kimse, Allah yolunda cihat için bir ok verse, Allah ﷻ onu saklar, büyütür. Halkın önüne, sevap olarak, Uhud dağı büyüklüğünde gelir.

Bir kimse, bir mücâhidi bir bineğe kavuştursa, Kıyâmet günü, bu iyiliği kendisi için bir bayrak olur.

Bir kimse, Allah yolunda cihat için bir kalkan verse, Allah ﷻ, onunla, kendisini Cehennemden korur.

Bir kimse, Allah yolunda cihatta, düşmana bir şey vurmuş olsa, Allah ﷻ vuruşunu, Kıyâmet gününde önünü gösteren bir nur eyler. Kıyâmet günü, misk gibi kokarak gelir. Onun bu güzel kokusunu, orada bulunan bütün halk alır.

Bir kimse, Allah yolunda cihat eden kardeşine su verirse, Allah ﷻ ona, ağzı miskle mühürlü kaplardan içirir.

Bir kimse, Allah yolunda cihat eden bir kardeşini ziyaret ederse, Allah ﷻ, her adımına sadaka sevabı yazar. Bir derecesini yükseltir, bir hatasını bağışlar. Hadis-i Şerif

Hz. Ömer İran’a harp ilan etmişti. İran Hükümdarı Yezdecerd, Çin hükümdarından yardım istedi. O da İran’dan gelen elçilere savaşacakları düşmanın vasıflarını sordu. Elçiler bildikleri kadarıyla Müslümanların vasıflarını anlattılar. ‘İçki içmezler, kumar oynamazlar, yalan söylemezler, birbirlerine yardımı hiç esirgemezler, zina etmezler, birbirlerinin namuslarına saygılıdırlar…’

Çin hükümdarı uzun uzadıya sorduklarına müspet cevap verilince İran hükümdarına şöyle bir mektup yazdı:

‘Azizim Yezdecerd! Sana bir ucu Merv’de, bir ucu Çin’de olan muazzam bir ordu gönderebilirdim. Fakat karşındaki düşmanının vasıflarını öğrendikten sonra bundan vazgeçtim. Düşmanların olan Müslümanlar bu ahlâk kaideleri üzerinde bulundukları müddetçe dağları bile yerinden oynatmak isteseler oynatırlar. Sen bunlarla dost geçinmeye bak. Ben dahi bunlardan korkmaya başladım.’
 

Haddi aşmayın, çünkü Allah haddi aşanları sevmez.

Allah’ın bir şeyi sevmediğini ifade buyurması, onun yapılmaması gerektiğini gösterir. Müslüman, savaşın kara günlerinde bile, Allah’ın sevgisini yitirme endişesi içinde olmalıdır. Bu endişe onu aşırı gitmekten alıkoyacaktır. Böylece Yüce Allah, savaş konusunda bile duygu eğitimi yapmaya devam etmektedir.

Allahu Teâlâ dikkatimizi çekiyor: ‘Sakın ha haddi aşmayın’ yani hiçbir şeyde haddi aşmamak gerekir. Yemek yerken, iş yaparken, insanlarla muamelede, gülerken, ağlarken, konuşurken, susarken yani her alanda haddi aşmamaya özen göstermelidir.

“Haddi (ölçüyü) aşmayın” buyruğu; ‘Sizinle savaşmayan kimselerle savaşmayın’ manasındadır. Âyet, savaşmayanlarla savaşmayı yasaklar.

Ancak bir sonraki âyette “Onları nerede yakalarsanız, öldürünüz” (Bakara, 191) buyurmuştur. Böylece bu âyet, 190. âyetin mensuh olduğunu gösterir.

Ancak âyetin nesholunmayıp, şu anlamları ifade ettiği de söylenmiştir: a) ‘Harem-i Şerifte savaşa ilkin siz başlamayın.’

b) Allah rızâsı dışında bir maksatla savaşarak haddi aşmayın. Mesela, kavmî asabiyet ve ün kazanmak gayesiyle savaşmak bu türdendir. Aksine siz, sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşınız. Bunu bir din gereği görerek ve Allah’ın dinini üstün kılmak kastıyla savaşınız.

c) ‘Aranızda anlaşma bulunan kimselerle, kendileriyle savaşmaktan nehyedildiğiniz kimselerle savaşmak veya tuzak kurarak, ya da bir davette bulunmaksızın ansızın saldırmak, kadın, çoluk-çocuk ve yaşlıları öldürmekle haddi ve ölçüyü aşmayın!’ Bu açıklamalara göre, âyet mensuh olmaz.

Resûlullah ﷺ savaşlardan birisinde öldürülmüş bir kadın görür, bundan hoşlanmadığını ifade ederek kadın ve çocukların öldürülmesini yasaklar. Çünkü İslâm bir soykırım dini değil, insanları kazanma, onların iki dünyasını kurtarma dinidir.

Zaten Arapçada ‘fâale’ kalıbı çoğunlukla iki kişi tarafından karşılıklı olarak yapılan eylemi ifade eder. Savaş ise kadınlar, çocuklar ve benzerleriyle olmaz. Mesela rahipler, kötürümler, yaşlılar ve ücretle çalıştırılanlar öldürülmez. Hz. Ebû Bekir, Şam’a gönderdiği Yezid b. Ebî Süfyan’a bunları vasiyet etmişti. Bunların öldürülme yasağı dışında tutulması bu gibi kimselerin müslümanlara eziyet verecek durumda olmaları halindedir.

Bu kimseler için şu durumlar söz konusudur:

‣ Kadınlar savaştıkları takdirde öldürülürler. Savaşta kadınların oldukça büyük etkileri vardır. Mali yardım, savaşa karşı erkekleri teşvik gibi. Kimi zaman saçlarını çözerek, teşvik edici ağıtlar yakar, harekete geçirici, savaştan kaçmayı ayıplayan ezgilerle savaşa çıkarlar. İşte bu, onların öldürülmelerini mubah kılar. Ancak esir alındıkları takdirde onları köleleştirmek daha faydalıdır. Çünkü çabucak İslâm’a girer ve dinlerinden dönerler. Ayrıca erkeklerin aksine kendi ülkelerine de kolay kolay kaçamazlar.

‣ Çocuklar öldürülmezler. Çünkü mükellef değillerdir. Bununla birlikte çocuk savaşacak olursa öldürülür.

‣ Rahipler öldürülmez ve esir de alınmazlar. Onlara yaşayacakları kadar mallarının bir kısmı bırakılır. Bu, kâfirlerden ayrı tek başlarına yaşamaları halinde böyledir. Şayet kiliselerde kâfirlerle birlikte bulunurlarsa öldürülürler. Kadın, rahiplik edecek olursa ona ilişilmez.

‣ Kötürümler; eğer müslümanlara eziyet veren bir durumları varsa öldürülürler; aksi halde kendi halleriyle baş başa bırakılır, sıradan ve bayağı bir mal olarak değerlendirilirler.

‣ Yaşlılar; eğer savaşamayacak kadar kocamış yaşlı ve görüşü alınmak sûretiyle ya da savunma yoluyla kendisinden faydalanılamıyor ise öldürülmez.

‣ Savaşmayan, düşmana da yardımcı olmayan kimsenin öldürülmesi caiz değildir. Şayet savaşmak, görüş belirtmek ya da mali katkıda bulunmak sûretiyle zarar vereceğinden korkulan bir kimse ise, esir alındığı takdirde imam ona şu beş şeyden birisini yapmakta muhayyerdir:

Ya öldürür, ya karşılıksız serbest bırakır veya fidye karşılığında bırakır, yahut köle yapar, ya da cizye ödemek şartı ile onunla zimmet akdi yapar.

‣ Ücretli çalışanlar ve çiftçiler öldürülmezler. Peygamber ﷺ şöyle buyurmuştur: ‘Halid’e yetiş, sakın çocuk ve ücretle çalışan işçi ve çiftçileri öldürmesin.’

Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde, rahmet ve savaş kelimelerini bir arada kullanarak şöyle buyurmaktadır: ‘Ben rahmet peygamberiyim, ben savaş peygamberiyim.’ Bu iki kelimeyi bir arada kullanması, O’nun savaşlarının bile bir rahmet olduğuna işarettir. O’nun katıldığı savaşlar adaleti temin için yapılan savaşlardır, tarihteki diğer savaşlar ise genellikle yıkımdır, felakettir.

Allah Resûlü, savaşa da ayrı bir mana kazandırmıştır. İnsanlar ölmeden, mamur yerler harap olmadan, dünya ateşe verilmeden de savaşın olabileceğini göstermiştir. Savaş sonrası, düşman ölülerine gösterdiği merhamet eşi görülmemiş bir üstünlüktür. O’nunla savaşanların, savaş sonrasında Müslümanlığı kabul etmeleri, O’na kılıç çekenlerin az sonra O’na asker olmaları, O’nun en büyük zaferlerindendir.

Seferlerde askerlerine şu tavsiyelerde bulunmuştur:

‣ ‘İnsanlara ülfet edin. Onlara karşı teenni ile hareket edin. Onları İslâm’a ve barışa davet etmedikçe üzerlerine hücum etmeyin. İnsanları müslümanlar olarak bana getirmeniz; onları öldürmenizden, çocuklarını ve kadınlarını esir olarak bana get irmenizden daha güzeldir.’

‣ ‘Allah´ın adıyla ve O´nun bereketi üzerinde hareket edin. İhtiyarları, çocukları, kadınları öldürmeyin. Aşırı gitmeyin, ganimetlerinizi toplayın, sulh edin. İyilikte bulunun. Şüphesiz Allah iyilikte bulunanları sever.’

‣ ‘Allah´ın adıyla; Allah´ın yolunda yürüyün. Allah´ın düşmanlarıyla savaşın. Hıyanet etmeyin, gadr etmeyin, kimseye işkencede bulunmayın. Çocukları öldürmeyin.’

‣ Bir defasında, müslüman askerlerin bir çocuğu öldürdüklerini öğrenince, orduya hitaben şöyle demişti:

‘Bazı kimselere ne oluyor ki öldürmekte ileri gidiyor, hatta çocukları öldürüyorlar? Şunu iyi bilin ki bundan böyle çocukları öldürmeyeceksiniz, çocukları öldürmeyeceksiniz.’ Bun un üzerine ashab: ‘Yâ Resûlallah! Onlar müşriklerin evladı değiller midir?’ denince Efendimiz onlara şöyle uyarıda bulund u: ‘Sizin hayırlılarınız ve seçkinleriniz de müşriklerin evladı değiller midir?’

‣ Vefatından az önce, ordu komutanı Üsâme b. Zeyd’e şu tavsiyelerde bulunmuştur: ‘İnkârcı saldırganlarla çarpışın. Ahde vefasızlık etmeyin. Meyve veren ağaçları kesmeyin, sürüleri tahrip etmeyin.’

‣ Herhangi biriniz savaşırken yüzü hedef almaktan sakınsın.

‣ Abdullah b. Yezid el-Ensari şöyle diyor: ‘Peygamberimiz savaşta yağmacılığı ve işkence ederek adam öldürmeyi yasakladı.’

‣ Hz. Ebû Hureyre şöyle diyor: ‘Bir defasında Peygamberimiz ﷺ bizi bir göreve gönderirken -iki Kureyşli müşriği kastederek- ‘Eğer falan ile filânı bulursanız onları yakın’ demişti. Fakat biz yola çıkmak üzereyken şöyle buyurdu:

‘Az önce size falanca ile filâncayı yakmanızı emretmiştim. Oysa ateş, sırf Allah’a mahsus bir azap aracıdır. Bu yüzden eğer onları bulursanız silahla öldürün.’

‣ Adam öldürmekten en çok sakınan insanlar, mü’minlerdir.

‣ İbn-i Ya’lâ diyor ki: ‘Halid b. Velid’in oğlu Abdurrahman ile birlikte bir savaşa katılmıştık. Bir ara önüne dört azılı düşman askeri getirdiler. Verdiği emir üzerine bunlar okun kör tarafı ile işkence edilerek öldürüldü. Bir süre sonra bunu haber alan Hz. Ebû Eyyub el-Ensarî şöyle dedi:

‘Ben Peygamberimizin ﷺ savaşta kılıç sırtı ile adam öldürmeyi yasakladığını kulaklarımla işitmiştim. Bu tür öldürme insana uzun bir can çekişme dönemi yaşattığı için bir tür işkencedir. Nefsimi kudret elinde tutan Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, önüme bir tavuk bile gelse onu bıçağın sırtı ile (işkence çektirerek) öldürmezdim.’ Bu sözler Abdurrahman’ın kulağına gidince (keffâret olarak) dört köle azad etti.

‣ Müslim b. Haris şöyle diyor: ‘Peygamberimiz ﷺ bir defasında bizi bir müfreze içinde savaşa göndermişti. Saldırı düzenleyeceğimiz yere varınca atımı koşturarak arkadaşlarımı geride bıraktım. Üzerine yürüdüğüm yörenin halkı beni çığlıklarla karşıladı. Bunun üzerine onlara ‘La ilâhe illallah (Allah’tan başka ilâh yoktur)’ deyin de canınızı kurtarın’ dedim. Onlar da bunu söylediler. Bunun üzerine arkadaşlarım beni kınayarak ‘Bizi alacağımız ganimetten mahrum ettin’ dediler.

Peygamberimizin ﷺ yanına dönünce yaptığımı O’na anlattılar. Bunun üzerine Peygamberimiz beni yanına çağırarak yaptığımı beğendiğini belirtti. Arkasından bana ‘Allah o insanların her biri karşılığında sana şu kadar sevap yazdı’ buyurdu.’

Hz. Ebûbekir de Üsame b. Zeyd’i komutan olarak sefere gönderirken, ona şunları söylemişti: ‘Davanıza ihanet etmeyiniz. Öldürülmüş olanların ağız, burun, kulak gibi organlarını kesmeyiniz. Çocukları, yaşlıları ve kadınları öldürmeyiniz. Hurma ağaçlarını ve meyve veren hiçbir ağacı kesip yakmayınız. Yemek için müstesna ne bir koyun, ne bir sığır, ne de bir deve kesmeyiniz.

Manastırlara çekilmiş ve kendilerine dünyadan el etek çektirilmiş bir takım kimselere rastlayacaksınız. Onları kendilerini adadıkları şeylerle baş başa bırakınız. Yine kafalarının ortasını tıraş ettirmiş ve etrafını bırakıp sarık gibi bağlamış kimseler de göreceksiniz. Onların kafalarını kılıçla uçurunuz.’

Bu konuşmada vurgulanan kadın, çocuk, yaşlı ve din adamlarının öldürülmemesi, ağaçlara zarar verilmemesi ve ölülerin uzuvlarının kesilmemesi İslâm ordularının temel felsefesi olmuştur.

Hz. Ömer (r.a) de şöyle der: Size karşı savaşmayan kadın ve çocuklarla çiftçiler hususunda Allah’tan korkunuz.

Ömer b. Abdülaziz de hiçbir çiftçiyi öldürmemiştir.

 

Sebeb-i Nüzulü

‣ Bu âyet savaş hakkında nazil olan ilk âyettir. Hicretten önce şu âyetlerle savaş yasaklanmıştı: “En güzel olan ile def et” (Fussilet, 34); “Sen yine onları affet, aldırış etme” (Maide, 13); “Ve onlardan güzel bir şekilde ayrıl” (Müzzemmil, 10); “Sen üzerlerine musallat bir zorba değilsin.” (Ğaşiye, 22)

Resûlullah ﷺ Medine’ye hicret edince savaşmakla emrolundu ve yüce Allah’ın: “Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın” emri indi. Bu âyet nazil olunca, Hz. Peygamber ﷺ kendisiyle savaşanlarla savaşmış, kendisiyle savaşmayanlarla savaşmamış ve “Müşrikleri öldürün...” (Tevbe, 5) âyeti nazil oluncaya kadar, bu şekilde hareket etmişti.

‣ Hz. Peygamber ﷺ, hacc maksadıyla ashâbıyla beraber yola çıkıp, Hudeybiye’de konaklamıştı. Burası, ağacı ve suyu bol olan bir yerdi. Müşrikler, Kâbe’yi ziyaret etmelerine mani olmuşlardı. Efendimiz ﷺ de, ziyarette bulunamayarak bir ay orada bekledi. Daha sonra müşrikler Hz. Peygamber’le, bu yıl geri dönüp ertesi yıl gelmek, gelince de Kâbe’yi tavaf edip, kurbanını da kesip, istediğini yapıncaya kadar Mekke’yi üç günde terk etmek üzere anlaşma yaptılar. Allah Resûlü de buna razı oldu ve Medine’ye geri döndü.

Ertesi yıl hazırlanmaya başladı. Ashab, Kureyş’in sözünde durmayacağından, kendilerini Mescid-i Haram’dan men edip, savaş çıkaracaklarından endişelendiler. Kendileri ise hem haram ayda, hem de Harem-i Şerifte müşriklerle savaşmak istemiyorlardı. Bunun üzerine Allahu Teâlâ bu âyetleri indirdi ve ashaba, ihtiyaç hissederlerse nasıl savaşacaklarını bildirerek, ‘Allah yolunda cihad ediniz’ buyurdu.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

وَقَاتِلُوا فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ الَّذٖينَ يُقَاتِلُونَكُمْ Âyetin tahkikindeki işaret: Allah yolunda seyrinizi engelleyecek, yolunuzu kesecek cin ve ins şeytanlarıyla savaşın. Hatta nefislerinizle de savaşın. Çünkü en büyük düşmanınız içinizdeki nefistir. Bunun için Nebi ﷺ cihaddan döndüğünde şöyle buyurdu: ‘Küçük cihaddan büyük cihada döndük.’ وَلَا تَعْتَدُوا Yani şeriat hududunu çiğnemeyin. Tabi olarak cihad

edin. Lakin gücünüz yettiği kadar istikamet kademi üzere boyun eğin. Durduğunuz yerde durun, emrolunduğunuzu yerine getirin.
اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدٖينَ İfrat ve tefrit tarafında olmayın.

 

Belagat

• وَقَاتِلُوا  buyurduktan sonra وَلَا تَعْتَدُوا buyurması, vasıtalı kinaye olabilir. Yani, savaş sırasında öfkenize yenilip saldırganlık içgüdüsüyle aşırıya kaçmayın, çoluk-çocuk, yaşlı ve kadınları öldürmekten kaçının.

• وَلَا تَعْتَدُوا buyruğu ‘Savaşta dengeli olmak ve haksız öldürmekten kaçınmak’ anlamındadır. Bu nedenle قَاتِلُوا emriyle aralarında tibaka mülhak ihamı tezat vardır.

• قَاتِلُوا emri ligayrihi hasen bir emirdir.

Bakara Sûresi 191. Ayet

وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَاَخْرِجُوهُمْ مِنْ حَيْثُ اَخْرَجُوكُمْ وَالْفِتْنَةُ اَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِۚ وَلَا تُقَاتِلُوهُمْ عِنْدَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ حَتّٰى يُقَاتِلُوكُمْ فٖيهِۚ فَاِنْ قَاتَلُوكُمْ فَاقْتُلُوهُمْؕ كَذٰلِكَ جَزَاءُ الْكَافِرٖينَ

191- Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden(Mekke’den), siz de onları çıkarın. Fitne adam öldürmekten daha kötüdür. Onlar sizinle Mescid-i Haram yanında savaşmadıkça, siz de orada onlarla savaşmayın. Ama onlar sizi orada öldürmeye kalkışırlarsa siz de onları öldürün, kafirlerin cezası böyledir.

 

Savaş izni verilmekle beraber Mekke’de Mescid-i Haram savaşına izin vermiyor. Çünkü orası âlemlere hidâyet olan Kâbe’nin haremi. Dünyanın ezelden ebede en kutsal, en mükerrem, en antika ve en feyizli yeri. Cenâb-ı Hakk orayı sevap yeri ve emniyet yeri kılmıştır. İnsan harem dairesinde babasını öldürenle karşılaşsa ona orada asla el süremez. İnsanı şöyle dursun oranın güvercinlerini dahi öldüremez. Bu Allah’ın bizzat kullarına öğrettiği hürmet, edep ve saygıdır.

Evim dediği Beytullah’ta asla günah, tartışma hafif meşreplik istemiyor. Tıpkı dört haram ayda istemediği gibi. ‘Bununla beraber Mescid-i Haram’da size saldırır, sizi öldürmeye kalkışırlarsa siz de onları öldürün’ buyuruyor. Ta ki düşmanlar bu fırsattan istifade etmeye kalkışmasınlar. O müşrikler ki ‘iman ettiniz’ diye önce eziyet ederek sizi oradan çıkmaya mecbur ettiler. O halde siz de onları Mekke’den çıkarın, onlarla savaşın, zulümlerinin, inkârlarının, kibirlerinin, hasetlerinin neticesini tatsınlar. Bu kâfirlerin cezasıdır.

Rahmeti gazabını geçmiş olan Yüce Mevla savaşta, barışta, her şartta, her ortamda cümle kullarını tövbeye, yanlıştan, küfürden, nifaktan vazgeçmeye, iki cihan selametine çağırıyor. Affa mağfirete davet ediyor.

Sahabeden birisi, haram ayda bir kâfiri öldürdü. Mü’minler de onu kınadılar. Cenâb-ı Hakk da bu âyeti indirdi. Buna göre mana şöyledir: Haram aylarda, kâfirlerin küfre yönelmeleri, bu yaptığınızdan daha büyük bir suçtur.

‘Fitne’ kelimesinin manası, posasından ayırmak için, altını ateşe tutmak ve sokmaktır. Daha sonra bu kelime, aslî manasına teşbih edilerek, imtihan vesilesi olan her şeye isim olarak verilmiştir. Buna göre âyet-i kerimenin manası şöyledir: Kâfirlerin küfürleri, mü’minleri korkutmaları, mü’minleri dinlerinden sapmamak ve canlarını kurtarmak için, çoluk-çocuklarını, vatanlarını terk etmeye mecbur bırakmaları, çok şiddetli bir fitnedir.

‣ Fitne’den murad, küfürleri sebebiyle kendilerine verilecek olan, devamlı ve kesintisiz azabtır. Sanki şöyle denmiştir: ‘Onları, bulduğunuz her yerde öldürünüz; bil ki, Allah’ın azabından olmak üzere bunun ötesinde bulunan azab, daha şiddetlidir.’ Allah’ın azabına ‘fitne’ denmesi, sebebin müsebbebe (neticeye) ıtlakı kabilindendir.

‣ Bundan murad, ‘Onların, sizi Mescid-i Haramdan men ederek, sizi fitneye düşürmek istemeleri, sizin onları Harem-i Şerifte öldürmenizden daha şiddetlidir’ demektir. Çünkü onlar, cin ve insanların yaratılış gayesi olan kulluktan men etmeye çaba sarf ediyorlardı.

‣ Bir mü’minin mürted olması, mü’min iken hak uğruna öldürülmesinden daha çetin ve zordur. Buna göre mana, ‘Kendinizin aleyhine dahi olsa, onları, sizi çıkardıkları yerden çıkarın. Çünkü hak üzere öldürülürseniz, bu sizin için dinden dönmenizden çok daha hafiftir.’
 

Onları nerede yakalarsanız, öldürün.

الثّقْفُ kişiyi yakalamak ve ona galib gelecek bir tarzda bulmak, elde etmek demektir.

وَاقْتُلُوهُمْ hitabı, her mü’mini ilgilendiren bir hitab ise de, Hz. Peygamber ve O’nunla beraber hicret eden sahabeleredir. Bu ifadedeki هُمْ zamiri, birinci âyette öldürülmeleri emredilen Mekkeli kâfirlere racidir. Allahu Teâlâ bu kâfirlerin, Hill, Harem ve şehr-i Haramda bulunmalarında fark gözetmeksizin öldürülmelerini emretmiştir.

Allah ﷻ ilk âyette, kâfirlerin savaş istemeleri şartıyla cihadı emretmiş, bu âyette ise, onlar ister savaşsın isterse savaşmasınlar, onlarla savaşmayı emretmiş, bu savaştan Mescid-i Haram’da savaşmayı istisna etmiştir.

İşin başında müslümanların sayısı az idi. Onlara yumuşaklık ve güzellikle muamele etmek emredilmiştir. İslâm, güç ve kuvvet kazanıp, müslüman cemaat çoğalıp, mucizeler zuhur ettiği halde muhataplar şirke devam edince, müslüman olmalarından ümit kesilmiştir. Bundan dolayı Allah ﷻ, her halükârda onlarla savaşmayı emretmiştir.

İnsanın varoluş amacı, ibadettir; en değerli, en üstün varlığı da inanç özgürlüğüdür. Kim onun elinden bu üstün varlığı almaya kalkışır, onu dininden koparmaya girişirse, canlı bir varlığı öldürenden daha ağır cürüm işlemiş olur. Bundan dolayı mü’min, bu inanç özgürlüğünü, onun düşmanını öldürerek savunur.

Böyle olduğu için bu cümlede ‘onlarla savaşın’ denilmiyor, ‘onları bulduğunuz yerde öldürün’ deniyor. Yani ‘Ne durumda olurlarsa olsunlar ve elinizdeki öldürme aracı ne olursa olsun onları öldürün.’ (Tabii ki işkence ve ateşte yakarak öldürme yasağına uyularak.)

Burada Kur’ân’ın genel mantığını görmekteyiz. Kur’ân hiçbir zaman savunmada değildir. Daima hücumdadır. Hücumda olan toplumlar daima galip gelir, savunmada olanlar da mutlaka mağlup olur.

Hanefiler, bu âyeti, Harem-i Şerife iltica eden kimse hakkında delil getirmiştir: ‘Küfür sebebi ile bir kimseyi Mescid-i Haram’da öldürmek caiz olmadığına göre, küfürden daha aşağı bir günah sebebiyle de bir insanı Mescid-i Haram’da öldürmek caiz değildir.’

Onların sizi çıkarttıkları yerden, siz de onları çıkartın.

‘Çıkarın’ tabiri iki hususa muhtemeldir:

a) Müslümanlara kafirleri zorla çıkarmaları emredilmiştir.

b) Kafirleri korkutmada çok ileri giderek ve vaziyetlerini ağırlaştırarak, onları çıkmaya mecbur bırakmaları emredilmiştir.

حَيْثُ kelimesi de iki manaya muhtemeldir:

˗ ‘Onları, sizi çıkardıkları yerden, yani Mekke’den çıkarınız.’

˗ ‘Onları, yerlerinizden çıkarınız.’

Hz. Peygamber ﷺ, bütün müşrikleri Haremi Şeriften çıkarmış, daha sonra onları Medine’den de sürmüş, şöyle buyurmuştur: ‘Arap yarımadasında iki din bir arada bulunamaz.’

Öz vatanlarını terk etmiş, Medine yurduna kavuşmuş Müslümanların bu savaş emriyle karşı karşıya kalmaları pek de kolay olmadı. Gerçi savaş istiyorlardı. Ama tam rahat nefes alabilme imkânına kavuştukları anda savaş emri verilince şöyle bir durakladılar. Fakat durumları ne olursa olsun, sürekli hücumlarını sürdüren, Allah’ın otoritesini, müslümanların yeryüzünde varlığını hazmedemeyen kâfirlerle de mutlaka savaşılması gerekiyordu. Savaş kaçınılmazdı.

Bazen bu savaş plan ve programları, kâfirlerin de kutsal kabul ettikleri bazı gün ve gecelere de rastlıyordu. Yahut onlar müslümanların taarruzlarına iyi gözle bakmıyor, aleyhte propagandalarla müslümanların savaşın dışında bir şey düşünmediklerini, fırsat bulurlarsa kendilerinin hepsinin hakkından gelip, tamamını keseceklerini söyleyerek yaygara koparıyorlardı.

Allahu Teâlâ ‘Onların yaygaralarına hiç kulak asmayın! Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, ne derlerse desinler siz onları dinlemeyin! Ve onları nerede bulursanız öldürün! Ve onların sizi yurdunuzdan çıkardıkları gibi siz de onları yurtlarından çıkarın’ buyurdu.
 

Fitne adam öldürmekten beterdir.

Âyette geçen ‘fitne’ den maksat, Allah’ı inkâr etmektir. Çünkü küfür, yeryüzünde zulüm ve karışıklıklara sebep olan bir fesattır. Küfürde, fitne de vardır. Küfür, bir adamı öldürmekten daha büyük kabul edilmiştir. Çünkü sahibini daimî cezaya müstehak eder. Öldürmek ise, böyle değildir.

Âyet ‘Bir insanı vatanından kovmaktan gelen elem ve meşakkat, öldürmekten daha fenadır’ manasını ifade eder. Çünkü kovulan bir insan daima elem duyar ve sıkıntı çeker.

Bu varlık âleminde en kutsal şey, inançtır. İnanç kâinatta bulunan her şeyden yüce ve değerlidir. Çünkü en büyük hazine ve kâr getirecek sermaye odur.

İnsan için en büyük baskı, dini dolayısıyla işkenceye maruz kalması, kalbinde, aklında, ruhunda yer eden imanı dolayısıyla azap edilmesi, dünya ve ahiret mutluluğunu bulduğu akidesi dolayısıyla işkencelere uğratılmasıdır. Müslümanı dininden uzaklaştırmak, onun en kutsal değerine saldırıya geçmektir.

Bu saldırı, onu öldürmekten, hayatını yok etmekten daha ağır bir cürümdür. Bu fitne ister tehdit, yıldırma ve işkence ile olsun; ister insanları saptıracak, yüce Allah’ın sisteminden soğutacak, Allah’ın sistemine yan çizmeyi sempatik saydıracak toplumsal ve politik şartlar oluşturma yoluyla olsun farketmez.

O dinin yolunda canın ve değerli varlıkların feda edilmesi, sizin Harem bölgesinde savaş esnasındaki öldürme işiniz, onların fitnesinden daha hafif, sizi küfre döndürmek için yaptıkları işkencelerden daha basittir.

Fitne, adam öldürmekten daha beterdir. Çünkü öldürmenin acısı çabuk geçer; ama fitnenin tesiri çok uzun süre devam eder. Öldürmek insanı sadece dünyadan çıkarır, ama fitne insanı hem dinden hem dünyadan eder.

İnsanlar, mahlukata muamele ediş tarzlarına göre üçe ayrılır:

1- Melekler seviyesindedir. Halka karşı melek gibi hareket eder. Herkesi sevindirmeye çalışır.

2- Ölülere benzer. Halka karşı ne iyilik, ne de kötülükte bulunur.

3- Halkın arasında canavar, yılan ve akrep gibidir. Onların şerlerinden korkulur.

Şimdi sen, eğer meleklerin seviyesine yükselmediysen, bari ölüler gibi kal. Sakın yılanlar ve canavarlar seviyesine inme!..
 

Fitne

Fitne, madeni ateşte eritmek, bir kimseye görüşünden ve dininden dönmesi için işkence etmek, denemek için güç işlere maruz bırakmak, aklını çelmek... anlamlarına gelir.

Kelimenin asıl anlamı, halisini sahtesinden ayırmak için potaya atıp kaynatmak demektir.

Fitne, belâdan daha çok şiddet ve ağırlık belirtir. Belâ daha çok Allah’tan geldiği halde fitne insanlardan da gelebilir. İnsan kendisini olduğu kadar başkalarını da fitneye uğratabilir.

Mü’minlerin başına fitneler muhakkak gelir, bu fitnelerle yüz yüze gelmeden, hakkıyla iman edenlerle etmeyenler ayrıştırılmaz. “İnsanlar ‘inandık’ deyip fitneye uğratılmadan bırakılacaklarını mı sandılar?

Andolsun onlardan öncekileri fitneye uğrattık ki, Allah sâdıkları da, yalancıları da bilsin.” (Ankebut, 2-3)

Fitne uykudadır. Onu uyandırana Allah lânet etsin. Hadis-i Şerif

Fitne ve anarşi zamanlarında ibâdete sarılmak, benim yanımda hicret etmek gibi faziletlidir. Hadîs-i Şerîf

Şeytan namaz kılanların kendisine ibâdet etmelerinden ümidini kesti. Ancak, aralarında fitne çıkarmak sûretiyle, birbirlerine karşı kışkırtmaktan da durmayacaktır. Hadîs-i Şerîf

Karanlık bir gecenin parçaları gibi zuhur edecek fitnelerden evvel, güzel amellerde bulunmaya koşunuz. O zaman kişi mü’min olarak sabahladığı halde kâfir olarak akşamlayacaktır. Sabahleyin mü’min olduğu halde akşamleyin küfre dönecektir. Dinini az bir dünya metaı karşılığında satacaktır. Hadîs-i Şerîf
 

Âdemoğlu mevtten firar ve feryat eder
Halbuki mevt anı fitneden azad eder. Erzurumlu İbrâhim Hakkı

 

Sebeb-i Nüzulü

Sahabeden birisi, haram ayda bir kâfiri öldürdü. Mü’minler de onu kınadılar. Cenâb-ı Hakk da bu âyeti indirdi. 

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ kavlinde şu işaret vardır: Kalbinizdeki kafir nefs ve hevası, kalbin birliğini ve huzurunu giderdiği gibi siz de onları öldürün.

وَالْفِتْنَةُ اَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِ Nefsin fitne yoluyla kalbi dinden çevirme mihneti katilden daha şiddetlidir. Nefse ölümden daha mihnetli olan Allah’tan hicaplanmak, ancak hevaya muhalefetle engellenir. Zira nefsin hayatı ona muhalefetle mümkündür. Kalbin hayatı da ancak Allah iledir.

وَلَا تُقَاتِلُوهُمْ عِنْدَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ Nefse ve sıfatlarına kalp ve ruh makamlarında mutmain, emin oluncaya kadar iltifat etmeyin. O sizinle çekişse de siz onunla çekişmeyin. Siz ahvalinizi murakabe ve huzuru kalple Allah ile olun.

حَتّٰى يُقَاتِلُوكُمْ فٖيهِ Ta ki huzurunuzu kaçırıp, size vesvese verip, hevaya davet edinceye kadar.

فَاِنْ قَاتَلُوكُمْ Cemiyet ve huzurda sizinle çekişirse,

فَاقْتُلُوهُمْؕ كَذٰلِكَ جَزَاءُ الْكَافِرٖينَ Sadakat kılıcıyla nefsinizden bu dertleri bütün imkanınızla kesin. Ta Allah’ın zikrinden alıkoyan alakalar yok oluncaya kadar.

 

Belagat

• مِنْ حَيْثُ اَخْرَجُوكُمْ ifadesi, sıfatlı kinayedir.

• كَذٰلِكَ جَزَاءُ الْكَافِرٖينَ cümlesi, itnabdan tezyil, mesel tarikına cari olan kısımdır.

Bakara Sûresi 192. Ayet

فَاِنِ انْتَهَوْا فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَحٖيمٌ

192- Bununla beraber savaştan vazgeçerlerse; şüphesiz ki, Allah daima bağışlayan daima merhamet edendir.

 

Âyet, Mescid-i Haram’da mü’minleri öldürmeye kalkışan canilere bile tövbe kapısından ışık yakıyor. Eğer vazgeçerlerse Allah ﷻ Gafur ve Rahimdir. Küfrü, şirki bırakıp İslâm dinine gireni çok büyük, eşi benzeri bulunmaz bir ikramla karşılıyor. Hangi yaşta olursa olsun, hangi günahı işlemiş olursa olsun geçmiş günahları bütünüyle siliyor, affediyor, bağışlıyor.

Allah ﷻ mü’minlere savaşı vâcib kılmıştır. Bu savaşın, kâfirler vazgeçse ve tevbe etseler bile sona ermeyecek bir savaş olduğu akla gelebilir. Nitekim şer’î cezaların pek çoğu, kişinin tevbesi ile ortadan kalkmamaktadır. Allahu Teâlâ, savaşın hiç bitmeden süreceği zannedilmesin diye ‘Eğer onlar vazgeçerlerse, bilsinler ki Allah gafur ve rahimdir’ buyurmuş, kâfirler vazgeçtikleri takdirde, müslümanlar üzerinden onlara karşı savaş farziyetinin kalktığını bildirmiştir.

Ya da bu cümle ‘Eğer onlar şirkten vazgeçerlerse’ manasındadır. Yani ‘Kâfir, savaşı bırakmak sûretiyle Allah’ın mağfiret ve rahmetine nail olamaz, ancak küfrü bırakmakla buna nail olabilir.’

Küfürden vazgeçmek, aslında ancak tevbe ve İslâm’a sarılmakla gerçekleşir. Her ne kadar kelime-i şehâdet getiren kimse, zahiren küfürden vazgeçmiş sayılsa da bu ancak onun kanını-canını kurtarması hususunda müessir olur.

Âyet, her günahkârın tevbesinin kabul edileceğine delâlet eder. ‘Kasten adam öldüren kimsenin tevbesi kabul edilmez’ görüşü yanlıştır. Çünkü şirk, katillikten daha şiddetlidir. Allahu Teâlâ kâfirin tevbesini kabul ettiğine göre, kasten adam öldürenin tevbesini haydi haydi kabul edebilir. Yine kâfir, hem inkarcı hem de katil olabilir. Âyet-i kerime her kâfirin tövbesinin kabul edileceğine delâlet edince, katil olan kâfirin de tövbesinin kabul edileceğini gösterir.
 

el-Gafûr

Bu ismin el-Gaffâr isminden farkı, affın boyutunu ifade etmesindedir. Gaffâr, tekrar tekrar affeden, Gafûr ise işlenen günah ne kadar büyük olursa olsun affeden, demektir.

Gafur isminde, çirkinliklerimizi meleküt âleminden de saklamak vardır. Melekût âlemi, ruhaniler, melekler ve diğer göze görünmeyen nurani ve ecsamı latife sınıfı demektir. Maddi cisim taşıyan insanlık ve dünya âleminin zıddıdır. Dünya âleminde herkes birbirine saygı gösteriyorsa bu hal Allah ﷻ kusurlarımızı sakladığı içindir.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

فَاِنِ انْتَهَوْا فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَحٖيمٌ Sizden nefsin müzahame ve ateşi kesildiği, şehvet ateşi söndüğünde, nefsin davası sükun bulur. Kendine gerekli olana kanaat eder. Zimmi gibi olur, ona eziyet etmek caiz olmaz. Onu kendi haline bırakın, hakkını eda edip, hazların fuzulisini terk ile cizyesini verin. Mücahede endişesiyle ona eziyet etmeyin. Ondan istenen sırları muhafaza etmesi, nefis mücahedesinden fariğ olmamasıdır. Hatta kalbi masivadan boşaltması ve Mevlası ile huzur bulmasıdır.

 

Belagat

• فَاِنِ انْتَهَوْا cümlesinde, şart edatının mazi fiil üzere gelmesi, şartın vukuuna rağbet izharı içindir.

• فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَحٖيمٌ cümlesinin tekitle gelmesi, talebi kelamdır. Mü’minlerin aklına gelen ‘Acaba o kafirler vazgeçerse, affolurlar mı?’ düşüncesine cevaben tekit getirilmiştir.

Bakara Sûresi 193. Ayet

وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَ يَكُونَ الدّٖينُ لِلّٰهِؕ فَاِنِ انْتَهَوْا فَلَا عُدْوَانَ اِلَّا عَلَى الظَّالِمٖينَ

193- Fitne tamamen ortadan kalkıncaya kadar ve din de sadece Allah’ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse siz de vazgeçin; zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.

 

Âyet cihatla, savaşla emrolunmanın sebebini, sonucunu, hikmetini haber veriyor. İki ana sebebi zikrediyor:

1- Fitne olmasın: Nerede inkar var, nerede şüphe var, nerede kibir, haset, hıyanet varsa, orada fitne olduğunu bütün insanlık görüyor, biliyor. Nerede düzen bozulsa hercümerç başlıyor. Fitne alev alev, dalga dalga yayılıyor. Haklı haksız demeden tutuşturanı da tutuşturulanı da yakıp yok ediyor. Cenâb-ı Hakk kâfirin amelini rüzgârın uçurduğu küle benzeterek (bkz. İbrahim, 14) olayın vehametini gösteriyor.

Geçmişimize baktığımızda ne rüzgârlar esti; kılığımızı kıyafetimizi alıp götürdü. Ne sarığımız, ne cübbemiz, ne carımız, ne çarşafımız kaldı. Ne rüzgârlar esti savurdu, yaktı, kavurdu; kitabımızı aldı. Gönlümüzden, gündemimizden çıkarıp Kur’ân’ın karşısında kör, sağır, dilsiz bıraktı. Ne rüzgârlar esti; harflerimiz, dillerimiz değişti, dinimiz bir köşede mahkum kaldı. Ne rüzgârlar esti; kadınımızı, kızımızı sokaklara döktü, namus kavramı rafa kaldırıldı. Ne rüzgârlar esti; ekinimiz, tohumumuz, konumumuz, neslimiz, nefsimiz hasara uğradı, helak oldu. Ne rüzgârlar esti; öz vatanımızda özgürlüğümüzü kaybettik, öz dinimizi yaşayamaz olduk. ‘Allah Allah’ sedalarıyla aldığımız beldelerde, ‘Allah’ demek suç oldu.

Cahil kalan yüreğimiz kin, nefret, düşmanlık, şüphe ve nifaklarla doldu. Artık fitneyi kendimiz üretir olduk. Kardeşlik bağlarımızı suizan, tecessüs, gıybet, haset, kibir, heva fitneleriyle çekip çekip koparttık. Anayı oğula, cemaati hocaya, karıyı kocaya düşman ettik. Masum çocukları vahiyle eğitemedik. Sünneti yaşatamadık, ahlâk, iman aşısı veremedik. Tv. ye, internete, renkli görsel yayınlara tutsak ettik.

En güzel yaşlarında kulaklarını sağır, gözlerini kör, beyinlerini sersem ettik. Erkenden gaflet, sefahat, tembellik girdabına sürükledik. İşte herkesin bildiği fakat önemsemediği hali melalimiz...

Ama umudumuzu kaybetmemeliyiz. İslâm’da yeis yoktur. Uyarıp, silkinip kendimize gelmeli ve bu donukluk, sönüklük, ehli keyiflik, neme lazımcılık illetinden kurtulmalıyız.

‘Hayat iman ve cihattır’ diyen Hz. Hüseyin efendimize kulak vermeli ve onun dini uğrunda çektiği çileleri hatıralarımızda canlandırmalıyız. Küfrü, küfrî zihniyeti öldürme savaşı vermeliyiz. İşin sonu katle, şehadete varsa da fitneyi ortadan kaldırmalıyız. Yüce Mevlamız onun için ‘Fitne yok oluncaya kadar savaşın’ buyuruyor.

2- ‘Din bütünüyle sırf Allah’ın oluncaya kadar.’

Bu cümle bize “Onlar Kur’ân’ın bütünlüğünü bozarak parça parça ettiler” (Hicr, 91) nazmı celilini hatırlatıyor. Din bir bütündür ve yaşanmak içindir. Kâinatı yaratıp düzene koyan, varlığını ve düzenini ilmiyle, kudretiyle, iradesiyle idare eden Allah’ın ﷻ kanunlarıdır. Dünya hayatı için gönderilmiş anayasadır. İnsanlar şahsi ve sosyal hayatlarında problem yaşamasınlar, birbirlerinin hukukuna riâyet etsinler, kalplerini, bedenlerini, nesillerini tehlikeden, yanlış gidişattan muhafaza etsinler diye Allah ﷻ kitap inzal etmiş, peygamber göndermiştir.

Ferdin ve cemiyetin huzurunu, mutluluğunu, ırzını, namusunu, şerefini korumak için dini va’z etmiştir. Din, birliği, beraberliği, kulluğu, kardeşliği, yardımlaşmayı, faydalı olmayı, zararlı olmamayı öğretmek içindir. Bütün cihatlar ve savaşlar da bu birliği, bütünlüğü, ahlâkı, imanı, vicdanı, koruyan dini mübini yaşatmak içindir.

Yine âyet hüsnü intihayla son bularak, tövbeye, dönüşe, ıslaha, dostluğa davet ediyor. Bütün bu yanlışlara rağmen ‘Vazgeçerlerse’ diye şartı getirip, cevabı hazfediyor. Cevap yerine düşmanlığı zalimlere hasrediyor.

Fert olsun, millet olsun zulmetmedikçe, Allah’ın ﷻ hakkına, kul hakkına girmedikçe düşmanlık yapmak, düşmanca düşünmek, düşmanca yorumlamak, düşmanlığı sürdürmek, düşmanlığı üretmek, düşmanlığın gereğini yapmak yoktur. Bütün bu manaları ‘udvan’ kelimesinin masdar oluşundan, mahalli sudur olup manayı genişlettiğinden ve mübalağa ifade etmesinden anlıyoruz.

Müslüman öldürmek veya maddî menfaat için savaşmaz. Müslümanın amacı, fitneye son vermek, zulüm ve baskıya maruz kalan insanları kurtarmak; fitne ateşini söndürmek, onun etrafa saldığı duman ve pis kokuları ortadan kaldırmaktır. Çünkü fitne, hayatı cehenneme çevirir, bütün erdemleri yakıp kül eder. Müslümanın vazifesi, insanlığı bu cehennem çukurundan çıkarmak, barış ve mutluluk yolunu açmaktır.

Din, Allah’ın oluncaya kadar, din ve vicdan hürriyeti sağlanıncaya kadar savaş devam edecektir. Ta ki insanlar, hiçbir korku ve baskıya uğramadan Allah’a ibadet edebilsinler. Başka bir ifadeyle, insan sadece Allah’a kulluk edinceye, kula kulluk ortadan kalkıncaya kadar savaş devam edecektir.

Fitne kalmayıncaya kadar...

Fitne kelimesi, فَتَنَ kalıbından fiil olarak alınınca; dönmek, sapmak, günaha maruz kalmak, büyülemek, çıldırtmak, esir etmek, gönül çelmek, aklını çelmek, işkence etmek, hakikati tahrif etmek, elem vermek, birinin kusurlarını ilan etmek, delilenmek, tecrübe etmek, imtihan etmek, bir şeyi yakmak, birini görüşünden vazgeçirmek, gümüş veya altını eritmek, eziyet etmek, şaşırtmak, fikir ayrılığı, günah, mal, evlat, vesvese... manalarına gelir.

Fitne, şirk ve küfür manasındadır. Kafirler Mekke’de ashabı kiramı dövüp eziyet ediyorlardı. Bundan dolayı bazı müslümanlar Habeşistan’a göç etmek zorunda kaldılar. Sonra müşrikler bu eziyetlerini, müslümanlardan bir kısmı Medine’ye hicret edene kadar sürdürdüler. Müşriklerin bu fitneyi çıkarmalarından maksadları, müslümanların İslâm’ı terk ederek kâfir olmalarını sağlamaktı. Bundan dolayı Allahu Teâlâ bu âyeti indirdi. Buna göre âyetin manası şöyledir: ‘Onlara gâlib gelinceye kadar, onlarla savaşın, sakın onlar sizi dininiz hususunda fitneye düşürmesin; sakın şirke düşmeyin.’

‘Fitne’ suç manasındadır. Allahu Teâlâ müslümanlara, vuku bulduğunda birçok zararlar meydana getireceğinden korkulan, başladığında mü’minler aleyhine büyük bir fitne olacak savaşı başlatmasınlar diye, kâfirlere karşı savaşmayı emretmiştir.

Onlarla savaşıldığında, genellikle küfür ve şirk zeval bulur. Çünkü öldürülen kimsenin küfrü ortadan kalkmış olur. Öldürülmeyenin küfrünü sürdüreceği endişesi taşınır.

Âyetin manası, ‘Sizden küfrü kaldırmaya bir azim ve kasıt olarak, onlarla savaşınız’dır. Kâfirlerle savaşanın maksadı bu olmalıdır. İşte bu sebeple, kâfirle savaşan kimsenin, savaşsız olarak onu küfründen vazgeçirebileceği düşüncesi ağır basınca, onu öldürmekten vazgeçmek vâcib olur.

İslâm’da savaşın amacı, insanların dinleri yüzünden baskı görmelerini önlemek, kaba kuvvetle ya da olup-bittiler meydana getirerek müslümanların dinlerinden vazgeçirilmemelerini güvenceye almak, müslümanların başına saptırıcı ve yozlaştırıcı faktörlerin musallat edilmesine engel olmaktır. O zaman İslâm düşmanları müslümanlara baskı yapmaya cesaret edemezler. İslâm’a girmek isteyen kimse de kendisini alıkoyacak hiçbir güçten korkmaz. Müslüman cemaat, bu zalim güçleri ortadan kaldırıp, Allah’ın dini kesin bir üstünlük elde edinceye kadar onlarla savaşmakla yükümlüdür.

Fitne, yeryüzünde İslâm’ın duyurulmasına engel olma tavrıdır. Allah’ın arzında, Allah’ın kullarına, Allah’ın dini çok rahat bir şekilde götürülebilmelidir. Allah’ın dinine hayat hakkı tanımayan tüm tavırlar fitnedir. Gerek bilgi, gerek kültürel, ekonomik ve siyasal planda İslâm’ın, Kur’ân’ın ve Peygamberin gündeme gelmemesi için var gücüyle çalışmak, en büyük fitnedir.

Bunlara karşı müslümanlar, güç ve kuvvete sahip oldukları bir savaş başlatıp, onların boyunlarını kırmak zorundadırlar. Müslümanlar güç ve kuvvete sahip olmadıkları sürece zaten onlar müslümanların boyunlarını kırıp, ezer ve hayat hakkı tanımazlar. Müslümanlara hakim oldukları zaman savaş hakkında hiçbir şey söylemezler.

Hattâ savaş gereklidir der, savaşın kutsallığından ve kaçınılmazlığından bahsederler. Savaşın çok iyi bir yol olduğu propagandasını yayarlar. Bir gün devran döner, yavaş yavaş çöküşleri başlar, müslümanlar onlara hücuma geçtikleri zaman da çığırtkanlık yapmaya başlarlar.

‘Müslümanlar adam öldürüyor! Can alıyor! Müslümanlar teröristtir!

Müslümanlar hayata karşıdır! Müslümanlar şöyle, böyle!’

Müslümanlar bu konuda komplekse kapılmamalıdır. ‘İslâm savaş dini değil, barış dinidir, esasında müslümanlar savaş yapmamış, kendilerine savaş açanlara karşı müdafaa savaşı yapmıştır’ gibi komplekslerle İslâm’ı olduğundan farklı görmelerine, göstermelerine gerek yoktur. Allah Resûlü ﷺ Medine’de kendisine savaş emri verildiği andan itibaren giydiği zırhını hayatının sonuna kadar bir daha üzerinden hiç çıkarmamıştır.

Hattâ vefatı esnasında bile ordu hazırdı. Suriye taraflarına gidecekti ve ordunun kumandanı da Hz. Üsame idi. Vefat ederken bile cihadı ihmal etmeyen böyle bir peygamberin, böyle bir canlılık dininin arkasından bugün kâfirlerin mü’minleri pasifize etmek için ‘Zaten İslâm barış dinidir, savaş dini değildir, İslâm sulh taraftarıdır, siz neye savaş istiyorsunuz’ gibi eylemlerine karşı mü’minler Allah’ın emriyle ortaya çıkmak zorundadır. İslâm’ın duyurulmasına engel olan her davranış katillikten daha beterdir, bunu bertaraf etmek için müslümanlar gerekiyorsa çekinmeden savaşmalıdır.
 

Fitne kavramının Kur’ân'daki manaları:

‣ Yanmak, kavrulmak. “O gün, onlar ateş içinde kavrulacaklardır; tadın cezanızı!” (Zariyat, 13-14)

‣ İmtihan, sınamak, denemek, yoklamak. “Ve seni bir çok denemelerden geçirdi.” (Taha, 40)

‣ Günaha sürüklemek. “Fakat siz kendinizi günaha sürüklediniz.” (Hadid,14)

‣ İşkence etmek. “Şüphesiz inanmış erkeklerle inanmış kadınlara işkence edip sonra da tevbe etmeyenlere cehennem azabı ve yanma azabı vardır.” (Burûc, 10)

‣ Saldırmak. “Yeryüzüne sefere çıktığınız zaman kafirlerin size saldırmasından endişe ediyorsanız, namazı kısaltmanızda bir beis yoktur.” (Nisa, 101)

‣ Ayartmak, aldatmak. “Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın.” (A’raf, 27)

‣ Uzaklaştırmak. Fitne kelimesi fiil kalıbında, عَنْ harfi ceri ile kullanıldığında ‘uzaklaştırmak’ anlamını ifade eder: “Ve onlardan sakın ki, Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırmasınlar.” (Maide, 49)

‣ Delilik. Fitne kelimesi meftun kalıbında alındığında ‘delirmek, akıldan yoksun olmak’ manasına gelir: “Hanginizin deli olduğunu...” (Kalem, 6)

‣ Zulüm, baskı. “Ve artık zulüm ve baskı kalmayıncaya, kulluk tamamen ve yalnızca Allah’a yapılıncaya kadar onlarla savaşın.” (Enfal, 39) ‣ İhtilaf. “Kalpleri hakikatten sapmaya meyilli olanlar, sırf kafaları karıştıracak şeyler bulmak için...” (Âl-i İmran, 7)

‣ Fesat, sıkıntı, karışıklık, ihtilal. “Bir de, öyle fesattan sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz. Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfal, 25)

‣ Rüsvaylık. “Rabbimiz! Bizi, hakikati inkar edenler için, bir oyun ve eğlence aracı yapma!” (Mümtehine, 5)

‣ Kötülük, musibet, zorluk. “Ve insanların bir kısmı, Allah’a tam inanmadan ibadet eder; kendine bir iyilik dokunursa, onunla gönlü rahat eder, ama başına bir kötülük gelirse dininden döner.” (Hac,11)

‣ Eziyet. “Allah yolunda sıkıntıya düşünce, insanlardan çektikleri eziyeti, Allah’tan gelen ceza gibi görürler.” (Ankebut, 10)

‣ Mazeret, bahane, çare. “Sonra, ‘Rabbimiz Allah’a yemin ederiz ki, bizler Allah’a ortak koşmuş değildik’ demekten başka mazeretleri kalmayacak.” (A’raf, 23)

Bu âyette geçen fitne kelimesine ‘çare’ anlamını vermek de mümkündür.
 

Din Allah'ın oluncaya kadar…

Âyet-i kerime fitnenin şirke hamledildiğine delâlet eder. Çünkü şirk ile dinin tamamının Allah’a mahsus olması arasında, üçüncü bir hal yoktur.

Bundan maksat, Allahu Teâlâ’dan başka kendisine tapınılan ve itaat edilenler değil, sadece Allahu Teâlâ’nın mâ’bûd ve yegâne itaat edilen varlık sayılmasıdır. Buna göre âyetin takdiri şöyledir: “Küfür yok olup, İslâm kökleşinceye, ebedi cezaya götüren şeyler zail olup, sevaba ulaştıracak şeyler var oluncaya kadar onlarla savaşın.”

Şeytan, nefis, heva ve heveste bir nasip kalmayıncaya kadar manevi cihada devam edilmelidir. Te’vîlât-ı Kâşani
 

Düşmanlık ancak zalimleredir.

Yani, onlardan ancak, küfürden vazgeçmeyenlerle savaşılır; çünkü küfürdeki ısrarları sebebiyle kendilerine zulmetmişlerdir.

Bir diğer mana da şöyledir: ‘Eğer, onlar şirklerinden ve savaşmaktan vazgeçtikten sonra siz onlara saldırırsanız, sizler zalim olursunuz. Biz de, haddi aşan kimseleri, size musallat kılarız.’

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

Nefse ancak fitnesini kaldırmak için azap edilir. Nitekim Allahu Teâlâ وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ buyurdu.

Onun fitnesi; şehvet ve davalarla kalbe karşı münazaa ve muaraza etmesi, meşrebindeki şerlerdir. Onun ilacı zıddıyla mübaşerettir. Ta ki ubudiyetteki mizacı düzelsin, onda beşeriyet eseri kalmasın.

وَ يَكُونَ الدّٖينُ لِلّٰهِ Dinin hükümlerinden hiçbirine karşı çıkmayıp, İslâm’ın gösterdiği hiçbir şeyde niza çıkarmayıncaya kadar.

فَاِنِ انْتَهَوْا فَلَا عُدْوَانَ Nefisler teslim olursa, ona zulüm ve azap yoktur.

 اِلَّا عَلَى الظَّالِمٖينَ ancak dünya hevasına, Mevla’dan gayrıya ibadet edenleredir.

 

Belagat

• Din zaten Allahu Teâlâ’nın olduğu halde ‘Din Allah’ın oluncaya kadar’ buyrulması tecriddir.

Din’in Allah’ın olması, Allah’ın dininin hükümlerinin uygulanması manasındadır. Hüsn-ü Talildir.

• حَتّٰى edatı gaye ifade eder. Burada talil ifade eder. Yani ‘Dinin tamamen Allah’ın olmasını sağlamak için’ demektir.

Mefhumu gayesi; ‘Ne zaman din tamamen Allah’ın olur, o zaman savaşmayın.’

• فَلَا عُدْوَانَ اِلَّا عَلَى الظَّالِمٖينَ cümlesinde zalim umumi olarak söylenmiş, hususi olarak kafirler kast edilmiştir. Ancak zalimlere düşmanlık edin, yerine ‘Düşmanlık ancak zalimleredir’ denmesi masdara isnaddır.

Bu savaş hak olduğu halde, düşmanlık denmiştir. Çünkü bu savaş kâfirlerin düşmanlığının cezası olan savaştır. Bundan dolayı bu cezaya, düşmanlık ismi verilmiştir. Müşakaledir. Allahu Teâlâ bazı âyetlerinde de aynı şekilde hitap etmiştir: “Bir kötülüğün cezası, benzeri bir kötülüktür” (Şurâ, 40)

Bakara Sûresi 194. Ayet

اَلشَّهْرُ الْحَرَامُ بِالشَّهْرِ الْحَرَامِ وَالْحُرُمَاتُ قِصَاصٌؕ فَمَنِ اعْتَدٰى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُوا عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدٰى عَلَيْكُمْࣕ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّقٖينَ

194- Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler (yasakları çiğnemekte) karşılıklıdır. Kim size saldırırsa onların saldırdıkları gibi siz de onlara saldırın. Allah’tan korkun ve bilin ki, Allah takva sahipleri ile beraberdir.

 

Haram aylarda kıtalin olmayacağını bildikleri halde mü’minlere saldıran müşrikler, Müslümanların müdafaaya geçmesini kınadılar. Cenâb-ı Hakk,‘Hürmetler karşılıklıdır. Siz mü’minlerin hassasiyetini, dine, mukaddesata olan saygı ve hürmetlerini istismar etmek istiyor, haram ayları, harem bölgeyi kendinize kalkan olarak kullanıyorsunuz. Ey mü’minler size izin! Onlar size saldırdıkları zaman siz de onlara saldırın. Fakat Allah’tan korkun, siz de öyle bir istismara kalkışmayın. Rabbinizin çizdiği hudutları aşmayın, Allah’ın ﷻ müttakilerle beraber olduğunu bilin.’

Bu âyet -dal bid delalesi ile- bir hayat nizamını, bir davranış tarzını mü’minlere armağan ediyor. Ve mü’minlerin canlarını, mallarını, ırzlarını koruma altına alıyor. İster fert, ister cemiyet, eğer Allah korkusu, yakini iman, İslâmi ahlâk üzere olmazsa kendi menfaati, ideali uğrunda yek diğerine adil davranmaz, doğru hareket etmez, hak hukuk tanımaz. Karşı taraftan bir müdafaa, bir direniş gördüğünde hemen konum değiştirip sanki çok dindarmış gibi dini siper alır. Zulmettiği kimseye hak adalet dersi vermeye başlar. Tıpkı âyetin sebebi nüzulünde olduğu gibi.

Cenâb-ı Hakk kullarının maksatlarını, istismarlarını çok iyi bildiği için emir ve yasaklarda zor durumda bırakılan mü’mine esneklik payı koymuş ‘onlar dönerse siz de dönün, onlar sizinle savaşırsa siz de savaşın, onlar sizi diyarlarınızdan çıkarırsa siz de onları çıkarın’ şeklinde uyarılarla mü’minleri gafil avlanmaktan korumuş.
 

Âyetteki الْحَرَامُ ’dan murad:

‣ ‘Hürmetler karşılıklıdır!’ Bu cümle, Müslümanlara tesellidir. Korunması ve gözetilmesi gereken her nesnede kısas vardır, ihlâl edilirse karşılığında ihlâl edenden öç alınır. Müşrikler geçmiş senede sizin haram ayınız Zilkade’nin hürmetini, sizi Kâbe’yi tavaftan men etmekle kaldırdıkları için, bu sene siz de aynı ayda, aynı şeyi onlara karşı tatbik edebilirsiniz. Zorla Mekke’ye giriniz. Size savaş açarlarsa, siz de savaşınız.

‣ Hurumât kelimesinin çoğul gelmesi, hem haram ayın hürmeti, hem haram beldenin hürmeti, hem de ihramın hürmeti kastedildiğinden dolayıdır. Hürmet ise kişinin çiğnemekten alıkonulduğu, engellendiği şeydir. Buna göre, âyetin manası, ‘Onlar hicretin altıncı yılında bu haramlara saygısızlık ettiklerinde siz durdunuz ve umrenizi hicretin yedinci senesinde kaza ettiniz’ şeklinde olur.

‣ ‘Eğer onlar sizinle savaşmaya yeltenirlerse, siz de onlarla savaşın’ şeklindedir.

‣ ‘Bu iki aydan her birinin haramlığı diğerinin haramlığı gibidir. O halde bu ikisinin hürmeti denktir’ şeklindedir.

‘Zaruretler, haramları mubah kılar’ kaidesinden hareketle, bu âyet insanlığa önemli bir hukuk kuralını öğretmektedir. Yüce Allah, şartlara göre, yasakladığı bir şeye cevaz vermektedir; öyleyse kanun yapmada da, şartlara göre hareket etme ilkesi benimsenmelidir.

Haccac, Sultan Melik’in veziri iken, adamlarına Kâbe’yi taşlattırır. Fazla bir zaman geçmez, Haccac’ın karısı kendisinden boşanmak istediğini söyler. Bütün ısrarlarına rağmen hanımının kesin kararı üzerine boşanırlar. Sultan Melik boşanma haberini duyunca, bu güzel kadına tâlip olur. Kadın, da nikâh şâhidi olarak Haccac’ı ister. Fakat bir şartla: Başını tıraş ettirip kel bir vaziyette merkep üzerine binerek saraya gelecek. Sultan Melik emreder, Haccac da boynu bükük kabul eder.

Bu ibretli hikâye, Allah’ın ﷻ haremine el uzatanın, karşılığında kendi haremine de el uzatılacağını acı bir şekilde göstermektedir.
 

Kim size karşı haddi aşarsa, siz de onun size karşı haddi aştığı kadar ona karşı haddi aşın.

Bu cümle haddi aşmaya karşılık olacak cezayı emirdir. ‘Size saldırana, saldırısına benzer bir tarzda, saldırınız! Aşırı gidip hakkınız olmayan şeyleri yapmaktan çekinin ve Allah’tan korkun! Bilin ki, Allah, kendisinden korkanlarla beraberdir. Onları korur ve muhafaza eder.’

Buna göre bir kimse sana zulmetse sana yaptığı zulüm kadarıyla hakkını ondan al, bir kimse sana sövse sana söylediği sözün benzerini ona geri çevir, bir kimse senin şeref ve haysiyetine (ırzına) dil uzatsa sen de ona karşılık ver. Şu kadar var ki babasına, annesine, oğluna veya bir yakınına haksızlıkta bulunma. O sana yalan söylese bile senin ona karşı yalan söyleme hakkın yoktur.

Çünkü masiyete masiyet ile karşılık verilmez. Mesela sana, ‘Ey kâfir!’ dese, senin de ona, ‘Kâfir sensin’ demen caizdir. Fakat sana ‘Ey zânî’ dese ona karşı uygulayacağın kısas ‘Yalancı, yalan şahitlik eden kişi’ demendir. Sen de ona ‘Ey zânî’ dersen yalan söylemiş olursun ve günah kazanırsın. Borcunu ödeyebilecek durumda olduğu halde özürsüz olarak senin borcunu savsaklıyor ise ona ‘Ey zalim, ey insanların mallarını yiyen kişi’ diyebilirsin. Peygamber ﷺ şöyle buyurmaktadır:

‘Ödeme imkânı olan kimsenin (ödememesi, savsaklaması) onun (şeref ve haysiyetini rencide) ve ceza görmesini helal kılar.’

Bir evin tavanında eşek arıları yuva yapmıştı. Ev sahibi bunun neticesinden korkarak, bu yuvaları dağıtmak istedi, karısı razı olmadı.‘Zavallı hayvancıklardan ne istiyorsun, yurtlarını dağıtma’ dedi. Bir gün adam işine gittikten sonra arılar kadına hücum ederek onu soktular. Akılsız kadın dört tarafa koşuyor ‘Ölüyorum’ diye feryat ediyordu. Derken kocası geldi ve şöyle dedi:

‘Hanımım, kimseye surat etme. Zavallı hayvancıkları öldürme, diyen sen değil miydin?

Her kim kötülere iyilik ederse, kötülük artar. Her kim yol kesene acırsa, kervanı kendi vurmuş olur. Zalime acımak halka zulümdür. Halkın yanık içinde kalmasındansa, birisinin ateş içinde yanması iyidir.

Bekçi nezaket, yumuşaklık gösterecek olursa; hırsız korkusundan kimse uyuyamaz.

İnsanların kimisi para ve ihsan ile kimisi de kulağını burmak ile yola getirilir. Sadi Şirazi
 

Allah müttakilerle beraberdir.

Onları korur, yardımsız bırakmaz. Nusret ve desteğiyle müttakilere sahip çıkar.

Üç şey vardır ki, bunlar kime verilmişse, Dâvûd’un eline verilen gibi ona da verilmiştir. Bunlar, hiddetli ve hiddetsiz zamanlarda adâlet, varlık ve yoklukta iktisat, gizli ve âşikârda Allah’dan korkmaktır. Hadîs-i Şerîf

Kim korkarsa, akşam karanlığında yol alır. Kim akşam karanlığında yol alırsa hedefine varır. Haberiniz olsun Allah’ın malı pahalıdır, haberiniz olsun Allah’ın malı Cennettir.

Sizden evvelki ümmetler içinde kefen soyan bir kişiye ölüm gelip çatmıştı da o, hayattan ümidini kesince ailesine şöyle vasiyet etmişti:

‘Ben öldüğümde bir çok odun toplayıp içine ateş veriniz. (ve beni bu ateşe atınız) Ateş benim etimi yiyerek kemiğime erişinceye kadar bırakınız. Kemiğimi yakınca bu yanmış kemikleri dövüp un yapınız. Sonra rüzgârı şiddetli bir günü bekleyiniz. Ve bu unu fırtınalı günde deniz içine savurunuz.’

Aile halkı da vasiyeti yerine getirdiler. Fakat Allahu Teâlâ onun zerrelerini topladı ve ona;

- Niçin böyle yaptın? diye sordu. O kefen soyan kişi:

- Rabbim! Senden korkumdan! dedi. Allahu Teâlâ onu mağfiret eyledi.

Hadîs-i Şerîf

 

Sebeb-i Nüzulü

Hz. Peygamber ﷺ, Hudeybiye’de hicretin 6. senesinin haram aylarından biri olan Zilkade ayında Mekke’ye giremeyip geri dönmüştü. Ertesi sene hicretin yedinci yılı Zilkade ayında tekrar gelip, Mekke’ye girdi ve umresini yaptı. Allahu Teâlâ bunun üzerine bu âyeti indirdi.

Yani ‘Mekkeliler geçen sene bu ayda sana mani olmuşlardı. Bu ay, geçen seneki o aya denktir’ manasındadır.

Kâfirler, Allahu Teâlâ’nın Hz. Peygamberi ﷺ haram aylarda savaşmaktan nehyettiğini duymuşlardı. Bundan dolayı, Hz. Peygamber’in kendileri ile bu aylarda savaşamayacağını zannederek, onunla savaşmak istediler. Allah ﷻ, bu olayın hükmünü açıklamak için, ‘Haram ay, haram aya bedeldir’ buyurdu.

Yani, ‘Müşriklerden kim sizin kanınızı haram aylarda helâl sayarsa, siz de o aylarda onun kanını helâl sayın’ demektir.

Kelamcılara göre ‘Haram aylarda Allah sizi, kendisini inkârdan men etmezken, nasıl olur da bizi sizinle savaşmaktan men eder? Bizim haram ayları ihlâl etmemiz, sizin ihlâl edişinize denktir’ demektir.

Allahu Teâlâ bu âyetle müslümanlara bu haramlara ilk olarak (müşriklerden önce) saygısızlık yapmamaları gerektiğini, ancak onların yaptıklarına karşılık (kısas) olarak yapabileceklerini bildirmiştir.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

اَلشَّهْرُ الْحَرَامُ بِالشَّهْرِ الْحَرَامِ Âyetteki işaret: Nefsin yüz çevirmesi, nizası, sıfatların galebesi istilası ile kaybedilen vakitlerinizi ay ay, gün gün, saat saat, vakit vakit, vird vird tedarik edin.

وَالْحُرُمَاتُ قِصَاصٌ Gayeyi yerine getirin, hukuku eda edin.

 فَمَنِ اعْتَدٰى عَلَيْكُمْ Yani nefis galip olup sıfatlarından herhangi bir sıfatla sizi istila ettiğinde, فَاعْتَدُوا عَلَيْهِ بِمِثْلِ zıddıyla tedavi edin. Cimrilik galipse seha ile, gadap galipse hilim ile, hırs galipse terk ve zühd ile, şehvet galipse riyazet ve bağlama ile tedavi edin. Diğerlerini de buna kıyas et. مَا اعْتَدٰى عَلَيْكُمْࣕ Galip gelinceye kadar ona saldırın.

وَاتَّقُوا اللّٰهَ Ona saldırmakta ifrattan ve mücahedenin çokluğu ile nefsi helak etmekten sakının. Nefsin şehvetine meyilden sakınmakta, muhalefetine muvafakatta, helakında afatların ifradında onu helakta da tefritten sakının.

وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّقٖينَ Nefisle cihadda ve onu kahretmekte yardım edip, Allah’a kavuşmaya tevfik ile haddi aşmasına mani olmakta, Allah ﷻ müttakilerle beraberdir.

 

Belagat

• Birinci ‘şehr-i haram’dan kasıt Efendimiz ﷺ ve sahabelere izin verilmeyen Hudeybiye ayıydı. İkinci ‘şehr-i haram’dan kasıt ise diğer senenin hac ayıdır. Bu nedenle ikisi arasında cinas-ı tam vardır.

• Mübtedadan (الحُرُمَات) masdarla (قِصَاص) haber vermesi (haberin masdar olarak gelmesi) mübalağa içindir.

• فَاعْتَدُوا عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدٰى عَلَيْكُمْ cümlesi sohbet sırasında vaki olan müşakaledir. Müşakale, manada ihtilafla beraber lafızda ittifaktır.

• وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّقٖينَ cümlesinin اعْلَمُوا kelimesiyle başlaması, söylenecek şeyin önemini bildirmek içindir.

• Allah’ın beraber olması; yardımıyla, nusretiyle kullarını desteklemesidir. Maddi yakınlık söylenmiş, yakınlığın lazımı murad edilmiştir. Mefhum-u muhâlifiyle Allah’ın müttaki olmayanı desteksiz, nusretsiz bırakacağını gösterir.

Bakara Sûresi 195. Ayet

وَاَنْفِقُوا فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ وَلَا تُلْقُوا بِاَيْدٖيكُمْ اِلَى التَّهْلُكَةِۚۛ وَاَحْسِنُواۚۛ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنٖينَ

195- Allah yolunda mallarınızı harcayın, elinizle kendinizi tehlikeye atmayın, iyilik edin, çünkü Allah iyilik edenleri sever.



Bu âyet 193. âyete; “Allah ﷻ yolunda savaşın” âyetine matuftur. Zira kıtal emri geldiğinde düşman sayısı fazla idi. Müslümanlara savaş için infak emri verildi. Fakat âyetin hitabı bütün Müslümanlaradır, yalnız savaşanlara değil. ‘Cimrilik ederek, israf ederek veya harpten bıkarak, kaçarak kendinizi tehlikeye atmayın.’

‘Allah muhsinleri sever’ cümlesi ihsana teşvik ve rağbet için tezyildir. Allah'ın ﷻ muhabbeti insanların son derece talep ettiği şeydir. Çünkü Allah'ın ﷻ kullarını sevmesi salaha ve dünya-ahiret hayrına sebeptir.

ال istiğraki örfidir, muhsin ile murat mü’minlerdir.


          ✽     ✽     ✽
 

Allahu Teâlâ savaşmayı emredince, savaş da silahla yapıldığı ve zenginler çoğu kez savaştan âciz, savaşabilecek cesur kimseler de çoğu kez yoksul olduğu için, zenginlere, savaşabilecek kimselere infakta bulunmalarını emretmiştir.

Bir savaş ortamından sonra infak emriyle karşı karşıya geliyoruz. İslâm’da hayat budur. Savaş ve infak iç içedir. Ölmek, öldürmek, sağ kalmak ve infak, hayatın içindedir.

Allah yolunda infak edemeyen toplumların Allah için savaşmaya da güçleri yetmez. Vücutlarının dışındakileri harcamaya gücü yetmeyen insanlar, iç dünyalarını veya bedenlerini nasıl harcayabilir? Malını Allah yolunda veremeyen insanlar canlarını nasıl verebilir? Cebindeki on lirayı Allah için harcayamayan, ömrünün on saatini yahut ilerde ömrünün tamamını nasıl verebilir? Halbuki Allah için savaşa girmek demek; ömrün tamamını fedâya hazır olmak demektir.

Ama insan Allah’ın ‘ver’ dediği noktada yavaş yavaş verebilirse, kendini vermeye alıştırırsa, o zaman canını vermeye de kendini alıştıracaktır.

Bugün beş kuruşu, yarın on kuruşu veya bugün bir saatlik, öbür gün iki saatlik ömrünü Allah’a, ilim öğrenmeye, din anlatmaya, hasta ziyaret etmeye verebilirse, tüm ömrünü Allah’ın dinine, müslümanların hizmetine fedâkarca infak edebilir. Ama şu anda bir çay parasını, bir müslümanın dolmuş parasını veya bir talebenin kitap parasını veremiyorsa, canı istendiği zaman bu canı nasıl verebilir?

Allah yolunda infak edin

İnfak, malı iyilik yollarına ve faydalı şeylere verip harcamaktır. Malını boş şeylerde zâyi eden kimseler için, ‘O malını infak etti’ denilmez. İnfak, ‘Allah yolunda’ diye kayıtlanınca, bundan murad, ‘Allah’ın dini için infak’ olur. Çünkü sebil, yol demektir. Allah’ın yolu da, O’nun dinidir. Her türlü infak, bu âyetin muhtevasına girer.

Hacc veya umre için, ister bizzat cihada katılmak sûretiyle olsun; ister başkasının savaş giderlerini karşılamak sûretiyle olsun; sıla-i rahim (akrabalara yardım) ve sadakalarla, kişinin ailesine ve çocuklarına yaptığı harcamalarla; zekât ve keffâret olarak verdiği şeyler, yol ve benzeri şeylerin yapılması için verdiği sadakalar olsun, yapılan tüm harcamalar bu infaka dahildir. Ancak bu âyetten önce cihad zikredilmiş olduğu için, bunda murad edilen en uygun mana, bu infakın cihaddaki harcamalara hamledilmesidir.

Dini kuvvetlendirmek, dini yaymak, dini eğitim ve öğretim için yapılan bütün infaklar bu âyetin hükmüne dahildir.

Bu âyet, Hz. Peygamberin ﷺ Hudeybiye senesi umresini kaza etmek üzere Mekke’ye gittiğinde nazil olmuştur. Şayet müşrikler müslümanlara engel olmaya kalksalardı, bu umre mutlaka savaşa sebep olacaktı. Bu umre; hem umre hem de cihad olmuştur. Allahu Teâlâ ‘Cihad ve umre yolunda infak edin’ demedi de, ‘Allah yolunda infak edin’ buyurdu.

‘وَاَنْفِقُوا فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ / Allah yolunda infak edin’ cümlesi, infakın vücubiyetinin sebebine dikkat çekmektedir. Çünkü mal, aslında Allah’ındır. Bu nedenle Allah yolunda infak etmek vâcibtir. Bir de mü’min, Allah’ın adını duyunca heyecanlanır ve şevke gelir, malını Allah yolunda infak etmesi kolaylaşır.

Her gün iki melek inerek, onlardan biri: ‘Allah’ım, infak edenin (malını bereketlendirmek sûretiyle) arkasını getir!’ diye dua ederken, diğeri de, ‘Malı tutup cimrilik edenin malını telef et!’ diye bedduada bulunur. Hadîs-i Şerîf

Bir defasında adamın biri Hz. Hasan’ın yanına geldi ve - Ey peygamberin torunu! 400 dirhem borcum var, dedi.

Hz. Hasan hemen adama 400 dinar verilmesini emrederek adamın borcunu fazlasıyla karşıladı. Daha sonra Hz. Hasan ağlayarak evine döndü. Ağladığını görenler kendisine;

- Ey Allah’ın Resûlü’nün torunu! Seni ağlatan nedir? dediler.

Hz. Hasan onlara şöyle cevap verdi:

- Ben onun ihtiyaçlarını araştırıp karşılama hususunda onu ihmal ettim. Ona gereken ilgiyi göstermeyip hata ettim. Bu nedenle yanıma kadar gelip benden istemeye onu mecbur bıraktım. Halbuki ben onu arayıp bularak ihtiyacını karşılamalıydım.
 

Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın.

‣ Bu tehlike, infak etme ile ilgilidir. Müslümanlar savaş hususunda mallarını harcamamak sûretiyle kendilerini tehlikeye atmasınlar. Çünkü o zaman düşman onlara galebe çalar ve onları helak eder. Sanki şöyle denilmektedir:

‘Eğer sen dine yönelen biriysen, malını Allah yolunda ve O’nun rızâsını kazanmak için harca. Yok eğer dünyaya yönelen bir insan isen, kendinden ölüm ve zararı defetmek için yine malını harca.’

‣ Âyet-i kerimede geçen ‘Tehlike’ helak olmak anlamında masdardır. Yani sizler sizi helake götürecek işleri yapmayınız. İnfak etmeyecek olursanız, Allah’a asi olmuş olursunuz ve helak olursunuz.

‣ Allahu Teâlâ infakı emredince, insanın bütün malını infak etmesini de nehyetmiştir. Çünkü bütün malı infak etmek, yenecek, içecek ve giyilecek şeylere aşırı ihtiyaç duyulduğunda tehlikeye düşmeye sebebiyet verir.

Âyet, Hakk Teâlâ’nın, “Haram ay, haram aya mukabildir. Hürmetlerde kısas carîdir” (Bakara, 194) âyetiyle irtibatlıdır. Yani, ‘Eğer onlar haram aylarda sizinle savaşırlarsa, siz de onlarla savaşın. Çünkü hürmetlerde kısas carîdir. Onlar size saldırmayı uygun gördüler. Ayların haram oluşu sizi, sizinle savaşan kimselere teslim olmaya sevk etmesin. Savaşı terk ederseniz kendinizi tehlikeye sürüklemiş olursunuz’ demektir.

‣ ‘Biz fakirlikten korkuyoruz, eğer infak edersek, hiçbir şeyimiz kalmaz’ demeyin. Yani muhataplar, infak etmekle helak olacaklarını zannetmekten nehyolunmuşlardır. İbn Abbas der ki: Senin ince veya enli bir oktan başka hiçbir şeyin olmasa dahi Allah yolunda infak et. Sizden herhangi bir kimse sakın;‘İnfak edecek bir şey bulamıyorum’ demesin. es-Süddî de şöyle demiştir: Bir deve yuları dahi olsa infak et ve ‘Yanımda bir şey yoktur’ diyerek, kendi elinle kendini tehlikeye atma!

‣ Bu âyet-i kerime ile ilgili olarak Berâ’ b. Âzib’e şöyle soruldu:

‘Burada kastedilen kişi savaşan birliğe karşı hamle yapan kişi midir?’ Bera’ şöyle dedi: ‘Hayır, burada kastedilen kişi bir günah işleyip de çaresizlik içerisinde her şeyden el etek çekip, ‘Ben masiyetlerde aşırı gittim. Tevbe etmemin bir faydası yoktur’ diyerek Allah’tan ümidini kesen, bundan sonra daha da ileri bir şekilde masiyetlere dalandır. Buna göre helak olmak, Allah’ın rahmetinden ümit kesmektir. Allah’ın rahmetinden ümit kesmek, insanı kulluğu terk edip, günahta ısrara sürükler.

‣ Mana ‘Allah yolunda infak edin. Bu infakınızı tehlikeye atmayın ve boşa çıkarmayın’ şeklindedir. Başa kakarak, riya ve gösteriş olsun diye anlatarak, boşa çıkaracak bir iş yapmanız infakınızı tehlikeye atar.

‣ Bunun anlamı şudur: Cihad için azıksız olarak yola çıkmayınız. Bir topluluk bu şekilde davranmış, bu ise onların yolda kalmalarına ya da insanlara yük olmalarına sebep olmuştu. Buna göre burada sözü geçen ‘Allah’ın yolu’, cihad ve cihadın bütün yollarını kapsamına alır.

‣ Cimrilik ederek mallarınızı alıkoymayınız. Malınız başkalarına miras kalır ve kendi malınızdan sağlayabileceğiniz faydadan mahrum kalarak helak olur gidersiniz.

‣ Sizler cimrilik etmeyiniz, o takdirde dünya hayatında onun yerine verilecek olan halefi de, ahiretteki sevabı da yitirirsiniz.

‣ Haram olan şeyden infak etmeyiniz, o size kabul edilmeyerek geri çevrilir ve siz de helak olursunuz.

‣ İkrime der ki: ‘Kendi ellerinizle tehlikeye atılmayınız’ buyruğunu yüce Rabbimiz bir başka yerde açıklamaktadır: “Göz yummaksızın alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyiniz” (Bakara, 267)

Veya âyet-i kerime infak dışında başka bir şeyle ilgilidir. Bu durumda tehlikeden kasıt şunlar olabilir:

˗ Cihaddan geri durup, canlarını, cehennem ateşine maruz bırakmalarıdır. Allahu Teâlâ bununla, cihada sımsıkı sarılmaya teşvik etmiştir.

˗ ‘Bir netice elde edemeyeceğiniz biçimde, gözü kapalı harbe girmeyiniz; böyle bir harpte sadece kendi canınıza kıymış olursunuz; bu ise helâl değildir. Size vâcib olan, öldürülmekten korksanız bile, düşmanı yeneceğinize aklınız kestiği zaman savaşa atılmanızdır. Galib gelme ümidi olmayıp, aksine öldürülme ihtimalinin daha fazla olduğunda ise, cihada girişmek söz konusu olamaz.’

˗ Allah yolunda infakı bırakarak düşmanın karşısına hazırlıksız, azıksız ve güçsüz çıkmaktır. Buna göre azığı ve gücü bulunmayan insan, düşmanın karşısına çıkarak kendisini tehlikeye atmamalıdır.

˗ Bu âyetle kastedilen iki düşman safı arasında tek başına kalan kimsedir.

Bir kısım âlimler ise, bu şekilde öldürülmenin haram olmadığını söylemişler ve şu delilleri getirmişlerdir:

‣ Eşlem Ebû İmran şöyle demiştir: Konstantin şehrine (İstanbul’a) gaza yapmıştık. Askerlerin başında Abdurrahman b. el-Velid vardı. Bizanslılar sırtlarını şehrin suruna vermişlerdi. Muhacirlerden birisi, düşman saflarına hücum etti. Onu görenler: Aman yapma, lâ ilâhe illallah! Bu adam kendi elleriyle kendisini tehlikeye atıyor, diye gürültü kopardılar. Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensarî şöyle dedi:

‘Ey insanlar! Sizler bu âyet-i kerimeyi bu şekilde anlıyorsunuz. Biz bu âyetten haberdarız; bu âyet sadece bizim hakkımızda nazil olmuştur. Biz Allah’ın Resûlüyle birlikte savaş meydanlarında bulunduk. İslâm kuvvet bulup, taraftarları çoğalınca, birbirimize şöyle dedik:

‘Mallarımız sahipsiz kaldı, Allah da İslâm’ı güçlendirmiş bulunuyor. Mallarımızın başında dursak ve onları ıslah edip yoluna koysak nasıl olur?’ Bunun üzerine yüce Allah Peygamberine bizim aramızda söylediğimizi reddetmek üzere: ‘Allah yolunda infak edin, kendi ellerinizle tehlikeye atılmayınız’ buyruğunu indirdi.’ Yani esas tehlike, kişinin çoluk çocuğu ve malı yanında bulunarak, cihadı terk etmesi ile meydana gelir.

‣ Peygamber ﷺ cennetten bahsetti. Ensardan birisi O’na, ‘Bana bildirir misin yâ Resûlallah, eğer ben sabrederek ve sevabını da Allah’tan umarak öldürülürsem, benim için ne vardır?’ diye sordu. Hz. Peygamber: ‘Sana cennet vardır’ dedi. O adam da düşman birliklerinin içine daldı. Düşmanlar bu kimseyi, Allah’ın Resûlünün gözü önünde öldürdüler.

Ensardan birisi, Muâviye oğullarından ayrılmıştı. Öldürülen arkadaşlarının üzerinde bir kuşun dolaştığını gördü. Kendisiyle birlikte bulunan bazı kimselere, ‘Düşmanın üzerine atılacağım. Onlar beni öldürecekler, ama ben de arkadaşlarımın öldürüldüğü şu harp meydanından geri kalmayacağım’ dedi, dediğini de yaptı. Bunun üzerine geride kalanlar bunu Hz. Peygambere ﷺ anlatınca, o da o kimse hakkında güzel şeyler söyledi.

‣ Bir topluluk bir kaleyi kuşatır. Adamlardan birisi de öldürülünceye kadar savaşır. Bunun üzerine o kimse hakkında ‘Kendi kendini tehlike-

ye attı!’ denir. Bu söz Hz. Ömer’e ulaşınca o, ‘Onlar yalan söylediler. Allahu Teâlâ, “İnsanlardan bir kısmı, Allah’ın hoşnutluğunu taleb ederek, kendi nefislerini (Allah uğruna) satarlar” (Bakara, 207) buyurmamış mıdır?’ dedi.

‘Tehlike’ helak manasında masdardır.
 

Tehlikeye atılmak caiz mi?

Güç sahibi olması, şehadete talip olup, Allah için halis bir niyetle yapılması halinde tek başına bir kişinin büyük bir orduya karşı hücum edip hamle yapmasında bir mahzur yoktur. Şayet güçlü bir kimse değilse onun yaptığı bu iş tehlike kabilindendir.

Tek başına bir kişinin yüz kişiye yahut bir asker bölüğüne veya bir grup hırsız, yol kesici ve haricilere karşı hücum etmesi hakkında iki durum söz konusudur: Eğer kendisine hamle yapanı öldürüp kurtulacağına dair kanaati ağır basıyor ise, bu güzeldir. Aynı şekilde öldürüleceğine dair kanaati ağır basmakla birlikte müslümanlara fayda sağlayıp, düşmana zarar vereceğini zannediyor ise bu da caizdir.

Geçmişte müslüman askerler İranlılarla karşılaştıklarında müslüman ordusunun atları fillerden ürkmüştü. Onlardan birisi çamurdan bir fil yaptı ve atını eğiterek o file alıştırdı. Sabah olunca onun atı filden korkmaz oldu. Atının önündeki fil üzerine bir hamle yaptı. Ona, ‘Bu fil seni öldürür’ denilince şu cevabı verdi: ‘Müslümanlar zafere kavuştuktan sonra benim öldürülmemin bir zararı olmaz.’

Aynı şekilde Yemame günü de Hanifeoğulları, bahçelerine sığınıp korununca müslümanlardan biri ‘Beni kalkanın içerisine koyun ve onların üzerine atın’ dedi. Arkadaşları dediğini yaptı, tek başına Hanifeoğullarıyla savaştı ve kapıyı müslümanlara açtı.

Tek başına bir kişi müşriklerden bin kişiye hücum etse eğer kurtulacağını ya da düşmana zarar vereceğini umuyor ise bunda bir mahzur

yoktur. Şayet böyle bir şey söz konusu değil ise mekruh olur. Çünkü herhangi bir fayda olmaksızın kendisini telef olmaya maruz bırakmıştır. Eğer bundan kastı, müslümanların müşriklere karşı cesaretlerini artırarak onların da kendisinin yaptığı gibi yapmalarını sağlamak ise, caiz olması umulur. Şayet bunu yapmaktan kastı düşmanı korkutmak ve din hususunda müslümanların ne kadar sağlam ve sarsılmaz olduklarının bilinmesini göstermek ise, yine bunun caiz olacağı uzak bir ihtimal değildir.
 

İyilik edin. Allah iyilik edenleri sever.

‣ Allah’ın farzları, taâtleri hususunda amelinizle ihsanda bulunun.

‣ İnfakta bulunduğunuz zaman ihsan edin ve infak ettiğinizin yerini dolduracağı hususunda Allah hakkında güzel zan besleyin.

‣ Kendisine nafaka ve yardım boynunuzun borcu olan kimselere, infakta ihsan edin. Bundan murad, infakın orta halli olmasıdır.

‘Muhsin’ kelimesi, ‘hüsün’ masdarından müştaktır. Bu kelime ihsanda bulunmanın bizatihi güzel olması cihetinden, başkasına yararlı olan kişiler hakkında çokça kullanılmıştır. Hatta vurmak ve öldürmek güzel olduğu zaman, bunları yapan ‘muhsin’ olur.

Ya da ‘İhsan’ masdarından türemiştir. Buna göre, güzel şeyi yapan kişi, fiili hem güzel, hem de iyilik dolu olduğu zaman ancak ‘muhsin’ diye isimlendirilir.

Yüce Allah bu âyette iki emir vermiştir: İnfak edin, iyilik yapın.

‘İnfak edin’ ifadesiyle ‘iyilik edin’ ifadesi hemen hemen aynı manaya gelir. وَاَحْسِنُوا cümlesi ‘iyilik yapmaya devam edin’ manasındadır. Buna göre ihsanda, iyilik etmenin yanında, devamlılık manası da vardır. Muhsin iyilik yapmayı alışkanlık haline getirip hem kendisini, hem de toplumu intihar tehlikesinden kurtardığı için Allah’ın sevgisini kazanır. Böyle insanlar, fitne tehlikesini toplumdan uzaklaştırırlar.
 

İhsan

İhsan ‘Hakkından fazlasını verip iyilik yapmak, bağışlamak, cömertlik yapmak’ anlamlarındadır. Uygun ve güzel bir işin veya görevin en güzel, kusursuz şekilde yapılmasıdır. İbadetlerin ve ahlâki görevlerin mükemmel yapılması da ihsandır.

Cebrail (a.s) bir gün Efendimize ﷺ bir Arap kıyafetinde gelip, O’na İslâm, iman, kıyamet ve ihsan hakkında sorular sormuştur. Efendimiz ‘İhsan nedir?’ sorusuna şöyle cevap vermişti: “İhsan; Allah’ı görür gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir.” Yani ihsan; Allah’ın huzurunda olduğunu tasavvur ederek, O’nu görüyormuş gibi kulluk vazifelerini yerine getirmektir.

Allah’ın emrine uygun her hayırlı iş, ibadet ve tüm faaliyetler Allah’ın huzurunda gibi hissedilerek yapılırsa ihsan mertebesine ulaşılmış olur.

İtalyan bir papaz doğuyu hristiyanlaştırmak gayesiyle 13. yüzyılın ikinci yarısında çıktığı seferde İslâm âlemini dolaşmıştı. Türk topraklarında gördükleri karşısında hayretler içinde kalan papaz, hatıralarına şunları yazmıştı:

‘Müslümanlar vakıf kurmada çok cömerttir. Hatta hayır işlemek için hristiyan esirlerin de özgürlüklerini satın alırlar. Ve sevaplarını ölmüş ana-babalarının ruhlarına bağışlarlar.

Müslümanlar, köpeklerin doyurulması için bile mallarından pay ayırırlar. Türkiye’nin birçok şehrinde köpeklerin doyurulmasını vasiyet etmiş olanların, vasiyetlerinde ayırdıkları payın gayesine uygun kullanılmasını sağlayan köpek bakıcıları vardır.’

 

Sebeb-i Nüzulü

“Haram ay, haram aya bedeldir, hürmetler karşılıklıdır” âyeti nazil olunca, orada bulunanlardan biri; ‘Yâ Resûlallah, Allah’a yemin ederim ki bizim azığımız yok. Hiçbir zengin de bize yardım etmiyor’ dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber ﷺ, müslümanlara, Allah yolunda infak etmelerini, tasaddukta bulunmalarını ve Allah yolunda taşınan yarım bir hurma ile de olsa sadakadan el çekmemelerini emretti. Akabinde müslümanlar her şeylerini verdiler.
Bu âyet de, Hz. Peygambere ﷺ muvafakat ederek nazil oldu.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

وَاَنْفِقُوا فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ “Allah’a ve peygamberine inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır” (Saf, 11) buyrulduğu gibi; Allah’ın sizden satın aldığı can ve malınızdan nefsin ifrat ve tefritinde cihadda infak edin.

وَلَا تُلْقُوا بِاَيْدٖيكُمْ اِلَى التَّهْلُكَةِ Nefsinizi tehlikeye atmayın, yani nefsin ifrat ve tefritine müdahale ile kafirlerle mücadelede ifratla kendinizi tehlikeye atmayın.

Yine bunun gibi, Hukukta tefritle, hazlarda ifratla ‘Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın’. Yine bunun gibi; nefse muvafakat, nassa (açık delile) muhalefetle, nefsi terk, kalbin kötülüklerden boşalmasıyla, hallerin tecelli etmesinde amelleri mülahazada (yaptığı ameli görmekle), gurur ve yükselmekle tembelliğe meylederek kendinizi tehlikeye atmayın.

وَاَحْسِنُوا Nefsinize ihsan edin; şehvet ateşinden korumakla, kalbinize ihsan edin; dine riayetle, gafletlerden korumakla, ruhunuza ihsan edin; alaka hicaplarından himayeyle, sırrınıza ihsan edin; hakla tavsiye, ezaları def ve hayırları ulaştırmak ile.

Allah hakkında (ihsan edin); bu da emirlerini yapıp nehiylerinden sakınmak sûretinde ubudiyet, mazarrat ve belalara sabır, nimet ve sevinçlere şükür, bütün hallerde O’na tevekkül, cüziyyat ve külliyatta bütün işlerde tefvizi umur, ezeli hükümlere teslimiyet, evveli hükümlere rızâ, zatıyla kaim olan kadim iradede hades (sonradan olma) iradeden fani olmakladır.

اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنٖينَ Müşahede vasfıyla ibadette olanları sever.

 

Belagat

• اَنْفِقُوا dendikten sonra اَحْسِنُوا denmesi, hususiden umumiyi zikirle itnabtır.

• ‘İnfak’ kelimesinin lügat anlamlarından biri de ‘Kanal açmak’tır. Bu manadan istiare-i tebaiye düşünebiliriz. Yani, Allah için harcama yapmak, bir su kanalı veya tahliye kanalı açmaya benzetilmiştir. Ortak noktası; faydalı olması, kalıcı olmasıdır. Kanal açmak genelde temizlik için, bir birikintiyi azaltıp rahatlama sağlamak içindir.

İnfaklar da kişinin biriken parasını başkalarına aktararak temizler. Kanaldan akan su, ferahlatıp tıkanıklığı açtığı gibi, insanın verdiği sadaka, Allah yolunda yaptığı harcamalar onu cimrilik kirinden temizler. Hem kendi vicdanını hem de verdiklerini rahatlatır.

• ‘بِاَيْدٖيكُمْ / ellerinizle’ ifadesindeki ب harfi:

˗ Zaide olup, âyetin takdiri ‘Ellerinizi tehlikeye atmayınız’ şeklindedir.

˗ Ya da بِاَيْدٖيكُمْ ’den maksat, kişilerin bizzat kendileridir. ‘Kendinizi tehlikeye atmayın’ manasındadır. Cüz söylenmiş, kül kastedilmiştir. Veya sebep alakasıyla mecaz-ı mürseldir. Çünkü el hareket sebebidir.

˗ Veya, atılan şeyi tamamıyla ihata etmekten istiaredir.

˗ Ya da âyette hazıf vardır. Takdiri, ‘Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın’ şeklindedir.

˗ Burada ifadenin takdiri ‘Ellerinizle kendinizi atmayınız’ şeklindedir. Nitekim; Sen kendi görüşünle kendi durumunu bozma, dememiz gibi.

˗ Bu tabirin bir darb-ı mesel olduğu da söylenmiştir. Mesela, bir kişi teslimiyet gösterdiği zaman ‘filan kişi kendi eliyle bu işi attı’ denir. Çünkü savaşta teslim olan kişi elleriyle silahını atar. İşte yapılan iş her ne olursa olsun aciz olan herkesin yaptığı iş bu kabilden kabul edilmiştir.

Bakara Sûresi 196. Ayet

وَاَتِمُّوا الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ لِلّٰهِؕ فَاِنْ اُحْصِرْتُمْ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِۚ وَلَا تَحْلِقُوا رُؤُوسَكُمْ حَتّٰى يَبْلُغَ الْهَدْيُ مَحِلَّهُؕ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَرٖيضاً اَوْ بِهٖ اَذًى مِنْ رَأْسِهٖ فَفِدْيَةٌ مِنْ صِيَامٍ اَوْ صَدَقَةٍ اَوْ نُسُكٍۚ فَاِذَا اَمِنْتُمْࣞ فَمَنْ تَمَتَّعَ بِالْعُمْرَةِ اِلَى الْحَجِّ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِۚ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلٰثَةِ اَيَّامٍ فِي الْحَجِّ وَسَبْعَةٍ اِذَا رَجَعْتُمْؕ تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلَةٌؕ ذٰلِكَ لِمَنْ لَمْ يَكُنْ اَهْلُهُ حَاضِرِي الْمَسْجِدِ الْحَرَامِؕ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ شَدٖيدُ الْعِقَابِࣖ

196- Haccı da umreyi de Allah için tam yapın. Bunlardan alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar da başlarınızı tıraş etmeyin. Aranızdan kim hasta olur veya başından bir rahatsızlığı bulunursa, ona oruç, sadaka veya kurbandan biriyle fidye gerekir. Emin olduğunuz vakit ise, kim hacca kadar umreyle faydalanmak isterse, ona kolayına gelen bir kurban kesmek vâcib olur. Kurban bulamazsa; hac günlerinde üç, döndüğünüz vakit de yedi olmak üzere oruç tutmak gerekir ki tamamı on gün eder. Bu, ikametgahı Mescid-i Haram’da olmayanlar içindir. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah’ın azabı çok şiddetlidir.

 

Bu âyet 189. âyet üzerine atıftır. Hüküm âyetlerinin bazı münasebetlerinden dolayı birbirine atfedilmesi Kur’âni adetlerdendir.

Aradaki cümleler itiraf veya itiraziyedir. Âyet, müşriklerin engellediği Hudeybiye senesinde, Hudeybiye’de nazil oldu.

Efendimiz ﷺ hicretin 6. senesinde Zilkâde ayında ashabıyla umre yapmak için Mekke’ye gelmişti. Ancak Mekkeli müşrikler asla mü’minlerin umre yapmasına izin vermeyeceklerini bildirdiler. Efendimiz ﷺ niyetinin aslında savaş olmadığını, sadece umre için geldiklerini defaatle söylediği halde engel oldular. Sadece barış anlaşması yapmaya rızâ gösterdiler. Mü’minler o yıl Kâbe’yi ziyaret edemediler, başlarını tıraş edip, kurbanlarını kestiler. Ertesi sene tekrar gelmek üzere anlaşma gereği geri döndüler. Âyette bahsedilen alıkonma, bu olaydaki müşriklerin mü’minleri engellemesidir.

‘اَتِمُّوا /Tamamlayın’, bir şeyin kemale gelmesi, bütününe ulaşıncaya kadar geri kalanının getirilmesidir. Yani bütün şartlarını tamamlayın anlamındadır.

Âyette idmaç sanatı var. Hem henüz farz olmayan hacla ve bir sene sonra yapılacak umreyi Hudeybiye ashabına bildirerek, umreyi haber haccı da müjde olarak veriyor. Bu da Kur’ân’ın gelecekle alakalı bir mucizesidir. Hem de hacla umreyi birleştiriyor. Haccı Kıranı belirtiyor. Âyet üç tür haccın hükmünü beyan ederek son buluyor.

Başı tıraş etmek; Mekke’ye vücudunun bir parçasını yadigar ve şahit bırakmak, hem de Hacer validemizin duygusal, en içten hislerle saçını Allah’a ﷻ hediye verme tavrını canlandırmak, minnet duygusunu unutturmamaktır.

Kurbana gelince; o da Hz. İbrahim’in ruh terbiyesi adına yaşadığı en ağır imtihanın hatırlanması, gündemde tutulması, ibret alınması için emredilen, muazzam bir kulluk sergilemesidir. Peygamberlerde ruh temizliği farz olduğundan kalplerinde en ufak bir masiva sevgisi bulunmaması gerekir. Bu nedenle Hz. İbrahim bir asır evlat hasreti çektikten sonra kendisine ihsan buyrulan İsmailine gönlünü kaptırmaması için ‘Onu kurban et’ emri ile karşı karşıya geldi. Çok ağır, çok zor bir imtihan olmasına rağmen İsmailini kurban etmek üzere yatırdı. Bıçak Allah’dan emir almıştı. İsmail’i kesmedi ve ona fidye olarak gökten koç indi, onu kesti. Ümmeti Muhammed bu fedakârlığı, bu cömertliği Allah’a olan bu muhabbeti unutmayıp, canlı tutmak için hac mevsiminde kurban kesmekle emr olundu. Tâ ki gönüllerinde bulunan Allah sevgisinin farkına varmadan da olsa önüne geçirdikleri İsmaillerini bulup onu kurban etsin, gönül evini Allah sevgisine hasretsinler. Ve bunu temsilen de kurban kessinler.

Bu emri hiç tereddüt etmeden, nazlanmadan en güzelinden yerine getirmemiz, tekbir ve şükürlerimizi arz etmemiz gerekir. Ya bize de Hz. İbrahim gibi ‘Oğlunu kurban et’ denseydi halimiz ne olurdu?

          ✽     ✽     ✽

Bu âyetin hacc hakkında nazil olan ilk âyet olduğu söylenmiştir.

الْحَجَّ kastetmek manasındadır. Bir kimse, bir şeye defalarca niyetlenip, ona sürekli gidip geldiği zaman حَجَّ فُلَانُ الشَّيْءَ denilir.

Şeriatta ‘hacc’, hususi birtakım fiillerin ismidir. Bir kısmı ‘rükün’, bir kısmı’ vâcib’, bir kısmı da ‘Sünnet’tir.’

Rükün, yapılmadıkça ihramdan çıkılması mümkün olmayan şeylerdir. Vacipler de, yapılmadığı zaman kurban kesmeyi gerektiren fiillerdir.

Sünnetler, terkinden ötürü kurban cezası gerekmeyen fiillerdir.
 

Haccın rükünleri beştir: İhram, Arafat’da vakfe, Kâbe’yi tavaf, Safâ ile Merve arasında sa’y etmek, başı tıraş etmek veya kısaltmak.

Umre için ihram giymiş olan Safâ ile Merve arasında sa’yi tamamladı mı, tıraş olur ve ihramdan çıkar.

Hacc için ihrama giren, temettu ve kıran haccına niyet etmişse, Mina’ya gelip, yevm-i nahirde cemretu’l-Akabe’ye taş atıp, kurbanını kestikten sonra tıraş olur ve ihramdan çıkar. Bu söylenen sıraya uymak Hanefîlerde vâcibtir, uymayana kurban gerekir.
 

Haccın vâcibleri: Mîkat’da ihrama girmek, (bir görüşe göre) Arafat’da güneş batıncaya kadar durmak, (yine bir görüşe göre) Kurban bayramı gecesi Müzdelife’de gecelemek, Cemretü’l-Akabe taşlarını atmak; bir görüşe göre Kurban bayramı gecelerinde Mina’da gecelemek ve bu günlerde şeytan taşlamak.

Bunların dışında kalan haccın diğer fiilleri sünnettir.
 

Umrenin rükünleri dörttür: İhram, Kâbe’yi tavaf, sa’y ve başı tıraş etmek.

Başı tıraş etmede iki görüş vardır: Umre yapan sa’yini tamamlayınca, eğer kurbanı varsa onu keser ve sonra saçını ya tıraş eder veya kısaltır.
 

Haccın kabul alametleri:

‣ Kulun âhirete rağbet ederek, dünya hakkında zühde yönelmesi.
‣ Malına ve canına noksanlık isâbet etmesi.

Âhir zamanda insanlar ihlâsı bırakıp, başka maksatlarla hac yaparlar. Efendimiz ﷺ, bu tipleri dört sınıfta özetlemiştir: Sultanlar gezinti için, zenginler ticaret için, fakirler dilenmek için, âlimler, kâriler şöhret için...
 

Haccın Şartları

1. Müslüman olmak.

2. Ergen ve akıllı olmak: Çocuklar ve akıl hastaları hacla yükümlü değildir. Akıl hastasının yapacağı hac veya umre, ibâdet ehliyeti bulunmadığı için sahih olmaz. Bu ikisi hac yapsa, sonra çocuk büluğa ulaşsa, akıl hastası iyileşse bunlara hac tekrar farz olur. Çocuğun büluğdan önce yaptığı hac, nâfile sayılır.

3. Hür olmak: Köle, esir ve mahkûma hac farz değildir. Hac, süresi uzun, belli bir yolculuğu gerekli kılan ve yolculuğa güç yetirilmesi şart kılınan bir ibâdettir. Hürriyetten yoksun kimse bunu îfâ edemez.

4. Vakit: Arafat’ta vakfe ve ziyaret tavafı için belirli vakitlere yetişmedikçe hac farz olmaz. Şevvâl, Zilkade ve Zilhicce’nin ilk on günü hac mevsimidir. Bu vakitler dışında, hac için ihrama girmek ve haccı îfâ etmek mümkün değildir. Ancak ihrama bu aylardan önce girilebilir, yapılacak hac sahih olur. Çünkü ihram, hac yapacak kişinin kendisine bazı şeyleri yasaklaması ve bazı şeyleri de gerekli kılmasıdır. Bu, ihramı, mîkattan önce başlatmak gibidir. Bununla birlikte hac aylarından önce ihrama girmek mekruhtur. ‘Hac için, ancak hac aylarında ihrama girilmesi sünnetlerdendir’ (Buhârî) hadisi buna delildir.

5. Hacca gücünün yetmesi (istitâat). Bu; beden, mal veya yol emniyeti ile ilgili olur.

a. Beden sağlığı ve sağlamlığı: Yatalak, hasta, kör, felçli, iki ayağı kesik, binit üzerinde kendi başına duramayan yaşlı kimse, tutuklu bulunan ile zâlim yöneticilerin hac için vize vermediği kimseler üzerine hac farz olmaz.

b. Gerekli maddî güç: Yolda tüketeceği yiyecek ve bineceği vasıta-dır. Haccın farz olabilmesi için, hac süresince hem kendisinin, hem de bakmakla yükümlü olduğu kimselerin nafakalarını ve nakil vasıtasını temin gücüne sahip olmalıdır. Mekkeliler ve Mekke çevresinde oturanlar için nakil aracına sahip olmak şart değildir; yaya yürüyecek durumda bulunmaları yeterlidir.

c. Yol emniyeti: Kadın için yol emniyeti; beraberinde neseb veya sıhrî (evlilikle doğan hısımlık) akrabalardan fâsık olmayan, akıllı, ergen veya mürâhık (12 yaşla büluğ arası erkek çocuğu) mahrem birisinin veya kocasının bulunmasıyla gerçekleşir.
 

Haccın Kadınlara Özel Şartları:

1. Hacda yol arkadaşının bulunması: Hac yapacak kadının yanında kocası veya mahrem bir hısmının bulunması gereklidir. Aksi halde kendisine hac farz olmaz. ‘Kadın, yanında mahrem akrabası bulunmadıkça üç günden fazla yolculuk yapamaz.’ ‘Bir kadın, yanında kocası bulunmadıkça hac yapmasın.’ (eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr) hadis-i şerifleri buna delildir. Mahrem akraba, nesep, süt veya sıhrî hısımlık yüzünden kendisiyle evlenmek ebediyyen haram olan kimselerdir. Oğul, torun, baba, dede, süt oğul, süt kardeş, damat, kayınpeder gibi... Sadece geçici evlenme engeli olduğundan, eniştelerle ve kayınlarla hac yolculuğu câiz olmaz.

2. İddetli olmaması: Hac yapacak kadının boşanma veya vefattan dolayı iddetli olmaması gereklidir.

 

Haccı da umreyi de Allah için tam yapın.

وَاَتِمُّوا, Şafilere göre mutlak emirdir. Manası, ‘Hacc ve umreyi, kâmil ve tam sıfatıyla yapınız’ şeklindedir.

Ebû Hanife (r.a) ise şöyle der: Bu emir, hacc ve umreye başlamış olma şartına bağlıdır. Manası ‘Kim hacc ve umreye başlarsa, onları tamamlasın’ şeklindedir. Bir şeye başlamanın vâcib olmaması mümkündür. Fakat o ibâdete başladıktan sonra tamamlamak vâcib olur.

Veya ‘Tamamlayın’ emrinden maksad, ‘Hacc ve umrenin her biri için ayrı ayrı yolculuk yapın’ şeklinde olabilir. Hz. Ömer kıran ve temettu hac yapmaz, hacc ve umreyi tamamlama yönünden uygun olanın bu olduğunu, umrenin hacc ayları dışında yapılmasını söylerdi.


    Gani Mevlâm nasib etse, varsam ağlayı ağlayı

    Medine’de Muhammed’i görsem ağlayı ağlayı

    Eli yapışsa elime, ‘Lebbeyk’ öğretse dilime

    İhram bezini belime, sarsam ağlayı ağlayı.

    Hüccâc döne yana yana, ciğerim döndü büryana

    Şol zemzemden kana kana, içsem ağlayı ağlayı. Yunus Emre
 

Allahu Teâlâ, ‘Oruç bana aittir’ buyurarak, temlik ve tahsis lamı’yla orucu Zâtına nisbet ettiği gibi, haccı da, ‘وَاَتِمُّوا الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ لِلّٰهِ / Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın’ diyerek yine temlik ve tahsis lamıyla tahsis etmiştir. Oruç, hikmetine aklın tam muttali olamadığı, nefse son derece ağır gelen bir ibâdettir. Hacc da, hikmetine aklın kesinlikle muttali olamayacağı zor bir ibadettir. Çünkü o, çoluk çocuğu ve vatanı terk etmeyi, birçok lezzetli şeylerden uzaklaşmayı gerektirir.

Haccın nasıl tamamlanacağını İmam Gazâli (r.a) şöyle anlatır:

‘İhrama girmeden önce dikkate alınan şeyler sekiz tanedir:

1- Öncelikle tevbe etmeli; kendisinde hakkı bulunan kimselerle helâlleşmeli; borçlarını ödemeli; geri dönünceye kadar bakımları kendisine ait olan kimselerin nafakalarını temin etmeli; emanetleri sahiplerine vermeli; helâl malından kısmaksızın, tam aksine azığında ve yoksullara ikram hususunda bolca harcayabileceği tarzda, gidip gelmesine yetecek miktar para ve malı yanında bulundurmalı; yola çıkmadan önce sadaka vermeli, kendisini taşıyabilecek kuvvette bir hayvan satın almalı veya kiralamalı, eğer kiralayacaksa, kiraya vereni hoşnut edecek her şeyi yapması gerekir.

2- Hacc yapacak kimse hayrı sever, kendisine yardımcı olacak, unuttuğu iyi şeyleri hatırlatacak, hatırladığı zaman ona yardımcı olacak, korktuğu zaman cesaretlendirecek, âcizlendiği zaman takviye edecek, gönlü daraldığında sabır tavsiye edecek sâlih ve iyi bir arkadaş edinmelidir. Memlekette kalan kardeşleri ve dostlarıyla vedalaşır, onların kendisine dua etmelerini ister. Çünkü Allahu Teâlâ, onların dualarında hayırlar yaratmıştır. Vedalaşırken sünnet olan, hacca giden kimsenin şöyle demesidir: ‘Dinimi, emanetimi ve amelimin akıbetini Allah’a ısmarlıyorum.’

3- Evden çıkarken iki rekât namaz kılar. Birinci rekâtta, Fâtiha’dan sonra Kâfirûn sûresini; ikinci rekâtta İhlâs sûresini okur. Namazını bitirdikten sonra, ihlas ve samimiyetle Allah’a dua eder.

Kapının önüne çıktığında şöyle der: ‘ بِسْمِ اللهِ ، تَوَكَّلْتُ عَلَى اللهِ ، وَلَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللّٰهِ / Allah’ın adıyla başlıyorum. Allah’a tevekkül ettim ve sığındım.. Güç ve kuvvet, ancak Allah’ın elindedir.’

4- Bineğine bindiği zaman, ‘Allah’ın ismiyle başlıyorum. Allah’a sığınırım; Allah en büyüktür. O’na tevekkül ettim. Güç ve kuvvet ancak, yüce ve ulu olan Allah’ın kudret elindedir. Allah’ın dilediği olur, dilemediği ise olmaz’ Bunlardan sonra da şu âyetleri okur: “Bunu bize râm eden Allah’ın şanı ne yücedir.. Biz, ona güç yetiremezdik. Muhakkak ki biz Rabbimize dönüp varıcılarız.” (Zuhruf, 13-14)

˗ Sünnet olan, daha çok gece seyahat etmeli; sıcak şiddetleninceye kadar binekten inmeyip, yolculuğa devam etmelidir. Bineğinden indiğinde iki rekât namaz kılıp, Allah’a çokça dua etmelidir.

˗ Eğer, gece veya gündüz, yolculuğu esnasında kendisine bir düşman ya da yırtıcı bir hayvan musallat olursa, Âyete’l Kürsi’yi, Âl-i İmrân 18. âyetini, İhlâs ve Muavvizeteyn sûrelerini okur ve ‘Azîm olan Allah ile korundum; ölmeyen, ebedî diri olan Zât’tan yardım istedim’ der.

˗ Yolda giderken, bir tepeye çıktığında üç defa tekbir getirmesi müstehabtır. Bu yolculuğu, ticaret ve benzeri dünyevî maksatlara bulaştırmamalıdır.

5- Dilini fuhşiyattan, fısk ve kavgadan muhafaza etmesidir.

Hacca giden kimse bu ön hazırlıkları yerine getirdikten sonra, haccın bütün rükünlerini, Kitab ve sünnete uygun ve doğru olarak yapar. Bütün maksadı, Allah rızâsı olmalıdır. Buna göre, Hakk Teâlâ’nın, ‘Tamamlayın’ emri bütün bu manaları içine alan câmî ve şâmil bir sözdür. Kul haccını bu şekilde ifâ ettiğinde, Hz. İbrahim’in dinine ittibâ etmiş olur.
 

Haccın fazileti

‣ Kim hac eder, kötü söz konuşmaz ve istikametten ayrılmazsa, yeni doğmuş gibi bütün günahlarından arınır. Buhari

‣ Kim kendisini Beytü’l Haram’a ulaştıracak kadar azık ve bineğe sahip olduğu halde haccetmemişse onun Yahudi veya Hristiyan olarak ölmesi arasında fark yoktur. Tirmizî

‣ Hacc yapmak isteyen acele davransın. Ebû Dâvud

‣ Beyt’i (Kâbe-i Muazzama’yı) kim elli defa tavaf ederse, günahlarından çıkar ve tıpkı annesinden doğduğu gündeki gibi olur. Tirmizî (Buradaki tavaftan maksad, şavtlar olmayıp, elli tam tavaftır.)

‣ Allah’ım! Hacıyı ve onun bağışlanma dilediği kimseyi bağışla. Hakim, Beyhaki

‣ Kişi tavaf için bir ayağını koyup diğerini kaldırdıkça her adımı sebebiyle Allah onun bir hatasını siler ve bir sevap yazar. Tirmizi, Nesai
 

          ✽     ✽     ✽


Olay, Haremeyn’in, Osmanlı idaresinde olduğu zamanlarda gerçekleşir. Kâbe’ye yakın bir bölgede Osmanlı Karakolu vardır. Komutan askerin birine emreder:

- Git, kasaptan şu kadar et satın al, gel.

Asker gider. Eti satın alır. Dönüşte bakar ki, Kâbe’de tavaf tenhadır. Kendi kendine: ‘Kâbe’nin tenha olduğu şu sırada bir tavaf yapayım da öyle gideyim’ der.

Bir tavaf yapar, sonra karakola gider, aldığı eti aşçıbaşına verir.

Aşçıbaşı eti yemek yapmak üzere doğrar, kazana koyar. Ateşi yakar. Ne var ki et pişmek bilmez. Pişmediği gibi çiğ görünüşünde en küçük bir değişiklik olmaz. Aşçıbaşı ateşi ne kadar korlasa da, ette en küçük bir pişme emaresi yoktur. Durumu komutana haber verir. Komutan da aynı hali müşahede eder. Komutan eti alan eri çağırır. Ere, emir verdikten sonra ne yaptığını sorar. Er anlatır:

- Komutanım! Eti alıp dönüşte baktım ki Kâbe’de tavaf tenhadır. Bir tavaf yapayım da öyle gideyim, dedim Kucağımda etle beraber tavaf ettim; bitince de tavaf namazını kıldım ve geldim. Başka bir şey yapmadım.

Komutan, hayret ve heyecan içindedir. Etrafındakilere gözyaşları içerisinde söyle seslenir:

- Bakınız! Allahu Teâlâ Kâbe’yi tavaf eden cansız eti bile ateşte yakmıyor. Ya onu tavaf eden insanı hiç yakar mı?!


          ✽     ✽     ✽

Haccın Çeşitleri

Hac yapmayı adayan kimsenin hac etmesi vâciptir. Yine, başlanmış iken bozulan nâfile bir haccı kazâ etmek de vâciptir. Farz haccı yapmış olan kimsenin birden fazla yapacağı haclarla, büluğa ermemiş çocuğun yapacağı hac nâfiledir.

Hacc üç kısımdır: İfrâd, kıran ve temettu haccı.

1- İfrâd haccı: Mîkatta ihrama girerken yalnız hac yapmaya niyet edilince, buna ifrâd haccı denir. Bunda, umre yapmaksızın yalnız hac ibâdeti îfâ edilir. Akabe cemresini yapıncaya kadar hacı ihramda kalır. Akabe cemresinden sonra dilerse nafile kurban keser. Çünkü ifrat haccı yapana kurban kesmek vâcib değildir. Sonra tıraş olur veya saçlarını kısaltır, ihramdan çıkar.

Veyahut hacc aylarından önce kişinin umre yapıp, daha sonra aynı yıl içinde haccetmesidir.

2- Haccı kıran: Kıran, lügat olarak قرََنَ kökünden gelir, iki şeyi bağlamak, birleştirmek demektir. Istılahta hacc ve umreyi birleştirmek, aynı ihramla ikisini de îfa etmek demektir.

Kişi, umre ile haccı beraber yapmak üzere ihrama girer; umreyi tamamlar, ihramdan çıkmaz; ihramın gereklerine riâyet ederek hac

fiillerine başlar, kudüm tavafını yapar, Arafat’ta durur, bayramın birinci günü Akabe cemresinden sonra kurban kesip tıraş olur, ihramdan çıkar.

Temettu ve kıran haccı yapanlara şükür kurbanı kesmek vâciptir. Kıran haccı yapan hacı, şükür kurbanı kesemezse, bayramdan önce üç gün, evine döndükten sonra yedi gün olmak üzere on gün oruç tutar.

Yine, hacc ayları içerisinde umre için ihrama girer, daha sonra da tavaftan önce haccın ihramına da girerse, haccı kıran olur.

3- Haccı temettu: Hac aylarında önce umre için ihrama girip, umreyi tamamladıktan sonra, aynı yılın hac aylarında hac için yeniden ihrama girerek yapılan hacca temettu haccı denir. Burada umre ve hac ayrı ayrı ihramla îfâ edilmektedir.

Temettu haccı yapacak olan kimse, mîkatta umre niyetiyle ihrama girer. Mekke’ye ulaşınca tavaf ve sa’y eder, tıraş olur veya saçlarını kısaltır. Böylece umreyi tamamlayıp ihramdan çıkar. Normal elbiselerini giyer, ihramlı olmayanlara mubah olan şeylerden yararlanır. Sonra Zilhicce’nin sekizinci günü (terviye) veya daha önce Mekke’de kaldığı evde ihrama girer, kudüm tavafını yapar, diğer hac amellerini tamamlar. Bir haccın temettu sayılması için, umre ile haccın aynı hac mevsimi içinde yapılması gereklidir.

Kişi umre ihramından çıktıktan sonra, hac ihramına girene kadar serbest olup, ihramlı iken yapamadığı şeylerden istifade ettiği için, bu hac çeşidine ‘temettu’ denilir.

Mîkatların dışında kalan belde ve ülkelerden gelen hacılar (âfâkîler), uzun süre ihramda kalmamak için, daha çok temettu haccını tercih ederler. Burada umre ile haccı, aynı hac mevsiminde ayrı ihramlarla birlikte yapmaya muvaffak kıldığından, Allahu Teâlâ için bir şükür kurbanı kesilir. Bu kurban, Akabe cemresi taşlandıktan sonra, tıraştan veya saçları kısaltmadan önce, kurban bayramı günlerinden birinde kesilir. Kurban kesmeye gücü yetmeyen kimse, hac sırasında Arefe günü bitmek üzere üç gün, bayram günleri çıktıktan veya kendi beldesine döndükten sonra yedi olmak üzere toplam on gün oruç tutar.
 

Hasretin, yüreğini çöle, gözlerini göle çevirmeli, oraya sen varmadan yüreğini yollamalısın.
Seni götüren ayakların değil yüreğin olmalı. Yüreğin dururken ayaklarına yük olmamalısın.
Yüreğin kuş gibi uçurduğunu, ayaklar taş gibi taşır.

Hac büyük olay, büyük bir sahne, o sahnede yalnız sen varsın.
Tek başına ve başroldesin. Sen seyirci kısmında uzakta seyreden biri değilsin,
her şeyin senin dışında cereyan ettiğini düşünemezsin.

Çünkü ihramı giyen, evrensel kıbleye varan sensin,
Tıpkı güneşin etrafında dönen gezegenler gibi, Kâbe’nin etrafında dönen sensin.
Safâ ve Merve’de Hacer’in gayretini gören ve yaşayan sensin.

Kâbe’nin yanında İsmail’in çığlığını ve Hz. Muhammed Mustafa’nın duasını işiten sensin.
Allah’ın, Peygamberine “insanları hacca çağır” nidasına lebbeyk diyen yine sensin..
Âdem’in annemiz Havva’yla buluşmasını, rahmet bulvarında, Arafat meydanında onları gören sensin.

Meş’ari’l Haram’da, Allah’a söz vererek cephede savaşmak için silahlanıp, şeytan ve ordularına karşı mermi hazırlayan sensin.
Mina’da sevgiyi yakalamak ve sevgililerle bulunmak, Peygamber’in evrensel davetine Medine’den icabet etmek, biat etmek için Akabe’de bulunanlarla tokalaşan, onlarla beraber biatini yenileyen yine sensin.
 

Ebû Hanife (r.a) bunlardan en efdalinin ‘hacc-ı kıran’ olup sonra ifrâd, daha sonra da temettu’nun geldiğini söylemiştir.

Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed de, kıranın daha efdal olduğunu, sonra temettu’nun, daha sonra da ifrâdın geldiğini söylemiştir.

Temettu veya kıran haccı yapan kimsenin şükür kurbanı kesmeye gücü yetmez ve kurban bayramından önceki üç gün orucu da tutmamış bulunursa, sonra yedi günü de tutması gerekmez. Bunun yerine kurban kesmesi gerekir. Kurban kesemeyecek durumda ise ihramdan çıkar, fakat bu kez, iki kurban lâzım gelir. Birisi temettu veya kıran kurbanı, diğeri kurban kesmeden ihramdan çıktığı için ceza kurbanıdır. Mekkelilere ve mîkat sınırları dâhilinde oturanlara temettu veya kıran haccı yoktur. Onlar, yalnız ifrâd haccı yaptıklarından şükür kurbanı kesmeleri gerekmez.
 


Alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin

الحصر, الحصار kelimelerinin aslı, men etmektir. Sırrını söylemeyen kimse için حصر denilmiştir. Çünkü sırrını ortaya koymaktan kendisini alıkoymuştur. Tuvalet ihtiyacının insanı alıkoymasına ‘Hasr’; hükümdara da ‘hâsır’ denilir. Çünkü hükümdar perde gerisinde olduğu için âdeta hapsedilmiş kimse gibidir. Bildiğimiz hasıra da, parçaları birbirine tutunduğu için bu isim verilmiştir الحصر lafzı, düşmanın kişiyi maksadına ulaşmaktan alıkoyup, onu köşeye sıkıştırdığı zaman alıkoyması ve engel olması manasına tahsis edilmiştir.

‘Alıkonma’ nasıl olur?

a) Hastalık, acizlik, sakatlık, yolu şaşırma sebepleri kişiyi alıkoyar.

b) Düşman alıkoyup men eder.

الحصار, hasr kökünden ‘if’âl’ kalıbında bir masdardır. Buna göre mana, ‘Onlar mahsur ve muhasara edilmiş oldular’ (sayruret); ya da ‘Muhasara edilmiş olarak bulundular’ (vicdan) demektir.

Böyle bir engelle karşılaşan kişi, Haccını eda edemezse kurban kesip ihramdan çıkar ve gelecek Hac mevsiminde Haccını eda eder. Efendimiz ﷺ şöyle buyurmuştur: ‘Kimin bir yeri kırılır veya sakat olur da ihramdan çıkmak zorunda kalırsa ertesi yıl ona Hac yapmak gerekir.’
 

Haccın engelleri:

Ebeveyn: Ana veya baba, çocuğunu nâfile hac veya umre için ihrama girmekten alıkoyabilir. Ancak bu ikisi, farz hacca engel olamaz. Farz hacda ana babadan izin almak sünnettir.

Hapis: Haksız olarak veya borçtan dolayı hapiste bulunmak hacca engeldir.

Borçluluk: Vâdesi gelen borcunu ödemek için başka bir malı olmayan borçlunun hac yapmasına, alacaklı engel olabilir. Vâdesi gelmeyen borçlar ise hac engeli teşkil etmez.

Hacr (denetim-gözetim) altında bulunmak: Sefih olan kimse velî veya vasînin izni olmadıkça hac yapamaz.

İhsâr: Hac veya umre için ihrama girmiş kimsenin, düşmanın engel olması veya hastalık gibi bir sebeple hac veya umreyi tamamlayamadan ihramdan çıkmak zorunda kalmasına ‘ihsâr’ denir. Böyle bir engelle karşılaşan kimseye de ‘muhsar’ adı verilir. Ölüm veya malını verme dışında engeli aşmaya gücü yetmeyen hacı, engelin kalkması umulan bir süre bekledikten sonra ihramdan çıkabilir. Ancak, bu durumda kurban kesmesi gerekir.

فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِ / Kolayınıza gelen kurban’ الْهَدْي kelimesi الهدية ’nün çoğuludur.

الْهَدْي , insanın yaklaşmak maksadıyla başkasına gönderdiği hediye gibi, Allah’a yaklaşmak maksadıyla, kurban edilmek üzere, O’nun evine yollanılan kurbanlık hayvandır.

Kurbanlık hayvanların en iyisi deve, ortası sığır, en aşağısı davardır. Muhsar kimse, kesmek için daha önceden belirlediği kurbanın yerine başka kurban kesemez; bu belirlenmiş hedy, devamlı olarak onun zimmetinde kalır.

Ebû Hanife’ye göre muhsar; keseceği kurbanı buluncaya kadar ihramdan çıkmaz.

Diğer imamlar ise meşakkattan dolayı o anda ihramdan çıkabilir, demişlerdir. Ya da kurbanlık hayvana para ile kıymet biçilir ve o para ile yiyecek alınıp fakir fukaraya dağıtılır. Bu mana ‘hedy’ lafzına uygundur.
 

Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin.

 وَلَا تَحْلِقُوا رُؤُوسَكُمْ حَتّٰى يَبْلُغَ الْهَدْيُ مَحِلَّهُ âyetinde hazıf var, takdiri şöyledir: 

‘Kurban mahalline varıp, kesilinceye kadar başlarınızı tıraş etmeyiniz. O kesilince başlarınızı tıraş ediniz.’ Çünkü kişi, kurbanın mahalline (yerine) ulaşması ile değil, ancak kurbanının kesilmesi ile ihramdan çıkabilir. (Kevn-i sâbık, öncesini söyleyip, sonrasını kast ediyor) Başları tıraş etmek, ihramdan çıkmaktan kinayedir.

İslâm’da tıraş önemlidir. Çünkü tıraş hayata yeniden dönmek gibidir. Kişi ihrama girip, Mina’da geceleyip, ertesi sabah Arafat’a çıkıp, akşamında Müzdelife’ye doğru yürüyüp, sabah namazından sonra da Mina’ya, savaş alanına doğru gitmesi, orada şeytanlarla karşı karşıya gelmesi anına kadar artık tamamen dünyayla irtibatını kesmiş, varlığını sıfırlamış, hiçbir şeyi kalmamış, her şeyi Allah için olmuştur.

Arafat’ta irfana ulaşır, Allah için öğrenir, Meş’ar’de bu öğrendiklerinin bilincine erer, öğrendiklerini şuur haline getirir ve Mina’da da bu öğrendiklerini Allah’a kulluk adına uygulamaya koyunca karşısına çıkacak tüm engelleri kurban etme noktasına ulaşır, kurban eder. Bambaşka bir dünyada, bambaşka bir hayatın maketini yaşar. Ve ihramdan çıkarken başını tıraş ederek tekrar dünyaya, eski hayatına döner. İşte model bir hayattan, yeniden hayata dönmenin başlangıcında kişi, başını tıraş edecektir.


          ✽     ✽     ✽

Allah sana, ey kulum, bana gel, evime gel, Kâbe’me gel, dedi. Sen de davetine lebbeyk diyerek kendi evinden, insanların evine; fani hayattan gerçek hayata; kendinden ve kendi nefsinden, hicrete, direnişe, Allah’a tevekküle, zikir ve cihada; esaretten özgürlüğe; günah ve nisyanlardan, riya ve aldatıcı makamlardan, kavmiyetçilikten, soy sop davalarından, doğruluğa ve insan olmaya, adam gibi adam olmaya, lebbeyk dedin. ‘Lebbeyke la şerike leke lebbeyk’ dedin.

‘Buyur’ dedin ortağı ve benzeri olmayan birine ‘Buyur ya Rab emrindeyim!’ dedin!..

İbrahim gibi, tevhid önderine itaat için lebbeyk dedin.

İsmail gibi, teslim olmak için lebbeyk dedin.

Hacer gibi, gayret ve tevekkül için lebbeyk dedin.

Muhammed Mustafa gibi, güneşi sağ eline ayı da sol eline verseler bile, küffara asla teslim olmayacağına dair söz vermek için lebbeyk Allahümme lebbeyk dedin.

Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali ve diğer sahabeler gibi, gökteki yıldızlar olmak için lebbeyk dedin.


          ✽     ✽     ✽
 

Şâfiî (r.a) ‘Muhsar olan kimsenin kurbanını, Harem’de değil de, engellendiği yerde kesmesi caizdir’ demiştir. Çünkü o, âyetteki مَحِلَّهُ kelimesinin, (ismi zaman olarak) ‘ihramdan çıkılan zaman’ manasını tercih etmiştir. Ebû Hanife (r.a) ise, kurbanın ancak Harem’de kesilebileceğini söylemiş, مَحِلَّهُ  kelimesinin (ismi mekan olarak) ‘ihramdan çıkılan yer’ manasını tercih etmiştir.

Halk (tıraş), umre veya hacc için ihrama girenlerin ihramdan çıkarken saçlarını dipten kestirmelerine denir. Taksîr de, makas veya benzeri bir âletle saçların uçtan kesilerek kısaltılmasıdır.

Halk ve taksîr, Hanefîler’e göre vâcib, Şâfiîler’e göre rükündür.

İhramlıların Harem bölgesi dahilinde tıraş olması gerekir. Aksi takdirde (kurban) cezası gerekir.

‣ Tıraş olmak; ihramdan çıkarak, ihram yasaklarından kurtulmanın şartlarından biridir. Tıraş olmadıkça ihramdan çıkılmış sayılmaz. Kadınlar saçlarının uçlarından bir miktar keserek kısaltırlar, dipten kesmeleri mekruhtur. Erkeklerin saçlarının uç kısmından parmak ucu kadar, abdest için meshi farz olan miktarca kesmeleri yeterlidir. Dipten keserek tıraş olmaları ise efdaldir. Tıraş veya taksîr haccda cemretu’l-Akabe’ye taş attıktan ve (temettu ve kıran haccı yapanlar için) kurban kestikten sonra yapılır, daha önce olursa kurban gerekir. Umrede sa’y biter bitmez tıraş olur.

‣ Tıraş safhasına gelen ihramlı kendi kendine tıraş olabilir veya başkasını tıraş edebilir.

‣ Tıraş olan hacıya cima dışında bütün ihram yasakları helâl olur. İfâza tavafını yapınca o da helâl olur. Umre ihramından çıkmak üzere tıraş olana her şey helâl olur.

Veda haccında Resûlullah ﷺ, tıraş olanlara üç kere, kısaltanlara bir kere dua etmiştir.
 

Sizden kim hasta olur veya başında bir eziyeti bulunursa, ona oruç, sadaka veya kurban (cinsin)den bir fidye gerekir.

Ka’b (r.a) şöyle anlatır: ‘Hudeybiye Senesi’nde Resûlullah ﷺ yanıma geldi. Saçlarımın arasında, yüzüme dökülecek kadar bit ve sirke vardı. Hz. Peygamber, ‘Başındaki haşerat sana eziyet veriyor değil mi?’

dedi. Ben de, ‘Evet, ya Resûlallah’ dedim. Bunun üzerine, ‘Saçlarını tıraş et’ buyurdu. Bu hâdise üzerine Cenâb-ı Hakk bu âyeti gönderdi.’ فَفِدْيَةٌ lafzı, mahzuf bir mübtedanın haberi olduğu için merfudur. İcazı hazıf vardır. Takdiri; ‘فَعَلَيْهِ فِدْيَةٌ  / Ona fidye gerekir’, ya da ‘فَحُلِقَ فَعَلَيْهِ فِدْيَةٌ  / ve tıraş da olursa, ona fidye gerekir’ şeklindedir.

Bu ruhsat, hasta olup da tedavi olması gereken ya da başında bir sıkıntısı (biti) olup da, saçlarını kesmesi gereken her ihramlı kimse için müstakil bir hükümdür.

Hasta kimse bazen elbise giymeye ihtiyaç duyar, bu durumda giyinme ruhsatı, tıraş olma ruhsatı gibi olur. Bazen de bu ihtiyaç, çok şiddetli soğuk ve benzeri sebeplerden dolayı olur. O kimse, fidye vermek şartı ile elbisesini giyebilir. Bazı hastalıklarda güzel koku kullanmaya ihtiyaç duyulur. Bu hususta da hüküm aynıdır.

Baştaki eziyet bazen bit ve sirkesi; bazen baş ağrısı; bazen bir hastalığın ve acının nüksetmesinden duyulan endişe olabilir. Bu, bütün mahzurlu şeyler hakkında umûmî bir hükümdür.

Bu durumda kişi, önce ruhsattan istifade eder, sonra fidye verir. Çünkü ruhsattan istifade etmek, fidyenin vâcib oluşunun sebebi gibidir.

نسُُكٍ / nüsük, gümüşün (eritilip) kalıba dökülmesidir. Gümüşten kalıba dökülen her parçaya ‘nesîke’ denir. Daha sonra ibadet eden kimseye, posasından ayrılmış, erimiş saf maden gibi, nefsini günah kirlerinden temizleyip arındırdığı için, ‘nâsik’ denmiştir. Daha sonra, Allah’a yaklaştıran ibadetlerin en şereflilerinden olduğu için kesilen kurbana ‘nüsük’ denmiştir.

Hz. Peygamber ﷺ, Ka’b b. Ucre’ye ‘Tıraş ol sonra kurban olarak bir koyun kes veya üç gün oruç tut veyahut da altı fakire üç sâ’ hurma ver’ demiştir. Bir görüşe göre de; Hacc-ı Temettu yapan, on gün oruç tutar ve on fakiri doyurur. (Sâ’: Hanefî mezhebinde 3500 gr’lık veya 4.2 litrelik ölçü birimi. Bu miktar diğer mezheblerde farklıdır.)

Şâfiî (r.a) ve Ebû Hanife’ye (r.a) göre, özürsüz olarak kasten saçını tıraş eden ihramlının kurban kesmesi vâciptir.
 

Emin olduğunuz vakit ise, kim hacca kadar umreyle faydalanmak isterse...

‘İhsar’dan kurtulduğunuz zaman...’ manasındadır.

Temettu’nun manası lezzet almaktır. Kendisinden istifade edilen her şeye, متاع / meta, denir.

‘فَمَنْ تَمَتَّعَ بِالْعُمْرَةِ / kim umresi sebebiyle istifade ederse’ O kimse sanki umreden değil, umresi sebebiyle ihram yasaklarından istifade etmiş olur’ manasındadır. Umre sebebiyle, hacca kadar istifade etmenin anlamı budur.

Temettu kurbanının vâcib olma şartları:

˗ Umrenin hacdan önce yapılması,

˗ Bu umre ihramına hacc aylarında girilmiş olması.

˗ Mescid-i Haram halkından olmaması.

İmam Şâfiî (r.a) ‘Temettu kurbanı, bir kusuru örtmek ve onarmak kurbanıdır, bunu kesen kimsenin ondan yemesi caiz değildir’ derken, Ebû Hanife (r.a) bu kurbanın nüsük kurbanı olduğunu ve kesenin ondan yiyebileceğini söylemiştir.
 

Temettu Kurbanı

Temettu sebebiyle vâcib olan kurban, sekiz-dokuz aylık koyun veya iki yaşında keçidir. Temettu yapan, bir sığırın veya bir devenin altıda bir hissesine de girebilir.

Ebû Hanife’ye (r.a) göre bu kurban, kurban bayramı kurbanları gibi bir nüsük (ibadet) kurbanıdır. Kurban Bayramı günü kesilmesi gerekir.

Resûlullah’a ﷺ; ‘Hangi hacc daha efdaldir?’ diye sorulmuştu.

‘Yüksek sesle telbiye getirilip, kurban kesilerek yapılan hacc!’ buyurdu.
 

Hedy Kurbanı

Hedy: Haccda kesilen kurbandır. Kâbe-i Muazzama veya Harem için hediye edilen kurbanlık hayvana hedy denir.

Allahu Teâlâ’nın rızâsını kazanmak için veya hac ibâdetindeki bir eksiklikten yahut ihram yasaklarına uymamaktan dolayı keffâret (ceza) olarak kesilmek üzere Harem-i Şerif’e götürülen veya kendisi yahut parası gönderilen kurbana ‘hedy’ denir. Temettu veya kıran haccında kesilen şükür kurbanı ile hac mevsiminde Harem’de kesilen nâfile her cins kurban ‘hedy kurbanı’ olup, bunların sahipleri etlerinden yiyebilir.

Ceza veya keffâret kurbanı ise hedy olmakla birlikte zekât, adak kurbanı ve fıtır sadakası türünden sayıldığı için, bunun etinden sahibi, eşi, usûl ve fürûu yiyemezler. Yiyecek olurlarsa kıymetini yoksullara ödemeleri gerekir. Şükür kurbanı bayramın ilk üç gününde tıraş olmazdan önce kesilebilirse de, birinci günü kesilmesi daha faziletlidir.

Udhiye: Kurban bayramında, zengin, mukim ve hür olan Müslümanlar tarafından kesilmesi gereken kurbandır. Bunun kendine mahsus teferruatı vardır.

Hacılar esasen yolcu sayıldıkları için onlara udhiye kesmek vâcib değildir, dilerlerse nâfile olarak keserler. Temettu veya kıran haccı yapanlar, bir yıl içerisindeki iki ayrı ibadeti yapmış olmanın şükrü olarak bir kurban keserler. Haccda kesilmesi vâcib olan bu şükür kurbanı hedy sınıfına girer. Umre yapanlar veya hacc-ı ifrad yapanlar nâfile olarak kurban kesmek isterlerse bu da hedy sınıfına girer. Ayrıca, hacc menasikinden vâciblerin terki veya vâcib olan sıranın bozulması gibi durumlarda hacca giren ‘eksiklik’lerin telafisi için kesilen bazı ceza kurbanları vardır. Şu halde bu ceza kurbanları da hedy sınıfına girer.

Hedy kurbanlarının Harem dahilinde kesilmesi vâcibtir. Udhiyeler her yerde kesilebilir.

Kurban gününü bayram olarak kutlamakla emrolundum. Onu bu ümmet için Allah bayram kılmıştır. Hadîs-i Şerîf

İnsanoğlu kurban bayramında Allah katında kurban kesmekten daha sevimli bir ibâdet yapamaz. Kurbanlık hayvanlar kıyâmet gününde, boynuzları, tırnak ve kılları ile Allahu Teâlâ’nın huzuruna gelecektir. Kurban kesilirken, kanı yere damlamadan önce Allah katında yüksek bir mertebeye çıkar. Bununla nefsinizi temizleyiniz. Hadîs-i Şerîf

Gücü yettiği halde kurban kesmeyen, bizim mescidimize gelmesin. Hadîs-i Şerîf
 

Kim bulamazsa, Hac’da üç, döndüğünüz zaman da yedi gün oruç tutar.

Asıl faziletli olan kurbanın kesilmesidir. Fakat Allahu Teâlâ, kurbana bedel olan orucun kemal ve mükâfat bakımından kurban gibi olduğunu açıklamıştır.

Kişi kurban bulup da alacak parası yoksa, parasını kaybetmişse veya yanında değilse, kurban çok pahalı ise bu ve benzeri durumlarda kurban yerine oruç tutar.

‘اِذَا رَجَعْتُمْ / Döndüğünüz zaman’ ifadesinden murad, ‘hac işlerini bitirip, vatanına dönmeye hazırlanması’dır. Hacc-ı temettu yapan kimse, hacdan döndükten sonra evine ulaşmadan kalan yedi gün orucu tutabilir.
 

Tam on gün

عَشَرَةٌ كَامِلَةٌ ’nün zikredilmesindeki hikmetler:

‣ Vav harfi bazen ‘أَوْ / yahut’ manasına gelir. وَسَبْعَةٍ اِذَا رَجَعْتُمْ sözündeki vav harfi, cem ifade etme hususunda kesin değildir; Allahu Teâlâ bu vehmi izale etmek için عَشَرَةٌ كَامِلَةٌ ifadesini zikretmiştir.

‣ Allahu Teâlâ, ‘Bu tam on gündür’ buyurunca, bu tabir daha kuvvetli olur, tahsis ve neshe ihtimali kalmamış olur.

‣ Birçok tabirle ifade edilip birçok vasıflarla nitelenen söz, tek lafızla ifade edilen sözden, daha zor unutulur. Birçok ibareyle açıklamak, o şeyin çok faydalar ihtiva ettiğine, onu ihlâlin caiz olmadığına delâlet eder. Burada tekid getirilmesi, bu oruçta sayıya riâyetin kesinlikle ihmal edilmemesi gereken çok mühim bir iş olduğunu gösterir.

‣ Bu hitâb Araplaradır. Onlar hesap yapmasını bilmiyorlardı. Allahu Teâlâ şüpheyi bertaraf etmek için bu hususu açıklamıştır.

‣ Bu söz, yazının yanlış yazılabilmesinden doğabilecek kapalılığı kaldırır. Çünkü yedi سبعة ile dokuz تسعة hat itibariyle birbirine benzer. Bundan sonra, تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلَةٌ dendiğinde bu karışıklık ortadan kalkar. Bu da insanlığa ciddi konularda, resmi yazışmalarda hem rakamla, hem yazıyla belirtmenin önemini öğretir.

‣ ‘Hacda üç gün; dönünce de yedi gün oruç tutması gerekir’ buyruğundan, daha önce tutulan üç günlük orucun bu yediye dahil olduğu, hacdan dönen kişinin üzerinde dört gün kaldığı sanılabilirdi. Allahu Teâlâ ‘Tam on gün’ buyurunca memleketine dönen kişiye yedi gün vâcib olduğu ortaya çıkmış olur.

‣ Allahu Teâlâ, üç gün haccda, yedi gün de haccdan döndükten sonra oruç tutulmasını emredince, bu kadar bir ifadede, bunun Allah katında büyük ve kâmil bir itaat olduğu tam anlaşılmayabilir. ‘Tam on gün’ deyince, bu taâtın son derece mükemmel olduğunu bildirir.

Hacı adayı için en uygun olanı, ilk üç günlük orucu Zilhicce ayının dokuzuncu günündeki Arafat vakfesinden önce tutmaktır. Kalan yedi günlük orucu da Hacc dönüşü evinde tutar.

Bu kurbanı kesmenin ya da oruç tutmanın hikmeti, Umre ile Hacc görevi arasında kalbin yüce Allah’a bağlı olmasını devam ettirmektir. Umre ile Hacc görevi arasındaki ihramsız dönemin hacı adayını haccın havasından, disiplinli atmosferinden ve bu fariza süresince kalbi etkisi altında bulunduran çekingenlik ortamından çıkarmamasıdır.

Bu on günlük orucun bir kısmı, hac zamanı içindedir. Böylece son derece zor olan iki şey birlikte yapılır. Bir kısmı da haccın bitiminden sonradır. Bu da bir zorluktan, başka bir zorluğa geçmektir.

Allahu Teâlâ bu on gün orucu vâcib kılmış, bunun kemal ve yücelikte zirve bir ibâdet olduğuna şehadet ederek, ‘İşte tastamam on’ buyurmuştur. Nekre kelimeler, o hususun şanına, saygıdeğer olduğuna delâlet eder.

Burada emir lafzından (وَاَتِمُّوا الْحَجَّ) haber cümlesine geçilmiştir. Bir şeyin meydana geleceğinden haber vermek, kinaye yoluyla, onun kuvvetle emredildiğini, şeriatın o hususa itina gösterdiğini ifade eder.

‘تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلةَ / Bu toplam ondur’ lafzen haber, mana bakımından emir cümlesidir.
 


Bu; ailesi Mescid-i Haram’da olmayanlar içindir.
 

ذَلِكَ uzak içindir, yani temettu hükmüne işaret eder.

Mescid-i Haramın sakinleri ‘mîkat ehli’ dir. Bu yerlerin halkından olan herkes veya Mekke istikametinde, buraların ötesinde olan herkes Mescid-i Haram’ın sâkinidir.

Mîkat: Mekke’ye gelen afakilerin (Mekke’de oturmayan yabancıların) ihramsız olarak geçemeyecekleri sınırları belirleyen noktalardır. Bu noktalar, Medine istikametinde bulunan ‘Zulhuleyfe’ veya ‘Bi’ri Ali’, Irak tarafında ‘Zat-ı Irak’, Mısır tarafında ‘Cuhfe’, Taif tarafında ‘Karn’, Yemen tarafında ‘Yelemlem’, Cidde tarafında ‘Hudeybiye’dir.

Harem: Mekke ve etrafında, bitkileri koparılmamak ve hayvanları avlamamak üzere sınırları belirlenmiş bölgedir. Haremin sınırları Cebrail’in (a.s) göstermesiyle Hz. İbrahim tarafından belirlenmiş, bu sınırları gösteren işaretler, Resûlullah ﷺ tarafından yenilenmiştir.

Hıll: Harem bölgesi ile Mîkat sınırları arasında kalan bölgedir.

Önce umre amellerini bitirmek, sonra hac için ihrama girmek dolayısıyla fidyenin caiz kılınması, uzak beldelerden gelen âfâkîler için bir hafifletme ve ruhsattır. Harem ehli için böyle bir ruhsat yoktur. Çünkü Harem ehlinden olmayan yabancı bir kimse, yolculuğun meşakkatine Mekke’de ikamet edenden daha çok katlanır. Yabancılar, hac ve umreyi birbirinden ayrı olarak eda etmek durumuyla karşı karşıya kalmamaları için böyle bir ruhsata ihtiyaçları vardır. Harem halkının ise buna ihtiyacı yoktur. Haremde oturanlar buranın sürekli ziyaretçileri oldukları ve yurtları burası olduğu için onlara umre düşmez, temettu haccı da kıran haccı da onlar için söz konusu olmaz.

Allahu Teâlâ ‘ailesi bulunmayan’ sözüyle, ailenin bulunmasını değil, ihrama giren kimsenin bulunmasını kastetmiştir. Çünkü kişi genelde ailesinin meskûn olduğu yerde bulunur.

Bu cümle bize ailenin bir arada bulunmasının önemine işaret eder. Allahu Teâlâ en önemli ibadet olan hacda dahi bu hususu zikretmiştir.

Kim yaz gününde (sıcakta) beyti yedi defa tavaf eder ve kimseye eza etmeden her tavafta Hacerül Esvedi selamlarsa ve ancak Allah’ı zikir maksadıyla konuşursa onun her adımına yetmiş bin hasene verilir, yetmiş bin hatası silinir ve yetmiş bin derece yükseltilir. Hadis-i Şerif
 

Mescid-i Haram

‘Haram’ kelimesiyle ‘mahrum’ kelimesinin aslı, ‘kazanmaktan men etmek’tir. Kendisinden nehyedilen şey de, haramdır. Çünkü onun da yapılması men edilmiştir. Mescid-i Haram, içinde haramların işlenilmesi men edilmiş yer demektir.

Bu kadar güzel ve ağaçlı yerler dururken Kâbe-i muazzama susuz bir çölde bina edilmiştir. Çünkü Hac, zorluk ve meşakkatlerle dolu mahşerin dünyadaki ufak bir temsilidir. Orada çekilen zorluklar, günahlara keffârettir. Kâbe göze güzel görünen, ağaçlı ve sulu yaylalarda bina edilseydi, herkes oraya zevk için giderdi. Oysa Hac’dan murad rızâ-i ilâhidir, dünya sefası değil.

Bir hamam tandırı yakıcısı bir gurup kemik yığınına rastlamış ve onları yakmak istemiş. Tandırcı diyor ki:

- Onları ocağa attım, çıktım. Döndüğümde gördüm ki, yanmamıştı. Bunu üç defa tekrar ettim, yine yanmadı. Canım sıkıldı. Hâtiften bir ses şöyle dedi.

- Yazıklar olsun sana! Bu kemikler on defa Mekke’ye hacca giden devenin kemikleridir, onları nasıl yakarsın?

Hacca adam taşımakla hayvan ateşte yanmazsa ya hac vazifesini edâ eden insanı Hazreti Allah yakar mı? Ruhul Beyan
 

Bilin ki Allah, azabı çok şiddetli olandır.

Allah’ın kanunlarına karşı gevşek davrananlara, aldırmayanlara karşı ikâbı çok çetindir. Meşakkatli amellerin hükümleri açıklandıktan sonra takvanın zikredilmesi, onda gevşeklik gösterilmemesi için uyarıdır.

العِقَابُ - المُعَاقَبَةُ kötülük yapanı, günah işleyeni cezalandırmaktır.

‘Akıbet’ kelimesinden türemiştir. Bununla sanki kötülük yapanın akıbeti kastedilmiştir.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

Avamın haccı ve umresi beyti ve ziyaretine yönelmektir (kast etmektir). Havassın haccı beytin Rabbini ve onu müşahede etmektir. Halil’in dediği gibi: “Muhakkak ki ben Rabbime gideceğim. O beni hidâyet edecektir.” (Saffat, 99)

Hakikat şudur ki; Kâbe’yi kast etmek, öncelikle Allah’ı kast, talep ve bilkülliye O’na teveccüh etmektir. “Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.” (Enam, 79)

Bu yola süluk (yürümek) ve nefsini, malını, evladını feda etmek, masivayı düşman edinmek iledir. Hz. Halil’in hali bu idi: “Şüphesiz onlar benim düşmanımdır. Alemlerin Rabbi müstesna” (Şuara, 77)

Bunların hepsi hakiki hacc menasikidir. Onun için Hz. İbrahim ilk beytullahı bina eden, ilk tavaf yapan ve hacc eden oldu. “İnsanları hacca çağır; yürüyerek veya incelmiş binekler üstünde (uzak yollardan) her derin vadiyi aşarak sana gelsinler.” (Hac, 27) Ve hac vazifelerini beyan buyurdu.

Haccın sûreti, manası, zahiri hakikatı vardır. Âl-i İmran 97’de olduğu gibi. “Onda açık alametler ve İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren güvenlik içinde olur. Oraya gitmeye gücü yeten herkesin o beyti ziyaret etmesi de Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim bu hakkı tanımazsa, şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağnidir.”

Hz. İbrahim’in makamı olduğu gibi Nebi’nin ﷺ de hali vardır. Hal makamdan daha tamdır. Çünkü makam menzillerden olur. Hal mevahibtir (mevhibedir). Makamlarda yok olmak mevahibsiz mümkündür. Mevahib makamları ise sülüksüz mümkün değildir.

Halil (a.s) ehli makam sahibi olduğundan “Muhakkak ki ben Rabbime gideceğim. O beni hidâyet edecektir” (Saffat, 99) buyruldu, Nebi ﷺ ehli mevahib olduğundan “Kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescidi Haram’dan (Mekke’den), kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Doğrusu O, işitir ve görür.” (İsra, 1) buyruldu. O nefsiyle haccı hakikiyi yaptığında yedinci kat semada baki kaldı.

فَاِنْ اُحْصِرْتُمْ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِ Hz. İbrahim İsmail’i (a.s) feda etti. Nebi ﷺ İsra’da Allah’a gitti, hiçbir şey ona mani olmadı.

وَاَتِمُّوا الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ لِلّٰهِ Rabbin izniyle haccı tamamladı. “(Böylece Peygambere olan mesafesi) iki yay aralığı kadar, yahut daha az oldu.” (Necm, 9)

Sonra şuhud teferrüdünü keşf ile maksat kamerinin kendisine tecellisi ile umreyi tamamladı. Vesile güneşinden muhabbet inayetiyle tecelli etti. İki habib arasında ceryan eden ceryan etti. “Kuluna vahyettiğini vahyetti.” (Necm, 10)

Sonra hacc-ı Veda’da Arafat vakfesinde hacc-ı ekber gününde hac ve ikmali tamamlama sadedinde celal perdelerinden nida olundu ki; bu son hicaptı. “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.” (Maide, 3)

Ümmetinden zayıf, hasta, afete uğramış, taalluk (takıntı) sahibi, ihtiyaç ashabı engelli olanlar olacağını bildiğinden ‘Haccı ve umreyi tamamlayın’ buyurdu.

Nebinin ﷺ seyri sûretine uyarak gücünüz yettiği kadar haccın sûret ve hakikatına sayu gayret edin.

Haccın hakikatı ya sûreten itmam olur o da meşru şartlarını yerine getirmekle, maksadın evden çıkarken ticaret olmayıp sırf Allah için halis olmasıyla mümkündür.

Hakikatta itmamına gelince; senin varlığından sıyrılıp dünya ve ahiret maksatlarından hiçbir şey olmaksızın Allah’ı kast etmendir. Tarikat şartlarını ikameyle hakikate ulaşıp yakin hasıl olmasıdır. “Bu hayvanlar, ancak güçlükle varabileceğiniz bir memlekete yüklerinizi taşır. Rabbiniz, şüphesiz çok şefkatlidir, çok merhametlidir.” (Nahl, 7)

فَاِنْ اُحْصِرْتُمْ Nefsin adaveti, hevanın galebesi, kalbin usanması, nefsin denaeti gibi kendinize engel olan şeyi kurban edersiniz.

 وَلَا تَحْلِقُوا رُؤُوسَكُمْ حَتّٰى يَبْلُغَ الْهَدْيُ مَحِلَّهُ Manası, ondan fariğ olup başka şeyle meşgul olmayın ta ki maksat maksuda ulaşsın.

 فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَرٖيضاً Yani sizden her birine iradede hastalık arız olursa veya talebinde zayıflık olursa,

اَوْ بِهٖ اَذًى مِنْ رَأْسِهٖ Yani illetlenir, fütursuz ikmale mani olursa.

فَفِدْيَةٌ مِنْ صِيَامٍ Ruhsat ve ilmi tevil sahasına nüzul olmadığından bedel bulamazsa, tarikat yolundan dönmemeye, bu fırkadan bir an olsun ayrılmamaya çalışsın.

Bazıları demiştir ki; Kim bin sene Allah’a yönelse sonra O’ndan bir lahza ayrılsa onun kaybettiği kazandığından fazladır.

Bilakis fakre, hoşnutluğa devam, sabırla kurtuluşu talep gerekir ki ‘Oruçtan fidye vardır’ kavlinde işaret edileni tedarik yani meşreplerden kendini tutmakla fidye verir.

اَوْ صَدَقَةٍ Yani malum olandan huruç, mümkün oldukça tazarru ve yalvarmayla takarrüp, evliyaya tazim, fukaraya hizmet etsin.

اَوْ نُسُكٍ Veya şiddet makamlarından nefsini kurban edip, belalara sabır göstersin, maksudu talepte azami çalışsın.

 فَاِذَا اَمِنْتُمْ فَمَنْ تَمَتَّعَ بِالْعُمْرَةِ اِلَى الْحَجِّ Yani engel kalkıp Cebbar’ın nuru zamanın havasında aydınlanınca asra ciddi bir yükseliş hükmolunur. Zaman talep ahdinin teceddüdüne müsait olur. Yorgunluk ülfeti kesilir. Vakit olarak vuslat yaklaşır. Yakınlık için genişlik ve yenilik hasıl olur. Hakka kıyam neşeyle teceddüd eder, yenilenir. Güzellikle karşılanır. Mihnet günleri artık geçmiştir. Hac ve umre ikmal olur. Hak’la sohbet ve hizmet kıyamı devam eder.

فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِ Kurbanın vâcib oluşunda iki mana vardır:

1- Boşa geçirdiği günlerde kaybettiğini idrak etmek ve ondan istiğfar etmektir.

2- Şükrü ve atıfeti ona derc etmektir.

Hedy: Cenâb-ı Hakk’a teveccühle malının en kıymetlisini hediye etmek, onu arkadaşlarına, din kardeşlerine talepte yardımcılarına sarf etmektir. Fukarayı sadıkinden himmet-i ali sahiplerine ve müttaki zenginlere infaktır.

فَمَنْ لَمْ يَجِدْ Yani zahirde bir genişlik ve kolaylık bulamazsa فَصِيَامُ ثَلٰثَةِ اَيَّامٍ فِي الْحَجِّ Bu halde ona düşen vusul kemalatının husul meşreplerinden imsak etmektir.

وَسَبْعَةٍ اِذَا رَجَعْتُمْ Yani geri kalan ömürde.

تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلَةٌ Rical ahlâkı ve kemal vasıflarından amel âlemine rücudan sonra bütün hallerin galebesinden kendini tutmaktır.

ذٰلِكَ لِمَنْ لَمْ يَكُنْ اَهْلُهُ حَاضِرِي الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ Yani bu tevfik, ibadet menzillerinden bir menzilde mukim olmayıp imsaka murakabeye devam eden içindir.

Bu لِمَنْ لَمْ يَكُنْ اَهْلُهُ حَاضِرِي’ dan kast edilen gariplik, vatandan gariplikten ziyade, ehli zaman yakınlarının garipliğidir. Bunlar ahir zaman garipleridir ki; Allah’a yakın oldukları için dışlanmışlardır. Ve haklarında ‘فَطُوبٰى لِلْغُرَباَءِ / Gariplere müjdeler olsun’ buyrulmuştur.

وَاتَّقُوا اللّٰهَ Tembellikte ve durmakta bu meşreplerden yüz çevirmekten sakının.

 وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ شَدٖيدُ الْعِقَابِ Bu hitaptan gafil olanlara, doğru yoldan yüz çevirenlere, hicabı kaldırmakta gaib olanlara ve azabı murad edenlere, azabı şiddetlidir.

 

Belagat

• Bu âyette tekrir sanatı vardır. Tekrir, manaya delalet eden lafzın tekrar edilmesidir. Bu; âyetteki تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلَةٌ kavlidir. Âyette üç ve yediyi zikrettikten sonra, bu iki sayıyı içeren lafzı عَشَرَةٌ , daha sonra da كَامِلَةٌ’yi zikretti. Bu üçüncü tekittir. Amir memura vakit tayin etmeden bir emir verdiğinde, tekitle getirmişse, emri muhafazada korkutmak ve hükmü anında yerine getirip ağırdan alınmaması içindir. Bundan dolayı dönüldüğünde yedi gün orucun hemen tutulması vâciptir.

• Üç’ü hacda, yedi’si döndüğünüz zaman, dedikten sonra, toplam on’dur, denmesi itnab. Yanlış anlamayı engellemek için tekmil ve ihtiras itnabı olabilir. لِمَنْ لَمْ يَكُنْ اَهْلُهُ حَاضِرِي الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ ifadesi sıfatlı kinayedir.

وَاتَّقُوا اللّٰهَ sebep söylenmiş, azabından, gücenikliğinden, gadabından korkun, müsebbebi kast edilmiştir.

‘3-7-10’ rakamları arasında muraat-ı nazır vardır.

• ‘فمََا اسْتيَْسَرَ مِنَ الْهَدْي / Kolayınıza gelen kurban (kesiniz)’ âyetinde hazıf vardır. Takdiri ‘İhramdan çıkarsanız, kolayınıza gelen kurban (kesiniz)...’ şeklindedir.

 فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِ ifadesinin manası tam olmadığı için bir takdir daha gerekir.

a) مَا ’nın mahallen merfu olması. Buna göre takdir, فَوَاجِبٌ عَلَيْكُمْ مَا إسْتَيْسَرَ ‘O zaman size, kolayınıza gelen kurban vâcibtir’ şeklinde olur.

b) ‘Kolayınıza gelen kurban kesiniz’ manasında mensub da olabilir.

• Hac, umre, hedy, sıyam kelimeleri menkul-ü şer’idir. Aynı zamanda muraat-ı nazırdır.

Bakara Sûresi 197. Ayet

اَلْحَجُّ اَشْهُرٌ مَعْلُومَاتٌۚ فَمَنْ فَرَضَ فٖيهِنَّ الْحَجَّ فَلَا رَفَثَ وَلَا فُسُوقَ وَلَا جِدَالَ فِي الْحَجِّؕ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللّٰهُؕ وَتَزَوَّدُوا فَاِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوٰىؗ وَاتَّقُونِ يَا اُولِي الْاَلْبَابِ

197- Hac ayları belirli aylardır. Kim o aylarda hac farizasını yerine getirirse, hac esnasında kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Hayırdan ne yaparsanız Allah onu bilir. Bir de azık edinin. Muhakkak ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahipleri Benden korkun!

 

Hac, şu fâni ömürde sayılı günlerde yapılan bir ibadettir. Ömür bunun için bir fırsat. Bir an önce bu rahmet, hidâyet, bereket ve en büyük manevi sermaye olan haccı yerine getirmemiz gerektiğini Yüce Mevlamız ferman buyuruyor. Bu sene, ertesi sene diye diye bu farziyeti erteleyen insanlar ölüp gitti.

“Onlar, kendilerine meleklerin gelmesini mi, ya da Rabbinin gelmesini mi veya Rabbinin bazı alametlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinin alametlerinden bazılarının geleceği gün, daha önce iman etmemişse veya imanıyla bir hayır kazanmamışsa hiç kimseye imanı yarar sağlamaz. De ki: Bekleyin, Biz de şüphesiz beklemekteyiz.” (Enam, 158)

Kulak verelim, Resûlullah’ın ‘Bir kimseye hac farz olur aradan beş yıl geçer, hâlâ ifa etmez de ölürse ister yahudice ölsün ister hristiyanca’ buyruğundaki tehdidi yabana atmayalım diye Rabbimiz dikkatimizi zamana çekiyor. Üzerine farz olan kimsenin nelere dikkat etmesi gerektiğini talim buyuruyor. Günah, kavga ve cinsellikten uzak durulmasını tembih ediyor. Ferdi, cemiyeti bozan bu üç günah membaının altını çiziyor. (Cüz kül alakası ve tağlip)

Bu üç tavır insanın varlığının devamını sağlayan dafia, cazibe, akile kuvvetinin tezahürleridir. İnsan ya gadabına mağlup olur, haksızlık yapar, moral bozar, huzursuzluk çıkarır. Ya aklına mağlup olur, bilir bilmez ukalalık yapar, eleştirir, gönül bulandırır. Ya şehvetine mağlup olur nefsinin dürtüleriyle veballi tavırlar gösterir.

Mahremsiz giden özellikle genç kadınların görevli, görevsiz erkeklerle yılışık hareket ve davranışları hacıların, umrecilerin dikkatinden, gözünden kaçmayıp derin acı ve üzüntülere gömüldükleri, yaptıkları umrelerden bir şey anlamaz vaziyette döndükleri ümmetin malumudur.

Her ne kadar mübarek yerlere, mübarek aylara, kudsi göreve leke sürmemek için ört bas etseler de, acı haber tez duyulur. Bu olayları esefle, üzüntüyle duyuyor ve duyulmasından da ayrı bir kedere maruz kalıyoruz. Bir mü’min olarak bu menfur hallere sebebiyet vermemek, bu ilâhi kurallara uymak,uymayanları uyarmak en asli görevlerimizdendir.

Azık alıp yemek meselemizi çözdüğümüz gibi diğer insani davranışlarımızı itidalde tutmak, bu üç boyutlu günahlardan uzak durabilmek için takva azığını edinmemiz de emrediliyor. Ta ki bu feci durumlar ortaya çıkmasın, Allah’ın kutsal, mübarek beldesine, farz olan hac vazifesine halel getirecek her türlü söz, davranış, düşünce bozukluklarına son verilsin. Bütün hacıların gönül huzurunu, ruh sükununu bozacak fitnelere kimse sebep olmasın. Bunun için Fahri hocamız; ‘Hacca tam manasıyla hazır olmaya en az yirmi yıllık bir eğitim gerekir. Mekke’de insan aklından geçen günahlardan bile sorumlu olduğuna göre oraya gitmeden ahlâki, itikadi, ameli bozukluklardan kurtulup selim bir kalp, halim bir tavırla oraya gitmeye köklü bir temizlik, tam bir hazırlık yapmak gereklidir ki kabule şayan, rızâ-i ilâhiyeye uygun olsun’ demiştir.

Âyetin sonunu genelleştirerek bütün akıl baliğ olanları Yüce Allah takvaya çağırıyor. Takvanın da ancak ilâhi bilgilerle olacağını “Kulları içinde Allah’tan ancak alimler korkar” (Fatır, 28) âyetiyle bildiriyor. Sonunu, ahiretini, hesabı, ölüm ötesini düşünebilen aklın, aklı meaş olduğunu remz ediyor.

          ✽     ✽     ✽

Âyetin takdiri, ‘اَشْهُرُ الْحَجِّ اَشْهُرٌ مَعْلُومَاتٌ / Hacc ayları malûm aylardır’ şeklindedir. Bir muzaf hazfedilmiştir. Veya ‘اَلْحَجُّ حَجُّ اَشْهُرٍ مَعْلُومَاتٍ / Hacc malûm ayların haccıdır, Hacc ancak bu aylarda olur. Câhiliye halkının caiz saydıkları gibi, bu ayların dışında hac yapılmaz.’ Bu takdire göre اَشْهُرٌ kelimesine muzaf olan masdar hazfedilmiştir.

Takdir yapmadan âyetin manası ise; hac, o aylarda yapıldığı için, bu ayları bizzat haccın kendisi kabul etmektir. Bu, Arapların, ‘Kâim gece, sâim gündüz’, yani, ‘İçinde ibâdet edilen gece ve içinde oruç tutulan gündüz’ demeleri gibidir. (Zamana isnaddır.)

Müfessirler, Şevval ve Zilkadenin hacc aylarından olduğu hususunda ittifak etmişlerdir, Zilhicce hususunda ise ihtilâf etmişlerdir.

İmam-ı Mâlik (r.a) Zilhicce’nin tamamının, Ebû Hanife (r.a), Zilhiccenin ilk on gününün, İmam-ı Şâfiî (r.a) ise Kurban bayramı gecesinden başlayarak Zilhiccenin ilk dokuz gününün hac aylarından olduğunu söylemiştir.
 

Hac ayları belirli aylardır.

‣ Hacc, senenin ancak malûm aylarında bir kere yapılır, sene içinde defalarca yapılabilen umre gibi değildir. Şeriat, Arapların bu âyet nazil olmadan önce bildikleri şeylerin hilâfına değil, onu doğrulayıcı ve tekid edici olarak gelmiştir.

‣ Bundan murad, Hz. Peygamberin ﷺ açıklamalarıyla malûm olan aylar, demektir.

‣ Bu aylar, takdimi ve tehiri caiz olmayan muayyen vakitlerdir.

Bir grup insan Sa’dun Havlâni’ye geldiler ve şöyle bir olayı haber verdiler: 'Filan kabile bir adamı öldürdü ve gece boyunca ateşte yaktılar, ancak adam yanmadı, kararmadı. Bembeyaz olarak kaldı.” Sa’dun:

- İhtimal ki bu adam üç defa hac etmiştir, deyince diğerleri;- Evet, dediler. Bunun üzerine Sa’dun şöyle dedi:

- Bir defa hac eden farz haccını eda etmiş olur. İkinci haccı eden Rabbi ile ödünçleşmiş, ona karz-ı hasen ile borçlaşmış olur. Üç defa hac edenin tüyünü ve derisini Allah ateşe haram kılar.
 

Kim o aylarda hac farizasını yerine getirirse…

‘فَرَضَ / Farz’ kelimesinin manası, gerekli ve vâcib kılmaktır. Asıl anlamı ise, gedik açmak ve kesmektir. Kumar okunda, ağaç direkte ve benzeri şeyler üzerinde bıçakla açılan gediğe de farz denir. Namaz ve benzeri ibadetlerin farz oluşu da bu köktendir. Çünkü bu ibadetler, gediğin kumar okunun ayrılmaz bir vasfı oluşu gibi, kula gereklidir. Burada ‘vâcib kıldı’ manasınadır. Kur’ân-ı Kerim’de, ‘açıkladı, beyân etti ve birbirinden ayırdı’ manasına da gelir.

Farz ‘kesme’ manasına da gelir. Çünkü bir şeyi kesen, onu başka bir şeyden ayırmıştır. Allahu Teâlâ da bir şeyi farz kıldığında, onu başka şeylerden ayırmış olur. Yani kelime hem ‘vâcib kıldı’ hem de ‘ayırdı’ manasına gelir. İki mana da temelde tek bir asla râcîdir.

Âyetin takdiri: ‘فَمَنْ أَلْزَمَ نَفْسَهُ فٖيهِنَّ الْحَجَّ / Kim bu aylarda, haccetmeyi kendisine gerekli kılarsa’ şeklindedir. Bu farz kılmadan murad, ihrama girenin niyetidir. İhrama girene avlanma, elbise giyme, güzel koku sürme, hanımıyla beraberlik ve başını örtmek haram olur. Bu şeyleri kendisine haram kıldığı için ona ‘muhrim / haram kılan’ denir. Hac mıntıkasına da bu sebepten ‘Harem’ denmiştir. Çünkü Harem-i Şerif olmasa, aslında haram olmayan bu şeyler orada da haram olmazdı.

Ebû Hanife (r.a); niyet ile birlikte telbiye veya kurban gönderme bulunmadıkça, sırf niyet ile ihrama girilemeyeceğini söylemiştir.
 

Hac esnasında kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur.

رَفَثَ ; şehveti tatmin etmektir. Bundan maksad, cimâdır. Hasan Basrî, bunun cimâyla alakalı her şey olduğunu söylemiştir. Buna göre lisan ile refes, cima ve ilgili şeyleri söylemek; el ile refes, tutmaktır.

رَفَثَ ’in kötü ve çirkin söz söylemek, boş ve malayani söz olduğu da söylenilmiştir.

فَسَقَ Allah’ın ﷻ emrinden çıktı, taze hurma kabuğundan çıktı, fare yuvasından çıktı, demektir.

Bir kelimede ف ve س harfleri bir araya geldiğinde, kerahete delalet eder. فَسَخَ الْعَقْدَ ; sözleşmeyi bozdu, (Hiç kimse sözleşmesinin bozulmasına razı olmaz) فَسَلَ ; rezil olarak görülmek, fiilleri gibi.

فُسُوق fısk ve fusuk aynı manaya gelir. Allah’ın emrine muhalefet etmek, taât sınırlarının dışına çıkmaktır. Her türlü günah manasına gelir.

Hacdaki fısk çeşitleri:

˗ Kötü söz söyleyip sövmek

˗ Eziyet etmek, çirkin sözler söylemek

˗ Putlar için kurban kesmek. Müşrikler hacları esnasında putları adına kurban kesiyorlardı.

˗ İhramda yasak olanı avlamak ve benzeri hususlarda asi, günahkar olmak

˗ Yasaklarını terk etmeye niyetlenmeden, hac yapmaya azmetmek.

Şöyle de denilmiştir: Fusuk, zina yoluyla cima ve öncesinde yapılan şeylerdir. Refes ise, kişinin hanımıyla yaptığı şeylerdir.
 

Cidal

جِدَالٌ, ‘mücâdele’ kökünden olup, فِعاَلٌ vezninde masdardır. Aslı, ip bükmek demektir.

Çekişme ve davalaşma da ‘mücâdele’ olarak adlandırılmıştır. Çünkü taraflardan her biri diğerini kendi görüşünden çevirmek, caydırmak ister.

Cidalin içine konuşma şehveti de girer. Çünkü cedelleşen kimse, kendi sözünü yerine getirmeyi arzular.

Hac’da yasaklanan cidal:

‣ Buradaki cidal, sövmeye, karşılıklı yalanlamaya ve ağız bozmaya götüreceğinden korkulan cidaldir.

‣ Kureyşliler, Minâ’da bir araya geldiğinde bir kısmı, ‘Bizim haccımız daha tam;’ diğerleri de, ‘hayır, bizim haccımız daha tam ve mükemmel’ derlerdi. İşte Allahu Teâlâ onları, bundan nehyetti.

‣ Kureyş, Kuzah’ta, Müzdelife’de, Meş’ari’l Haramda vakfe yapıyorlardı. Kureyş’in dışında kalanlar ise, Arafat’ta vakfe yapıyor, bir taraf, biz daha doğruyuz; diğer taraf ise, hayır biz daha doğruyuz, diye mücadele ediyorlardı.

‣ Bir kısmı ay hesabını hilâlin rü’yetine göre yapmayı emrediyorlar; diğerleri ise bu hesaba göre ayarlıyorlardı. Bundan dolayı ihtilâf etmişler; bir kısmı, ‘bugün bayram’ bir kısmı da, ‘hayır, yarın bayram’ demişlerdir. Allahu Teâlâ onları bu tartışmadan nehyetmiştir.

‣ Bu cidal, Hz. Peygamber ﷺ sahabelere haclarını umreye çevirmelerini emrettiğinde, onların bunu kaldıramayarak yaptıkları niza ve tartışmadır. Hz. Peygamber ﷺ, ‘Şayet durumun böyle olacağını bilseydim, kurban getirmez, bunu da hacc değil umre yapardım’ buyurmuştur. Bunun üzerine onlar cidali terk ettiler.

‣ Bu cidal, hangisinin haccını Hz. İbrahim’in vaktine isabet ettirecekleri hususunda ihtilâfa düşmeleridir. Onlar, seneler hakkında ihtilâf etmişlerdir; böylece kendilerine, ‘Haccda cidal yoktur. Çünkü zaman geçmeye devam ediyor ve zaman yine Hz. İbrahim’in zamanında yapılan haccın vaktine denk gelmiştir’ denilmiştir.

Hz. Peygamberin ﷺ, Veda haccındaki, ‘İyi biliniz ki zaman dönüp dolaşıp Allahu Teâlâ’nın gökleri ve yeri yarattığı gündeki durumuna gelmiştir’ sözüyle kastedilen de budur.

وَلَا جِدَالَ فِي الْحَجِّ ifadesi cidalin her türlüsünü yasaklar. Eğer, din hususundaki mücâdele, bir taât ve mârifetullaha bir yol olsaydı, Allah ﷻ bunu hacda yasaklamazdı.

Allahu Teâlâ, “Onlar bunu, sana sırf mücâdele etmek için söylediler. Daha doğrusu onlar, çok hasımlaşan bir kavimdirler” (Zuhruf, 58) buyurmuş ve kâfirleri mücadeleci olmaları sebebiyle ayıplamıştır. Yine bir başka âyette; “Nizâlaşmayın, yoksa hezimete uğrarsınız ve gücünüz de gider” (Enfal, 46) buyurarak, münazaadan nehyetmiştir.

Kelâmcıların çoğu ise, ‘Dinî konulardaki cidal büyük bir ibâdettir’ demişlerdir. Çünkü âyet-i kerimede “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğüt ile davet et ve onlar ile en güzel şekilde mücâdele et” (Nahl,125), “Ey Nuh, bizimle mücâdele ettin, mücadelende de çok ileri gittin” (Hud, 32) buyrulmuştur.

Kınanan mücadele, bâtılı yerleştirmek, mal ve makam elde etmek için yapılan cidaldir. Övülen mücâdele de, hakkı yerleştirmek, halkı Allah yoluna davet etmek ve Allah’ın dinini müdafaa için yapılan cidaldir. (münakaşa, münazara)

فَلَا رَفَثَ وَلَا فُسُوقَ وَلَا جِدَالَ فِي الْحَجِّ cümlesi zahiren haber cümlesidir. Manası, ‘Hac bu noksanlaştırıcı ve bozucu şeylerden herhangi birisiyle beraber olamaz. Bu şeyler olursa hac fasit olur’ şeklindedir. Ancak mana olarak nehy ifade eder. Hac’da bunları yapmayın, anlamındadır.

Âyet, güzel ahlâka ve güzel edeplere sarılmaya teşvik; taâtların sevabını yok edecek şeylerden de bir sakındırmadır.

Yolda kavga eden iki adam, Resûl-i Ekrem’i ﷺ görünce kavgayı kestiler. Resûlullah ﷺ neden kavgayı kestiklerini sorunca şöyle dediler: ‘Peygamberin huzurunda nasıl kavga ederiz?’ Bunun üzerine Allah Resûlü buyurdu ki: ‘O halde ne zaman kavga etmek içinizden gelirse beni yanınızda farz edin, kavgadan vazgeçersiniz.’
 

Oraya giderken şu veya bu millete ait gidilir,

Ama oradan dönerken, insan ümmet birliğine kaydını yaptırıp gelmeli.

Orada ümmet vardır; orada bayrak İslâm bayrağıdır.

Orada şuur, Kur’ân’ın verdiği şuurdur.

Orada muteber olan, kişinin üstünlük taslaması değildir, gönül alçaklığıdır.

Mekke’nin Müslüman’ı yüce olduğu gibi şeytanları da şerli olur.

Kazanılanları boşa çıkarmak için, her yerden daha fazla mesai harcarlar, insî şeytanları devreye koyarak, Müslüman’ın yaptığı her şeyi çirkin hale getirmeye uğraşırlar. Hacılar çok dikkatli olmalıdır.

 

Refes, Fusuk ve Cidalin Yasaklanmasındaki Hikmet

İnsanın dört çeşit kuvveti vardır: Kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye, kuvve-i vehmiyye ve kuvve-i akliyye. Bütün ibadetlerin gayesi, şehvet, gazab ve vehim kuvvetini ezmektir.

فَلَا رَفَثَ şehevî kuvveti ezmeye; وَلَا فُسُوقَ inadlaşma ve gazab kuvvetini ezmeye; وَلَا جِدَالَ insanı Allah’ın zâtı, sıfatları, fiilleri, hükümleri, isimleri hususunda çekişmeye sevk edecek vehmî kuvveti ezmeye işarettir. Bu kuvvetler kişiyi, münazaa ve çekişmeye, hasımlaşmaya sevk eder. Bütün şerlerin menşe’i bu üç kuvvet olduğu için Allahu Teâlâ فَلَا رَفَثَ وَلَا فُسُوقَ وَلَا جِدَالَ فِي الْحَجِّ’ buyurdu.

Bunlar ihramın dışında da yapılması yasak olan şeylerdir. Ama hacda ömür boyu takip edilecek örnek bir hayat sunulduğu için, burada daha bir hassasiyetle dikkat çekilmektedir.
 

Hangi hayrı yaparsanız, Allah onu bilir.

Bu cümlenin nehiyden sonra gelmesi, nehyedilenlerin zıddıyla vasıflanmayı kasteder. Sanki şöyle demektedir: ‘Nehyolunduğunuz şeyi yapmayın, hayır yapın’.

Bir mü’minin, yaptığı iyiliğin Allah tarafından bilindiğini, o sırada gözetim altında olduğunu hatırlaması iyilik işlemesi için yeterli bir teşvik, itici bir faktördür. Sırf bu faktör, iyiliğin normal mükâfatından daha önde gelen başlı başına bir mükâfattır.

Allahu Teâlâ bütün yapılanları bildiği halde sadece ‘hayr’ı zikretmesindeki hikmetler:

‣ ‘Ey kulum, senden bir hayır sâdır olduğunda, ondan bahseder, onu yayarım. Fakat senden bir şer sâdır olduğunda, onu örter ve gizlerim. Sana dünyadaki rahmetim böyle olduğuna göre, ahiretteki rahmetim nasıl olur, bir düşün?’

‣ Büyük bir padişah, kendisine itaat eden bir kölesine, ‘Ben, senin benim için katlandığın meşakkat ve hizmetleri biliyorum, bunlardan haberim var’ dediği zaman, bu o köleye büyük bir mükâfat vaadi sayılır. Eğer bu sözü padişah, âsî ve hatalı bir kölesine söyleseydi, bu, o köle için çetin bir tehdit olurdu. Ekremü’l Ekremîn olan Rabbimiz, mükâfat vaadini gösteren cümleyi zikretmiş, azab vaîdini gösteren cümleyi zikretmemiştir.

‣ Cebrail (a.s) ‘İhsan nedir?’ diye sorduğunda, Hz. Peygamber ﷺ, ‘İhsan, senin Allah’ı görürcesine O’na ibadet etmendir. Her ne kadar sen Allah’ı görmüyorsan da, şüphesiz O seni görüyor’ buyurmuştur. Bu âyette de Allahu Teâlâ, kulun en üst mertebe olan ihsan makamına yükselebilmesi için, onu gördüğünü, yaptığı her hayrı bildiğini beyân etmiştir. Çünkü hizmet eden kimse, hizmetinde olduğu zâtın, yaptığı hizmetten haberdar olduğunu bildiği zaman, daha şevkli hizmet eder, daha çok tad alır ve bu işten o nisbette az rahatsız olur. Mahzurlu şeylerden sakınmadaki çabası çok güçlü olur.

Müslümanları rahatsız eden yol üzerindeki bir ağacı kesen bir kişiyi cennet nimetleri içinde yüzer gördüm. Hadis-i Şerif
 

Ve azıklanınız. Biliniz ki, azıkların en hayırlısı takvadır.

İnsanın iki yolculuğu vardır: Dünyadaki yolculuğu ve dünyadan ayrılış yolculuğu. Dünyada yolculuk için, mutlaka azık gerekir; yiyecek, içecek, binit ve para gibi. Aynı şekilde dünyadan yolculuk yaparken de azık gerekir; bu azık ise mârifetullah, muhabbetullah ve O’nun dışındaki bütün varlıklardan yüz çevirmektir. Bu azık, birinci azıktan daha hayırlıdır:

‣ Dünya azığı seni vehmi bir azabtan kurtarır; ahiret azığı ise, seni kesin bir azabtan kurtarır.

‣ Dünya azığı seni, daimi olmayan, geçici bir azabtan kurtarır; ahiret azığı ise, dâimi ve ebedî bir azabtan kurtarır.

‣ Dünya azığı seni elem, hastalık ve belâlarla karışık olan bir lezzete ulaştırır. Ahiret azığı ise, zarar şaibelerinden uzak, inkıta ve kesintiden hâlî olan devamlı ve bâki lezzetlere ulaştırır.

‣ Dünya azığı her an yok olabilir, noksanlaşabilir; ahiret azığı ise seni ahirete götürür; her an, her saat yanında hazırdır.

‣ Dünya azığı seni, şehvet ve nefsin kürsüsüne götürür; ahiret azığı ise, Allah’ın celâl ve kuds basamağına ulaştırır.

Bu âyet, ‘Biz, mütevekkil kimseleriz’ diyerek azıksız olarak hacceden, sonra da insanlardan dilenen bazı Yemen ve Arap kabileleri hakkında nazil olmuştur. Onlar, yanlarında azık olduğu halde ihrama girdiler mi, bu azıklarını atarlardı. Zaman zaman insanlara zulmedip, mallarını gasb edince Cenâb-ı Allah, onlara azıklanmalarını emrederek, ‘Hacca gidip gelebileceğiniz şeylerle azıklanın; çünkü en iyi azık, sizi dilenmekten, nefislerinizi de zulümden alıkoyan şeydir’ buyurmuştur.

Said b. Cübeyr’e göre hac yolunda alınan azık; kek, zeytin yağı, kavurulmuş ve kavurulmamış undur. Salim’e göre ise, ekmek, et ve hurmadır.

          ✽     ✽     ✽

Süfyan-ı Sevri’den:

Bir sene hac etmiştim. Düşüncem, Arafat’tan ayrılmak, haccı eda ettikten sonra bir daha hacca gelmemekti. O anda asasına dayanmış, bana bakan bir ihtiyar gördüm.

- Esselâmü Aleyke ey ihtiyar, dedim.

- Aleykesselam ey Süfyan-ı Sevri, niyetinden vazgeç, dedi. Ben;

- Sübhanallah, benim niyetimi nereden biliyorsun? dedim.

- Rabbim bana ilham etti, Allah’a yemin olsun ki otuz beş defa hac etmiştim. Otuz beşinci hacda burada, Arafat’ta vakfede idim. Allah’ın rahmetine bakıyor ve kendimin ve diğer hacıların durumunu düşünüyor, ‘Acaba Allah benim ve onların haccını kabul edecek mi’ diyordum. Ben böyle düşünürken güneş battı. İnsanlar Arafat’tan Müzdelife’ye hareket etti. Yanımda kimse kalmadı. Gece karardı, uyudum. Rüyamda gördüm ki, sanki kıyamet kopmuş, insanlar mahşerde toplanmış. Cennet ve Cehennemin kapıları açılmış. Cehennemin sesini işittim, şöyle diyordu:

- Allah’ım hacıları benim sıcak ve soğuğumdan koru.

Cehenneme şöyle seslenildi:

- Ey cehennem, onlardan (hacılardan) başkasını iste. Çünkü onlar çölün susuzluğunu, Arafat’ın sıcağını tattılar. Öbür taraftan, kıyametin susuzluğundan korundular, şefaat ile rızıklandılar. Onlar bedenleri ve malları ile benim rızâmı istediler.

Uyandım, iki rekât namaz kıldım. Sonra tekrar uyudum. Aynı rüyayı tekrar gördüm. Uyku halinde iken:

- Acaba bu rüya rahmani mi yoksa şeytani mi? dedim.

Bana;

- Rahmanidir, sağ elini aç, denildi. Açtım, bir de ne göreyim, elime şu yazı yazılmış:

- Arafat’ta vakfe yapan ve beytimi ziyaret edeni ehli beytinden yetmiş kişiye şefaatçi kılarım.

Süfyanı Sevri diyor ki:

- Yazıyı ben de gördüm ve okudum. Sonra yaşlı zat şöyle dedi:

- O hadiseden sonra her yıl hac ettim. Böylece yetmiş üç defa hac etmiş oldum. Ruhul Beyan

          ✽     ✽     ✽

Takva azığı

Şeriat örfünde ve Kur’ân’da takva; vâcibi yapmak, yasakları terk etmektir.

Yolculuğu için azık almaya gücü yeten kimse bu azığı almadığı zaman, azık almamakla Allah’a isyan etmiş olur.

Bu sözde bir hazf bulunmaktadır. Mana şudur; ‘Hem dünya yolculuğunuz, hem de ahiret yolculuğunuz için azıklanınız. Muhakkak ki azıkların en hayırlısı ve en iyisi, takvadır.’

Takva; ibadet ve taâtlerin kemal derecesidir. Allah korkusu takvanın başlangıçlarındandır. Şeriat örfünde ahirette insanlara zarar verecek şeylerden kaçınmaktır.

Takva azığını bir ömrün başlangıcından o ana kadar biriktirmek lâzımdır. Âkıl bâliğ olup, İslâm’la mükellef olduğu günden itibaren hac yolculuğuna çıkacağı güne kadar bu azığı toplamalıdır. Bir ömür boyu takvayı biriktiremeyen müslümanlar, hiç olmazsa hacca gitmeye karar verdikleri andan itibaren bu azığı toplamaya başlamalıdır.

Veya bilenler, hiç olmazsa müslümanlar hacca niyet ettikleri andan itibaren onlara bu azığı vermeye çalışmalı, onlara haccı anlatmalıdır. Hacla ilgili âyetleri, İbrahim ve İsmail (a.s)’la ilgili âyetleri, sa’yla ilgili âyetleri ve Resûlullah’ın sünnetindeki haccı anlatmalıdır. Hz. İbrahim’in (a.s) ve Resûlullah’ın ﷺ pratikte uyguladıkları haccı öğretmelidir. Hacı adayı bu âyetlerle, bilgilerle donanıp, haccı, dua etmeyi, Arafat’ı, Müzdelife’yi, Meş’ar’i, Mina’yı, Hz. Hacer’i, Safâ’yı, Merve’yi, zemzemi anlayarak gelmelidir.

Tüm bunların birer mektep olduğunu, bu mekteplerden diploma alarak tüm hayatlarını böylece yaşamaları için, kendilerine maket bir hayat sunulacağını bilmeli, böylece takva azığıyla azıklanmalıdır. Maddi azığını hazırlayıp kimseye yük olmadan hacca gitmeye çalışan hacı adayı, takva azığıyla da azıklanarak hacca gitmenin daha hayırlı olacağını bilmelidir.

 

Ey akıl sahipleri Benden korkun!

وَاتقَّوُنِ emri, Allah’ın azamet ve celalinin tamlığına tembihtir.

‘Ey akıl sahipleri, benim için takvalı olun.’

Benim için hayatınızı yaşayın. Yolunuzu benimle bulun, yolunuzu bana sorarak bulun, ben konusunda takvalı olun, takvayı benden alın, takvayı benden öğrenin!

Takva kalplerin, gönüllerin azığıdır. Kalpler bununla beslenir, güçlenir, bununla aydınlanır. ‘Akıl sahipleri’ ise takva direktifini ilk kavrayanlar ve bu kaynaktan en iyi biçimde yararlananlardır.

Hiç kimse dünyada ve ahirette kendisini utandıracak şeylerden uzak bulunmadıkça takva makamına ulaşamaz. Ömer b. Abdülaziz

Gerçekten Allah’tan korkan, Kur’ân okunurken kalbinde incelme başlayan değil, halinin ne olacağını ve nereye varacağını bilinceye kadar yemesini içmesini terk eden, uykuyu bırakan kimsedir. S. Sakati

Şu üç şeyi yerine getirmeyen kişi, Allah’ın evine gitme zahmetine katlanmasın: Vera, hilim ve iyi arkadaşlık. Ebû Cafer Muhammed Bakır
 

Ey akıl sahipleri...

Bir şeyin özü ve lübbü, ondan sızan öz ve halis kısmıdır. Bu nedenle akla ‘lüb’ denmiştir. Çünkü akıl, insani meziyetlerin en üstünü; onu hayvandan ayırıp, melekler seviyesine yaklaştıran istidattır. İnsan akıl sayesinde en hayırlı ile, en şerliyi birbirinden ayırır.

Bazı alimler de ‘Lübb’ün, aklın yeri olan ‘kalb’in ismi olduğunu söylemişlerdir. Kalb, bazen akıldan kinaye olur. Bu şekilde bazı âyetlerde kullanılmıştır.

يَا اُولِي الْاَلْبَابِ ’ın manası  يَا اُولِي الْعَقْلِ demektir. Mecaz-ı mürselden; mahal söylenip hal kastedilmiştir.

Zaten hitap ancak akıllı kimselere yapılır. Özellikle ‘Ey akıl sahipleri’ denilmesinde şöyle bir incelik vardır: ‘Şüphesiz siz akıl sahipleri olduğunuz için, bu şeyleri bilmeye ve onlarla amel etmeye ancak sizler güç yetirebilirsiniz. O halde bunların size vâcib olması daha uygun; sizin onlardan yüz çevirmeniz de en çirkin şey olur.’

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

اَلْحَجُّ اَشْهُرٌ مَعْلُومَاتٌ Âyetteki işaret: Allah’ı kastedenlerin ve O’nu talep edenlerin bu istekleri fani dünya ömürlerinin malum günlerindedir. Ecel bitip ameller fani olunca artık sayu gayret mümkün olmaz. Hac ayından sonra hacc yapılamadığı gibi, ölümden sonra da saye kast fayda etmez. “…Rabbinin bir takım mucizeleri geldiği gün, bir kimse daha önce inanmamışsa veya imanıyla bir iyilik kazanmamışsa, imanı ona fayda vermez.” (Enam, 158)

Nasıl ki Hacda muayyen vakitlerde ihrama girilir, bunun gibi Allah’ı kast edenler için de mîkat vardır. Bu gençlik günleridir ki sûreten buluğdan kırka ulaşıncaya kadar olan vakittir. “Nihayet olgunluk çağına ulaşıp kırk yaşına girdiği zaman: ‘Ey Rabbim, beni öyle yönlendir ki, bana ve anama babama verdiğin nimetine şükredeyim ve hoşnut olacağın iyi bir iş yapayım. Soyumdan gelenleri de benim için iyi kimseler eyle. Çünkü ben, gerçekten tevbe ile Sana yüz tuttum ve ben gerçek müslümanlardanım.’ der.” (Ahkaf, 15)

Meşayıh olgunlaşmanın kırktan sonra nadir olduğunu söylerler. Yani iradede sadık talep olsa da kırktan önce vusûl olmaz. Talep zuhuru kırktan sonra olsa da hakiki maksada ulaşmak mümkün olmakla beraber nadirdir. Lakin kırktan önce de iradede sıdk talebi mümkündür. Yakın ihtimalle vusûl, maksadın husulü, büyük bir cehdü gayretle, bütün şartlarına, hukukuna, hududuna son derece riayetle ancak kırktan sonra hasıl olur.

Genç, gençlik haliyle vuslatı talep etmez. Tıpkı yazın sütü ziyan edip sonra muhtaç olan gibi. Fakat ibadetinin mükâfatını cennette almaya müsaittir.

Denildi ki; velayet sahibi cami kapısında durur, halk izdihamla kalabalık vaziyette çıkarlar. Veli onlara bakar, bunlar cenneti doldurur, ama cülus ehli farklıdır. Onlar başka bir kavimdir, der.

 فَمَنْ فَرَضَ فٖيهِنَّ الْحَجَّ Yani iltica sıdkıyla sadık olan gençliğinin şerhinde hakkı kast ederek tevazu ve inkisar izarıyla izarlanırsa, tezellül ve iftikar ridasıyla ridalanırsa, فَلَا رَفَثَ وَلَا فُسُوقَ Yani emirlerden hiçbir emirden çıkmaması, nehiylerden hiçbir nehye girmemesi, bilakis vaktin hükmünden çıkmayıp ve buğzu gerektiren bir şeye girmemesi gerekir.

 وَلَا جِدَالَ Sadık salik vusûl talebiyle beraber, ister usul, ister füru olsun dünyevi hiçbir şey için nizaya, tartışmaya girmez. Bilakis kimseyle hasımlaşmaz, mertebelerinde kimse ile nizası olmaz. Bir kimse onunla niza etse bile onun lehine kendi aleyhine sulh yapar. Bu kavmin edebi böyledir. “Ve Rahman’ın kulları; O kimseler ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahiller kendilerine laf attıkları zaman ‘Selametle!’ derler.” (Furkan, 63)

وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ Bu cümleden ve diğer hayırlardan يَعْلَمْهُ اللّٰهُ Azını-çoğunu, ihlasını-riyasını, gizlisini-aşikarını Allah bilir.

وَتَزَوَّدُوا فَاِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوٰى Kelamda takdim-tehir vardır. Takdiri, ‘Azık edinin ey akıl sahipleri’ şeklindedir.

Yani her salikin bir yolu vardır. Her yolun münasip azığı vardır. Kabuk ehline ki bunlar ehli dünyadır. Bunların azığı çörek, sevik (kavrulmuş buğday) vs.dir. Zira onların tarikı, maksadı, maksudu hak yoluna nisbetle meyvenin dış kabuğu mesabesindedir. (Öze inmemiştir.) Zira onların tarikı arz, maksatları beyt, maksutları da cennettir. Bunlar da zikrettiklerimize nisbetle kabuktur.

 فَاِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوٰى Zira maksatların en hayırlısı en hayırlı azıktır. O da azığın özü olan takvadır. Takva benimle benden korkmaktır. Kabuk ehlinin takvası sürçmelerden, taât ve iyiliklerden tökezlemekten sakınmaktır.

 

Belagat

• Refes, fısk ve cidali, cins için nefy لا ’sı ile nefyetmesi, hacıdan bu vasıfları uzaklaştırmak için mübalağadır. Sanki hacı onlardan nehyedilmiş, o da bunlar cinsinden olan şeylerin tamamına son vermiştir. Bu; teşbihi temsil kabilindendir. Emredilen kişinin bu emre imtisali, emrin hasıl olup, kendisinden haber verilenin haline benzetilmiştir. Müşebbehi bihe delalet eden hal, müşebbehe ıtlak olmuştur.

Âyette nefyin tercih edilmesi, nehyi ağırlaştırmak ve bunların hacca hiç yakışmadığını bildirmek içindir. Çünkü zaten çirkin olan bir şey hac esnasında çok daha çirkin olur.

Cidal yoktur, derken tevriye-i mücerrede olmuştur. Cidal’in faydalı tartışma, ikna olan kısmı değil, zararlı mücadele olan kısmı nehyedilmiştir.

Lazım: Cidal, refes, fusuk yoktur. Melzum: Haccınızı noksanlaştıran her şeyden korumanız gerekir.

• فِي الْحَجِّ tabirinde zamir yerine ‘Hac’ kelimesinin kullanılması muktezayı zahirin hilafınadır. Hacca çok önem verildiğini açıklamak (izhar-ı kemal-i itina) ve hükmün sebebinin bu olduğunu bildirmek (İşari bi’lilletil hüküm) içindir.

• وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللّٰهُ Burada Allah’ın bilmesi zikredilip lazımı kastedilmiştir. Allah’ın bu bildiği şeyin karşılığını vereceğinden kinayedir.

• ‘تَزَوَّدُوا / Azık edinin’, ceza gününe hazırlanarak hayır yapmayı çoğaltmaktan istiaredir. Sefer (yolculuk) ismi ölüm yerine kullanılarak, yolcunun yolculuk için azık hazırlamasına benzetilmiştir.

Bakara Sûresi 198. Ayet

لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَبْتَغُوا فَضْلاً مِنْ رَبِّكُمْؕ فَاِذَا اَفَضْتُمْ مِنْ عَرَفَاتٍ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ عِنْدَ الْمَشْعَرِ الْحَرَامِࣕ وَاذْكُرُوهُ كَمَا هَدٰيكُمْۚ وَاِنْ كُنْتُمْ مِنْ قَبْلِهٖ لَمِنَ الضَّالّٖينَ

198- Hac mevsiminde ticaret yapmak sûretiyle Rabbinizin fazlından istemenizde bir günah yoktur. Arafat’tan insanların sel gibi taşıp döndüğü zaman Meş’ari’l Haram’ın yanında Allah’ı zikredin, O ise nasıl hidâyet etti ise, O’nu öylece anın. Bundan önce gerçekten yolunu şaşırmışlardandınız.

 

Hacda alışveriş, ticaret yapmak günah değildir. Ancak ticaret, alış veriş, gezi niyetiyle hac yapmak doğru olmaz. Arafat’tan Meş’ari’l Haram’a yani Müzdelife’ye giderken Cenâb-ı Hakkı anarak bu ibadetleri yapmayı, mü’min olmayı, hidâyet bulmayı nasip ettiği için Allah’a şükretmemiz, bu güzel ibadetin kadri kıymetini bilmemiz ve bildirmemiz teşvik ediliyor. Önceki yanlış hallerimizi doğru olmayan yollarımızı düşünerek hamdü senada bulunmamız hatırlatılıyor.

Âyette hazıf bulunmaktadır. Takdiri; ‘لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فٖي اَنْ تَبْتَغُوا / Allah’ın fazlını aramanızda size bir günah yoktur’ şeklindedir. Allah’ın fazlından murad, ticarettir.

Bir diğer görüşe göre ‘Allah’ın fazlı’ndan maksat hac yapan kimsenin, bu sırada, çaresizlere ve düşkünlere yardım etmek, açları doyurmak gibi Allah’ın lütfunu celbeden diğer amelleri yapması, taleb etmesidir.

Câhiliyye Arapları, diğer taâtların hacca katılmasının hacca zarar vereceği ve eksiklik meydana getireceği inancındaydılar. Allahu Teâlâ, durumun böyle olmadığını bildirmiştir.

Ancak taâtta noksanlık meydana getiren ticaret mubah değildir. İbadette ve taâtta noksanlaştırmayan ticareti terk etmek de daha evlâdır. Çünkü Allahu Teâlâ, “Onlar ancak, dini sadece Ona has kılarak, Allah’a ibâdet etmekle emrolundular” (Beyyine, 5) buyurmuştur.

İhlas, kişinin sadece ibâdet olduğu için o fiili yapmasıdır. Cenâb-ı Hakk hadis-i kudside, ‘Ben, ortaklıktan müstağni olanların en müstağnisiyim. Kim, bir taât yapıp benden başkasını ortak koşacak olursa o kimseyi şirkiyle baş başa bırakırım’ buyurmuştur.

Bu anlamda; hacdaki ticaret yapılmasına verilen müsaade, ruhsat yerine geçen bir izin sayılır.

Bu âyet müslümanın zihnine şu ilkeyi yerleştirmektedir: O, ticaret yaparken, ücretli bir işte çalışırken ya da başka bir yoldan geçimini sağlamaya çalışırken rızkını kendi çalışmasının sonucu olarak sağlamıyor, o sadece yüce Allah’ın lütuf ve bağışını arıyor, Allah da ona veriyor.

Yani meslek edindiği geçim sağlama yolları peşinden koşarak rızkını elde ederken elde ettiği şey, aslında yüce Allah’ın lütfu ve bağışıdır. Geçimini sağlama peşinde koşan müslümanın kalbine bu bilinç yerleşince, o artık ibadet halindedir. Bu çalışmaları Allah’a yönelme açısından Hacc ibadeti ile çelişmez. İslâm, mü’minin kalbinde bu duyguların kökleştiğinde onu istediği gibi çalışmak üzere serbest bırakır. Çünkü böyle bir kulun her hareketi ibadettir. Bundan dolayı aslında Hacc görevlerini konu edinmiş olan bu âyet, bir bölümünü geçim imkânlarını arama konusuna ayırmıştır.

Sahabe-i kiramın hacdaki ticaret konusunda gösterdikleri bu çekingenlik, İslâm’la gelen, cahiliyede geçerli olan her şey karşısında duyulan bir hassasiyettir. Her konuda girişime geçmeden önce İslâm’ın görüşünü bekleme titizliğinin bir parçasıdır. Aynı hassasiyeti sahabe efendilerimiz Safâ ile Merve tepelerini tavaf etme konusunda da göstermişlerdi.

İslâm’ın istediği hayatta ne haccın, orucun, ne namazın, ne ticaretin hiçbir farkı yoktur. Hayat bunlarla iç içedir. Bir an namaz kılınır, bir anda ticaret yapılır. Bir anda hacca gidilir, an gelir cihada çıkılır. Mü’min bir yanda öğretirken, diğer yanda öğrenen konumundadır. Namaz kılarken ayrı bir kişilik sahibi, ticaret yaparken ayrı bir şahsiyet olmak İslâm’da yoktur. Kişi namaz kılarken de Allah’la karşı karşıya, ticaret yaparken de Allah huzurundadır.

‘Hac yolculuğunda ticaret olmaz! Hacca gidersen ticaretin de biter! Hacdan geldikten sonra teraziye el değmeyeceksin!’ anlayışı dinimizde yoktur. Bilâkis müslümanın tüm hayatı ibâdettir. Onun hayatında tırnak kesmekten tuvalete gitmeye varıncaya kadar her şey kulluktur. Müslümanın hayatında kulluğun dışında bir tek saniye bile düşünülemez. Çünkü Allah hayatta boşluk bırakmaz. Hayatta boşluk, şirkin başlangıcı demektir.

Birileri bu bâtıl fikirleri yaymaya çalışırken, hacca giderken müslümanlar ticaret yapamazlar derken, her halde bunu yabancıların sanayilerinin daha da gelişmesi ve onların ürettikleri malların oralarda daha kolay satılabilmesi için söylemektedir. Bazı hocalar da bu oyunlara alet olmakta, Müslümanlara ‘Sizler ticaret yapmayın! Sizler sadece tüketici olun!’ demektedirler.

Çoğu müslüman da hacdan döndükten sonra ticaretini bırakır. Teraziye dokunmaya bile korkar. Kimileri de ‘ben bu ticareti bırakmadan hacca gidemem’ diye korkar. ‘Ticaret varsa ibâdet yoktur, ibâdet varsa da ticaret olmaz’ demeye çalışırlar. İslâm’da böyle bir ayrım yoktur.

          ✽     ✽     ✽

Bir Allah dostu şöyle anlatır: Deniz savaşına çıkmıştık. Oradakilerden biri bir torbayı satılığa çıkardı. Kendi kendime: ‘Şu torbayı alayım, savaş sırasında faydalanırım, memleketime dönünce de yüksek fiyatla satarım!’ diye düşündüm. Bu niyetle torbayı satın aldım. O gece rüyamda iki melek gördüm. Savaşanların niyetlerine göre ameli yazıyorlarmış; meleklerin biri söylüyor diğeri onu yazıyordu. Askerlerin kimisini seyahat, kimisini gösteriş, bir kısmını ticaret, bazılarını da Allah rızâsı için sefere katılmışlar diye yazdılar. Sonra o melek bana döndü, ‘Bunu tüccar olarak yaz!’ dedi. Ben ‘Allah Allah! Ben tüccar değilim, malım da yok, gaza niyetiyle yola çıktım!’ dedim. Melek: ‘Sen dün bir torba satın alıp savaş dönüşü onu kârıyla satmayı düşünmedin mi?’ dedi. Ben nasıl ağlıyordum. Bir yandan da: ‘Sakın beni tüccar olarak yazmayın, ben cihat niyetiyle bu gazaya katıldım!’ desem de melek arkadaşına şöyle diyordu: ‘Yaz: Gaza için çıkmış, sonra kâr etmek için torba satın almıştır. Allah hükmünü verir!’

          ✽     ✽     ✽
 

Arafat’tan döndüğünüz zaman.

الْإِفَاضَةُ kelimesi, yürürken çok hızlı, sel gibi gitmektir. Su döküldüğü zaman dağıldığı için, أَفَاضَتْ اَلْمَاءُ denilir. Söz için kullanılırsa, söze hızlıca girmek ve söz vecihlerinde tasarruflarda bulunmak manasına gelir.

Kelimenin asıl manası, bir şeyin atılması, dağılmasıdır. Buna göre âyette, sel gibi aktınız, hızlıca dağılıp yayıldınız, kendinizi dağıttınız, anlamına gelir.

Araplar, Arafat’tan çıkışa دَفْعٌ, Müzdelife’den çıkışa إِفَاضَةُ diyorlardı. Her ikisi de mecazdır. Çünkü def, cismi kuvvetle uzaklaştırmaktır. Kur’ân-ı Kerim دَفْعٌ yerine إِفَاضَةُ ’yı kullanmıştır. Çünkü ‘İfaza’ şiddet olmaksızın çokluk manası taşır. دَفْعٌ kelimesi ise yürürken insanların birbirlerini itmesi manasını da vehmettirir. Onlar daha önce süratle yürüyor ve gürültü yapıyorlardı. Nebi ﷺ Veda haccında bundan nehyetti ve ‘Sürat takvadan değildir, akın ettiğiniz zaman sekinetli ve vakarlı olun’ buyurdu.
 

Arafat

عَرَفَات  cemi bir kelimedir. Tek bir bölge bu isimle adlandırılmıştır. Sanki o yerin her parçası bir ‘Arafe’ olup, bu parçaların toplamına ‘Arafat’ denmiştir.

Aslında, her bir parçası ‘arafat’ diye adlandırılan birçok parça toprağın adıdır, alem (özel isim) değildir. Sonra bu kelime, bu parçaların hepsine birden alem kılınmıştır. Bundan dolayı Araplar bu kelimeyi, gayr-ı munsarıf olmayan aslına göre kabul etmişlerdir.

عَرَفَات  isminin Kur’ân’da zikredilmesi, Arafat’ta vakfenin haccın rüknü olduğuna işaret içindir.
 

Terviye Günü

Zilhicce ayının sekizinci günü ‘terviye’; dokuzuncu günü de ‘arefe’ diye adlandırılmıştır. ‘Terviye günü’ denmesi hakkında iki görüş vardır:

1- Bir kimse tefekkür edip, fikir ve görüşler beyan ettiği zaman kullanılan يُرَوِّى kökünden alınmıştır.

‣ Hz. Âdem’e (a.s) Kâbe’yi yapması emrolundu. Onu yapıp bitirince tefekkür ederek şöyle dedi: ‘Yâ Rabbi, her çalışanın bir ücreti vardır. Bu işten dolayı benim ücretim nedir?’ Cenâb-ı Hakk ‘Kâbe’yi tavaf ettiğin zaman, tavafın ilk şavtına karşılık günahlarını bağışlarım’ dedi. Âdem (a.s), ‘Yâ Rabbi, arttır!’ dedi. Allah ‘Senin zürriyetin Kâbe’yi tavaf ettikleri zaman, onları da bağışlarım’ dedi. Hz. Âdem, ‘Arttır yâ Rabbi’ dedi. Hz. Allah da, ‘Senin zürriyetinden muvahhid olup da Beyt’imi ziyaret edenlerden, mağfiret talep eden herkesin günahını bağışlarım’ dedi. Âdem de (a.s) cevaben, ‘Yeter Rabbim, yeter!’ dedi.

‣ İbrahim (a.s), terviye gecesinde rüyasında oğlunu kurban ettiğini gördü. ‘Bu rüya Allah’tan mı şeytandan mı?’ diye düşünerek sabahladı. Arefe gecesi de, rüyasında oğlunu kurban etmesi emrolununca, ‘Bildim ya Rabbi, o rüya Sendendir’ diye sabahladı.

‣ Mekkeliler terviye günü Mina’ya çıkarlar ve ertesi günü Arafat’da dile getirmek istedikleri duaları iyice öğrenirlerdi.

2- Veya ‘Terviye’ ismi; bir kimse susamış birisine su verdiği zaman söylenilen, رَوَّاهُ مِنَ الْمَاءِ kökünden alınmıştır. Mekkeliler, taşradan gelen hacılar için su saklıyorlardı. Hacılar, terviye gününde yolculuğun sıkıntılarından kurtuluyor, bol suya kavuşuyor ve yolda göğüs gerdikleri su sıkıntısının peşinden böylece hayvanlarını bol bol suluyorlardı.

Günahkârlar, Allah’ın rahmet denizlerine ulaşan susamış kimseler gibidir, Allah’ın rahmet denizlerinden kana kana içerler.

İbn Abbas (r.a), “Çift ve teke yemin olsun” (Fecr, 3) âyetindeki, ‘Çift’ kelimesinin terviye ve arefe günü, ‘Vitr’ kelimesinin ise Kurban bayramı günü manasında olduğunu söylemiştir.

Kurban bayramının on gün orucunun, her bir günü bir aya bedeldir. Terviye günü oruç tutan kimse için bir sene, arefe günü oruç tutan için de iki sene (oruç sevabı) vardır. Hadis-i Şerif
 

Arefe Gününün İsimleri

1- Arefe. ‘Mârifet’ masdarından türetilmiştir:

˗ Hz. Âdem ve Havva, arefe günü birbirleriyle karşılaşıp birbirlerini tanıdıkları için, bu güne ‘arefe’, karşılaştıkları yere de ‘Arafat’ denilmiştir. Cennetten yeryüzüne indirildiklerinde, Hz. Âdem, Serendib

Adası’na; Hz. Havva Cidde’ye; iblis Nîsân’a; yılan İsfahan’a indi. Allahu Teâlâ, Hz. Âdem’e haccetmesini emredince, Arafat’da Hz. Havva ile karşılaştı ve birbirlerini tanıyıverdiler.

˗ Cebrail (a.s), Hz. Âdem’e (bir rivayette Hz. İbrahim’e) haccın menâsikini öğretmiştir. Hz. Âdem (a.s) Arafat’ta iken, Cebrail (a.s) ona, ‘öğrendin mi?’ dedi; O da ‘Evet’ dedi. Bundan dolayı, burası ‘Arafat’ diye isimlendirildi.

˗ Hz. İbrahim (a.s), daha önceden bildiği sıfat ve niteliklere bakarak, Arafat’ı gördüğünde, orayı hemen tanıyıverdiği için, buraya ‘Arafat’ denilmiştir.

˗ Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile onun annesi Hacer’i Mekke mıntıkasında bırakıp Şam’a dönünce, senelerce onları bir daha görmemiştir. Daha sonra bir arefe günü Arafat’ta karşılaşmışlardır.

˗ Hz. İbrahim rüyasında oğlu İsmail’i kurban etmesi gerektiğini duyunca, bunun Allah’tan olduğunu başta anlayamamıştı. Sonra anlayınca ‘Araftü / anladım’ dedi.

˗ Hacılar Arafat’da vakfe yaptıkları zaman, birbirleriyle tanışırlar.

˗ Hakk Teâlâ, bu günde hacılara mağfiret ve rahmetini bildirip, tanıtır.

‣ ‘Arafe’ kelimesi, ‘İtiraf’ masdarından türemiştir. Çünkü hacılar Arafat’da vakfe yaptıkları zaman Allah’ın rubûbiyyet, celâl, samediyyet ve müstağni olma vasıflarını; kendilerinin fakir, zelil, miskin ve muhtaç olduklarını itiraf ederler. Hz. Âdem ile Hz. Havva, Arafat’da vakfe yaparken, ‘Yâ Rabbi biz kendimize zulmettik’ dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, ‘İşte şimdi kendinizi bildiniz’ buyurdu.

‣ Bu kelime, güzel koku manasına gelen العَرْفُ kelimesinden türemiştir. Günahkârlar Arafat’da tevbe edince, günah pisliklerinden kurtulur ve Allah katından güzel kokular kazanırlar.

2- Yevm-i İyâs (Kâfirlerin İslâm karşısında yeise düştükleri gün).

3- Yevm-i İkmâli’d-Din (Dinin tamamlandığı gün).

4- Yevm-i İtmâmi’n-Ni’me, (Nimetlerin tamamlandığı gün).

5- Yevm-i Rıdvan (Rızâ günü).

Bu beş isim şu âyette toplanmıştır: “İşte bugün kafirler, sizin dininizden ümidlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak müslümanlığa razı oldum (seçtim)...” (Maide, 3)

Bu âyet, arefe günü yatsı vaktinde, Hz. Peygamber Veda haccında İbrahim’in (a.s) vakfeye durduğu yerde, Arafat’da vakfe yaparken, cuma günü nazil oldu. Böylece küfür izmihlale uğradı ve câhiliyenin temelleri yıkıldı. Hz. Peygamber, ‘İnsanlar kendileri için bu âyette olan şeyleri bilselerdi, gözleri aydın ve sevinçli olurdu’ dedi. Allahu Teâlâ’nın ümmet-i Muhammed’i, kendisinde dinlerinin tamamlanmasıyla müjdelediği günden daha mükemmel bir gün yoktur.

Arefe gününün diğer isimleri de şunlardır:

‣ Yevmü sılati’l-vâsılîn (Allah’ın rahmetine vasıl olanların vuslat günü): “Bugün size dininizi kemâle erdirdim; size olan nimetimi de tamamladım” (Maide, 3) cümlesinden ötürü, bu ismi almıştır.

‣ Yevmü katîati’l-kâtıîn (Allah’ın rahmetinden ümidini kesenlerin ümit kesme günü): “Allah müşriklerden beridir; peygamberi de..” (Tevbe, 3) âyetinden ötürü bu isim verilmiştir.

‣ Yevmü ikâlet-i asri’n-nâdimîn ve kabûl-i tevbeti’t-tâibîn (Pişmanlık duyanların bağışlanma ve tevbe edenlerin kabul edilme günü): “Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik” (Araf, 23) âyetinden dolayı bu ismi almıştır. Cenâb-ı Hakk, rahmetiyle bu günde Hz. Âdem’in tevbesini kabul ettiği gibi, zürriyetinin de tevbesini kabul etmiştir.

‣ Yevmü vefdil vâfidine (Heyetlerin geldikleri gün): “Hacılar Allah’ın elçileridir. Hacılar Allah’ın ziyaretçileridir. Ziyaret edilen ve çok kerim olan Allah’a ise, kendisini ziyaret edene ikramda bulunması düşer’ hadis-i şerifinden dolayı bu isim verilmiştir.

‣ Yevmü’l-haccı’l-ekber (En büyük haccın yazıldığı gün): Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur: “Ve bu, haccın en büyük gününde, Allah’dan ve Resûlünden insanlara bir ilândır.” (Tevbe, 3)

‣ Şâhid: Hacılara şahit olduğu için bu adı almıştır.

‣ Meşhûd: Hacılar kendisine şahit olduğu için bu adı almıştır.

Resûlullah ﷺ Arafatta durduğu akşam, ümmeti için Allahu Teâlâ’dan mağfiret diledi. Allahu Teâlâ ona: ‘Bunları affettim, zalim olan hariç. Çünkü ben mazlumun hakkını ondan mutlaka alacağım’ diye cevap verdi. Resûlullah ﷺ ‘Ey Rabbim, eğer dilersen mazluma hakkını cennetten verir ve zalimi de affedersin’ dedi. Allahu Teâlâ, akşamleyin Resûlullah’ın ﷺ bu talebine cevap vermedi. Resûlullah ﷺ Müzdelife’de sabahlayınca bu duasını tekrarladı. Bu defa ona istediği verildi. Bunun üzerine Resûlullah ﷺ gülümsedi.

Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer ‘Babam ve anam sana feda olsun, bu an, senin gülmediğin bir andır. Seni güldüren nedir? Allah seni güldürsün’ dediler. Resûlullah ﷺ da şöyle buyurdu:

‘Allah’ın düşmanı İblis, Aziz ve Celil olan Allah’ın, benim duamı kabul edip ümmetimi affettiğini öğrenince toprakları alıp başına saçmaya, ‘Vah başıma gelenlere, keşke ölseydim de bunu duymasaydım’ şeklinde bağırmaya başladı. İşte beni güldüren, ondan gördüğüm bu feryattır.’

Zilhiccenin ilk on gününde her güne bin sevab verilir. Arefe gününe ise, on bin sevap verilir.

Arefe günü oruç tutana, Âdem (a.s)’dan Sura üfürülünceye kadar yaşamış bütün insanların sayısının iki katı kadar sevap yazılır. Hadis-i Şerif
 

Vakfe

Vakfe, haccın ancak kendisiyle tamamlandığı bir rükündür. Vakfeyi zamanında ve yerinde yapamayan kimse, haccı da kaçırmış olur. Vakfenin zamanı, arefe gününde güneşin zevâliyle girer ve Kurban bayramının birinci günü güneşin doğmasına kadar devam eder. Tamamı yarım gün, bir gecedir. Hacı burada gece veya gündüz bir an bulunsa, yeterlidir. Güneş battığı zaman imam, hacıları geri çevirir. Akşam namazı tehir edilir, Müzdelife’de yatsı namazı ile birlikte kılınır.
 

Müzdelife

‣ Bu kelimenin masdarı اِزْدِلَاف yakınlık ve yaklaşmak manasınadır. ‘Kendisine yaklaşılan yer’ demektir. Hacılar oraya Mina’dan yaklaşırlar.

‣ Hacılar, orada durarak Allah’a yaklaşırlar.

‣ ‘İzdilâf’, toplanma manasına da gelir. İnsanlar orada toplanırlar.

‣ ‘İki namazın birbirine yaklaştırıldığı yer’ demektir, çünkü orada akşam namazı ile yatsı namazı cem edilir. Bu nedenle Müzdelife’ye جَمْعٌ da denilir.

‣ Hz. Âdem ile Havva’nın orada birbirlerini buldukları da söylenmiştir.

Sünnet olan, hacıların burada gecelemesidir. Hacılar sabah namazını kıldıkları zaman, oradan şeytan taşlamak için küçük taş alırlar. Herkes yetmiş küçük taş toplar. Sonra, bir ismi de ‘Kuzah’ olan Meş’ari’l Haram dağına giderler. Bu dağ, Müzdelife’nin, Mina tarafındaki en uç noktasıdır. Mümkünse bu dağın üstüne çıkar, yoksa yakın bir yerinde durur, Allah’a hamd eder, telbiye ve tekbir getirir. Ortalık iyice ağarıncaya kadar bu hal üzere devam eder. Güneş doğmadan oradan ayrılır ve Arefe günündeki gibi yürür, Muhassir Vâdisi’ne giderler. Bu vadinin ortasına gelince, binekli olanların, bineklerini hızlandırmaları; yürüyenin de bir taş atımı mesafede hızlıca koşması müstehabtır.
 

Mina'da Yapılacak İşler

Mina’ya geldikleri zaman, vadinin ortasında bulunan Akabe cemresine yedi taş atarlar. Taş atmaya başlar başlamaz telbiyeyi keserler. Akabe cemresine taş attığında, eğer hacının yanında kurban var ise, bu kurban kesilir, sünnettir. Şayet hacı kurban kesmez ise, bir şey gerekmez. Çünkü çoğu zaman hacının yanında kurban bulunmaz. Kurban kestikten sonra başını tamamen tıraş eder veya saçını kısaltır. Tıraştan sonra Mekke’ye gelir, ifâda tavafını yapar. Daha sonra iki rekât tavaf namazı kılıp, Safâ ile Merve arasında sa’y eder.
 

Arafat’tan ayrıldığınızda, Meş’ari’l Haram yanında Allah’ı anın.

Âyet-i kerime, Arafat vakfesinin farz olduğuna delâlet eder. Çünkü âyet-i kerime, Meş’ari’l Haram’da Allah’ı zikretmeyi ‘Arafat’tan ayrıldıktan sonra’ diyerek kayıtlamıştır. Arafat’da hacı vakfe yapmadığı zaman, emredilmiş olduğu haccı yapmamış olur. (Vacibin kendisiyle tamamlandığı şey vâciptir.)

Bu vakfenin Arafat’ta yapılmasının sebebi: Kâbe yapılırken etraftaki tüm dağlardan taş alındı. Arafat dağına sıra gelinceye kadar Kâbe tamamlanmıştı. Arafat dağı çok üzüldü. Allahu Teâlâ da onu teselli için ‘Seni ziyaret etmeyenin haccını kabul etmeyeceğim’ buyurdu.

الْمَشْعَرِ kelimesi, bir şeyin bilindiği, hissedildiği yer manasındadır. Bir şeyi bilip anlamak manasındaki, ‘شُعْ / şuur’ tabirinden alınmıştır. Bir şeyin şi’ârı, onun alâmetleri ve nişanlarıdır. Orası, haccın nişanlarından olduğu için ‘Meş’ari’l Haram’ diye isimlendirilmiştir.

Meş’ari’l Haram, Müzdelife’dir. Müzdelife’ye bu adın verilmesi orada namaz kılınıp, vakfe yapılması, gecelenip dua edilmesindendir. Meş’ari’l Haram’ın, Kuzah dağı olduğu da söylenmiştir.

Meş’ari’l Haram’da yapılması emrolunan zikirden murad, akşam ve yatsı namazını cem etmektir. Namaz, bu âyette zikir olarak isimlendirilmiştir. Âlimlerin çoğu ise bundan muradın tesbih, tahmîd ve tehlîl olduğunu söylemişlerdir.

İbn Abbas (r.a) bu gecede insanlara bakıp, ‘İnsanlar bu gecenin kadr-ü kıymetini anlasalardı, hiç uyumazlardı’ buyurmuştur.
 

Sizi hidâyet ettiği gibi O’nu zikredin.

Allahu Teâlâ ‘Meş’ari’l Haram’ın yanında zikredin’ dedikten sonra tekrar ‘O’nu zikredin’ buyurdu. Bu tekrarın hikmetleri:

‣ Allahu Teâlâ’nın isimleri kıyâsi olmayıp, tevkifidir (vahye dayanır). Cenâb-ı Allah’ın ilk emri, mutlak zikri emreder. İkinci ‘Zikredin’ emri ise, bizim re’y ve kıyas ile zikredeceğimiz isimlerle değil, Allah’ın bize açıkladığı ve kendisini zikretmemizi emrettiği isimleri ve sıfatlarıyla zikretmemizi emreder.

‣ Allahu Teâlâ sanki, ‘Bu nimete şükredenler olmanız için, ben size bu zikri emrettim’ demiştir.

‣ Önceki, Allah’ı dil ile; sonraki ise, kalb ile zikri emirdir. Kulluğun kemâli de, bu iki zikir ile tamamlanır.

Zikir kelimesi Arapça’da iki manaya gelir: Birisi unutmanın zıddı olan zikir, yani hatırlama; ikincisi de sözle olan zikirdir.

‣ ‘Sizi hidâyet ettiği gibi O’nu zikredin’ yani ‘Allah sizi nasıl hidâyetiyle hatırlamışsa, siz de aynı şekilde O’nu tevhidiyle hatırlayın.’

‣ Bu âyetlerdeki zikirden murad, zikrin devamlılığıdır. Sanki şöyle denilmektedir: ‘Allah’ı zikredin; zikredin O’nu!.. O, sizi tekrar tekrar hidâyete erdirdiği gibi, siz de O’nu tekrar tekrar zikredin!’

‣ ‘Meş’ari’l Haram yanında zikredin’ emri, şer’i vazifelere işarettir. Bu vazifeleri yerine getiren hakikat mertebelerine yaklaşır. Kalp Meş’ari’l Haram’dan, hatta Allah’ın dışındaki bütün varlıklardan uzaklaşır, Allah’ın celâl ve samediyyet nurlarına gark olur. Allah’a yükselme makamında O’nu zikir ve övgüyle meşgul olur. Bu zikir insana, Allah’a şerefli bir mensubiyyet kazandırır. Allahu Teâlâ sonra ‘Sizi hidâyet ettiği gibi O’nu zikredin’ buyurmuştur. Çünkü kul Allah’a yükselme makamında ilerlemektedir. En aşağı mertebeden en yüksek mertebeye yükselir.

‣ Birinci zikirden murad, Allah’ın güzel isim ve sıfatlarını zikretmektir. İkinciden murad ise, Allah’ın nimetlerine şükretmektir. Çünkü ikinci zikir ‘hidâyet’ ile kayıtlanmıştır. Bir nimete mukabil olan zikir ise, ancak şükür olur. Şükrün zikir manası da vardır.

‣ Meş’ari’l Haram’ın yanında zikredin, emrinden, zikrin Meş’ari’l Haram bölgesine ve hacc ibâdetine tahsis edildiği zannedilebilir. İkinci zikir emri bu şüpheyi gidermiştir. Çünkü bu zikir, Allah’ın hidâyetine mukabildir. Hidâyet nimeti devamlı ve kesintisiz olduğuna göre, aynı şekilde bu şükür zikrinin de devamlı ve kesintisiz olması gerekir. (Tekmil ve ihtiras itnabı)

‣ Meş’ari’l Haram’ın yanında zikredin, emrinden murad, Müzdelife’de akşam ve yatsı namazlarının cem edilmesidir. Sonraki kısımdan murad ise ‘tehlil ve tesbih’ tir.
 

    Zikirlerin efdali; Elhamdülillah demek

    Müslümanın dilinden asla düşmemek gerek

    Düşürmeyen dilinde hakka hamdü senayı

    Fetheder ahireti, fetheder hem dünyayı

    İki cihanda aziz olmanın yolu budur

    Kalbini ve dilini hakka şükranla doldur


 

Sizi hidâyet ettiği gibi.

Bundan murad, ‘Hacc menâsikinizde sizi İbrahim’in (a.s) sünnetine döndürmek sûretiyle size hidâyet ettiği gibi...’ demektir.

Veya genel bir ifadedir; Allah’ı, melekleri, kitapları, peygamberleri ve şeriatları bilip tanıma hususundaki bütün hidâyet nevilerini içine alır.

İlk müslümanlar bu cümleleri okurken, hiç kuşkusuz, bütün tarihlerine damgasını basmış olan eski sapık, acıklı, perişan hayatlarının görüntüleri, gözlerinin önünden bir sinema şeridi gibi akıyordu. Sonra dönüp hallerine bakınca İslâm’ın kendilerini yükselttiği yeni konumlarını görüyor ve bu gerçeğin bütün derinliğini köklü bir biçimde duyuyorlardı.

Bu nimet, bütün müslümanlar için geçerliliğini sürdürüyor. İnsanlık bu doğru yola girmedikçe cahiliye bataklığında debelenmeye mahkumdur. Daha önce cahiliyenin pençesinde kıvrandıktan sonra İslâm’la yeniden hayat bulanlar dışında hiç kimse bu gerçeği tam anlamı ile kavrayamaz. Ancak böyleleri çevrelerini kuşatmış olan iğrençlikler, kokuşmuş bataklıklar ve mikrop yatakları karşısında İslâm’ın yüce hayat sisteminin gerçek mahiyetini anlayabilirler.

İnsanlık tarihi birçok düşünce sistemi, birçok sosyal düzen ve çok sayıda hayat tarzı görüp geçirdi. Bunların içinde en büyük filozofların felsefi sistemleri, en büyük düşünürlerin düşünceleri de vardı. İslâm düşüncesinin zirvesinden bu serüvene bakıldığında insanlığın bu kadar boş, anlamsız ve karmaşık sistemler ile oyalanmasının ne kadar acı olduğu açıkça görülüyor. İşte yüce Allah’ın burada müslümanlara hatırlattığı ve minnettarlığını hatırlarından hiç çıkarmamalarını istediği büyük nimet budur.

 

Sebeb-i Nüzulü

‣ Bazı Araplar, hac günlerinde ticaret yapmaktan kaçınıyorlardı. Zilhiccenin ilk on günü girdi mi, alış verişi tamamen bırakır ve hacda ticaret yapanları ‘dâc’ diye adlandırıp ‘Bunlar hacc değil, dâcdır’ derlerdi. ‘Dâc’ rastladığı her şeyi kaparak mal edinen kimsedir. Bu kelime, ‘الدجَاجَة / Tavuk’ lafzından türemiştir.

Hac görevleri dışında her işten kaçınıyor, çaresiz ve güçsüzlere yardım etmekten, açları ve yoksulları doyurmaktan bile imtina ediyorlardı. Allahu Teâlâ bu yanlış inancı kaldırmış ve ticaret yapmada hiçbir günah olmadığını açıklamıştır. Âyetin öncesi ve sonrası hükmün hacc zamanında meydana geldiğine delalet eder. Bundan dolayı ‘Hacda’ kelimesi zikredilmemiştir.

‣ Ebû Umame Teymî, İbn Ömer’e şöyle demiştir: ‘Biz, para karşılığında hacı adaylarını taşıyoruz, bizi yadırgayanlar var. Bazı kimseler bizim haccımızın olmadığını söylüyorlar.’

Abdullah b. Ömer de ona ‘Siz Beytullah’ı tavaf etmiyor musunuz, meşru görevlerinizi yapmıyor musunuz, şeytanı taşlamıyor musunuz, başınızı tıraş etmiyor musunuz?’ diye sordu. Adamın ‘Evet, bunları yapıyoruz’ demesi üzerine Abdullah b. Ömer sözlerini şöyle bağladı:

‘Bir adam, senin sorduğun şeyi Allah’ın Resûlüne sordu da âyet nazil oluncaya kadar ona hiçbir şey söylemedi. Bu âyet nazil olunca, Allah’ın Resûlü onu çağırarak, ‘Sizler hacısınız’ dedi. Bu âyet, hacda ticaret yapan tacirlerin, kiracıların ve devecilerin haccının kâmil olmadığını söyleyen kimselere reddiye olarak nazil olmuştur.

Hz. Ömer’in azadlısı Ebû Salih aynı konuda şöyle diyor: ‘Bir defasında Hz. Ömer’e ‘Ey mü’minlerin emiri, sizler Hacc sırasında ticaret yapıyor muydunuz?’ diye sordum. Bana ‘O zamanlar müslümanların Haccdan başka bir geçim kaynağı var mıydı ki?’ diye cevap verdi.

‣ Ukâz, Mecenne ve Zü’l-Mecâz panayırları cahiliye döneminin çarşıları, alış-veriş merkezleri idi. Müslümanlar buralarda hac günlerinde ticaret yapıyorlardı, geçimleri buna bağlıydı. İslâmiyet gelince, onlar hac mevsiminde ticaret yapmayı uygun bulmadılar. İbadetlerini olumsuz yönden etkiler korkusuyla ticaretten çekindiler. Bu bakımdan dükkânlarını kapatıyorlardı. Resûlullah’a ﷺ konuyu sorunca, bu âyet nazil oldu, kazanç elde etmenin Allah’ın lütfundan olduğunu, ibadetin ihlasla yapılması halinde günah söz konusu olmadığını bildirdi.

‣ Allahu Teâlâ ihram halinde dikişli elbise giymeyi yasakladığından, ticaretin de yasaklanmış olduğu zannedilebileceği dolayısıyla bu yanlış kanaatleri önlemek için hac esnasında ticaret yapmayı mubah kılmıştır. Çünkü bu rızık için bir çalışmadır. Rızık veya kazanç sağlamak Allah’ın lütfundandır, yasak değildir. Çünkü böyle bir ibadet ihlâsa aykırı değildir. Bu bakımdan hac ile birlikte ticaret maksadının da bulunmasını engelleyen bir durum yoktur. Yasaklanan yalnızca hacca ticaret maksadıyla gitmektir.

‣ Câhiliyye devrindeki insanlar Arafat ve Minâ’da alışveriş yapmıyorlardı. Bunun üzerine de bu âyet nazil oldu.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَبْتَغُوا فَضْلاً مِنْ رَبِّكُمْ Fazlın çokluğuna ve çeşitliliğine işaret vardır. Çünkü فَضْلاً hem tekil hem çoğul manasında geldi. Hem belirlendi hem tahsis oldu. Tıpkı ‘adamlar çok ama onlardan sana ancak bir kişi geldi’ demen gibi. Âyette de, fazilet çoktur, kulun onu aramasında günah yoktur, manasına gelir. Allah’tan murad edip isteyeceği faziletler çok nevidir, kulun hallerine nisbetle üçe ayrılır. Bu faziletlerin çeşitli olması ve kısımlara ayrılması kulun hallerinin değişmesine racidir, Hakk’ın sıfatlarında değişiklik olmaz.

Birinci kısım: İnsanın yaşayışına tealluk eder, iki nevidir:

1- Mal ve cah sebeplerine tealluk eder.

2- Gıda, elbise ve zaruri şeylere tealluk eder. Bu da rızık ile tefsir edilen fazıldır.

İkinci kısım: Uhrevi maslahatlara taalluk eder. Bu da iki nevidir.

1- Şeriata uygun, bedeni amellere tealluk eden şeylerdir. Şeytana münazaa yolundan sakınmaktır.

2- Kalp amellerine, nefsi tezkiyeye tealluk eden şeylerdir.

Üçüncü kısım: Cenâb-ı Hakka tealluk eden şeylerdir.

Yakınlık mevahibine tealluk eder.

Vusûl mevahibine tealluk eder, vusûl mevahibinin fazlı her şeyden büyüktür.

Bil ki bu üç kısımdan her biri fazl aramakta bir makamdır.

Uhrevi maslahatlara tealluk eden ikinci kısım, rahmet fazlıdır. Varlığı terk edip O’nu arama ve bütün gücüyle çalışma makamıdır. Bu da Arafat’a seyirdir.

Allah’a tealluk eden üçüncü kısım, O’nu arama makamıdır. Bu da mana Arafat’ında vakfe anıdır. Zira Arafat büyük mârifete ulaşmaya işarettir ki bu da vusûlün erkanıdır.

Dünyevi maslahatlara taalluk eden kısım da rızık fazlıdır ki onun makamı mârifet Arafat’ındaki vakfenin kemalinden sonra, Arafat’tan dönme zamanındadır.

Bu ehli sülukun hali başlangıçta dünyayı terk ve ondan sıyrılmak, ortasında tevekkül ve tefrid, nihayetinde mârifet ve tevhiddir. Dünyevi maslahatlarda ancak ehli nihayet şeriata teslim olmuş olur. Bu teslimiyet, sözlerinde mârifet, ulüvv-ü himmet ve Allahu Teâlâ’nın kalplerini dünya sevgisinden men etmesiyle, nurla, sürurla, hakiki lütfuyla doldurmasıyla mümkündür.

Ne dünya şehvetine, ne ahiret nimetlerine ve derecelerine himmeti aliyede itibar etmezler. Onlar kendileri hiçbir şeyde tasarruf etmezler. Ancak Allah ﷻ ile ve Allah’da tasarruf ederler (hareket ederler).

Din maslahatlarında ve başkalarına hayır ulaştırmakta nefsin hazzıyla değil, Allah’ın ﷻ tasarrufuyla hareket ederler.

Bakara Sûresi 199. Ayet

ثُمَّ اَفٖيضُوا مِنْ حَيْثُ اَفَاضَ النَّاسُ وَاسْتَغْفِرُوا اللّٰهَؕ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَحٖيمٌ

199- Sonra insanların toplu olarak akın ettiği yerden siz de dönün, muhakkak Allah mağfiret ve rahmet edicidir.


Hac ibadetinin farzları, rükünleri bizzat Allah ﷻ tarafından öğretiliyor ki cahiliye devrindeki hac ve ibadet diye yaptıkları saçma sapan hurafelere devam edilmesin. Önceki yanlışlar için tevbe edilsin.

‘İnsanların döndüğü yerden dönün’ yani emri ilâhiyeye ters düşmedikçe uyumlu olun, körü körüne muhalefet etmeyin, toplu ibadetlere katılın. Cemaatin feyzinden, bereketinden, sekinesinden, rahmetinden istifade edin. Birlikte ve ayrı ayrı af dileyin, kendinize, yakınlarınıza, dostlarınıza, sevdiklerinize ve bütün ümmet adına istiğfar edin.

İnsanların toplu olarak akın ettiği yerden siz de dönün

Yani ‘Halkın vakfe yaptığı yerde vakfe yapın ve halkla birlikte, onların dağıldığı yerden dağılın.’ İslâm soy ve sınıf ayrımı tanımaz, bütün insanlar tek bir ümmettir. Tarağın dişleri gibi fertleri birbirine eşittir.

Hiç kimsenin başkasına takva dışında üstünlüğü yoktur.

İslâm, Hacc sayesinde müslümanları, kendilerine seçkinlik sağlayan bütün kılıklardan sıyrılmakla, birbirlerine eşit kardeşler konumunda bir araya gelmekle yükümlü tutmuştur. Müslümanlar burada soy zırhına bürünüp birbirlerine üstünlük taslamamak için elbiselerinden, kıyafetlerinden soyunur.
 

اَفٖيضُوا  / Dönün

Bu sel gibi akış, Arafat’tandır. Vakfe için Müzdelife’den öteye geçmeyen Kureyş ve müttefikleri olan hamaset sahibi kabileler için bir emirdir.

Hz. Peygamber ﷺ, Hz. Ebû Bekir’i hacc emiri yapınca, ona insanları Arafat’a çıkarmasını emretmişti. Hz. Ebû Bekir hacca gidince Müzdelife’de humus denen bu kabilelere rastladı ve onları bırakıp gitti. Bu kabileler, ‘Nereye gidiyorsun? Burası senin ecdadının ve kavminin vakfe yeridir, gitmemelisin’ dediler.

Fakat Hz. Ebû Bekir, onlara yüz vermedi, Arafat’a gitti, vakfeyi yaptı ve diğer insanlara da Arafat’da vakfe yapmalarını emretti. Bu izaha göre mana: ‘Sizin sel gibi akışınız, Arafat’da vakfe yapan insanların, sel gibi aktığı yerden olsun’ şeklinde olur.

اَفٖيضُوا emri, bütün insanlar için umûmî bir emir de olabilir. ‘İnsanların sel gibi aktığı yer’ tabirindeki ‘insanlardan’ maksat Hz. İbrahim (a.s) ile Hz. İsmail’dir, onların adeti Arafat’dan sel gibi hızlıca akıp gelmekti.

Hz. Peygamber ﷺ, peygamberlik gelmeden önce de vakfesini Arafat’da yapıp, ‘humus’ denen kabilelere muhalefet ediyordu. Kendisine uyulan bir reise, meşhur birine cemi ismi vermek, bilinen bir mecaz şeklidir. النَّاسُ kelimesi umumi olsa da murad hususi olarak Efendimiz ﷺ dir .

‘İnsanların sel gibi aktığı yerden’ ifadesi, bu sel gibi akışın Arafat’tan olmasının, çok eski ve geçmişi uzun bir durum olduğunu, bunun dışındakilerin ise, daha sonradan uydurulmuş bid’atlar olduğunu gösterir. Bir şeyin eskiden beri yapıldığını ifade etmek için, ‘Bu, insanların çok eskiden beri yaptığı şeylerdendir’ denilir.

Kureyş hacda Müzdelife’de, Meş’ari’l Haram’da vakfeye duruyor, diğer Araplar ve milletler ise Arafat’ta vakfeye duruyorlardı. İnsanlardan murad, Kureyş dışındaki çoğunluktur.

Bu sel gibi akış, Kurban bayramının birinci günü, güneş doğmadan önce, şeytan taşlamak ve kurban kesmek için Müzdelife’den Mina’ya doğru olan akıştır. النَّاسُ ile kastedilenler, Hz. İbrahim, İsmail ve onlara tabi olanlardır. Onlar, Hz. Peygamberin ﷺ de getirdiği gibi, güneş doğmadan önce

Müzdelife’den hızla Mina’ya doğru giderlerdi. Müzdelife’de vakfe yapan Araplar ise, güneş doğduktan sonra Müzdelife’den hızla hareket ederlerdi. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah müslümanlara, Hz. İbrahim ve İsmail’in (a.s) hızla hareket ettiği vakitte, Müzdelife’den sel gibi akmalarını emretmiştir. النَّاسُ kelimesinden murad, Hz. Âdem’dir (a.s).
 

Ve Allah’dan bağışlanmanızı dileyin.

‘Cahiliye taassubunu içinizden söküp atarak hep birlikte İslâm’ın rengine bürünün. Allah’tan af dileyin. Şu cahiliye gururundan dolayı O’ndan af dileyin. Hacc görevine gölge düşüren her türlü ters ve aykırı eyleminizden dolayı O’ndan af dileyin. Bu kusurunuz çok küçük de olsa, sadece içinizden geçen basit bir kötü duygudan ibaret olsa bile, yahut açık-saçık sözler, kırıcı tartışmalar ve başka kötülükler gibi ağzınızdan kaçan günahlar da olsa Hacc esnasındaki bütün hatalarınızdan dolayı O’ndan af dileyin.’

Kula gereken her ibadetten sonra kusurlarına istiğfar etmesi, muvaffak kıldığı için Allah’a şükretmesidir.

Bu istiğfar emrinden murad, kalb ile yapılan tevbe ve dil ile yapılan istiğfardır. Bu da, kulun Allah’a taât hususundaki her türlü kusuruna pişman olup, bir daha kusur işlememeye azmetmesi, bundaki maksadının da, dünya menfaatlarını değil, ancak Allah’ın rızâsını elde etmek olmasıdır. Kelime-i şehâdeti söylemek ancak, kalb huzur içinde ve uyanık olup, manasına vâkıf olduğu zaman fayda sağlar. Kalb ile tevbe bulunmaksızın, sırf lisan ile yapılan istiğfar, faydadan ziyâde zarara yakındır.

Eğer insan günahkâr ise, istiğfarda bulunması vâcibtir. Eğer günahkâr değilse bile, en azından vâcibleri edâ ve yasaklardan sakınma hususunda, kusurları olabilir. Bu kimsenin muhtemel bu kusurları düşünerek, istiğfar etmesi gerekir. Eğer insan, Allah’a taât hususunda hiçbir şekilde kendisinden bir kusurun sâdır olmadığına kanaat getirirse, bu, insan için imkânsız gibi bir şeydir.

Kulların ibâdeti, her halükârda Cenâb-ı Allah’ın şanına yaraşır değildir. İşte bundan dolayı melekler, ‘Ey Rabbimiz, seni tenzih ve tesbih ederiz. Sana lâyık olduğun şekilde ibâdet edemedik..’ demişlerdir. Hz. Peygamber, ‘Muhakkak ki benim kalbim bazen dumanlanır. Ben muhakkak ki gece ve gündüz Allah’a yetmiş kere istiğfar ediyorum’ buyurmuştur.

Herhangi bir erkek ve kadın bir günde yetmiş defa Allah’dan bağışlanmasını dilerse, mutlaka Allah onun yedi yüz günahını bağışlar. Bir gün ve gecede istiğfarı terk etmek sûretiyle yedi yüz günahtan daha çoğunu işleyen kimse zarar etmiştir. Terğîb ve Terhîb
 

Muhakkak ki Allah Gafur ve Rahimdir.

غَفُورٌ ve رَحٖيمٌ kelimeleri mübalağa ifade eder. Allahu Teâlâ, istiğfarı emredip, sonra kendisini mağfireti ve rahmeti çok olan bir zat olarak vasfetmiştir. Bu, O’nun istiğfar eden kimseyi bağışlayacağına ve O’nun rahmet ve kerem ipine tutunan bu kimseye rahmet edeceğine delâlet eder.

Vaad olunan mağfiretin Arafat’tan ayrılıp Müzdelife’ye giderken ya da Müzdelife’den ayrılıp Minâ’ya giderken olduğu söylenmiştir.

Bir devenin üzerinde Hac yapıldığı zaman o deve anne tarafından kırk batın mübarek olur.
 

er-Rahim

رَحٖيمٌ ismi 269 kez yazılı kağıt uykusunda korkup ağlayan çocuğun boynuna asılırsa çocuğun ağlaması diner.

Günde yüz kez okuyanın kalbi yumuşar.

 

Sebeb-i Nüzulü

Câhiliye Arapları, Hz. İbrahim’in (a.s) getirdiği hacc menâsikini değiştirmişlerdi. Kureyş ve diğer kabileler kendilerini ‘hamaset’ sahibi görmekte idiler. Dinleri hususunda son derece taassublu idiler. Hamaset, şiddet ve sertlik manasına gelir. Bunlar, Arafat’da vakfe yapmıyor ve ‘Biz Harem’den çıkıp, onu itaat vakti terk etmiyoruz’ diyorlardı. Başka kabileler ise arefe günü vakfe yapıyor, güneş batmadan önce Arafat’ dan ayrılıyorlardı.

Müzdelife’de vakfe yapanlar ise, güneş doğduğu zaman oradan ayrılır, yerin altındaki bir mağaraya girerlerdi. Allahu Teâlâ da, Hz. Peygamber’e her iki gruba da muhalefet etmeyi emretmiş, güneş battıktan sonra Arafat’dan, güneş doğmadan önce Müzdelife’den ayrılmasını emir buyurmuştur. Âyet-i kerimede bu anlatılanlara delâlet yoktur. Bu anlatılan hükümlere sünnet delâlet eder.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

Burada nasdan murad Hz. Muhammed ﷺ ve cemi nebiler ile velilerdir. Manası; Ey taleb erbabı! Ancak mârifet arafatında vakfeden sonra dönün.

فَاِذَا اَفَضْتُمْ مِنْ عَرَفَاتٍ Allah’ın emrinde hukuku azamı edada hazlarını yerine getirmekte, halka şefkatte enbiya ve evliyanın döndüğü yerden mârifete dönün. Nitekim Aziz ve celil olan Allah, Habib’i ﷺ Arafat’ta vukuftan sonra halka risaletle döndüğünde “Sonra yaklaştı ve iyice sarktı. Öyle ki iki yay aralığı kadar..” (Necm, 9) buyurmuştu.

Yine “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya, 107) buyurmuştur.

Allahu Teâlâ mârifet arefesinden maslahatı dünyaya dönmemizi talim etti. Halkın hukukuna ve Allah’ın büyük hatırına dönmeyi öğretti. Bu dönüşte, hazların hiçbirinden hali olunmaz. Halkın hukukuna riayet ve Allah’a ﷻ davet hususunda kişi için büyük tehlike vardır. Çünkü bunlar nefsin haz nevilerinden birinden hali değidir. Bu tehlikeyi kaldırmak ve haz (kendine pay ayırma) gailesini izale etmek için iki şarta bağladı:

1- Zikir vazifelerine devam. Bakara 198’de buyrulduğu gibi. Yani Allah’ın zikrinden ve sevgisinden başka bir şeyle mutmain olmayan kalp meş’ari’l haramına dönmek. Âyet-i kerimede “…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur” (Rad, 28)

وَاذْكُرُوهُ كَمَا هَدَاكُمْ Allah’ı zikredin ki kalbinizi hidâyet ettiği gibi nefsinizi hidâyet etsin. Nefiste dünya sevgisinin hatırı olmasın. Hazların yerine getirmeye meyl etmesin.

وَاِنْ كُنْتُمْ مِنْ قَبْلِهٖ لَمِنَ الضَّالّٖينَ Yani daha önce mârifet vakfesinde iken dünya talebi nefis huzuruyla dalâlete düşenlerden olmayın.

2- Halka muhalefet zaruretiyle ve hazzın bozulmasını izale için istiğfar. Nitekim Nebi ﷺ’e kemali mertebe ve celali kudreti için istiğfar emredilmişti. “Fetih ve Nusret geldiği zaman, insanların Allah’ın dinine fevc fevc girdiklerini gördüğün zaman, Rabbini hamd ile tesbih et ve istiğfar et.” (Nasr, 1-3) yani hazların bulanıklığını istiğfarla izale eder.

 

Belagat

• ثُمَّ harfi terahi içindir. Arafat’ta çok kısa bir müddet dahi olsa durmadıkça Hac sahih olmaz. Bu tertibe işaret için ثُمَّ gelmiştir.

• ‘اَفٖيضُوا / Akın edin’ fiili ‘فَاضَ / aktı’ fiilinden istiare-i tebaiye-i temsiliyedir. Vech-i şebenin hissi kısmının bedii bölümünden, hareketler üzere vaki olan bir benzetmedir.

Hacıların Arafat’tan dönmesi, suyun akışına benzetilmiştir. Coşkun, önü alınamayan bir akıştır. Artık hacılar faydalı olmak, etraflarını temizlemek, Kâbe’deki rahmet denizine kavuşmak için hızlıca dönmektedirler. Akan suyun kir tutmaması gibi, hacılar da Allah’ın rahmetiyle günahtan uzaktırlar. Her adımlarında affa mazhar olurlar.

Günahlarından arınan hacılar birer su damlasına benzetilmiştir. Hepsi birbiriyle aynıdır. Suyun oksijen ve hidrojenden birleşip rahmete dönüşmesi gibi, hacılar da Arafat’ta nefis hidrojenlerini Allah’ın af oksijeniyle birleştirip suya dönüşmüş, saflaşmışlardır. Berrak, arı-duru bir hayat kaynağına dönüşmüşlerdir.

Hacıların topluca bir arada bulunmaları akan bir pınara benzetilmiştir. Pınar barajda biriktirilerek enerjiye dönüştürülür. Hacılar da aldıkları manevi enerjiyle memleketlerine enerji götürür, akrabalarını, eş dostlarını canlandırırlar.

• Bu âyet-i kerime farklı davranan taassup sahibi Kureyşlilere, diğer insanlarla aynı yerde vakfe yapıp, aynı yerden dönmelerini, ayrıcalık yapmamalarını emretmektedir. Dal bid delalesiyle, birlik beraberliğe teşviktir. Nitekim Efendimiz ﷺ ‘İnsanlarla bir gibi olun’ buyurmuştur. Farklılık, ayrıcalık kibirdendir, taassuptur.

Delalet-i tazammuniyesiyle, birliğe dikkat çekmektedir. ‘Akın edin’ fiili, insanlarla bir olunca geri kalmamayı, hızı, gayret için bir olmanın önemini gösterir. Ayrıca zaman, mekan ve harekette birliği ifade eder.

Efendimiz ‘عَلَيْكُمْ بِسَوَادِ الْاَعْظَمِ / size düşen büyük cemaate uymaktır’ buyurmuştur.

• ‘İnsanların döndüğü yer’ izafeti, Arafat’ı kast etmiştir, sıfatlı kinayedir.

• اَفٖيضُوا fiili iki kere gelmiştir, reddü’l aciz ale’ssadridir. Reddü’l aciz, lafız ve manada birbirine benzeyen iki kelimenin bir cümlede yer almasıdır.

Bakara Sûresi 200. Ayet

فَاِذَا قَضَيْتُمْ مَنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَذِكْرِكُمْ اٰبَاءَكُمْ اَوْ اَشَدَّ ذِكْراًؕ فَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ

200- Hac ibadetlerinizi bitirince atalarınızı andığınız gibi Allah’ı anın, hatta daha çok anın. İnsanların bir kısmı ‘Ey Rabbimiz, bize nasibimizi dünyada ver!’ der; bunların ahiretten bir nasibi olmayacaktır.

 

Eski Araplar hac dönüşü babalarının ismini anarak övünürlerdi. Bu taassubu cahiliyenin, soyla övünmenin son bulması için Allah ﷻ uyarıyor. Tariz yollu nükte ile asıl kendi Zatının zikredilmesini emrediyor. Dua ederken dünyevi arzuları değil, ebedi, uhrevi olan ihtiyaçları arz etmek gerektiğini ve hangi cümlelerle ifade edeceğimizi bildirmiş.

Araplar hacclarını tamamlayınca teşrik günlerinden sonra Minâ Mescidi’yle dağı arasında dururlardı. Atalarının cömertlik, kahramanlık ve sıla-i rahim gibi faziletlerini sayıp döker, bu hususta şiirler okur, nesirler söylerlerdi. Böylece seleflerinin yaptıklarıyla şöhret ve üstünlük elde etmek isterlerdi. Allah ﷻ İslâm dinini lütfedince, onlara daha önce nasıl atalarını anıyorlarsa, aynı şekilde Rablerini anmalarını emretti.

‣ Araplar Minâ’da iken haccı bitirdiklerinde ‘Allah’ım, muhakkak ki benim babamın kazanı çok büyük, tenceresi geniş ve malı çok idi. Benim babam falan kimselerin kâküllerini kesmişti. (Yani onları mağlup etmişti) Ona verdiğin gibi, bana da ver’ diye dua ederlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu âyeti indirmiştir.

Peygamber ﷺ, Fetih Günü, Kusvâ isimli devesi üzerinde Kâbe’yi tavaf etti, elindeki değneği ile Hacerül Esved’i selâmladı, sonra Cenâb-ı Allah’a hamdü sena edip, ‘Ey insanlar, Allahu Teâlâ sizden câhiliyye taassubunu, tefrika ve zaafını gidermiştir.

Ey insanlar! İnsanlar ancak iki kısımdır: İyi müttaki ve Allah katında değerli olanlar; bir de günahkâr, şakî ve Allah katında değersiz olanlar’ dedi. Sonra, “Ey insanlar biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık” (Hucurat, 13) âyetini okuyarak, ‘İşte sözümü söylüyor; hem kendim hem de sizler için Allah’tan bağışlanma diliyorum’ buyurdu.
 

Hac ibadetlerinizi bitirince atalarınızı andığınız gibi Allah’ı anın…

قَضَيْتُمْ fiili, eğer bizzat insanın kendi işine bağlanırsa, manası o fiili tamamlamak ve bitirmek olur. Ama başka birisinin fiiline bağlanırsa, mecbur tutmak, lüzumlu, gerekli kılmak anlamına gelir.

فَاِذَا قَضَيْتُمْ مَنَاسِكَكُمْ âyeti haccın bütün yönlerden bitirilmesi anlamındadır. Veya ‘Allah’ı haccın menâsiki esnasında zikredin’ manasındadır. Buna göre bu zikir, Arafat’ta, Meş’ari’l Haram’da, tavafta ve sa’y sırasında emrolunan dualardır.

نُسُك nesike’nin cemisidir. مَنَاسِكَ, masdar olan, اَلْمَنْسِكُ kelimesinin çoğuludur. Bunlar aslında kesmek manasına gelen نَسَكَ’den gelir. Nüsk-nüsük Allah’a yaklaştıran her şey, taât, ibâdet manalarına gelir. Istılahta, haccla ilgili ibadetlerin her biri için bu kelimeler kullanılır. Bu ibâdet farz, vâcib, müstehab farketmez, hepsine menâsik veya nüsük denir. Buna göre ‘Siz haccda emrolunduğunuz ibâdetlerinizi tamamladığınız veya kurbanınızı kestiğiniz zaman....’ manasındadır.

Eğer bu kelime ‘ibâdet yapılan yer’ anlamında (ismi mekan) kabul edilirse, o zaman takdiri: ‘فَاِذَا قَضَيْتُمْ أَعْمَالَ مَنَاسِكَكُمْ / İbâdet yerlerinizin amellerini bitirdiğinizde...’ şeklinde olur. Buna göre burada, muzaf olan الأَعْمَالَ kelimesi hazfedilmiştir.
 

Allah’ı zikredin.

فَاذْكُرُوا اللّٰهَ  emrindeki ف harfi, menâsikin tamamlanmasının bu zikri gerekli kıldığına delâlet eder.

Bu zikir, kurban keserken yapılan zikir veya Kurban bayramı günü ile teşrik günlerinde namazlardan sonra getirilen tekbirlerdir.

Veya bu zikirden maksat; haccı îfa ettikten sonra, insanları önceden alıştıkları atalarıyla övünme zikrinden ve anılardan vazgeçirmektir. Allah ﷻ sanki şöyle demiştir: ‘Haccın vâciblerini yerine getirip tamamladığınız ve ihramdan çıktığınız zaman, atalarınızın hatıralarını değil, Allah’ı çok çok zikredin!..’

Haccı tamamlamak, dua ve istiğfara yönelmeyi gerektirir. Ailesinden, vatanından ayrılığa, mallarını infak edip, hacc yolunda meşakkatlara katlanan kimse, haccı bitirdikten sonra dua etmeli, tazarrûda bulunmalı, çokça istiğfar etmeli ve her şeyden ilgiyi kesip yalnız Allah’a dönmelidir. Namazı bitirdikten sonra çokça dua yapmak sünneti de, işte bundan dolayıdır.

Hacc ibâdetiyle meşgul olmaktan maksad, nefsi kırmak ve onun kötü etkilerini yok etmektir. Üzerinde Allah’ın celâl nuru tecelli etsin diye, ruh tabakası üzerindeki bâtıl nakışları gidermektir. Buna göre âyetin manası şöyledir: ‘Siz menâsikinizi tamamlayıp, beşeriyet izlerini izale ettiğiniz ve seyr-i sülük yolundaki engelleri temizlediğiniz zaman artık bundan sonra Allah’ı zikrederek, kalbinizi nurlandırmaya gayret edin.’

Önce ‘nefy’, sonra da ‘isbat’ söz konusudur. Önce, kalbde hakkın dışındaki kötü adetlerin izleri silinir, sonra kalb Melîk ve Cebbar olan Allah’ın zikriyle nurlandırılır.
 

Atalarınızı andığınız gibi

‘Atalarınızı anmada çok ileri gittiğiniz gibi, Allah’ı anmada da çok mübalağa ediniz; nasıl atalarınızı övmede bütün gayretinizi sarf ediyorsanız, bunun gibi Cenâb-ı Hakk’ı övmede, O’nun nimetlerini ve lütuflarını açıklamada da bütün gücünüzü ortaya koyunuz.

Bu, ataları övmekten daha uygun ve daha mâkûldur. Zira yalan yere atalar ile övünülüyorsa bu, dünyada alçaklığı; ahirette de cezayı gerektirir. Gerçekten var olan mefâhirleriyle övünülüyorsa, bu da kendini beğenmeyi, kibirlenmeyi ve gururu gerektirir. Bunlar, insanı (manen) helak eden başlıca şeylerdir.

‘Babalarınızı ve analarınızı andığınız gibi Allah’ı anın’ manasındadır. ‘Babalar’ lafzı ile iktifa edilmiş, ‘analar’ ise bu lafızda zımnen zikredilmiştir.

Çocuk ilk konuşmaya başladığı zaman ‘baba, baba’, ‘anne, anne’ der. Buna göre mana ‘Nasıl bebek, küçüklüğünde devamlı anne ve babasını zikrediyorsa, siz de aynı şekilde devamlı Allah’ı zikredin’ demektir.

‘Babalar’ kelimesi, devamlı anmadan kinayedir. ‘Nasıl insan babasının zikrini hiç unutmuyorsa, aynı şekilde Allah’ın zikrinden de gafil olmamalıdır.’

Çocuk, nasıl bütün ihtiyaçlarının giderilmesi için daima babasına başvurup, babasını saygı ile hatırlar ise, siz de aynı şekilde hep Allah’ı hatırlayın.

‘Araplar cahiliye çağında yeminlerinin çoğunu, babaları üzerine yaparlardı. ‘Babama ve babanıza, atama ve atanıza yemin ederim ki’ derlerdi. Allahu Teâlâ da: ‘Nasıl atalarınıza yemin ederek tazimle onları yüceltiyorsanız, aynı şekilde Allah’a da tazim edip yüceltin’ demiştir.

‘Nasıl atalarınızın ‘bir’ olduğunu söylüyorsanız, aynı şekilde Allah’ın da ‘bir’ olduğunu söyleyiniz.’ Çünkü bir Arap, eğer iki babaya nisbet edilse, bundan rahatsız olurdu. Halbuki bunun tam aksine, kalkıp kendilerine birçok ilâh edinmişlerdi. Bundan dolayı onlara, ‘Nasıl atalarınızın bir olduğunu söylüyorsanız, Allah’ın da bir olduğunu söyleyiniz. Hatta Allah’ın bir olduğunu daha fazla söylemek, öbürünü söylemekten evlâdır. Hakk Teâlâ’nın, ‘hatta daha çok anınız’ sözünden murad da budur.

Bu teşbihin anlamı, Allah’a isyan edildiğinde duyduğun kızgınlığın, ana-babana kötü söz söylendiğinde duyduğun öfkeden daha şiddetli olmasıdır.

‘Sizler, haclarınızı bitirdikten sonra, atalarınızı vasıta yaparak ve onlara verilenleri zikrederek bir şey isteme yerine Allah’tan, doğrudan doğruya talepte bulunun. Dualarınızda ‘Ey Allahım, benim babam, çanağı büyük, kubbesi yüksek, malı çok bir kimse idi. Sen, bana da ona verdiğin gibi mal ver.’ şeklinde dua etmeyin.

Araplar, atalarını, onları zikretmeleri sebebiyle dualarına Allah katında icabet edilsin diye anıyorlardı. Cenâb-ı Hakk da onlara, atalarının bu mertebede kimseler olmadığını bildirdi. Çünkü atalarının güzel amelleri, şirk ehli oldukları için kabul edilmemişti. Bunun yerine, istikbalde nimetlerin çoğalması için, Allah’ın nimet ve lütuflarını sayıp dökmeleri ve Allah’a çokça hamd-ü sena etmeleri emrolundu.

Hz. Peygamber ﷺ, müslümanların, ataları adına yemin etmelerini nehyetti ve, ‘Yemin edecek olan Allah’a yemin etsin, yoksa sussun’ buyurdu. Allahu Teâlâ dışındaki varlıklar, ancak Allah için ve Allah sayesinde var olunca, evlâ olan Allah’ı tazim etmektir.

Daha önce söylediğimiz gibi Araplar cahiliye döneminde Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz çarşılarında buluşurlardı. Bu çarşılar aynı zamanda şiir yarışmaları düzenlenen, ataların ve soy üstünlüğünün iftihar vesilesi yapıldığı yerlerdi. Çünkü o dönemde Araplar, kendilerini bu tür övünme ve böbürlenmelerden alıkoyacak değerli amaçlardan yoksundular. O zaman enerjilerini uğrunda harcayacakları bir misyonları yoktu. Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz şenliklerinde günlerini bu boş amaçlar uğrunda, böbürlenmeler ile atalarla övünme yarışlarında harcıyorlardı. Fakat İslâm onları yeniden dünyaya getirdikten sonra kafalarında yepyeni bir düşünce sistemi oluşturdu. Hacc görevlerini sona erdirdikten sonra atalarını anmaya değil kendilerini yüce Allah’ı anmaya çağırıyordu.

Yüce Allah’ın onlara ‘atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha ısrarlı bir dille Allah’ı anın’ diye buyurması, atalarını yüce Allah ile birlikte anabilecekleri anlamına gelmez. Tersine kınama niteliği taşır. Daha lâyık olana, daha öncelikliye yönelmeyi telkin eder. Bu âyet ilk müslümanlara diyor ki:

‘Sizler yalnızca Allah’ı anmanız caiz olduğu halde tutup atalarınızı anıyorsunuz. Bu alışkanlığınızı Allah’ı anma alışkanlığına dönüştürün. Hatta Allah’ı daha ısrarlı bir dille anın. Elbiselerinizden soyunarak O’na doğru yola çıktığınıza göre soy ilişkilerinden de sıyrılın.’

Allah’ı anmak, kulları gerçek anlamda yükselten tek faktördür. Atalarla övünmek insanlara hiçbir şey kazandırmaz, onları yükseğe çıkarmaz. İnsani değerlerin ölçüsü artık takvadır; Allah ile ilişki kurma, O’nu anma ve O’ndan çekinmedir.
 

Hatta daha kuvvetle Allah’ı anınız.

أَشَدَّ kelimesinin âmili, كَذِكْرِكُمْ ’deki ‘kef’ harfi ceri ise kelime mahallen mecrurdur. Amili اذْكُرُوا fiili ise mahallen mensubtur.

Takdiri şöyledir; ‘Atalarınızı andığınız gibi Allah’ı anınız. Ve O’nu, atalarınızdan daha şiddetli (kuvvetli) bir anışla anınız.’ Çünkü atalarının övünç vesilesi olan şeyler azdır. Allahu Teâlâ’nın kemâl sıfatları ise sonsuzdur.

Bu gibi yerlerde اَوْ kelimesi mecazi manada kullanılır. Mesela birisi birisine, ‘Şu işi bir aya kadar veya daha çabuk yap’ der. Adamın bu ‘veya’ sözünden maksadı bir şüphe ifade etmek değildir. Aksine o, bu ifadeyle, birincisinden geçip, daha kısa bir zaman olan ikincisini istediğini göstermiştir.

Resûlullah ﷺ ve ashabı (r.a) Mekke’ye, Yesrib hummasından bitkin düşmüş bir halde geldiler. Müşrikler şehirde dedikodu yaparak ‘Yarın buraya humma hastalığından dermanı kesilmiş ve ondan çok ızdırab çekmiş bir kavim gelecek’ dediler ve Müslümanların seyrine bakmak için Hicr’in arkasına oturdular. Onların hainliğinden haberdar olan Resûlullah ﷺ, celâdetlerini müşriklere göstermeleri için, Müslümanlara tavafın ilk üç şavtında remel yapmalarını, iki köşe arasında da adi yürüyüşle yürümelerini emretti.

Bu hali gören müşrikler: ‘Bunlar mı hummanın bitkin düşürdüğünü zannettiğiniz insanlar, bunlar falan ve falandan daha sağlammış!’ dediler.

İbni Abbâs (r.a) der ki: ‘Resûlullah’ı ﷺ ashabına bütün şavtlarda remel yapmalarını emretmekten alıkoyan şey onlara duyduğu merhametti.’
 

Zikrin sağlığa etkisi

1994 yılında yapılan bir araştırmada belli sözcüklerin tekrarı ile beyin kapasitelerinde artış meydana geldiği tespit edildi. Yapılan çalışmada belirli sözcüklerin tekrarı ile beyinde, dokulara giden oksijen oranında artış olduğu gözlendi.

Sözcük tekrarının belleği nasıl güçlendirdiği şöyle açıklandı:

Zikir çekmeye başladıktan kısa süre sonra kişinin anlayış kapasitesi artar. Beyindeki nöronlar çekilen zikrin anlamı doğrultusunda programlandığı için, doğal olarak o anlamı hem kendi varlığında ve hem de dış âlemde algılamaya ve değerlendirmeye başlar. Anlayış kapasitesinin artması da zaten budur.
 

    İman coşmaya başlar, nefis atı yavaşlar

    Biter cenkler savaşlar, Allah’ı zikredince.

    Gider keder, gider gam, eksikler olur tamam

    Melekler verir selâm, Allah’ı zikredince. N. Bursalı

‘Ey Rabbimiz, bize nasibimizi dünyada ver!’ derler

Araplar Hacca gidip vakfe yerinde durunca ‘Yâ Rabbi, bu yılı bol yağmur yılı, bereketli ürün yılı ve hayırlı evlâd yılı yap’ diye dua ederler, dualarında ahiretle ilgili hiçbir şeyi anmazlardı. Abdullah b. Abbas’ın (r.a) belirttiğine göre bu âyet, o grup hakkında inmiştir.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

فَاِذَا قَضَيْتُمْ مَنَاسِكَكُمْ kavlinden وَاللهُّ سَرِيعُ الْحِسَابِ kavline kadar kemal ehlinin hallere riayetinden şu şekilde haber verdi: 
Baliğ ricalin ehli kemalin vasıl olduğu mahalle ulaşıp ibadetinizi tamamladığınız zaman Allah’ın mekrinden emin olmayın. Allah’ı zikir vazifesini ihmal etmeyin. Babanızı zikreder gibi zikredin.

Bebeklik zamanınızda ihtiyacınız için babanızı andığınız gibi anın. Acz, fakr, inkisar ile resûliyet halinizde babalarınızı ihtiyaç zamanında hatırlıyorsunuz. Muhabbetle iftihar edip, izhar ediyorsunuz. Allah’ı da iftikar ve iftiharla anın. Zira çocuğun babasından müstağni olması mümkün değildir. Baba olunca da babasından başkasıyla iftihar etmez. Oysa Allah’ın kullarına Allah’tan başka dost ve koruyucu yoktur. Bunun için Nebi ﷺ kemali büluğuyla beraber Allah’a iftikar ile şöyle derdi: ‘Allahım! Çocuğun korkup sığınması gibi Sana sığınırım’.

Ve yine; ‘Ben Âdemoğlunun efendisiyim ama övünmek yok. Benim fakrim fahrimdir’ buyurdu.

 

Belagat

• Cenâb-ı Hakk’a olan ihtiyacımız, babalara, atalara olan ihtiyacı-mızdan daha fazla olduğu halde ‘Atalarınızı andığınız gibi’ buyruğu teşbih-i maklubtur. Burada müşebbeh olan ‘Allah’ı anmak’ müşebbehi bih olan ‘Ataları anmak’tan çok daha elzem olduğu halde tersi söylenerek mübalağa ifade etmiştir.

• Bu ifade aynı zamanda hezildir. Sanki babaları çok kıymetli, zikre değer kişilermiş gibi, Allah’a ﷻ tercih etmelerini kınamak için söylenmiştir.

• ‘Babanızı anar gibi’ cümlesi ince bir tarizle ‘Siz de öleceksiniz’ manasına gelir. Yani ölmüş babalarınızı andığınız gibi, bir gün siz de ölüp gideceksiniz. Taassuba gerek yok, ömrünüzü bu inatla geçirmeyin.

• Zikrullahın, lebbeyklerin, tehlil ve tesbihlerin çokça yapıldığı Arafat’tan dönünce Allah’ı unutup da dünyaya dalmayın. Allah’ı daima gündemde tutun, O’nun emirlerini yerine getirin, O’nu düşünün, demektir. (Dal bil iktiza)

• ‘Hatta daha şiddetli zikredin’ ifadesinde ismi tafdil temyizle açıklanarak tetmim ile itnab yapılmıştır.

Bakara Sûresi 201. Ayet

وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

201- Kimi de: ‘Ey Rabbimiz bize dünyada da iyilik, ahirette de iyilik ver. Ve bizi cehennem azabından koru!’ der.


Dünyada da, ahirette de neyin güzel olduğunu ancak Allah ﷻ bilir. Dualarımızı O’na havale eder, O’na güvenirsek işimiz rast gider. Bu öğretilen dua Rükn-ü Yemani’de yetmiş veya yetmiş bin meleğin mü’minlere yaptığı, orada tavaf eden mü’minlerin yaptığı ve meleklerin amin dediği kutlu dua.

Nefsi köreltmek ve onun karanlıklarını yok etmek için önce ibadet yapılması gerekir. İbadetten sonra, kalbin nurlanması ve Allah’ın celâl nurunun tecelli etmesi için, zikirle meşgul olmak gerekir. Zikirden sonra ise, kişi dua ile meşgul olur. Çünkü dua ancak, öncesinde zikir olduğu zaman kemâle erer.

Dua edenler üç kısımdır:

˗ Sadece dünyayı isteyenler.

˗ Hem dünyayı, hem ahireti isteyenler.

˗ Sadece ahireti isteyenler. Fakat âlimler, bu duanın meşru olmadığı görüşündedir Çünkü insan, muhtaç ve zayıf olarak yaratılmıştır. Tek başına dünyanın elemlerine, âhiretin meşakkatlerine katlanamaz. Onun için en uygunu, dünya ve âhiretin bütün şerlerinden Rabbine sığınmaktır. Âyette, ilk iki kısım zikredilip, üçüncü kısımdan bahsedilmeyerek, bu hususa bir işaret yapılmıştır.

Efendimiz ﷺ hastalık kendisini iyice yiyip bitirmiş bir kimseyi ziyaret etti. Ona, ‘Bundan önce nasıl dua ediyordun?’ diye sordu. O da, ‘Allah’ım, bana ahirette vereceğin cezayı dünyada iken hemen ver’ diye dua ediyordum’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ﷺ şöyle buyurdu: ‘Sübhânallah! Sen, bu hastalığa katlanamazsın. Şöyle dua etseydin ya:

‘Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem ateşinin azabından koru.’ Adama dua etti, o da hemen şifâ buldu.

Cenâb-ı Hakk, insan bedenindeki tek bir damara veya tek bir saç telinin köküne acı musallat etse, insan ne yapacağını şaşırır, bu acıdan dolayı Allah’a itaat ve zikirden mahrum olur.

Sadece dünyada hasene isteyenler;

‣ Kâfirlerdir. Müşrikler vakfe yaptıkları zaman, ‘Allah’ım, bize rızık olarak develer, sığırlar, koyunlar, köleler ve cariyeler ver. Bize yağmur yağdır ve düşmanımıza karşı bize yardım et’ diyorlar, fakat tevbe etmiyor, mağfiret talebinde bulunmuyorlardı. Çünkü ölümden sonra dirilişi ve âhiret hayatını inkâr ediyorlardı.

Cenâb-ı Hakk, bu kişinin, ahirette bir payı olmadığını, nimetin ve sevabının bulunmayacağını bildirmiştir.

Cehennemlikler, yenecek içecek şeyleri isteyerek, ‘Ey cennet ehli, bize su verin, ya da bize Allah’ın size dünyada iken rızık olarak verdiği şeylerden yollayın’ diye yardım isterler. Fakat şehvetleri onlara galebe ettiği için, onlar hem dünyada, hem de ahirette rezil ve rüsvay olmuşlardır.

‣ Bunlar mü’minlerdir. En yüce ve en şerefli bir makam olan dua makamında, ahiretteki ebedî nimetleri istemekten yüz çevirerek, dünyanın geçici metâını istedikleri için, bu duaları günah sayılmıştır. Böyle yapan, her ne kadar müslüman da olsa, ‘Onun ahirette hiçbir nasibi yoktur’ tehdidine muhataptır.

Saadetin üç mertebesi vardır: Ruhanî saadet: Nazarî kuvveti ilimle, amelî kuvveti üstün ahlâk ile tamamlamaktır. Bedenî saadet: Sıhhat ve güzelliktir. Haricî saadet: Mal ve makamdır.

‘Yâ Rabbena, bize dünyada ver..’ duası, bütün bunları içine alır. Çünkü ilim ile dünyada süslenmek ve akranlarının üstüne çıkmak murad edilir ise, bu dünyevi bir saadet olur. Üstün ahlâk ile, reis olmak ve dünyevî menfaatları toplamak murad edilir ise, bu da dünyevî bir saadet olur. Öldükten sonra dirilmeye ve ahirete inanmayan her insan, ne ruhanî ne de cismânî hiçbir fazilet istemez. Bunları sadece dünyevî menfaat için ister.
 

Onun için ahirette bir nasip yoktur.

Allahu Teâlâ bu âyette, o kimsenin duasına icabet edip-etmeyeceğinden bahsetmemiştir. Çünkü bu gibi insanlar icabete lâyık değildir. İnsanın duasının kabul edilmesi, övgüye değer bir durumdur. Bu ise ancak Allah’ın velî kulları ve keramet ehli için söz konusudur.

Fakat bu kimsenin, duasına icabet edilmese de, sağ olduğu müddetçe, Allahu Teâlâ, “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki onun rızkı Allah’ın üzerine olmasın” (Hud, 6) buyurduğu üzere, ona rızkını verir.

Veya bu insanların duaları bazen kabul edilir. Fakat bu kabul ediliş ilâhî bir mekr ve istidrâc (daha çok azması için fırsat vermek) içindir.
 

Bazı insanlar da ‘Yâ Rabbena, bize, hem bu dünyada iyilik ver, hem ahirette iyilik ver ve bizi (cehennem) azabından koru’ der.

Dünyevi hasene, sıhhat, emniyet, yeterli rızık, sâlih evlâd, sâliha eş ve düşmanlara karşı galibiyettir. Allahu Teâlâ, rızık ve benzeri şeylerdeki bolluğu da, ‘hasene’ diye isimlendirmiştir.

Uhrevî hasene, sevab elde etmek ve azab-ı İlâhi’den kurtulmaktır.

Dünyadaki ‘hasene’den murad, Allah’a iman ve ibadettir. Ahiretteki ‘hasene’den murad ise, devamlı lezzet ve tazim; Allah’ın zikriyle, Allah’a ünsiyet, muhabbet ve O’nu görme ile olan nimetlenmedir.

Bir adam şöyle dua etmişti: ‘Yâ Rabbena, bize hem bu dünyada iyilik ver, hem ahirette iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru.’ Bunun üzerine Hz. Peygamber ﷺ ‘Bu adamın Allah’dan dünyevî bir şey istediğini sanmıyorum’ dedi. Bazı Sahabeler, ‘Fakat, ya Resûlallah, o, ‘Bize hem bu dünyada iyilik ver’ dedi?’ dediler.

Peygamber ﷺ de, ‘O, ‘Ey Rabbimiz, bize bu dünyada sâlih amel ver’ diyor’ buyurdu. Bu, Allahın, “Onlar, ‘Rabbimiz, bize zevcelerimizden ve soyumuzdan göz aydınlığı (olacak kimseler) ihsan et’ derler” (Furkan, 74) âyeti ile tekid edilmiştir. Âyetteki ‘göz aydınlığı’, onların çoluk çocuklarını itaatkâr, mü’min ve kullukta devamlı görmeleridir.

Dünyevî ve uhrevî hasene, her iki dünyada da afiyettir. Hasan Basrî; ‘Dünyadaki hasene, Allah’ın kitabını anlamak; ahiretteki hasene cennettir’ demiştir.

حَسَنةًَ kelimesinin nekre geliş sebebi: Dua eden kimse, ‘Yâ Rabbena, bana şunu ve bunu ver’ dememeli, aksine, ‘Allah’ım şu ve şu, benim menfaatime, senin kaza ve kaderine uygun ise onu bana nasib et’ demelidir. İnsan, ‘Yâ Rabbi, bana dünyada ve âhirette şu iyiliği ver’ derse, bu kesinlik ifade eder.

Fakat nekre olarak حَسَنةًَ derse, bundan murad, tek bir iyilik olur. Bu da Allah’ın kaza, kader, rızâ, hüküm ve hikmetine uygun düşen bir hasene olur. Bu şekilde dua, edebe riayete ve yakîn esaslarına daha uygundur.
 

Nasıl dua edelim?

Yalvararak ve gizlice Rabbinize dua ediniz. (Araf, 55)

Biriniz Rabbinden bütün ihtiyaçlarını istesin hatta ayakkabısının kopan kayışını bile istesin. Hadîs-i Şerîf

Allah’a ﷻ kabul edileceğini kesinkes bilerek dua edin. Çünkü Allah gafil kalbin duasını kabul etmez. Hadîs-i Şerîf

Resûlullah ﷺ duayı üç kere yapmaktan, istiğfarı üç kere yapmaktan hoşlanırdı.

Allah Resûlü ﷺ salâtü selâm getirmeden dua eden bir adam hakkında şöyle buyurdu: ‘Bu adam acele etti.’ Sonra onu çağırtıp şöyle dedi: ‘Biriniz namaz kıldığında, Allaha hamdü sena ile başlasın, sonra peygambere salât ve selâm eylesin, ondan sonra istediği duayı yapsın.’ Cenâb-ı Hakk, duada fazla ısrar edenleri sever. Hadîs-i Şerîf

Kulun, Rabbine en yakın olduğu hâl, secde hâlidir. Onun için secdede duayı çoğaltın! Hadîs-i Şerîf

Allah, kişinin derecesini öyle bir yükseltir ki, sonunda o ‘Bu derece bana nasıl verildi?’ diye sorar. Bunun üzerine Allah şöyle buyurur: Çocuğunun senin için yaptığı dua ile bu dereceye ulaştın. Hadîs-i Şerîf

Denildi ki: ‘Ey Allahın Resûlü! Hangi dua daha fazla kabule şâyandır?’

Şöyle buyurdu: ‘Gecenin son kısmının ortasında ve her farz namazın arkasında yapılan dua.’ Hadîs-i Şerîf
 

Bir gün Hace Abdülhalık Gücdüvani (ks)’nin huzuruna uzaktan bir yolcu geldi ve:

‘Hace Hazretleri, bana imanla ahirete gitmem için dua buyurunuz. Şeytanın tuzaklarından selametle kurtulayım’ dedi. Hace Hazretleri:

‘Allah ﷻ farz namazları edadan sonra yapılan duayı kabul edeceğini vaad etti. Sen farz namazlardan sonra bize dua et, biz de farz namazlardan sonra sana dua edelim. Böyle olursa bizim ve sizin hakkınızdaki duanın kabul olunduğunun eseri zahir olur. Muvaffakiyet ancak Allah’tandır’ buyurdu.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً Dünya hasenesi; afiyet, sıhhat, zenginlik, emniyet, feragat, taât, taâte istek, çalışıp nefsini sarf etme, vermek, karşılıklı görüşme (vecahet), kabul, emirleri yerine getirme, ubudiyette geçen uzun ömür, evlad, arkadaş, irşad, ahlâk... gibi zahiri nimetlerdir.

Ahiret hasenesi; keşif, müşahede, vuslattaki kurbet çeşitleri, cezbe ukubatını aşmakla makamları geçmek, kemalin husulüyle hallerde temekkün etmek, bekanın fenasında fenanın bekası ve bekanın fenasında fenanın fenası gibi batıni nimetlerdir.

وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ Yani bizi kesilme ateşinden ve ayrılık yangınından koru.

 

Belagat

• رَبَّنَا اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا âyetinde, اٰتِنَا fiilinin mefulü, malum olduğu için hazfedilmiştir.

• Kur’ân’da iki yer hariç bütün ‘Rabbenâ’ dualarında ‘Ya’ nida edatı hazfolmuştur. Bu da yakınlık ifade eder.

• 200 ve 201. âyetlerde tevşi sanatı vardır. Bir şey iki şey ile açıklanmıştır. Bir kısmı ‘Dünyada ver’ bir kısmı da ‘Ahirette ver’ derler’ buyrularak iki insan grubu söylenmiştir.

• Âyette geçen ‘Hasene’ kelimesi lafzı mücmeldir. Cenâb-ı Hakk istenecek şeyin mahiyetini değil vasfını söyleyerek dualarımızda müşahhas, somut bir şeyin üzerinde ısrar etmemizin aleyhimize olabileceğini remz etmiştir. Her şeyde olduğu gibi dua konusunda da Allah’a ﷻ tevekkül etmemiz gerektiğini anlıyoruz.

• Âyet-i kerimede, cem’in son kısmı olan taksim’in bölümlerinden ‘Bir şeyin kısımlarının tamamını zikretme’ kuralı vardır. Çünkü bu mü’minler hem dünyada hem ahirette hasene istemektedir.

• ‘Bizi cehennem azabından koru’ buyruğu cem mea taksimi tamamlamaktadır. Çünkü dünyada iyilik, cehennem azabından koruyan amellere muvaffakiyet, ahirette iyilik de bu azabtan korunup cennete gitmektir.

• ‘Ateş azabı’ tağlibtir. Çünkü cehennemde ateşten başka azaplar da vardır.

Bakara Sûresi 202. Ayet

اُولٰٓئِكَ لَهُمْ نَصٖيبٌ مِمَّا كَسَبُواؕ وَاللّٰهُ سَرٖيعُ الْحِسَابِ

202- İşte bunları kazandıklarının mükâfatı beklemektedir; Allah hesabı çok çabuk görendir.

 

Hac, Arafat, Müzdelife, Allah’ı ﷻ, zikir, dua ve bu manada kazancı olanlara nasipleri eksiltmeden, bekletmeden, seriul hisap olan Allah ﷻ tarafından verilecektir.

Kul, rızâ-i ilâhi için yaptığı hayırlı işlerden asla zarar etmez. Hem dünyada, hem ahirette ödülünü kat kat alır.

‘اُولٰٓئِكَ / İşte onlar’, sadece dünya ve ahireti isteyen ikinci gruba işarettir.

Veya her iki gruba da râcidir. Yani, ‘Bunlardan her biri için, niyeti nisbetinde, yaptığı amelden bir pay vardır’ demektir. Kim öldükten sonra dirilmeyi inkâr eder de, sırf dünyevi menfaati için haccederse, bu küfür ve bir şirktir. Allah bu fiili cezalandırır.

Veya bundan murad, ‘Kim dünya için çalışır çabalarsa, çalışmasının karşılığı dünyada ona verilir’ şeklinde olur.

لَهُمْ نَصٖيبٌ مِمَّا كَسَبُوا tahkiri ve azlığı ifade eder. ‘Onların kesb ve amelleri sebebiyle, onlara hem dünyevi hem uhrevî paylar vardır’ manasındadır. مِنْ harfi ceri, teb’iz (bazısı) manasına değil, ibtidâ-i gaye (başlangıç) manasınadır. Amellerin mükâfatı, hakedişe göre değil, Allah’ın vaadine göredir.

Kesb: İnsanın ameli karşılığında elde ettiği şeydir. Bu şey ya bir menfaati celbettiği, ya da bir zararı def ettiği için insanın kesbi ve müktesebi olur.

Bu, Allah’ın ﷻ mübarek mekanlarda dua eden Müslümanların duasına icabet edeceğine vaadidir. Ancak bu icabet, dualarının Allah’ın ﷻ razı olmadığı, fesada iten bir şey olmama kaydıyladır. Bu sebeple نَصٖيبٌ azı ve çoğu ifade etmesi için nekre olarak gelmiştir. Çoğunluğa icabet hasıl olduğunda bu daha kuvvetli ve daha güzeldir. ‘kesbettiler’ ‘talep ettiler’ manasındadır. Çünkü kesb, rağbet edilen şeyi talep etmektir.

Allah hesabı çok çabuk görendir.

Bu cümle O’nun hesaba çekmesinin kesinlikle vuku bulacağını ifade eder. سَرِيعُ kelimesi ‘sürat’ masdarından ismi fâildir.

الْحِسَابِ kelimesi ‘muhasebe’ gibi masdardır. Addetmek, öyle saymak manasındadır. الْحِسَابِ Arapların, ‘Bu sana yeter’ manasında söyledikleri,  حَسْبُكَ كَذَا ifadesinden alınmıştır. İnsanlar arasındaki alışverişteki hesab da böyle isimlendirilmiştir. Çünkü bu hesab ile, yeterli miktar ve o miktardan fazlalık ve noksanlığın olmadığı anlaşılır. Sonra hesap, saymak manasından karşılık veya hüküm verilen şeylerin sayılmasına ıtlak olmuştur. Daha sonraları da hakka vefa göstermek, ‘hesap’ fiiliyle adlandırılmıştır. ‘حَسَبَهُ’ ona karşılık verdi veya ona hakkını ödedi, demektir. Kıyamet gününün hesap günü olarak isimlendirilmesi bundandır.

Allah’ın hesaba çekmesi:

‣ Her mükellefin kalbinde, amellerinin sevab ve cezalarının ne kadar olduğunu bilebilecekleri zarurî (kesin) bir bilgi yaratması,

‣ Her mükellefe hak ettiği mükâfatı ulaştırması,

‣ Her mükellefin kulağında ilâhî kadîm kelâmı duyabilecek bir gücü yaratması,

‣ Kullarının duasını çabuk kabul edip icabette bulunması,

‣ Hesab, insanın lehine ve aleyhine olan şeyi bilmesine vesiledir. Allah’ın bu bildirmesine ‘hisâb’ demek, sebebin ismini, müsebbebe (neticeye) vermektir.

‘Mahlûkat için herhangi bir hesab yoktur. Aksine onlar Allah’ın huzurunda dururlar ve içinde günahları yazılı olan kitapları (amel defterleri) sağ taraflarından verilir. Onlara, ‘Bunlar, sizin günahlarınız. Fakat ben bunları affettim’ denir. Sonra onlara iyiliklerinin yazılı olduğu kitaplar verilir ve, ‘Bunlar sizin iyiliklerinizdir, Ben onların sevabını size kat kat verdim’ denilir.’ İbn Abbâs

‣ Ahiretteki hesaplaşma, cezalandırmadan ibarettir. Hesab, alıp-verme sebebidir. Sebebin ismi müsebbebe verilmiştir. Bundan dolayı ‘cezalandırma’ yerine ‘hesâb’ lafzı kullanılmıştır.

‣ Allahu Teâlâ, kulları ile, amellerinin durumu ve kendilerine nasıl bir sevab ve ceza olduğu hususunda konuşabilir. Mahlûkâtını hesaba çekmesinden murad bu konuşmadır.

Allahu Teâlâ’dan, aynı vakitte dünyevî ve uhrevi, farklı farklı birçok şeyler isteyen olur. O da, bunları birbirine karıştırmadan herkese istediğini verir. Eğer bu iş, mahlûkâttan birisinin elinde olsaydı, bunların hesabı uzar ve birbirine girerdi.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

وَاللّٰهُ سَرٖيعُ الْحِسَابِ Her iki fırkanın da istediklerini anında verir. Yani onların niyetlerinin güzelliğine, iç âlemlerinin durumuna göre ve himmetleri ölçüsünce isteklerini kendilerine verir.

 

Belagat

• İsm-i işaret ile yukarıdaki âyetlerde taksim edilen, tamim edilmiştir. (Cem mea taksim ve tamim)

Müsnedin ileyhin ism-i işaret ile gelmesi, medih, tazim, gayrıyı tahkir ve kendisinden önceki vasıfları takip edenlerin bu habere layıkıyetini bildirmek içindir.

Müsnedin fiil oluşu hükmü takviye eder, tekit bildirir.

İsim cümlesinin sübutu, haberin de muzari fiil olmasından, kulun bu güzel vasıflarda devamlı ve sabit olması kast edilir. Ümit için fiiliyat gereklidir. Çünkü gerçek ümit ancak istenenlerin yapılmasından sonradır.

Lazım; Allah’ın ﷻ rahmetini umarlar. Melzum; rahmetin gerekliliği olan af, Rıdvan ve cenneti ummalarıdır.

Bu cümle dal bil işaresiyle, kulun kendi yaptığıyla, ameliyle değil ancak Allah’ın ﷻ rahmetiyle mükâfata ereceğine delalet eder.

• Allah’ın rahmeti, halliyet-mahalliyet alakasıyla rahmetin mahalli olan cennete işarettir. ‘Rahmet’ masdar olduğu için rahmetin kapsamına giren her güzelliğe işarettir.

• سَرِيعُ الْحِسَابِ Allah’ın ﷻ hesabının çabuk olması, bütün insanları aynı anda sorgulayacak kudretinin azametini gösterir.

Bu ayrıca vasıtalı kinaye ve kevn-i lahıktır. Yani öleceksiniz, kabre konacaksınız, mahşerde diriltilip, hesaba çekileceksiniz.

• Hesabın çabuk olması, günümüzdeki çabuk yapılan hesaplamalara, alış verişte kullanılan barkod sistemlerine de işarettir.

حَسَبَ fiilinin hakka vefa anlamından tevriye düşünürsek, hiçbir amelin, güzel hareketin boşa çıkmayacağını, karşılıksız kalmayacağını anlarız. İdmaç yoluyla da hesaba çeken Zat-ı kerimin gücünü, kudretini, ilmini, adlini, rahmetini, kullarına olan şefkatini hatırlatmaktadır. Kendisi bildiği halde ikna etmek için onları hesaba çekmesi, hükümlerini temyiz etmesi, şanının yüceliğine delalet eder.

Bakara Sûresi 203. Ayet

وَاذْكُرُوا اللّٰهَ فٖٓي اَيَّامٍ مَعْدُودَاتٍؕ فَمَنْ تَعَجَّلَ فٖي يَوْمَيْنِ فَلَا اِثْمَ عَلَيْهِۚ وَمَنْ تَاَخَّرَ فَلَا اِثْمَ عَلَيْهِۙ لِمَنِ اتَّقٰىؕ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُوا اَنَّكُمْ اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ

203- Allah’ı sayılı günlerde zikredin, tekbir getirin. Kim iki günde (Mina’dan Mekke’ye gelmekte) acele ederse, ona bir günah yoktur. Geri kalana da bir günah yoktur. Bu, kendini fenalıklardan koruyanlar içindir. Allah’tan korkun ve bilin ki, O’na varıp huzurunda toplanacaksınız.

 

Ömür gibi, haram aylar gibi, Harem sınırında geçen günler gibi, tekbir getirilen bayram günleri de sayılıdır. Allah ﷻ korkusu taşıyan her mü’min bu minval üzere hareket eder. Siz de takva üzere olun ve vakit bitip O’na irtihal edeceğinizi, yeryüzünde iddetini dolduranların kıyamet sabahına kadar orada toplanıp bekleyeceğini, sur üfürülünce de kabirlerden kalkıp hesap yerinde cem olacağınızı unutmayın. O büyük gün için daima hazırlıklı olun. Hesaplı yaşayın, huzurla göçün.

Cenâb-ı Hakk, Meş’ari’l Harama dâir hususları zikretmiş, şeytan taşlama işini zikretmemiştir. Çünkü bu iş, Araplar arasında yaygındı, bunu inkâr etmiyorlardı. Ancak Allahu Teâlâ, şeytan taşlamada bulunan ‘zikrullâh’ı zikretti, çünkü onlar bunu yapmıyorlardı.

Bu günlerde Allah’ı zikretmeyi emretmek, şeytan taşlamanın delilidir. Çünkü, şeytan taşlamanın sünnetlerinden biri, her taşı atarken tekbir getirmektir.

Şeytan taşlama vâciptir. Resûlullah ﷺ Mina’ya gelince Cemre-i Akabe’ye taş atıncaya kadar hiçbir işle meşgul olmazdı.

‘اَيَّامٍ مَعْدُودَاتٍ / sayılı günlerden’ maksat, teşrik günleri demek olan, kurban bayramı gününden sonraki üç gündür. İmamı Şafii

Hz. Peygamber ﷺ, bir münadiye emretti, o da, ‘Hacc, Arafat’tır. Her kim cem’ gecesi fecrin doğmasından önce gelirse o kimse hacca yetişmiş demektir. Minâ günleri üçtür; kim iki günde acele ederse, o kimseye günah yoktur. Kim gecikirse, ona da günah yoktur’ şeklinde nida etti.

Namazlardan sonra getirilecek tekbirler, Kurban bayramına tahsis edilmiştir. Ancak bu tekbirlerin zamanlarında ihtilâf edilmiştir. Cumhura göre; bu tekbirler, arefe gününün sabah namazında başlar, teşrik günlerinin en son günü olan Kurban bayramının dördüncü günü ikindi namazının bitiminde sona erer.

Bu günlere ‘sayılı günler’ denmesi az olmalarındandır.
 

Zikrullah

Burada zikrullah’tan kasıt kanunu ilâhiye ayak uydurmak ve Allah’ı gündemde tutacak söz, iş ve amellerle meşgul olmaktır.

Zikir sadece dille yapılan tesbihattan ibaret değildir. Bütün azaların günahtan sakınması, sevap işlemesi, tebliğ, ilim, sohbet, ders mütalaaları ve rızâ-i ilâhiyi kazanmak için olan her şey zikirdir.

Zikirden gaye gafleti kovup yok etmektir, sadece kelimeleri tekrardan ibaret değildir. Allah’ın emirlerini yerine getirmenin her çeşidi zikirdir. Şartlarına riayetle yapılan alış-veriş, İslâm’a uygun yapılan bir evlenme, boşanma da zikirdir. Çünkü kişi bunları emreden ve yasaklayan Cenâb-ı Hakk’ı düşünür, gaflet söz konusu olmaz. İ. Rabbâni

          ✽     ✽     ✽

İmam-ı Begavi, Ka’bü’l Ahbar'dan şöyle nakletmiştir: Bazı kuşlar öterken şöyle zikrederler:

Tavus kuşu: Cezalandırdığın gibi cezalandırılırsın.

Hüdhüd: Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.

Kaya kuşu: Her canlı ölecek, her yeni eskiyip çürüyecektir.

Kırlangıç: Ne yaparsanız, onu bulursunuz.

Güvercin: Yeri göğü mahlûkatla dolduran Rabbimi, noksan sıfatlardan tenzih ederim.

Kumru: Sübhâne Rabbiyyel-a’lâ.

Karga: Allahu Teâlâ her şeyi helak edecektir.

Papağan: Düşüncesi dünya olan kimseye yazıklar olsun! Doğan: Sübhâne Rabbî ve bihamdihî. Rûhu'l Beyan

          ✽     ✽     ✽
 

Kim de geri kalırsa, ona da günah yoktur.

Allahu Teâlâ, ruhsat olmak üzere acele gitmeye müsaade edince, insanın aklına bu ruhsattan istifade etmeyenlerin günah işlemiş olacağı gelebilir. Allahu Teâlâ bu şüpheyi izale edip ve her iki hareket tarzında da bir günah olmadığını açıklamıştır. İsteyen acele eder ve ruhsata göre hareket eder, isteyen de acele etmez ve ruhsata göre hareket etmez.

İkisinde de kişiye günah yoktur.

Hacılardan kimi acele ediyor, kimi de acele etmeyip gecikiyordu.

Sonra da bu iki grup, birbirlerinin yaptığını kınıyordu. Gecikenler, acele edenlerin haccın örfüne uymadığını; acele edenler de gecikenlerin haccın örfüne ters düştüğünü zannediyorlardı. Bunun üzerine Allahu Teâlâ bu iki kısmın hiçbirinde bir kusur bulunmadığını açıkladı. Sanki şöyle denilmiştir: Mina’da kalınması gereken müddet üç gündür. Kim bu üç günden noksan yapar, ikinci günde acele ederse, ona bir günah terettüp etmez. Kim de bu üç güne ilavede bulunur, dördüncü güne kalır da diğer insanlarla gitmezse, ona da herhangi bir günah terettüp etmez.

Bu söz, haccın günahları yok edip örten bir vesile olduğunu mübalağa ile ifade eder. Meselâ, insan bir panzehir aldığı zaman doktor ona, ‘Şu anda bir zehir alsan sana zarar vermez; almasan da bir zarar vermez’ der. Doktorun maksadı, panzehirin mükemmel bir ilaç olduğunu beyandır; yoksa insanın zehir alıp almamasının aynı şey olduğunu beyan değildir. Burada da ‘Acele edene de, geri kalana da günah yoktur’ sözü, haccın bütün günahlar için keffâret olduğu hususunda mübalâğa ifade eder.

Harem-i Şerifin civarında yerleşik kalmak mekruhtur. Çünkü insan Beyt’e komşu olduğunda, gözünde kıymeti azalır. Ama, taşrada olduğu zaman Harem’e ve Kâbe’ye iştiyakı artar. Kim iki günde acele edip vazifelerini bitirirse, acele etmeyenden daha efdal olur. Hemen ziyaret tavafını yapmak için Mekke’ye döner. Acele etmeyen ise Mina’da kalır ve tavafa bir gün sonra gitmiş olur. Acaba acele etmesi mi, etmemesi mi daha efdaldir? İşte Allahu Teâlâ bu iki husustan herhangi birinde bir günah ve kabahatin olmadığını bildirmiştir.

Ebû Hanife, Fecr doğmadan önce o kimsenin gidebilmesinin caiz olduğunu; zira henüz şeytan taşlama zamanının girmediğini söylemiştir.
 

Bu, kendini fenalıklardan koruyanlar içindir.

Bunun manası, hacc yapan kimseyi, hacc hususunda yaptığı amellerden sakındırmaktır. Hacceden kimse, geriye kalan ömründe Allah’tan ittika etmek ve Allah’ın azabını gerektirecek bir şey işlememek şartıyla, günahları bağışlanmış olarak döner. Allahu Teâlâ hacc yapan kimselere bu yaptıklarıyla beraber, takvaya sarılmaları ve bu hacc ile gururlanmaktan uzak durmalarını bildirmiştir.

‣ Bu bağışlama, ancak haccından evvel de müttaki olanlar için söz konusudur. Her ne kadar zahire göre farzını edâ etmiş olsa bile, günahlarda ısrar eden kimseye yapmış olduğu hacc bir fayda vermez.

‣ Bu bağışlama ve mağfiret, hacının hacc fiilleriyle meşgul olurken yasaklanan şeylerin tamamından kaçınması halinde mümkündür. Takva, vâcib olan şeyleri yapmak, yasaklanmış şeylerden de kaçınmaktır.
 

Biliniz ki, siz O’nun huzuruna varıp toplanacaksınız.

Bu cümle takva ile ilgili emri tekittir, sakınma hususunda çok dikkatli olmaya teşvik eder. Kim haşri, hesaba çekilmeyi, ölümden sonra cennet veya cehennemden başka bir yurdun bulunmadığını düşünürse, takvaya daha fazla riayet edecektir.

اِلَيْهِ ’den murad, ‘O’nun dışında bir mâlik ve O’ndan başka sığınak bulunmayan bir huzura, makama..’ demektir. Her nefis Allah’ın huzuruna varacaktır.
 

Haşir

Haşir; insanların kabirlerinden çıkmalarının başlangıcından, hesap meydanına varmalarına kadar cereyan eden hallerin tümüne birden verilen isimdir.

Kıyamet günü güneş arza bir mil kadar yaklaşır. İnsanlar terler. Kimi vardır ter topuğuna kadar yükselir, kimi vardır ayağının yarısına kadar yükselir; dizine kadar yükselenler, uyluğuna kadar yükselenler, göğsüne kadar yükselenler, omzuna kadar hatta ağzına kadar -eliyle işaret eder- yükselenler vardır. Ağzına kadar yükselen ter, sahibine gem vurmuş olur. Bazılarını ter tamamen bürür. (Bunu söylerken elini başına vurur.) Müslim, Tirmizi

Kıyamet günü insanlar üç sınıf olarak haşrolunurlar:

˗ Yayalar sınıfı

˗ Binekliler sınıfı

˗ Yüz üstü sürünenler sınıfı

Nebi ﷺ’e soruldu: ‘Ey Allah’ın Resûlü, bunlar yüzleri üzeri nasıl yürürler?’ Efendimiz ﷺ şu cevabı verdi:

‘Onları ayakları üzeri yürüten Zat-ı Zülcelal, yüzleri üzere yürütmeye de kadirdir. Ancak bilesiniz, bu yüzleri üstü yürüyenler, önlerine çıkan her engele, her dikene karşı kendilerini yüzleriyle korumaya çalışırlar.’

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

وَاذْكُرُوا اللّٰهَ فٖٓي اَيَّامٍ مَعْدُودَاتٍ Âyetteki işaret: Şeriatte mendub olan, varlığın bütün cüzleriyle başlangıcından son ana kadar sayılı ömür günlerinde ubudiyete ve zikre devam etmektir. Tarikat erbabı için ise bu zikir vâciptir. Nitekim bazı ehli tarikata bu ömrün müddetinden sorulunca ‘Beşikten mezara kadar’ demiştir. Sen bunu istersen; ‘Ezelden ebede’ diyerek de ifade edebilirsin.

Bu, fuzuli şeylerle kirlenen akıllarımızla anlaşılmaz. Allahu Teâlâ Habibine “Yakin (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et” (Hicr, 99) buyurdu.

 فَمَنْ تَعَجَّلَ yani süluk erbabından ve ashabı kalpten فٖي يَوْمَيْنِ başlangıç ve bitiş günlerinde veya talep ve vusûl günlerinde mücahedeye ciddi şekilde devam edip, evradı arttırırsa  فَلَا اِثْمَ عَلَيْهِ.

وَمَنْ تَاَخَّرَ فَلَا اِثْمَ عَلَيْهِ Yani bu iki hali geri bırakıp bazı mücahedeleri ertelerse veya nefsine bazı mubahlarda yumuşaklık gösterirse ona da günah yoktur.

لِمَنِ اتَّقٰى Takvada sabit olup Mevla ile istikamette kökleşenler içindir.

 وَاتَّقُوا اللّٰهَ Bütün hallerde nefsi tezkiye, kalpleri saflaştırma, amelleri muhafaza ile Allah’tan ﷻ korkun.

وَاعْلَمُوا اَنَّكُمْ اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ Eğer kendi ihtiyarınızla dönmezseniz, zaten ızdırar ile O’na dönüp toplanacaksınız.

 

Belagat

• اَيَّامٍ مَعْدُودَاتٍ hem Hac günleri, hem de sayılı ömür günlerine benzetilmiştir. İstiare-i vefakiye vardır. ‘Sayılı günler’ derken cüz söylenmiş, kül olan bütün ömür günleri kast edilmiştir. Çünkü ecelimiz bellidir, ömrümüz sayılıdır.

• Allah’ı zikredin, derken ‘Beni’ buyurmaması tecriddir.

• ‘Tehir edene de, acele edene de günah yoktur’ cümlesi dal bi’d delalesiyle İslâm’ın engin kolaylığını remz etmektedir. Tehir eden ve acele eden, arasında tibakı icab vardır. Aralarındaki vav atıf harfi ile vasıldan tezat olmuştur.

Birinci cümle ikinciye uygun düşsün diye, ‘Kim de gecikirse, ona bir günah yoktur’ buyrulmuştur. Belagat ilminde buna müşakale sanatı denilir.

• Âyet-i kerimede فٖي يَوْمَيْنِ buyrulmuş, bununla şeytan taşlama günleri kastedilmiş. Beyan-ı zaruretle vasfı söylenmiş, Allah’ı zikir ön plana çıkarılmıştır.

• ايَاَّمٍ مَعْدوُدَاتٍ derken مَعْدوُدَاتٍ ismi mefuldür. ‘Sayılmış’ manasındadır. Allahu Teâlâ ve melekler tarafından sayılan günlerdir.

• Şeytan taşlama’dan ‘zikrullah’ diyerek bahsedilmiştir, lazım-melzum alakası vardır. Yani zikredebilmek için şeytanın uzaklaşması gerektiğine işarettir. “Kim Allah’ın zikrinden yüz çevirirse ona bir şeytan bağlarız, artık o ona yakın bir arkadaştır.” (Zuhruf, 36)

Bu aynı zamanda manevi temizlik için şart olan تَخْلِيَة / tahliye (temizlenme) ve تَحْلِيَة  / tahliye (güzelleşme, tezyin) işaret ediyor. Önce şeytanı taşlayarak kalp temizliği, ardından güzel ahlâkları elde etmeye remzdir.

• Âyet-i kerime cem mea taksimdir, Tehir edenle acele edeni ismi işaret cümlesiyle cem etmiş, ardından ‘Allah’tan korkun ve bilin ki…’ cümlesiyle tamim yapılmıştır.

Lazım: ‘Allah’tan korkun ve onun huzuruna toplanacağınızı bilin,
Melzum: Hesaplı yaşayın, hakka hukuka riayet edin, azabı gerektiren hallerden sakının.

اتَّقٰى mazi fiili ve وَاتَّقُوا emri hazırı arasında iştikak-ı sağir vardır.

‘وَاتَّقُوا / Sakının’ dedikten sonra ‘وَاعْلَمُوا / bilin ki’ cümlesi söylenmiştir. Aslında takva sonuç, ilim başlangıçtır. Neticede elde edilmesi gereken takva olduğu için, önce getirilmiştir.

Bakara Sûresi 204. Ayet

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللّٰهَ عَلٰى مَا فٖي قَلْبِهٖۙ وَهُوَ اَلَدُّ الْخِصَامِ

204- İnsanlardan kimi vardır ki, onun dünya hayatı hakkında sözü senin hoşuna gider ve o kalbindekine Allah’ı da şahit getirir. Oysa, o düşmanların en amansızıdır.

 

Hacca son zamanlarda Efendimiz’in buyurduğu gibi ‘Kimi ticaret, kimi gezinti, kimi de riya için gider.’ Yani içtenlik yok. Görünüşte ibadet, gönülde nefis heva, riya. Aynı bunun gibi sözlerde de ihlas yok; lafız başka, düşünce başka, amel başka, niyet başka. İçine tam iman oturmamış inkar mikropları taşıyan insanlar bugün olsun, dün olsun, asr-ı saadette olsun bu riyakar tavırlarını sürdürmüş ve sürdürmektedir. Âyetin sebebi nüzulünde anlatılacağı üzere Efendimiz’e hoşa gidecek sözler söyleyip, iman izhar edip, malum münafık biraz uzaklaşınca mü’minlere zarar vermek için ekinlerini yakıp küfrünü, nefretini kusmuştu. Oysa daha önce kalbindeki duygulara Allah’ı şahit tutmuştu.

Tıpkı şeytanın Hz. Âdem ve Havva’ya yalan yere Allah ﷻ üzerine yemin vererek aldattığı gibi, Allah ana ve babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini ﷻ âyetinde “Ey Âdemoğulları, şeytan soyarak cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de fitneye düşürüp şaşırtmasın! O ve taraftarları, sizin onları görmediğiniz yerden sizi görürler. Biz şeytanları inanmayanların dostları yapmışızdır” (Araf, 27) âyetinde ikaz ediyor. ‘Sizi Allah ﷻ ile aldatmasınlar. İşte bu iki yüzlü kimseler düşmanın en azılılarıdır.
 

İnsanlardan kiminin dünya hayatına dair sözü senin hoşuna gider.

Dünyevî maslahatları istemek için konuştuğunda onun sözü ve görüşü seni hayran bırakır. Ahiret hususundaki sözü ve görüşleri seni hayrete düşürmese bile, dünya hususundaki söz ve görüşleri seni hayrette bırakır. Çünkü o, dünyada olduğu müddetçe dili tatlı tatlı konuşur. Âhirette ise, Allah’ın heybetinden ve kibriyasının kahrından korktuğu için, diline bir kekemelik ve tutukluk arız olur.
 

Kalbindekine Allah’ı şahit tutar.

Bu şâhid getirmek yemin ile olacağı gibi, o kimsenin ‘Allah, benim dediğimin doğruluğuna şâhiddir’ demesiyle de olur.

Bir kimsenin: ‘Allah bilir veya şâhiddir ki ben şunu severim, şunu isterim’ demesi de yemin etmek anlamındadır. Böylesi, yeminden daha da tekitlidir.

Bazı fukahaya göre ise, her kim yalan yere böyle bir şey söyleyecek olursa, mürted olur. Çünkü bilgisizliği Yüce Allah’a (hâşâ) nisbet etmektedir. Böyle bir kasdı olmasa da, bu hareket en azından dine aldırış etmediğini gösterir. İsterse Allah’a bilgisizlik nisbet etme kasdını gütmemiş olsun. Çünkü bu, ancak, “Allah’ı ve iman edenleri aldatan...” (Bakara, 9) münafıklardan sâdır olur.

Bir gün, Said el-Makburi, Muhammed b. Kâ’b el-Kurezi ile konuşurken Said ona, şu hadisi okumuştur. ‘Ahir zamanda, âhirete çalışır gibi görünerek dünya malını kazanmak isteyen bir kısım insanlar ortaya çıkacaktır. Bunlar insanlara karşı yumuşaklık bakımından koyun postuna bürünürler. Dilleri şekerden daha tatlı, kalbleri ise canavar kalbidir. Aziz ve Celil olan Allah, bir hadis-i kudside:

‘Bana güvenerek mi kendilerini aldatıyorlar? Yoksa bana karşı kendilerini cesur mu hissediyorlar? Ben kendime yemin ederim ki onların üzerine, kendi aralarından öyle bir fitne gönderirim ki içlerinden halim selim olanları bile şaşkına çevirir.’ buyurdu.

Muhammed b. Kâ’b da ‘Senin o okuduğun ifadeler Allah’ın kitabında mevcuttur’ dedi ve bu âyetleri okudu.
 

Oysa, o düşmanların en amansızıdır.

‣ اَلَدُّ düşmanlığı ileri derecede olan kimsedir. Boynun iki tarafı manasına gelen لديدتى العنق ve vadinin iki yakası manasına gelen, لدِيدِى الْوَادِى ifadelerinden türemiştir. Buna göre mana ‘Düşmanlık hususunda hasmı onu hangi yandan yakalarsa yakalasın, ister sağdan ister soldan, hasmını yenip gâlib gelen kimse’ demektir.

‣ الْخِصَامِ muhâseme manasında bir masdardır. اَلَدُّ الْخِصَامِ izafeti ya فِي manalı izafettir. Yani muzafun ileyh, muzafın zarfıdır. ‘Düşmanlıkta çok şiddetli’ anlamındadır. Veya bu izafet, muhâsemenin çok şiddetli olduğunu mübalağa ile ifade eder.

‣ الْخِصَامِ çoğul bir kelime de olabilir. Buna göre mana şöyledir: ‘O, düşmanların düşmanlık bakımından en çetin olanıdır.’ اَلَدُّ الْخِصَامِ terkibine; doğru olmayan bir talib, hasımların en kötüsü, bâtıl bir yolla mücadele eden, Allah’a isyanda son derece katı ve diliyle âlim, ameliyle câhil kimse, manaları verilmiştir.

Münafık Allah’ı sevdiğini iddia eder ama O’nun emirlerini yerine getirmez. Oysa seven sevdiğinin dediğine mutlaka itaat eder.

 

Sebeb-i Nüzulü

Âyet, Ahnes İbn Şureyk hakkında nazil olmuştur. Bu şahıs Zühreoğullarının müttefikiydi. Hz. Peygamberin yanına gelmiş, müslümanlığını açıklayarak, Allah’ı sevdiğini iddia etmiş ve bu hususta Allah’a yemin etmişti. Ne var ki bu kimse, dıştan tatlı dilli, içi de küfür ve kötülük dolu bir münafık idi. Daha sonra Hz. Peygamberin ﷺ yanından çıkıp, aralarında husumet olan Beni Sakif kabilesinin tarlasına uğradı. Ekinleri yaktı ve orada bulunan merkepleri de öldürdü.

Bu adamın asıl adı Übeyy İbn Şureyk idi. O, Bedir Günü, Zühreoğullarına ‘Muhammed sizin yeğeninizdir. Eğer o yalancı ise, diğer insanlar sizin yerinize onun hakkından gelir. Eğer doğru söylüyorsa, siz onun sayesinde insanların en bahtiyarı olursunuz. Ben döneceğim, siz de dönün’ dedi.

Efendimizin ﷺ annesi Beni Zühre’den olduğu için ‘sizin yeğeninizdir’ demişti. Zühreoğulları ‘Senin görüşün gerçekten güzel’ dediler. Ahnes, sözüne devamla ‘Askerlere hareket emri verildiğinde, ben sizinle beraber geri kalırım; o zaman siz bana uyun’ dedi. Sonra Zühreoğullarından üçyüz kişiyi Hz. Peygamber’le savaşmaktan caydırdı. Bu sebepten ötürü, ona, ‘Ahnes / caydıran, geri bıraktıran’ dendi.

Ahnes b. Şureyk münafığı hakkında “Arkadan çekiştiren her kişinin vay haline...” (Hümeze, 1) ve “Her alabildiğine yemin eden, alçak, dâima ayıplayan, koğuculuk yapan kişiye itaat etme” (Kalem, 10-11) âyetleri de nazil olmuştur.

Bu âyet, bu sıfatları taşıyan her münafık hakkında umumîdir.

Kureyş kafirleri, Hz. Peygamber’e, ‘Biz müslüman olduk! Bize ashabından bir grup alim gönder!’ diye haber yolladılar. Hz. Peygamber onlara bir topluluk yolladı. Onlar Batn-ı Recî’de konaklayınca, bu haber kâfirlere ulaştı. Yetmiş kişi atlanıp bu müslüman topluluğu kuşattılar, onları öldürüp astılar. Bunun üzerine de, bu âyet nazil oldu.

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

Bir kavim, kalplerinden Allahu Teâlâ’dan yüz çevirir, Allahu Teâlâ ise onlara zahirde dilleriyle söyleyip, takrir genişliği verir. Sözleriyle bir şey iddia eder, ahlâklarıyla ve fiilleriyle onu yalanlarlar. Halk onların amellerini görmez, sözlerini beğenir. Ancak Allah ﷻ onların esrarına şahittir. Onların sırlarındaki düğümlerini bilir.

Hakikatte bu, bazı nefsi emmarelerin özelliğidir. Süslü sözlerle, kabahatlerini, sıfatlarını, çirkin ahlâkını gizler. Sadakati açığa vurur, düşmanlığını saklar. Onu dostların en önde geleni olarak görürsün, oysa o düşmanların en düşmanıdır.

 

Belagat

• وَيُشْهِدُ اللّٰهَ عَلٰى مَا فٖي قَلْبِهٖ cümlesi isnad-ı hakikiden kizb-i haberdir.

• مَنْ ism-i mevsulünün gelişi, muhatabı hatadan kurtarmak, ayrıntılı bilgi vermek, açık ismin zikri kerih görüldüğü içindir.

• مَنْ ile مِنْ arasında cinası muharref vardır. Harfleri aynı, harekeleri değişiktir.

• مَا فٖي قَلْبِهٖ derken sıfatlı kinayedir, مَا ismi mevsulü yine açık ismin zikri kerih görüldüğü için gelmiştir.

• Âyet-i kerime dal bi’d delalesiyle, güven esası üzerine karar vermemek gerektiğini gösterir. Tecrübelerden istifade etmeli, dış görünüşe bakıp erken karar vermemelidir. İhtimalleri düşünmek, aldanmamak gerekir. Her davanın isbat istediği unutulmamalıdır.

˗ Mefhumu mutabakatı; dost gözüküp, düşmanlık yapmak, rol yapmak, başkalarına zarar vermenin münafık sıfatı olduğunu ifade eder.

˗ Delalet-i iltizamiyesi ile, dost gözüken herkese inanmamamız gerektiğini gösterir.

˗ Delalet-i tazammuniyesi ile, münafıkların çok lafazan olup, dalkavuk tipler olduğunu bildirir.

• مَنْ يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا buyruğu, itnabtan iygaldir. Onların sadece dünya hayatında konuşacağını ifade eder. Mefhum-u muhâlifiyle ahirette konuşamayacaklarını gösterir.

Bakara Sûresi 205. Ayet

وَاِذَا تَوَلّٰى سَعٰى فِي الْاَرْضِ لِيُفْسِدَ فٖيهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَؕ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ

205- O senin huzurundan ayrılıp gittiği zaman (iş başına geçtiği zaman) yeryüzünde fesat çıkarmak, ekini ve nesli mahvetmek için çalışır. Allah ise fesadı sevmez.

 

Bu münafık içi kafir, dışı münafık tiplerin çalışması, konuşması, sa’yu gayreti fesat çıkarmak, nesli ve ekini helak etmek, iyi niyetli gibi mü’minlerin içine, cemaatine, meclisine giderek, fitne fesadına malzeme aramaktır. Açık yakalamaya çalışır, insanları birbirine katar. Aile arasını, iş yerlerini, okulları, çarşı pazarları, her yeri fesada veren bu Yahudi kılıklı münafıklar her asırda, her beldede, çok sayıda mevcut minyatür mikroplardır.

Karşısında iman aşılı, çelik iradeli, hakiki mü’minler bu mikroptan ümmeti korumak için mücadele verip bütün gayretini bezletmeli ve bunlara karşı son derece tedbirli, uyanık ve donanımlı olmalı. Bunlardan her türlü kötülüğün gelebileceğini akıldan çıkarmamalı. Çünkü Allah ﷻ fesadı sevmez. Fesat her şeyi ifsat eder. Nesli mahveder, tohumlarla, hormonlarla oynar, ekini, ziraati, hayvancılığı, arıcılığı, daha bilip bilemeyeceğimiz, tahmin edemeyeceğimiz nice hileler yapar.

‘Senin yanından ayrıldığında o, yeryüzünde fesat çıkarmaya uğraşır.’

‘O kimse yönetici olduğu zaman, kötü idarecilerin yapmış olduğu, ekini ve nesli helak etmek sûretiyle yeryüzünde fesâd çıkarma gibi şeyler yapar.’

Münafığı yönetici konumuna getirmemek lazımdır. Çünkü idarecilikte aslolan adalettir. Adalet olan yere bereket iner, zulüm olan yerden bereket kalkar.

Bu insan tipi görev başına geçince bütün katılığı, kırıcılığı ve inatçılığı ile bozgunculuğa yönelir. Bu ifsad, her tür canlının kökünü kurutma eyleminde somutlaşır. Ne bitki, ürün ve tarım alanları ve ne de hayatın sürekliliğini sağlayan insan nesli kurtulabilir. Bu ölçüdeki bir hayat düşmanlığı, bu münafığın yapısına işlemiş olan kini, kötülüğü, gaddarlığı ve bozgunculuğu göstermektedir.

Onun yeryüzündeki zulmü yüzünden Allahu Teâlâ yağmuru keser, dolayısıyla ekin ve nesiller helak olur. (Sebebe isnad)

Veya bu ayrılış, İslâm’dan, kulluktan, vahiyden sırt dönüp gidince, vahye, Allah’ın hayat programına arkasını dönüp kendi bildiğince bir hayata yönelince gerçekleşir.

Bu fesat çeşitli şekillerde olabilir.

˗ Tahrib etme, yakma ve yağmalama gibi yollarla malları telef etmektir. Nitekim Ahnes Müslümanların tarlasını yakıp, hayvanlarını öldürmüştü.

˗ Müslümanların kalblerine şüphe sokması ve küfrü kuvvetlendirmek için hileler çıkarmasıdır. Bu da ‘fesad’tır. Çünkü insanlar arasında ihtilâflar meydana gelir, birlik bozulur, uzaklaşmalara, akraba bağları koparak kan dökülmesine sebeb olur.

˗ ‘Yol kesmek’ ve insanları korkutmak da olabilir. Nitekim Ahnes b. Şerik bunu yapmıştır.

˗ Akrabalık bağını koparmak ve müslümanların kanını akıtmaktır. Âyetten, bütün bu isyanlar anlaşılır.

Hak din, ilim ve amelden, bâtıl din de şüphe ve çirkin fiillerden meydana gelmektedir. Allahu Teâlâ önce bu insanın şüphelerle meşgul olmasından bahsetmiştir, ‘Orada fesâd çıkarmak için’ sözünden murâd budur. Sonra da onun çirkin fiillere yönelmesini zikretmiştir. ‘Ekini ve nesilleri helak etmek için’ buyruğu ile murad edilen budur.
 

Ekini ve nesli helak eder

الْحَرْثَ kelimesi ile murad, yakılan tarla; وَالنَّسْلَ  kelimesi ile kastedilen de Ahnes’in öldürdüğü merkeplerdir.

Ekip biçilen her şeye الْحَرْثَ denir. Toprağı sürüp, alt üst etmek manasındadır.

‘النَّسْلَ / nesil’ çocuk demektir. Bu kelime bir şey çıkıp müteakiben de düştüğü zaman söylenilen نَسَلَ يَنْسُلُ ifadesinden alınmıştır. Düşen tüy parçasına da نسالة denilir. “اِلَى رَبِّهِمْ يَنْسِلُونَ / Rablerine dönerler..” (Yasin, 51) âyeti de bu manadadır. Yani, ‘hızlıca koşarlar...’ demektir. Babasının belinden ve annesinin karnından çıkıp düştüğü için de çocuğa nesil denilir. Buna göre insanlar, Hz. Âdem’in neslidir.

Bu iki kelime de masdardır, ancak ismi meful manasında kullanılmıştır.

Sebebi nüzulü Ahnes’in Sakîf kabilesine baskın düzenleyip onlardan bir grubu öldürmesi olduğundan, الْحَرْثَ ’den murad, ya ‘kadınlar’dır (‘Hanımlarınız sizin tarlanızdır’ Bakara, 223. âyetinden ötürü), ya da erkeklerdir. Birinci tefsire göre maksat, bitkileri ve hayvanları yok etmek; ikincisine göre, hayvanların kökünü ve nesillerini kurutmaktır.

İnsandan veya hayvandan türeyen nesli ve ekini helak eder, onun fesadı umumîdir. Şehirliyi de bedeviyi de kapsar. Hars, ekin ve meyvelerin yetiştiği tarladır. Nesil, canlıların yavrularıdır. İnsanları ayakta tutan bu iki şeyin ifsadı, insanlığı yok etmektir.

Bu âyet-i kerime, iş başına geçirilecek kimselerin dillerine bakılmayıp, durumlarının iyice tetkik edilmesi gerektiğini göstermektedir.

Bu âyet-i kerime din ve dünya işlerinde ihtiyatlı olmaya işaret eder. Şâhidlerin, hakimlerin durumlarının hassasiyetine de dikkat çekilmektedir.
 

Ekinin helakı

Günümüzde gıda konusunda gelinen nokta, maalesef içler acısıdır. 1960’larda başlayan hibrid tohum uygulamasıyla, çiftçiler kendi tohumlarını üretemez hale getirilmiştir. Bu tohumlar, her yıl tekrar alım gerektirmektedir. Bu tohumların ihtiyaç duyduğu kimyasal gübreler, çiftçileri tarım ve petro-kimya şirketlerine bağımlı hale getirdi. Ot ve böcek ilaçları da petrol ve kimya devleri için pazar oluşturdu.

Gelişmekte olan ülkeler, yüksek miktarda gübre ve ilaç girdisini finanse edemedikleri için Dünya Bankasından kredi notu alarak ABD’nin kontrolündeki bankalar aracılığıyla özel borçlar aldılar. Bu borçların altından kalkamayan çiftçiler, sonuçta topraklarını satıp büyük şehirlere

göç etti. Böylece fabrikaların ucuz işçi açığı da kapanmış oldu.

Bu şekilde tarımdaki tekelleşme gerçekleşince, üçüncü adım olan, kendi siyasetlerine karşı çıkan ülkelere tohum vermeme siyasetine geçecekler. Bu da pek çok ülke için kıtlık alarmı demek.

Ekinin helakinde en göze çarpan unsurlardan biri de, GDO’lu ürünler.

Mısırın genetiğini değiştirip daha uzun süreli saklanmasını sağlamak, domatesin kabuğu daha geç çürüsün diye balina geni enjekte etmek gibi pek çok yöntem bugün yediğimiz besinleri zararlı hale getirdi. Bu ürünlerin etkisi Viyana’da fareler üzerinde yapılan bir deneyde tam olarak ortaya kondu. GDO’lu mısırla beslenen fareler, üçüncü nesilden sonra kısırlaştığı için deney sonlandırıldı.

Fastfood denen, hızlı tüketilip açlığı bastırmaya yarayan beslenme şekli de; ekinin helakinden bir başka örnek. Bu yiyecekler yüksek yağ ve şeker içerdiği için, iştahımızı kontrol eden leptin hormonunun aşırı salgılanmasına yol açıyor. Böylece vücut leptin hormonuna karşı direnç kazanıyor. Kişi yemek yese de kendini sürekli aç hissediyor.

الْحَرْثَ kelimesinin tefsirinde, bu sözcüğün ‘Kadın’ anlamında olabileceği de belirtilmiştir. Nifak şebekesinin ifsad için uğraş verdiği bir diğer alan da kadınlardır.

Sanayi devrimi ile başlayan kadın sömürüsü, kapitalist sistemin etkisiyle doruk noktasına ulaştı. İlk olarak evinden, çocuklarından koparılan kadından ucuz iş gücü alındı. Devamında annelik duygusundan uzaklaştırıldılar. Bu sisteme hizmet etmesi için ‘Feminizm’ gibi suni akımlar icad edildi. Aşağılık kompleksinin yansıması olarak ‘Kadınla erkek eşittir’ safsatası ile iki cins birbirine rakip gösterildi.

Bugün kadın metalaştırıldı. Fıtratından gelen bütün meziyetleri tüketti. Yalnız, mutsuz, tatminsiz vaziyette çırpınıyor. Günümüz kadınları ‘Hanım’ olamıyor. Çünkü hanım; kadının maddi manevi varlığını terkip halinde ifade eder. Kadın ise sadece cinsiyeti ifade eder.
 

Neslin helakı

‘Nesli bozmak, dinden, Kur’ân’dan, imandan uzak materyalist bir eğitimle ümmet-i Muhammed’in neslini dağıtmaktır. Müslüman çocuklarının başlarını açtırarak hayasızlaştırır, onların iffetini bozarlar.

Doğum kontrolü adı altında yalanlarla ümmetin çocuklarını daha doğmadan öldürmeye çalışırlar. Bunu yaparken de tatlı sözlerle yaklaşır, ‘Siz sıkıntı çekmeyin, aç-açıkta kalmayın, diye geldik’ derler.

‘Bakamayacağınız çocuğu niye dünyaya getiresiniz? Siz hasta olmayın, çocuklarınız felç olmasın, diye aşı yapmaya geldik’ der, böylece müslüman nesli helak ederler.

İnsanlık, batılı psikologların ‘Hayatı sev, ondan güç al, içindeki sese kulak ver, kendine güven’ telkinleriyle kendi örgüsünü ördü. Nihayet aklına ve icad ettiği teknolojiye güvenen modern insanın sinesinden dua uçup, gitti. Dua ihtiyacını kendinde öldüren bir toplum, fesat ve çöküşten korunabilecek unsurlara artık sahip değildir.

Kişisel gelişim, bugün kapitalist batının market vitrininden alıp tükettiği bir üründür. Bu bakışla dünyevileşmenin dolduramadığı ruhi boşluğu mistisizm, budizm, yoga, sufilikle doldurmaya çalışır, hakiki İslâm’la ilgilenmez.

Nesillerin bozulmasında yüzü sürekli Batı’ya dönük, İslâm’ı dışlayan aydınların da rolü büyüktür. Onlar vahyin yerine Darvinizm, Pozitivizm, Rasyonalizm gibi pek çok ideolojiyi koydular. Bunlar güya aydınlığa açılan kapılardı. Köklerine, dinlerine, dillerine, tarihine, kültürüne ihanet eden bu insanlar, aydınlık yerine karanlığı getirdiler. Oysa doğu, daima batının akıl hocası olan gerçek ışık kaynağıydı.

Aydınlar, yazdıklarıyla, çizdikleriyle tüm çalışmalarında halkla çatışma içinde oldular. Müslüman toplumu aşağılayarak, yok sayarak aydınlanma hareketini başlatacaklarını sandılar. Kuşaklar arası çatışmalara zemin hazırladılar. Torunlar, dedelerini beğenmez oldular.’

Neslin helakinde en zararlı unsurlardan biri de; dini eğitim eksikliğidir. Çocuklarda değer ve inançlar iki üç yaşından itibaren şekillenmeye başlar. İnanma ihtiyacı, yeme, içme, sevme, saygı görme ihtiyaçları gibi temel ihtiyaçlardandır. Din eğitiminin ihmali, sosyal çöküntüye yol açar. Ahlâkını ve iradesini kaybeden insan, kötü alışkanlıklarla ruhi boşluğunu doldurmaya çalışır.

Ancak günümüzde, uyuşturucu, sigara, içki, kumar yanında, farklı bir öğütücü gençlerimizi elimizden almaktadır: Narsisizm... Gençler ana karnına düştükleri andan itibaren bencil, kendini beğenmiş bireyler olarak yetişmektedir. Lise çağına geldiği halde hâlâ herhangi bir ideal, inanç sistemiyle bağ kuramayan, dünyanın kendi etrafında döndüğünü zanneden, hayatı, yeme, içme ve eğlenmeden ibaret sanan ‘Boş kafalı gençlik’ tehlikesi bizi beklemektedir. Bir insan, düşünce sistemi, hayata bakış açısı, değer yargılarıyla insandır. Düşünen zihinlerin olduğu yerde kaos olmaz. 

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

وَاِذَا تَوَلّٰى سَعٰى فِي الْاَرْضِ لِيُفْسِدَ فٖيهَا Temekkün ve velayet hissettiği an kalp arzını harap etmeye koşar.

وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَ Dünyayı terk edip ahireti talep etme ve Allah’a yönelmede sıdk ekinini iptal eder. Ahlâkı hamideden doğan nesli yok eder.

وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ  Allah yalan sözleri sevmez. 

 

Belagat

• Âyet-i kerime, din adamlarını, toplumun ileri gelenlerini referans olarak kullanıp onları kötülüklerine basamak yapan din düşmanlarına, gizli fitne odaklarına dikkat çekmektedir. Önceki cümlenin ardından, izah için getirilen itnabdır.

• وَاِذَا تَوَلّٰى cümlesi, istiare-i vefakiyedir. Hem gerçekten münafığın Efendimizin ﷺ yanından çıkışını anlatır, hem de sünnetten uzaklaşan kişinin yeryüzünü fesada vereceğini bildirir.

• سَعٰى فِي الْاَرْضِ ‘Savaş çıkarmak için gayret sarf etti’ manasındadır. سَعٰى kelimesinin esas manası, koşarcasına yürümektir. İstiare yoluyla, insanlar arasında fitne çıkarıp tahribatta bulunmak manasına kullanılmıştır. İlk bölümdeki münafıktan bahsetmeye devam ettiği için, teşbih-i tenasidir.

Koşmak zaten yeryüzünde olduğu halde فِي الْاَرْضِ diye kayıtlanması, mübalağa içindir. Bu onların fesatlarının çokluğunu ifade eder. Çünkü الْاَرْضِ kelimesi umum ifadesiyle, yeryüzünün tamamı manasına gelir. Yeryüzünün neresinde bulunursa bulunsun, bu insanın orayı fesada vereceğine, bozgunculuk edeceğine işaret eder.

• Allahu Teâlâ bu kelimeyi önce icmâlen (genel olarak) zikredip, لِيُفْسِدَ فٖيهَا ‘Yeryüzünde fesad çıkarmak için..’ buyurmuş, sonra da tafsilatını anlatarak, ‘ekini ve nesli helak etmek için..’ buyurmuştur. (Umumdan sonra hususiyi zikirle itnab)

• ‘Ekini ve nesli helak eder’ cemdir. Helak olmak, yok etmek demektir. Münafıkların verdikleri zararlar, ekini ve nesli yok etmeye benzetilmiştir. Helaki iki yönden anlattığı için, teşbih-i mefruktur.

Müşebbeh; ekinin yakılması, yok edilmesi,
Müşebbeh-i bih; ziraat ortamını yok edip, dışarıdan ithale mecbur bırakmak, üreticiye gereken desteği vermemek, tohumun genetiğini bozmak, meyveleri-sebzeleri birbirine aşılamak gibi kötülüklerdir.

Teşbihin ikinci kısmında da, müşebbeh neslin yok edilip öldürülmesi; müşebbeh-i bih de süt bankası gibi, mamaların içine anne sütü katılması gibi nesli karıştıran fecaatler, tüp bebeklerde yapılan karışıklıklar, genlere müdahale, evliliği zorlaştırıp, destek olmayarak, tesettürsüz, süslü kıyafetlerle, mahremiyete dikkat etmeyerek zinayı çoğaltmak, okullarda, iş yerlerinde ahlâksızlığın yayılmasına sebep olmak, hayvanlara yapılan eziyetler; daha fazla süt almak için ineklerin direkt bağırsağına giden yemek kanalı açmak, hayvanı ayağından bağlayıp önüne yemi koyarak canlı süt makinesine çevirmek, kazların tüylerini canlı canlı bağırtarak yolmak, yırtılan derisini tekrar tüy vermesi için dikmek, arıya suni şeker yedirerek gayr-i hakiki bal üretmek, hınzır derisinden jelatin yapıp Müslümanlara yedirmek,... gibi kötülüklerdir.

• ‘Allah fesadı sevmez’ cümlesi mesel yerine cari olan tezyildir.

Bakara Sûresi 206. Ayet

وَاِذَا قٖيلَ لَهُ اتَّقِ اللّٰهَ اَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالْاِثْمِ فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُؕ وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ

206- Ona: ‘Allah’tan kork!’ denildiği zaman cahiliye duygusu (kibri) kendisini daha çok günah işlemeye sevk eder. Öylesine cehennem yeter; o ne kötü ikamet yeridir!

 

Kainatın sahibi Yüce Allah, münafığı tanıtmaya devam ediyor. Onun reflekslerini gözler önüne seriyor. Ona ‘Allah’tan kork!’ denilince izzet-i nefse yakalanıyor, kibirli, gururlu tavırlar gösterip karanlık ağzını hakaretlerle açıyor. Dine, dindara, ilme, alime hakaretler yağdırıyor. Bu haksız alevlenme onu cehennem alevlerine düçar ediyor. Çünkü onu bu haramından, bu gadabından, bu küfr-ü inadından vazgeçirmek ne mümkün! Ona ancak cehennem yeter. Cehennem onunla başa çıkar.

‘ وَاِذَا قٖيلَ لَهُ اتَّقِ اللّٰهَ / Ona, Allah’tan kork denildiğinde..’ sözü, bu münafığın sayılan bütün kötülüklerine hamledilebilir. Sanki şöyle denilmiştir: ‘Ekini ve nesilleri helak etme; yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışma; bâtılı savunma; yalan yere Allah’ı şâhid tutma ve dünyayı istemede ihtiras gibi hususlarda Allah’tan kork, denildiği zaman.’

İbni Mesud şöyle buyurdu: ‘Allah katında en büyük bir günah, bir kula; ‘Allah’tan kork!’ dendiğinde, ‘Sen kendine bak’ demesidir.

Hz. Ömer’e ‘Allah’tan kork!’ dendiğinde, Allah’a tevazu için yanağını yere koydu.

Ona: ‘Allah’tan kork!’ denildiği zaman, kibr-i azameti onu günah işlemeye götürür.

Bu tabir, Arapların, اَخَذْتُ فُلَاناً بِاَنْ يَعَْمَلَ كَذاَ ‘Falanı şu işi yapmakla sorumlu tuttum,’ yani ‘bu işe onu mecbur tutup, ona verdim’ sözünden alınmıştır. Buna göre mana ‘Gururu ve taassubu, onu günah işlemek için tuttu...’ şeklinde olur. Bu günah, nasihati dinlememesidir.

Veya ‘ اَخَذَتْهُ  / Ona yapıştı’ demektir. Manası, ‘Ona, Allah’tan kork denildiği zaman, kalbindeki günah sebebiyle meydana gelen gurur ve taassub, onu bırakmadı’ şeklinde olur. Bu gurur ve kibir, onun kalbindeki küfür, cehâlet ve delillere iltifat etmemesi sebebiyle meydana gelmiştir.

Bu münafıklara ‘Bu fesadı terk et, bu zulümden vazgeç’ dendiğinde onu bir büyüklük alır, kibri onu daha büyük günahlara sevk eder. Nasihat asla tesir etmez. Münafıkların halleri her zaman böyledir.

Bu insanlara karşı tavrımız, ısrarcı olmamaktır. Çünkü din hususunda mücadele edilmez. İmanı yoksa küfrü artar; az bir imanı varsa ondan da inatla vazgeçer. ‘Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü’ ifadesinde olduğu gibi, onlara karşı üslubumuza dikkat ederek tebliğde bulunmalıyız.

Kibir, kendini başkalarından üstün görmek ve büyüklük taslamaktır. Resûlullah ﷺ ‘Yâ Rabbi kibir rüzgarından Sana sığınırım’ buyurmuştur. Bu rüzgar kişiyi öyle bir hale sokar ki, herkesten hürmet bekler, nasihat kabul etmez. Nasihat isteyene kasıla kasıla söyler. Kimseden bir şey öğrenmek istemez. Çünkü her şeyi o bilir, insanlara tepeden bakar. Kibir, kişiyi Allah’tan ﷻ uzaklaştırır. Bütün kötü ahlâklar kibirden doğar.


          ✽     ✽     ✽

Ömer b. Hattab (r.a) sabah namazını kılıp bitirdikten sonra ağılına (bahçesine) giderdi. İçlerinde Abdullah b. Abbas ve Uyeyne’nin kardeşinin oğlu bulunan gençleri çağırır Kur’ân okuturdu. Onlar, Kur’ân okur ve kendi aralarında müzakere ederlerdi. Öğle sıcağı basınca da dağılırlardı.

Bir gün bu âyeti ve bundan sonraki âyeti okudular. Abdullah b. Abbas, yanında bulunanlardan bazılarına: 'İki adam birbiriyle savaşıyor' dedi. Ömer, Abdullah’ın bu sözünü işitince 'Sen ne söyledin?' dedi. Abdullah: 'Hiç bir şey, ey mü’minlerin emiri' dedi. Ömer 'İki adam birbiriyle savaşıyor, derken ne demek istedin?' dedi. Abdullah b. Abbas, Ömer’den kurtulamayacağını görünce dedi ki:

'Bu âyette görüyorum ki, bir kimseye, Allah’tan korkması emrediliyor o da gururuna kapılarak günah işlemesiyle iftihar ediyor. Diğer âyette de görüyorum ki, birisi ortaya çıkıyor ve 'Ben, canımı cennet mukabilinde satıyorum' diyor ve bununla savaşıyor. Böylece iki kişi birbiriyle savaşmış oluyor.' Bunun üzerine Ömer 'Ey İbn-i Abbas maşallah Allah seni dinine hizmet için yaratmış' dedi.

          ✽     ✽     ✽
 

Öylesine cehennem yeter. O, ne kötü bir yataktır.

Cehennem Allah’ın ahirette kendisiyle azab edeceği ateşin özel ismi ve yabancı (a’cemî) bir kelimedir, gayrı munsarıftır. Arapça olduğu da söylenmiştir. ‘Cehm’ galiz ve müstekreh olmak, ‘Cehnam’ dibi görünmez derin kuyu demektir. Dibi derin olduğu için ahiret ateşi ‘cehennem’ diye adlandırılmıştır.

الْمِهَادُ ve تَمْهِيد döşemek, bir şeye mukaddime yapmak demektir.

Aslı, ‘beşik ve düz arazi’ kelimesinden gelir. ‘Ne kötü bir kalış yeridir’ manasındadır.

Kelimenin, uyumak için yapılan yatak manası da vardır. Kişi cehennem ateşine atıldığı zaman, bu cehennem onun için bir yatak ve döşek kılınmış olur.

 

Belagat

• ‘Allah’tan kork’ lazım, melzumu ‘Günah işleme, fesat çıkarma’

• ‘Kibri onu yakalar’ cümlesi teşbih-i maklubdur. ‘O kibre tutunur’ yerine ‘kibir onu tutar’ dendi.

• Kibrin iyilikten alıkoyması, defi mazarrata, celb-i menfaate engel olması, bir kaçağın yakalanıp tutuklanmasına benzetilerek istiare yapılmıştır. İstiarenin karinesi, mecrur yani ‘بِالْاِثْمِ / günah ile’ kelimesidir. Sanki günah, kibrin elinde insanı yakalaması için kullandığı bir maşadır.

• ‘İzzet’ burada taassub-u cahiliye anlamındadır, medhe benzer zemdir.

• Burada ‘izzet’ lafzından sonra ‘ism’ lafzı zikredilmiştir. Buna ‘tetmim’ (tamamlama) sanatı denir. Çünkü izzet lafzı genellikle övülen bir vasfı akla getirir. Böyle olmadığını, bu izzetin yerilen bir izzet olduğunu göstermek için, ondan sonra ‘ism’ lafzı getirilmiştir.

• ‘Onun kibri’ izafetiyle sanki kendinden başka biri gibi bahsedilmiş, tecrid yapılmıştır.

• ‘Ona cehennem yeter’ cümlesi, onun azgınlığını bildiren bir mübalağadır. Onu kimse tatmin edemez, ona ancak cehennem kafi gelir. Medhe benzer zem gibi, o sanki kendine yetecek bir şey arıyormuş da, cehennem ona yeterli gelecekmiş gibi söylendi.

• ‘O ne kötü döşektir’ cümlesi de medhe benzer zemmi tekittir. Bu, bir nevi hakaret ve alaydır. Yani, nasıl bir anne oğluna yumuşak yatak ve örtü ile hizmet edip ikramda bulunursa, cehennem de öylece onlar için hazırlanmış bir döşektir!...

• ‘مِهَادُ / Döşek’ kelimesi, insanın rahatına, yatıp dinlenmeye olan düşkünlüğüne bir tarizdir. Kevn-i sabık alakasıyla, önceki yatıp, uzanıp keyif çatmalarına telmihtir. Hezil manasındadır. Lazım fiillerden olan بِئْسَ zem fiili burada fâilini elif-lamlı almıştır.

Öyle bir yatak ki, dikenli, ateşli, azaplı bir yatak… Cehennemin içinde ayrı bir cehennemi anlatıyor.

Bakara Sûresi 207. Ayet

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْرٖي نَفْسَهُ ابْتِغَاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِؕ وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ

207- İnsanlar arasında öylesi vardır ki, Allah’ın rızâsı yolunda kendini feda eder. Allah ise kullarına çok şefkatlidir.

 

Yukarıda dinini dünyasına satan kimse tasvir edilirken bu âyette dini için canını satan bahtiyar kimsenin tavrı mukabele olarak geliyor. Nefsinin keyfini, zevkini, süsünü, lüksünü, lezzetini, hevasını, Allah ﷻ rızâsı için terk eden mübarek, muazzez insanların bu isarları, bu cömertlikleri ‘satmak’ fiili ile istiare yapılmış. Ta ki konuyu iyi anlayıp, tesirini yüreğimizde hissedelim. Bir köle düşünelim; sahibi onu satıp parasını cebine koymuş. Artık o sattığı kölede bir tasarruf hakkı kalır mı? Onu mübadele edebilir mi? Ona hükmü geçebilir mi? Artık köle yeni efendisinin kulu, kölesidir. Onun bütün emir ve yasaklarına riayet edecek, yaptığı ve terk ettiği her şeyi efendisi emrettiği için yapacaktır. O köle ne kazanırsa kazansın hepsi efendisinindir. İradesini efendisinin iradesine ram eylemiştir. Yat derse yatar, kalk derse kalkar. Ne yedirirse onu yer, ne giydirirse onu giyer. Hangi işi, hangi görevi verirse onu yapar. İtiraza hakkı yoktur. Tek hedefi efendisini memnun etmek, onun gadabına uğramamaktır.

Biz de ‘elestü bezmi’nde, ‘kalubela’da canımızı Allah’a ﷻ satmış, kulluk sözü vermişiz. Biz de o köle gibi bütünüyle o kainatın sahibine teslim olmalı değil miyiz? Emrine amade, yasaklarına, hudutlarına saygılı olmamız gerekmez mi? Mühlet verdi, fırsat tanıdı, Halim, Sabur vasfıyla davrandı diye bizim nankörlük, küstahlık, azgınlık, bezginlik yapmamız, O’na isyanla, nisyanla, gafletle kul değil de efendi gibi davranmamız hiç karşılıksız kalır mı? O, imhal eder (mühlet verir) ama ihmal etmez. ‘Zerre kadar hayır yapan da, zerre kadar şer yapan da karşılığını görür’ buyurmuyor mu? (Zilzal, 7-8)

Biz ezelde canımızı Allah’a ﷻ satmışız. Şimdi nefse, hevaya, dünyaya, şana, şöhrete satmamız, onları Allah’ın emir ve yasaklarına tercih etmemiz bizi bir malı iki kere satan sahtekara çevirmez mi?

Risalet güneşinin pervanesi olan Ashab, bu kulluk görevini en güzel şekilde yerine getirip Allah ﷻ rızâsından asla ayrılmamış. Hedefleri, tercihleri, tavırları, ahlâkları, her hareket ve sükunları bu gayeye yönelik olmuş, Allah ﷻ ve Resûlü’ne itaat ederek, Allah’ın ﷻ rahmetini, re’fetini kendilerine celb etmişler. Selam olsun Resûlullah’a ﷺ ve onun güzide ashabına…

 

İnsanlar arasında öylesi vardır ki, Allah’ın rızâsı yolunda kendini feda eder.

يَشْرٖي , ‘satmak’ demektir. Her mü’min, nefsini âhiret mükâfatı karşılığında satmıştır. Bu satma, namaz, oruç, hacc ve cihad gibi taâtlerde nefsini harcaması, tüketmesi, sonra da sevaba nail olmasıdır. Sanki o, nefsini bir eşya gibi bezledip harcamıştır. Allah da ona sevap, fazl ü kerem ve Cenneti vermekle nefsini satın almıştır. Nefsini bezleden kimse, bir satıcı; Allah da bir alıcı anlamında istiare edilmiştir.

اِشْتَرَى lafzı, zahiri manasına hamledilebilir. İnkâra, şirke, dünyevî lezzetleri artırmaya yönelen ve ahiretten yüz çeviren kimse, daimî azaba düşer. O insan, kendi kendisinin mülkü idi. Fakat küfrü ve fâsıklığı yüzünden mülkünden çıktı ve cehennem ile azabın hakkı oldu. İnkârı ve fıskı bırakıp, iman ve itaata yönelirse, sanki kendini azabtan ve cehennemden satın almış olur. Mü’min, âdeta kendini satın almak ve esaretten kurtarmak için birçok paralar veren mükâteb köleye benzer. Kendisini satın alıp kurtarmak için pek çok nefes harcar, gayret eder.

Allah ﷻ rızâsı için canını verenler, Allah’ın has kullarıdır. Din uğrunda meşakkatlere tahammül ederler. Öldürüleceğini de bilse emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l münker yaparlar. Yaptıklarını Allah için yapar, istediklerini Allah için isterler. Kendilerini ne dünyaya, ne ahirete değil, ancak Allah’a verirler. Rızâyı almakla kendilerini bütün masivadan ve nefsi emmarelerinden satın almış olurlar. Bunlar ‘Rabbimiz bize dünyada da hasene ver ahirette de hasene ver’ diyenlerden daha bahtiyardır.

Nefs-i radıye makamından nefs-i merdıyye makamına ererler.

Allahu Teâlâ zatını, “Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını satın aldı” (Tevbe, 111) diyerek müşteri yerine koymuştur. Bu mü’minin müşteri olmasına mani değildir. İki durum arasında tezad yoktur. Bu tıpkı, bir köle verip elbise alan kimsenin durumuna benzer. Alan ve verenin her biri, hem satan hem de alan (müşteri) dir.

İnsanın dini uğrunda katlanacağı her meşakkat bu ifadeye dahildir.

Cihad yapan, ölüme razı olan, kâfirlerden kaçıp müslümanlara katılan, malını verip canını kâfirlerden kurtaran ve zâlim sultan karşısında dinini ve hakkı ortaya koyan kimseler gibi.

İnsanın bu âyetin hükmüne girebilmesi için, katlandığı bu sıkıntıların mutlaka şeriata uygun olması gerekir. Bu sıkıntılar şer’î olmaz ise, insan bu âyetin hükmüne girmez, kendisini tehlikeye atmış olur. Meselâ cünüblükten guslederse hastalanıp öleceğinden korktuğu halde, yıkanması gibi.
 

Allah ise kullarına çok şefkatlidir.

Allah’ın sınırlı ve az bir ibadete, ebedî nimetler vermesi, canlarını kurtarmak için (kalbi imanla dolu olduğu halde) inkârı ifade eden şeyleri söylemeye müsaade etmesi, herkese ancak gücünün yeteceği şeyi teklif etmesi, küfür üzerinde yüz sene kalmış olsa bile, bir an bile tevbe eden kimsenin bütün cezasını düşürüp, ona ebedî bir sevab vermesi; O’nun re’fetindendir.

Kullarından canlarını ve mallarını satın alması, O’nun merhametindendir. Çünkü zaten bunlar Allah’ındır.

Rauf, ‘kullarına kolaylık sağlayan’ demektir. Yüce Allah kullarına kaldıramayacağı yükler ve ibadetler yüklememiştir. Yaşlılık, hastalık ve zayıflık halinde, onları birçok ibadetten muaf tutmuş, sağlıklı zamanlarında da yapacakları çok şey yüklememiştir. Her iki durum da kulları için şefkat ve merhamettir. Çünkü bazen nefsin hoşlanmadığı şeylerde şefkat ve merhamet saklıdır.

Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, Allah’ın dinini uygulama konusunda sizi bir re’fet tutmasın.” (Nur, 2)

Burada ‘rahmet’ kelimesi değil, acıma anlamına gelen ‘re’fet’ kelimesi kullanılmıştır. Çünkü zina eden bekarlara yüz değnek vurulması onlar için bir re’fet değil, Allah’ın ﷻ bir merhametidir. Zira re’fet sözcüğü insana hiçbir zararın gelmemesi anlamındadır.

İnsanın başına dünyada iken uhrevi hayır içeren bir musibet geldiğinde ‘Allah bu musibetle ona merhamet etti’ denir. Dünyada iken insana bir zarar vermeden, açık veya gizli, önce veya sonrasında uhrevi hayır içeren bir esenlik ve afiyet geldiğinde ise ‘Allah ona bununla şefkat gösterdi’ denir.

Anne yüreği evladına ağır bir işin yüklenmesine ve onun tahammülü güç bir sıkıntıya maruz bırakılmasına nasıl rızâ göstermezse ilâhi refet de şefkate layık olan insanların maddi ve manevi sıkıntılara uğramasına müsaade etmez.
 

Bu ismi bilmenin faydaları:

Her müslüman Allah ﷻ dışında mutlak şefkat sahibi kimse olmadığını, O’nun şefkatinin biz insanların şefkati gibi olmadığını bilir. Allah’ın ﷻ kullarına bol nimetler vermesi, onları çeşitli tehlikelerden koruması, nefislerinin arzu ve isteklerinin peşinden koşmasına mani olması, O’nun merhametindendir. Bazen bir musibet vererek onları içinde bulundukları gafletten uyandırması, bazen gittikleri yolda onları tökezleterek doğru yola girmelerini sağlaması, O’nun şefkatindendir. Dıştan musibet gibi görünen şeyler; gerçekte insanlar için şefkat ve merhamettir.

Sevabın büyüklüğü belanın büyüklüğüne göredir. Allah bir topluluğu sevdiği zaman onlara bela verir. Razı olana rızâ, razı olmayana gadap vardır. Hadis-i Şerif

Bu ismi bilen kimse Allah’ın kendisine merhamet ettiği gibi, kendi nefsine acımalı, Allah’ın ﷻ emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınmalıdır. Nefsine acıdığı gibi, başka insanlara da acımalı ve şefkat elini uzatmalıdır.

Eşinden baskı gören kimseye 286 defa ‘Yâ Rauf’ ismini okuması tavsiye edilir. (M. Dikmen)

 

Sebeb-i Nüzulü

‣ Abdullah İbn Ced’ân’ın kölesi olan Süheyb İbn Sinan, Ammâr İbn Yasir, annesi Sümeyye, babası Yasir, Hz. Ebû Bekir’in kölesi Bilâl, Habbâb İbn Eret ve Huveytıb’ın kölesi Abis hakkındadır. Müşrikler onları yakalayıp, işkence ediyorlardı.

Süheyb (r.a) Medine’ye Efendimizin ﷺ yanına hicret etmek istiyordu. Bir grupla birlikte yola çıktı. Kureyş müşrikleri peşine düştüler, onun yanındakileri öldürdüler. Suheyb (r.a) iyi bir okçuydu. Nişan alıp attığında hedefi mutlaka tuttururdu. O sırada yüz yaşındaydı. Yüksekçe bir yere çıkıp Kureyşlilere seslendi:

- Ey Kureyşliler! Siz beni çok iyi bilirsiniz. İçinizde en iyi ok atan benim. Vallahi ben okumu attığımda mutlaka adamın kalbine vururum. Allah’a yemin olsun ki, ok torbamda bulunan tüm okları boşaltmadıkça, sonra da elimde bir şey kalmayıncaya kadar kılıcımla sizleri doğramadıkça hiç biriniz beni yakalayamazsınız. Eğer beni yakalarsanız bana istediğinizi yapın. Kaldı ki; ben yaşlı birisiyim. Sizden veya düşmanlarınızdan yana olmam size herhangi bir zarar vermez. Benim, malım mülküm çok, size malımı mülkümü verip, karşılığında sizden dinimi satın almak istiyorum. Ben bir söz söyledim, bu sözümden de geri dönmeyi istemiyorum. Yolumdan çekilin, beni İslâm’la baş başa bırakın.

Süheyb’in (r.a) bu sözleri müşrikleri korkuttu. Bir grup müşrik, tek başına olan bir mü’mine saldıramadılar. Teklifine razı olup, yolundan çekildiler. Süheyb de Medine’ye hicret etti. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Süheyb Medine’ye girince, Hz. Ebû Bekir onu karşılayarak ‘Alışverişin kârlı olsun!’ dedi. Süheyb ‘Senin alışverişin de karlı olsun, sen de zarar etme ama, ne oldu ki?’ dedi. Hz. Ebû Bekir ‘Allah senin hakkında, âyet-i kerime indirdi’ diyerek âyeti ona okudu.

Habbâb İbn Eret ve Ebû Zer de kaçarak Medine’ye geldiler. Sümeyye ise, iki devenin arasına bağlanıp, parçalandı. Sonra da, kargıyla öldürüldü. Yâsir de öldürüldü. Diğerleri de, müşriklerin istedikleri bazı şeyleri vererek, yapılan işkenceden canlarını kurtardılar.

Bu sahabeler hakkında, “Azab edildikten sonra hicret edenler yok mu? Biz onları dünyada muzafferiyet ve ganimetler nasib etmek sûretiyle, güzellikle sınayacağız. Ahiret ecri ise daha büyüktür” (Nahl, 41)

“Kalbi iman ile dopdolu olduğu halde, zorlanan kimse hariç...” (Nahl, 106) âyetleri de nazil olmuştur.

‣ Bu âyet, emri ma’rûf ve nehyi münker yapan kimse hakkında nazil olmuştur.

‣ Hz. Peygamber’in hicret ettiği gece, onun yatağına yatıp geceleyen Ali İbn Ebî Talib hakkında nazil olmuştur. Hz. Ali, Hz. Peygamber’in yatağında uyurken Cebrail başucunda, Mikaîl ise ayakları tarafında durdu. Cebrail: ‘Ey Ebû Tâlib’in oğlu Ali, senin gibilere helâl olsun!.. Allahu Teâlâ, seninle meleklerine karşı övünür’ diye seslendi. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْرٖي نَفْسَهُ ابْتِغَاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِ
Âyet-i kerimedeki işaret: Allahu Teâlâ’nın havas evliyası nefsini Allah ﷻ rızâsını aramak için satmıştır. Nitekim Tevbe Sûresi 111. âyetinde Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ki Allah ﷻ mallarını ve canlarını karşılığında cennet olmak üzere satın almıştır.”

İki fırka arasında şöyle bir fark vardır: Allahu Teâlâ misak gününde mü’minlerden canlarını kendi iradeleri olmaksızın satın aldı. Mü’minin nefsinin bedeli de cennettir. Ama evliyası ise bu âlemde kendi ihtiyarlarıyla canlarını sattılar. Onların nefislerinin bedeli Allah’ın ﷻ rızâsıdır.

وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ Yani re’fetini her iki fırkaya da ulaştırır. Mü’minlerin nefsi emmaresini, son derece zalim ve cahil olduğu halde cennet karşılığında onlardan satın aldı. Evliyasını da hiçbir nefsani haz duymaksızın, sırf Allah ﷻ rızâsını aramak için nefislerini satmaya muvaffak kıldı.

 

Belagat

• ‘يَشْرٖي / sattı’ fiili istiaredir. Allah’a ﷻ adamış yerine, satmış demiştir.

يَشْرٖي نَفْسَهُ lazım, melzumu, kendisiyle uzaktan yakından alakası kalmamıştır.

Dal bid delalesi, ihlasla Allah’a ﷻ kul olan, Cenâb-ı Hakk’a muhâlif hiçbir şey yapmaz, yapamaz.

• Bu satışın bedeli en son verilir. Sanki dünya iki kapılı bir markete benzetilmiş, doğum kapısından girip ölüm kapısından çıkacağız. Dal bil işaresiyle dünyanın küçüklüğüne ve azlığına işaret ediyor.

• Bu istiare, insanın en son vazgeçeceği canıyla olan bu satış muamelesiyle Allah sevgisinde mübalağa ifade eder. Tıpkı Hz. İbrahim’in bedenini ateşe, evladını kurbana, malını misafire, canını Rahman’a vermesi gibi.

Ayrıca bu satış zaruri şeylerden değil, gayrı zaruri şeylerden olur. Yoksa hiç içmeyecek, hiç yemeyecek, sırf Allah ﷻ için kendi bedenini yok edecek anlamında değildir. Bizden istenen dünyanın lüksünü, süsünü verip cenneti almamızdır.

• وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ Bu cümle önceki cümleyi tekit eden, tetmim itnabıdır. Ayıca aralarında muraat-ı nazır vardır. Önceki cümlede, kullarına olan rahmetiyle zaten kendi verdiği canı onlardan tekrar satın aldığını söyledi. Bu cümlede de onlara acıyan, rauf olduğunu bildirdi.

• Âyet-i kerimenin ‘النَّاسِ / insanlar’ ile başlayıp, ‘عِبَادِ / kullar’ ile bitmesi tecriddir. Ayrıca refetinin kul olana tecelli edeceğine işarettir.

• Önceki cümlede zaten ‘Allah’ lafzı gelmişti. İkinci kısımda tekrar gelmesi telezzüz içindir. Muktezayı zahirin hilafına kelamdan; zamir yerine açık isim gelmiştir.

Bakara Sûresi 208. Ayet

يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا ادْخُلُوا فِي السِّلْمِ كَافَّةًࣕ وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِؕ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبٖينٌ

208- Ey iman edenler, toplu olarak sulh ve selamete girin ve şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır.

‘Ey iman edenler, toplu olarak sulh ve selamete girin’

Emri ilâhi ile İslâm toplumuna girin. Ayrılmadan beraberce cemaat şuuru içinde bütünüyle İslâm’a teslim olun, gönülden bağlanın. İslâm’ın bütününü benimseyin, hayata geçirin. Bir kısmını kabul edip, bir kısmını sözünüz, fiiliniz, hal ve tavrınızla reddetmeyin. Allah ﷻ yoluna Allah Resûlü’nün rehberliği ile O’nu takip ederek gidin. Kur’ân’ı hayat tarzı haline getirin. Allah’ın ﷻ hududunu aşmayın. Ezeli düşmanınız olan şeytana uymayın. Onun kibir, inat, haset, kafir tavırlarına, cehenneme giden adımlarına uymayın.

Çünkü o sizi dinden, imandan, kulluktan, insanlıktan çıkarır. Onu takip ederseniz onun son durağı olan cehenneme girmeniz kaçınılmaz olur. O her yaşta, her türden, her meslekten, her meşrepten insanları nasıl aldatıp, nasıl girdabına düşürebileceğini çok iyi bilir. Asırların tecrübesi onu aldatmanın, kandırmanın uzmanı, mütehassısı haline getirmiştir. O daima durup dinlenmeden cehennem yolcularına bilet kesmektedir. Uyanık olun, aldanmayın.
 

‣ Âyette hitab münafıklaradır. ‘Ey dilleri ile iman eden kimseler, her şeyinizle İslâm’a girin ve şeytanın adımlarına, onun süslemesinin ve nifakta devam hususundaki aldatmasının izlerine uymayınız’ manasındadır.

‣ Hitab, Hz. Peygamber’e iman etmeyen ehli kitaba yöneliktir. ‘Ey daha önceki kitaplara iman edenler! İman hususunda, Allah’a olan itaatinizi tamamlayın. Hz. Muhammed ﷺ ile onun getirdiği kitaba iman etmekle tamamen İslâm’a giriniz. Tevrat’ta bulunan, ‘Yer ve gök durduğu müddetçe cumartesi yasağına sarılınız’ hükmüyle yetinme hususundaki şeytanın süslemesine aldanmayın.’ Şeytanın adımlarından murad, onların, Mûsâ’nın (a.s) şeriatının hâlâ devam etmekte olduğu hususundaki şüpheleridir.

‣ Bu hitap, müslümanlaradır. ‘Ey dilleriyle iman edenler, kalan ömrünüzde de müslüman olmaya devam edin, müslümanlıktan ve onun kanunlarının hiçbirinden çıkmayın. Sapıkların telkin etmeye çalıştıkları şüphelere iltifat ederek şeytanın adımlarına uymayın.’

Bir şeyi benimsemiş kimseye, ‘Ona devam et’ denir, fakat ‘Ona gir’ denmez. Âyette, ‘Girin’ hitabı müslümanlara ise, sebebi şudur: Evde olan kimsenin ileride evden çıkacağı bilinirse, her ne kadar o anda evde olsa da, ona zaman zaman ileride eve girmesi emredilir.
 


Toplu olarak İslâm’a girin


السِّلْمِ kelimesinin asıl manası boyun eğmektir. ‘İslâm’ da, bu manadan dolayı ‘İslâm’ diye adlandırılmıştır. السِّلْمِ kelimesi, sulh ve harbetmeme halini ifade eder, inkiyâd manası da vardır. Çünkü barış anında, taraflar birbirlerine itaat eder ve münakaşa etmezler.

‣ ‘Ey iman edenler topyekün السِّلْمِ ’e giriniz, yani Allah’ın dinine yardım etme ve o hususta sıkıntılara göğüs germede, birbirinize ittifak ediniz, dünya uğrunda insanlarla münakaşa etmeye, dünyayı arzu etmeye sizi sevk eden şeytanın adımlarına uymayınız’ demektir.

Tam bir güven, tatmin olmuşluk, gönül hoşluğu ve istikrardan oluşmuş; şaşkınlığa, endişeye, belirsizliğe yer vermeyen bu âlemde barış vardır. Yüreklerin derinliklerine meltem serpen bir barış. Hayatı ve toplumu serin gölgesi altına alan, yere de göğe de egemen olan bir barış.

Mü’minler, karşılıklı sevgi, merhamet ve dayanışma bakımından organlarından biri dertlenince diğer organları uykusuz kalarak ve ateşlenerek bu dertli azanın ızdırabını paylaşan bir canlı organizmaya benzerler. Hadîs-i Şerîf

‣ يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا hitabı Allah’ı kalb ile bilip tasdik etmeye, اُدْخُلُوا فِي السِّلْمِ كَافَّةً emri ise günahları bırakmaya işarettir. Çünkü günah, Allah’a ve Peygamber’e muhalefettir. Muhalefeti bırakmaya سِلْم (sulh) denilir.

Veya bu ifadeden maksad, ‘Taâtları yapıp, yasakları bırakma hususunda Allah’a inkıyad eden kimseler olunuz’ manasınadır.

‣ السِّلْمِ ’den murad kulun Allah’ın kaza ve kaderine razı olması, kalbinin sarsılmamasıdır. Mü’min itaatle, güvenerek, tatmin olmuş ve gönül rızâsı ile Allah’a teslim olmalı, varlıklarını tümü ile O’na adamalıdır. Bu teslimiyet, irili ufaklı her şeyi kapsayan, Allah’ın hükmüne razı olmayan en ufak bir düşünce, duygu, niyet, arzu ve endişe kırıntısı bırakmayan kesin bir teslimiyet olmalıdır. Bu teslimiyetle, kendini teslim ettiği sahibinin doğruluğundan en ufak bir kuşku duymamalıdır.

سِلْم yani İslâm’ın getirdiği barışın anlamını, imansız vicdanlarda endişenin nasıl cirit attığını bilmeyenler hakkı ile kavrayamazlar. Bu iman doyumsuzluğu İslâm’ı tanınmamış toplumlarda veya İslâm’ı tanıdıktan sonra tekrar cahiliyeye dönen toplumlarda görülür. Bu toplumlar, bütün maddî refahına, gelişmişliğine rağmen mutsuz ve şaşkındırlar.

Örneğin İsveç’te kişi başına düşen yıllık milli gelir 38 bin dolar civarındadır. Genel sağlık sigortası olan bu toplumda herkese nakdi hastalık yardımı yapılır ve parasız ilaç verilir. Eğitim hizmetleri ücretsizdir. Ayrıca başarılı öğrencilere elbise yardımı yapılır ve burslar verilir. Devlet her yeni evlenen çifte ev döşeme yardımı yapar. Fakat bütün bu gelişmişlik düzeyinin arkasında gördüğümüz, İsveç toplumunun topyekün yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğudur.

Çünkü cinsel anarşi yüzünden ülke nüfusu sürekli azalma eğilimindedir. Eşler arası bunalımın kol gezmesi ve kadın-erkek ilişkilerinin ölçüsüz serbestliği yüzünden her altı evli çiftten birinin boşandığı görülür. Genç kuşak imansızlıktan kaynaklanan bunalımını içki ve uyuşturucu alışkanlığı ile karşılama çıkmazındadır.

Psikolojik hastalıklar, sinirsel bunalımlar ve her tür anormallik on binlerce vicdanı, ruhu ve sinir sistemini pençesine almış durumda. Sonra da çözüm olarak başvurulan metod; intihar. Amerika’da da durum aynı. Rusya’da ise daha da kötü.

İmandan yoksun her kalbin alın yazısı olan bir mutsuzluk yıkımı ile karşı karşıyayız. Böyle bir kalp, mü’minin içine girince güven, huzur, ruhi denge ve korunma bulduğu Silm’in (barışın) hazzını asla tadamaz.

‣ السِّلْمِ, İntikam almayı terk etmektir. كَافَّةً (tamamen) yani, ‘Hepiniz İslâm’a giriniz, ayrılıp parçalanmayınız’ demektir.

‘Kimileriniz İslâm’ı kabullenip, kimileriniz başka şeylerin peşinde koşarak derbeder hale gelmeyin. Hepiniz birlikte hareket edin! İslâm’ın tümünü kabul ederek hayatı parçalamadan, kendinizi de parçalamadan tam müslüman olun.’ Âyet-i kerîme her tür ayrılık, çatışma ve çekişmeden uzak, toplumsal uzlaşmayı emretmektedir.

‣ Bu lafzın İslâm’a ait olması da mümkündür. Yani ‘İslâm’ın tamamına giriniz, onun bütün kanun ve hükümlerini benimseyin, bir hükümle amel edip diğerini bırakmayın. Namazı kılıp zekatı vermemezlik etmeyin’ demektir.

İslâm parçalanma kabul etmez bir bütündür. Ona iman edenin bütünüyle onu kabul etmesi icab eder. Hoşuna gideni seçip gitmeyeni terk etmesi söz konusu olamaz. İslâm ile diğer dinleri bir araya getiremez.

Yüce Allah dininin bütün farzlarını uygulamayı, helali, mubahı, haramı uygulamak sûretiyle bütünüyle düzenine saygı duymayı emretmektedir. Bu saygı gerçek imanın gereğidir.

كَافَّةً lafzı ‘engel olan, mani olan’ manasınadır. Bu lafız, daha sonra toplanmış bir bütünün adı olmuştur. Çünkü toplanmak, birlik olmak, tefrika ve ayrılığa manidir. Buna göre ‘اُدْخُلُوا فِي السِّلْمِ كَافَّةً / Son noktasına kadar İslâm’ın kanunlarına girin ve ondan bir şeyi terk etmeyin’ demektir.

Veya bunun manası, ‘Hepiniz İslâm’a giriniz, insanları ona girmemekten men ediniz’ şeklindedir.
 

Topluca

‘Topluca giriniz’ emri, cemaatin önemini, ferdi ibadetlerdense topluca yapılan amellerin daha değerli olduğunu hatırlatır.

Ümmetî birliğe ulaşmada en müessir vasıta namazdır. Günde beş vakit câmide birleşen müslümanlar, aralarındaki çeşitli farklılıkların doğuracağı tefrikayı ortadan kaldırabileceklerdir. Her mescide geliş, farklılıkları törpüleyen bir bütünleşmedir.

İbni Mes’ud diyor ki: Şu beş vakit namazı, onlar için ezanın okunduğu yerlerde (mescidlerde) kılın. Zîra onlar(ın cemaatle kılınması) Sünenü’lHüdâ’dandır. Azîz ve Celîl olan Allah, Nebîsi ﷺ için sünenü’l-Hüdâ’yı şeriat kıldı. Ben kendimizi, nifakı açık olan münâfık dışında, her birimizi, namazı mescidde kılar gördüm. Ben kendimizi öyle gördüm ki, (hasta) kişi, iki adamın koltuğunda gelir, safta yerini alırdı. Şurası muhakkak ki her birinizin evinde mutlaka bir mescid var. Eğer namazlarınızı evlerinizde kılıp, mescidleri terk ederseniz Peygamberinizin sünnetini terk etmiş olursunuz. Peygamberinizin sünnetini terk ederseniz küfran-ı nimete düşmüş olursunuz.

          ✽     ✽     ✽

Asr-ı Saadet’te, adamın biri dağda bulduğu suyu bol, toprağı verimli ıssız bir mağarada kendi başına inzivaya çekilip, cemiyetin kötülüklerinden, fitne ve dedikodularından kurtulmayı düşünür.

Ancak kararını bir de Resûlullah’a açmak, O’nun bu konudaki görüşünü almak ister. Huzuruna gelerek der ki:

‘Yâ Resûlallah! Ben bir mağara buldum. İçinde suyu, önünde toprağı var. Orada inzivaya çekilerek kendimi tamamen dünyevi şeylerden tecrit etmeyi; uhrevi işlerle, ibâdet ve taâta vermeyi düşünüyorum. Bu hususta siz ne dersiniz?

Adamın cemiyet hayatını terk edip, ibâdet için mağarada inzivaya çekilme fikrine Resûlullah ﷺ şu şekilde cevap verir:

‘Ben, Yahudilikle, Hristiyanlıkla gönderilmedim. Ben dosdoğru olan İslâm’la gönderildim. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, mağarada tek başına gündüz akşama kadar nafile ibâdetlerle meşgul olmaktansa, cemiyet içinde sabah yahut akşam, Allah rızâsı için azıcık yol yürümek, dünyadan ve dünya içindeki her şeyden kat kat hayırlıdır.’

Ve şöyle devam eder:

‘Cemaat içinde safta yer almanız da, inzivadaki 60 sene ibâdet ve namazdan hayırlıdır…’

          ✽     ✽     ✽

Kim, müezzini işitir ve kendini engelleyen bir özrü olmadığı halde cemaate katılmazsa, kıldığı namaz (kâmil bir sevapla) kabul edilmez.

‘Ey Allah’ın Resûlü! Meşrû özür nedir?’
‘Korku veya hastalıktır!’

Allahu Teâlâ, Resûlüne ‘korku namazı’nda bile cemaati emretmektedir, öylesi ağır şartlar altında bile terki için özür tanımazsa, emniyet halinde daha şiddetli bir vâcib olduğu anlaşılır. Ebû Sevr

Ezanı işitsin işitmesin, hiçbir evladın cuma ve cemaatleri terk hususunda babasına itaat etmesi caiz değildir. Evzâî
 

Şeytanın adımlarına uymayın.

‘Şeytana itaat etmeyin’ demektir.

Ortada sadece iki istikamet vardır. Ya topyekün barışa girmek, ya da şeytanın izinden gitmek. Ya Allah’ın yolu, ya şeytanın yolu. Müslüman bu durumu kesinlikle kavramalı ve sağa sola yalpalamamalı, tereddüde düşmemeli, değişik yollar, değişik istikametler arasında şaşırıp kalmamalıdır. Ortada birden çok yaşama sistemi yok ki, mü’min bunların

içinden birini seçsin ya da biri ile öbürünün birleşimini benimsesin. Kim bütün varlığı ile barışa girmez, kendini bütünü ile yüce Allah’ın şeriatına teslim etmezse şeytanın yolundadır, onun izinden gitmektedir.
 

Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır

مُبٖينٌ içindekini ve kalbindekini açıkça ortaya koyan beliğ kimsenin sıfatlarındandır.

Allahu Teâlâ, şeytanın Hz. Âdem (a.s) ile bütün nesline düşman olduğunu açıklayınca, her ne kadar görülmese de, ‘apaçık bir düşman’ diye nitelemiştir. Bu şuna benzer: Uzak bir beldede bulunan bir adama düşmanlığını gösteren kimse için -her ne kadar onu görmese de- ‘Falanca senin için apaçık bir düşmandır’ denilir.

‘Mübîn’in asıl manası, ‘kesmek’tir. Açıklamaya da ‘beyan’ denmiştir. Çünkü izah ve beyan, ihtimallerin bir kısmını bir kısmından kesin çizgilerle keser, ayırd eder. Buna göre şeytanın ‘mübîn’ diye vasıflanması, ‘şeytan, mükellefi vesvesesiyle Allah’a itaat etmekten, O’nun sevab ve rızâsından ayırır ve uzaklaştırır’ manasınadır.

Şeytanın vesvesesiyle insana günahları süslemesi ve şüpheler atması, onun bâtıla düşmesine ve böylece sevaplardan mahrum kalmasına sebeb olduğu herkesin malumudur. Bu da şeytanın en önemli düşmanlığıdır.

Eğer güç yetirebilirsen, çarşıya-pazara ilk giren ve oradan en son ayrılan olma. Çünkü çarşı-pazar şeytanın savaş alanıdır. Hadis-i Şerif

 

Sebeb-i Nüzulü

‣ Âyet, Ehl-i Kitab’dan Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi müslüman olanlar hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar, Hz. Peygambere ﷺ iman ederken, bir taraftan da Hz. Mûsâ’nın (a.s) şeriatına tazime devam ediyorlardı. Cumartesi gününün kutsiyetine saygı gösteriyor, deve etini ve sütünü mekruh kabul ediyorlardı.

Müslümanlar onların bu durumlarına tepki gösterdi. Onlar da: ‘Bu şeyleri bırakmak İslâm’da mubah, Tevrat’ta ise vâcibtir. Biz bunu ihtiyaten terk ediyoruz. Biz hem bunun, hem de ötekinin yükümlülükleri altından kalkabilecek güce sahibiz’ dediler.

Hz. Peygambere de şöyle dediler: Cumartesi bizim tazim ettiğimiz bir gündür. Bize o günde tatil yapmaya müsaade et. Tevrat da Allah’ın kitabıdır. Bize izin ver de geceleyin namazlarımızda Tevrat’ı okuyalım, gereğince amel edelim.

Cenâb-ı Hakk, bu tutumu kerih görerek, İslâm’a bütünüyle girmelerini, gerek itikad, gerek amel bakımından Tevrat’ın hükümlerini bırakmalarını emretmiştir. Çünkü Tevrat, artık mensuhtur. Buna göre mana, ‘Tevrat’ın mensuh olduğunu bildikten sonra, onun hükümlerine tutunarak şeytana uymayınız’ şeklindedir. Âyetteki, كَافَّةً kelimesi, İslâm’ın sıfatıdır. Buna göre ‘Gerek itikadi gerek amelî olsun, İslâm’ın kanunlarının hepsine giriniz’ demektir.

  
 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

 Bu âyette hem umumi hem de يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا ادْخُلُوا فِي السِّلْمِ كَافَّةً hususi mana vardır.

Umumi mana şöyledir: Ey zahirde iman edenler, zahirde şeriatın tüm şartlarına girdiğiniz gibi, batında da İslâm’ın bütün şartlarına girin. Efendimiz ﷺ şöyle buyurdu: ‘Müslüman, diğer Müslümanların elinden, dilinden selamette oldukları kimsedir. Mü’min; insanların kötülüğünden emin oldukları kimsedir.’

Hususi mana ise şöyledir: İnsanın şahsıyla beraber hazır olan benliğine ve zahirdeki tüm cüzlerine ayrıca bir hitap gibidir. Dilinin İslâm’a girmesi sözle, bütün erkanının İslâm’a girmesi fiilleriyle, gözün bakmakla, kulağın dinlemekle, ağzın yemekle, elin tutmakla, ayağın yürümekledir. Bunların her birinin İslâm’a girmesi Allah’ın ﷻ emirlerine teslim olup, nehiylerinden kaçınmak, mâlâyâniyi terk edip yapması gerekenleri yerine getirmekledir.

Zahiri cüzlerin İslâm şeriatına girmesi münafığa kolaydır. İslâm şeriatının batıni manalarına ve hakikatlerine girmek ise, dini iptal eden, nice adamların ayağının kaydığı bir yerdir.

Nefsin İslâm’a girmesi, küfürden ve kötü sıfatlarından çıkarmakla, hevaya düşme tabiatından geçmekle, alışkanlıklarını, güzel gördüğü, lezzet aldığı şeyleri terk etmekle, onu İslâm’la nurlandırıp, onun hükümlerine tabi olmakla, ubudiyetle mümkündür. Ki böylece Allah’ın “Ey mutmain olmuş nefs! Rabbin senden, sen O’ndan razı olduğun halde Rabbine dön. Kullarımın arasına gir, cennetime gir” (Fecr, 27-30) hitabına muhatap olan hususi kullar makamına dahil olabilsin.

Kalbin İslâm’a girmesi; nefsin kötü ahlâklarından ve hayvani vasıfların hasasetinden temizlemek, ruhun ahlâkıyla süslemek, melek vasıflarıyla bezemekle mümkündür. İman nurlarının kalbe girmesi, Hakk’ın kalbin içine imanı yazması ve kendi katından bir ruhla onu kuvvetlendirmesi ile gerçekleşir.

“Kalplerine imanı yazdı ve onları kendi katından bir ruh ile destekledi.” (Mücadele, 22) Hakikatte iman kalbe girmedikçe, kalp İslâm’a girmez. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: “İman kalplerinize girmedi” (Hucurat, 14)

Ruhun İslâm’a girmesi; Allahu Teâlâ’nın ahlâkıyla ahlâklanması, ezeli hükümlere teslim olması, nazarını ve tüm alakalarını masivadan kesmesi ve uluhiyet cezbelerinin tasarrufuyladır.

Sırrın İslâm’a girmesi; Allah’ta fani olmak ve Allah ﷻ ile baki olmakladır.

وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ Yani onun sireti ve sıfatı üzere olmayın. Ki onun sıfatı yüz çevirip kibirlenmektir. Bu da İslâm’ın zıddıdır, küfürdür. “Kibirlendi ve kafirlerden oldu.” (Sad, 74)

 

Belagat

• Bu âyet-i kerimede İslâm bir kaleye, şeytan düşmana benzetilmiştir. İstiare-i tebaiyedir. Karinesi cer-mecrur (فِي السِّلْمِ)’dir.

• ‘Topluca’ denmesi tazammuniye olarak, dışarıda kalanın ya şeytana yem ya da ona yardımcı olacağını gösterir. Yani sadece salih olmayı değil muslih olmayı da emretmiş olmaktadır.

Dal bil iktizası, silah, cephane gibi mühimmatları hazırlamak, askeri birlikler oluşturmak, zırh, miğfer edinmek, cesaret, sadakat, kuvvet toplamak, tevekkül gibi manevi silahları hazırlamaktır.

• ‘Şeytanın adımlarına uymayın’ kevn-i sabıkıyla, şeytanın adımlarına uyarsanız, sonunda cehenneme gidersiniz, demektir.

• Nefis de şeytan gibi düşmandır. Nefis atına binip dizgini ele alabilirsek bizi zafere, cennete, saadete götürür. Ama onu dizginlemez, kendi başına bırakırsak bizi ya ahıra ya uçuruma götürür.

• اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبٖينٌ Delalet-i iltizamiyesi ile, düşmana karşı daima uyanık olmamız gerektiğini hatırlatır.

Bakara Sûresi 209. Ayet

فَاِنْ زَلَلْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ حَكٖيمٌ

209- Size bunca açık deliller geldikten sonra yine şeriat yolundan kayarsanız, bilin ki Allah mutlak güçlüdür, tam hikmet sahibidir.

 

Şeytan Allah’ın ﷻ kullarını davet eder, günahı haramı süsler. Ama delil getiremez, sadece nefsin zayıflığından yararlanır. Kalbini, beynini, yolunu kaydırmaya çalışır. Verdiği vesveselerle aklını karıştırır. Hele muhatabı ilimden, irfandan, imandan, İslâm’dan, âyetten, hadisten bihaber ise, artık o şeytan için çantadaki kekliktir. Onu katakulliye getirir, sağından gelir, solundan gelir, pusuya yatar.

Bütün arzusu mü’mini sırat-ı müstakimden kaydırıp iki cihan saadetini yok etmek, en kıymetli hazinesi, nimeti olan imanı kalbinden çalmak, dünyadan imansız, Kur’ân’sız, amelsiz, ihlassız çıkarmak ve ebedi hayatını mahvetmektir. Bunun için Yüce Allah onun düşman olduğunu, neler yaptırmaya çalıştığını, kuruntularını, vesveselerini, tetkiklerini iptal edecek beyyineler, akli, nakli deliller gönderip göstermiş ve din-i İslâm’ı hem hali hem de kavli ile gösteren, öğreten, eğiten, temizleyip tezkiye eden Resûlü’s Sakaleyn’i tebliğci göndermiş. Gayret bizden tevfik Allah’tandır.
 

Size bunca açık deliller geldikten sonra yine şeriat yolundan kayarsanız ...

Zelel, doğru yoldan sapmak demektir. Hakiki manada, ayak kayması için kullanılır. Bir kimsenin ayağı kayıp çamura düştüğü zaman زَلَّ - يَزِلُّ denilir. Daha sonraları manevî işlerde kullanılmıştır. Günah da zelle diye adlandırılmıştır.

فَاِنْ زَلَلْتُمْ ’ün manası ‘Haktan sapar ve onu geçerseniz’ şeklindedir. Bu sapma çok günahla meydana geldiği gibi, az günahla da olur.

Âyet ehli kitab ya da münafıklar hakkında nazil olmuştur.

Allahu Teâlâ neticeyi bildiği halde فَاِنْ زَلَلْتُمْ diye şart getirmesi, insanlar üzerinde hüccet olması içindir.

İbn Abbas (r.a) âyeti şöyle tefsir etmiştir: ‘Hz. Peygamber ﷺ ve şeriatı size geldikten sonra, cumartesi çalışmayı ve deve eti yemeyi haram sayarsanız, biliniz ki Allahu Teâlâ ceza vermede aziz ve fiillerinde hakimdir.’ Bu âyet karşısında ehli kitaptan müslüman olanlar, ‘Yâ Resûlallah, istersen senin kitabından başka her kitabı bırakırız’ dediler, bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, “Ey iman edenler, Allah’a ve peygamberine iman (etmeye devam) ediniz” (Nisa, 136) âyetini indirdi.

Resûlullah ﷺ şöyle buyurdu: ‘Bir kavim, içinde bulunduğu hidâyetten sonra sapıttı ise bu, mutlaka cedel sebebiyle olmuştur.’ Resûlullah ﷺ bunu söyledikten sonra, delil olarak şu âyeti okudu: “Onlar: Bizim tanrımız mı yoksa O mu daha iyidir? dediler. Sana böyle söylemeleri, sırf tartışmaya girişmek içindir. Onlar şüphesiz münakaşacı bir millettir.” (Zuhruf, 58)

          ✽     ✽     ✽

Ali Efendi adında bir kuyumcu her işini besmeleyle yapardı. Komşusu olan Yahudi kuyumcu bir gün ‘Bu söylediğin nedir kuzum?’ diye sorduğunda ‘Benim bekçimdir, her

şeyimi korur!’ dedi. Yahudi, aklıyla Müslüman komşusunu yalancı çıkarmak kastıyla bir öğle vakti Ali Efendi’ye gelerek kıymetli bir yüzüğünü saklamasını istedi. Ali Efendi ‘Bismillahirrahmanirrahim’ dedi ve yüzüğü besmeleyle kasasına koyup yine besmeleyle kasasını kapattı. Ali Efendi’nin ardından Yahudi, komşusunun dükkanına girdi ve bir fırsatını bulup yüzüğü kasadan alarak denize attı.

Evine varan Ali Efendi’ye hanımı biraz balık almasını söyledi. Ali Efendi taze tutulan balıklardan aldı. Hanımı balığı temizlerken içinden yüzük çıktı. Yüzüğü gören Ali Efendi tanıdı ve ‘Hanım! Allah ﷻ bugün herhalde bir Yahudi’yi Müslüman edecek!’ dedi, gidip yüzüğü tekrar besmeleyle kasaya koydu. Az sonra gelen Yahudi yüzüğünü istedi, Ali Efendi besmeleyle yüzüğü verince Yahudi baygınlık geçirdi, kendine geldiğinde ‘Eşhedü en la ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resûlühü’ deyip Müslüman oldu.

          ✽     ✽     ✽
 

مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ sözü aklî ve naklî bütün delilleri içine alır.

Aklî deliller; Hz. Muhammed ﷺ’in peygamberliğinin doğruluğunu, âlemin hadis olduğunu ve her türlü malûmatı bilen, her türlü mümkinata kadir olup, bütün ihtiyaçlardan âzâde olan bir Yaratıcı’ya muhtaç olduğunu, mucize ile sihir arasındaki farkı ve mucizenin doğruluğa delil olduğunu bilmek gibi şeylerdir.

Naklî deliller ise, Kur’ân ve Sünnet’teki açıklamalardır. Âyet bütün bu deliller mevcud olduğu zaman mükellefin mazur sayılmayacağını bildirmiştir.

Bu âyet, insanın ancak açıklama yapıldıktan ve mazeretleri kaldırıldıktan sonra günahından dolayı sorumlu tutulabileceğine delâlet eder.

Delillerden, ancak onlarla istifade etme gücü olanlar yararlanır. Âyet, tefekkür ve istidlal gücü olan herkese vaîd-i ilâhinin söz konusu olduğunu gösterir.
 

Biliniz ki Allah aziz ve hakimdir.

‘Azîz’, murad ettiği şeye mani olunamayacak kimsedir. Bu da ancak tam bir kudretle olur. Allahu Teâlâ’nın bütün mümkinâta kadir olduğu sabittir. Âyetin manası, ‘Size beyyineler geldikten sonra eğer (haktan) saparsanız, biliniz ki Allah, hiçbirinizin engelleyemeyeceği ve size kadir bir zattır. Binaenaleyh sizin için murad ettiği her şeyi yapar’ şeklindedir.

Bu, büyük bir tehditdir. Çünkü bu ifade, ‘ikâb’ (azab) lafzıyla yapılacak tehdidin bulunduramayacağı her tür korkuyu ve tehdidi içinde taşır. Çoğu kez baba çocuğuna: ‘Bana karşı çıkarsan, beni tanırsın, sana karşı olan gücümü ve kuvvetimi bilirsin’ der. Bu söz, zecr (engelleme) hususunda, dövme ve benzeri şeyleri söylemekten daha kuvvetlidir.

‘Eğer kayarsanız’ tehdidinden sonra, Hakim isminin gelmesi, vaidden sonra vaad ifade eder. Çünkü Hakim’in hikmetine yakışan da iyi ve kötü işlerin arasını temyiz ve tefrik etmektir. Hakim’den beklenen kötü kişileri cezalandırması ve iyileri mükâfatlandırmasıdır.

Aziz’in arkasından Hakim isminin gelmesi; âyetin ilâhî tehdidi ifade ettiği gibi, ilâhî vaade de şâmil olduğunu gösterir.

İmam Gazali ‘Aziz’ isminin manasını şöyle açıklamıştır: Aziz emsali az olan, ulaşılması güç, faydası çok, kadri büyüktür. Bu üçünü bir arada tutmayan aziz olamaz.

Birisi bu âyeti, اَنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ حَكٖيمٌ  yerine, اَنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ şeklinde okumuş. Bir bedevi bunu duymuş ve yadırgayarak şöyle demiş:

‘Eğer bu ilâhi kelam ise, O böyle demez. Çünkü hakîm olan, hata işlendiği zaman gufrandan bahsetmez.’

 

Belagat

• فَاِنْ زَلَلْتُمْ şart edatının mazi üzerine gelmesi, Cenâb-ı Hakk’ın insanlar üzerinde hücceti olması içindir.

‘زَلَلْتُمْ / Kayarsanız’ fiili, müstearun minh, günah işlerseniz, küfre girerseniz müstearun lehtir. Camisi, zarara yol açması, acı vermesidir.

Önceki âyette ‘Şeytanın adımlarına uymayın’ dedikten sonra ‘Eğer kayarsanız’ diye devam etmesi, muraat-ı nazırdır.

Yine زَلَلْتُمْ fiili, tecessümdür.

Düşmenin öncesi, kaymaktır. Düşmeyin, yerine ‘Eğer kayarsanız’ buyrulması, kevn-i sabıktır. ‘Günah günahı arttırır.’ Yoldan çıkmak günah işlemenin başlangıcıdır. Dal bil işaresiyle, kayan elbette düşer, sakın kaymayın, baştan halledin, demektir.

Kaymak kaygan zeminlerde olur, dünyanın kaypak zeminli olduğuna, dikkatli olmaya işarettir. Kaymamak için tutunmak gerekir. “Allah’ın ipine sımsıkı tutunun.” (Âl-i İmran, 103)

• Ayrıca zelle, peygamberlerden sudur eden küçük hatalara denir. Büyük günah şöyle dursun, küçük günah işlemenin bile çok büyük suç olduğuna tarizdir. Burada şart edatı olan اِنْ ’in mazi üzere gelmesi faraza üzere kurulmuş şart cümlesidir.

Açık deliller, peygamber, kitap geldikten sonra doğru yoldan sapmaya, kaymaya hiçbir mazeret yoktur.

Küfrün iki sebebi vardır; biri bilmemek ki Cenâb-ı Hakk onu delillerle ortadan kaldırmıştır. İkincisi nefse uymaktır.

• مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ buyrulması, mefule isnaddır. Aslı ‘Allah ﷻ size delilleri getirdikten sonra’ şeklindedir. Aynı zamanda tecessümdür.

• الْبَيِّنَاتُ sıfatlı kinayedir. Delil’den maksat, âyet-i kerimeler, hadis-i şerifler ve kevnî hakikatler yani akli ve nakli delillerdir.

•  فَاعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ حَكٖيمٌ  cümlesi murat-ı nazırdan teşabuhe’l etraftır. Aziz’le kaviyy olan Allah’ın ﷻ ipine tutunulursa kayılmayacağına, Hakim de açık âyetler göndermesine işarettir.

Bakara Sûresi 210. Ayet

هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا اَنْ يَأْتِيَهُمُ اللّٰهُ فٖي ظُلَلٍ مِنَ الْغَمَامِ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَقُضِيَ الْاَمْرُؕ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُࣖ

210-Onlar ille de Allah’ın bulut gölgeleri içinde meleklerle birlikte kendilerine gelmesini ve işlerinin bitirilmesini mi gözetliyorlar? Oysa bütün işler Allah’a döndürülür.

 

Önceki âyetin sonunun ‘Bilin ki Allah ﷻ Aziz ve Hakim'dir’ diye bitmesi bu âyete beraati istihlal olarak, bir ön söz mesabesindedir. ‘Bilin ki’ emriyle cehalet perdesi aralanır.

Hakiki ulvilikler âleminden geldikten sonra nefsi hevaya uyarak hak yoldan ayrılanlar, artık güçlü ve hükmü her şeye geçen Malik-i Zülcelal’in kahru galebesini unutmasınlar. Onun gücü yanında kendi güçsüzlüklerini, O’nun hakimiyeti, hikmeti, hükmü yanında kendi hükümsüzlüklerini anlasın, bilsinler. Delille, bilgiyle, hikmetle nasihatle yola gelmezlerse o zaman belayı, hem de çok dehşetli belayı bekliyorlar demektir. Allah’ın azap hükmünü, kara bulutların ağır gölgeleriyle gelen afaki afetleri, azap meleklerinin gelmesini, belalarını bulmayı bekliyorlar... Bu ne hazin bekleyiş, bu ne derin gaflet, bu ne çaresiz dert! Artık iş bitmiş, yüce huzura dönme zamanı gelmiştir.

Kur’ân dört kısım üzere nazil oldu:

1- Cahilliği sebebiyle insanların bilmedikleri kısımlar,

2- Âlimlerin bilip tefsir edebildikleri kısımlar,

3- Arapçayı bilmemiz sebebiyle anlayabileceğimiz kısımlar,

4- Allah’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği kısımlar.

Bu âyette de ‘Allah’ın gelmesini beklemek’ tabiri müteşabih bir ifadedir. Gitme ve gelme gibi vasıflar Allah’a nisbet edilemez. Allahu Teâlâ bir işten bahsedip, onu kendisine nisbet ettiğinde, eğer bu fiilin Allah’a nisbet edilmesi (zahiren) imkânsız olursa, vâcib olan, bu fiili ve manayı tevil etmektir.

“Ki onlar, Allah ile muharebe ederler” (Maide, 33) âyeti ‘O’nun dostlarıyla muharebe edenler’ manasındadır. Yine “Ve Rabbin geldi” (Fecr, 22) âyetinden maksad, O’nun emrinin gelmesidir. Burada muzaf hazfedilip, muzafın ileyhi onun yerine geçmiştir. Bu meşhur bir mecazdır.

Allah’ın gelmesinden maksad;

‣ O’nun âyetlerinin gelmesidir. Âyetlerin şanını yüceltmek için, âyetlerin gelmesi, ‘Allah’ın gelmesi’ olarak ifade edilmiştir. Nitekim, hükümdar tarafından büyük bir ordu gönderildiği zaman, ‘جَاءَ الْمَلِكُ / Melik geldi’ denilir.

‣ Âyetten kastedilen, ilâhî tehdit ve ceza olduğuna göre, âyette O’nun heybetinin, kahr-u galebesinin ve tehdidinin gelmesinin takdir edilmesi gerekir. Mana şöyledir: ‘Onlar, sadece Allah’ın kendilerini tehdid ettiği azab ve hesabının gelmesini beklerler.’ Onlara getirilecek şey hazfedilince, fikirleri dağılıp, akıllarına her tür şey geldiği için, bu daha beliğ olmuştur. Başlarına gelecek şey zikredilseydi, bu tehdit olarak onlara hafif gelirdi.

‣ O’nun emrinin gelmesidir.

Arapça’da emrin iki manası vardır: Birisi fiil, durum ve yol manasıdır. Âyette geçen ‘emir’ fiil manasına hamledilir. Bu da, mahşer meydanına yakışan dehşetli haller ve apaçık delilleri (âyetleri) ortaya koyma gibi fiillerdir.

‘Emr’ kelimesinin ikinci anlamı, nehyin zıddı olan emirdir. Bu durumda iki görüş ortaya çıkar:

1- ‘Kıyamet gününde bir münadi, ‘Dikkat, Allah size şunu şunu emrediyor’ diye çağırır. İşte emrin gelmesi budur. ‘Bulutlardan gölgelikler içinde’ tabiri de, ‘bulutlardan gölgeliklerle beraber’ manasındadır. Bu nidanın duyulması ile gölgelerin gelmesi aynı anda olur.

2- Bulutlardan olan gölgeler içinde Allah’ın emrinin gelmesi, bu bulutların içerisinde birçok seslerin bulunmasıdır. Bu sesler, herkesin saîd veya şaki olma hususundaki Allah’ın hükmüne delâlet ederler.

Veya Allahu Teâlâ’nın, beyaz bulutun içinde düzenli siyah yazılar yaratmış olmasıdır. Bu yazılar ile, kıyamet meydanında bulunan kimselerle ilgili vaad, vaîd ve benzeri şeyler anlaşılır. Böylece buluttan olan gölgenin faydası, Allahu Teâlâ’nın onu indirmek istediği kavme bir işaret kılmasıdır. Bu esnada o kavim, emrin yaklaştığını ve gelmek üzere olduğunu anlarlar.

‣ Âyetteki, فٖي ظُلَلٍ (gölgelikler içinde) sözündeki فِي harf-i cerri, ب harf-i cerri manasınadır, ‘Onlar ancak, buluttan gölgelikler ve meleklerle birlikte Allah’ın gelmesini beklerler’ anlamına gelir. Bundan maksad ise, meleklerle birlikte, bulutlar içinde Allah’ın azabının onlara gelmesidir.

Âyetin maksadı, kıyametin büyüklüğünü, dehşetini ve şiddetini canlandırmaktır. Bütün günahkârlar davalaşmak için bir araya toplandıklarında bu davada hâkim olan Zâtın, kahretme ve heybet bakımından sultanların en güçlüsü, yücesi olarak, orada bulunmasından günahkârlara daha zor gelen başka bir vakit yoktur.

Âyet Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Manası ‘O yahudiler, senin dinini, ancak Allah’ın kendilerine bulutlardan olan gölgelikler ve meleklerle beraber gelmesi durumunda kabul ederler’ şeklinde olur. Hz. Mûsâ’ya da aynısını yaptılar ve “Allah’ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız” (Bakara, 55) dediler. Bu durumda, âyeti tevil etmeye gerek kalmaz. Çünkü yahudiler ‘teşbih’e (Allah’ın mahlukata benzediğine) inanıyor, Allah hakkında gitme gelme gibi vasıfların kullanılabileceğini kabul ediyor, ‘Allah, Tur dağında buluttan gölgeler içinde Hz. Mûsâ’ya tecelli etmiştir’ diyorlardı. Hz. Mûsâ’dan (a.s) istediklerini, aynen Hz. Muhammed ﷺ zamanında da istemişlerdir.

Bu âyet, Allah’ın kendilerine gelmesini bekleyen bir kavmin bulunduğuna delâlet eder.
 

Azabın Buluttan Gelmesi

ظُلَلٍ çoğul bir kelimedir. ‘Allah’ın seni gölgelendirdiği şey, gölgelik’ manasınadır. Halbuki bulut, ancak birbirine girip kat kat olduğu zaman böyle gölge verir. Buna göre ‘buluttan gölgeler’ ifadesi, her parçası kesif ve kocaman olan, ayrı ayrı parçalardan ibarettir.

Bulut, rahmet yeridir. Buluttan azab gelince, durum son derece ürkütücü olur. Çünkü kötülük umulmadık bir taraftan geldiği zaman, çok daha şiddetli ve ürpertici olur. Hayır da hiç beklenmedik bir taraftan gelince, son derece sevindirici olur.

Bulutun inmesi, kıyamette meydana gelecek olan en şiddetli korkular için bir alâmettir.

Buluttan sayısız ve sonsuz yağmur damlaları iner. Tıpkı bunun gibi bu buluttan, sınırsız azab katreleri de indikçe iner.

Bu bulutlar normal bulut değildir, İsrâiloğullarına çölde yollarını kaybettikleri zaman gölgelendirmek için gelen buluttur. İşte Allah, kıyamet günü böyle bir bulutun içinde gelecektir. Mücahid

وَالْمَلآئِكَةُ geçen kelimeye atıftır. Buna göre takdir, ‘Onlar, Allah’ın emrinin, âyetlerinin ve bunlarla beraber meleklerin gelmesini beklerler.’ Meleklerin gelmesi hakikat olabilir. Melekler, kıyamet hükümlerinden hor ve hakir etme, azab etme gibi emrolundukları şeyi yerine getirmek için gelirler.
 

Ve iş bitirilir.

Onların tehdid edildikleri iş bitirilir. Bu esnada, onların hiçbir hataları affedilmez, hiçbir cezaları geri çevrilemez ve başlarına geleni savuşturma hususunda hiçbir çare fayda vermez.

Veya bu işin bitirilmesi ‘Emrin yerine getirilmesi...’ demektir. Buna göre, ‘Onlar ancak Allah’ın kendilerine gelmesini ve emrin yerine getirilmesini beklerler’ şeklindedir.

Bu ‘emir’ mahlûkat arasında hükmedip, herkese hakkını vermek ve cennet veya cehennemdeki yerine ulaştırmak da olabilir.

وَقُضِيَ الْاَمْرُ tabiri, kıyamet hallerinin fasılasız olarak bir çırpıda olacağını gösterir. Çünkü Allahu Teâlâ’nın kazasını savuşturacak ve hükmüne mani olacak hiçbir güç yoktur.

Allah gerçeği hiçbir zaman kayıtsız şartsız kabul edilecek, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği biçimde göz önüne sermez. Çünkü o zaman imtihanın manası kalmaz. Başarı ve başarısızlık anlamını yitirir. Bunun içindir ki Rabbimiz insanları şöyle uyarmaktadır: Allah’ın melekleriyle birlikte bütün azametiyle karşınıza çıkacağı günü beklemeyin! Zira o zaman sizin işiniz bitecektir. O zaman azabınız kesinleşecek ve hiçbir şansınız kalmayacaktır. Böyle bir durumla karşı karşıya kaldığınızda iman ve itaatinizin hiçbir manası olmaz. Çünkü artık ona iman denmeyecektir. Gözle görülen bir şeye iman istenmez. İman gaybın konusudur. Zaten yeis halindeki bir iman da iman değildir. Kıyamet günü geldiğinde pişmanlık fayda vermeyecektir.

Buradaki soru aslında olumsuzluk belirten ve onaylamayan bir ifade biçimidir. Kabul görmeyen, hoş karşılanmayan şey ise tüm varlıkları ile barışa girmeye yanaşmayan, bu konuda tereddütlü davrananların bekleyiş sebebidir.

Onları bu çağrıya olumlu karşılık vermekten alıkoyan sebep nedir?

Ne bekliyorlar? Gözledikleri nedir? Sanki bunlar ‘Allah ve melekler bulut gölgeleri arasından tepelerine ininceye’ kadar bu tereddütlü tutumlarını devam ettirecek gibidirler. Acaba bunlar vaad edilen korkunç gün gelinceye kadar inatlarını sürdürüp bekleyecekler mi?
 

Oysa bütün işler Allah’a döndürülür.

Allahu Teâlâ, onların bu fâsid şarta bağlı olarak dini kabul etme hususundaki inad ve beklemelerini nakledince, bunun peşi sıra bir tehdid olarak, “وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ / Ve işler Allah’a döndürülür” buyurmuştur.

Allahu Teâlâ, dünyada herkesi birçok şeye mâlik kılmıştır. Dünya işleri sona erip sevab ve ceza yurdu olan ahirete ulaştığımızda bütün işler bir olan Allah’a ait olur. Bu nedenle, Allah korkulmaya ve itaat olunmaya müstehak olandır.

‘تُرْجَعُ / Döndürülür’ fiili meçhul sigada geldiği için, ‘Kullar, kendi nefislerinin şehadetiyle o işleri Allah’a ve O’nun hükmüne havale ederler’ manasına da gelir.

 

Belagat

• هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا اَنْ يَأْتِيَهُمُ اللّٰهُ cümlesinde heybeti artırmak ve kalplere korku salmak için, zamir yerine ‘Allah’ lafzı kullanılmıştır.

• ظُلَلٍ  kelimesindeki nekrelik, durumun dehşetini korkunçluk ve heybetini ifade etmesi içindir. Zira bulutlar, içindekileri göstermeyecek kadar yoğun olduğu için, son derece heybetli ve korkunç görünürler.

• قُضِيَ الْاَمْرُ ifadesi öncesine atıfsa, ‘Allah’ın, meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesini beklerler’ manasındadır. Ve bu durumda muktezayı zahirin hilafına kelamdan, mazi fiil, muzari fiil yerinde kullanılmış olur.

Özellikle ahiretle ilgili âyetlerde bunun misali çoktur. Ahirete dâir şeylerden çoğu kez mazi fiille haber verilir. Bu mecazi üslupla ahiretin yakınlığına dikkat çekilmektedir. Sanki kıyamet kopmuş ve Allah’ın olmasını murad ettiği şey olup bitmiştir. Ayrıca muzari yerine mazi getirilmesi herkesin yaptığının cezasını görmesi için kıyametin mutlaka kopacağını iyice tekid eder. Kıyamet, sanki olup bitmiş gibi kabul edilmiştir.

Bakara Sûresi 211. Ayet

سَلْ بَنٖي اِسْرَائٖلَ كَمْ اٰتَيْنَاهُمْ مِنْ اٰيَةٍ بَيِّنَةٍؕ وَمَنْ يُبَدِّلْ نِعْمَةَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُ فَاِنَّ اللّٰهَ شَدٖيدُ الْعِقَابِ

211- İsrâiloğullarına sor, onlara, nice açık deliller verdik! Kim Allah’ın nimetini mucizeler kendisine geldikten sonra değiştirirse (cezasını bulur) muhakkak Allah cezası pek şiddetli olandır.

 

Yüce Mevlamız günahın, hatanın, isyanın delilsizlikten, bilgisizlikten olmadığını anlatmak için, kendilerine en çok peygamber gelen, en çok mucize gösterilen, en çok nimet verilen ve çeşitli belalara muzdar bırakılan İsrâiloğullarını konuşturuyor.

Onlar nimetleri zayi ederek fonksiyonlarını değiştirdiler. Peygamberlerini öldürdüler, hileyle, desiseyle insanlara yapmadıkları zulüm kalmadı. Kitaplarında yer alan ceza kanununu, Peygamberimizin ﷺ vasıflarını değiştirdiler. Efendimize ﷺ suikast düzenlediler.

Allah ﷻ, bu küfür öncülerini ibret-i âlem için anlatıyor. Aynı davranışı gösteren her ferdin, her cemiyetin, Allah’ın şiddetli ikabına çarptırılacağı bildiriliyor. İsrâiloğulları azgınlıkta, hilede, insafsızlıkta, tahrifte zirvede olduklarından âyette tağlip yapılmış. Allah’ın ﷻ, peygamberin, insanlığın lânetine uğramış, hâlâ çirkefliklerini, hainliklerini devam ettirmekle, kıyamete kadar gadabı ilâhiyi üzerlerine çekmektedirler.
 

İsrâiloğullarına sor

سَلْ aslında, اِسْئَلْ idi. Çok kullanıldığı için hafiflik ve kolaylık olsun diye, ayne’l fiil olan hemze terk edilerek, harekesi kendisinden önceki harfe verilmiş, vasıl elifine ihtiyaç kalmamıştır.

Burada kastedilen, ‘Sana bu âyetlerden haber vermeleri, senin de öğrenmen için İsrâiloğullarına sor!’ manası değildir. Çünkü Hz. Peygamber ﷺ, Allah’ın bildirmesiyle olanlardan haberdardı. İslâm ümmetinin başkalarına soracak hiçbir şeyleri yoktur. Maksad, Allah’ın delillerinden yüz çevirmeyi men hususunda dikkat çekip müslümanları ibret almaya davet etmek, ehl-i kitabı küçük düşürmek ve iyice açıklamaktır. Bu sual onları susturmak ve azarlamak içindir.

Müslümanlara bu konuda özellikle İsrâiloğullarına bakarak ibret almaları tavsiye ediliyor. Çünkü onların yerine dünya önderliğini üstlenen müslümanların bu konuda çok dikkatli davranmaları gerekecektir. Onlar kitaplarını tahrif edip, dinlerini arkalarına attıkları, kitapsız bir hayata razı oldukları için başlarına gelenler, aynı duruma geldikleri takdirde müslümanların da başlarına gelecektir. Verilen nimetlere karşı nankörlükleri hatırlatılarak, Allah’a karşı takındıkları tavır gündeme getirilerek onlar yargılanmaktadır.

Yahudilere özellikle peygamber ataları olan Hz. Yakub’un lakabıyla ‘İsrâiloğulları’ diye hitap edilmesi, onları geçmişlerini hatırlatmak içindir. Mesela çizgiyi biraz aşmış bir genç için, ‘bunun dedesi, babası rahmetliler iyi insanlardı, inşaallah bu genç de iyi olur’ denmesi gibi. Her insanın fıtratında bu az veya çok mevcuttur. Kur’ân-ı Kerim de ‘Ey İsrâiloğulları, peygamber torunları, gelin Allah’ın rahmeti olan Kur’ân’a sarılın. Zamanında size Tevrat nimeti verilmişti. Şimdi ise insanların ıslahı için Kur’ân indirilmiştir. Siz bu Kitabı tanımaz değilsiniz. Siz bir Peygamber neslinden gelmektesiniz’ gibi ifadelerini kullanıyor.
 

Onlara nice âyetler verdik...

كَمْ lafzı, adet için kullanılan, sükûn üzere mebni isimdir. Veya teşbih kefi مَا ile birleşti; sonra da مَا kısaltılarak, mim sükûn kılındı. İstifham manasını tazammun ettiği için sükûn üzerine mebni kılındı.

Bu kelime, bazen haberiye, bazen de istifham ifade etmek için kullanılır. Haberiye olduğu zaman, kendisinden sonra gelen isim mecrur; istifham olduğu zaman, kendisinden sonra gelen isim mensub okunur. Bunun tam aksi şeklinde okuyanlar da vardır.

Âyetteki كَمْ ’in, istifhamiye ve haberiye olması muhtemeldir.

اِتيْاَن fiili kolayca gelişi ifade eder. اٰتَيْنَا fiili اُوتُو fiilinden daha etkilidir. Çünkü اُوتُو kelimesi bazen onu kabul etmeyenlere verilmesi manasında da kullanılır. اٰتَيْنَا ifadesi ise ancak onu kabul edenler için kullanılır.

Onlara verilen âyet, Hz. Mûsâ’nın denizi yarması, bulutlarla gölgelendirilmeleri, kudret helvası ve bıldırcın eti indirilmesi, Tur dağının yukarı kaldırılması, Allahu Teâlâ’nın Hz. Mûsâ ile konuşması, Tevrat’ı indirmesi ve onlar için hidâyeti küfürden ayırması gibi, mucizelerdir.

Veya bu âyet onlara, Hz. Muhammed’in doğruluğunu ve şeriatının gerçekliğini bildiren açık hüccetlerdir.
 

Kim Allah’ın âyetlerini değiştirirse…

 كَمْ اٰتَيْنَاهُمْ مِنْ اٰيَةٍ بَيِّنَةٍ وَكَفَرُوا بِهَا / Âyette hazıf vardır. Takdiri: ‘Biz onlara apaçık nice âyetler vermiştik de, onlar bunu inkâr etmişlerdi.’

‘نِعْمَةَ اللهِ / Allah’ın nimeti’ ile ilgili iki görüş vardır:

1- Bu nimetler Allah’ın âyet ve delilleridir. Çünkü bunlar hidâyete, sapıklıktan kurtulmaya vesiledir. Allah’ın nimetlerinin değiştirilmesi, Hz. Mûsâ’nın mucizelerini hidâyet vesilesi edinmeyip sapıklıklarına sebep kılmaları, Tevrat ve İncil’deki Hz. Muhammed ﷺ’in peygamberliğine delâlet eden şeyleri tahrif edip, şüpheler sokmalarıdır.

2- Allah’ın nimeti, onlara verdiği sıhhat, güvenlik ve kendi kendine yetme vesileleridir. Onlar inkâra sapınca Allahu Teâlâ da bu nimeti gazab ile değiştirmiştir. Ama sebep kendileri olduğu için, bu değiştirmeyi onlara izafe etmiştir.

‘مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُ / Ona geldikten sonra’ yani iyice anlayıp bildikten, kavradıktan sonra, demektir.
 

Muhakkak ki Allah’ın azabı çok şiddetlidir.

Nimet; sıhhat, emniyet ve kendi kendine yetme gibi, dünya ile alâkalı bir şeyse, bu sebeplerin meydana gelmesi esnasında, öncelikle yapılması gereken şükretmek; yapılması çok çirkin olan da küfretmektir. Bundan dolayı Allahu Teâlâ, kullarını korkutmak için ‘فَاِنَّ اللّٰهَ شَدٖيدُ الْعِقَابِ’ buyurmuştur. الْعِقَابِ; cürüm ve suçun hemen peşinden gelen azab demektir.

‘Zamanında İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ’ya yaptıkları eziyetlerin, Zekeriya ve Yahya’ya (a.s) yaptıkları işkencelerin benzerini, şimdi Muhammed ﷺ’e ve onun ashabına da yapmak isterlerse, kesinlikle bilsinler ki Allah’ın azabı, ikabı gerçekten çok şedittir.’

Şu anda kâfirler müslümanlara ne kadar işkence yapmayı hedeflerlerse hedeflesinler, bilsinler ki savaş anında karşılarında ilk önce Allahu Teâlâ’yı bulacaklardır. O, müslümanları koruyacak, yardım edecektir.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

سَلْ بَنٖي اِسْرَائٖلَ كَمْ اٰتَيْنَاهُمْ Burada sormak her ne kadar Nebi’ye ﷺ ait ise de, faidesi ümmetin umumuna ve hususuna racidir.

Umuma ait faide şunu bilmeleridir ki; Allahu Teâlâ kuluna zahiri ve batıni nimetlerinden bir nimet verdiğinde eğer onun kıymeti bilinmezse, nankörlük edip şükretmedikleri için nimetini cezaya tebdil eder.

İsrâiloğullarının açık mucizeler ve kerametler geldikten sonra değerini anlamayıp “Bize onların ilâhı gibi bir ilâh yap” (Araf, 138) diyerek hidâyet nimetini tebdil ederek, buzağıya tapmaları gibi. Allahu Teâlâ onları çeşitli belalarla imtihan edip, kıtlık, birbirlerini öldürme vb. şiddetli azaplarla cezalandırdı.

Veya Allahu Teâlâ verdiği nimet, razı olmadığı yerlere sarf edilince de onu değiştirir.

Bu âyetin havass için olan faidesi ise şudur: Allah ﷻ havastan bir kulun kalbine melekût kapısını açıp, mülkünde ve melekûtundaki âyetleri ona gösterince, keramet nevilerini ona izhar edince, halleriyle gururlanmayıp, kemaliyle ucublanmazsa da, nefsin arzularından bir şeye yönelir, nefsine ve onun rızâsına re’fetle bu nimeti değiştirir. فاَِنَّ اللهَّٰ شَدٖيدُ الْعِقاَبِ Onun hallerini değiştirir, ondan kemali çekip alır.

“Şüphesiz ki bir kavim halini değiştirmedikçe Allah ﷻ onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 11)

Onun azabının şiddetindendir ki; kul küçük günahlardan bir günah işleyip, tevbe etmeyerek ısrar ederse, onun nimetini değiştirmekle cezalandırır, nimetini dünyada nikmetle (cezayla), ahirette de bu cezanın devamıyla değiştirir.

 

Belagat

• ‘Nimetler verdik’ fiili mütekellim sigasıyla geldikten sonra, ‘Kim Allah’ın nimetini değiştirirse’ buyruğunda, zahir isme dönülmüş, mütekellimden gaibe iltifat olmuştur.
Mütekellimden gaibe iltifat, Kur’ân-ı Kerim’de yaklaşık yüz âyette geçmektedir. Bu iltifat türü dinleyicinin, konuşanın tavrını ve maksadını anlamasına yöneliktir.

‘Benim nimetimi’ buyurmayıp, Allah’ın nimeti, denmesi, tecriddir.

• Allah’ın nimeti, onlara verdiği sıhhat, güvenlik ve kendi kendine yetme vesileleridir. Onlar sebep olduğu için Allah nimeti değiştirmiştir. Sebebe isnaddır.

• فَاِنَّ اللّٰهَ شَدٖيدُ الْعِقَابِ cümlesinde ‘Allah’ lafzının gelmesi, muktezayı zahirin hilafına kelamdan zamir yerine açık ismin gelişidir. Zihne yerleştirmek, emre itaati kuvvetlendirmek, kalbe korku bırakmak içindir.

Bakara Sûresi 212. Ayet

زُيِّنَ لِلَّذٖينَ كَفَرُوا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذٖينَ اٰمَنُواۘ وَالَّذٖينَ اتَّقَوْا فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِؕ وَاللّٰهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ

212- Kafirlere dünya hayatı süslü gösterildi de onlar mü’minlerle alay ediyorlar. Oysa takva sahibi mü’minler kıyamet günü onların üstünde olacaklardır; Allah dilediği kimselere hesapsız nimetler verir.

 

Önceki âyette şeytanın adımlarına uyulmamasını tembihlerken, bu âyette onun bir tuzağından; tezyin-i dünyadan, günahı, hevayı süsleyip cazip göstermesinden, göz boyamasından bahsediyor. Ancak bu tezyin işinin kafirlere yönelik olduğunu bildiriyor, mü’minlere tariz yapıyor.

Âyetin mefhumu şöyledir: Dünyayı süslü görmek, ona meyletmek, sırf zevk ve keyif için yaşamak, kafirin işidir. Onlar çala çırpa, hak hukuk, helal haram tanımadan, büyük bir hırsla mal toplar, kasalarını, keselerini doldururlar. Muhtacı, fakiri, ana babayı, akrabayı düşünmezler. Çünkü onun Allah’a ﷻ ve hesap gününe inancı yoktur, tabi ki beklentisi de. Ölümle her şeyin biteceğini zanneder. Zevkini, sefasını burada sürdürme peşindedir. Ya da cennete gitmekten ümidini kestiği için cenneti dünyaya taşıma, dünyasını cennete çevirme gayesindedir. Hesaba inanmadığı için başkasının hakkını yemekte onun için bir beis yoktur.

Allah ﷻ, kafirin bu tavrını bildiği için “De ki; Metalanın, zevklenin az bir süre ama yeriniz ateştir” (İbrahim, 31) buyurmaktadır. Sonuç böyle olacağı için dünya mü’minin zindanı; yani nefis ve hevasını zaptu rapt altına aldığı yerdir. Kafirinse cenneti, görüp göreceği hepsi budur, ahirette bir nasibi yoktur. Bu inanç yoksulları, fani, geçici imkanlarla, sonu zehir olacak lezzetlerle kendinden geçip azgınlıklar yaparlar. Bu da yetmiyormuş gibi inanan müttakileri maskaraya alır, dalga geçerler. ‘Ot gibi yaşıyorsun, seninki de hayat mı?’ gibi hezeyanlar savururlar.

Oysa o aşağıladığı, tahakküm altına aldığı, eza cefa ettiği müttaki mü’min rûz-u cezada büyük mükâfatlar, ebedi saadetler, tükenmez, kıymetine paha biçilmez nice zevkler tadacak. Çünkü Allah dilediğini dilediği şekilde hesapsız rızıklandıran Rezzak’tır. Yeter ki mü’minler kafirlere meyledip fani dünyanın süsüne, zuhrufatına yönelmesin, ömrünü rızâ-i ilâhi ile geçirsin.
 


Dünya hayatı kafirlere süslendi
 

زُيِّنَتْ şeklinde müennes gelmeyip زُيِّنَ diye müzekker gelmesi:

‣ الْحَيٰوةُ kelimesiyle الحياء kelimesi aynı manaya gelir. Eğer bunlar müennes sayılırlarsa bu, lafızları bakımındandır. Eğer müzekker sayılırlarsa, bu da manaları bakımındandır.

‣ الْحَياَةُ kelimesi, hakiki müennes değildir. Yani kadın-erkek; koyun-koç, tavuk-horoz kelimelerinde olduğu gibi, mukabilinde müzekker bulunan bir canlı değildir.

‣ زُيِّنَ fiili ile, nâibi fâili olan, الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا sözünün arasına, لِلَّذٖينَ كَفَرُوا lafızları girmiştir. Müennes fâilin fiili ile arası, bir kelime ile ayrılırsa, fiilin müzekker getirilmesi güzel olur. Çünkü fasıl, fiile müenneslik tâ’sının gelmesine lüzum bırakmaz.
 

Ve Mü’minlerle eğlenirler...

Müşrikler, mü’minler hakkında, ‘Şu yoksullar dünyanın güzelliklerini, lezzetlerini ve tutkularını terk edip, ahiretle ilgili söylenen asılsız şeyler için bir çok meşakkate katlanıyorlar’ diyorlardı.

Ahiretin varlığı kesin olduğu için, bu alay onların kendi aleyhine dönmektedir. Çünkü sayılı nefesler içinde tadabileceği bitimli lezzetler için, ebedî bir nimetten yüz çevirenden daha fazla alaya müstehak kimse olamaz.

Onlar küfre kapılıp, Allah’ı ve O’nun âyetlerini görmemezlikten gelince, kalpleri de kapanmıştır. Kalbi kapanınca da gerçek güzellikleri göremez, çirkinlikleri görmeye başlar. Ömür boyu deri tabaklamakla meşgul olan bir insanın gül kokusunu duyunca bayıldığı gibi bu insanlar da küfür ile iç içe olduklarından küfrü güzel görür, İslâm’ı çirkin görürler.

Yeryüzünün bataklığına saplanmış, dünyanın tutsağı olmuş basit insanlar müslümanlara bakınca onların, bu basit nimetleri bırakarak tüm insanlığı ilgilendiren, büyük idealler peşinden koştuklarını, birçok sıkıntılara katlanıp, acılara göğüs gerdiklerini, dünya hazlarından kendilerini yoksun bıraktıklarını görürler. Onların yüce ideallerini kavrayamazlar. Bunun üzerine onları, düşüncelerini, gittikleri yolu alaya alırlar.

Fakirliği veya elinin darlığı sebebiyle mü’min bir erkek veya mü’min bir kadını küçülten bir kimseyi Allah Kıyamet gününde önce teşhir eder, sonra onu rezil eder. Mü’min bir erkek veya mü’min bir kadına iftirada bulunan yahut onda olmayan bir şeyi söyleyen bir kimseyi de Yüce Allah Kıyamet gününde -o kişi hakkında söylediğinden çıkıncaya (karşılığını çekinceye) kadar- ateşten bir tepe üzerinde onu durdurur. Mü’minin büyüklüğü Allah katında mukarreb bir melekten daha büyüktür ve Allah katında daha kerimdir. Tevbe eden mü’min bir erkek yahut mü’min bir kadından fazla Allah tarafından sevilen bir şey yoktur. Mü’min bir erkek, semada bir kişinin hanımını ve çocuklarını tanıdığı gibi tanınır. Hadis-i Şerif
 

Müttakiler onların fevkindedir.

Büyük saadet müttaki mü’mine aittir. Bu cümle mü’minleri takvaya teşvik eder. Sahabelerin takva vasıflarının zikredilmesi, onların dünyadan yüz çevirmelerinin takvalarından ileri geldiğini bildirir.

‘فَوْقَهُمْ  / üstte olmak’tan murad:

1- Mekân itibarıyla üstte olmaktır. Çünkü mü’minler gökteki ‘illiyyûn’da, kâfirler ise yerdeki ‘siccîn’ de olacaklardır.

2- Şeref ve derece bakımından üstte bulunmaları da muhtemeldir.

‣ Müslüman, yeryüzündeki halifelik görevlerini yerine getirmekle, sürekli gelişme ve üretim hedefleri peşinde ter dökmekle birlikte kafirlerin saplanıp kaldığı dünya hayatına yukardan bakar. Hayatını, bu geçici nimetlerden daha değerli ideallere, yüce Allah’ın sancağını yeryüzüne dikme amacına adar.

‣ Bundan murad, kâfirlerin dünya saadeti itibarıyla mü’minlerin üstünde olması, ahirette ise durumun aksine olmasıdır. Cenâb-ı Hakk, mü’mine, kâfir için söz konusu olan dünyevi saadetlerin çok üstünde ahiret saadetleri verir.

3- Mü’minlerin kıyamet gününde hüccet bakımından kâfirlerden üstün olmasıdır. Bazen kâfirlerin şüpheleri mü’minlerin kalbine arız olur, sonra mü’minler, Allah’ın yardımı ile bu şüpheleri kalplerinden atar. Kıyamet gününde ise böyle bir şey olmayacak, bütün şüpheler yok olacaktır.

4- Mü’minlerin kıyamet gününde kâfirlerle yapacakları alay, kâfirlerin dünyada mü’minlere karşı yaptıkları alayların üstündedir. Kâfirin mü’min ile alay etmesi, temelsiz olup, sona erecektir. Mü’minin ahirette kâfire karşı olan alayı ise bakidir.

Allah’dan hakkıyla korkanlara Allah ﷻ, yanında câhillik olmayan bir ilim nasib eder. Hadîs-i Şerîf

Kavmi ve kabilesi olmadığı halde izzet ve şeref arzu edenler, takvâ ve taâta devam etsinler. Hadîs-i Şerîf
 

Allah dilediğini sınırsız olarak rızıklandırır.

Allah, dünyada mü’min-kâfir bütün kullarına rızkını verir, müttakilere de ahirette sevab verir.

Allahu Teâlâ, ahirette mü’minleri nihayete ermesi söz konusu olmayan bol ve geniş rızıklarla rızıklandırır. Bir hesap, ölçü ve miktar dairesine giren her şey sonludur. Sonlu olmayan şey ise, mutlaka hesaplara sığmaması gerekir.

Başkasına bir şey veren, ancak elinde kalanların miktarını bilmek için verdiklerinin hesabını yapar. Bu ikramı, kendisine zarar verecek noktaya götürmez. Allahu Teâlâ’nın ise böyle bir hesaba ihtiyacı yoktur. O kudreti ve mülkü dahilindeki şeylerin sınırı olmayan, âlim ve ganî olandır.

Bir şey alınınca, olması gerekenden eksik görülürse hesap yapmaya ihtiyaç duyulur. Sevab ise böyle değildir. Asırlar geçse de, Cenâb-ı Hakk’ın vaadi olan sevab bâki kalır.

Allah ﷻ, verilen bu şeylerin rahmet hazinesinin yanında bir kıymeti olmadığını belirtmiştir. Çünkü verilen her şey sonludur, Allah’ın kudret hazinesinde bulunanlar ise sonsuzdur. Sonlu, sonsuz yanında bir hiçtir.

‘Hesapsız olarak’ ifadesinin bir diğer manası, ‘hak edilmediği halde’ demektir. Bir kimse, başkasından alacaklı olduğu zaman ‘falancanın falancada bir hesabı vardır’ denilir. Bu da, hiç kimsenin Allah karşısında bir şey hak etmediğine, hiç kimsenin O’nunla bir hesabı bulunmadığına; aksine O’nun kullarına verdiği her şeyin hak ettikleri için değil de sırf lütfundan verildiğine delâlet eder.

Veya bu tabir ‘İhtiyaç duyulan miktardan fazlası ile..’ demektir. Bir kimse gerekenden fazla harcamazsa, ‘O hesaplı harcıyor’ denilir. Fakat gerekenden çok harcayınca, ‘O hesapsız harcıyor’ denilir.

Bu hesapsız verilen rızık, Allah’ın hem mü’min, hem kâfir kullarına dünyada verdiği nimetler de olabilir. Bu görüş âyetin siyak-sibakına da (önceki ve sonrası ile irtibatına) uygundur.

“Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır” buyurarak kâfirlerin, fakir müslümanlarla alay etmesinin temelsiz olduğunu bildirmiştir. Onlar dünyevî saadeti elde ettikleri için, kendilerinin hak üzere olduklarına; müslümanların dünyevi rahatlıktan uzak olmalarını bâtıl üzere olduklarına istidlal ediyorlardı. Oysa verilen rızık, kişinin mü’min veya kâfir, iyilik sahibi veya günahkâr olmasına göre verilmez. Bu sırf Allah’ın dilemesine bağlıdır. Aksine küfründe iyice ilerlemesi (istidrac) için, kâfire bazen çokça rızık verir; ibtilâ ve imtihan için, mü’mine bazen az rızık verir. Allah, Karun’a alabildiğine rızık vermiş, Hz. Eyyûb’a (a.s) ise rızık kapılarını daraltmıştır.

“Eğer (bütün) insanlar (kâfirlere imrenerek) tek ümmet haline gelmeyecek olsaydı Rahmanı inkâr eden kimselerin evlerinin tavanlarını gümüşten yapardık.” (Zuhruf, 33)

Allahu Teâlâ, sınırsız, istenmeden, peşine düşülmeden, bir dilenci gibi dilenilmeden, mü’min ve kâfirlerden istediklerini hesapsız rızıklandırır. Bu kâfirin, ‘Eğer mü’minler hak üzere olsalardı, Allah onların rızıklarını niçin genişletmesin?’ dememesi, mü’minin de, ‘Eğer kâfir hak üzere değilse, niçin Allah dünyada onun rızkını bollaştırmıştır?’ dememesi içindir. Allah’a itiraz yersizdir. Emir O’nun, hüküm de O’nundur.

Çünkü “O, mesul değildir, onlar (insanlar) ise mes’uldürler.” (Enbiya, 23)

Allah hesapsız rızık verir, ‘İnsanın beklemediği yerden rızık verir’ demektir. İnsan hesabında olmayan bir şey kendisine geldiğinde, ‘Bu hesapta yoktu’ der.

Yani ‘O kâfirler, her ne kadar mü’minlerle fakir oldukları için alay etseler de, bilsinler ki Allahu Teâlâ, dilediği kimseleri hiç ummadıkları yerden rızıklandırır.’

Allahu Teâlâ, bu lütfu mü’minlere yapmıştı. Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Kureyş’in ileri gelenleri ile yahudilerin bütün mallarını mü’minlere nasib ederek; ashaba verdiği fetihlerle onları zengin kıldı.

Hatta onlar, Kisra ve Kayser’in hazinelerine sahib oldular.

 

Sebeb-i Nüzulü

‣ Bu âyet, Ebû Cehil ve diğer Kureyş önderleri hakkında nâzil olmuştur. Onlar, Abdullah İbn Mesûd, Ammâr, Habbâb, Ebû Huzeyfe’nin kölesi Salim, Amir bin Füheyre ve Ebû Ubeyde bin Cerrâh gibi fakir Müslümanlarla alay ediyorlar, kendileri rahat nimetler içindeyken, onların fakrü zaruret içinde eziyetlere katlanmalarıyla eğleniyorlardı.

‣ Benû Kurayza, Benû Nadîr ve Benu Kaynuka yahudilerinin ileri gelenleri ve âlimleri hakkında nazil olmuştur. Onlar, yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan fakir muhacirlerle alay ediyorlardı.

‣ Abdullah İbn Ubeyy ve avanesi gibi münafıklar hakkında nazil olmuştur. Bunlar, zayıf müslümanlar ve fakir muhacirler ile alay ediyorlardı.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

زُيِّنَ لِلَّذٖينَ كَفَرُوا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا hükmü de, O’nun cezasının şiddetindendir. Onlara hile kurar, hatta dünya sevgisi kendilerine galip gelir.

وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذٖينَ اٰمَنُوا İman edenlerin fakirleriyle alay ederler. Cezanın şiddeti, onların büyüklerini, Allah’ın ﷻ evliyasını ve sevdiklerini küçük görme vartasına götürür. “Zalimler hangi dönüşe döndürüleceklerini ileride bilecekler.” (Şuara, 227)

وَالَّذٖينَ اتَّقَوْا فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ Çünkü onlar âlây-ı illiyyinde, kafirler ise esfel-i safilindedir.

وَاللّٰهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ Âlây-ı illiyyin derecelerinden, esfel-i safilin derekelerine kadar ebedü’l abad boyunca, nihayetsiz olarak verir. Nihayeti olmayan şey hesap altına girmez. Bu ifadede başka bir mana daha vardır: Kula dünyada verilen her şey, haramsa azabı, helalse hesabı gerektirir. Ahirette verilen daimi nimetlerin ise ne azabı, ne de hesabı olmayacaktır.

 

Belagat

• زُيِّنَ fiili mazi gelmesi, tabiatında bunun yer etmiş olması dolayısıyladır. Yani dünyayı süslü görme vasfının onların tabiatlarına yerleştirilme işi tamamlanmıştır.

• زُيِّنَ mazi fiil üzerine, يَسْخَرُونَ muzari fiilinin atfedilme sebebi ise, onların, mü’minlerle alay etmelerinin devam etmesidir. Çünkü muzari devam ve süreklilik ifade eder.

• الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا ile يَوْمَ الْقِيٰمَةِ arasında tibaka mülhak, ihamı tezat vardır.

• وَالَّذٖينَ اتَّقَوْا فَوْقَهُمْ  cümlesinde tecessüm vardır. 

Aslında üstün olan mü’minler hem iman, hem takva ehli olanlardır. Ancak müttaki olmayıp sadece iman ehli olanlar kıyamet günü aşırı korku içinde olduklarından onların zikrine ehemmiyet verilmemiş, müttakiler tağlip yapılmıştır.

• وَاللّٰهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ cümlesi çokluktan kinayedir. Müşriklerin rızıklarının kesilip, hazlarının yok olacağına tarizdir.

Yine اللّٰهُ lafzı mübteda, يَرْزُقُ haber fiil olarak geldi, hükmü takviye eder.

Bakara Sûresi 213. Ayet

كَانَ النَّاسُ اُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللّٰهُ النَّبِيّٖنَ مُبَشِّرٖينَ وَمُنْذِرٖينَࣕ وَاَنْزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فٖيمَا اخْتَلَفُوا فٖيهِؕ وَمَا اخْتَلَفَ فٖيهِ اِلَّا الَّذٖينَ اُوتُوهُ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ بَغْياً بَيْنَهُمْۚ فَهَدَى اللّٰهُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا فٖيهِ مِنَ الْحَقِّ بِاِذْنِهٖؕ وَاللّٰهُ يَهْدٖي مَنْ يَشَاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ

213- İnsanlar bir tek ümmetti ve Allah onlara müjdeci ve uyarıcı olarak peygamber gönderdi. Onlarla birlikte insanların anlaşmazlığa düştükleri meseleler hakkında aralarında hüküm vermek için hak kitap da indirdi. Halbuki o meselelerde anlaşmazlığa düşenler, kendilerine açık âyetlerimiz geldikten sonra aralarındaki haset yüzünden ihtilafa düşen kitap ehlinden başkası değildi. Bunun üzerine Allah, kendi iradesiyle inananları ihtilafa düştükleri şeyde hakka eriştirdi. Allah dilediği kimseleri doğru yola ulaştırır.

 

“İnsanlar tek bir ümmetti.” Hz. Âdem ilk insan, ilk baba, ilk peygamberdi. İnsanlar bir süre Allah’tan ﷻ gelen vahiy ve sahifelerle, ona tabi olarak bu minval üzere devam ettiler. Sonra ihtilaflar zuhur etti. Nihayet Hz. Nuh zamanında putlara tapmaya, batıl inançlara sapmaya başladılar. Allah ﷻ, zaman zaman onlara kendi içlerinden, kendi dillerinden, kendi seçtiği peygamberleri gönderdi. Onlar cennetle müjdeleyip, cehennemle korkuttular. Kulluk vazifelerini yapmaları konusunda uyardılar. Peygamberlerle beraber, ihtilaf edip anlaşamadıkları mevzularda aralarında hak ile hükmetsinler diye kitaplar indi.

Ne yazık ki bazı toplumlar, açık, net delillere rağmen ihtilaf ettiler, kargaşa çıkardılar. Gerçeği anlamaktan, kabulden, sakındılar, bile bile hased ettiler, azgınlık ve taşkınlık yaptılar, özellikle kendilerine âyetler geldikten sonra ihtilaf ettiler. Allah ﷻ samimi mü’minlerin gelen âyetlerle şüphelerini giderdi. Delillerle kalplerini, akıllarını, yollarını nurlandırdı. Doğru yola hidâyet buyurdu, gönüllerini hoş etti. İman lezzetini tattırdı.

İnsanlar, başlangıçta hak üzere tek bir ümmet olup, daha sonra ihtilâfa düşmüşlerdir. Onların ihtilâfları ise, dünya malı uğrundaki azgınlık, hased ve çekişmeleri sebebiyle olmuştur.

Ümmet, bir kısmı bir kısmına uyan, aynı şey üzerinde ittifak eden topluluktur. Bu kelime, اَلْإِئْتِمَام(uymak) masdarından alınmıştır.

Âyet insanların tek bir ümmet olduklarını gösterir, fakat hak üzere mi, bâtıl üzere mi bir ümmet olduklarına delâlet etmez. Bu hususta ihtilâf edilmiştir. 

‣ İnsanlar iman ve hak olan tek bir din üzere idiler.

‣ İnsanlar batıl din üzere tek bir ümmet idiler.

‣ İnsanlar akıl kanunlarına sarılma hususunda tek bir ümmet idiler. Bu kanunlar, yaratıcının varlığını ve sıfatlarını kabul edip, O’na hizmet ve nimetlere şükür ile meşgul olup; zulüm, yalan, cehalet, abes ve benzeri çirkin şeylerden kaçınmaktır.

İnsanların ilki Hz. Âdem’ dir (a.s). Hz. Âdem, önce zürriyetiyle şeriata tutunma hususunda ittifak içinde idi. Daha sonra Allahu Teâlâ, Hz. Âdem’i, kendi soyuna peygamber olarak gönderdi.

Hz. Âdem’le Hz. Nuh arasında on kurun (on batın) vardır. Yani bin yıl boyunca hepsi İslâm ve hak şeriat üzere idiler. Sonra ihtilaf ettiler. Allahu Teâlâ müjdeci ve korkutucu peygamberler gönderdi.

Bu dönem Hz. Âdem ile Hz. İdris arasındaki dönem olabilir. Bu dönemde insanlar, Kabil ve ona uyan az sayıda kişi dışında, meleklerle musafaha edecek derecede iyi bir haldeydiler. Bu hal, Hz. İdris’in göklere kaldırılmasına kadar devam etti.

فَبَعَثَ اللّٰهُ النَّبِيّٖنَ cümlesinin başındaki ف harfi, peygamberlerin, insanlar arasında ihtilaf çıkmasından sonra peygamber olarak gönderildiğini gösterir.

Eğer insanlar, peygamberler gelmeden önce, küfür üzere tek bir ümmet olsalardı, peygamberler onlar ihtilâfa düşmeden gönderilirdi.

Âyetten anlıyoruz ki kimilerinin iddia ettiği gibi yeryüzünde insanlık tarihinde karanlık bir dönem yoktur. İnsanlık tarihi vahiyle başlamıştır. İlk insandan bu yana Cenâb-ı Hakk kullarını hiçbir zaman vahiysiz bırakmamıştır. İnsanlar yeryüzünde yaratıldıkları andan itibaren dinsiz ve yolsuz bir dönem yaşanmamıştır. İnsanlığın başlangıcı tevhittir, aydınlıktır.

Hz. Âdem ve çocukları, uzun bir süre vahiyle yollarını bulmuşlar ve tek bir ümmet olarak aynı inançla yürümüşler. Daha sonra insanlar çoğalıp yeryüzüne yayılınca, zamanla bu tevhidden inhiraf edip bâtıl yollara ve şirke düşmüşler. Allahu Teâlâ da onları yeniden davet etmek için peygamberler göndermiştir. Yani küfür, şirk, bâtıl ve karanlıklar sonradan çıkmış ârızî şeylerdir.

‘النَّاسُ / İnsanlar’dan maksat, Hz. Âdem’in sulbünden zerrecikler halinde çıkarılan insanlardır. Allahu Teâlâ, Hz. Âdem’i yarattıktan sonra onun sulbünden insanları zerrecikler halinde çıkarmış ve onlara ‘Ben sizin rabbiniz değil miyim?’ demiş, onlar da hep birlikte ‘Evet, sen bizim rabbimizsin’ demişler, böylece tek din üzere olmuşlardır. (bkz. Âraf, 172) Fakat daha sonra dünyaya gelince Allah’a verdikleri bu söze bağlı kalmamışlar, ihtilafa düşmüşler, Allah da onlara müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberler göndermiştir.

Hz. Peygamber ﷺ, ‘Her doğan, İslâm fıtratı üzerinde doğar. Fakat ana babası onu ya yahudi, ya hristiyan yapar veya mecûsi yapar’ buyurmuştur. Bu hadis, doğan her çocuğun aslî fıtratı üzere terk edilmesi durumunda, hiçbir bâtıl dine girmeyeceğine; bâtıl dinlere ancak, anne ve babasının o husustaki sa’y-u gayretleri ile azgınlık ve hased gibi harici sebeblerle gireceğine delâlet eder.

النَّاسُ, Hz. Mûsâ’ya iman edenlerdir. ‘İnsanlar bir tek ümmet idi’ cümlesi, ‘Hz. Mûsâ’ya iman edenler aynı mezhep üzere bir ümmet idiler, daha sonra hasedleri sebebiyle ihtilâf ettiler. Böylece de Allah, peygamberlerini gönderdi’ manasındadır.
 

Allah müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi.

Yalnızca fıtrat, tabii his ve meyiller hidâyet ve doğruluk için kafi değildir. Hayatı yönlendirmeye beşerî akıllar da elverişli değildir. Çünkü akıllar arasında fark vardır. Bir takım kimselerin akılları hak yolu idrak etse dahi, bu oldukça az bir kesime münhasırdır. Bir alimin ortaya koyduğu teorinin doğruluğu ancak uzun deneylerden ve arka arkaya yapılan kesintisiz incelemelerden sonra ortaya çıkar. Bu sefer ortaya konan fikrin sonucunu bekleyenler, hevâ ve arzularının etkisi altında kalabilir, menfaat kaygısına düşebilir. Onun görüşünü kabul etmezler.

İnsanoğlu hata yapıp zarara uğramadan, tecrübelerin sonuçlarını beklemeden önce, onu dünya ve ahirette hayırlı olana yönlendirmek üzere Yüce Allah peygamber ve resûller göndermiştir.

İnsan nevini diğer canlılardan ayıran, düşünme ve tetkik kabiliyetidir. Hidâyet, doğru yolu gösterme ise, peygamberlerin getirdiği Kitabın hususiyetidir. İnsana düşen, risalete dair delilleri kavramaktır. Peygamberlerin getirdiklerini de akıllarıyla kavradıkları vakit ise, ona sımsıkı sarılmaları ve ondan asla ayrılmamaları görev olur.

Allahu Teâlâ nebilerin müjdeci olmasını uyarıcı olmalarından önce zikretti. Çünkü müjdelemek, sağlığı koruma gibidir; inzâr ise, hastalığı tedavi gibidir.
 

İnsanların anlaşmazlığa düştükleri meseleler hakkında aralarında hüküm vermek için hak kitap da indirdi.

Burada geçen ‘hakk’ kelimesi, sadece ilâhi kitabın getirdiği bilgilerin ‘hakk’ olduğunu bildirmektedir. Bu hakkın dışında bir başka hak, bu hükmün yanında başka bir hüküm ve bu sözden sonra başka bir söz geçerli değildir. İnsanlar arasındaki bütün ihtilaflı konularda bu hakkı hakem yapmaksızın, onun hükmüne tartışmasız boyun eğmeksizin, ayrılıklar sona ermez, insanlar asla barışa giremez.

Eğer hayatın akışı bu temel dayanak üzerine oturursa o zaman ‘hakk’tır. Eğer başka temellere oturursa o zaman ‘batıl’ olur.

İnsanların yapısındaki fıtri farklılık, düşüncelerde, ideallerde, sistemlerde ayrılık meydana getirir. Fakat Allah bu farklılıkların sağlıklı bir iman çerçevesi içinde kalmasını ister. İman çerçevesi, insanların değişik yetenek ve enerjilerini kapsayacak derecede geniştir. Bu yetenekleri ne öldürür ve ne de baskı altına alır, onları düzene koyar ve harekete geçirir.

Peygamberlere gönderilen kitaplar birkaç tane olmakla birlikte özünde tek kitap olduğuna işaret etmek için tekil siga ile ifade edildi. Çünkü o kitaplar aslında bir tek şeriatı ihtiva ederler.

“İnsanlar arasında hükmetmek için” لِيَحْكُمَ fiilinin önce geçen bir şeye dayandırılması gerekir. Bu sözden önce üç şey zikredilmiştir. ‘لِيَحْكُمَ  / hükmetmek için’ kavline en yakını ‘kitap’, sonra ‘peygamberler’ sonra da ‘Allah’ lafzıdır. Bunlardan her biri bu fiilin fâili olabilir. Mana, ‘Allah veya kendisine kitap indirilen peygamber veyahut da o kitap hükmetsin diye’ şeklinde olur.

Kitap, bu ifadeye diğerlerinden daha yakın olduğu için; Allah, gerçekte hükmeden kitap değil de kendisi olduğu için; Peygamberler ise, o hükmü ortaya koyan kimseler olduğu için tercih edilir.
 

“İhtilafa düştükleri konularda”

Farklı olmak, uyuşmazlığa düşmek insanların temel karakteridir.

Yeryüzünde insan sayısınca akıl ve düşünce mevcuttur. Bu farklılık, insanın yeryüzü halifeliği ile görevlendirilişinin arkasında saklı duran temel yaratılış ilkelerindendir. Halifelik; her türden farklı yeteneklerin var olmasını gerektirir. Böylece insanlar birbirlerini tamamlar, sıkı bir işbirliği gösterir ve dünyayı mamur kılabilirler.

Elimizde uyuşmazlığa düşenlerin birlikte başvurabilecekleri değişmez bir ölçü, adil bir hakem, herkesi kesin kanaate vardıracak bir son söz mutlaka olmalıdır. Bu da Allah’ın Kitabından başka bir şey olamaz.
 


Onda ihtilafa düşenler, kitap verilenlerden başkası değildir.
 

وَمَا اخْتَلَفَ فٖيهِ اِلَّا الَّذٖينَ اُوتُوهُ âyetindeki ilk zamir الحقَّ kelimesine; ikincisi ise, الْكِتَابَ lafzına râcidir. ‘Hakta, ancak kendilerine kitap verilenler ihtilâf etmişlerdir’ manasındadır. Yani emrin aksini yaptılar. İhtilafın kalkması için gönderilen kitabı, ihtilafın iyice yerleşmesi, kökleşmesi için sebep kıldılar.

Burada ‘İndirme / inzal’ fiili yerine ‘Verilme’ fiili kullanıldı. Onların kitaptaki hakka vakıf olduklarına baştan dikkat çekmek içindir. ‘اُنْزِلَ / indirildi’ fiili bu manayı ifade etmez.

‘Kitap verilenler’den murad yahudi ve hristiyanlar olabilir. İhtilafları da birbirlerini kâfir saymaları, Allah’ın kitabını tahrif ve tebdil etmeleridir. Allahu Teâlâ’nın kitap indirmekten maksadı, ihtilâf etmemeleri ve dinî konularda münakaşa edip seslerini yükseltmemeleri iken, bu hak konusunda sadece kendilerine kitap verilenler ihtilâf etmişlerdir.
 

İhtilaf

Kur’ân “Mü’minler ancak kardeştir” (Hucurat, 10) kesin hükmüyle birlik ve beraberliğe çağırırken, bölük pörçük olmak, bulunduğu grubun insanlarını beğenip, diğer bütün insanları yanlış yolda kabul etmek, küçük görüp onlara tavır almak, ihtilafın en büyük sebebidir.

Kendilerine mensup olmayan; faziletli, alim, veli olsa da, dün bataklıktan gelip dahil olan kadar itibar görmez, saf dışı bırakılır. Hatta böyle birine ilgi gösterip hürmet edenler, ‘Bu bizden değil’ diye uyarılır. Bazıları da dış görünüşle bu tavrı gizlemeye çalışsa da içten pazarlıkları fark edilir.

Gruba mensubiyetin gururu ise, diğer gururlardan daha rahatsız edicidir. Kibir, haset, cehalet ve iman zayıflığından gelen bu ayrım yapma tutkusu, insanları birbirinden soğutup saygı, sevgi bağlarını kopartarak içten düşmanlıklar doğurur.

Birbirlerini sevmeyen, saymayan, bilmeyen insanlar birlikteliğin zevkini tadamaz. Efendimiz ﷺ ‘Cemaat rahmettir, ayrılık azaptır’ buyururken, atomun bölünmesinden doğan felakete işaret ettiği gibi, ona denk bir felaketi, mü’minler arasındaki ayrılığın tehlikesini beyan eder. “Üstünüze ateş alevi ve erimiş bakır dökülecektir de, kurtuluş çaresi bulamayacaksınız” (Rahman, 35) âyetiyle de bu ayrılığın sonucuna işaret ediliyor.

İslâm, mü’minleri birbirlerinden soğutacak, sevgi bağlarını koparacak, ayrılığa zorlayacak her tavrı, her davranışı nehyedip yasaklar.

“Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın” (Âl-i İmran, 103) her gün Fatiha’da “Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden yardım dileriz” (Fatiha, 5) şeklinde çoğul eki kullanılır, eğer tekil eki kullanılsa namaz bozulur. Duada, ibadette, kullukta bencillik reddedilmiştir.

Resûller sultanının ﷺ ‘Haklı da olsanız münakaşayı, şaka da olsa yalanı terk etmedikçe hakiki mü’min olamazsınız’ ihtarıyla, aramızı açan, her türlü tartışma ve sürtüşmeye son verip, çeşitli propaganda, reklam ve yalanlarla birbirimizi kandırmamız şiddetle nehyedilmiştir. İnsanları tahkir etmek, alaya ve hafife almak, hoşlanmayacağı adlar, lakaplar takıp ifşa etmek, kırıcı sözler... v.b, birlik, beraberlik, düzeni ortadan kaldırdığı için haram kılınmıştır.

Evimizin çevresindeki kırk ev komşu sayılıp, muhtaçların ihtiyacına cevap vermemek, Müslümanı hakiki mü’minlik dairesi dışına çıkarır. Buna rağmen müslümanlar arasında ıssız adalar oluşturup; bu bizden değildir tarzında bir hava estirmenin, şeytandan başka kimin işine yarayacağını düşünmek gerek.
 

Allah iman edenleri ihtilaf ettikleri şeyde hidâyet etti.

Âyetin takdiri فَهَدَى اللّٰهُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا فٖيهِ مِنَ الْحَقِّ فَهْتَدَوْا بِاِذْنِهٖ ‘Allah iman edenleri, hakkında ihtilâf ettikleri hakka ulaştırdı da onlar da Allah’ın izniyle hidâyete eriştiler’ şeklindedir.

هَدَى fiili harfi cersiz, lam ve ila harfi cerleri ile kullanılır.

Allahu Teâlâ, ehli kitabın apaçık deliller tamamlandıktan sonra bile, azgınlık ve hasedleri yüzünden inkâr ve cehalette ısrar ettiklerini bildirince, ümmet-i Muhammed’in onlara benzemediğini beyan buyurmuştur. Allahu Teâlâ, ümmet-i Muhammed’i bu gibi hatalardan korumuş ve onları, ehl-i kitabın ihtilâf ettiği meselelerde gerçeğe ulaştırmıştır.

Yahudiler Beytü’l Makdis’e, hristiyanlar ise doğu tarafına doğru namaz kılmışlardır. Allah ﷻ bizi Kâbe’ye yöneltmiştir.

Yine ehli kitap oruç hususunda ihtilâf etmişlerdir. Allah ﷻ bizi Ramazan ayına iletmiştir.

Yahudiler Hz. İbrahim’in (a.s) yahudi; Hristiyanlar ise, hristiyan olduğunu söylemişlerdir. Ama biz onun hanif dini üzere bir müslüman olduğuna iman etmişizdir.

Onlar Hz. İsâ (a.s) hakkında da ihtilâf etmişler, yahudiler onu aşağı göstererek tefrite, hristiyanlar da onu ilâh sayarak ifrata düşmüşlerken, biz doğrusuna muvaffak edildik.

Âyet-i kerime ‘Allah iman edenleri hidâyet etti’ buyuruyor. Bu da hidâyetin bize ulaşabilmesi için, bizim samimiyetle mü’min olmamız gerektiğini gösterir. İman edip, teslim olduğumuz takdirde Allah bize yardım edecektir.
 

İzni ile / بِاِذْنِهٖ

‣ İlmiyle demektir.

‣ ‘Onları, emriyle, kolaylaştırmasıyla, lütfuyla, iradesi ve rahmetiyle hakka iletmiştir’ demektir. Yani, hidâyet O’nun emri sebebiyle meydana gelmiştir.

‣ Burada bir takdir yapmak gereklidir. ‘Allah onları hidâyet etti, onlar da Allah’ın izniyle hidâyete erdiler’ şeklinde olur.
 

Ümmet-i Muhammed’in Ehli kitaba üstünlüğü

‘Onlar bize Cuma günümüzden dolayı haset ettiklerinden daha çok başka bir şeye haset etmezler. O Cuma günü ki Allah bizi ona hidâyet eyledi, ama onlar cumadan saptılar. Ve Allah’ın bizi hidâyet eylediği kıbleye haset ederler, onlar bundan sapmışlardır. Ve imamın arkasından ‘Amin’ sözümüze haset ederler.’

Biz en son olanlarız, ilk cennete girenleriz. Sabikunuz ancak ehli kitab bizden önce dünyaya gelmişlerdir. Hadis-i Şerif

Geçmiş ümmetlerin ömrüne nisbetle sizin ömrünüz, ikindi namazı vaktiyle güneşin batması arasındaki zaman gibidir. Sizin, yahudilerin ve hristiyanların hâli şuna benzer: İşçi çalıştırmak isteyen bir adam dedi ki, ‘Kim benim için birer kırata günün yarısına kadar çalışır?’ Yahudiler, günün yarısından ikindi vaktine kadar çalıştı. O kimse sonra, ‘Kim benim için bir kırata günün ortasından ikindi vaktine kadar çalışır?’ dedi. Nasâra birer kırata çalıştı. Sonra şöyle dedi: ‘Kim ikindi vaktinden güneşin batmasına kadar ikişer kırata çalışır?’ Dikkat ediniz, siz ikindi vaktinden güneşin batmasına kadar çalışanlarsınız. Dikkat ediniz. Sizin ücretiniz iki kattır. Yahudiler ve hristiyanlar kızdılar. ‘Biz çok çalışıyor, az ücret alıyoruz’ dediler. Allahu Teâlâ onlara, ‘Hakkınızı vermekte size zulmettim mi?’ buyurdu. ‘Hayır’ dediler. Allahu Teâlâ buyurdu ki; ‘O benim dilediğime verdiğim bir ihsandır.’ Hadis-i Şerif

Cennet ehli yüz yirmi saf olur. Sekseni bu ümmetten, kırkı diğer ümmetlerdendir. Hadis-i Şerif

Resûlullah ﷺ buyurdular ki, ‘Îsâ bin Meryem (a.s) gökten iner. Mü’minlerin Emîri, Hz. Îsâ’ya ‘Gel bize imam ol’ der. Hz. Îsâ, ‘Sizin bazınız bazınız üzerine Emîrsiniz’ buyurur.

Denildi ki, ‘Yâ Resûlallah, niçin o zamanda Allahu Teâlâ müslümanlar üzerine Emîri kendilerinden yapar?’ Buyurdular ki: ‘Bu ümmetin Emîrlerini kendilerinden kılmak, bu ümmete ikramdan ve şanlarının büyüklüğündendir.’

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

كَانَ النَّاسُ اُمَّةً وَاحِدَةً Allahu Teâlâ bu âyet-i kerimede insanların başlangıç durumlarını haber vermektedir. Mahlukat ilk önce üzerinde yaratıldıkları fıtratta, tek bir ümmet halinde idiler. Efendimiz ﷺ de şöyle buyurmuştur: ‘Her çocuk, (İslâm) fıtrat üzere doğar. Onu ana-babası yahudi, hristiyan veya mecusi yapar.’ Efendimiz ﷺ ‘Veya Müslüman yapar’ dememiştir. Bunun iki sebebi var;

Birincisi: Küfür taklitle hasıl olur ama hakiki iman taklitle elde edilmez.

İkincisi; asli ana-baba encam ve anasırdan ibarettir.

Bu iki takdire göre, çocuk ana-babasının terbiyesiyle Allah yolundan sapar ve ayakları sırat-ı müstakimden, tevhid ve mârifetten kayar. Peygamber bile olsa kendisini hakka ulaştıracak bir yol göstericiye ihtiyacı vardır. “Seni hidâyetten uzak bir halde bulup hidâyet etmedi mi?” (Duha, 7)

فَبَعَثَ اللّٰهُ النَّبِيّٖنَ مُبَشِّرٖينَ وَمُنْذِرٖينَ Allah’ın davetine icabet edenlere necatı, kurbet ve vuslat makamlarına nailiyeti müjdeleyen, davete muhalefet edenleri veylden, fırkat ve ayrılık derekelerinde helaktan uyaran peygamberler gönderdi.

وَاَنْزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ Bu Allah’ın o kitabına işarettir ki; herkes için saadet veya şekavet adına kalem kurumuştur. Efendimiz ﷺ ‘Sizden hiç kimse, can verilmiş hiçbir nefis yoktur ki cennetten ve cehennemden yeri yazılmamış, said veya şaki olduğu belirlenmemiş olsun’ buyurdu.

Bir adam ‘Yâ Resûlallah! Yazımıza güvenmeyelim mi? Ameli bırakmayalım mı? Bizden kim saadet ehli ise saadet ehline dönecek, kim de şekavet ehli ise şekavet ehline dönecektir’ dedi. Efendimiz ﷺ ‘Ehli saadet, saadet ehlinin ameline kolaylaştırılır. Ehli şekavet, şekavet ehlinin ameline kolaylaştırılır’ buyurdu ve şu âyeti okudu: “Amma kim verir ve sakınırsa, en güzel kelimeyi tasdik ederse, biz onu en kolaya kolaylaştırırız.” (Leyl, 7)

لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فٖيمَا اخْتَلَفُوا فٖيهِ Bu kitap, kendilerine yazılanı arama hususunda farklı hareket eden ehli saadet ve şekavet hakkında hükmetmek içindir. Herkese, kitabın hükmüyle ne için yaratılmışsa o kolaylaştırılır.

اِلَّا الَّذٖينَ اُوتُوهُ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ بَغْياً بَيْنَهُمْ Yani bu iki fırkadan saadet ve şekaveti arayan her biri, Allah’ın hükmünde ve kazasında kendilerine saadet ve şekavet verilenlerdir. Bu saadet ve şekavet ise ancak onların kendi muamelelerinin açıkça ortaya koymasından sonradır. Çünkü bu muameleler ile said şakiden, şaki saidden ayrılır.

Şaki, ana-babasından miras aldığı sapıklıkta çalışır, insani tabiat esfelinin dibine düşer. Allah ﷻ ve mahlukata muamelesi, şirk, zulüm, fücur, hased iledir. Bununla şekavet derekelerine hak kazanır.

Said inayet cezbeleriyle hidâyet ipine sımsıkı tutunur. İman kuvveti ve talepte sıdk kademiyle yükselir, salih amellerde çalışarak beşeriyet hazlarından ubudiyet zirvesine, kurbet ve vuslat makamlarında derecelere ulaşır.

 

Belagat

• لِيَحْكُمَ ifadesinde fâil kitab ise mecaz vardır. Hakîm, Allahu Teâlâ olduğundan hükmün kitaba isnadı mecazidir. Bu, yaygın bir mecazi kullanımdır. Meselâ, ‘Kitap böyle hükmetti, Allah’ın kitabı böyle hükmediyor, Allah’ın kitabından razı olduk’ denir. Ayrıca bu isnad, Kur’ân’ın şanının yüceliğini ve büyüklüğünü ifade eder.

• فٖيمَا اخْتَلَفُوا فٖيهِ sıfatlı kinayedir. İsmi mevsul tahkir ifadesi içindir.

• فَبَعَثَ اللّٰهُ cümlesinde özel ismin gelişi tazim, zihne yerleştirmek içindir. Yani o peygamberleri başkası değil, Allahu Teâlâ gönderdi.

Ayrıca اللّٰهُ lafzı âyet-i kerimede üç kere geçmiştir. Muktezayı zahirin hilafına kelamdan, zamir yerine açık isim gelmiştir. Zihne yerleştirmek, tazim içindir.

• ‘مُبَشِّرٖينَ / Müjdeciler’ kelimesi tefil babındandır. Fiilde çokluk; çok çok müjdeleyici. Mefulde çokluk, çok insana bu müjdeyi ulaştırmaları ve verdikleri müjdenin (cennet, sevap vb) az olmayıp çok olduğu manasını ifade eder.

• الْكِتَابَ بِالْحَقِّ derken ayrıca بِالْحَقِّ ’nın zikredilmesi, tecriddir. Çünkü kitap zaten haktır.

•  مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ cümlesinde mefule isnad vardır. Beyyineler gelmez, getirilir.

• فَهَدَى اللّٰهُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا فٖيهِ cümlesinde لِمَا اخْتَلَفُوا فٖيهِ tabirinin tekrarı muktezayı zahirin hilafına kelamdan zamir yerine ismi mevsulün gelişidir. İhtilaf edilen o şeylere tekrar tekrar dikkat çekmek içindir.

• ‘Kitap verilenler ihtilaf ettiler, iman edenleri hidâyet etti.’Tibaka mülhak, ihamı tezat.

• وَاللّٰهُ يَهْدٖي مَنْ يَشَاءُ cümlesinde يَشَاءُ fiilinin mefulünün hazfı; fazla sözden sakınmak, muhatabca malum olduğu için, ibareden anlaşıldığı için.

Bakara Sûresi 214. Ayet

اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذٖينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْؕ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِؕ اَلَا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَرٖيبٌ

214- Yoksa siz sizden önce geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı geldi ki peygamberleri ile etrafındaki mü’minler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek kadar sarsıldılar. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı muhakkak yakındır!

 

Önceki âyette dünya süsüne dalan kafirlerin, inançsızların mü’minlerle alay ettikleri bildirilmişti. Bu âyet de onların zulüm, alay, işkence ve eziyetlerine katlanıp cenneti hak etmelerini tembih ederek mü’minleri sabra, sebata, ihlasa davet ediyor. Ve önceki mü’minlerin çektikleri eziyetlerden, enfüsi ve afaki musibetlerden nelere maruz kaldıklarını hatırlatıyor. Çünkü sıkıntılar paylaşılırsa azalır. Güzellikler paylaşılırsa çoğalır.

Allah ﷻ, elçiler vasıtasıyla necatlarına dua, kurbet, vusul ve derecelere meyli telkin etti. Bugün bizim başımıza da darlık, zorluk, savaş, zelzele geldiğinde paniğe kapılmadan sabırla, duayla Allah’ın ﷻ yardımını istememiz gerekiyor. O sıkıntılı şiddetli zamanlarda dualarının reddedilmeyeceğini âyet-i kerime remz ediyor, cennete girmenin kolay olmadığını bildiriyor. Dünyada bir eve, bir dükkana, bir diplomaya, bir zevceye sahip olmak için nice zorluklara katlanıyoruz. Cennete bedava gidilir mi? Gayret bizden tevfik Allah’tan…

Sizden önce geçenlerin başına gelenler, sizin başınıza gelmeden, Cennete gireceğinizi mi sandınız?

اَمْ ortada gelen bir istifham edatıdır. هَلْ de, cümlenin başında gelen bir istifham edatıdır. اَمْ cümlenin ortasında, öncesinde istifham geçse de geçmese de kullanılır.

حَسِبَ fiili sanmak, demektir. İki zıttan birine karar verirken diğerini hiç aklına getirmemektir. Bu, içinde şüphe kalabilecek bir şeydir. ظَنَّ de buna yakın anlamdadır. Şu farkla ki; zan’da kişinin aklına zıt iki şey beraber gelir. Ama sonunda biri diğerine üstün çıkar.

Âyetin manası ‘Allah iman edenleri, ehl-i kitabın ihtilâf ettikleri hakka kendi izniyle hidâyet etmiş, onlar da milletlerinin kendileriyle alay etmelerine sabretmişlerdir. Sizler de onların yoluna girecek misiniz, yoksa onların yoluna girmeksizin cennete gireceğinizi mi zannediyorsunuz?’ şeklinde olur.

‘Ey mü’minler, Allah’ın sizi mükellef tuttuğu ibâdetleri yapmadığınız, imtihan ettiği şeylere sabretmediğiniz, kâfirlerin eziyetine, fakirliğe, geçim sıkıntısına katlanmadığınız, savaşın korkunç hallerine göğüs germediğiniz müddetçe, sırf bana iman edip, peygamberimi tasdik etmek sûretiyle cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Bütün bunlar, sizden önceki inananların başına gelmişti. Sizin başınıza henüz gelmedi. Ancak yakında gelecektir. Geldiği zaman sabrediniz.’

لَمَّا edatı, لَمْ ve zâid مَا ’dan meydana gelmiştir.

مَثَلُ kelimesi, ‘benzer’ manasına gelen ‘misil’ demektir. Misil de, mesel de; ‘şibh’ ve ‘şebeh’ gibi kullanılabilen iki lügattir. Fakat ‘mesel’ enteresan bir durum, mühim, şaşırtıcı bir kıssa için kullanılır.

Mesel; darbı mesel, örnek, atasözü, açıklasın diye aralarında benzerlik bulunan iki şeyden birinin diğeri için kullanılması demektir. Bu kelime herhangi bir şekilde benzerlik manasını ifade etmek için kullanılan en genel kelimedir.

نِدٌّ sadece özde benzerlik, شِبْهٌ sadece nitelikte benzerlik, مُسَاوي sadece nicelikte benzerlik, için kullanılırken, مَثَلُ kelimesi daha geneldir ve tüm bu anlamlara gelir.

خَلَوْا  boşluk demektir. Zaman ve mekan için kullanılır. Ancak zaman için kullanılınca ‘Geçti gitti’ manasına gelir.

Âyette bir hazif vardır. Takdiri, ‘مَثَلُ مِحْنَةِ الَّذِينَ خَلَوْا / Sizden öncekilerin mihneti gibi...’ şeklindedir. ‘مَسَّتْهُمْ / onlara dokundu’ ifadesi, bu meselin izahıdır. الْبَأْسَاءُ, şiddet manasına gelen الْبؤُْسُ kelimesinden türemiş isimdir. الْبُؤْسُ fakirlik ve yoksulluğun ileri derecesi, insana hayır ve menfaat yönlerinin daraltılması demektir. Aynı zamanda insanın canından başka şeylere gelen musibet hakkında da kullanılır. Malın gasp edilmesi, yurttan kovulmak, güvenliğin tehdit altında olması, Allah’a davet faaliyetine karşı durulması gibi.

وَالضَّرَّاء acı, ağrı, hastalık ve çeşitli korkular gibi zararlardır. İnsana şer, âfet ve elem yönlerinin açılması, kendi zatında isabet eden yara ve öldürmek gibi her türlü musibettir.

‘وَزُلْزِلُوا / Onlar çeşitli belâ ve musibetlerle sarsıldılar.’ ‘Zelzele’, bir şeyi yerinden oynatmak demektir. زَلْزَلْتُهُ ‘o şeyi yerinden tekrar tekrar oynattım’ manasına gelir. Bu kelime, manasındaki tekrardan dolayı mudaf (şeddeli) kılınmıştır.

Kendisinde tekrar manası bulunan her fiilde, o fiilin ilk harfi tekrar edilir. صَرْصَرَ çınladı, çınçın etti, öttü; صَلَّ ses çıkardı, صَلْصَلَ zil gibi ses çıkardı, كَفَّ men etti, كَفْكَفَ tekrar tekrar sildi, fiillerinde olduğu gibi. زُلْزِلُوا kelimesi ‘korkutuldular’ manasına da gelir. Korkan kimse kararsızdır, kalbi huzursuz olur. Bundan ötürü bu kelime ancak oturanı ayağa kaldıran korkular için kullanılır. وَزُلْزِلُوا ifadesi bu anlamda mecaz olur. Onlar, kalplerindeki korku ve endişeden ötürü tedirgin olup, sarsılmışlardır.

Bu âyet imanın bir takım hak ve görevlerinin bulunduğunu göstermektedir. Bu görevleri kim ihmal eder, bu konuda bir kusur işlerse Yüce Allah’ın geçmiş ümmetlere lütfettiği nimetlerden mahrum kalır. Cennete bu bedelden başkası ile ulaşmak mümkün değildi. Temennilerin hiçbir faydası yoktur. Yalnızca kalbî iman yetmez. Müslüman bir takım işleri başarmalı, büyük fedakârlıklarda da bulunmalıdır. Nefsini güzelliklerle bezeyinceye, kusurlarını düzeltinceye kadar mücadele vermelidir.
 

‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ dediler.

Onların bu durumları, Allah’ın yardımının kendilerine gelinceye kadar sürmüş ve belânın uzun sürmesi onları dinlerinden çevirememiştir.

Hz. Peygamberin ﷺ ashabına, müşrik, münafık ve yahudilerden birçok büyük sıkıntı ve belâ gelmiştir. Cenâb-ı Hakk müslümanlara savaş hususunda müsaade edince, yaralandılar, mallarından ve canlarından oldular. Cenâb-ı Hakk da onları takviye etmiş, önceki ümmetlerin çektiklerinin de böyle olduğunu bildirmiştir. Çünkü belâlar umûmileşince kolaylaşır. Allahu Teâlâ, Hz. İbrahim’in (a.s) kıssasını, ateşe atılmasını; Hz. Eyyüb’un halini ve diğer peygamberlerin çeşitli belâlara sabredişlerini Kur’ân-ı Kerim’de mü’minlere birer teselli olmak üzere zikretmiştir.

Habbâb İbn Eret şöyle anlatır: ‘Müşriklerden gördüğümüz eziyet ve sıkıntıları Allah’ın Resûlüne şikâyet etmiştik. Bunun üzerine O; ‘Sizden önceki ümmetler, çeşitli belâlarla azab olunmuşlardı. Ama bu, onları dinlerinden çevirmemişti. Öyle ki adamın başının ortasına testere konulur, böylece iki parçaya ayrılır, yine adamın etleri ve sinirleri demir taraklarla kemiklerinden taranır; ama bu onu dininden çeviremezdi.

Allah’a yemin ederim ki bu iş, mutlaka kemâle erecektir. Öyle ki, kervancı, Sâna ile Hadremut arasında seyahat ederken ancak Allah’tan ve koyunlarına karşı kurttan korkacaktır; başka hiç kimseden korkmayacaktır. Ne var ki sizler, acele ediyorsunuz.’

Efendimize ﷺ soruldu: ‘Ey Allah’ın Resûlü! İnsanlardan kimler en çok belaya uğrar?’ Efendimiz şu cevabı verdi:

‘Peygamberler, sonra büyüklükte onlara yakın olanlar, sonra da bunlara yakın olanlardır. Kişinin diyaneti nispetinde belası da şiddetli olur. Şayet dininde zayıflık varsa, Allah ﷻ onu da diyaneti nispetinde imtihan eder. Bela kulun peşini bırakmaz. Ta o kul, hatasız olarak yeryüzünde yürüyünceye kadar.’

İbni Mesud (r.a) anlatıyor: ‘Ben peygamberlerden (a.s) birinin acıklı kıssasını anlatan Resûlullah’ı ﷺ şu anda sanki tekrar seyrediyor gibiyim. Demişti ki: ‘Kavmi ona şiddetle vurup yaralamıştı. O hem kanlarını siliyor, hem de ‘Allah’ım, kavmimi mağfiret et, çünkü onlar bilmiyorlar’ demişti.’

Büyük zorluklara dûçar olduğunuz zaman ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir’ zikr-i cemîline devam ediniz. Hadîs-i Şerîf

Allah ﷻ ferman etti: ‘İzzetim ve celalim hakkı için, mağfiret etmek istediğim hiç kimseyi, bedenine bir hastalık, rızkına bir darlık vererek boynundaki günahlarından temizlemeden dünyadan çıkarmayacağım.’ Hadis-i Kudsi
 

Allah’ın yardımı yakındır.

Bu cümle Allahu Teâlâ’nın o kimselere bir cevabıdır.

Veya cümle, ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diye soran mü’minlere peygamberin verdiği cevaptır. Kur’ân’da bunun benzeri, Allahu Teâlâ’nın, “Sizin faydanıza, içinde sükûn bulup istirahat etmeniz için geceyi ve fazl-u kereminden (rızık) aramanız için gündüzü yaratması O’nun rahmetindendir” (Kasas, 73) âyetidir. Bunun manası, ‘geceleyin sükûn bulasınız ve gündüz Allah’ın fazlından arayasınız’ demektir. (Leffi neşrin tertipli kısmı)

Allah’ın yardımını ancak sonuna kadar direnmeye devam edenler, sebat edenler hak eder. Sıkıntıya ve darlığa göğüs geren, sarsıntıya kapılmaksızın bu direnişi gösteren, zulüm karşısında baş eğmeyen, yüce Allah’ın bu yardımını göndereceğine kesinlikle inanan, hatta sıkıntı doruk noktasına ulaştığı anlarda bile yalnızca Allah’ın yardımını gözleyen; başka hiçbir çözüme, Allah’ın katından gelmeyen herhangi bir desteğe kesinlikle ümit bağlamayan kimseler hak kazanabilirler.

 

Sebeb-i Nüzulü

‣ Hz. Peygamber ﷺ muhacirlerle Medine’ye geldiğinde çok zarara girmişlerdi. Mekke’den malsız, mülksüz çıkmışlar, evlerini barklarını müşriklerin ellerinde bırakmışlar, bu arada yahudiler de, Hz. Peygambere ﷺ düşmanlıklarını açıkça ortaya koymuşlardı. Bunun üzerine Allahu Teâlâ Peygamberimizin ve müslümanların kalblerini serinletmek için bu âyeti indirmiştir.

‣ Müslümanlara büyük sıkıntı ve kederlerin isabet ettiği Hendek Savaşı hakkında nazil olmuştur.

‣ Abdullah b. Übeyy münafığı, Uhud Harbi esnasında ashaba, ‘Ne zamana kadar canlarınızı verecek ve boş şeyleri umup duracaksınız? Şayet Muhammed peygamber olsaydı, Allah size esareti ve ölümü musallat etmezdi’ dediği zaman nazil olmuştur.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

Allahu Teâlâ cenneti yarattı, onun etrafını musibetlerle çevreledi. Cehennemi yarattı, onun etrafını da şehvetlerle ve arzularla çevreledi. Öncekileri çeşitli makamların şiddetiyle ve mihnetlerle imtihan etti. “Nice peygamberler vardı ki; beraberinde nice alimler savaşmışlardı.” (Âl-i İmran, 146)

Sonrakilere de اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذٖينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ diyerek hitab etti.

Yani velayet yoluna süluk etmek, bela adımıyladır. Kimin Mevla’ya kurbet mertebelerinde nusreti yüksek olursa, onun bela imtihanı daha kuvvetli olur, o öncelikle bela iledir. Kim bundan başka bir şey zannederse, heva çölünde helak olmuş, Malik’in kapısından kovulmuştur.

 

Belagat

• İstifham tevbih ve inkar içindir, nehy manası taşır. ‘Zannetmeyin’ demektir. اَمْ burada munkatıdır. Hemzesi hazfolmuştur.

• وَلَمَّا يَأْتِكُمْ tecessüm, sanki geçmişte yaşananlar kalkıp geliyorlar.

• مَسَّتْهُمْ cümlesinde istinafen fasıl vardır. Sanki, ‘Onların hali nasıl olmuştu?’ diye sorulmuş; Cenâb-ı Hakk da buna cevaben, ‘Onlara yoksulluk ve sıkıntı gelip çattı da, sarsıldılar’ buyurmuştur.

İstinafen fasıl: Aralarında sıkı alaka olan cümlelerin arasını و harfiyle atfetmek uygun olmadığından fasıl olur. Faslın kısımlarından biri de, istinafen fasıldır.

• ‘Allah ﷻ onlara dokundurdu’ demeyip مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ buyrulması, mefule isnaddır.

‘مَسَّتْهُمْ / onlara dokundu’ fiilinde ayrıca istiare-i tebaiye vardır. Müstearun minh, dokundu, Müstearun leh, isabet etti, başlarına geldi. Camisi; hissedilmesi, çok azının bile büyük acı vermesi, huzursuz etmesi.

• مَثَلُ الَّذٖينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ dedikten sonra مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ  buyurması, ibhamdan sonra izah itnabıdır.

• مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِ cümlesi, çekilen sıkıntıların şiddetini, çokluğunu tekit etmek için getirilmiştir.

• اَلَا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَرٖيبٌ buyurması, sohbet sırasında vaki olan müşakaledir.

Bu cümlede yardımın gerçekleşeceğini gösteren dört tane tekit vardır.

1- Cümle pekiştirme ifade eden istiftah edatı, ال ile başlamıştır.

2- Cümlede pekiştirme edatı olan إِنّ vardır.

3- İsim cümlesi tercih edilmiş, ‘yakında size yardım edilecek’ şeklinde fiil cümlesi kullanılmamıştır. İsim cümlesi ise pekiştirme ifade eder.

4- Yardım, her şeye gücü yeten, âlemlerin Rabbi Allah’a izafe edilmiştir.

• Sıkıntı kemal bulunca yardım geldiğini اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَرٖيبٌ cümlesinden anlarız. Dal bi’d delalesiyle, her zaman zafer ve nusretin zahiri sebepler tükendiğinde, taviz verilmeyince geleceğini bildirir.

• نَصْرَ اللّٰهِ lazım, ‘kurtuluş bulmaları’ melzumdur.

• قَبْلِ - مَتٰى - قَرٖيبٌ kelimeleri arasında, الْبَأْسَاءُ - الضَّرَّاءُ - زُلْزِلُوا kelimeleri arasında muraat-ı nazır vardır.

Bakara Sûresi 215. Ayet

يَسْـَٔلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَؕ قُلْ مَا اَنْفَقْتُمْ مِنْ خَيْرٍ فَلِلْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَبٖينَ وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاكٖينِ وَابْنِ السَّبٖيلِؕ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِهٖ عَلٖيمٌ

215- Sana Allah yolunda neyi harcayacaklarını soruyorlar. De ki: ‘Maldan harcayacağınız şey, öncelikle ana babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların ve yolda kalmışların hakkıdır. Yaptığınız iyi işlere gelince, Allah onu çok iyi bilir.

 

Cennete gitmenin kolay olmadığını bildirdikten sonra bu âyette cennete götüren amellerden bahsediyor. Ve ‘Ne infak edelim’ sorusuna da muktezayı zahirin hilafına cevap veriyor. Eğer soruya göre cevap verseydi bu bizim için çok zor olurdu. İnfak edilecek şey özel bir cins olsaydı buna hepimiz güç yetiremezdik. Yüce Rabbimiz rahmet-i uzmâsı ile bize gerekli cevabı veriyor. Hem ne isteyeceğimizin, nasıl isteyeceğimizin lisan-ı edepleri öğretiyor, hem de infakı kime yapacağımızı bildiriyor.

Hayır kapsamına giren iyilikler sırayla bildirilmiş, önce ana baba zikredilmiş. İnsanın ‘usul-füru’ denilen ana, baba, evlat ve torununa ihtiyaç zamanında bakması farzdır. Bunlara zekat düşmez, çünkü bakmaya mecburdur. Daha açık bir ifadeyle bir erkek evlat, eşine, çocuklarına ne kadar bakmak zorundaysa, anasına, babasına, evladına, torununa da ihtiyaç zamanında aynen bakmak, geçimini sağlamak zorundadır. Bunları evine getirip barındırmasında eşinin izni, rızâsı aranmaz. Çünkü bu, geçmiş bir hakkın ödemesidir.

İkinci sırada akrabalar gelir. Birinci derecede olan akrabalar kardeş, yeğen, amca, dayı, hala, teyzedir. Bu akrabaların ihtiyaçları olup, bakan kimseleri yoksa ya da evlatları hayırsızsa onlara da bakmak, ilgilenmek, infak etmek farz olur. Ama ikinci derecede; amca oğlu, dayı oğlu gibi akrabalara infak farz değildir. Fakat ihtiyaçları varsa bunlar yabancıya tercih edilmelidir. Sonra sırasıyla yetimler, miskinler, yolda kalanlar gelir.

‘Kim hayır yaparsa muhakkak Allah onu bilir.’ Yani, mükâfatını iki cihanda verir.

 


Neyi infak edeceklerini soruyorlar.
 

مَاذَا hakkında:

مَا lafzı, ذَا lafzıyla birlikte tek bir isim kabul edilirse, âyetteki, مَاذَا mahalli, ينُفِقوُنَ fiilinin mefulü olarak mahallen mensuptur. الَّذِى ,ذَا manasındadır. مَا mübteda mahallen merfu ذَا da haberidir.

Onlar neyi infak edeceklerini sordular, Allahu Teâlâ ise nerelere infak edeceklerini bildirdi. Bu cevap onların sualine uygun değil gibi gözükse de, aslında tam muvafık bir cevaptır.

İnfak ancak müstehak yerlere harcandığında mükemmel olur. Allahu Teâlâ izahı tamamlamak için nerelere ve kimlere verileceğini de eklemiştir.

Veya buradaki مَا lafzı ‘Ne’ anlamında değil, infakın keyfiyetini, kimlere, nerelere infak edileceği hususunu sormaktır. Soranlar Allah’a yaklaşmak için mal infak etmek gerektiğini zaten biliyorlardı. Bu soruyla öğrenilmek istenen şey, infakın kimlere ve nerelere verileceği hususudur. Cevap soruya uygundur.

Yahut da onlar bu soruyu sorunca sanki kendilerine ‘Bu yersiz bir sorudur. Malın helâl olması ve uygun yerlere verilmiş olması şartıyla ne infak edersen et’ denilmiştir.

Bu, şuna benzer: İnsan, hiçbir yemek zarar vermeyecek kadar sıhhatli olur da, yine de doktora, ‘Neleri yiyeyim?’ dediği zaman, doktor ‘Günde iki öğün ye’ der. Bunun manası, ‘Her şeyi yiyebilirsin ancak, bu şartla...’ demektir.

Bu soru, o zamanki müslümanların vicdanlarındaki uyanıklığı, mü’minlerin gündelik hayatının her olayı ile ilgili hükümleri bilmeyi nasıl arzu ettiklerini, davranışları ile inançlarının arasında uyum sağlamaya ne kadar önem verdiklerini ortaya koyar.

Bu tutum müslümanlığın belirtisidir. Müslüman, hayatının küçük büyük her olayı, her gelişmesi ile ilgili İslâm’ın hükmünü araştırmalı, o konudaki hükmün ne olduğunu kesin olarak anlamadan hiçbir davranışa girişmemelidir. İslâm’ın uygulaması onun ilkesi ve kanunu olurken, İslâm’ın onaylamadığı uygulama ona yasak ve haram olur.
 

İnfak edilecekler

Âyet-i kerime, toplumda yaşayan birkaç grup insanı birbirine bağlıyor. Bazısını yakın akrabalık bağı, bazısını uzak akrabalık bağı, bazısını merhamet bağı ve bazısını da insaniyet bağı yardım edene bağlıyor.

Yüce Allah insanın en çok yakın aile fertlerini, ehli ile ana-babasını sevdiğini biliyor. Bunun için ona kendi ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra ilk yardımlaşma adımında bu sevdiklerine yararlı olmasını öneriyor. Onlara gönül hoşluğu ile yardım yapacak, böylece fıtri eğilimlerini tatmin etmiş olacaktır.

Bu kimseler yardım edenin en yakın akrabalarıdır. Aynı zamanda bu ümmetin bir parçasıdırlar. Eğer bir yerden yardım görmezlerse muhtaç duruma düşeceklerdir. Yakınları olan birinden yardım görmeleri, yakınları olmayan bir yabancıdan yardım almalarından daha onurlu bir şeydir. Aynı zamanda bu aile içi yardımlaşma yuvada sevgiyi ve iç barışı yaygınlaştırır, insanlık camiasının ilk tuğlası olan aile bağlarını güçlendirir.

Yüce Allah bundan sonra insanın sevgisini ve yardımseverliğini öncelik sırasına göre bütün akrabalarına yayacağını bilir. Bu yüzden insana akrabalarını aşan bir adım daha attırılıyor. Böylece hem fıtrî eğilimlerini tatmin ediyor, hem bu kimselerin ihtiyaçlarını karşılıyor, hem de geniş aile bağlarını güçlendiriyor. Bunun sonucunda da bir müslüman, güçlü ve sağlam bir aile birliğine kavuşuyor.

Eğer yakınlarına yardım ettikten sonra verecek bir şeyi kalırsa, İslâm onu toplumun diğer muhtaçlarına yardım etmeye götürüyor.


Ana-Baba

Allahu Teâlâ infak hususunda ebeveyni birinci sıraya koymuştur. Çünkü güçsüz, muhtaç olduğu bir halde iken ona bakıp, büyütmüşlerdir. Ebeveynin çocuğa iyiliği ve hakkı, başkalarının in’amından daha büyüktür.

Burada Allah’ın hakkını gözettikten sonra, ebeveyn hakkından daha önemli bir şey olmadığına işaret vardır. Çünkü Allahu Teâlâ insanı yokluktan varlığa çıkarandır. Ebeveyn ise, insanı sebebler âleminde yokluktan varlığa çıkarmışlardır.


Akrabalar

Allahu Teâlâ, ebeveynden sonra ‘akrabaları” zikretmiştir. İnsan, bütün fakirlerin ihtiyaçlarını karşılayamaz. Bundan dolayı mutlaka bazı fakirlerin bazısına tercih edilmesi gerekir. Bu tercihin sebeplerinden biri de akrabalıktır.

Akrabalık, iç içe ve yakın olma sebebidir. Bu yakınlık, birbirinin hallerinden haberdar olmalarını sağlar. İçlerinden biri fakir olduğunda bu bilinir ve ona infak ederler.

Akrabalar içindeki fakirler gözetilmemiş olsaydı, fakir akrabalar başkalarına başvurmaya mecbur olurdu. Bu da zengin akrabalar için bir utanç vesilesi olurdu. İnsanın bu töhmetten kutulması için, fakir akrabaların ihtiyaçlarını gidermesi daha evlâdır.

Akraba insanın bir parçası gibidir. İnsanın kendisine infak etmesi, başkalarına infak etmesinden daha evlâdır. Bu nedenle öncelik akrabaya verilmelidir. Hatta kötülük yapan akrabaya yapılan infak, ihlası daha da yerleştiricidir.


Yetimler, yoksullar ve yolda kalanlar

Akrabalardan sonra ‘yetimler’ zikredilmiştir. Yetim çocuklar küçük oldukları için, geçimlerini sağlayamazlar. Babası ölmüş küçük çocuk hem kazancı, hem kazananı olmayan ve helak ile karşı karşıya kalan kimse demektir.

Allahu Teâlâ sonra ‘yoksullar’a yer vermiştir. Bunlar, yetimlerden daha az muhtaçtır. Çünkü çalışıp kazanmaya yetimlerden daha çok gücü vardır.

Ardından ‘yolda kalan’ları zikretmiştir. Yolda kalan, beldesinden uzaktadır, ihtiyaç ve fakru zaruret içine düşebilir.

Hz. Ömer kendi zamanında Dâru’d Dakîk (un ambarı) denilen bir depo yaptırmış, bunu, hurma, kuru üzüm ve kavunla doldurmuş, bununla yolda kalanlara ve misafirlere hizmet sunmuştu. Yine O, Mekke ile Medîne arasında belirli yerlerde sebil türünden yiyecek ve içecek ihtiyaçlarını karşılayan merkezler kurmuştu.
 

Hayırdan ne yaparsanız, Allah onu bilir.

وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ ifadesi hem infakı, hem de diğer bütün iyilik ve taâtları içine alır. Ama خَيْرٍ kelimesine sadece ‘Mal’ anlamı verilirse ‘İster az, ister çok olsun maldan ne infak ederseniz, Allah bilir’ demektir.

‘عَلِيمٌ’ Cenâb-ı Allah’ın âlîm oluşu hususunda mübalağa ifade eden bir sigadır. Yani ‘Allah’ın ilminden ne yerdeki ne de gökteki bir zerre hâriç kalamaz’ demektir. Allah sizi, yaptığınız o şeye karşılık en güzel bir mükâfatla mükâfatlandırır.

Delaleti iltizamiyesi; ‘Yaptığınızı Allah için yapın, O’nun bilmesi yeter. Başkalarının bilmesine önem vermeyin.’

 

Sebeb-i Nüzulü

Hz. Peygambere ﷺ bir adam geldi ve;

- Benim bir dinarım var, dedi. Efendimiz ﷺ ona;

- Onu kendin için harca, buyurdu.

- Benim iki dinarım var.

- Onları ailen için harca.

- Benim üç dinarım var.

- Onu hizmetçin için harca.

- Benim dört dinarım var.

- Onu ana baban için harca.

- Benim beş dinarım var.

- Onu akrabaların için harca.

Adam son olarak, ‘Benim altı dinarım var’ deyince, Hz. Peygamber ﷺ,’Onu Allah yolunda harca; bu harcamaların en güzelidir’ buyurdu. Bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil oldu.

Bir diğer rivâyete göre âyet, Amr b. el-Cemûh hakkında nazil olmuştur. Bu zat yaşlı ve düşkün birisi idi. Uhud Savaşı’nda şehid edilmişti. Çok zengindi. Bundan dolayı ‘Mallarımızı kimlere infak edelim ve nereye koyalım?’ diye sorduğunda, bu âyet inmişti.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

يَسْـَٔلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَ Onların neyi infak edeceklerini sormaları, talep ehlinin adabı nevindendir. Ki mallarındaki bir şeyde kendi iradeleriyle tasarruf etmesinler, hallerini heva veya tabiat halleriyle değiştirmesinler. Bilakis şeriatle, emirle hareket etsinler ki bu da yükselmeyi ve kurbeti gerektirir.

Gerçek kul, ancak Mevlası’nın izniyle hareket eder. Ancak O’nun rızâsına uygun yerde durur. Çünkü ubudiyet, emrin seni durdurduğu yerde durmak, Hakk’ın seni çevirdiği yere dönmektir.

مَا اَنْفَقْتُمْ مِنْ خَيْ Bu hayır dünyevi veya uhrevi olabilir: Mal, cah, ilim, emr-i bi’l maruf, nehy-i ani’l münker gibi.

فَلِلْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَبٖينَ… Efendimize ﷺ “Yakın akrabalarını inzar et” (Şuara, 214) buyurduğu gibi. Efendimiz ﷺ de şöyle buyurdu: ‘Önce nefsinle başla, sonra ailenle’.

وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِهٖ عَلٖيمٌ Hayırla beraber diğer yaptıklarınızı, itikadınızı, niyetinizi, hak ile mi, batılla mı, riya ile mi, ihlasla mı, tabi olarak mı şeriatla mı, heva ile mi, Allah’la mı yaptığınızı bilir, hak ettiğinize göre size vereceği cezayı da bilir.

 

Belagat

• Muktezayı halin hilafına kelamdan sorularına başka bir soru sormuş gibi, kime infak edecekleri söylenerek cevap verilmiş. Neyi infak edeceklerini sormalarını sormamış kabul ederek, saili gayrı sail yerine (soru soranı sormayan yerine) koymuştur. Sanki kime infak edelim, sorusunu sormuşlar gibi gayrı saili sail yerine koydu. Ayrıca buna ‘üslubu hakîm’ yolu denir. Onlar bir şey hakkında soru sormuşken ondan daha önemli bir şeye cevap verilmektedir.

Hem cevap verilmiş, hem de talim terbiye öğretilmiştir. Neyi soracağınızı bilin, cevabı hoşunuza gitmeyecek sorular sormayın, manasındadır.

• İnfak edilecek grupları tek tek sıralaması, itnabın tefri kısmıdır.

• ‘Ana-baba’ için ‘iki baba / valideyn’ denmesi tağlibtir. Annenin de terbiye hususunda gerektiğinde baba gibi ciddi ve kararlı olmasına işarettir.

Umum; ana baba, husus; dedeler, nineler hepsi kastedilmiştir.

• ‘İnfak edeceğiniz şey’ diyerek cem etti, infak edilecek kısımları sayarak taksim etti.

• وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ buyruğunda, hususiden sonra umumiyi zikrederek itnab yaptı.

Yardım eden, elindeki şeyin normalini, ortalama kalitede olanını vermelidir. Fakat مِنْ خَيْرٍ kelimesi, en iyisinin verilmesine, hayır sağlamayacak şeylerin verilmemesine kinayedir.

• ‘Muhakkak ki Allah ﷻ onu bilir’ cümlesinde tekidin gelişi talebi kelam. İnfak ederken yapılan infakı Allah’ın ﷻ görüp bildiğini hesaba katmadan, başa kakmak, böbürlenmek, küçümseyerek, tahakkümle, hava atmak gibi hallerle verildiğinden, gayrı münkiri münkir menzilesine tenzil etmiştir.

Bakara Sûresi 216. Ayet

كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْـٔاً وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تُحِبُّوا شَيْـٔاً وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْؕ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَࣖ

216- Sizin hoşunuza gitmediği halde size savaş farz kılındı. Olur ki bir şey hoşunuza gitmediği halde, o sizin için hayırlı olur, bir şeyi de sevdiğiniz halde, o sizin için şer olur. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

 

Allahu Teâlâ mali ibadetten sonra bedeni ibadetleri hatırlatarak ‘Size savaş farz kılındı’ buyuruyor. Bize zor geldiği için açıklama yaparak mü’min gönülleri ikna ediyor. ‘Nice hoşlanmadığınız şeyler hayır olabilir. (Akis sanatı) Allah ﷻ bilir, siz bilmezsiniz.’

Biz ancak şu anı bilebiliriz. Ama ne bizden önce olanları, ne de bizden sonra olacakları bilme durumunda değiliz. Ancak kuru bir zan, şüpheli bir tahmin yürütürüz. Aklımız, düşüncemiz, görüşümüz ve anlayışımız hep sınırlıdır. Bu yüzden bilgimiz de mahduttur.

Ama yüce Rabbimiz ilmiyle adaletiyle, rahmetiyle, re’fetiyle her şeyi kuşatmıştır. Bütün kudret, kahru galebe O’nun yed-i kudretindedir. Bize düşen O’nun emir ve yasaklarını, hükümlerini, bütün gönlümüzle şeksiz şüphesiz kabul etmektir. O’nun adlinden, lütfu kereminden, ezeli ebedi ilminden, hikmetinden sual etmeden kayıtsız şartsız teslim olmalı ve bu sayede canımızı nefsin, hevanın elinden kurtarmalıyız.

Hz. Peygamber ﷺ Mekke’de iken savaşmaya izinli değildi. Medine’ye hicret edince Allahu Teâlâ kendisine karşı savaşan müşriklerle savaşma izni vermişti. Allah ﷻ sonra da cihadı farz kılmıştır.

Savaşın farz-ı kifâye olduğu hususunda icmâ vardır. Ancak müşriklerin, müslümanların yurtlarına girip istilâ etmeleri halinde cihad herkes için farz-ı ayn olur.

Savaşa dair hükümler, sadaka hükümlerinden sonra getirildi. Bu ikisi arasında oldukça sağlam bir ilişki vardır. Çünkü savaş, can ve malı feda etmeyi gerektirir. Mal canın yongasıdır. İnfak da mal ile cihaddır. O bakımdan malın feda edilmesinden daha üstün olan cihadın, burada söz konusu edilmesi uygun düşmektedir. Din ancak cihad ile istikamet bulur. Cihatta da mal ve can feda edilmesine ihtiyaç vardır.
 

O hoşunuza gitmediği halde

‘Hoşa gitmeme’ lafzından murad, savaşın insanın nefsine ağır gelmesidir. Mükellef, her ne kadar Allah’ın emrinin kendisi için bir kurtuluş vesilesi olduğunu bilse bile, bu bilme, savaşı insana güç ve ağır gelmekten alıkoymaz. İnsan fıtratının en çok temayül ettiği şey yaşamaktır. Ona en ağır gelen şey de savaştır.

Bu hoşlanmayış, henüz savaş farz kılınmadan, düşmanların çokluğu ve kendisinde korku bulunduğu için, müslümanların, savaşı hoş görmemiş olmalarıdır. ‘Size farz kıldıktan sonra onu kerih görmeyesiniz diye, hoşlanmadığınız savaşın, savaşmamaktan daha hayırlı olduğunu beyan buyurmuştur.’

كُرْهٌ kelimesi masdardır. Veya bu masdar ismi meful manasındadır. وَهُوَ مَكْرُوهٌ لَكُمْ  demektir.

كُرْهٌ lafzı, zorlanmayıp da istemeden yapılan şeyler hakkında; كَرْهٌ lafzı ise, zorlanarak yapılan şeyler hakkında kullanılır.

Aslında herhangi bir şeyden hoşlanıp hoşlanmamak mü’minin elinde olan bir şey değildir. Müslüman iradesini Allah’a teslim eden kişidir. Allah onun adına bir şeyden razıysa, mü’min de ondan razı olmuştur.

Mü’min, Allah’ın kendisi adına emir ve yasak olarak seçtiklerini, kendisi için seçip kabul etmiştir. Aksi takdirde imandan söz edilemez.

İnsan fıtratının savaştan çekinmesi, mükellef kılındığı bu şeye razı olmasına aykırı değildir. Çünkü bazen insan faydalı diye acı bir ilaç kullanmaya razı olur.

Cihad her ferdin boynuna yazıldı. İster gazaya katılsın ister otursun. Oturandan yardım istendiği zaman yardım etmek mecburiyetindedir. İmdada çağrıldığında imdada koşmalıdır. ‘Hazır ol’ emrini aldığında hazırlanmalıdır. Kendisine ihtiyaç olmadığında oturur. İbni Şihab
 

Savaşa Hazır Olmanın Faydaları

‣ Gelecekte iyileşme beklentisi olduğu için, acı ilacın şu anda içilmesi güzel görülür. Hem dünyada, hem de âhirette saadete erebilmek için, ilim uğrunda güçlüklere katlanmak da güzel karşılanır. Cihad da böyledir. Cihadı terk edip savaşmamak, her ne kadar şu anda kişiyi öldürülme tehlikesinden; malı da harcanmaktan korusa da, toplumları pek çok zarara uğratır.

Düşman, savaşı bırakıp rahatlık içinde yaşamaya meyledildiğini anlayınca, hemen saldırır. Kan akıtır, malları yağmalar, hazırlıksız yakalar. Herhangi bir silah ve teçhizat olmadan savaşmak zorunda kalınır. Düşmanların, malları yağmalamasından doğan fakirlik sıkıntısı, dinden dönmelere bile yol açabilir. Bu tıpkı ilacın acılığına katlanmama sebebiyle, hastalık ilk belirdiği sırada tedaviden kaçmak gibidir. Neticede kişi, bu meşakkatların kat kat fazlasını yüklenmeye mecbur kalır.

‣ Savaşmak, emniyetin sağlanması için bir sebebtir. Bu emniyet, savaşsız geçen kısa süreli faydadan daha hayırlıdır.

‣ Dinin yayılması, insanların topyekün yeryüzünde zulümden, işkenceden, şahsiyetsizlikten, iffetsizlikten, izzetsizlikten kurtulması için savaşın zaruri olduğu yerler vardır. Çünkü Efendimiz ﷺ ‘İnsanlar madenler gibidir’ demiştir. Bir kısım madenleri suyla ayrıştırmak mümkünken bir kısmını ateşle ayrıştırmak gerekir. İnsanların da çoğu suyla yani yumuşaklıkla, güzel söz ve hareketle yola gelir, yumuşar ama bir kısım insanlar iyilikten anlamaz. Bunlara da harp gerekir. Yani bir kısım insanlar iman etmeyebilir. Fakat zulme devam ederlerse dünyanın her tarafından akıtılan kandan Müslüman kendisini sorumlu hisseder, o adamın zulmüne son vermek için kılıcı, silahı eline almak mecburiyetinde kalır.

Batılı iki ilim adamı ‘Tarih Üzerine’ adıyla kaleme aldıkları bir kitabın ön sözünde şunları söylüyorlar: 3.000 yıllık dünya tarihi içerisinde harp edilmeden ancak ve sadece 35 yıl yaşanabilmiştir.’ Eğer bir yerde insan varsa ve henüz İslâm hakimiyeti tam olarak yerleşmemişse orada savaş olacaktır. Barışın yegane sağlayıcısı İslâm’dır.

‣ Savaşmayınca ganimet elde edilemez. Düşmana galip gelince duyulan büyük hazdan mahrum kalınır.

‣ Savaşın dini faydaları da pek çoktur. Mücâhid, Allah’a yaklaşmak ve ibâdet gayesiyle cihad eder de amellerini boşa çıkaracak tavırlar göstermezse, kendisine büyük mükâfatlar vaad edilmiştir.

‣ Düşman, Müslümanların canlarını, mallarını dinleri uğruna harcadıklarını gördüğünde, İslâm’a meyleder. Onların vasıtasıyla müslüman olunca, Allah katında büyük bir mükâfatı hak ederler.

‣ Savaş, imanın yakin mertebesine ulaştığının bir göstergesidir. Mü’min, Allah rızâsı için savaşa girişir, acılara katlanır. Allah’ın fazl ve rahmetine, O’nun salih amel yapanların mükâfatını zayi etmediğine ve dünya lezzetlerinin temelsiz şeyler olduğuna yakînen inanmayan, savaşa asla razı olmaz.

Rızkım, mızrağımın gölgesi altında kılındı. Zillet ve aşağılık ise emrime karşı gelene verildi. Hadis-i Şerif
 

Umulur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayır olur.

شَرٌّ kötülük demektir. Asıl anlamı yayılmaktır. Yayıldığı için aleve de, الَشَّرَرُ denilir. Buna göre ‘şerr’, zararlı şeylerin yayılmasıdır.

Abdullah b. Abbas diyor ki: ‘Bir gün ben, Resûlullah’ın ﷺ terkisine binmiştim. Bana dedi ki: ‘Ey İbn-i Abbas, heva ve hevesinin aksine de olsa Allah’ın, senin hakkında takdir ettiğine razı ol. Zira bu durum, Allah’ın kitabında mevcuttur.’ Dedim ki: ‘Ey Allah’ın Resûlü, o nerededir? Ben Kur’ân’ı okudum.’ Resûlullah buyurdu ki:

“O, belki de hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. Belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Allah bilir siz bilemezsiniz...” âyetinde mevcuttur.

Savaş, insan nefsine sevimsiz gelen, fakat arkasında hayır saklayan konulardan sadece bir örnektir. Bu, mü’minin bütün hayatı için geçerlidir.

İnsanın nice istekleri olmuştur ki, elinden kaçtı diye üzüntüden kahrolmuş, fakat bir süre sonra meydana çıkmıştır ki, isteğinin olmaması, Allah’ın bağışladığı bir kurtuluştur. Buna karşılık insanın karşısına öyle sıkıntılar çıkmıştır ki, acı çekerek onlara katlanmış, fakat bir süre sonra o sıkıntılar sayesinde hayatının en uzun mutluluğuna kavuşmuştur.
 

Allah bilir, siz bilmezsiniz.

Bu söz cihad hakkında büyük bir istek uyandırmaktır. İnsan kendi bilgisinin son derece sınırlı ve aciz; Allah’ın ilminin ise, en mükemmel olduğuna inanır, kuluna ancak, yararlı şeyleri emredeceğini bilirse, hoşuna gitmese de emre uymanın vâcib olduğunu anlar.

Cenâb-ı Hakk sanki şöyle demiştir: ‘Ey kulum, bil ki benim ilmim senin ilminden daha mükemmeldir. Taâtımla meşgul ol, tabiatının gerektirdiği şeylere iltifat etme!’

İnsanın bir şeyden hoşlanması ya da hoşlanmaması, o şeyin hayırlı veya hayırsızlığını belirlemez. Bir şeyin hayırlı ya da hayırsız oluşu, onun sonucunu bilmeye bağlıdır. Bir şeyin sonucunun ne olacağını, Allah’tan başka kimse bilemez. Başladığı işin sonucunun ne olacağını bilemeyen bir insanın hayırlıyı hayırsızı önceden tesbit etmesi mümkün değildir. İyinin kötünün, hayrın şerrin, haramın helâlin, hakkın bâtılın tesbitinde kıstas vahiydir. Bunu bilen sadece Allah’tır.

İnsanlar pek çok şeyin kendileri hakkında zararlı olduğunu, uzun ve yorucu deneyimler sonucunda öğrenebilmişlerdir. Hatta kimi deneyimler milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur. Pek çok şeyin deneyimi de hâlâ mümkün olamamıştır. Her şeyi bilen, bilgi kendisinden olan Allah’ın bilgisine teslim olmayan insanlar, bu konuda daha çok şeyler çekeceklerdir.

Savaş da böyledir. Yarattığı insanın fıtratını bilen Allah, din gönderirken onun bu fıtratını asla göz ardı etmez. İnsan fıtraten savaştan hoşlanmaz. Savaş insan nefsine ağır gelir. Çünkü savaşta ölmek, öldürmek, yaralanmak, maldan ve candan fedakârlık vardır. Bu yüzden insan fıtraten bu güçlükleri sevmez. Ama yeryüzünde zulmün, işkencenin, adâletsizliğin bitirilip yerine adâletin ve Allah’a kulluğun, barışın getirilebilmesi için savaş kaçınılmaz bir sonuçtur. Zira yeryüzünde hakkın hâkimiyeti olmadan, fitne kaldırılmadan, barış ortamını görmek mümkün değildir.

Yeryüzünde huzurun, barışın, Allah’a kulluğun gerçekleştirilmesi adına savaşmanız, bu uğurda mal harcamanız, sıkıntılara göğüs germeniz sizin için hayırlıdır. Siz bunun sonunu bilemediğiniz için hayırsız görseniz de sizin için şehâdet, cennet, ganimet, zafer hayırlıdır.
 

    Celâli, cemali gönül seçemez

    Nar'ı celâl nur'i cemale düşer

    Bir yerinden geçit bulup geçemez

    Nur'i cemâl nur'i celâle düşer. Seyrani

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

Bu âyet-i kerimede nefsi öldürmenin ve onunla cihad etmenin hak ve vâcib olduğuna işaret vardır. “Allah uğrunda tam bir mücahede ile cihad edin.” (Hac, 78)

Ancak tabiat için bu savaşta büyük bir kerahat vardır. Cihadın hakikatı, mecazi varlığı kaldırmaktır. Çünkü o kul ile Rabb arasında bir perdedir. ‘Senin vücudun hiçbir günaha kıyası olmayan bir günahtır.’

عَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْـٔاً وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ Yani nefsin hoşuna gitmese de onun varlığını kaldırıp, hakiki varlık vasıflarıyla değiştirmek sizin için hayırlıdır.

وَعَسٰٓى اَنْ تُحِبُّوا شَيْـٔاً وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ Nefsin hayvani metalanmaları, cismani lezzetleri hoşuna gitse de, saadet-i ebediyeden, ruhani lezzetlerden, Rabbani mevhibelerin zevkinden mahrum ettiği için aslında şerdir.

وَاللّٰهُ يَعْلَمُ Nefislerin kerahatinde kalplerin rahatının vedia olduğunu, onu öldürmekteki hayatın değerini Allah ﷻ bilir.

وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ Kalplerin hayatının nefislerin katlinde olduğunu, nefislerin hayatında kalplerin ölümü olduğunu sizler bilmezsiniz.

 

Belagat

•  وَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْـٔاً وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسٰٓى اَنْ تُحِبُّوا شَيْـٔاً وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ cümlesinde, akis ve mukabele vardır.

• كُرْهٌ kelimesi masdardır. Manayı iyice belirtmek için masdar isim yerinde kullanılmıştır. Savaşı onlar çok kerih gördükleri için, sanki kerahatin bizzat kendisi gibi olmuştur. (Masdara isnad)

Bu, mecazen ikrah manasında da olabilir. Onlar savaşmayı çok kerîh gördüklerinden sanki savaşa zorlanmışlardır.

• ‘Sevme’nin asıl zıddı ‘düşmanlık’tır. Hoşlanmamak, düşmanlığın lazımıdır. İhamı tezattır.

Bu âyet-i kerime, usul-ü fıkıhtaki liaynihi hasen ve ligayrihi hasen hükümlerinin menşeidir. Bir şey ya ilk halinde aslen hasendir veya neticesi itibarı ile hasen olur. Bu âyet de ‘Ola ki hoşunuza gitmez şer olur’ cümlesi, başta şer gibi gözüküp sonunda hayır olacak şeye dikkat çekmektedir.

• وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ hususiden sonra umumiyi zikirle itnabtır.

• عَسَى fiili yakınlık bildiren nakıs fiildir. Haberi daima اَنْ  ’li muzari gelir. Allahu Teâlâ katında her şeyin hükmü kesin olduğundan, Cenâb-ı Hakk için umut bildiren bu fiil müşakale olmuştur.

عَسَى muzarisi olmayan sadece mazisi çekilen bir fiildir. Kendisinden sonra gelen isim merfu kılınır. Bu kelimenin manası, ‘قَرُبَ / yakın oldu, olması yaklaştı’ şeklindedir.

عَسَى kelimesi لَعَلَّ gibi, şek ve şüphe anlamı vehmettirir. Allah ﷻ hakkında kullanıldığında yakîn ifade eder. عَسَى ’nın ümit uyandıran bir kelime olduğu da söylenilmiştir. Bu manaya göre bu kelime, söyleyenin değil, muhatabın şek ve şüphesinin bulunduğuna delâlet eder.

Bakara Sûresi 217. Ayet

يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ فٖيهِؕ قُلْ قِتَالٌ فٖيهِ كَبٖيرٌؕ وَصَدٌّ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ وَكُفْرٌ بِهٖ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاِخْرَاجُ اَهْلِهٖ مِنْهُ اَكْبَرُ عِنْدَ اللّٰهِۚ وَالْفِتْنَةُ اَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِؕ وَلَا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتّٰى يَرُدُّوكُمْ عَنْ دٖينِكُمْ اِنِ اسْتَطَاعُواؕ وَمَنْ يَرْتَدِدْ مِنْكُمْ عَنْ دٖينِهٖ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَاُولٰٓئِكَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۚ وَاُولٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ فٖيهَا خَـالِدُونَ

217- Sana Haram ayı, onda savaş yapmanın hükmünü soruyorlar. De ki: ‘O ayda savaş büyük günahtır. Allah yolundan insanları men etmek, O’nu inkar etmek, Mescid-i Haram’a girmelerini engellemek, halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten beterdir.’ Kafirlerin gücü yetse, dininizden dönünceye kadar sizinle savaşı sürdürürler. Sizden kim dininden döner de kafir olarak ölürse, bu gibilerin yaptığı güzel işler dünya ve ahirette boşa gitmiştir, onlar cehennemliktirler; orada süresiz kalacaklardır.

 

Yüce Rabbimiz kelamını o kadar güzel bir tertiple, öyle güzel bir metotla, öyle hikmetli bir üslupla inzal buyurmuş ki; azıcık işin içine girdiğimizde, hayranlık veren üslubun güzelliğini sabâ rüzgarı gibi derunumuza çekiyoruz. Âyetleri konu bütünlüğünü bozmadan yıldız yıldız Kur’ân semasına serpiştirmiş. Özellikle mükellefiyetimizi gerektiren konuları gündemde tutalım diye yaymış. İnfak, kıtal, oruç, hac konularını daha önce bir buket halinde sunmuştu. Şimdi bir başka yönüyle yine söz konusu ediyor... “Haram ayda savaştan soruyorlar. De ki: O aylarda savaş büyük günahtır.” Daha önce icmalen geçtiği konuyu burada detaylı bahsediyor.

‘Bu savaş; hürmet göstermesi gereken zata, mekana, zamana, nesneye saygısızlık olarak, sorumluluk olarak, günah olarak, şer olarak büyüktür’ (mevsufu hazfolmuş sıfat, icaz-ı hazif). Mananın çokluğunu fark ettirmek ve düşünceyi derinleştirmek için bu üslupta gelmiştir.

‘Ve Allah yolundan saptırmaktır.’ Hacca, umreye gelen ziyaretçiler orada kıtalle karşılaşırlarsa can korkusundan bir daha gelmek istemez, olan biten şeyleri anlatır, gelecekler de gelmek istemez. Hele şimdilerde haber dünya çapında yayılır. Bahanelerine bahane katar ve Allah yolundan engellemiş olur.

Bu, hac ibadetini, şeâirillah’ı inkar ve değerini kapatmak olur. Mescid-i Haram’ın ihtiramının, feyiz ve bereketinin, Allah ﷻ katındaki kadri kıymetinin örtülmesine sebep olur.

Kıtal, harem ehlini de ürkütüp terki diyar etmelerine yol açar. Oysa haremin güvercinleri bile rahatsız edilemez.

Bunun önü alınmazsa devam eder. Hatta dininizden döndürünceye kadar (güçleri yeterse savaşırlar). Oysa dinden dönen kafir olarak ölürse imanla beraber yaptığı bütün ameller boşa çıkar. Onlar cehennem ashabıdır ve devamlı o azapta kalırlar. Tekrar imana gelirse namazlarını, zekatlarını, oruçlarını, haccını yeniden yapması gerekir. Eğer bu hal üzere ölürse, imansız giderse hiç çıkmamak üzere cehenneme düşmek ne acı, ne büyük hasret... (Hafezanallahu ve iyyaküm.)


Haram ayı, onda savaş yapmanın hükmünü soruyorlar

‘De ki o ayda savaşmak büyük günahtır’ buyruğu büyük günah sayılan savaşın, onların sorduğu savaş olmayıp, başka bir savaş olduğuna dikkat çekmektedir.

Bu savaştan maksad, İslâm’ın muzaffer olup, düşmanların perişan edilmesidir. Büyük günah olması imkansızdır. Büyük günah olan savaş, İslâm’ın temellerini yıkıp küfrü kuvvetlendirmek için yapılan savaştır. İşte bu incelikten ötürü her iki قِتاَلٌ kelimesi de nekre gelmiştir. Fakat bunu açıkça ifade etmemiş, zahiri onların istedikleri manayı vehmettirecek, bâtını ise hakka uygun olacak şekilde sözü müphem bırakmıştır. Bu, her iki قِتاَلٌ ’in de nekre zikredilmesi ile olmuştur.

Hz. Peygamber ﷺ, kendilerine saldırılmadığı müddetçe, haram aylarda savaşmazdı. “Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz...” (Tevbe, 5) âyeti haram aylarda savaşı mubah kılmıştır.

“De ki: ‘O ayda savaşmak büyük günahtır” âyeti, müsbet bir ifadenin peşi sıra gelen nekre bir ifadedir. Bir çeşit savaşa şâmildir, bütün savaşları içine almaz.

وَصَدٌّ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ وَكُفْرٌ بِهٖ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاِخْرَاجُ اَهْلِهٖ مِنْهُ âyetin tamamı mübteda olarak merfu, اَكْبَرُ عِنْدَ اللّٰهِ haberidir. Mana şöyledir: ‘Sizin sorduğunuz savaş her ne kadar büyük günah ise de, şu sayılanlar o savaştan daha büyük günahtır. Sizler, haram aylarda bu şeylerden vazgeçmediğiniz halde, bu hususta açık bir mazereti olmasına rağmen niçin Abdullah b. Cahş’ı kınıyorsunuz? Bu savaşın Cemaziye’l-âhir’de vuku bulması da muhtemeldir.’

قِتَالٌ فٖيهِ mübteda, كَبٖيرٌ وَصَدٌّ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ وَكُفْرٌ بِهٖ sözü de haberden sonra haberdir, takdiri de şöyledir: ‘Bu aylarda savaşa, büyük günah, Allah yolundan men etme ve Allah’ı inkâr hükümleri verilmiştir.’

قِتَالٌ فٖيهِ كَبٖيرٌ mübteda ve haber cümlesidir. Fakat وَصَدٌّ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ sadece mübteda olarak merfudur, وَكُفْرٌ بِهِ kısmı da böyledir. Bunların haberine, önceki cümlenin haberi delâlet ettiği için hazfedilmiştir. Âyetin manası, ‘O aylarda savaşmak büyük günahtır. Allah yolundan alıkoymak ve Allah’ı inkâr etmek de büyük günahtır’ şeklinde olur.

Bir diğer mana: ‘Bu ayda savaşmak, büyük günah, Allah yolundan men etmek ve Allah’ı inkârdır.’ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ ’nin mecrur oluşu, başındaki و ’ın kasem harfi olmasından dolayı da olabilir.
 

Allah katında daha büyük günahtır...

Allah yolundan insanları men etmek. Bu Allah’a ve Resûlullah’a imandan alıkoymak veya Müslümanları hicretten alıkoymak yahut Müslümanları Hudeybiye yılında umre yapmaktan alıkoymaktır. (Âyet, Bedir Savaşı’ndan önce ve Abdullah b. Cahş’ın (r.a) hâdisesi hakkında nazil oldu. Hudeybiye hâdisesi ise Bedir savaşından çok sonra olmuştur.

Fakat Allahu Teâlâ’nın malûmu olan şey sanki tahakkuk etmiş gibidir.)

O’nu inkar etmek. Allah’ın peygamber göndermesini, ibâdete müstehak olmasını ve öldükten sonra diriltmeye kadir olduğunu inkârdır.

Mescid-i Haram’a girmelerini engellemek. Mescid-i Haram kelimesi وَكُفْرٌ بِه ’deki zamire atfedilirse mana ‘Mescid-i Haram’ı inkâr etmek’ şeklinde olur. Mescid-i Haram’ı inkâr etmek, insanların orada namaz kılmasına ve tavaf etmelerine mani olmak, Mescidi Haram’ın kudsiyetini inkâr etmeleridir.

Mescid-i Haram ifadesi, سَبِيلِ اللهِ üzerine atıf ise, ‘Mescid-i Haram’dan alıkoymak’ manasındadır. Kâfirler tavaf eden, itikâfa giren, rükû ve secdede bulunanları oraya girmekten men etmişlerdir.

الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ kelimesi الشَّهْرِ الْحَرَامِ üzerine atıftır. ‘Sana o haram ayda ve Mescid-i Haram’da savaştan soruyorlar’ manasındadır.

Onun halkını oradan çıkarmak. Onlar müslümanları Mescid-i Haram’dan, hatta Mekke’den çıkarmışlardı. Allahu Teâlâ, müslümanları Mescid-i Haram’ın ehli saydı. Çünkü, Beytullah’ın haklarını yerine getirenler onlardır.

Allahu Teâlâ, inkarın, Mescid-i Haram’dan alıkoymanın haram aylarda savaşmaktan daha büyük günah olduğuna hükmetmiştir.

Fitne katilden de beterdir.

Burada fitne’den maksad küfürdür.

Fitne, kâfirlerin müslümanları dinlerinden çevirmek için, bazen kalplerine attıkları şüpheler; bazen de Bilâl, Süheyb ve Ammâr İbn Yasir’e yaptıkları gibi işkenceler etmeleridir.

Fitne savaştan daha büyük günahtır. Çünkü din hususundaki fitne, dünyevî birçok savaşlara ve uhrevî ebedî azaba müstehak eder.

Bu âyet nazil olunca, seriyyenin komutanı Abdullah b. Cahş, Mekke’deki mü’minlere şunu yazmıştır: ‘Müşrikler sizi haram aylarda savaşmakla ayıpladıkları zaman, siz de onları inkâr etmeleri, Allah’ın Resûlünü Mekke’den çıkarmaları ve mü’minleri Beytullah’tan alıkoymaları ile ayıplayınız.’

Fitne insanın dinini yaşamasına izin verilmemesidir. Dini yaşamaya engel olunmuyorsa fitne yoktur.

Fitnecilerin ortak özellikleri: Felaket tellalıdır. Ümitsizliğe düşürür. ‘Keşke, tüh’ ifadelerini çok kullanır. İnsanların zayıf anlarından faydalanır. Daima bahane bulur. Asılsız haberleri yayar.
 

Kafirlerin güçleri yetse sizi dininizden döndürmekten geri durmazlar.

زَالَ fiili masdarı bulunmayan bir fiildir. İsmi fâil ve ismi meful sigaları kullanılmaz. لَا يَزَالُونَ, ‘Onlar bu işlerine devam ederler’ manasına gelir. Çünkü زَالَ olumsuzluk ifade eder. Buna bir de لَا ve مَا gibi nefy harfleri getirildiğinde bu, nefyi nefyetmek olur. (İki nefyden bir isbat çıkar).

‘اِنِ اسْتَطَاعُوا / eğer güçleri yeterse’ sözü onların buna kadir olamayacaklarını gösterir. Bir kimsenin, kendisini yenemeyeceğini bildiği düşmanına, ‘Eğer beni yenersen, elinden geleni yap’ demesi gibidir. Mü’minlerin kalbini hoş tutmak ve mutmain kılmak içindir.

Yine bu ifade kafirlerin batıl dinlerinde ve inançlarında ne kadar katı olduklarını, ayaklarının ne kadar sabit olduğunu gösterir.

İslâm düşmanlarının savaş metodları ve araçları zamanla farklılaşır, fakat hedefleri hiçbir zaman değişmez. Bu hedef, müslümanları dinlerinden döndürmektir. Ne zaman ellerindeki silahlardan biri kırılsa, bozulsa başka bir silah çeker, ne zaman silahlarından biri körelse, etkisini yitirse bir başkasını bilerler.
 

Sizden kim dininden döner ve kafir olarak ölürse, dünyada ve ahirette amelleri boşa gider.

‘Amelleri boşa çıkmıştır’ cümlesinde istiare vardır. ‘Habita’ kelimesi devenin düşüşü için kullanılır. Devenin zararlı yerlerde otlayarak, zararlı otları yiyerek şişmesi, sonra da ölmesi anlamına kullanılan bir kelimedir. Burada da amellerin düşmesi, boşa gitmesi anlamına gelir.

İnsanın işlediği amellerin önce kabarıp sonra yok oluvermesini anlatır. Bu kelimenin somut anlamı ile soyut anlamı arasında sıkı bir uyum vardır. Batıl amelin önce kabarması, görüntüsünün şişmesi, sonunda ise ortadan çekilip yokluğa karışması ile zehirli ot yiyen devenin şişmesi ve bu şişkinlik sonunda patlayıp ölmesi arasında sıkı bir çağrışım vardır.

Amellerin dünyada boşa çıkarılması; irtidâd edenin ele geçirildiğinde öldürülmesi, yakalanıncaya kadar onunla savaşılıp mücadele edilmesi, mü’minlerden herhangi bir dostluk, yardım ve güzel bir övgüye lâyık görülmemesi, mü’min hanımından baîn talak ile ayrılması, kendisiyle evlenilmesinin haram olması, müslüman akrabalarının mirasına konamaması, müslüman mezarlığına gömülememesidir.

Onların boşa çıkan amelleri, irtidâd ettikten sonra yaptıkları işler de olabilir. O zaman mana şöyle olur: ‘Onların, mürted olarak müslümanlara zarar vermek, onları da dinlerinden çıkarmak gibi kurmak istedikleri bütün tuzaklar bâtıl olmuştur, onlar hiç bir şey elde edemezler.’

Amellerinin ahirette boşa çıkması, mürted olmadan önce yaptıkları amellerin sevabının iptal olmasıdır.

Dinden çıkarır:
İstihza: Din ile alay etmek,
İstihfâ: Dini hafife almak,
İstihlâl: Helâli haram, haramı helâl saymak.

Hanefîlerde irtidat eden kimsenin tevbe etmesini istemek müstehabtır. Bu kişiye önce İslâm teklif edilir. Çünkü İslâm’a girme ihtimali vardır. Fakat bunu yapmak vâcib değildir.

Cumhur ise şöyle der: Mürtedin öldürülmeden önce üç defa tevbe etmesini istemek vâciptir. Çünkü Ümmü Mervân adı ile bilinen bir kadın, İslâm’dan dönüp irtidat etmişti. Durumu Resûlullah’a ﷺ ulaşınca Hz. Peygamber o kadının tevbe etmesinin istenmesini, tevbe etmediği takdirde öldürülmesini emir buyurdu.

 

Sebeb-i Nüzulü

Hz. Peygamber ﷺ, halasının oğlu Abdullah b. Cahş’ı Bedir Savaşı’ndan iki ay önce, sekiz kişi ile birlikte gazaya gönderdi. Bir mektup ile ahitname yazıp ona verdi. İki konak sonra bu mektubu açmasını, arkadaşlarına okumasını ve içindekilere göre hareket etmesini emretti. Abdullah b. Cahş iki konak sonra mektubu açtı. Mektupta şunlar yazılıydı: ‘Sana tâbi olanlarla birlikte, Allah’ın bereketi üzere git. ‘Batn-ı Nahil’ mevkiinde konakla ve orada Kureyş’in kervanını gözetle.

Belki sen onlardan bize hayır (ganimet) alır gelirsin.’

Bunun üzerine Abdullah ‘İşittik ve peygamberin emrine boyun eğdik. İçinizden kim şehidliği arzuluyorsa, benimle beraber gelsin. Ben peygamberin emrini yerine getireceğim. Kim de benden ayrılmak isterse, ayrılsın’ dedi ve gitti. Mekke ile Tâif arasındaki Batn-ı Nahl’e vardı.

Tam o sırada, Amr b. el-Hadramî beraberinde üç kişi ile birlikte onlara rastladı. İçlerinden biri başını tıraş etti, böylece ashaba, kendilerinin umre yaptıkları izlenimini vermek istediler. Kervanlarında, kuru üzüm ve yiyecek taşıyan Kureyş’in develeri, ayrıca Taiflilere ait ticaret malları da bulunuyordu. Abdullah b. Cahş’ın (r.a) yanındakilerden Vâkıd b. Abdullah Hanzali (r.a), Amr b. el-Hadrami’ye bir ok atarak onu öldürdü. Diğer iki kişiyi de esir alarak, kervanı içindekilerle birlikte sürüp Hz. Peygamber ﷺ’ e geldiler.

Bunu fırsat bilen Kureyş gürültü kopardı: ‘Muhammed korkanların bile emin olduğu kutsal ayları helâl sayıyor ve kan döküyor.’ Müslümanlar da bunu yadırgadılar. Hz. Peygamber ﷺ de, ‘Ben size haram aylarda savaşmanızı emretmedim’ dedi.

Abdullah b. Cahş (r.a), ‘Yâ Resûlallah, biz İbnü’l-Hadrami’yi öldürdük. Sonra akşam olunca Recep ayının hilâlini gözetlemeye başladık. Fakat onu Recep ayı içinde mi Cemaziye’l-ahir ayı içinde mi öldürdüğümüzü anlayamadık’ dedi. Hz. Peygamber ﷺ bu kervanı ve esirleri bekletti, ganimet olarak dağıtmadı. Ardından bu âyet nazil oldu, bunun üzerine Hz. Peygamber de ganimetleri aldı.

 

Belagat

• يَسْـَٔلُونَكَ cümlesi, sık sık tekrar edilmektedir. Soru sormak, insanın kafasında cevabın yerleşmesi için zemin hazırlamaktır. Adeta bir çiçeğin ekilmesi için toprağın çukurlaştırılması gibidir.

• ‘Haram ay’dan bedel-i iştimal olarak mecrurdur.

• قُلْ قِتَالٌ فٖيهِ كَبٖيرٌ cümlesinde ‘Kebir / büyük’ kelimesi müstearun minh, çokluk, ziyadelik müstearun lehtir. Camisi; kontrol edilmesinin zorluğu, zaptu rapt altına almanın güçlüğüdür.

‘De ki, daha büyüktür’ cümlesinde daha büyüklüğün ne cihetten olduğu söylenmemiş. İsmi tafdilin mümeyyezi melhuz, icazı hazıf vardır.

قِتاَلٍ kelimesinin mecrur oluşu, âmilin tekrarından dolayıdır. Takdiri, يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ عَنْ قِتَالٍ فٖيهِ şeklindedir.

• قِتاَلٌ فِيهِ mübteda, كَبِيرٌ haberdir. قِتاَلٌ her ne kadar nekre ise de, o فِيهِ ifadesi ile hususilik kazanarak mübteda olabilmiştir. كَبِيرٌ ‘büyük günahtır ve çok yadırganır’ manasınadır.

Aynı lafız tekrar edilir ve her ikisi de nekre olursa, birinci ile ikincisinden ayrı şeyler murad edilir. Hz. Peygambere ﷺ soru soran kimseler de, ‘Onlar sana haram ayı, onda savaşmayı sorarlar’ âyetindeki قِتاَلٌ sözü ile, Abdullah b. Cahş’ın yaptığı o savaşı kastetmişlerdir.

• Âyet-i kerime işari olarak mü’minin canının her şeyden daha kıymetli olduğunu gösterir. Saldırı durumunda Mescid-i Haram’a saldırılmaz, ama savunma halinde kendini korumak için karşılık verilebilir.

• Allah yolundan alıkoymak, O’nu inkar etmek ve Mescid-i Haram’dan ehlini çıkarmak atıfla birbirine bağlanmış. Atfın dört ortak noktası vardır: Olumlu-olumsuz, tezat, adem-meleke ve tezayuf. Buradaki bağlantı noktaları tezayuf alakasıyla atfedilmiştir.

• Mescid-i Haram’da savaşmak oranın hürmetini zedeler, oradaki insanları kaçırır, dışarıdakilerin gelmesini engeller. Oraya karşı yapılan bir nankörlük ve haremin değerini, önemini kapatmaktır.

Bu itnab, tetmim ile itnabtır.

• Allah ﷻ yolundan alı koymak, istiare-i vefakiyedir. Çünkü hem hakiki yol, Medine’ye gidenlerin alıkonulduğu hicret yolu kastedilmiştir, hem de Allah’a iman anlaşılır. ‘Sebilillah’ istiare-i asliyedir.

• ‘Fitne adam öldürmekten beterdir’ cümlesi, itiraz itnabıdır.