154- Allah yolunda canını feda etmiş olanlar hakkında ‘ölüler’ demeyin; bilakis onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz.
Yüce Allah insanoğluna kendi ruhundan ruh vermiştir. Onun için ölüm bir geçit ve bir berzahtır. O, dirilmek için ölür. Sur üfürülünce kabrinden kalkar. Bu; imanın altıncı şartıdır, ‘Ve’l ba’sü bade’l mevt’ diye tabir olunur.
İnsan ceset ve ruhtan müteşekkil olduğundan ölünce ruh makamına gider, ceset kabirde kalır, çürür.
Yalnız kuyruk sokumunda ‘Acbu’z zeneb’ denen, mercimek kadar bir parça asla yok olmaz. Cenâb-ı Hakk diriliş günü gökten su indirerek kulları bu tohumdan tekrar yaratır. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın yaratması, yaşatması türlü türlüdür. “De ki: ‘Onu ilk defa inşa eden (Yaratan), ona hayat verecek. Ve O, bütün yaratışları en iyi bilendir.” (Yasin, 79)
Bazı mübarek insanlar ibadet, taât ve feyz-i ilâhi ile nuranileşerek bedenlerini ruha katmışlardır. Efendimizin ﷺ hem bedeni hem ruhu ile miraç etmesi bunun en büyük delilidir.
Allah’ın bu sevgili kulları diğer insanlar gibi ölmez, bedenleri çürümez. Toprak onların bedenlerine kıyamaz. Onlar bizim anlayamayacağımız bir hayatla diridirler. Allahu Teâlâ onların ruhlarına, kendi bedenlerine benzer ruhani bir beden giydirir. Dünyada bazı durumlarda tasarrufları olur. Savaşlarda yardıma gelirler. Mezarcılar, türbedarlar bazı saf kullar bu konuda hatıralarını anlatırlar.
Hz. Hamza’nın kabri değiştirildiğinde cesedinden taze kan damlamıştır. Müşahede edenler, müsle edilen azalarının yerli yerinde durduğunu görmüşlerdir.
Konuyu bir başka açıdan ele alırsak, ölmek bir anlamda fonksiyonunu kaybetmek demektir. Hani hıyanet gördüğü kimseye karşı ‘O benim gözümde öldü’ derler ya. Ya da uzun zaman arayıp sormayan, gelip gitmeyen birine ‘Sen hayatta mıydın?’ demek gibi. Veya sevgisinden, hürmetinden dolayı iradesini iradesinde yok eden kimsenin ‘Senin için ölürüm, kurbanın olayım’ demesi hep bu asla dayanır.
İnsan dünyada defter-i âmâline sevap yazdırıp iki cihanda özellikle de ebedi hayatta bahtiyar olmak ister. Bunu da ancak Rabbine kulluk, Rabbini tanımak, O’nun rızâsını, sevgisini kazanmakla elde edebilir. Ömrünü bu güzel gayelere sarf eden, Allah yolunda olan kimse, kesilmeyen ameller işleyerek de fonksiyonunu yitirmemiş olur.
Bu kimse ukbaya irtihal etmiş olsa da sevapları, hayırları devam eder. Kendisinden iyilik görenler, onu rahmet ve duayla anarlar. Eserleri yeryüzünde, sevgisi gönüllerde yaşar. Hele de kullukta kemal dereceye ulaşıp Allah dostluğunu kazandıysa derecesine göre görev verilir ve o görevi icra eder. Hatta hayattakinden daha aktif hale gelir. Kınından çıkmış kılıç gibi keskin ve tesirlidir.
Bir şehit hanımının hiç yemek yemeden yaşadığı hükümdarın kulağına gider. Onu hiç yemek vermeden hapseder. Kadının hiç etkilenmediğini görünce bunun hikmetini sorar. O da rüyasında, şehit beyinin kendisine üzüm ikram ettiğini onu yedikten sonra hiç açlık hissetmediğini söyler.
Olay 1974 yılında yapılan Kıbrıs Harekatı'nda yaşanmış. Savaş sırasında bir gün, bizim askerlerden birinin yanına bir başka Mehmetçik gelmiş. Biraz hoşbeşten sonra, ailesine ulaştırması için ona bir mektup vermiş. Bizimki, 'Kardeşim savaştayız. Kimin ne olacağı belli değil ki. Belki sen gidersin de, ben kalırım' demesine rağmen, diğer asker ise sürekli, 'Hayır sen gideceksin, ben kalacağım,' demiş. Sonunda başa çıkamayınca mektubu götüreceğine söz vermiş. Bir daha o askeri görmemiş. Bir süre sonra da olayı unutmuş.
Savaştan yıllar sonra, askerlikle ilgili eşyalarını karıştırırken bir anda eline o mektup geçmiş. Verdiği sözü tutamamanın rahatsızlığıyla hemen mektuptaki adrese doğru yola çıkmış. Giderken de, 'Döndüyse kendisini görürüm, şehit olduysa ailesine başsağlığı dileyip mektubu veririm' diye aklından geçiriyormuş.
Sonunda evi bulup kapıyı çalmış. Kapıyı açan yaşlı teyzeye, Kıbrıs'ta birlikte savaştıkları oğullarından bir mektup getirdiğini, kendisiyle görüşmek istediğini söylemiş. Kadın şaşkınlık içinde adamı içeri buyur edip kocasının yanına götürmüş. Yaşlı adam olayı dinledikten sonra, 'İyi de evladım, bizim Kıbrıs'ta savaşan bir oğlumuz yok ki' demiş. Ardından diğer odaya gitmiş ve elinde bir fotoğrafla geri dönmüş, 'Sana mektubu veren bu muydu?' diye sormuş. Kıbrıs gazisi 'Evet, işte bu askerdi. Ama Kıbrıs'ta savaşan oğlunuz yok demiştiniz' demiş. Anne gözyaşlarına boğulmuş. Baba ise başını sallayıp üzüntüyle, 'Evet bu bizim oğlumuz. Ancak Kıbrıs'ta değil, yıllar önce Kore'de şehit oldu.'
‣ ‘Onlar şu anda diridirler.’ Allahu Teâlâ sanki onları, sevaplarını ulaştırmak için diriltmiştir. Bu âyet, itaat edenler kabirlerinde bulundukları halde, sevabların kendilerine ulaştığına delildir. Hayatın var olması için bünye şart değildir. Allahu Teâlâ’nın, bütün unsur ve zerreleri bir araya getirmeye, birleştirmeye ihtiyaç duymaksızın, bu zerrelerden her birinde hayatı tekrar yaratması imkânsız değildir.
‣ ‘Onları ölüler olarak isimlendirmeyiniz, onlar hakkında, ‘diri şehitler’ deyiniz.’
‣ ‘Onları diğer ölüler seviyesinde görmeyiniz.’
‣ ‘Ey müslümanlar, Allah yolunda şehid olanlara müşriklerin dediğini söylemeyiniz. Onlar dalâletle ölü değil, bilakis taât ve hidâyetle dinde diridirler. Fakat müşrikler, Hz. Muhammed’in dini üzere öldürülenlerin, dini bakımdan diri olduklarını, Rablerinden bir hidâyet ve ömür üzere olduklarını bilemezler.’
‣ Müşrikler şöyle diyorlardı: ‘Muhammed’in arkadaşları hayatlarını heba ederek, bu dünyadan hiçbir şey elde edemeden çıkıyor ve bir hiç uğruna ömürlerini tüketiyorlar.’ Onlar, âhireti inkâr eden ‘Dehriyye’ itikadına bağlı oldukları veya ahirete inanıp Hz. Muhammed ﷺ’in nübüvvetini inkâr ettikleri için, bu sözü söylediler.
Cenâb-ı Hakk da, ‘Müşriklerin, onlar ölüdürler, diriltilmeyecekler, dünyada katlandıkları sıkıntıların faydasını da göremeyecekler, demesi gibi demeyin. Bilin ki onlar diridir, diriltilecek ve cennette kendilerine mükâfatlar verilecek, deyiniz’ buyurmuştur.
‣ Cisimleri ölü olsa da Allah katında diridirler, cisimleri nimetlenir.
‣ Onlar zikirden kesilerek indallah ölü ve ecri kesilmiş değildir.
‣ احياء kelimesi, ‘onlar diriltilecektir’ anlamına da gelir.
وَلَٰكِنْ لَا تَشْعُرُونَ cümlesinde, onların hayatının cismani olmayıp, dıştan anlaşılabilecek bir şey olmadığına işaret vardır. Şehitlerin hali ruhani bir iştir, akılla anlaşılamaz. Ancak vahiy ile öğrenilebilir.
Ruhların lezzetlenmesi, cismani hisler vasıtasıyladır. Ruh cesetten ayrılınca nimetlere ulaşıp lezzetlenmesi için cennete münasip beden verilmiştir. Ruh; kendi cevherleri ile kaimdir, bedene muğayir ve farklıdır, ölmez, idrak sahibidir.
Ruhani hayat, lezzet ve elemleri idrak etme hususunda, hayvani hayata tabi olup onunla müşterektir. Şehitlerin ruhani hayat ile hususileşmesi Allah’a ﷻ yakınlıkları iledir. Allah onlara verdiği keramet, ihsan ve güzellikleri ziyade etmektedir. Onların mertebesine ulaşamayan kişi onların durumunu anlayamaz.
Âyet, dirilik ve ölüme farklı bir mana yüklemektedir. Bir kimsenin Allah uğrunda can vermesi, öldüğü anlamına gelmez. Ölü ya da diri olmayı belirleyen, canın çıkması değil, kişinin hangi amaç uğruna can verdiğidir. Allah uğruna hayatını veren insan, aslında diridir.
‘Allah yolu’ cihaddır. Çünkü bu sevaba ve Allah’ın rahmetine sebeptir.
Âyet-i kerime bize, canımızı ne uğruna vermemiz gerektiğini öğretip; insanın uğruna can verdiği şeye göre derece kazanacağına işaret eder. Kişinin mücadelesi niyetine göre değerlendirilir.
Ayrıca âyet, insanlık şerefini ayakta tutan değerleri savunmaya teşvik etmektedir. Dünyada iken, iyiden yana tavır koyup ölenler, bizim farkında olmadığımız bir hayatı yaşayan dirilerdir. Ölene ölümsüzlük kazandıran bu şerefli mücadele, insanlığa da can vermektedir.
‘Allah’ın yolu’ İslâm dininden istiaredir. Yol insanın ulaşmak istediği yere götüren sebeptir. Allah’a ulaşmanın sebebi de, İslâm’ın hükümlerine uymak, emir ve yasakları yerine getirmektir.
Şehid; gerçeğin tanığı olan rabbânî âlim demektir. Allah yolunda öldürülen insan da bu mertebeye yükseldiği için şehid sıfatını kazanır.
Şehid, davasına başını koyacak kadar şehâdet eden kişi demektir. Şehid davasının dirilişi için, başkalarının dirilişi için canını fedâ eden kişidir. Bu yüzden onlardan ‘ölüler’ diye söz etmek doğru değildir.
Onları ne somut olarak ve ne de duygusal planda ölü saymak yerinde değildir. Onun içindir ki şehidler ölüler gibi yıkanmazlar. Yıkanmak, ölünün cesedini temizlemek demektir. Onlar zaten temiz oldukları için yıkanmazlar. Cenaze namazları da kılınmaz, çünkü onlar ölmemişlerdir. Kefenleri şehidlik elbiseleridir. Yaşarken giydikleri elbiseleri ölürlerken de giyerler. Zira onlar öldükten sonra da yaşarlar. Diridirler, yakınlarını diriltirler.
Onlar zahirde, gözün gördüğüne göre öldürüldüler. Fakat hayatta olmanın, diriliğin başta gelen belirtisi etkinlik, büyüme-gelişme ve sürekliliktir. Ölümün başta gelen belirtisi ise pasiflik, durgunluk-donukluk ve kesintidir. Allah yolunda öldürülenlerin, uğrunda öldürüldükleri hak davayı destekleme konusundaki etkinlikleri bitmemiştir, devam etmektedir.
Uğrunda can verdikleri düşünce onların kanları ile sulanarak süreklilik kazanır. Bu fedakâr insanlar ölümü seçmekle kendilerinden sonra gelecek olanları devamlı bir etki altında bırakırlar. Hayatı yönlendirme konusunda aktif ve etkin olmakta devam ederler ki, hayatta olmanın başta gelen niteliği budur.
Allah yolunda öldürülenler, amellerin en güzelini yapmış, her şeyden aziz ve tatlı canlarını, Allah yolunda feda etmişlerdir. Yüce Allah, yoluna can feda eden bu insanları, iyi kullarının arasına katacak, en yüksek mânevi derecelere çıkaracak, cennet bahçelerinde yaşatacak; huzurunda, akla ve hayale gelmeyecek nimetlere erdirecektir.
Hasan Basri’ye göre, şehitlerin diri oluşlarından maksat, dünyadaki dirilik gibi değildir. Çünkü ruh cesedden ayrılmıştır. Bu, mana âlemine has başka bir diriliktir. Allah’ın latif sıfatından akıp gelen rızıklar onların ruhuna arzedilir. Her an huzur ve rahat içindedirler.
Şehitlerin Rableri katında hakikî bir hayatları vardır. Bu hayat daimidir; elemsiz ve kedersizdir. Şehitler, berzah hayatı ile diridirler, orada nimetlenirler. Çünkü onların cisimleri, melekler gibi latiftir.
Berzah âleminde sıddıklara, şehitlere ve salihlere verilen her nimet hayalidir. Yine cehennemliklerin berzahta gördükleri her acı da hayalidir.
Ölüp berzah âlemine göç eden insan, uykudan uyanan kişi gibi olur. Dünya hayatı ona bir uyku gibi gelir. Berzah âlemi de, ayrı bir uykudur. Gerçek uyanma, berzahtan sonra Sur’a üflenince olacaktır.
Ölümden sonra berzahta ruhlar manevi azap veya nimet görürler. Meyyitin ölümden sonra berzah âleminde görmüş olduğu yiyecek içecek, zevk ve sefa; kişinin uyurken rüyasında yediği yiyecek, içecek ve diğer zevklere benzemektedir. Berzah âlemindeki nimet rüyadaki nimete müsavidir. Ta dirilip cesetlerine iade edilinceye kadar böyledir. Ruhlar cesetlere intikal ettiği zaman ise, nimet ve azaplar hissi ve cismani olacaktır.
Şehitlerin ruhları cennette uçuşan yeşil kuşların kursaklarındadır. Cennete giren hiç kimse tekrar yeryüzüne dönmek istemez, ancak şehitler müstesna, onlar şehitliğin üstün mertebesini, Allah katındaki kurbiyetlerini gördükçe tekrar dünyaya dönmek, Allah yolunda savaşıp tekrar şehit olmak isteyeceklerdir.
Şehit ruhlarının meskeni Sidre-i Müntaha’da, Cennetü’l Me’va'dadır.
‘Kardeşleriniz vurulunca Allah onların ruhlarını yeşil birer kuş şekline koydu. Cennetin nehirlerine gelir, meyvelerinden yer, Arşın gölgesi altındaki altın kandillere konarlar. Yediklerinin, içtiklerinin ve istirahatlerinin güzelliğini görünce: ‘Bizim sağ olup cennette rızıklandığımızı kardeşlerimize kim duyuracak ki onlar cihaddan yüz çevirmesin; savaştan dönmesinler’ dediler. Yüce Allah ‘Ben sizin yerinize duyurayım’ dedi ve şu âyeti indirdi: “Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayınız, hayır onlar diridirler, Rableri indinde rızıklanmaktadırlar.” (Âl-i İmran, 169) Hadis-i Şerif
Şehit tahtında Rabbe gülümser
Ah binlerce canım olsaydı der
Kâfirler ve münafıklar, ‘İnsanlar, hiçbir faydası olmaksızın sırf Muhammed’in rızâsını kazanmak için kendilerini öldürüyorlar’ dediklerinde bu âyet-i kerime nazil oldu.
Ya da bu âyet Bedir şehidleri hakkında nazil olmuştur. O gün altısı muhacirlerden, sekizi ensardan on dört müslüman şehit olmuştu. Muhacirlerden olanlar: ‘Ubâde b. el-Hars b. Abdul-Muttalib, Ömer b. Ebî Vakkas, Zü’ş-Şimâleyn, Amr b. Nufeyle, Âmir b. Bekr ve Mihca b. Abdullah. Ensardan olanlar: Sa’id b. Hayseme, Kays b. Abdu’l-Münzir, Zeyd b. el-Hars, Temim b. el-Hümâm, Râü b. el-Muallâ, Hâlise b. Surâka, Muavviz b. Afra ve Avf b. Afra.
Sahabe-i Kiram ‘Falanca öldü, falanca öldü’ diyorlardı. Cenâb-ı Allah, o şehidler hakkında, ‘öldüler’ denilmesini nehyetti.
وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَمْوَاتٌ En büyük cihat olan nefisle mücahede ehlini ölü saymayın. Onlar fena fillah olarak Allah yolunda celâlullah kılıcıyla şehit olmuşlardır.
بَلْ أَحْيَاءٌ Vücut vasıflarında fani olanlar mucitlerinin vasıflarıyla diridirler.
Kimin fenası Allah ile olursa bekası da Allah yolu ile olur. Bazı kere onları Celal sıfatının tecelli şartıyla fani kılar.
Bazen de cemal lütuflarının nefhası ile diriltir. Onlar cemal bahçelerinde ırmak-bahçe arasında serbestçe dolaşırlar. وَلَٰكِنْ لَا تَشْعُرُونَ Lakin siz onların hallerini anlamaz ve muttali olamazsınız.’
• لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ cümlesinde gaye, Müslümanları savaşın şiddetlerine sabra hazırlamak ve onlara şehadeti sevdirmektir. Bu sebeple yakın gelecekte vuku bulacağını hissettirerek muzari sigasıyla gelmiştir.
• بَلْ nehyedilenin içeriğini iptal eden idrap harfidir. Takdir şöyledir: بَلْ هُمْ أحْياَءٌ
• أحْياَءٌ hazfolmuş mübtedanın haberidir. Ve bel-i idrâbiyeden sonra olan kelam müsteneftir. Mübtedanın hazfolup haberin onun yerine gelmesi tacili beşaret (sevinçli haberi hemen vermek) içindir.
• أمْوَاتٌ kelimesi, mahzuf mübtedanın haberi olduğu için merfudur. Takdiri şöyledir: ‘لَا تَقُولُوا هُمْ أَمْوَاتٌ / Onlar ölülerdir demeyin.’
• أحْياَءٌ - أمْوَاتٌ kelimeleri arasında tibak vardır.
155- Sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da can, mal ve ürün eksikliği ile imtihan edeceğiz. Fakat sabredenleri müjdele.
Cenâb-ı Hakk önceki âyette dünya okuluna gelip, sınavlarını kazanıp, ebedi hayatta mutlu olan, Allah yolunun menzile varan yolcularından bahsetmişti. Bu âyet ile de henüz dâr-ı imtihanda olan kimselerin nelerle imtihan olacağını bildirerek ehl-i imtihana ipucu veriyor. Ve dünya hayatının sırf imtihan olduğunu üç tekitle takrir ediyor.
Sakın ha! Dünyaya, zevk, keyif, eğlence, övünme, birbirine hava atma, kibirlenme, dünyalıkta yarış etme, nimetleri nankörce kullanıp başıboş bir ömür geçirmeye gelmediniz. Dünya sorunları, imtihan soruları ile karşı karşıya bulunmaktasınız. Asıl gayeniz, hedefiniz, dersiniz, derdiniz bu sınav olmalı.
Nelerle imtihan olabilirsiniz?
1- Korku ile imtihan. Mahlukatın en muhtaç, en aciz, en zayıf türü olan insan, ihtiyaçlarını yerine getirememekten ve bunun neticesi başına gelen sıkıntılardan korkar.
Bu korku yaşına, cinsiyetine, bulunduğu zaman ve mekana göre farklılık gösterir. Bedeni, kuvveti, aklı, mesuliyeti, yaşı arttıkça korkuları, endişeleri, tedirginlikleri, stres ve bunalımları da artar.
Okulu bitirebilecek miyim, bir mesleğim olacak mı, askerliği bitirebilecek miyim, çeyizimi tamamlayabilecek miyim, sevdiğim biriyle evlenebilecek miyim, ev kirası verebilecek miyim, evim, arabam, işim, evladım olacak mı? Evladımı iyi yetiştirebilecek miyim? Aile bağlarını sapa sağlam tutabilecek miyim? Gönlümce yaşayabilecek miyim? Çocuklarımın tahsilinde ve onları evlendirmede görevimi tam yapabilecek miyim? Acaba torunum olacak mı? Hastalıktan kurtulabilecek miyim? Yaşlanıyorum, bana bakacaklar mı? Ölümüm yaklaştı mı?...v.b.
Bu korkular işin maddi boyutu. Manevi boyutuna gelince korku ve endişeler kalite kazanıyor. Kişinin dindarlık boyutuna göre korkular çeşnilenip derinleşiyor. Gerçek maksadına ulaşıyor:
Acaba Rabbime hakkıyla kulluk yapabiliyor muyum? Gençliğimi, malımı, canımı, her şeyimi O’nun uğrunda feda edebiliyor muyum? Acaba Rabbim benden razı mı, gücenik mi? Bugün Allah için bir şey yaptım mı? Menfaati celp, mazarratı def edebildim mi? İlim, amel, ihlas ve huşunun neresindeyim? Dünyevi ve uhrevi görevlerimi aksatmadan layık-ı vechile yerine getirebiliyor muyum? Allah’ın emir ve yasaklarını tam olarak bilip, yapabiliyor muyum?
Yaptığım işler veya mesleğim İslâmî ölçülere uyuyor mu? Yirmi dört saatten hiç değilse sekiz saatini uhrevi vazifelere ayırabiliyor muyum? İnsanlara iyi davranıp onlarla hoş geçinebiliyor muyum?
Ailemin, komşumun, cemiyet ve cemaatimin hukukuna riayet edebiliyor muyum? Ümmet-i Muhammed’e muhabbetim, yardımım, şefkatim yeterli mi? Saygıda, sevgide kusur ediyor muyum? Ticaret ve alış verişte dürüst müyüm? Mü’minlerin güvenini, sevgisini kazanabiliyor muyum?
Dini bilgilerle aram nasıl? Kitap okumaya, sohbet dinlemeye, mü’minlerle hemhal olmaya yeterince vakit ayırabiliyor muyum? Ana-babaya, akrabaya tavırlarım nasıl? Eşimle iyi geçinebiliyor muyum? Çocuklarımla, dost ve arkadaşlarımla diyaloğum nasıl? Mü’minlere karşı yeterince sevecen, babacan, ilgili ve ünsiyetli miyim? Onların derdini kendi derdim gibi telakki edebiliyor muyum? Nefis, şeytan, dünya gibi düşmanlarımla mücadelem nasıl?
İbadetlerim gün be gün düzeliyor mu, artıyor mu? Eksiklerimi tamamlayabiliyor muyum? Huşuyu, huduyu kazandım mı? Fedakâr mıyım? Rızâ-i ilâhi için ne kadar harcıyor, ne kadar uykusuz kalıyorum? Nefsi müdafaa ettiğim kadar dini müdafaa edebiliyor muyum? Nefsime, aileme harcadığım kadar İslâm’a harcayabiliyor muyum?
‘Ömrünü nerede geçirdin, malını nereden kazandın, nereye harcadın, ne öğrendin, öğrendiğinle ne amel yaptın?’ sorularının cevabını hazırladım mı?
Son nefeste imanla, hüsn-ü hatimeyle gidebilecek miyim? Kabir sualinden, kabir sıkmasından, kabir azabından kurtulabilecek miyim?
Haşir günü hangi sûrette, hangi zümreyle haşrolacağım? Sıratı geçebilecek miyim? Amel defterimi sağımdan alabilecek miyim? Hesabımı tam verebilecek miyim? Cehennemden kurtulup Cennete gidebilecek miyim? Rabbimin cemalini devamlı seyredebilecek miyim?
2- Açlıkla imtihan. Yiyecek bulamayabilirsiniz. Tam karnınızı doyurma imkanınız olmayabilir. Bazı rahatsızlıklar sebebiyle perhiz yapmak zorunda kalabilirsiniz. Kimi zaman bulamazsınız, kimi zaman da bulursunuz ama yiyemezsiniz.
Ya da Me’va cennetine gitmek arzusuyla nefsinizi hevasından alıkoyar, mubahlardan bile sakınırsınız. Farzların yanı sıra bol bol oruç tutar, nefsinize gem vurursunuz.
Veya borcunuz, derdiniz vardır, onu ödeyip kurtulmak için kemerleri sıkar, çeşnileri terk eder, öğünleri azaltırsınız. Yahut bazı hastalıklar sebebiyle kendinizi daima aç hissedersiniz. Ya da dünyadaki aç insanların elemini, vicdan azabını çekersiniz.
Kimi yer de bulamaz, kimi perhiz yiyemez,
Kimi kilo veremez, kim var dertsiz dünyada?
Kimi ezelden sarhoş, kimi konuşur bîhoş,
Kimi karanlık, kimi loş, kim var dertsiz dünyada?
3- Maldan eksilme ile. İnsan mala meyl ettiği için mala ‘Male (meyl etti)’ ismi verilmiştir. Mal sahibi olmak insanı nasıl sevindirirse, malın elden çıkması, azalması, zayi olması da öyle üzer. Yüce Rabbimiz kulun kalbinin büsbütün mala, kesbe, kazanca, paraya, maddeye bağlanmaması için, zaman zaman mali kayıplarla imtihan eder. Ta ki Karun gibi yere batmasın, Firavun gibi göklere kule yapmasın.
Bazen para kazanır, bazen parasız kalır. Bazen alır, bazen satmak zorunda kalır. Bazen büyük kâr eder, bazen iflas eder. Bazen baş tacı yapılır, bazen işten atılır. Bazen parası bol olur, bazen de para uğrunda paralanır.
Bazen sermayesini kaybeder. Bazen maaşı kesilir. Bazen maaşını alamaz. Bazen ucuza satmak zorunda kalır. Bazen mallarına zarar elebilir, yanabilir, yıkılabilir, çalınabilir, hastalıklar için harcanabilir, semavi afetlerden dolayı yok olabilir.
Bazen ortaklarından, patronundan veya işçisinden hile ve aldatmaya maruz kalabilir. Bütün bunlar imtihan dünyasının konularıdır, biri olmazsa diğeri insanın boynuna asılır.
Kimi nasihat almaz, kimisi çok yaramaz
Kimi de namaz kılmaz, kim var dertsiz dünyada?
Kimi düşer bayılır, kimisi geç ayılır,
Kıyılmaz mal kıyılır, Kim var dertsiz dünyada?
4- Candan, nefisten eksilme ile. İnsanın kendi veya evladı sakat kalabilir, sakat doğabilir. Bedeninde, aklında zafiyet olabilir. İç-dış hastalıklara maruz kalabilir.
Görüntüsünü çirkinleştiren bir halde olabilir. Evlenememiş olabilir. Evladı, akrabası, arkadaşı, dostu olmayabilir veya hayırsız olabilir. Ana-babasını küçükken kaybetmiş olabilir.
Nefs-i emmarede kalıp yükselecek amelleri yapamayabilir. Bunalıma girebilir. Nefsinin hatası yüzünden cezalandırılabilir. Can sıkıntısı ve tembelliğin girdabına düşebilir. Vicdan azabı çekebilir.
Kimi ölüye ağlar, kimi asker gün sayar
Kiminde yok hiç ayar, kim var dertsiz dünyada?
Kimi verem, kimi kanser, kiminde mide ülser,
Kiminde kötü tahliller, kim var dertsiz dünyada?
4- Semerelerden, meyvelerden, fayda ve kârlardan eksiklik ile.
‘Semere’ meyve manasına olmakla beraber yapılan bir işten alınan sonuç manasına da gelir. Ziraat yapar, ürün alamaz veya az alır. Ya da semavi bir afetle hüsrana uğrar. Yahut sanatkârdır, sanatından istenilen neticeyi alamaz.
Veya evladı olmaz, gönül meyvesinden mahrum olur. Ya da kız ister oğlan olur, oğlan ister kız olur. Verim alınmayan her şey bir imtihandır, sabır gerekir.
Daha önemlisi ahiretin tarlası olan dünyamıza ilim, irfan, muhabbet tohumlarını saçarken ve onları yetiştirirken yaptığımız hatalar, eksiklikler, amelleri yapamamak, eksik yapmak, ihlas eksikliği, amelleri boşa çıkaracak menfi ameller işlemek manevi kazançlardaki noksanlıklardır.
Bunları telafi etmek için gayret, sebat, azim, sadakat ve sabır gerekir. Onun için âyet-i kerime ‘Sabredenleri müjdele’ diye nihayetleniyor.
Allahu Teâlâ bütün bunların, kendi adalet ve hikmetinin gereği olduğunu beyan etmiştir. Bu nedenle bunlara sabretmek vâcibtir.
Kiminin oğlu olmaz, kimininki çok haylaz, Kiminin hayası az, kim var dertsiz dünyada?
Kimi durmaz çalışır, âlem ile yarışır,
Kimi tembel kırışır, kim var dertsiz dünyada?
Sen misin sade dertli, bunları düşünmeli
Biraz insaf etmeli, kim var dertsiz dünyada? M. Balcı
‘Siz sabır ve namazla Allah’ın yardımını taleb edin. Çünkü biz sizi korku ile, açlık ile mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiltme ile imtihan edeceğiz.’
a) Allahu Teâlâ, şeriatlarını tamamlamasının, nimetini tamamlama olduğunu haber vermiştir. Şeriatı tamamlaması şükrü gerektirir. Şer’i hükümleri yerine getirmek de, ancak çeşitli belâ ve meşakkatlere göğüs germekle tahakkuk eder. Bu nedenle şeriatlarını îfâ hususunda da sabrı emretmiştir.
b) Allahu Teâlâ, önce nimet verip şükrü emretmiş, sonra da kişi hem şükredenlerin, hem sabredenlerin derecesini elde etsin diye imtihan edip sabrı emretmiştir. Böylece Hz. Peygamberin ﷺ, ‘İman iki parçadır. Bir parçası sabır, bir parçası da şükürdür’ hadisine göre tamamlanır.
‘كُم / sizi’ hitabının muhatablarının, hicretten sonraki Ashab-ı Kiram olduğu rivâyet edilmiştir.
1- İmtihan gerçekleştiği zaman, insanların nefislerinde ona karşı sabrı iyice yerleştirmek içindir. Böylece daha çok feryad-ü figan etmekten onları uzaklaştırmış ve belâyı onlara kolaylaştırmış olur.
2- İnsan başına böyle belâların geleceğini bildiğinde, endişeleri artar. Artan bu endişe onda hemen imtihan edilme isteğini uyandırır. İşte bu sebeple de daha çok mükâfatı hak eder.
3- Kâfirler, Hz. Muhammed ﷺ ile ashabın dinlerinde son derece sebatlı olduklarını görünce, onların bu dinin sıhhatine inandıkları için onu tercih ettiklerini anlarlar. İslâm dinini daha ciddi düşünürler.
Birine tâbi olanlar önderlerini, sürdürdüğü dâvadan ötürü çok büyük meşakkatler çekmesine rağmen yine de o yolda kararlı görürlerse, ona uymaları da daha etkin olur. Aksine onu refah içinde, zahmetsiz gördüklerinde aynı durum hâsıl olmaz.
4- Allahu Teâlâ’nın, daha olmadan önce, bu imtihanların olacağını bildirmesi gaybtan haber vermedir, mucizedir.
5- Cenâb-ı Hakk, bir imtihan ile kullarını denediği zaman, münafık münafık olmayanlardan ayrılır. Çünkü münafık bu haberi duyduğu zaman, Peygamberden ﷺ uzaklaşır ve dini terk eder.
6) İnsanın belâlar karşısındaki ihlâsı ve Allah’a yönelmesi, o insana dünyanın yöneldiği anlardaki ihlâsından çok daha fazladır.
Cümlenin başındaki ‘lam’ mahzuf yeminin cevabıdır. Yani ‘Vallahi size imtihan ve bela vereceğiz. Belaya sabredip, ilâhi kazaya teslim olacak mısınız?’ demektir. Çünkü bela ve imtihan, mihenk taşı gibidir; insanın nefsinin cevheri onunla ortaya çıkar. ‘Bununla kimin itaatkar, kimin asi olduğu anlaşılır. Bunu size izhar edeceğiz. Yoksa bu bizim bilmediğimiz bir şeyin ortaya çıkması demek değildir. Çünkü biz onların ne ile amel edeceklerini biliyoruz.’
Âyetin başında yer alan imtihan/deneme/sınanma kavramı şimdiki zaman kalıbında kullanılmış, başına da kuvvetlendirici lam harfi getirilmiştir. Bir fiilin şimdiki zaman kipinin başına kuvvetlendirici bir edat gelirse, o fiile üç boyutlu bir anlam kazandırır. Buna göre ‘Elbette sizi imtihan ederiz’ ibaresi, ‘Sizi imtihan ettik, ediyoruz ve edeceğiz’ manasına gelir.
Cenâb-ı Hakk müfred sigasıyla شيئٌ , buyurmuş, cemi sigasıyla, اشياء dememiştir. Eğer ‘Şeylerle’ buyursaydı, sayılan her cins belâdan birçoğunun başa geleceği zannedilirdi. Halbuki âyetin takdiri ‘Şundan az bir şey ile, bundan az bir şey ile..’ şeklindedir.
‘Biraz’ çoğul anlamında tekil bir kelimedir. Yani biraz korku, biraz açlık ile... Daha veciz olmak üzere ikinci sefer bu kelime kullanılmamıştır.
Burada ‘az korku’ buyruldu, çünkü emniyet ve güven zamanları korku zamanına nisbetle binlerce kat daha fazladır.
” Şiddetli korku; kullardan ise, din sebebiyle bütün Arapları karşılarında gördükleri zaman meydana gelen korkudur. Arapların aleyhlerinde bir araya gelip onlara savaş açmalarından duydukları korkudur.
Eğer bu korku Allah’tan olursa, boğulmaktan, yangından, yıldırım vb. şeylerden korkmaktır.
” Açlık, Medine’ye hicretin başlarında gelip çatmıştı. Öyle ki Hz. Peygamber ﷺ, karnına taş bağlamıştı.
Bir gün Hz. Peygamber ﷺ dışarı çıktığında Hz. Ebû Bekir ile karşılaştı. Hz. Ebû Bekr’e, ‘Seni dışarı çıkaran nedir?’ diye sordu, o da, ‘Açlık!’ diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ﷺ ‘Seni dışarı çıkaran beni de dışarı çıkarmıştır’ dedi.
Açlık; fakirlik sebebiyle olur. Fakirlik bazen, Allah’ın insanların mallarını telef etmesi sûretiyle, bazen de, insanların savaşta yenilip mallarının telef edilmesiyle, kul tarafından meydana gelir.
Fiil kalıbında acıkmak, iştahı olmak, özlemek, mekan olarak tenha olmak, ıssız çöl olmak manalarına gelmektedir.
Yüce Allah bir ülke halkına bol rızık vererek şükredip etmeyeceklerini dener. Bu denemeden geçemeyenler, nankörlüğe başlar. Yüce Allah onlara, nankörlükleri nedeniyle açlık elbisesini giydirir, onları nimeti kısarak imtihan eder.
“Yüce Allah insanı bol rızık vererek imtihan ettiğinde, insan ‘Rabbim bana ikram etti’ der. Onu denemek için rızkını daralttığında ise; bu sefer, ‘Rabbim bana ihanet etti’ der.” (Fecr, 15-16) Böylece insan, imtihanı kaybeder. Bu anlamda Efendimiz ‘كَادَ الْفَقْرُ كُفْرٌ / Neredeyse fakirlik insanı küfre götürecektir’ buyurmuştur.
Açlık, insanı düşman kapısına düşürür; kimi zaman da, doymak için pek çok manevî değerden fedakârlık yaptırır. Açlığın bulunduğu yerde, maneviyatın çökmesi doğaldır.
Bazı insanlar açlık ve fakirlik korkusu ile muhtaçlara yardım etmez; zekat vermez, infak etmez, imtihanı kaybeder. Bazıları da açlık korkusuyla haram lokmayı güzel görür. Aç kalma korkusunu mazeret göstererek, haramdan kazanır ve böylece imtihanı kaybeder.
Bir memlekette bir kimse açlıktan ölse bütün memleket onun katili sayılır. Hadis-i Şerif
” Mallar hususundaki noksanlık, cihada hazırlık için malların infakıyla gerçekleşir, ‘Malların eksilmesi’ genel olarak geçmişse de, daha çok Arapların sahip oldukları hayvanlar kastedilmiştir.
Yüce Allah bir toplumu, vatan topraklarını noksanlaştırmakla imtihan eder. Afetlerle, arazilerini ziraat yapılamaz hale getirir. Taşınır veya taşınmaz mallarını noksanlaştırarak dener. Hırsızlık, yağmalama, sultanın el koyması, iflas edip zarar etme sebebi ile mallar eksilebilir.
Mal bolluğu gibi, mal noksanlığı da bir imtihandır. Ekonomi, toplumun alt yapısını teşkil eder. Ekonomideki sarsıntılar üst yapıyı da sarsar. Mal noksanlaşma imtihanı, ekonominin düzlüğe çıkartılması için çaba gösterilmesinin, işlemeyen çarklarının işletilmesinin ve azalan ekonomik imkanların tekrar artırılması için kaynak oluşturulmasının önemine işaret etmektedir.
” Canlarda noksanlık, düşmanla savaşırken bir kısmının ölmesi veya başka bir sebeple Allah’ın ruhlarını kabzetmesidir. Özellikle hicret sırasında Medine bir sıtma ve veba şehri idi. Daha sonra Efendimizin ﷺ duasıyla havası düzelmiştir.
‘Nefislerin noksanlaştırılması’ hem psikolojik, hem de biyolojik açıdan gerçekleşir. Ruhsal melekeler sağlam bir bedende faaliyetlerini daha iyi yapar.
Gençliğinde psikolojik güçlerini normal olarak kullanan bir insan, ihtiyarladıkça aklı, hafızası, görme ve işitme melekeleri noksanlaşır. Bu da bir imtihan konusudur.
‘Nefislerden eksiltme’ savaş nedeniyle kadınlarından uzak kaldıkları için, doğumların azalmasıyla da gerçekleşir.
Bazı hikmet ehli şöyle demişlerdir: Kim akraba ve yakınlarını kaybetmeye sabrederse, o kişi, kaybettiğinin yerine geçen birine ve yakınlığa kavuşur.
♦ Mahsullerin noksanlaşması, bazen kuraklık, bazen de savaşıldığı için, toprağı işleyememek, bazen de gelen elçilere harcamada bulunmak sûretiyle meydana gelmiştir. Bereketin kalkmasıdır. ‘Meyveler’ genel söylense de asıl kasıt, Hicaz bölgesinin başlıca meyvesi olan hurmadır.
Ürün dendiği zaman, ilk önce akla, ekonomik ürünler gelmektedir. Mesela üzüm asmaları ve meyve ağaçlarının soğuktan donması, kasırgaya, çekirge istilasına uğraması gibi.
‘Semeratî’ kelimesinin kapsamına, kültürel ürünler de girer. Bilgi, felsefe, düşünce, hukuk ve edebiyat ürünlerindeki noksanlaşma, çok ciddi bir imtihan konusudur. Bu imtihanı kazanabilmek için mütefekkir yetiştirmek, bilgiyi teknolojiye çevirmek, sanatın meşru her dalını canlandırıp ürün vermek gerekir.
Sabırla pişer koruk, yerle bir olur doruk,
Sabır, sabır ve sabır; işte Kur’ân’da buyruk. N. Fazıl
İnsanın başına gelen iyi ya da kötü her şey, o anda, geçmişte ve gelecekte olmak üzere üç kısma ayrılır.
Geçmişte olan bir şey hatırına geldiğinde buna zikir ve tezekkür denir. Eğer hatırladığı şey o anda mevcut ise, buna zevk ve vecd denir.
(Vecd denmesi, insanın o anda içinde bulunmasındandır.)
Eğer hatırına gelen şey, istikbalde olacak bir şey olur ve kalbine galib gelirse, buna da intizâr ve tevakkû (bekleme ve umma) denir.
Eğer beklenen şey, kötü bir şey ise, ondan dolayı kalpte bir elem meydana gelir. Buna havf ve işfâk (korku ve endişe) denir. Eğer o beklenen şey, arzu edilen bir şey ise, buna ümit denir.
‣ Korku, fazilete de, rezilete de sebep olabilir. Aşırı ve yersiz korku, insanın hareket alanını ve teşebbüsünü daraltır. Bu nedenle, korkuyu dengelemek gerekir. Allahu Teâlâ korkuyu sadece ‘Takva’ya indirgeyip, diğer korkularından kurtulan insanlara cenneti, siyasi iktidarı vaad etmiştir. “Rabbinin makamından korkana iki cennet vardır.” (Rahman, 46),
“Ve onlardan sonra sizi mutlaka o yerde yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan ve tehdidimden korkan kimselere mahsustur.” (İbrahim, 14)
‣ Korkulan şey, insanın imanını belirleyecek kadar önemlidir: “İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” (Âl-i İmran, 175)
‣ Allah’tan korkma tevhide ve güvene; sahte tanrılardan korkmak ise güvensizliğe götürür. “Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Siz, Allah’ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Şimdi biliyorsanız söyleyin, iki gruptan hangisi güvende olmaya daha layıktır?” (En’am, 80-81)
‣ Korkunun kaynağında güçsüzlük de olabilir. Halkın devletten, devletin halktan, komşunun komşudan, ihtiyarladığında, doğurup büyüttüğü evlatları tarafından terk edilme korkusu, medeniyetten uzak bir sosyal çevrenin göstergesidir. Böyle ortamlarda zulüm kol gezdiği için, korku hastalık halini alır. Küçük toplumların büyüklerden korkması ve davranışlarını bu korkuya göre ayarlaması, geri kalmalarına neden olur.
‣ Tabiat ve sosyal afetlerin meydana getirdiği korku da göz ardı edilmemelidir. Yabancıların güçsüz bir topluma sızıp kitleleri isyana sevk etmesi veya tabiat olaylarının meydana getirdiği yıkıcı afetler, insanlığı dehşete salmakta ve toplumları korku psikolojisine itmektedir. Bu korkulara çare bulmak da bir imtihan konusudur.
بَشِّرْ hitabı, Hz. Peygamber’e veya müjde verebilecek herkesedir.
Cihada, taâte sabırlıları, musibetzedeleri sevapla müjdele.
Bütün bu imtihanlardan ancak sabır ile çıkılabilir. Sabır, pasiflik değil, problemlerin çözümünü sağlayacak gayrettir. Allahu Teâlâ, bu gayret içinde olanları müjdelemektedir.
Yüce Allah, insanoğlunu, psikoloji, fizyoloji, ekonomi, biyoloji, bilim, kısacası hayatın her alanında imtihan etmiştir. Bu problemlerin içinde pişen ve onlara çözüm arayan toplumlar, imtihanı kazanır. İmtihan olmadan insan gelişemez. Sorular cevaplandırılırken gösterilen çabanın içinde, insanın gelişim tohumları da vardır.
Âyet-i kerimeden alınacak dersler:
♦ Çekilen meşakkatler, her zaman ceza değildir. Çünkü Allahu Teâlâ bu belâları Hz. Peygamber ve ashabı gibi mü’minlere vaad etmiştir.
♦ Hastalık ve benzeri şeyleri başka sebeplere nisbet eden ‘Seneviyye’nin ve bunları yıldızların uğuruna-uğursuzluğuna veren müneccimlerin aksine, bütün bunlar Allah’tandır.
♦ İnsanı doyuran gıda değildir, kandıran su değildir, aksine doyma ve kanma, gıdayı ve suyu sebep yapan Allah’ın koyduğu bir nizam ile meydana gelir.
♦ Belanın geliş sebebini anlamak için alimler şu ölçüyü zikretmiştir: Eğer belanın sonrasında o insanın azgınlığı arttıysa, musibetin ceza olarak verildiğini gösterir. Ama kişinin taâtı arttıysa, o bela derecesini yükseltmek içindir.
Kul hasta olduğu zaman Allahu Teâlâ ona iki melek yollar ve şöyle buyurur:
- Hele bak; ziyaretçilerine neler söylüyor?
Eğer ziyaretçileri geldiği zaman, halinden şikayet etmez, Allah’a hamd ederse,
onun bu hamdini Allah’a ulaştırırlar. Kendisi daha iyi bildiği halde, meleklere
böyle yaptırır. Bunun üzerine iki meleğe şöyle buyurur:
- Kuluma söyleyin. Eğer onu öldürürsem, Cennete koyarım. Şifâ verirsem,
hastalık dolayısıyla eriyen etinin yerine ondan hayırlısını veririm. Akan kanından
hayırlı kan veririm. Günahlarını da kapatırım. Hadîs-i Şerîf
(صَبَرَ); afet ve çirkinliğe dayanma. (صَبُرَ); bir şeyin ucu, ak bulut parçası, dağ. (صَبِرَ); hapis tutmak, dayanmak, alkışlamak, kefil olmak, acılaşmak, gönlü avutmak, huzur, metanet, zorlama, gayret, sebat, şişe tıpası, şiddetli soğuk, kaktüs demektir.
İmamı Gazali (r.a) şöyle der: ‘Sabretmek, insana has özelliklerdendir, ne hayvanlar ne de melekler hakkında düşünülemez. Çünkü hayvanlar noksandır, melekler de kâmil ve mükemmel varlıklardır.
Hayvanlarda akıl olmadığı için, şehvetine karşı koymasına ‘sabır’ denemez. Meleklerde şehvet olmadığı için Rablerinin huzurunda şevk ve sevinç ile görevlerini yapıp, sabra ihtiyaç duymazlar. İnsan ise, çocukluğunun başlangıcında noksan olarak yaratılmıştır. Kendisinde sadece beslenme arzusu vardır. Daha sonra oynama arzusu, evlenme arzusu duymaya başlar.
Büluğa ermiş kimsede dünyevî lezzetlere yöneltip âhiretten yüz çevirten bir şehvet ve dünyadan yüz çevirtip, manevî lezzetlere davet eden bir akıl vardır. Akıl, bu dünyevî lezzetlerle meşgul olmanın ebedî lezzetlere ulaşmaya mani olduğunu bilince, onun çağrısı şehvetin davetine engel teşkil eder. İşte bu engel ve mâni olma da sabır diye adlandırılır.
Efendimizin ﷺ duasıyla Hz. Yusuf’un seneleri gibi müşrikler üzerine yedi yıl kıtlık oldu. Cenâb-ı Hakk Nebi’nin duasına icabet etti. Bu âyeti inzal buyurdu.
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ Bela ve ibtila insani ahlâk cevherini madeninden çıkarmak içindir. Zira insanlar altın, gümüş gibi madenlerdir. Ameller nefsin ahlâkının neticesidir.
Şükür cevherini çıkarmanın yolu nimetle ibtiladır. Hz. Süleyman’da olduğu gibi. Sabır cevherini çıkarmanın yolu da muhabbetle ibtiladır.
وَنَقْصٍ مِنَ الْأَمْوَالِ Malların noksanlaşması; hırs ve gafletin defini, dünya sevgisini izaleyi, -ki dünya sevgisi bütün hataların başıdır- kanaati intac eder. Kanaat ise tükenmez servettir.
وَالْأَنْفُسِ Salihlerin şiarı nefsin noksanına yardımcı olmaktır. Eğer hasta olsa günaha keffâret olur. Akraba ölümü olursa masivadan alakayı kesmekle tecerrüd olur.
وَالثَّمَرَاتِ Semere afetinin yeri Allah tarafından doldurulur. Onu ateşten necat, dereceler, hesapsız sevap bekler. “De ki; Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah’ın (yarattığı) yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (Zümer, 10)
وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ Havf ehline: Tevekkül, yakin, şecaat ile müjdele.
Açlık ehline: Nefis temizliği, kalp temizliği, ruh tasfiyesi, sır tahliyesiyle müjdele.
Bir başka latif bir mana: Sabredenleri müjdele, çünkü onlar Allah ile beraberler. Sabrın hallerinden her halde onları musibetlere karşı sabrettirir. Kendi ahlâkıyla onları ahlâklandırır ki o sabırdır. Lütuf ve inayetiyle onlarla beraber olmasaydı, sabra muktedir olamazlardı.
Sabır burada üç veche ihtimallidir. Emirle sabır, ihtiyar ile sabır, ızdırar ile sabır.
1- Emirle sabır: ‘Muhakkak ki sizi imtihan edeceğiz’ âyetinin zımnında korkuya sabreder. “İşte o şeytan ancak kendi dostlarını korkutur, inanmışsanız onlardan korkmayın, Benden korkun.” (Âl-i İmran, 175)
Açlığa sabreder; Ramazan orucu tutar, malda noksanlığa sabreder; zekat verir. Nefislerin eksilmesine sabreder; Allah yolunda cihad eder. Semerelerde noksanlığa sabır da; öşür vermesidir.
2- İhtiyar ile sabır: ‘Sizi imtihan edeceğiz’ âyetinde kendi ihtiyarıyla Allah’tan korkup ona kaçmaktır.
Açlığa ihtiyar ile sabretmek; Allah’a yakınlık için aç kalmaktır. Hadis-i şerifte buyrulduğu gibi ‘Bir gün aç olur sabreder bir gün tok olur şükrederim.’
Malın noksanlaşmasına sabretmek; onu Allah yolunda infak ve terk etmektir.
Nefislerin azalmasına sabretmek; ruhu Hak talebine bezletmektir.
Semeratın noksanlaşmasına sabır; varlık ağacında olan bütün meyveleri hatta Halilvari evladı bile feda etmektir. Dostluk makamının sahibi olmak malı, nefsi, evladı bezl etmekle mümkündür.
3- Izdırar ile (mecburen) sabır: Gayrı ihtiyari vaki olan şeylere sabırdır.
Belagat
• Cümlenin başındaki ‘lam’ mahzuf yeminin cevabıdır. Yani ‘Vallahi size imtihan ve bela vereceğiz. Belaya sabredip, ilâhi kazaya teslim olacak mısınız?’ demektir.
•Âyetin başında yer alan imtihan/deneme/sınanma kavramı şimdiki zaman kalıbında kullanılmış, başına da kuvvetlendirici lam harfi getirilmiştir. Bir fiilin şimdiki zaman kipinin başına kuvvetlendirici bir edat gelirse, o fiile üç boyutlu bir anlam kazandırır. Buna göre ‘Elbette sizi imtihan ederiz’ ibaresi, ‘Sizi imtihan ettik, ediyoruz ve edeceğiz’ manasına gelir.
• Burada شَيْء cins isminin nekre ve müfred gelmesi tazim ve neviyet için değildir; taklile delalet içindir. Bu imtihanı hafifletir, diğer ümmetlerin cezası olan açlık ve korkudan farklı olduğunu gösterir.
• بِشَيْءٍ kavliyle, خَوْف ve جُوع kelimelerinden rucu etmiştir.
• وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ ’in وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ ’e atfı, inşanın habere atfı cinsindendir.
156- O sabredenler ki, kendilerine bir bela geldiğinde: ‘Bizim bütün varlığımız Allah’ındır, sonunda da ona döneceğiz!’ derler.
Önceki âyette muhtemel musibetleri sıraladı, bu âyette de musibete karşı nasıl tavır alacağımızı öğretiyor. Rahman olan Rabbimiz ‘İnna lillahi ve inna ileyhi raciun’ cümlesini söylememizi öneriyor. Güzel şeylerin bitimli olması nasıl üzüyorsa hoşlanılmayan şeylerin bitimli olması da üzüntüsünü azaltıyor, ümit ışığı yakıyor.
Allah’a ve ahiret gününe inanan bir mü’min dünya hayatının bir imtihan olduğunu bilir. ‘Nasıl olsa bu imtihan bir gün bitecek. Bizi bu âleme getiren Mevlam sayılı günüm bitince kendine döndürecek, acılar, ızdıraplar, kederler son bulacak. Yerini sevinçler, mutluluklar ve sonsuz saadet alacak. Sevdiklerime kavuşacak, Rabbimle buluşacağım’ düşüncesiyle tahammül gücünü arttırır. Moralini bozmaz, kulluğa devam eder.
‘Sabır acıdır meyvesi tatlı’ denildiği gibi çok verimli neticeler elde eder:
‣ Hayatın diğer demlerinde daha başarılı olur. Rabbin sevgisini, yakınlığını, rahmet ve mağfiretini kazanır.
‣ İnsanlarla olan ilişkisinde sözünün eri, mert, sadık biri olur. Eğitimde, öğrenirken, öğretirken çalışkan, kafa yoran başarılı biri olur. Aile içinde sorumluluklarının idrakindedir. Yaptığı iş ne olursa olsun baştan savmaz, yapabileceğinin en güzelini yapar.
‣ Çevresindeki ufak tefek hataları görmezden gelir, asayişi sağlar. Rabbine karşı yapacağı ibadetleri ciddi ve en güzel şekilde ifa eder.
‣ Kendini ve yakınlarını ihmal etmez. Çalışma külfetine katlanarak kendi iaşesini kendi temin eder. Sabrıyla her türlü engeli aşar. Bozulanı tamir eder, yıprananı yeniler.
‣ Moralini bozmak isteyenleri sabırla karşılayarak buna müsaade etmez. Maymun iştahlı değildir. Girdiği her işten yüzünün akıyla çıkar. Hayatının bütün evrelerinde, her konumda sevilen, sayılan, güvenilen, hatırşinas biri olur. Mevsim mevsim sabrının meyvelerini derer.
‣ Hele de sabrının kaynağı Rabbinin rızâsı ise; sabır kendi için yanından ayrılmayan arkadaş, Hakk’ın yolunda yoldaş olur. Her yaptığını
Allah için yapar. Rabbi onun daima yanındadır. Yaptığı her işi sabırla, sebatla, itinayla yaptığı için, başkasının yaptığı işin de değerini bilen bir müteşekkir olur.
Musibet, savb kökünden gelir. İfal babındandır. Atılınca hedefe değen şeye musibet denir. Daha sonra, insanın küçük de olsa karşı karşıya kaldığı ve isabet aldığı şeyler, başına gelen kötü olaylar, ölüm, felâket gibi üzücü, hoşlanılmayan şeyler anlamında kullanılmıştır.
Allah ﷻ musibeti kendi zatına nisbet etmemiş, umumî kılarak ‘ إِذَا أَصَابَتْهُمْ ’ buyurmuştur. Âyetin muhtevasına, Allah ve kul tarafından olan her türlü zarar girmektedir. Çünkü her iki durumda da, kul mükelleftir.
Allahu Teâlâ tarafından kula gelen musibetlerde bir hikmetin, sevabın, adaletin, hayır ve maslahatın bulunduğuna inanmak gerekir. Çünkü Allahu Teâlâ, ancak hak ile hükmeder.
Başkası tarafından bir musibet geldiğinde de, kula düşen, bu işi Allah’a havale etmek, öfkesine hakim olmak, kinini tatmin için helâl olmayan bir yola başvurmamaktır.
‘Sizden herhangi birinize bir musibet gelip çattığında benim (vefatım) ile karşı karşıya kaldığı musibeti hatırlasın. Çünkü o en büyük musibetlerden birisidir.’ Hadis-i Şerif
Ebû Ömer der ki: Resûlullah ﷺ doğru söylemiştir. Çünkü O’nun vefatıyla karşı karşıya kalınan musibet müslümanın ondan sonra kıyamet gününe kadar karşı karşıya kalacağı bütün musibetlerden daha büyüktür.
Vahiy kesilmiş, nübüvvet sona ermiştir. O’nun vefatından sonra ortaya çıkan ilk büyük kötülük, Arapların irtidadı ile baş göstermiş ve bundan sonra başkaları da sürüp gitmiştir. Bu ise hayrın kesilmesinin başı ve eksikliğin ilkidir.
Hırsızlar Hz. Ebûbekir’in dört yüz devesiyle kırk kölesini çalarlar.
Peygamber ﷺ onu ziyaret ettiğinde pek üzgün bir halde görür ve
sebebini sorar. Hz. Ebûbekir (r.a) başına gelenleri anlatınca
Resûlullah ﷺ şöyle buyurur:
- Sandım ki iftitah tekbirini kaçırdın.
- İftitah tekbirini kaçırmak o kadar büyük vebal midir?
- Yeryüzündeki bütün develerin çalınmasından bile ağırdır.
Mü’minler inançları uğrunda ne derece acılara katlanır, fedakârlıklara girişirlerse inançlarının vicdanlarındaki değeri daha da artar, ona daha sıkı biçimde bağlanırlar. Musibet, mü’minin bel kemiklerinin sağlamlaşması, dinamikliğinin artması için gereklidir. Sıkıntılar; mü’minin potansiyel güçlerini, saklı enerjilerini harekete geçirir, onun kalbinde ancak musibetlerin darbeleri altında keşfedebileceği gizli çıkış kanalları açar. Ancak gözdeki perdeyi kaldıran, kalbin pasını silen sıkıntı ortamı içinde yeşerebilecek doğru değer yargılarının, ince ölçülerin ve isabetli düşüncelerin vicdanında gelişip serpilmesini sağlar.
‘إِنَّا لِلَّهِ / Sahibimiz Allah’tır’ cümlesi, bizim, Allah’ın mülkü olduğumuzu itiraftır.
وَاِناَّ اِليْهِ رَاجِعُونَ / Döneceğimiz yer de O’nun huzurudur’ cümlesi ise öleceğimizi ve fâni olduğumuzu ikrardır. Bu ifade kulun, öldükten sonra dirilmeyi kabul ettiğini, Cenâb-ı Allah’ın sabredenleri mükâfatlandıracağını ve iyi kimselerin ecrini zayi etmeyeceğini ikrar ve itirafıdır, vasıtalı kinayedir.
إِنَّا لِلَّهِ diyen kul, o anda başına gelen bütün musibetlere razıdır. وَاِناَّ اِليْهِ رَاجِعوُن sözü de kulun, ileride başına gelecek olan her şeye razı olduğunu, iyiliklerine karşılık Allah’ın mükâfatlandıracağına, başına gelen musibetlerde işini Allah’a havale edip, O’nun kendisine zulmedenlerden intikamını alacağına inandığını gösterir. Böylece o, kendisine vaad edilen mükâfata razı olarak nefsini zelil kılar. Ehli iman için musibet bir ceza değil, nimettir.
‘Biz Allah’ınız’ demek; malı, canı, her şeyi Allah’a teslim etmek, Allah’ın mülkü olan canlarımızda ve bedenlerimizde dilediği gibi yönetim hakkı olduğunu, O’nun hiçbir tasarrufuna itirazın caiz olmayacağını itiraf edip, Allah’ın dilediğini yapmasına, kaza ve kadere razı olduğunu bildirmektir. Bu makamı kazanan nefse: ‘Nefs-i râdıye/Allah’ın emrine râzı olmuş nefis’ denir.
‘Ve O’na döneceğiz’ demek ise; ‘Başlangıçta yok iken Allah’tan geldiğimiz gibi sonuçta da yine O’na varacağız.’ Ölümün bir yokluk değil Allah ile buluşma olduğuna iman ve bu imanla Allah’ın kendisinden razı olunma ümidini dile getirmedir. Bu makam; ‘Nefs-i mardiyye/ kendisinden razı olunan nefis’ makamıdır.
Yani nefsimiz, malımız, ehlimiz Allah’ın ﷻ; O bize zulmetmez. O bize verdi. Biz iyiliğin sevabıyla, kötülüğün günahıyla O’na döneceğiz.
Allah’a dönmek, bir mekana veya cihete geçmek manasında değildir. Allahu Teâlâ yön ve mekandan münezzehtir. Bundan murad, kulun, Allah’tan başka hiç kimsenin hüküm sahibi olamayacağı âhiret yurduna varmasıdır. O zaman, onlara hiç kimse ne bir fayda verebilecek, ne de bir zararı savuşturabilecektir. Dünyada ise, zahiren Allah’tan başkaları onlara zarar ve fayda verebilir.
Bu cümle bir yönden yokluğu, bir yönden ebedî kalmayı ikrardır.
Biz vaktiyle dış âlemde yoktuk, ama Allah’ın bilgisinde vardık. Yine yok olacağız ve yalnız Allah’ın bilgisinde, sırf O’nun hükmünde mevcut kalacağız. Artık zatımız Allah’ın ilmiyle, varlığımız Allah’ın varlığı ile, bekamız da Allah’ın bekası iledir. Allah’ın varlığı ise ezelî ve ebedîdir. Bundan dolayı Allah’a dönüş, bekâbillâh demektir. Ahiret bu bâkiliğe dayanır.
Berzah âlemindeki hayattan sonra başka bir yaratılış daha vardır. ‘Biz Allah’ınız ve gerçekten biz O’na döneceğiz’ ifadesi bir taraftan ahiretteki kesin dönüşü, diğer taraftan da ahirette bile amellerin en üstünü ve olgunluğun son sınırı olan bir dönüşü içine almaktadır.
‣ Kim, bir musibet esnasında, ‘ إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ / Sahibimiz Allah’tır döneceğimiz yer de O’nun huzurudur’ derse, istircâ yaparsa, Allah onun musibetini sarar, tedavi eder. O’nun âkibetini güzel yaparak, ona kendisinden hoşnut olacağı güzel bir bedel, bir halef verir.
‣ Peygamberimizin kandili söndü, bunun üzerine ‘ إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ’ dedi. Çevresindekiler; ‘Bu da mı musibettir?’ diye sordular.‘Evet mü’mine eziyet veren, üzen her şey, onun için musibettir’ buyurdu.
‣ Mü’mine herhangi bir acı, bir dert ve zahmet, hastalık, üzüntü dokunmaya dursun, mutlaka bu sebeple onun günahları (kul hakkı hâriç) temizlenmiş olur.
‣ Kime bir musibet dokunur, o da musibetini hatırlatır veya hatırlar da bunun için yeniden ‘ إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ’ derse, o musibetin dokunma zamanı (ve tesiri) geçmiş bile olsa, Allah ona dokunduğu günde verdiği sevabın bir mislini yazar.
‣ Allah’ın kullarından birinin oğlu vefat ettiğinde Allah meleklerine: ‘Kulumun oğlunun canını mı aldınız?’ der. Onlar: ‘Evet’ derler. Allah:
‘Onun kalbinin meyvesini mi aldınız?’ diye sorar, melekler: ‘Evet’ derler.
Yine sorar: ‘Peki kulum ne dedi?’ Melekler: ‘Sana hamd etti, istircâ’da bulundu’ derler. Yüce Allah bunun üzerine şöyle buyurur: ‘Haydi kulum için cennette bir ev yapınız ve ona Hamd Evi adını veriniz.’ Hadis-i Şerif
‣ Ümmü Seleme’den: Resûlullah’ı ﷺ şöyle buyururken dinledim:
‘Herhangi bir müslümana bir musibet gelip çattı mı o da aziz ve celil olan Allah’ın kendisine emrettiği şekilde:
‘اِناَّ لِلهِّٰ وَاِناَّ اِليَْهِ رَاجِعوُنَ اللَّهُمَّ أْجُرْنِي في مُصِيبَتِي، وأَخْلِفْ لي خَيْرًا مِنْها / Muhakkak biz Allah’ınız ve şüphesiz biz ona dönücüleriz. Allah’ım, bu musibetimin ecrini bana ver, onun yerine bana ondan daha hayırlısını ihsan buyur’ diyecek olursa mutlaka Allah ﷻ o kişiyi musibetinden dolayı mükâfatlandırır ve yerine ondan daha hayırlısını verir.’
İşte bu, yüce Allah’ın: ‘Sabredenlere müjdele’ buyruğuna dikkatimizi çekmektedir. Onun yerine daha hayırlısını vermeye gelince ya yüce Allah’ın Ümmü Seleme’ye Resûlullah’ı ﷺ vermesi türünden olur, çünkü kocası Ebû Seleme vefat edince Resûlullah onunla evlenmişti, ya da pek çok büyük sevaplar vermesiyle olur. Bazen her ikisini ihsan ederek de olabilir.
Musibete uğrayan kişinin ‘إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ / Biz Allah’ınız ve nihayet O’na döneceğiz’ demesinde birçok faydalar vardır:
1- Bu cümleyi tekrarlayan kişi, söylenmesi uygun olmayan gereksiz kelimeleri sarf etmekten korunmuş olur.
2- Bu cümle, musibete uğrayana teselli verir, üzüntüsü azalır.
3- Şeytan ona başka sözler söyletemez.
4- Bu cümleyi söyleyen kişiden bu güzel sözleri işiten başkaları da, ona uyup söylemeye başlarlar.
5- Bunu dille söylemek, kişiye kalbindeki güzel inancı hatırlatır.
Başına musibet gelen kişi, musibet anında dehşete kapılır. O anda kendisine, Allah’ın kaza ve kaderine teslimiyeti hatırlatacak birine ihtiyaç duyar.
Musibete uğrayan kişi bu cümleyle, Allahu Teâlâ’nın kendisi için yarattığı diğer şeyleri tasavvur edip düşünür. Allah’ın ﷻ ona yüklediği bütün mükellefiyetlere boyun eğer. Allah’ın kendisine verdiği ve aldığı bütün şeylerde kaza ve kaderine teslim olur. İnsan bu defa, Allah’ın ﷻ verdiği nimetlerin, aldığı nimetlerden kat kat çok olduğunun farkına varır.
Allahu Teâlâ bu kelimeleri musibetlere uğrayanlar için bir sığınak kılmıştır. Said b. Cübeyr der ki: Bu kelimeler bizim Peygamberimizden önce herhangi bir peygambere verilmiş değildir. Eğer bu dua birine verilseydi, elbette Yakub’a (a.s) verilirdi. Hz. Yakub bu duayı bilseydi: “Ya esefa! Ey Yusuf’un ayrılığının kederi, gel, şimdi gelişinin tam zamanıdır!” (Yusuf, 84) demezdi.
Hz. Ömer (r.a), “İki denk ve ayrıca ona verilen ilave ne güzeldir” demiş ve ardından bu âyet-i kerimeyi okumuştur. Hz. Ömer burada iki denk ile salât ve rahmeti, ilave ile de hidâyete iletmeyi kastetmektedir.
Bu âyet, biri farz, diğeri nafile olmak üzere iki hüküm ihtiva eder:
Farz olan, Allah’ın takdirine razı olmak, farzları edâda sabretmek ve dünya musibetlerinin farzları edaya mâni olmamasıdır.
Nafile olan ise ‘Sahibimiz Allah’tır ve döneceğimiz yer de O’nun huzurudur’ sözünü açıkça söylemektir. Bunun faydası ise; bu sözü duyduklarında başkaları da onunla beraber aynı şekilde söyler, kâfirler bundan dolayı öfkelenir; o kişinin dini hususunda ne kadar ciddi ve gayretli olduğunu, Allah’a itaatta sebatını bilmiş olurlar.
Belalar, tasfiye’ye sebeptir. Efendimiz’in ﷺ ‘Hiçbir peygamber benim eziyet gördüğüm kadar eziyet görmedi’ buyurması ‘Hiçbir peygamber benim saflığım kadar safi olmadı’ demektir. Aşıkların yanında vefa da, cefa da birdir.
Te’vilâtı’n Necmiyye’den...
الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ kavli ile sabredenler vasıflandı. Yani emir, ihtiyar, ızdırar zamanında sabredenler.
قَالُوا إِنَّا لِلَّهِ Yani bizim malik olduğumuz bir varlığımız yok, ancak varlığımız mecazidir. Hakiki mülk ve varlık Allah’a aittir.
وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ Bu dönüş, makam-ı indiyede hakiki vücuda nailiyet için, mecazi vücudu bezl etmektir. Melik-i muktedire makam-ı sıdkta dahil olmak için, yanımızda olanı bezl ederek kendimizden çıkmaktır. Bizim indimizde fani olan O’nun indinde bakidir.
Belagat
• Sabredenlerin الَّذِينَ ile vasıflanması, ismi mevsulün tazim ifadesiyle onların sabrının en kamil sabır olduğunu ifade içindir.
• إِنَّا للهِ tekitle gelmesi, gayrı münkiri münkir makamına koymak içindir. Musibet isabet eden, o musibetin kendisine, Allah’ın ﷻ mülkü ve O’nun kulu olduğunu unutturması, musibet korkusunun kendisiyle aklı arasına girmesi sebebiyle münkir makamına konulmuştur.
• ل harf-i ceri mülkiyet içindir.
157- Onlara Rablerinden bol bol mağfiret ve rahmet vardır. Ve onlar doğru yola yönelmişlerin ta kendileridir.
Salavat ‘Salat’ın cemisidir. Üç boyutludur: Allah’tan rahmet, Meleklerden istiğfar ve mü’minlerden dua.
Tahiyyatta okuduğumuz salatta bu üç mana da mevcuttur. Bu âyette geçen ‘Rabbinden salavat’; Allah’ın ﷻ menfaat vermesi, mağfireti, rahmeti manalarına gelir. Kelimenin cemi sigasıyla gelişi de bunları katmerleştirir. Bir de tekrar rahmetin gelişi tekit üzere tekit, ödül üzere ödüldür.
Sabrın sonucu olan bu salavat, rahmet, hidâyet, dünya ve ahirette yüz akı, gönül sürurudur. İnsan karşılaştığı sıkıntılara göğüs gerdikçe iradesi kuvvetlenir, direnci artar, olgunlaşır. Aynı durumda olan insanlara merhametli olur, kıymet bilir. Tedbirli, temkinli, tahammüllü olur.
Sabır her işin başı olduğuna göre sabırlı insanlar hangi işte, hangi yolda olursa olsun doğru gider, irşada kulak verir. Hayata uygular, doğru işlerde önder, örnek olur, menzile varır. Dünyevi-uhrevi, maddi-manevi her durumda böyledir.
Bir misal olarak şu kudsi hadisi düşünebiliriz: ‘Beni taleb eden Beni bulur. Beni bulan Beni tanır. Beni tanıyan Bana aşık olur. Bana aşık olana Ben aşık olurum. Kime aşık olursam onu öldürürüm. Kimi de öldürürsem onun diyeti Benim cemalimdir.’
Arap kelamında ‘salat’ın hakikati, bir kimse hakkında hayır sevgisinden haber veren sözlerdir. Bu sebeple dua, salatın en meşhur manasıdır.
‘Salat’ kelimesi Cenâb-ı Hakk’a isnad edildiğinde rahmete, mağfiret ve tezkiyeden hayra ulaştıracak şeye delalet eder.
‘Salavat’ kelimesi burada, Allahu Teâlâ’nın zikredilen vasıflara sahip kullarını mağfiret ve tezkiye etmesi, yüceltmesi, medhü sena etmesidir.
O’nun rahmeti önce dünyada, sonra da âhirette verdiği nimetleridir.
Ve bu sıfatları taşıyan kullarına rahmetin çokluğuna, birbirini takip ettiğine işaret için cemi sigasıyla getirilmiştir.
‘Salavat’ kelimesinin cemi olarak gelmesinin sebebi, mağfiretin çokluğuna ve sürekli tekrar edilmesine delalet etmesi içindir.
‘Salavat’tan sonra rahmet gelmesi lafzen farklı olmakla beraber iadedir. Zira rahmet kelimesi daha tekitli, daha beliğdir.
‘Bir âlem vardır ki, beyaz ve düzdür, gümüş gibidir. Bu dünyanın yedi büyüklüğünde ve meleklerle doludur. O şekilde ki; bir iğne atsan yere düşmez. Belki meleklerin üzerine düşer. Onlardan her bir meleğin elinde bir bayrak vardır ki, üzerinde ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah’ yazılmıştır. Her Cuma gecesi toplanırlar. O bayrağın etrafında Allahu tebâreke ve teâlâyı tedarru’ ederler. Ümmet-i Muhammedin selâmeti üzerine dua ederler. Sabah oluncaya kadar ‘Yâ Rabbî! Ümmet-i Muhammede acı! Onlara azab etme!’ derler. Çünkü sabah olunca, kıyâmetin kopmasından emin olurlar. ‘Yâ Rabbî! Gusl edenleri, Cumaya hazırlananları affeyle, istediklerini bağışla!’ diye dua ederler.’ Hadis-i Şerif
Râvi der ki: Bayrakların uzunluğu kırk fersahtır. Dua ettiklerinde, ağlayarak seslerini yükseltirler. Rabbü’l âlemîn onlara ‘Ne istersiniz?’ diye buyurur. Derler ki, ‘Ümmet-i Muhammedi affetmeni isteriz.’ Allahu Teâlâ da ‘Onları affettim’ buyurur. Ravdâtü’l Ulemâ
‣ Onlar, sahibini bütün hayırlara ileten yola hidâyet edilmişlerdir.
‣ Onlar, cennete iletilmiş ve sevaba kavuşmuşlardır.
‣ Musibetin kolaylaşması ve hüznün hafiflemesine yol bulmuşlardır. ‣ Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmış, emredilen şeylere tutunmuşlardır.
Duanın en faziletlisi, Rabbinden dünya ve ahirette af ve afiyet istemendir. Zira bunlar sana verildiği zaman muhakkak felaha kavuşursun. Hadis-i Şerif
‘Onlar kurtulmuşlardır’ cümlesi, bize kurtuluşun öncesindeki tehlikeleri hatırlatır. Mü’minleri bekleyen tehlikeler nelerdir? Dünya hayatında şeytanın kandırması, hevanın aldatması, ibadetsizlik, gafletle yaşamak, mü’minlerin düşmanlığı gibi tehlikeler onu yakalamak için hazır beklemektedir.
Mü’min daima tedirgindir; ‘Hak geçmesin, aman gönül kırmayayım, harama düşmeyeyim, israf etmeyeyim, harama bakmayayım, dedi kodu etmeyeyim, süse-ziynete düşmeyeyim’ düşünceleri içinde manevi tehlikelerden huzursuzdur. Ahirete giderken ise imansız ölmek, kabir azabı, mahşerde susuzluk, rezil olma, hesabın zorluğu, şefaatten mahrumiyet, cemal-i ilâhiyi görememek gibi tehlikelerle karşı karşıyadır. İşte sabırlı mü’minler bu tehlikelerin hepsinden kurtulup felah bulmuşlardır.
Ehlullah de ki: ‘İçtenlikle inanan, içini temiz tutan, dilini doğrulukta kullanan, nefsine hakim olan, huyunu doğrultan, kulağını hayra açan, gözüyle de iyi şeylere bakan gerçekten kurtulmuştur.’
Te’vilâtı’n Necmiyye’den...
أُولَٰئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ Hak cezbeleriyle kurtulup makam-ı indiyeye ve Hakk’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya nail olmuşlar ki o da sabırdır. Salavat ile murad Hakk’ın cezbeleri ve hidâyetiyle makamı indiyeye ulaşmaktır.
Belagat
• أولئكَ ismi işaretiyle getirmesi, ismi işaretle geçen bütün sıfatlarla mevsuf olduklarına ve ismi işaretten sonra gelecek hükmün bu vasıflara bağlı olduğuna tembih içindir.
• Burada صَلَوَاتٌ tezkiye etme ve mağfiret etmeden mecazdır. Bu sebeple rahmet ona atfolmuştur. Ki rahmet, mecazi olarak salatın manalarındandır. Tecriddir.
• صَلَوَاتٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ cümlesindeki صَلَوَاتٌ ve رَحْمَةٌ kelimelerinin tenvinli gelmesi bu mağfiret ile rahmetin üstünlüğüne ve yüceliğine delildir. مِنْ رَبهِّمْ buyruğu ise onlara gösterilen inayetin fazlalığını ortaya koymak içindir.
• ‘Rahmet’ kelimesinin tenvinli gelmesi, tazim ve büyüklük manasını ifade ettiği için, cemi olarak gelmesine gerek kalmadı. Rahmet ile salat’ı vav’la bir araya getirmesi rahmetinin kesintisiz olduğunu ilan etmek içindir.
• وَأُولَٰئِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ cümlesi, bu niteliğin, sadece nitelenene münhasır olduğunu bildiren kasırdır. Yani onlardan başka hidâyet bulan yoktur, demektir.
158- Şüphesiz Safâ ile Merve Allah’a ibadet vesilesi olan remizlerdendir. Kim de hac ve umre niyeti ile Kâbe’yi ziyaret ederse, bunları tavaf etmesinde bir günah yoktur. Kim gönülden bir hayır işlerse mükâfatını görür; Allah şekürdür (taatlerin ecrini verendir), her şeyi bilendir.
İslâm’ın beş şartından biri olan Hacc ibadeti, Allah’ın şeâiri, sembolleri ile doludur. Bizim bu sembollere hürmet etmemiz, vermek istediği mesajı almamız gerekir. Geçmişten ders almadan geleceği ve bugünü kurtaramayız. Geçmiş olaylar geleceğe ayna tutar, yolumuzu aydınlatır. Ufkumuzu açar, doğru yolu gösterir. Hele bu Cenâb-ı Hakk’ın işaret ettiği bir şiarsa!
Bizden öncekiler bizim öncü birliklerimizdir. Hayat mücadelemizde bize yön verirler. Tedbir almamızı, hazır olmamızı sağlarlar.
Safâ-Merve deyince hemen aklımıza Hacer anne, susuz bir bebek gelir. İsmail’ine su bulmak için bir tepeden bir tepeye koşan ve Rabbinden ümit kesmeden dua eden tevekkül abidesi bir anne…
Issız çöllerde yapayalnız evladının susuzluktan ölüm eşiğinde son demlerine şahit olan bir anne…
Ve sonunda kendisine dua ve tevekkülle teslim olduğu Rabbinin imdadına, yardımına mazhar olan, çölü zemzemleştiren bir anne…
Cenâb-ı Hakk Hacer’in bu tevekkül, sabır, gayret, metanet ve merhamet dolu tavrından ne denli hoşnut olmuş ki, asırlar ötesinden kıyamet sabahına kadar bu say’ı Hacc’ın vazgeçilmez rükünlerinden yapmış.
Her umreci, her hacı Safâ ve Merve arası say yaparak o günün ibretli hatıralarını canlandırır. Hacer annemiz yavrusunun ayak topuklarından çıkan suyun şükrünü nasıl yapacağını düşünüyor. Kendince Rabbine bir hediye sunmak istiyor. Fakat verecek bir şey bulmak ne mümkün?
Düşünüyor, düşünüyor… Onun için orada, o anda en kıymetli şey saçları. Hemen kesiyor ve Rabbine hediye ediyor. Bu saf, berrak ve fedakârca davranış, Rabbin hoşnutluğunu kazandırıyor, bu güzel hatırayı kıyamete kadar hacılara sembol yapıyor. Ta ki cömertlik nedir, mertlik nedir, fedakârlık, minnettarlık, sevgi, bağlılık nedir; bütün mü’minler öğrensin ve uygulasın. Muhterem Hacer anneyi hürmetle, saygıyla ansın. İsmail’i dünyaya getiren annenin re’fet, rikkat ve fazileti âlemlere gizli kalmasın.
Safâ ile Merve arası say, düz yürüyüş, dünya hayatında meşru hedefe doğru şaşmadan, aşmadan, itidal üzere olmaya işaret eder. Çünkü Hacer annemiz orada dünyevi ihtiyaçları olan suyu bulmak için say etti.
‘Helal rızkı kazanmak kadın-erkek bütün Müslümanlara farzdır’ hadis-i şerifini göz önünde bulundurursak; dünya hayatında mübrem ihtiyaçlarımız için çalışmamız, koşturmamız ve Rabbimizin büyük rahmetinden beklememiz gerekir. Hem fiili hem kavli duayı gerçekleştirirken sa’y yapar gibi ibadet titizliği ile kimseye çarpmadan, çarpılmadan, aşmadan, taşmadan, seri fakat acele etmeden, uyuşmadan gayretli bir yürüyüşle ömür caddesinde yürümemiz öneriliyor.
Aşkla, şevkle, heyecanla, korku-ümit arası helal kazanç yolunda, hukukullah ve hukuk-u ibada dikkat ederek say edelim ki, Rabbimiz fazl-ı kereminden rızık zemzemini fışkırtsın. Bize verileni esirgemeyelim ki zemzemimiz nehirleşsin, bereketlensin, ulaşana hem şifa hem gıda olsun. Cimrilikle kaynakları kurutmayalım ki, mutlulukları, güzellikleri, nimetleri paylaşma zevkinden mahrum olmayalım.
Burada dikkatimizi çeken husus şudur: Müslümanlar İslâm’la tanıştıktan sonra cahiliye âdetlerinin tümünden tiksinir duruma gelmişlerdi. Dün bu putları kendi elleriyle diken insanlar, İslâm’la tanıştıktan sonra her şeyi sorgulamaya başladılar. Sanki dünkü hayatı onlar yaşamamış gibi bir anda değişmişlerdi. Sanki Peygamberimiz ﷺ bu vicdanları eli ile tutup kaldırarak kuvvetle silkelemiş ve üzerlerinde çöreklenen bütün kir ve pasları dışarıya dökmüştü.
İslâm onların ruhlarını büyük bir sarsıntıya uğrattı, derinliklerine kök saldı, psikolojik ve duygusal bir devrim gerçekleştirdi. Geçmişlerine soğuk ve çekingen gözlerle bakıyor, hayatlarının bu döneminden kendilerini tamamen kopmuş sayıyorlardı. Artık ne o dönem onlarındı, ne de onların o dönemle uzaktan-yakından ilişkileri olabilirdi. Artık o devir dokunmaktan kaçındıkları bir kirlilik sembolü idi!
Vicdanları o kadar duyarlılık kazanmıştı ki, cahiliyenin her şeyinden ürküyor, cahiliye dönemindeki bütün gelenek ve uygulamalarından kaçınmaya, kuşku duymaya sürüklüyordu.
Bizler de işte böyle, Kur’ân ve sünnetle tanıştıktan sonra cahiliyenin tüm pisliklerinden silkinmek, yeni bir hayatla doğmak zorundayız. Tüm hayatımızı Kur’ân ve sünnetle yeniden gözden geçirmeliyiz. Kur’ân ve Sünnete ters tüm âdet ve gelenekleri, bâtıl inanışları, dinle ilgisi olmadığı halde dinmiş gibi hayatımızı işgal etmiş bid’at ve hurafeleri Kur’ân ve sünnet projektöründe yeniden ıslah etmek zorundayız.
صفا büyük, pürüzsüz kaya parçası manasınadır. Elif’i vav’dan dönmüştür. Çamur gibi şeyler bulaşmamış, toprak karışmamış, üzerinde bitki bitmeyen her kayaya denir. Taşın ‘Safâ’ adını alması için beyaz ve sert olması şartının bulunduğu da söylenmiştir. Fiil kalıbında kullanıldığında, saf ve arı, duru olmak manasına gelir.
Pürüzsüz, bembeyaz, çok sert taşlara ‘مَرْأةٌ’ denir. Küçük taş manasına gelir. Merve’nin Safâ’ya nisbeten yumuşak küçük taşlar demek olduğu da söylenmiştir. Parçalanıp etrafı incelmiş sert ya da yumuşak her türlü taştır.
Safâ ile Merve, Kâbe’nin doğusundaki iki tepenin adıdır.
Rivâyete göre Safâ’ya bu adın veriliş sebebi Hz. Âdem’in bu tepe üzerinde durmasıdır. Onun bu ‘Safiyyullah’ isminden dolayı buraya Safâ denmiştir. Hz. Havva ise Merve üzerinde vakfe yaptığından buraya da kadın ismi verilmiştir. Merve, ‘kadın’ kelimesinden türemiştir. Bundan dolayı da bu tepenin adı müennestir.
Safâ ile Merve adındaki bu iki tepe, Allah’a taâtin alametlerindendir. Çünkü bu iki tepe, Hacer ve İsmail’in başlarına gelen imtihanı temsil eder. Bundan dolayı bu âyet, sıkıntılara sabredenlerin mutlaka en yüksek derecelere ve en yüce makamlara erişeceğine delildir. Hacer’in bu şiddetli imtihanının ve Allah’a güveninin anısıyla Safâ ve Merve, İslâm öncesi zamanlarda bile imanın ve sıkıntılara göğüs germenin sembolleri olarak görülmüştür. Bu özelliği nedeniyle Safâ ile Merve, sabır ve Allah’a güveni konu alan âyetler içinde zikredilmiştir..
Allah’ın, kullarına yüklediği mükellefiyetler üç kısımdır:
1- Daha işin başında güzel olduğuna aklın karar verdiği şeyler. Lütufta bulunmak, medh ve sena ile zikredilmek gibi.
2- Aklın daha baştan kabîh olduğuna karar verdiği, şeriat getirdiği için iyi olduğu kabul edilen şeydir. Acılar, fakru zaruretler, mihnet ve meşakkatler gibi. Şeriat bunun imtihan hikmetine dayandığını açıklayınca Müslüman bunun güzel, hikmetli ve doğru olduğuna inanır.
3- Ne güzel, ne de kötü olduğu anlaşılmayan, aklın fayda ve zarardan uzak gördüğü hükümlerdir. Mesela hacc erkanından olan Safâ ile Merve arasında sa’y gibi.
Takriben 2,70 metre genişliğinde ve 45 metre derinliğinde bir kuyuda, görülmemiş bir cömertlikte kaynayan bu ilâhi su, sabahları bir nevi kaymak bağlayıcı ve renk değiştirici, konulduğu her kapta her suyun üstüne çıkan ve asla başka bir suya dönüşmeyen, içine konan suyu mayalayıp zemzeme dönüştüren, aynı zamanda arındıran, ebediyet kadar berrak ve ruh kadar latif bir sudur.
Avrupa’da yapılan araştırmaya göre zemzem, diğer sulara nazaran çok daha az kükürt taşımaktadır, çok daha besleyicidir ve fazla mineral barındırır. Dünya Sağlık Örgütü’nün raporlarına göre dünyadaki en içilebilir ve sağlıklı sulardan biridir. Amerika’da yapılan test sonuçlarına göre de içinde mikroorganizma ve bakteri bulunmayan tek su, zemzemdir.
Kaynağı, nereden geldiği şu anki teknolojiye göre bile bilinemiyor. Yakınlarında hiçbir kuyu olmadığı gibi, denize de 80 km. uzaklıktadır. Nasıl olup da suyunun yıllardır bitmediğini kimse bilmemektedir.
Açlığını gidermek için içen kişinin açlığını, susuzluğunu gidermek için içenin susuzluğunu giderir. Sadece 2,70 metre derinliğindeki ufacık bir kuyudan çıkan bu su, hac mevsiminde milyonlarca hacının bütün su ihtiyacını karşılar ve ne azalma, ne de kuruma görülmez.
Zemzem, içildiği niyete göre faydalı olur. Onu şifa bulmak için içersen Allah sana şifa verir. Doymak için içersen Allah seni doyurur. Susuzluğunu gidermek için içmişsen Allah susuzluğunu giderir. O, Cebrail’in kazıp çıkarttığı ve Allah’ın İsmail’i (a.s) suladığı sudur. Hadis-i Şerif
Münafıklarla aramızdaki fark şudur: Onlar zemzemden kana kana içemezler. Hadîs-i Şerîf Münafık zahiren o sudan içse bile, susuzluğu asla bitmez, çünkü kalbinde hastalık olana, zemzem şifa vermez. Zemzemi içerken gönül dünyamızı hoş; kin ve nefretten ise boş tutmalıyız.
İbni Abbas (r.a), Zemzemi içince: ‘Yâ Rabb! Senden faydalı ilim, bol rızık ve her türlü hastalıktan şifa diliyorum’ derdi.
İbrahim (a.s), şu anda Kâbe’nin bulunduğu yere Hacer anamızı bıraktığında yanlarında bir kırbada birazcık suyla birazcık da hurma vardı. İbrahim (a.s) karısı Hacer’le oğlu İsmail’i orada bırakıp giderken arkasına dönmemek zorundaydı. Hacer anamız arkasından koşarak bağırdı:
‘Nereye gidiyorsun Ey İbrahim? Bunu sana Allah mı emretti? Yoksa kendin mi istedin?’ Hz. İbrahim ‘Allah emretti’ buyurunca, ‘Haydi git öyleyse... Bunu emreden Rabbim bizi koruyacaktır’ diye cevap verdi.
İşte bu cevap, tevekkülün zirvesiydi.
Salih peygamberin soyundan gelen mübarek kadın Hacer, Mekke çevresindeki kuru ve yanık dağlar arasında, su bulabilmek için tek başına koşuşturmaya başladı. Tam bir arayışla, hareketle, gayretle, himmetle, kararlılıkla, kendine güvenle, kendi ayakları üzerinde durmakla, kendi iradesiyle, kendi düşüncesiyle... Bir kadın, bir anne ve yapayalnız bir telaş ve büyük bir arayışla...
Hacer, perişan ve sancılı, korumasız, sığınmasız, evsiz, toplumsuz, sınıfsız, ırksız, kabilesiz ve ailesiz; ama ümitli... Umutlu bir esir, bir garip, bir cariye olarak, kimsesizlerin kimsesine sığınarak, her şeyin O’na döneceğine dair ilmî, aynî ve yakinî imanla arama gayretini sürdürdü.
Yüksek tepelerde bağırıp çağırmadan, saçını başını yolmadan, umutlarını yitirmeden, büyük bir tevekkülün ardında, gayretini konuşturmaya ve koşuşturmaya çalışıyor. Bebeği, cancağızı için bir yudum su arıyor...
Peki, burası susuz bir vadi, kupkuru bir yer değil mi? Suyun olmadığını Hacer bilmiyor mu veya unuttu mu? Unutmadıysa bu ne koşuşturma!
Yerine otursa ve beklese ya!.. Hayır, hayır… O bu şekilde oturmaz ve oturamaz. Oturursa iradesi, sa’yı ve gayreti ne olacak?
İsmail; biricik yavrusu, ‘su, su’ diye ağlamıyor mu? Yoksa suyu gökten mi bekliyor, yerden çıkan bir su yok ki, yoksa tevekkülünden bir şey mi eksildi?
O asla kolaycılığı seçemezdi, kesinlikle tembelliğe baş vuramazdı, kaderciler gibi davranamazdı. Bir şeyler yapmalı ve en azından su aramalıydı. Allah’ın yardımına ermek için, bir şeyleri yaptığını ortaya koymalı idi. Çünkü Allah bizden sa’y istiyor, ibadet istiyor, dünyayı ve ahireti mamur etmemizi istiyor.
Bu da ancak Hacer gibi koşuşturmakla mümkündür. Yani biz bir adım atmalıyız ki, Allah da bize doğru on adım atsın, biz O’na koşacağız ki, O da bizi rahmetine gark etsin, biz O’nu sevmeliyiz ki, O da bizi cennetiyle kuşatsın.
˗ Şeâir kelimesinin kökü, bilmek, hissetmek, hissettirmek, işar etmek, sezdirmek, bildirmek manasına gelen شَعَارَ’dir. Allah’ın ﷻ kullarına öğrettiği malum olan, demektir. “Onlar diri değil ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.” (Nahl, 21)
˗ شَعَارَ fiili farkına varmak manasına da gelir. “Fakat onlar farkında değilken (azap) kendilerine ansızın geliverecektir.” (Ankebut, 53)
˗ Bu kelime شَعْر kalıbından alındığında, kıl, tüy manasına gelmektedir. Sıkça biten tüy olduğu için saça Arapça’da شَعْر denmiştir.
“Yünlerinden, yapağı ve kıllarından...” (Nahl, 80) Âyette شَعْر ’ın çoğulu olan أَشْعَار kullanılmaktadır. Kıl ile tepe arasında, yükseklik bakımından bir benzerlik vardır.
˗ شِعْر kalıbından alınınca, şiir manasını ifade eder. “Biz ona şiir öğretmedik.” (Yasin, 69)
˗ شِعْرٰى kalıbından, bir yıldızın adıdır. “Doğrusu şi’ra yıldızının Rabbi de O’dur.” (Necm, 49)
˗ شَعَائِرَ kalıbından, yapılması gereken şeyler, vazifeler, alametler, hüküm... manasına gelir. “... Kim Allah’ın hükümlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu kalplerin takvasındandır.” (Hac, 32)
˗ Bu kelime Kur’ân’da, مَشْعَرَ şeklinde de geçmektedir: “Meş’ari’l Haram yanında Allah’ı anın.” (Bakara, 198) Meş’ari’l Haram, Müzdelife’dir.
Bu kelimenin, bilmek, farkına varmak, hissetmek anlamları ile tepe, şiir, yıldız, hüküm gibi anlamları arasında sıkı bir alaka vardır. Tepe, şiir, yıldız ve hüküm gibi şeyler, farkına varılan, bilinen ve kendilerini gösteren şeylerdir.
Kur’ân-ı Kerim’de ‘şeâir’ (şiarlar, alâmetler) kelimesi dört âyette geçmektedir. Bunların tümünde Allah’a izâfetle, ‘şeâirullah / Allah’ın şiarları’ şeklinde kullanılır.
Araplar, kurban edilecek hayvanları hafifçe yaralar, kan akıtırlardı.
Hayvanın üstüne süzülen bu kan, onun kurbanlık olduğuna işaret sayılır, ona kimse dokunmazdı. Bu işe ‘şear’ (yan tarafa mızrak vurmak), ‘şeîre’ (Allah’ın nişanı) denirdi. Şeîre’nin çoğulu olan ‘şeâir’ işaretlenmiş, nişanlanmış kurbanlık hayvanlar, anlamında kullanılıyordu.
Safâ ile Merve, bakanlar tarafından hemen fark edilen iki tepedir.
Fark edilen bu tepeler, Allah’ın işaretleridir.
Şeâir, Allah’ın ﷻ bildirdiği haberler, Allah’ın kullarına emrettiği sayı, farzlar, vâcipler, dini geleneklerdir.
‘Şaîre’, ‘şiâre’nin yahut da ‘meş’ar’ın çoğuludur. Bildiren alâmet, belirti manasına gelir. Harpte kullanılan şeâir, tarafların birbirinden ayırd edilmesine yarayan alâmet, bayraktır. Parolaya da ‘Şiar’ denir.
Şeâir; bazen ibadetin kendisine, bazen de yerine denir. Ezan, cemaat ile namaz, cuma ve bayram namazları, Hac dinin şeâirinden olduğu gibi, camiler, minareler, vakfe, Sa’y ve kurban kesme yerleri de şeâirdir. Çünkü Allah bu yerleri belli ibadetleri yerine getirmemiz bakımından, tanıyabilmemiz için birer alamet kılmıştır.
Bunların yanında, besmele, tehlil, tekbir, tesbih, tahmîd, salevât, istiğfâr, İslâm bayrağı/râyet de İslâm’ın en önemli şiarlarındandır.
Şiarlar şuurları uyandırmak içindir. Semboller, dış görünüşlerinden çok daha büyük anlam ve değer taşırlar. İslâm’ın şiarlarına karşı çıkmak, şuursuz nesiller yetiştirmek demektir.
İslâm, tevhid dinidir. Allah’ı, zihinde canlandırmaya yol açabilecek, insan düşüncesinin yöneleceği gözle görülür, elle tutulur put ve benzerlerini kabul etmez. İslâm, fikirlerin herhangi bir şirk şaibesine bulaşmadan, irâde ve niyette temizliği, amelde ihlâsı, mâsivadan alâkayı kesmeyi isteyen bir dindir.
Fakat insan fıtratı, arzularını yönelteceği, tazim göstereceği, gönlündeki dinmeyen aşkı dindireceği ve gözüyle görebileceği bir şeyi arar. Cenâb-ı Hakk, gözle görülen, elle tutulan, Kendisine mahsus ve Kendisine nisbet edilen, aynı zamanda rahmetinin tecelli ettiği, inâyetinin kuşattığı bazı şeyleri seçmiştir. Bunlar görüldüğünde Allah anılır. Bu şiarlar, Allah’ın günlerini, nimetlerini, dinini, tevhidini ve peygamberlerinin kahramanlıklarını hatırlatan olaylarla doludur. Bunlara ‘Allah’ın şiarları’ adını vermiş ve onlara yapılan hürmeti Kendisine yapılmış, onlara yapılan edepsizliği de Kendi nezdinde yapılmış saymıştır. “Kim Allah’ın şiarlarına/hükümlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.” (Hacc, 32)
Allah’a itaatin nişanesi kılınan her şey Allah’ın şeâirindendir. Haccın şeâiri ise, hacc ahkâmının esaslarıdır. Meş’ari’l Haram ve kurbanlık devenin alâmetlendirilmesi bunlardandır. Böylece bu, devenin sahibinin ihrama girdiğinin, o deveyi Beytullah’a kurban edeceğinin emaresi olur.
Sa’y, başlıbaşına bir ibâdet değildir. O, haccın bir parçası olduğu zaman ancak ibâdet olur.
Allahu Teâlâ Hz. Hacer ve oğlu İsmail için yerden su kaynatarak, mahlûkatına şunu bildirmiştir: Allah dostları dünyada çeşitli belâlarla mübtelâ olsalar da, Kendisine yalvarıp yakaran kimseleri genişliğe çıkarır. Çünkü O, Kendisinden yardım isteyenlere yardım eder. Allah Hz. Hacer ile İsmail’e yardım edip, dualarına icabet etmiş, iyi kullarının mükâfatlarını zâyi etmeyeceği bilinsin diye, onların yollarını bütün insanlık için uyulacak bir yol kılmıştır.
Hz. Peygamber ﷺ Hac için Mekke’ye geldiğinde Beytullah’ın etrafında yedi defa tavaf etti ve: “Siz de İbrahim’in makamından bir namazgah edinin” (Bakara, 125) âyetini okudu. Makam-ı İbrahim’in arkasında (iki rekât) namaz kıldı. Ardından Hacer-i Esved’e gitti, onu istilam etti. Sonra da: ‘Yüce Allah’ın (kelamında) başladığı ile biz de başlıyoruz’ deyip sa’yine Safâ’dan başladı, “Şüphe yok ki Safâ ile Merve Allah’ın alâmetlerindendir” buyruğunu okudu.
Tavafa önce Safâ’dan başlanır. Eğer Merve’den başlayacak olursa bu sayılmaz. Bu da bize başladığımız herhangi bir işte nereden başlayıp nerede bitireceğimizi düşünmemize işarettir.
Sa’y yapınız, muhakkak Allah üzerinize sa’y etmeyi yazmıştır. Hadis-i Şerif
Efendimiz ﷺ Safâ ile Merve arasında tavaf ederken müşriklere karşı kuvvetini göstermek için sa’y edip koşmuştu. Bunun hatırası olmak üzere hervele (koşar gibi yürümek) sünnet olmuştur. Bunda din düşmanlarına karşı kuvvet göstermek için beden eğitimine de bir teşvik vardır.
Safâ ve Merve, cennetten iki kapıdırlar. İcabet yerine konulmuşlardır. İkisinin arasında 70 bin peygamberin kabri vardır. Safâ ile Merve arasında sa’y yapmak, yetmiş köle azad etmeye denktir. Ruhu’l Beyan
Sa’y; sıfatlarının safâsı ile Zat’ının mervesi önünde seyretmeye işarettir.
Saydan sonra başı tıraş etmek; ilâhi nurların usturası ile kulluğun eserlerini mahvetmek ve yok etmeye işarettir.
İlâhi teklifler üç türlüdür.
1- Her akıl sahibinin hasen olduğuna hükmettiği şeydir, zikrullah gibi. Bu kısım ‘فاَذْكُرُون۪ٓي / Beni zikredin’ emriyle beyan edilmiştir.
2- Hastalık, fakirlik, mallardan noksanlık ve sair musibetler. Bu kısma ‘وَلنَبَْلوَُنكَُّمْ / Sizi imtihan edeceğiz’ nazmında işaret vardır.
3- Aklın hükmedemediği şeylerdir. Hac ve umre gibi.
حج , Haccın lügat manası; bir şeyin yanına çok gidip gelmek, bir gidiş gelişten sonra dönüş, yüceltilen birini ziyarete gitmektir. Aynı zamanda, açık bir yola belli bir maksat ve fayda için sulük etmektir. Buna göre hacc niyetiyle Kâbe’yi ziyaret eden kimse ilk önce tanımak için gelir, sonra tavaf etmek için yine dönüp ona gelir, sonra Mina’ya gider. Sonra ziyaret tavafı için yine Kâbe’ye gelir. Sonra veda tavafı için yine ona geri gelir.
Kurtubi, ‘haccın tıraş olmak, kastetmek, özel bir maksat ve niyet, yönelmek manasına geldiğini söylemiştir. Doktorun kafadaki yaranın derinliğini elindeki mil ile ölçmesi hakkında da bu tabir (Hacce) kullanılır.
Hac ibâdeti, dünyanın çeşitli yörelerinden, renk, dil ve ülke ayrımı gözetilmeksizin, milyonlarca müslümanı bir araya getirir. Tanışıp görüşmelerine, ekonomik bakımdan bütünleşmelerine, düşmanları karşısında tek saf halinde yardımlaşmalarına zemin hazırlar. Ümmet bilinci açısından haccın çok büyük rolü vardır.
Hac, dünyanın çeşitli bölgelerindeki mü’minler arasındaki kardeşlik bağlarını güçlendirir. İnsanlar, gerçekten eşit olduklarını birlikte yaşayarak gösterirler. Arap olanla olmayanın, beyazla siyahın takvâ dışında bir üstünlüğünün bulunmadığı inancı, vicdanlara yerleşir.
Arefe günü şeytan perişan halde görülünce kendisine soruldu:
- Ey şeytan! Senin gözlerini yaşartan, böyle ağlatan şey nedir?
-Hacıların ticari bir gaye ile değil de yalnız Allah’ın ﷻ rızâsını
ümit etmek amacıyla Kâbe’ye haccetmeye gitmeleridir. Ben
onların haccetmek amacıyla gittiklerinden ve bu yüzden de
haclarının kabul olacağından korkuyorum. İşte bu beni çok
üzüyor ve onun için gözlerimden yaşlar akıyor.
عُمْر kasd etmek demektir. Kâbe’ye nisbet edilerek kullanıldığında, ziyaret manasındadır. Çünkü umre yapan kimse Kâbe’yi, Safâ ve Merve’yi say ve tavaf eder, sonra da bir ziyaretçi gibi döner.
Süfyan-ı Sevri şöyle anlatır: Bir sene hacca gitmiştim. Arafat’tan dönüp, o seneden sonra hac yapmama görüşündeydim. Hacılar arasında asasına dayanmış yaşlı bir adam gördüm. Uzun uzun bana bakıyordu. Ben ona:
- Esselamü aleyke ya şeyh! diye selam verdim. O da bana:
- Ey Süfyan! Allah’ın ﷻ selamı senin de üzerine olsun! Niyetinden dön! dedi. Ben:
- Sübhanallah! Sen benim niyetimi nereden biliyorsun? dedim.
- Rabbim bana ilham etti, dedi ve şöyle devam etti:
- Ben 35 defa hac ettim. 35. haccımda Arafat’ta vakfede bulunuyordum. İnsanların çektiği zahmete bakıp, Allahu Teâlâ hazretleri, onların ve benim haccımı kabul edecek mi, diye düşünüyordum. Bu düşünceye kalmışken güneş battı ve hacılar, Arafat’tan Müzdelife’ye indiler. Yanımda kimse kalmamıştı. Gece karardı, uyudum. Rüyamda şöyle gördüm:
Kıyamet kopmuş, insanlar haşr olmuşlardı. Amel defterleri uçuşuyordu. Mizan kurulmuş, Sırat ortaya konmuştu. Cennet ve cehennemin kapıları açılmıştı. Cehennem şöyle diyordu: ‘Ey Allahım! Hacıları benim sıcağımdan ve soğuğumdan koru!’ Bunun üzerine cehenneme şöyle nida geldi:
‘Ey ateş! Hacılardan gayrı için de dua et, çünkü onlar, çölün susuzluğunu ve Arafat’ın sıcaklığını tattılar. Bundan dolayı kıyametin susuzluğundan muhafaza oldular, şefaate nail oldular. Zira onlar, canları ve mallarıyla benim rızâmı taleb edip aradılar.’
O anda uyandım. İki rekât namaz kıldım. Sonra yine uyudum. Aynı rüyayı aynı şekilde yine gördüm. Bu rüya Rahmani mi yoksa şeytani mi, diye düşünüyordum ki, bana:
‘Hayır! Bu rüya Rahman olan Allah tarafındandır. Sağ elini uzat!’ denildi. Sağ elimi uzattım, bir de baktım ki, avucumda bir mektup. Şöyle yazılıydı: ‘Her kim Arafat’ta vakfe yapar ve Beytullahı ziyaret ederse, ben onu kendi ehli beytinden 70 kişi hakkında şefaatçi kılarım.’
Şeyh efendi o mektubu bana gösterdi, ben de okudum. Sonra şöyle buyurdu:
‘O zamandan beri her sene haccettim. Bu şekilde 73 haccım tamam oldu.’
جناح meyletmek manasınadır. Eğri olduklarından dolayı azalara da ‘el-cevânih’ denir.
Bunun, sadece ‘bâtıla ve günah olan şeye meyletme’ manasında olduğu da söylenmiştir. Sonra günah işlemeye ıtlak olmuştur.
Bu cümle, câhiliyye döneminde bu işi sakıncalı gören veya orada bulunan putları kastederek tavaf edenlerin tavaf etmesinin bundan böyle mubah olduğunu ifade etmek için gelmiş ve yüce Allah eğer tavaf edenin batıl bir maksadı yoksa, tavafın sakıncalı olmayacağını bildirmiştir.
‘فَلَا جُناَحَ عَلَيْكَ أَنْ تَفْعَلَ / Yapmanda günah yoktur’ ifadesi, yapmaya izindir. Bu lafız tavafı terke izin için gelmemiştir. Cahiliyede kendisi için güçlük olan kimseye tavaf iznini ifade için veya cahiliyede oradaki putları tavaf kastıyla sa’yeden kişiye, İslâm’da tavaf izni için gelmiştir.
‘يطََّوَّفَ’ fiili, tavafda zorluk olduğu için tefe’ul babından geldi. Tavaf eden kişinin zorluğa katlanması, bütün cehd ve gayretini tavafa harcaması gerekir.
تَفَعَّلَ , تَطَوَّعَ vezninden mazidir. تَفَعَّلَ vezninde bir şeyi çok yapmak manası vardır.
‘تَطَوَّعَ / tatavvu’ lügatta; herhangi bir baskı ve zorlama olmadan, vâcib olmadığı halde, isteyerek bir işi yapmaktır. Boyun eğmek, yumuşamak, alışmak, ağacın meyvesini toplamak, itaat etmek, izin vermek, rızâ göstermek, teşvik etmek, nafile ibadet yapmak, gücü yetmek... manalarına gelir. İnsanın kendi arzusuyla, Allaha yaklaştırıcı fiil ve ameller işlemesidir. ‘Kim üzerine farz olmayan herhangi bir ameli severek yaparsa’ demektir.
Harfi cer olan ‘مِن’ in düşmesiyle burada ‘خَيْرًا’ kelimesi nasb oldu. (nez'i hâfid ile mensub)
‘Hayran’ kelimesinin nekre gelmesi ‘Kim büyük bir istekle isteyerek, hayır olarak Safâ ve Merve’yi tavaf ederse’ manasındadır.
Nafile hac, nafile sadakadan daha faziletlidir. Farz olan hac, anne babaya itaat etmekten daha evladır. Ancak nafile hac böyle değildir. Zenginin haccı, fakirin haccından daha faziletlidir. Çünkü hac hem mali hem bedeni ibadettir. Farz nafilenin faziletinden daha üstündür.
Akıllı kişi, eğer mal bakımından Kâbe’yi ziyaret etmeye müsait değilse, himmet ve haliyle müsait olmalıdır. Yani düşüncesi, gayreti, hali ve kalbiyle Beytullah’ı ziyaret etmelidir. Beytullah’ı ziyaret etmede en önemli şey, kişinin sadece kalıbı ile değil, kalbi ile manen Kâbe’ye yönelmesidir.
Var mısınız?
İbrahim’in Nemrut’a karşı gösterdiği tevhid mücadelesi örneğini...
Hz. Hacer’in, oğlu için gösterdiği sa’y ve gayretini...
Hz. İsmail’in itaatini, şeytani vesveselere aldanmayışını...
Hz. Yakub’un gözyaşını, Hz. Eyyûb’un sabrını...
Hz. Yusuf’un, kardeşlerine karşı olan affını...
Hz. Mûsâ’nın asasını...
Hz. Muhammed Mustafa’nın en büyük mucizesi olan
Kur’ân-ı Kerim’i, hilmini, âlemlerin rahmetine vesile olan ahlâkını...
Sahabe-i kiramın Peygamber’e karşı gösterdikleri saygıyı, O’ndan aldıkları gül sohbetlerini, dostlarının O’na olan sevdalarını...
Hac ve umre hatırası olarak getirmeye hazır mıyız?
‣ Amele mükâfat verir, niyetleri bilendir.
‣ Az ameli değerlendirip karşılık veren, sevabı bilendir.
‣ Allah ﷻ şakirdir; iyilik yapanın mükâfatını zayi etmez. Alimdir; O’ndan ihsan gizli kalmaz.
‣ İyilik yapana sevap vermemek ancak fazileti inkar etmekle veya onu bilmemekle olur. شَاكِرٌ عَلِيم kavli bunu nefyetmiştir.
Allah’ın ‘Şâkir’ olması mecazidir. Tâate karşılık ve mukabelede bulunmak, şükür diye isimlendirilmiştir:
‣ Şükür lafzı, Allah’ın kullarına ihsanında mübalağa ifade eder.
‣ Şükür, nimete bir karşılıktır. Bu nedenle karşılık olan her şey, teşbih yoluyla, şükür diye adlandırılmıştır.
‣ Allahu Teâlâ’nın ‘Şâkir’ olması kulunun taâtinin makbul olduğunu ve en yüksek derecede kabul gördüğünü beyan eder. Allah’tan ﷻ şükür, kulundan razı olduğu manasında, mecazidir. Sevap vermek, rızânın lazımıdır. Rızâ da şükrün melzumudur. (Yani şükreden razıdır, razı olan da karşılığını (sevabını) verir.)
Alîm, Allahu Teâlâ’nın mükâfatların tam miktarını bildiğini, bu sebeple de hak edenin hakkını eksiltmediğini ifade eder.
Bu, görevinin dışında, fazla değer üretenlerin amellerinin Allah tarafından değerlendirileceği anlamına gelir. İnsanlar, görevlerinin dışında fazladan değer üretirlerse, toplumlarını ileriye götürecek ve Allah tarafından ödüllendirileceklerdir.
‘Allahu Teâlâ kulun neler yaptığını, ibadet ve ihlâs hususunda kendi hakkını yerine getirdiğini ve bu şekilde yapmış olduğu şeyleri de bilendir.’
Bu ifade, kulu kendisine vâcipleri şartlarına uygun yapmaya teşvik eder ve aksini yapmaktan sakındırır.
Fani ameli alır, on ile yedi yüze kadar kat kat görülmeyen baki haseneler verir. Vücudu mecaziyi alır, vücudu hakiki verir.
‘Alîmdir.’ Kullarının O’na yaklaşma niyetlerini bilir. Taâtta saflıkları ve hayırda koşmaları miktarınca O’na yaklaşırlar. Kudsi hadiste ‘Kim bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir zira yaklaşırım. Kim bir zira yaklaşırsa Ben ona bir arşın yaklaşırım. Kim Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak gelirim’ buyruldu.
Nimet vereni bilip onu düşünmek ve övmek, teşekkür etmek, işin, amelin, çalışmanın karşılığını vermek, dolu olmak, cömert olmak anlamındaki ‘شَكَرَ’ dan türeyen ‘Eş-Şâkir’, nimet verene, iyilik edene teşekkür eden, çalışanı ödüllendiren demektir. ‘Eş-Şekûr’ da ‘eş-Şâkir’ kelimesinin mübalağa ve süreklilik ifade eden şeklidir.
eş-Şekûr, kendi rızâsı için yapılan işleri daha ziyadesiyle karşılayan, az bir ibadetin karşılığında büyük mükâfatlar, yüksek dereceler veren, kullarının ecrini kat kat artıran, kendisine yapılan şükre çok ecirle mukabele eden demektir.
‘eş-Şekûr’ ismi, Rabbimizin ismi olarak Kur’ân-ı kerim’in 4 yerinde geçmektedir.
Cenâb-ı Hakk,yapılan her türlü iyilik ve hayra, salih amel ve güzel davranışlara en iyi şekilde karşılık veren ve kullarının birini en az onla mükâfatlandırıp, sevapla ödüllendiren, özellikle dinine hizmet edenlere yaptıklarının kat kat fazlasıyla veren ve onların en ufak bir iyi davranışını bile zayi etmeyendir.
Kulun Allah’a ﷻ şükrü iyilik ve nimetlerini anarak O’nu övmesi, Hakk’ın kuluna şükrü ise nankörlük etmeyip şükrettiği için nimetini ziyadeleştirerek kulunu övmesidir.
Şekûr; sınırlı, sonlu ve dünyadaki sayılı şükre, sınırsız sonsuz bir dünyada sayısız nimet verendir. Kul Allah rızâsı için azıcık bir iyilik yaparsa, Allah ﷻ bu iyiliği büyütür, daha büyük ecirlerle karşılar. Allah ﷻ, nimeti emrettiği yerlere sarf edenlerin hem iyiliklerini büyütür, hem ecirlerini çoğaltır, hem de kadr ü kıymetini artırır.
Bu dünyada bir çekirdeğe karşılık bir ağaç ihsan eden Allah, dünyada yapılan ibadet ve şükürlere cennette öyle mükâfatlar verecektir ki, Allah Resûlünün ﷺ ifadesiyle, ‘Ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş ne de insanın kalbine, hatırına gelmiştir.’ Şekûr isminin Cennetteki tecellisi böyle olacaktır.
Resûlullah’ın ﷺ bu isimden nasibi:
‣ ‘Şükreden bir kul olmayayım mı?’ ifadesi kendisine aittir.
‣ Kendisine yapılmış bir iyiliğe er veya geç karşılığını vermiş, herkesi bu hususta teşvik etmiştir.
‣ ‘Kime bir iyilik yapıldığında bu iyiliği yapana ‘جَزَاكَ اللهُ خَيْراً’ derse en güzel şekilde senada bulunmuş olur’ buyurarak en azından sözle mukabeleyi istemiştir.
‣ ‘Kim Allah ﷻ adına sığınma talebinde bulunursa ona sığınma verin, kim Allah ﷻ adına isterse ona verin, kim sizi davet ederse icabet edin, kim size bir iyilik yaparsa karşılıkta bulunun, verecek bir şey bulamazsanız kendiniz ona karşılığını vermiş görünceye kadar dua edin’ buyurarak fiilen şükürden eksik kalındığında dillerle şükredilmesi gerektiğini, bunun da iyilik sahibi için dua olduğunu belirtmiştir.
Kulların bu isimlerden nasibi:
˗ Allah’ın verdiklerini ve vermediklerini nimet kabul edip şükretmek.
˗ Allah’ın ﷻ verdiği nimetleri masiyet yolunda kullanmamak, vermediklerinden dolayı da masiyete düşmemek.
˗ Allah’a ﷻ şükür için vesileler aramak.
˗ Hep olumsuzlukları görerek, şükredebileceği nimetlere karşı nankörlük yapmaktan uzak bulunmak.
˗ Kendisine yapılan iyiliklere mukabil iyiliklerde bulunmak, eliyle iyilik yapamıyorsa diliyle dua ederek yapılan iyiliğin karşılığını vermeye çalışmak.
˗ Kendisine ulaşan nimetlerle ucublanmamaya, yoldan sapmamaya dikkat etmek.
˗ Nimetleri Allah’ın ﷻ ulaştırdığına inanmak ve itiraf etmek.
˗ Şükredilmeyen nimetin alınacağını, şükredilirse ziyadeleşeceğini bilmek.
˗ Birbirlerine teşekkür edebilmeleri konusunda insanlara davranışlarıyla önderlik yapmak, Şekûr ahlâkıyla ahlâklanmak.
Kula yakışan, şu kısa dünya hayatını şükür ve ibadetle geçirerek ebedî saadete mazhar olmaktır. Allah Resûlü ﷺ “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükretmez” buyurmuşlardır.
Allahu Teâlâ alimdir. Zamanın başladığı tarihten sonuna kadar olmuş olacak her şey Allah’ın ilminde her an hazırdır. Hiçbir hadise Allah’ın ﷻ ilminden bir lahza dışarıda kalmaz, O’na gizlenemez. Mahlukat O’nun tayin ettiği kadar bilir, ilerisini bilemez.
İnsanoğlunun bildiği bir ise, bilmediği hesapsızdır. Mesela Arz küresi insanın evidir. İnsan oturduğu bu evin muhteviyatını bile henüz tamamıyla öğrenmiş değildir. ‘Arzın içinde acaba daha neler var?’ diye asırlar boyunca durmadan araştırmalar yapmıştır.
Yattığı yerin bir metre altındaki altın hazinesini bilmediği için, açlıktan ölen bir insan farz edelim. Yahut devasız derde düşmüş ümitsizlik içinde ıstırap çekiyor. Kim bilir o bilinemeyen deva belki de her gün çiğneyip geçtiği bir ottadır. İşte bu haller her şeyi öğrendim zanneden insanın acınacak taraflarıdır.
İnsan pek çok şey bilse de, daha öğrenilecek çok esrar vardır. Ayrıca insan hiçbir şeyde tam ve mutlak bir bilgiye sahip olamaz. Bütün bilgileri eşya ve hadiselerin dışında kalır. İç yüzüne nüfuz edemez. Biraz sonra ne olacak? Bunu görecek bir göz veya gözlük insana verilmemiştir. En fazla yüz senelik ömrü, ezellerin ebedlerin içinde göz açıp yumacak kadar bir zamandır. Bu kadar kısa bir ömür içinde tam anlamıyla neyi bilebilir?
İnsanoğlu denizlerin dibinde yüzmesine, havaların üstünde gezmesine rağmen bilgisi de kendisi de dar bir çember içindedir. Mesela oturduğu arzın sathından merkezine doğru yüz kilometre inemez, aksi istikamette de başını alıp hudutsuz uzaklaşamaz. Halbuki arzın büyüklüğüne göre bu mesafe bir yumurta kalınlığı kadardır.
Mağrur insan iki kabuk arasında kaldığını unutur da, her şeyi bilirim, her şeyi yaparım zanneder. Zaman olur bildiklerini unutur, bazen de bildiği şeyde yanılır veya yanlış öğrenir. Hakkı batıl, batılı hak zanneder.
Kula gereken: İnsanın hayatı, mevkii, bilgisi her şeyi mahduttur. Bu mahdut kemallerden, hudutsuz kemali sezmeli ve bütün kemallerin hakiki sahibi Allah’ı bilip rızâsını kazanmalıdır.
‣ Safâ üzerinde İsaf, Merve üzerinde de Naile adında birer put vardı. Bundan dolayı birisinin adı müzekker, öbürünün adı da müennes oldu ve adı müzekker olan önce zikredildi. Câhiliyye döneminde şeytanlar bütün gece boyunca Safâ ile Merve’de sesler çıkartır, müzik çalarlardı. Safâ ve Merve arasında da putlar vardı. İnsanlar burada toplanır, tapınırlardı. Tavaf yaparken de Safâ ve Merve’deki putlara sürünürlerdi.
İslâm gelince Müslümanlar bundan dolayı her ikisi arasında tavaf etmekten imtina ettiler. ‘Ey Allah’ın Resûlü, biz Safâ ile Merve arasında tavaf etmeyiz. Çünkü bunlar şirk koşulan varlıklardır’ dediler. Allahu Teâlâ bu âyet-i kerimeyi indirerek mahzuru ortadan kaldırdı.
‣ Rivâyete göre bu İsaf ve Naile Kâbe’de zina etmişler, yüce Allah da onları iki taşa dönüştürmüş ve ibret alınsın diye Safâ ile Merve üzerine koymuştur. Aradan uzun zaman geçtikten sonra bunlara ibadet edilir olmuştur.
‣ Urve (r.a) anlatır: Ben Hz. Aişe’ye şöyle dedim: Safâ ile Merve arasında tavaf etmeyen biri aleyhinde bir şey olduğu görüşünde değilim, ikisi arasında tavaf etmemeye de aldırmıyorum. Bana şöyle dedi:
‘Kız kardeşimin oğlu, ne kadar kötü bir söz söyledin. Resûlullah ﷺ da müslümanlar da (ikisi arasında) tavaf ettiler. Menat için ihlal eden telbiyede bulunan kimseler Safâ ile Merve arasında tavaf etmezlerdi. Bunun üzerine yüce Allah: ‘Her kim Beyt’i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur’ buyruğunu indirdi. Eğer durum senin dediğin gibi olsaydı: ‘Onlar arasında tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur’ denmesi gerekirdi.’
‣ Menat için ihrama giren kimselerin hepsi Safâ ile Merve arasında tavaf ediyorlardı. Allah, Kur’ân-ı Kerim’de Beyt’in tavafını söz konusu edip Safâ ile Merve’den söz etmeyince şöyle dediler: ‘Ey Allah’ın Resûlü, biz Safâ ile Merve arasında tavaf ediyorduk. Allah da Beytullah’ın etrafında tavaf etme emrini indirdiği halde Safâ’dan söz etmedi. Safâ ile Merve arasında tavaf etmemizin bir mahzuru var mıdır?’ Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
‣ Câhiliyye döneminde Safâ ile Merve arasında tavaf etmekten çekinen Araplar ‘Bu cahilane bir iştir’ derdi. Ensar da ‘Biz, Beytullah’ı tavaf etmekle emrolunduk, Safâ ile Merve arasında tavaf etmekle emrolunmadık’ dediler, ikisi arasında tavaf etmekten çekindiler. Bunun üzerine yüce Allah bu âyeti indirdi.
إِنَّ الصَّفاَ وَالْمَرْوَةَ مِن شَعآَئِرِ اللَّهِ ifadesinde Allah’ın zahir nişanelerinin batıni nişanelerine delil olduğuna işaret vardır. Kulun Safâ ve Merve’nin zahir merasimini ikame etmesi, batıni şeâire delalet eder.
Safâ sır, Merve ruhtur. Senin lisanın ikisi arasında say yapar.
Bir saat sır sefasına say eder ki, iki cihandan alakasını kessin. Müzzemmil, 8; ‘Her şeyden kesilip Rabbine yönel’ir.
Bir saat ruh Merve’sine say eder ki bu say; zahirde taâtle, batında murakabe ile insanın dahili, harici, zahiri, batıni bütün eczasına, ehline, iyaline ve bütün âleme hayrı takdim eder.
Say yedi kere gidip gelmektir. Bu yedi mertebeye işaret eder. Zira insanın zahiri yedi erkanı, batıni yedi etvarı vardır. Bunun gibi âlem de yedi iklimdir.
فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ Rabbi talepte kalp beytini haccederse, فلَاَ جُناَحَ Safâ sırrında tavaf etmekte günah yoktur. Zira o Allah’ın emrine saygıdır. Ruh mervesine say etmek de günah değildir. Zira Allah’ın halkına şefkat Allah’ın nişanelerindendir. Say’in bereketi yedi zahir erkana, yedi batın etvara ulaşır. Nitekim Necm 39’da şöyle buyruldu: “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” فإَنَِّ الله شَاكِرٌ عَلِيمٌ Cenâb-ı Hakk’ın şükür sıfatının hakikatlarından, kemal-i refetinden olan son derecedeki bu ihsanı muhabbet ve saffet ehlinedir.
Onların ayak izleri, günlerinin saadeti, mekanlarının eşrefi, zamanların izzetidir. Bu müşahede ve eserler tazim ve ziyarettir. Bu müşahede ve ittika, yolcuları da kervanı da kuvvetlendirir.
Onların ayaklarının toprağı, izlerinin tozu hayırlılar indinde büyük kıymet taşır. Sıddıklar indinde o toz miskü’l esfardan daha azizdir.
Belagat
• Bu âyet, kıble hakkında ehli kitap ve müşrikler arasındaki münakaşaya itiraz cümlesi olarak gelmiştir.
• مِنْ شَعَائِرِ اللَّهِ Eğer ‘şeâir’in ibadet manası alınırsa, âyette bir hazif söz konusu olur. Çünkü bu iki dağın bizzat kendisi ‘ahkâm’ olamaz. Bu durumda mana şöyledir: ‘O ikisi arasında tavaf ve sa’y etmek Allah’ın dininin alametlerindendir.’
Eğer ibadet yeri manası alınırsa muzaf takdirine gerek kalmaz. Bu iki dağ Allah’a ibâdet edilen yerlerdir.
• فمَنْ حَجَّ Merve ve Safâ’nın, Allah’ın ﷻ şeâirinden olduğundan tefridir.
حَجَّ lügatta kastetmek demektir. Örfte, Mescid-i Haramın, Allah’a ﷻ ibadet kastıyla tavafı, Arafat’ta vakfe ve ihrama girme manasındadır. Bu sebeple bu manada, cins isim özel isme tağlib edilmiştir. Hüküm bildirmediği zaman izafetsiz gelir. “اَلْحَجُّ أَشْهُرٌ مَعْلُومَاتٌ / Hac belli aylardadır” (Bakara, 197) âyetinde olduğu gibi. “وَلِلّٰهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ / Haccetmeleri insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır” (Âl-i İmran, 97) âyetinde ise, hüküm bildirdiği için muzafla gelmiştir.
• وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا Safâ ve Merve arasında yürümeye teşvik için getirilmiş tezyil cümlesidir. Maksat, farz ve nafile bütün hayırlar hakkında genel bir emirdir.
• فإَنَّ اللهَ شَاكِرٌ عَلِيم cevabın delilidir. Çünkü takdiri şöyleydi: Kim bir hayır yaparsa onunla karşılık görür.
• شَاكِرٌ lafzı istiare-i temsiliyedir. Allah’ın ﷻ taâte mükâfat vermesi, kendisine nimet verilen birinin şükrüne benzetilmiştir. Bu teşbihin faydası, sevabın acele ve kesinlikle verileceğini pekiştirmektir. Çünkü kendisine iyilik yapılan, iyilik yapana şükrü hemen yerine getirmelidir.
159- Muhakkak ki, indirmiş olduğumuz apaçık delilleri ve hidâyeti, onu Kitab’ta insanlara açıklamamızdan sonra gizleyenler yok mu? İşte bunlara Allah lânet eder; bunlara lânet edebilen herkes de lânet eder.
Bu âyetin Safâ-Merve âyeti ile irtibatı ilk bakışta hemen anlaşılmıyor. Nazarımızı derinleştirdikçe bağlantılar zahir oluyor.
Safâ ve Merve’yi tavaf etmek eski bir gelenek olduğundan sahabeler İslâm’dan sonra say’in yapılıp yapılmamasında şüpheye düşmüşlerdi. Cenâb-ı Hakk Safâ ve Merve’nin şiar, sembol, Allah’ın nişaneleri olduğunu haber vererek, bu tavafın bir günah olmadığını, devam edilmesini bildirmişti. O sembolü canlı tutup, Hacer hatırasının unutulmasına müsaade etmemişti.
Bu âyette ise göndermiş olduğu delilleri, hidâyeti gizleyenleri tehdit ediyor. Rahmetinden uzak olacaklarını haber veriyor. İster kevni âyet olan kainat kitabından, ister okunan semavi kitaptan hiçbir şey gizlenmemeli. Deliller, hüccetler, göz ardı edilmemeli ki hidâyet-i Rahman kullara ulaşsın.
Allah’ın ﷻ hükümlerini gizlemek, ört bas etmek, zihinlerden, gönüllerden uzaklaştırmak, O’ndan gelen hidâyeti engellemek ve kulları ilâhi rahmetten mahrum bırakmak olacağından bu menfur işe yeltenenler de rahmet-i ilâhiyeden mahrum kalmakla, yani lânetle inzar edilmişlerdir.
Allah’ın âyetlerini gizlemek, Kitabullah’ın tahsiline zemin hazırlamamak, yasaklayıp engel olmak ile olabileceği gibi, okuyup amel etmemek de bir nevi kitmandır, gizlemektir. Âyetleri öğrenerek amel etmeye çalışanları desteklememek, küçümsemek, değer vermemek de âyetleri gizlemenin bir başka boyutu. Yine âyetlerin manalarını, hükümlerini çarpıtarak, eksilterek çıkarına göre yorumlamak, gerekli bilgi ve donanıma ulaşmadan kendine göre tefsir etmek de âyetleri gizlemenin başka bir yoludur.
Dinler; beşeriyeti küfür karanlıklarından İslâm aydınlığına kavuşturmak için gelmiştir. İslâm, kıyamet günü hiç kimsenin ‘ben öğrenmedim veya bana öğretilmedi’ diye mazeret ileri sürmemesi için, bütün insanları Allah’ın emirlerine çağırmayı, cahile öğretmeyi emreder. Allah peygamberlerine kitap vermiş, içindeki emirlerin hemen anlatılması ve gizlenmemesi hususunda onlardan misak almıştır. Dini ilimleri ketmedip, halka öğretmemek Peygamberlerin vazifesi olan, ardından alimlere emanet edilen bu yüce vazifeye hıyanettir.
Bu âyet halkın muhtaç olduğu dinî meseleleri ketmeden, herhangi bir şer’i hükmü gizleyip söylemeyenlerin, lânete müstehak olacağını bildirir. İlmi gizlemek; ondan mahrum olan insanların küfürde kalmalarına ve sapmalarına göz yummak, rızâ göstermek demektir. Küfre rızâ da küfürdür. Alimlerin ilmi, İslâmi bir konuyu gizlemesi, üzerlerindeki öğretme emanetine hıyanettir, büyük günahtır.
Bu âyet-i kerime bilgi sahibinin bir imtiyazdan ziyade sorumluluk sahibi olduğu üzerinde durmaktadır. Âyet, insanları bu sorumluluk altında ihlasla çalışmaya, gerçekleri tebliğ ederek, hiçbir hakikati gizlememeye, hiçbir hakkı saklamamaya, gerçeği tüm açıklığıyla sergilemeye çağırmaktadır.
Gizlemek, kendisine ihtiyaç duyulan bir şeyi, ortaya koyma vesilesi bulunduğu halde, ortaya koymayıp saklamaktır. Maksad böyle olmadığı zaman o iş, ketmetme ve gizleme sayılmaz.
Gizlenen şey kötülük, kusur ise sahibine fazilet kazandırır. Ama iyi bir şey ise, bir faziletse, gizleyen kimsenin hasedini, nankörlüğünü, hainliğini, fesadını ortaya koyar. Bu âyet, yalancı şahitlere, haksızlığı hak olarak göstermeye çalışan hakim, avukat hepsine işarettir. Onlar da gerçeği örterek, gizleyerek hakkı sapıtmaya çalışmaktadır.
İlmi yaymak, ibadet olduğu gibi, onu ketmetmek de cinayettir. Resûlullah ﷺ ‘Din hususunda benden duyduğunuzu bir âyetle de olsa tebliğ ediniz’ buyurmuştur.
Söylenilmeyen ve anlatılmayan ilmin örneği Allah yolunda infak edilmeyen hazineye benzer. Hadis-i Şerif
Bildiği bir husus kendisine sorulup da onu gizleyen kimseye kıyamet gününde Allah ateşten bir gem takacaktır. Hadis-i Şerif
İslâmi ilimleri yaymak veya yayılmasına vesile olmak, beşeriyetin hidâyete gelmesi için vâciptir. İlim adamı ilmi gizlemek maksadını güderse asi olur. Böyle bir maksadı olmazsa ve bu bilginin başkası tarafından da bilindiği bilinmekte ise onu tebliğ etmek zorunda değildir. Ancak kendisine soru sorulan kimsenin tebliğde bulunması, bu âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler dolayısıyla vâcib olur.
Kâfir İslâm’a girinceye kadar ona Kur’ân-ı Kerim ve ilim öğretmek caiz değildir. Aynı şekilde bid’atçi kimseye cedel (tartışma) ve delil getirme yöntemlerini öğretmek de caiz değildir. Yine hasımlardan haksız olana karşı tarafın malını alsın diye bir delil öğretmek de caiz değildir.
Yöneticiye; raiyesinin ağırına gidecek uygulamalar yapmasına sebep teşkil edecek şekilde tevil öğretmek de caiz değildir. Yasakları işlemek, vâcipleri terk etmek ve benzeri neticeler için bir araç kullanmalarına meydan verecek şekilde sıradan kimseler arasında da ruhsatları yaygınlaştırmak caiz değildir.
Hikmeti ehli olan kimselerden ayrı koymayınız. O takdirde bu kimselere zulmedersiniz. Ehil olmayan kimselere de onu öğretmeyiniz.
O takdirde hikmete zulmetmiş olursunuz. Hadis-i Şerif
Bu âyet-i kerime Yahudilerin zilletine hakkı gizleyen önder konumundaki alimlerin sebep olduğunu göstermektedir.
Bir kavim kendi zulüm (ve günahlarıyla) asla helak olmaz. Kavim ancak, idarecilerin, alimlerin ve din adamlarının zulüm (ve günahları) ile helak olur. Şeyh Üftade efendi (ks) hazretleri buyurdular:
İrşad hali de böyledir. Talebe ve müritlerdeki dalâlet, mürşidlerinin fesad ve bozukluğundan ileri gelir. Mürşid, sırat-ı müstakim üzere oldukça, Allahu Teâlâ, talebe ve müritleri dalâlete düşmekten korur. Bela, bir kavme ancak reislerinin fesatlığı sebebiyle iner.
Zebaniler, fasık olan hamele-i Kur’ân ve kötü din alimlerine puta tapanlardan daha süratli ve daha hızlı saldırırlar. Bunun üzerine hamele-i Kur’ân ve kötü din alimleri:
- Ey Rabbimiz! Ne oluyor? Bu zebaniler neden önce bize saldırıyorlar? diyecekler. Allahu Teâlâ hazretleri şöyle buyuracaktır:
- Bilen kişi, bilmeyen gibi değildir. Kim dinin karşılığında dünyayı satın alırsa, o kişi gerçekten büyük bir zararın içine düşmüştür, şeytanla ittifak içindedir. Hasan Basri
Onlar ilimlerinin karşılığında dünyalık istemezler. Ahiret ilimlerinin ilk derecesi, dünyanın önemsizliğini, alçaklığını, geçiciliğini, ahiretin ise kıymetli ve devamlı olduğunu idrak etmesi, dünya ve ahiretin birer kuma gibi zıt olduğunu, birisini razı edince diğerinin kızacağını veya terazinin iki kefesi gibi olduğunu, birisi tercih edilince diğerinin hafif kalacağını, ya da doğu ile batı gibi olduğunu, hangisine yaklaşılırsa diğerinden uzaklaşılacağını bilmektir.
Kim dünyanın hakikatini, mihnet ve meşakkatini, lezzetlerinin elemleriyle iç içe olduğunu, boş olduğunu, iyiliklerinin geçici olduğunu bilmezse selim akıl sahibi olmadığı anlaşılır. Böyle olmayanlar, Peygamber’in ﷺ Allah’tan getirdiğini bilmeyenlerdir, alim sayılamazlar. Bunları bilip de ahireti dünyaya tercih etmeyenler şeytanın esiri olurlar.
Bir kitapta şöyle okudum: Allah ﷻ buyurur ki ‘Dünyayı sevdiği vakit alime vereceğim en küçük ceza, kalbinden bana yalvarırken duyduğu tadı çıkarmamdır. Malik b. Dinar
Âyetlere beyyine denilmesi, ketmedilen şeyin üzerindeki -ister hissi, ister akli olsun- perdeyi kaldırmak içindir. Âyette geçen ‘beyyinat’ tan murat, Resûlullah ﷺ hakkında Tevrat ve İncil’de inzal buyrulan âyetlerdir. Veya bütün peygamberlere, aklî deliller dışında indirmiş olduğu semavî kitaplardır. Yahut Hz. Muhammed’in nübüvvetine delâlet eden hüccetlerdir.
والهدى / Hüdâ kelimesi, insanların doğru yola gitmesine vesile olan her şey, aklî ve naklî delillerdir. Veya nebiye tabi olmaktır. Ebû’s Suud; ‘Âyetteki Hüdâ’dan murat, Resûlullah’a ﷺ inanıp, uymanın vâcib olduğuna delâlettir’ der.
Beyyinat ve hüdâ’nın bir olduğu da söylenmiştir. Arasını vav’la cem etmek tekit ifadesi içindir.
Yüce Allah’ın ‘Apaçık âyetlerimizi (el-beyyinât) ve hidâyeti...’ buyruğu; bu türden olmayan şeylerin gizlenmesinin caiz olduğunu gösterir. Özellikle de bu şeyleri açıklaması sakıncalı olacaksa gizleyebilir.
Bu âyet insanların ihtiyacı olan iki önemli şeye dikkat çekmektedir: Beyyinat (açık deliller) ve huda (doğru yol).
Delil, insanı doğru yola götüren aklî ve naklî bütün bilgilerdir. Doğru yol da, insanı bu deliller vasıtasıyla Allah’a götürür. Delil olmadan doğru yolun ne olduğu bilinemez. Deliller insanın önünü açmakta, gittiği yolun doğru olup olmadığını göstermektedir.
Burada da iki مِنْ harf-i cerinden biri zaman ifade ettiği için atıfsız olarak يَكْتُمُونَ ’ye bağlanmıştır.
Bu açıklamadan maksat, Tevrat ve İncil’deki, Hz. Muhammed ﷺ’in sıfatları ve diğer hükümlerdir. Veya âyette ilk indirildiği beyan edilen şey, önceki peygamberlerin kitaplarındaki hükümler, sonra açıklanmasından kasıt da Kur’ân’ı Kerim’dir.
Onlar sanki bir lânet çukuruna dönüşmüş gibidirler. Her yerden üzerine lânet yağan, lânet akan bir çukur olmuşlardır. Yüce Allah’ın lânetinden sonra, sanki lânet edebilen herkes bu çukurun üzerine üşüşmüştür.
Lânet, sözlük anlamı ile, birini öfke içinde kovmak, paylayarak yanından uzaklaştırmak demektir. Buna göre bu kimselere, onları rahmetinden kovma anlamında lânet eder. Aynı zamanda bütün lânet edebilenler de onları her yerden kovarlar. Böylece onlar hem yüce Allah tarafından ve hem de O’nun kulları tarafından her yerden kovulmaktadırlar.
‘Lânet’ aslında ‘uzaklaştırma’ manasındadır. Şeriat örfünde ise sevabtan uzaklaştırmaktır. ‘Allah lânet eder’ demek ‘onlardan uzaklaşır, teberrî eder, onları sevap ve mükâfatından uzaklaştırıp kendilerine; Lânetim üzerinize olsun, der’ demektir.
‘Lânet ediciler’in, lânetinin tesiri olan kimseler olması gerekir. Melekler, peygamberler ve salih kimseler böyledir. Başka izahlar da yapılmıştır;
‣ Lânet ediciler, yeryüzündeki bütün canlılar ve haşerattır. Hatta gübre böcekleri ve akrepler dahi bu lânete katılır. Hakkı gizleyen kötü ilim adamlarının günahları sebebiyle mahlukat kuraklığa mahkûm olur, bu bakımdan kötü alimlere lânet ederler. ‘Âdemoğlunun günahları yüzünden biz yağmurdan mahrum olduk’ derler.
‣ Lânet edenler insanlar ve cinler dışındaki her şeydir. Hayvanların ve cansızların lânet etmesi iki şekilde olur:
a) Bu, mübalağa yoluyladır. Yani, ‘şayet onlar akıllı olsalardı, onlar bile kâfirlere lânet ederlerdi’ demektir.
b) Bu lânet, o hayvanlar ve cansızlar âhirette tekrar diriltilip, akıllı varlıklar haline getirildiklerinde olacaktır. Onlar, dünyada bu işi yapan ve bu hal üzere ölen kimselere lânet edeceklerdir.
‣ Cehennemdekiler de, kendilerinden dini gizledikleri için, onlara lânet edecektir.
İki kimse birbiriyle lânetleştiğinde, lânet müstehak olana isabet eder. Eğer lâneti hak eden bulunmazsa, bu lânet, Allah’ın indirdiğini gizleyen yahudilere döner.
‘Birisi arkadaşına lânet edince bu lânet semaya çıktıktan sonra tekrar aşağıya iner. Lânet okunan kişiyi bu lânete layık görmeyince, söyleyen kişiye geri döner. Bu sefer söyleyenin de lânete ehil olmadığını görür. Bu defa gider, yüce Allah’ın indirdiğini gizleyen yahudilere konar.
Yahudilerden ölenlerden bu lânet artık kalkar, geriye kalan yahudiler üzerine iner.’
‣ Bu lânet, kişi kabrine konulup, ‘Dinin nedir, Peygamberin kimdir ve Rabbin kimdir?’ diye sorulduğunda kulun ‘Bilmiyorum’ dediği zaman; insanlar ve cinlerin haricinde, her şeyin duyacağı bir biçimde dövüldüğü ve sesini duyan herkesin ona lânet ettiği zaman meydana gelir. Melek ona o zaman şöyle der: ‘Ne bildin, ne de haber verdin! Sen, dünyada da böyleydin!’
‘Kâfir kabire konulduğu zaman yanına bir azap meleği gelir. Onun gözleri sanki bakırdan iki kazandır. Elinde demirden bir direk bulunmaktadır. Onunla kâfirin iki omuzu arasına öyle bir vurur ki kâfir çığlık koparır. Onun sesini işiten her yaratık ona lânet okur. Onun sesini işitmeyen hiçbir kimse kalmaz. Ancak cinler ve insanlar işitmezler.’
‣ Lânet edenler Allah’a iman eden insanlar, cinler ve meleklerdir. İman edenlerin lâneti ise, lânet edilen kimseyi Allah’ın rahmetinden uzaklaştırmak, ona buğzedip ondan uzak durarak, muhalefet edip onunla mücadele etmektir.
‣ Bu lânet, kıyamet gününde küfrüne bir ceza olarak gönlünün acı ve korkuyla dolması içindir.
Âyet-i kerime hakkında iki görüş bulunmaktadır:
1- Cümle müsteneftir, din hususunda herhangi bir şeyi gizleyen herkese şamildir.
2- Yahudiler hakkındadır. Muaz b. Cebel, Sa’d b. Muaz ve Harice b. Zeyd, Yahudilerden bir gruba Tevrat’ta Hz. Peygamber’i ﷺ müjdeleyip, niteliklerini bildiren bölümleri ve bazı hükümleri sordular. Yahudiler de düşmanlıklarından bu buyrukları gizlediler. Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. Yahudiler zina edenlerin recmedilmesi hükmünü de gizlemişlerdir.
Onların bu gizlemeleri, söylemeyip saklamak şeklinde olduğu gibi; tercüme esnasında sözlerin yerlerini tahrif etmek, onun yerine uydurdukları yalan bir şeyi koymak şeklinde de olabiliyordu.
Yahudilerin hakikati gizlemesinin sebebi, riyaset ve dünyayı sevmelerindendir. Çünkü Müslüman olurlarsa, halkın alt tabakasından elde ettikleri maddi imkanlar ve rantın ellerinden gitmesinden korktular.
3- Âyetin, bütün ehl-i kitap, yani yahudi ve hristiyanlar hakkında nazil olduğu da söylenmiştir.
İnsanlar ‘Ebû Hureyre ne çok hadis rivâyet ediyor’ dediklerinde, Ebû Hureyre hazretleri, ‘Allah’ın kitabındaki iki âyet olmasaydı, (ki biri bu, diğeri 160. âyet) hiçbir söz söylemezdim’ diyerek, bu âyeti okumuştur.
إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ Bu âyet salik-i vasılın hakikat ilimlerinde keşiflerinin kemalini, Kur’ân’ın esrar ve envarını, Allah’a giden yolda hidâyeti beyana ve salikin adabına işaret ediyor. Ayrıca ihlas yolunda nefsin afetlerine ve onlardan temizlenme yollarına, makamların mârifetine, hallerine ve aralarındaki farklara işaret ediyor.
مِنْ بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ Hak taliplerine süluk yollarını, Hakk’a vasıl olmayı beyan ediyor. Sıdk ve irade ehli kendilerine icap eden şeyleri irşad ve nasihatı kabule müsaittirler. Hakk’tan hicablanma azabından korkarlar.
• إِنَّ فَرِيقاً kavlinde icmali olarak değindiğine, إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ kavlinde tafsilatıyla atfetmiştir. Bu rücûdan kastedilen, hitabette arzulanan maksadı yerine getirmek, sözde bir konudan başka bir konuya geçmeyi ve aradaki itiraz cümlelerini kısaltmak, tafsiline veya asıl maksadın arasında gelen itiraz cümlelerine dönmektir.
• إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ âyeti, işitenin, icmali geçen konunun tafsilatı olduğunu anladığı istinaf cümlesidir. Kelamın tekitle gelmesi, haberin önemi içindir. Zemmi tekit gayesiyle lânet tekrar edilmiştir.
Aslında gizlemek, kusurlu, ayıplı bir şeyi kimseye göstermemek için yapılır, buradaki gizlemek, açıklanması gereken bir şeyi gizlemektir. Sofrada kendi yedikten sonra yemekleri gizlemek, padişahın ulufesini insanlardan gizlemek veya bir hayrı sanki kötülükmüş gibi gizlemek… Meziyetleri, bizzat yaşanarak, anlatarak, ikna ederek yayılması gereken şeyleri sırf hainliğinden, hasedinden, menfaatperestliğinden dolayı gizleme gayreti içinde olmak ancak sahibini küçük düşürür. Hak güneş gibi açıktır, gökten inen yağmur gibi umumidir. Gönüllerde esen feyz rüzgarı olarak tatlı esintisini devam ettirmektedir. Ehli kitap için ‘Gizleyenler’ denmesi bu anlamda tarizdir. Yani gizlenebilecek bir şey yok ki siz neyi gizlediğinizi zannediyorsunuz?
• Hidâyet inmez, kitap indirilir. Mecaz-ı mürselden, müsebbep söylenmiş, sebep olan hidâyet kastedilmiştir.
Vahiy için ‘İndirme’ fiilinin kullanılması istiare-i vefakiye olabilir. Cebrail’in (a.s) Efendimize ﷺ vahyi ulaştırması, gökten yere bir şeyin inmesine benzetilmiştir. Camisi; yüce makamdan aşağı mevkiye yönelmesidir.
• مِنْ بَعْدِ Onu insanlara açıklamamızdan sonra, şeklinde zarf gelmesi, bu gizlemenin korkunçluğunu ziyadeleştirmek içindir. Çünkü onlara açıklanmadan gizleselerdi belki bu bazıları için bir özür kabul edilebilirdi. Ama beyan edilmesine rağmen gizlemeleri, hiçbir özürleri olmadığını bildirir.
• لِلناَّسِ İnsanlar için, kelimesindeki lam harf-i ceri talil içindir. Yani ‘Biz onu insanlardan dolayı beyan edip yaymak istedik’ demektir. Bu da onların gizlemelerindeki kötülüğü ziyadeleştiren bir ifadedir. Çünkü hakkı gizleyip, müstehakkına ulaştırmamak tadlil ve zulümdür.
• أولئكَ bundan sonra gelecek hükme layık olduklarını tembih içindir. Kendinden önce zikredilen sıfatları, dinleyenler için müşahede edilenler gibi kıldı ve onlara işaret etti. Bu, hakikatte vasıflarına işarettir. Bu sebeple ismi işaret, hükmün sebebi olan sıfatlara dikkat çekmiştir.
Uzaklığı işaret eden ismi işaretin tercih edilmesi, dinleyeni, onların halini düşünmeye ve dönüp bakmaya sevk etmek içindir. Veya bu ismi işaretin kullanımı yaygın olduğu içindir.
• Âyette gizleyenlere lânetin olması sebebiyle iki ima bir araya gelmiştir:
˗ İsmi mevsulle haberin gelmesi illet ve sebebine
˗ İsmi işaretle buna layık olduklarına tembih içindir.
Lânet, zelil kılarak ve kızgınlıkla rahmetten uzaklaştırmaktır. Eseri ahirette cennetten mahrumiyet ve cehennemde azapla zahir olur. İnsanların onları lânetlemesi, Allah’ın ﷻ onları rahmetten uzaklaştırması için duadır. Muzarinin tercih edilmesi, geçmişte lânet edildiklerini bildirmekle birlikte teceddüde delalet içindir.
يَلْعَنُهُمُ ’da mütekellimden gaibe (birinci şahıs zamirinden üçüncü şahıs zamirine) iltifat vardır. Sözün gelişi نَلْعَنُهُمْ olmalıydı. Onlara olan kızgınlığı izhara delalet etmesi, kelamın onlara lâneti daha derinleştirmesi ve onları tard için gaibe iltifat oldu. Cümlede Allah lafzının açıkça zikredilmesi, kalbe korku ve heybet vermektedir.
يَلْعَنُ kavlinin, atıf harfiyle tekrarına gerek olmadığı halde tekrar edilmesi, mananın farklı olmasındandır. Çünkü Allah’ın ﷻ lânet etmesi rahmetten uzaklaştırmak, beşerin lâneti onların aleyhine duadır.
اللَّاعِنُونَ elif lam istiğrakı urfidir. Yani her lânet eden lânet eder. Lânet edenlerden murad; inkar edenleri ve taraftarlarını münkir gören dindarlar, Allah ﷻ için buğzedenler ve ehli kitabın hakikatleri gizlediklerine muttali olanlardır.
وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ Bu cümlede cinas-ı nakıstan iştikak-ı sağire vardır. Bu da edebî güzelliklerdendir.
160- Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler, gizlediklerini açıklayanlar müstesnadır. Artık onların günahlarını bağışlarım ve Ben çok tevbeyi kabul eden ve çok merhamet edenim.
Tevvâbü’r Rahim olan Rabbimiz kullarının hatası ne olursa olsun tevbe edip dönüş yapanlara tevbe kapısını açık bırakmış. Gerek sözü, gerek hal ve davranışlarıyla Allah’ın âyetlerini gizleyenlere bu tavırlarından vazgeçip yanlışlarını telafi ederlerse, Hakk’ın emrini anlatıp açıklarlarsa, Rablerine kesin dönüş yapıp ıslah olurlarsa onların tevbelerini kabul edip rahmetiyle muamele edeceğini bildiriyor.
Günah işleyen insana şeytan gelip, ‘Nasıl olsa günahlara batmışsın, ahiretini mahvetmişsin. Bari dünyanı yaşa, keyfine bak’ ya da ‘Şu günahı işledin, bunu da işle’ gibi telkinlerde bulunup kulun ümidini kırarak, günaha karşı cesaretlendirmek ister.
Yüce Mevlamız kulun yeise düşmemesi için sık sık Tevvâbü’r Rahim olduğunu hatırlatır. Onu bu girdaba düşmekten korur.
Biz de Mevlamızın ahlâkıyla ahlâklanıp günaha düşen kardeşimize yardımcı olmalı, onu şeytanın tuzağından korumalıyız. Bir günaha düştüğümüzde veya bir yanlışa meyl ettiğimizde hemen Rabbimizin af ve mağfiretini düşünüp, günahtan vazgeçip tevbe etmeliyiz.
Tevbeyle istiğfar arasında fark vardır. Tevbe fiili bir eylemdir. Günahı derhal terk etmek, gittiği yanlış yoldan dönmektir. İstiğfar, bu dönüşten sonra Rabbine niyaz edip, boyun büküp af dilemektir. Manevi bünyemizdeki günah mikrobunu tezden fark edip imha etmek, çoğalıp üremesini, bedenimizi sarmasını engellemektir.
˗ İç âlemlerini ve amellerini ıslah edenler ˗ Kavimlerini İslâm’a irşad edenler.
Tövbe; işlediği günaha pişman olmaktır. Burada, gizledikleri şeyleri ortaya çıkarıp insanlara açıklamaları kastedilmiştir. İçlerinden birine veya kendi aralarında baş başa kaldıkları zamandaki itirafları yeterli değildir.
Bu tevbe, Muhammed ﷺ’e imandır. Çünkü O’na iman etmeleri, kitaplarında O’nun hak olduğuna dair varid olan, gizledikleri delilleri açıklamalarıyla gerçekleşir. Tevbenin küfürden sonra imana ıtlak olması çok varid olmuştur. Çünkü iman, kafirin küfründen tevbesidir.
Yüce Allah, tevbenin bir sonraki basamağını, kendisini düzeltme olarak belirlemektedir. Dönüş ve değişim olmadan, düzelme gerçekleşmez. Onun için düzelme tevbeden sonra zikredilmiştir.
Tevbe, pişmanlıktır. Ancak emaneti yerine vermeyen, insanlar kendisine kızar veya hâkim şehadetini reddeder diye yaptığına pişman olan, tevbe etmiş olmaz. Yine şehâdeti kabul edilsin veya övülsün diye emanetleri yerine getirmeye, vâcipleri edâ etmeye karar verse yine tevbe etmiş olmaz.
Tevbenin kabulü, tevbe edilen o suçtan dolayı bir cezanın bulunmayacağını ifade eder. Tevbe, azabı düşürür.
Mağrib cihetinde bir kapı vardır. Bu kapının genişliği binekli bir kimsenin yürüyüşüyle kırk veya yetmiş senedir. Allah o kapıyı arz ve semaları yarattığı gün yarattı. İşte bu kapı, güneş batıdan doğuncaya kadar tevbe için açıktır. Hadis-i Şerif
Mü’ min günahını şöyle görür: O sanki üzerine her an düşme tehlikesi olan bir dağın dibinde oturmaktadır. Dağ düşer mi diye korkar durur. Fâcir ise, günahı burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür. Hadis-i Şerif
Yaptıkları hatada bile bile ısrar edene yazıklar olsun. Hadis-i Şerif
Günah işleyip arkasından kalkıp abdest alarak iki rekât namaz kılan sonra da Allah’a tövbe eden her insan mutlaka mağfiret olunur. Hadis-i Şerif
Şakik-i Belhi Hazretlerine ‘İnsanları helâk eden şey nedir? diye sorduklarında şu cevabı verdi:
- Biri, ‘tövbe ederim’ diyerek günah işlemeleri, diğeri ise ‘sonra yaparım’ diyerek tövbeyi geciktirmeleridir.
Yani bulundukları halin zıddını açıkça ortaya koyanlar, Tevrat’ta olan son Nebinin nübüvvetini ve O’na tabi olunmasının gereğini açıklayanlar, demektir.
Bu âyet, yalnız pişmanlığın yetmeyip, isyanla ifsat ettiği şey varsa onu düzeltmenin vâcib olduğunu gösterir. Mesela birinin zihnine şüphe vermekle dinini ifsat etmişse o şüpheyi gidermesi vâciptir.
‘Ve beyyenü’ cümlesi de tevbenin tamamlanması için, ifsat ettiğini düzelttikten sonra, işlediği günahın hilafı olan ibadete devam edilmesi gerektiğini ifade eder.
Tevbe edenlerin tavırlarının açıklanması, insanın günahlarına tevbe etmesi ve itaatsizlikte ısrarı terk etmesi için teşviktir. Ölüm gelmeden önce Allah’ın rahmetinden ümit kesilmeyeceğini öğretir.
Özür dileyebilen insan vicdanı gelişmiş insandır. Vicdan kişinin davranışlarını yargılayarak doğru ve yanlışlarını saptaması, yanlışlarını telafi ederek müsterih olma halidir. Vicdanlı insan başkalarına yaptığı ayıp, kusur ya da kabalıktan ötürü huzursuzluk duyar. Özür dileyerek karşısındakinin gönlünü almak ve rahatlamak ister. Kişi kendisini özür dileme cezasına çarptırır. Bir daha böyle bir yanlış yapmamak için kendisine bu cezayı uygular. Böylece kendini terbiye etmiş de olur. Giderek özür dilemek zorunda kalmayacağı davranışlar sergiler. Sonuçta toplumda sağlıklı insan ilişkileri kurulur.
Erdemli insan ne kendi haklarını çiğnetir ne de başkasınınkini çiğner. Başkalarının haklarını ciddi bir biçimde çiğnerse bu suçtur ve adaleti mahkeme tesis eder. Özür, mahkemeye götürmeye gerek duyulmayan, kabalık, nezaketsizlik, saygısızlık hallerinde taraflar arasında adaleti tesis eder. Ancak mahkemelik durumlarda suçlu cezalandırılsa bile karşısındakinin gönlünü almalıdır. Cezasını bulmak özür borcunu ortadan kaldırmaz.
İnsan hareketlerinin sonucunu düşünerek davranırsa özür dilemesini gerektirecek davranış sergilemez. Ama insan bütün sonuçları tahmin edemediğinden bazen yanlış, kusurlu, kaba davranabilir. Birilerine acı, sıkıntı verdiyse, mağdurun kaybını telafi etmek zorundadır. Ancak bazen özür dilemek yapılan yanlışı telafi etmez. Sadece iyi niyeti gösterir. Özür diledikten sonra telafi edilebilecek bir durum varsa, zarar, ziyan giderilmeli, karşıdakinin gönlü alınmalıdır.
Özür dilememek, kibirdendir.
Avustralyalı bilim insanlarının yaptığı araştırmaya göre bir hata karşısında özür dilemeyi reddetmek kendine güveni artırıyor.
İlk deney 18-77 yaş arası 228 kişi üzerinde yürütüldü. Katılımcıların bazıları bir zaman yaptığı bir hata üzerine özür diledi, diğeri özür dilemeyi reddeti, bir diğer grup da ne özür diledi ne de reddetti. Araştırma sonucunda özür dilemeyi reddeden grubun özür dileyenlere göre daha kibirli olduğu ortaya çıktı. Hiçbir şey yapmayanlar ise özür dileyenlerden daha az kibirli bulundu.
İkinci deneyde 18 ile 71 yaş arası 219 kişi seçildi. Bu kez aynı süreç e-mail ile denendi. E-mail yoluyla özür dilemeyi reddedenlerin kendine güveni yine yüksek çıktı.
Deneyleri yapan doktor ve arkadaşları araştırmayı değerlendirirken şunları söyledi: ‘İnsanlar özür diledikten sonra gelebilecek zararlara karşı kendini savunmaya alıyor ve özür dilemenin kendine saygısını kaybettiğini düşünüyor. Özür dilemeyi reddeden kendini güçlü hissediyor. Bu güç ve kontrolü ise zamanla kendine duyduğu saygıyla ilişkilendirip despot ve kibirli birine dönüşüyor.’
Alimler, bu âyete istinaden Kur’ân okuma ve dinî ilimleri öğretmek için ücret almanın caiz olmadığını söylemiştir. Zira âyet, ilmin açıklanması ve yayılmasını emreder, insan mükellef olduğu bir işi yaptığında ücret alma hakkı yoktur.
Mesela, namaz kılan, kıldığı namazdan ötürü bir ücret alamayacağı gibi, başka bir kimseye namaz kılmayı öğretmekle de ücret alamaz. Öğretme -namaz gibi- insanlar üzerine farzdır. Mütekaddimin alimlere göre, öğrenme ve öğretme karşılığında ücret almak ittifakla haramdır. Zira ilim ibâdettir, ibadet karşılığı ücret almak haramdır.
Son devirde alimler, halkın dini öğretmekten yüz çevirip dünya ile meşgul olduklarını, İslâmî ilimlerin tamamen yok olacağını, halkın cahil kalacağını görerek Kur’ân okumayı ve dini ilimleri öğretmek karşılığında ücret alınmasını mubah saymışlardır. Bazı alimler de dini ilimleri layıkıyla öğretme hususunda ücret vermeyi vâcib görmüşlerdir. Bazı vakıfların yapılış sebepleri, yalnız Kur’ân ilimlerinin nesilden nesile intikal ettirilmesidir.
Yalnız son devir alimlerinin ücretin mubah olduğunu söylemelerine rağmen şer’î ilimler gün geçtikçe azalmaktadır. Eğer mütekaddimin alimlerin fetvaları gereği alınan maaş ve ücretler yasaklanırsa, şer’i ilimleri öğreten ve öğrenen hiç kimse kalmaz.
Netice olarak; ilim öğretmek farz-ı kifayedir. Başka öğreten kimseler varsa ücret alınabilir. Fakat kendisinden başka öğretecek kimse olmayan yerde alınmaz. Çünkü o zaman kendisine farz-ı ayn olur.
Bu konuda Fahreddin Dinçkol Hocamız, ‘Hafızlara paralı-parasız mutlaka Kur’ân öğrettirin ki hafızlıklarını unutmasınlar ve ümmete yararlı olsunlar. Başka yolla ücret kazanma peşine düşüp de hafızlığın vakarını zayi etmesinler’ demiştir.
Şu ayrıntıyı da göz ardı etmeyelim: Ne olursa olsun bir insanın eğitim yaptırmaktan ücret alması haram değildir. Resmi görevi olan müftülerin, ilâhiyat profesörlerinin ücret almaları doğal karşılanırken, diğer ehil kimselerin ücret almasına tepki göstermek taassub-u cahiliyedir. Ama Kur’ân okumak, mukabele okumak, başkaları için de olsa hatim etmek, namaz gibi ibadet olduğundan bundan ücret talep edilemez. Bir de ücretle hediyeyi karıştırmamak gerekir. Ücrette karşılıklı anlaşma (icap-kabul) vardır. Hediyede karşılıklı bir anlaşma olmadığından kalben ve lisanen talep edilmedikçe ücret hükmüne girmez.
İmâm-ı Âzâm Ebû Hanîfe, bir gün talebeleriyle giderken,
hokkabazın biri halka hokkabazlık numaraları gösteriyormuş.
İmâm-ı Âzâm talebelerine dönmüş ve demiş ki:
- Evlatlarım, bu kimse süflî biridir. Süflî mesleğini süflî
dünyaya âlet ediyor. Benim size öğrettiğim ilim ise ulvîdir.
Siz bu ulvî ilmi dünyaya âlet edecek olursanız, bu hokkabazdan
daha süflî olursunuz.
Tevvâbü’r Rahim (celle celâlühu)
Kuldan tevbe günahtan dönmesi, Allah’tan ﷻ tevbe kulun ibadetini kabul etmesidir.
Yüce Allah bu âyette, günah işleyeni affetmek için, öncelikle kulunun üç eylemi gerçekleştirmesini istemektedir: Tevbe, halini düzeltme ve gizlediği hakikatleri açıklama. Allah’ın ‘tevvab’ sıfatını celp edecek olan, insanın tevbe edip kendisini düzeltmesidir.
Allahu Teâlâ, günahtan tevbe için her daim açık kapı bırakmıştır. Lânet edilecek kadar ağır günah işleyenler bile Allah’ın affından nasip alabilir. Yeter ki tevbe edip, günahlarını itiraf edip ıslah olsunlar.
Bu âyet bağışlamanın ilâhî bir ahlâk olduğuna, insanlara kendini düzeltme fırsatı tanımaya işaret eder.
Suçunu itiraf edip af dileme bir erdem olduğu gibi, suçu affetmek de bir erdemdir. Affedilme ümidi, insanlara bir çıkış kapısı göstermektedir. Eğitimciler ve ana-babalar bu kapıyı daima açık tutmalıdırlar.
Bağışlayan ve insanlara merhamet edenler, Allah’ın tevbeyi kabul etme ve merhametli olma sıfatlarına bürünen kimselerdir.
Tevvâb kelimesi mübalağa ifade eder. Tevvab kelimesinin peşinden, Rahîm’in getirilmesi; Allah’ın kullarına rahmet edeceğine işarettir.
Bağışlama ile merhametin yan yana gelmesi, bağışlama olmadan merhametin; merhamet olmadan da bağışlamanın olamayacağına işarettir. Bu faziletler, nefsi disipline eder. Bağışlamasını ve merhamet etmesini bilmeyen, eğitime hiçbir erdem kazandıramaz. İnsanları sevmenin delili, onlara merhametle davranmak ve bağışlamaktır.
Tevvab, kullarının tevbesini kabul edendir. Tevbeler tekrarlandıkça Allah’ın ﷻ kabulü de yinelenir. Allah ﷻ, kulu tevbeye muvaffak eder, ona tevbe yollarını ve nedenlerini kolaylaştırır. Bunun için kullarına peş peşe birçok âyetlerini gönderir, onları çeşitli musibet ve belalarla korkutur. Kul günahının kötü sonuçlarını görünce, korkuya kapılıp günahları terk eder, Allah’a ﷻ itaate döner. Allah ﷻ da bunun üzerine fazlı keremiyle onların tevbelerini kabul eder.
Tevvâb duaya karşılık veren, kendisine yönelmeyi kabul eden, kulu kendine yönelmeye muvaffak edendir. Kul isteklerle Allah’a ﷻ yöneldiğinde, Allah ﷻ da kula isteğini vermekle yönelir.
Müslüman tevbesinin sadece kendi isteğiyle değil, Allah’ın ﷻ muvaffak kılmasıyla, O’nun güce ve kuvveti ile gerçekleştiğini bilmelidir. Günahtan dönüp itaate yönelmede Allah’ın ﷻ muvaffak kıldığı kimsenin, bunu kendinden bilmesi doğru değildir.
‘Allah ﷻ kulunun tevbesine şu kuldan daha çok sevinir ki; üzerinde yiyecek ve içeceği bulunan binek hayvanıyla, helak tehlikesi olan bir yere konaklamıştır. Başını koyup biraz uyuduktan sonra uyanınca bineğinin gittiğini görür. Sıcaklık ve susuzluk veya Allah’ın ﷻ kendisi için dilediği meşakkat son haddine varır. ‘Yerime döneyim de ölümü bekleyeyim’ diye düşünür ve dönüp biraz uyur. Sonra başını kaldırır, bineğini yanında görür ve sevincinden yapacağı duayı şaşırır. İşte Allah ﷻ kulunun tevbesine, bu kimsenin bineğine sevindiğinden daha çok sevinir.’ Hadis-i Şerif
Allah ﷻ günah işlemelerinin ardından kulların tevbelerini kabul ettiğine göre, kul kendisine kötülük yapıp, pişman olanların özürlerini kabul etmelidir. Emrinde çalışan kişileri veya arkadaşlarını tekrar tekrar affeden kişi Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmış ve bu isimden nasibini almıştır.
Te’vilâtı’n Necmiyye’den...
إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا وَأَصْلَحُوا وَبَيَّنُوا Gerçek bir rücu ile taksiratlarını tedarik eder, hakiki nasihat ve hak yoluna hikmetle, güzel nasihatla davet eder, delilleri getirip kendileri de en güzel şekilde uyarsa… Şöyle ki; hüccet olsun, zahiri tasdik olsun, halkı Allah’a davet ederken muamelen sözüne, fiilin lisanına muhâlif olmasın. Allahu Teâlâ Hud, 88’de Hz. Şuayb’ın şöyle dediğini bildiriyor: ‘Ben size nehyettiklerimde muhâlif hareket etmek istemem.’
فَأُولَٰئِكَ أَتُوبُ عَلَيْهِمْ Nafilelerinden gelen günahlara tevbe eder, ıslah olurlarsa ben de onların tevbesini kabul ederim. Zira وَأَنَا التَّوَّابُ الرَّحِيمُ Benim tevbem seyyiat işleyenlerin tevbesi gibi değil, çünkü ben Rahim’im. Dilediğimin tevbesini kabul ederek ona rahmet ederim.
Bu âyet adeta bir tehdittir. Zira ekseri ehli hakikat halka karışmaz, onlara nasihatla meşgul olmaz. Terbiyeleri ile ilgilenmez, irşadla uğraşmaz. Minderden konuşmaz. Seccade üzerinde oturmaz. Şeyhlikten, şirk aşağılığından, sefihlerin müzahemesinden firar eder. Mana çıkarmaktan sakınır. Ancak onlardan memur olanlar, mazur olmayanlar müstesna... Onlar insanlara karışır, onların ezalarına Mevla’ya yakınlık için sabreder. Taleplerine tazimle vasıl olur, duaları kabul olur, icabet edilir.
Belagat
• إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ , إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا ’den istisnadır. Yani onlar lânete uğramaz, o, kelamın tamamına binaen mensub olan istisna kasrı hakikidir.
• İstisna cümlesi beyan-ı tağyirdir.
• فَأُولَٰئِكَ أَتُوبُ cümlesi mukadder sualin cevabı olan istinaftır. Kime lânet edilmeyeceği sorusunun cevabıdır. Cümlenin ف ile atfolması, affın tevbeyi takip edeceğini gösterir.
• Âyette bedi bir icaz vardır. Takdiri: ‘Tevbe edenlerden lânet kesilmiştir, onların tevbelerini kabul ederim, yani onlardan razı olurum.’
• İsmi işaretin ortada ziyade olarak gelmesi talil içindir, hükmün sebebini bildirir.
161- Gerçekte küfredip de, kâfir oldukları halde ölenler yok mu? İşte Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerinedir.
Önceki âyette Rabbimiz âyetlerini başkasından gizleyenlerden bahsetmişti. Bu âyette ise âyetleri bizzat kendilerinden gizleyen bahtsızlardan bahsediyor.
Allah’ın verdiği hayatı, Allah’ın mülkünde Allah’ın hükümlerini inkarla ömrünü geçirip, bu mundar halleriyle yıkılıp gidenlerin Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti altında kalacakları bildiriliyor. Ne korkunç akıbet ve hazin bir son… Rabbim muhafaza buyursun.
İnkar kadar büyük küstahlık, inkar kadar büyük nankörlük, inkar kadar aşağılık bir sıfat olabilir mi? Bu rezil sıfat biz aciz kullara bile ne kadar ağır gelir. Mesela dünyaya getirip, büyütüp ve kendisine her türlü fedakârlığı yaptığımız çocuğumuz günün birinde ‘Ben sizi tanımıyorum. Siz benim anam babam değilsiniz’ dese, o anki halinizi düşünmek inkarın ne demek olduğunu anlamaya kafidir. Evladın hiçbir hatası sizi bu kadar üzmez.
Bütün kainatın sahibi yüce Sultan seni en güzel bir yaratılışla yaratsın, türlü kabiliyet ve istidatlarla donatsın. Ekmek, hava, su, elbise, barınak, binit gibi bütün ihtiyaçlarını karşılasın. Sana kitap göndersin, akıl, fikir, izan versin ve sen her daim ona muhtaç olasın, bu acizliğinle kalkıp O’nu inkar edesin. Bu ne büyük küstahlık! Ne hazin tavır… Bunca rahmet, bunca ihsandan sonra sana tekrar rahmet edeceğini mi bekliyorsun? Heyhat!
Bu halde kaldıkça, bu inkar halini sürdürdükçe ve bu minval üzere öldükçe vay haline! ‘O gün yalanlayanların vay haline!’ (Mutaffifin, 10)
Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti her yönden kaplar, kurtulamazsın. Sen askerlerin komutanına hakaret edersen, bütün birlik sana cephe almaz mı sanıyorsun?
Malike’l mülk olan Yüce Rabbimiz bizden yüz çevirirse ondan başka bize dost ve yardımcı kim olur? O’nun gazabından, azabından, bizi kim kurtarabilir? Onun intikamından kim koruyabilir? Bize düşman, azgın nefsimizi, hain şeytanı, dünyayı razı etmek adına Alemlerin Rabbini gücendirmeye, inkar etmeye, gazaplandırmaya değer mi?
Ev sahibini memnun etmeden, onun mülkünde rahat yaşamak mümkün mü? “Ey Allahım, mülkün sahibi sensin. Dilediğine verir, dilediğinden çeker alırsın...” (Âl-i İmran, 26)
Allahu Teâlâ, önceki âyette, âyetlerini gizleyen kimselerden tevbe edenlerin durumunu beyân edince, bu âyette de tevbesiz ölenlerin durumunu zikretmiştir.
Hiç kuşkusuz bu azap, diğer bütün azap türlerinden daha ağırdır; Kovma, uzaklaştırma, reddetme ve horlama azabı... Bu azaba çarpılanlar, kendilerine acıyacak hiçbir şefkatli kucak, hiçbir hoşgörülü bakış ve avutucu söz bulamazlar. Onlar hem Allah katından, hem insanlar tarafından, yeryüzünde de yüce ruhlar âleminde de lânetlenmiş, kovulmuş, dışlanmışlardır. İşte acı ve onur kırıcı azap budur.
Buna benzer bir mana 159. âyette de geçmiş, Allah’ın apaçık olarak indirmiş olduğu âyetleri gizleyenler için Allah’ın ve lânet edebilen herkesin lâneti olduğu bildirilmişti.
Bu iki lânet mukayese edildiğinde, kâfirin lânetinden, Allah’ın Kitabındaki âyetleri gizleyenin lânetinin daha fazla olduğu görülür. Çünkü gizleyen, kâfirin Allah kelamını duymasını engellemiş olur. Allah’ın âyetlerini gizleyenlerin cürmü, kâfirlerin suçundan daha fazladır.
‘Mesela bir adam, bilgisizliğinden kâfir, İslâm ona ulaştırılmamış. Fakat onun bitişik dairesinde oturan bir Müslüman var. On sene beraber kalmışlar ve öbür adam bunun Müslüman olduğunun farkına bile varmamış. Bu adam ona bir tek kelimeyi duyurmamış. İşte bu adamla öbürünü beraber aynı yere gönderirler. Ve bunun yeri biraz daha derinde olur.’
İnsanın kendi kavmi ona lânet etmez, ancak âyet-i kerime bütün insanların lânet edeceğini beyan buyurmuştur. Bu konu şöyle açıklanmıştır:
‣ Ekseri nasın lânetine cemi nas ismi verilmiş, tağlip yapılmıştır. Bununla murad kıyâmet günündeki bütün insanlardır.
‣ Onun dininde olanlar, ona lânet ederler. “Sonra kıyamet gününde siz birbirinizi inkâr eder ve birbirinize lânet edersiniz.” (Ankebût, 25)
‣ ‘Bütün insanlar’ sadece mü’minlerdir. Zira gerçek manada insan olanlar mü’minlerdir, insanlıktan sadece ve sadece mü’minler faydalanır. Kafirler ise, hayvanlar gibidirler, hatta belki hayvanlardan daha sapık bir yolda ve dalâlet içindedirler. (bkz. Furkan, 44) Allah katında onların itibar ve değerleri yoktur.
‣ Herkes cahil ve zâlime lânet eder. Çünkü cahillik ve zulüm herkese göre kötüdür. İnsan kendisinin böyle olduğunu bilmeden, câhile ve zâlime lânet etse, kendine lânet etmiş olur. Kendisi zalim olduğu halde, zalimlere lânet eden, nefsine zulüm etmiştir.
‣ Lânetin yapılması, lânete müstehak olma manasına hamledilebilir. Bu durumda âyet umum ifade eder.
‣ Kulların lâneti kovmak, Allah’ın lâneti ise azaba uğratmaktır.
Lügatta; uzaklaştırma, beddua, hakaret, sövüp sayma ve azap, Allah’ın rahmetinden uzaklaşma, gazap etme, buğz etme, muhalefet etme... anlamındadır.
Âyette, müslümanların kâfir olarak ölene lânet edebilecekleri, kâfirin ölümü ile mükellefiyeti kalksa bile kendisinden lânetin sakıt olmayacağı, lânetten kurtulamayacağı hükmüne delâlet vardır. Nitekim mü’mine rahmetin devam etmesi gibi. ‘Ve bütün insanlar’ ifadesi, o kâfirin ölümünden sonra, ona lânet etmemiz manasını ifade eder.
Kâfire, onu küfürden alıkoymak, engellemek üzere lânet okunmaz. Aksine ona lânet okumak, küfre bir ceza ve küfrün çirkinliğini açıkça ortaya koymaktır. Kâfir ister ölmüş bulunsun, ister deli olsun farketmez. Bununla birlikte evlâ olan, lânet etmemektir. Çünkü bu, benzeri davranışla mukabelede bulunmaya götürebilir, düşmanlık ve çarpışmaları alevlendirir. Âyette ‘onların lânete müstehak olduklarını bildirmek’ kastedilmiştir. Yoksa onlara lânet edin, anlamında değildir.
Delirmiş ya da ölmüş bir kâfire küfrüne ceza olsun ya da onu küfründen alıkoymak yoluyla olsun lânet okumanın bir faydası yoktur; çünkü o bundan etkilenmez.
Bu âyet ile anlatılmak istenen şudur: İnsanlar böyle bir kâfire kıyamet gününde lânet okurlar ki, bundan dolayı etkilensin, zarar görsün, kalbi acıyla dolsun ve bu lânet, onun küfrünün bir cezası olsun. (Bu lânet kıyamet gününde olacağı için, Kevn-i lahık)
İnsan ancak küfür üzere ölürse lânete müstehak olur. İman da böyledir. Kişi ancak imanlı öldüğü zaman medhe müstehak olur.
Asi kimseye lânet okumak ittifakla caiz değildir. Çünkü Peygambere ﷺ defalarca içki içmiş birisi getirildiğinde orada bulunanlardan birisi:
‘Allah ona lânet etsin, bu iş dolayısıyla bu adam buraya ne kadar da getiriliyor?’ deyince Peygamberimiz ﷺ ‘Kardeşinize karşı şeytanın yardımcıları olmayınız’ buyurmuştur.
Tayin etmeksizin mutlak olarak asi olana lânet okumak ise, icmâ ile caizdir. Çünkü Resûlullah ﷺ şöyle buyurmuştur: ‘Allah bir yumurta çalan ve bundan dolayı cezalanan hırsıza lânet etsin.’
İnkarcıların lânete uğraması, inatçılık ve küfründen dönmemeleri sebebiyledir. İnatçılık temizlenmesi gereken ahlâk-ı rezilelerdendir. İnsan, daha çocuk yaşta her şeyin kendi dilediğince olmasını ister. Ancak her istenen, arzu edilen şey, her zaman iyi ve doğru olmayabilir. ‘Hayır, ille de olacak’ diye tutturmak, inattır.
İnat insanın cüzî iradesi ile külli iradeye karşı direnip git gide perişan olmasına yol açar. Bu anlamda esnek olmak, zaman ve mekânın müsaitliğini kollamak, zorlama sınırını aşmamak, biz istedik diye her şeyin olmayacağını bilmek gerekir. “O ol deyince olur” (Yasin, 82) hükmü sadece, Allah içindir, varlıklar böyle bir güce sahip değildir.
İnad ev yıkar, can yakar, gönül bozar. Git gide küfrü inâdiye dönüşür. Ebû Cehil’in küfür karanlığında kalıp, cehlin babası olması hep inadı yüzündendir. Firavun, Nemrut ve Ebû Leheb bu durumu sembolize eden örneklerdir. Her dönemde, her çağda bunların benzeri bulunur. Yaşadığımız çağ ise bu örneklerin çok bulunduğu bir çağdır.
Asrımızda insanların sık sık kullandığı ‘Ben ibadet etmesem de kalbim temiz, kalbime bak, ben ne namaz kılanlar biliyorum’ gibi cümleler’ de inadın bir başka tipik örneğidir.
Şeytan da yetmiş bin yıl ibadet edip, meleklerin hocalığını yapmasına karşın, bir kere inad edip secde etmediğinden sûreti ve sireti değişti; küfrün, inadın ve lânetin sembolü oldu.
İnad, ulvî hasletlerden olan sebat ve metânet vasfının ifrat hâlidir. Menşei de, taassup gibi, cehalet ve bilgisizliktir. İnatçı kimseler, verdikleri bir kararın yanlış olduğunu anlasalar bile, ondan dönmemek, kimsenin mütalâasını dinlememek gibi dikbaşlılık ve câhilâne bir cüret gösterirler.
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ Âyette iki işaret vardır: Ehlullahın seyri sülukünü, çeşitli kerametlerini, sünnetini inatla inkar ederler. Hak yolda, şeriat yolunda istikamet etmezler. Nefis ve şeytanın mekriyle bu halleri inkar ederler. Sonra bu hızlanda ısrar ederler. Nitekim bu vahşet halinde ölür, bu zulmet halinde ruhları kabz olur.
أُولَٰئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللَّهِ Lânet hakikatte rahmetin zıddıdır. Nitekim rahmet ziyade hayrı hayır ehline ulaştırma iradesidir. Bunun gibi lânet de şer ehline ziyade şerri ulaştırma iradesidir.
Bunun manası; Allah onları kadim iradesinin kapısından tard etmiştir. Çünkü O murad ettiğini yapandır. Onun gazabı inkara ısrar girdabıyla sonuçlanır.
وَالْمَلَائِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ Meleklerin ve insanların lâneti Allah’ın lânetine tabi ve muvafık olarak gerçekleşir, rahmetinde olduğu gibi. “Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen O’dur. Melekleri de size istiğfar eder. Allah, mü’minlere karşı çok merhametlidir.” (Ahzab, 43)
Efendimiz ﷺ şöyle buyurdu: ‘Allah bir kulu sevdi mi, Cibril’e nida eder: Ben filanı seviyorum, sen de sev. Ve onu sema ehline sevdirir. Ona yerde de kabul görme verilir. Bir kula buğz etti mi Cibril’e nida eder: Ben filana buğz ettim, ona sen de buğzet ve ona buğzettir. Sonra ona arzda buğzedilir.’ (Buhari)
• إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ cümlesi tezyildir. Bazı fertlerine bağladıktan sonra hükmü genelleştirmiştir.
• النَّاسِ ’deki elif-lam istiğrak-ı urfidir. Kastedilen tevhid ehlidir.
• İsim cümlesiyle gelmesi, sebat ve istikrara delalet içindir. أولئكَ ’nin hilafına (haberin fiil cümlesiyle أَتُوبُ عَلَيْهِمْ şeklinde gelmesinden) maksat, tevbeden ümitsiz olmamaları için teceddüttür.
162- Ebedi olarak o lâneti taşırlar, azap onlardan hafifletilmeyecek, onlara mühlet de verilmeyecek.
Daha önceki âyette lânet-i ilâhiden bahsedilmişti. Sanki bu âyet onu tefsir ediyor. Rahmetten mahrum olmanın en hazin sonu cehennemde devamlı kalmak, azabın hafifletilmemesi, taraflarına bakılmaması, ilâhi nazar ve iltifatlardan mahrumiyet, hem bedenin hem ruhun muazzep olmasıdır.
Küfür dünyada bütün hassaları, bütün duyguları hakka kapatıp, bütün güzel iş ve davranışlardan, Allah’a kulluktan, cennete götürecek söz, amel ve düşüncelerden şahsı hapsedip engellediği gibi, ahirette de cehenneme kilitleyip ebedi saadetten mahrum edecek, sahibi vebaline uygun bir cezayla cezalanacaktır.
Küfreden bütün menfezlerini imana, Allah’a, insanlığa, fazilete kapattığı gibi, kendisine bütün ümit kapıları kapatılacak.
Çıkma ümidi yok, müebbed; ama dünyadaki gibi ölümle de son bulmayacak bir müebbed hapis.
Azabın bitmesi şöyle dursun, azalma, hafifleme imkanı bile yok. Bu bedensel cezanın yanı sıra bir de ruhi ceza var: Cennetliklerin zevkü sefasını, sevdikleriyle neşe ve cümbüşünü, en önemlisi de Cemalullah’a mazhar olup, zevkin, şerefin, neşenin, visalin doruk noktasına çıktıklarını görüp dururken, bir kere bile ilâhi nazara mazhar olamamak ne büyük nasipsizliktir.
Cenâb-ı Hakk’ı gücendirip mağdubin, dâllin olmak, O’nun tarafından dışlanmak, saf dışı bırakılmak, rahmet nazarından lütf-u kereminden mahrum kalmak ne onulmaz bir acı, ne bitimsiz bir hüsran!
Bir gün Cehennem Rabbimize sorar: ‘Suçluları benimle cezalandırırsın, ya ben suç işlemiş olsam beni ne ile cezalandırırsın?’
Rabbimiz şöyle buyurur: ‘Sana cemalimden bir perde açar, sonra kapatırım. Yanar da yanarsın...’
Hasret ateşi cehennemi dahi yakan bir ateş...
Cenâb-ı Hakk bu misal âleminde bizim imanımızı, yakinimizi pekiştirmek için ne misaller, ne âyetler göstermiş. Velilerine cemal ve celal tecellilerinde bulunmuş ki âleme ibret, müttakine nasihat olsun.
Dört büyük kutuptan biri olan Ahmed-i Bedevi ilâhi bir işaretle yüzünü tamamen örterek yaşamış. Yakın müridlerinden biri de, otuz beş yıl şeyhinin yüzünü görmeyi arzu etmiş, bu arzusu aşka dönüşmüş. Şeyhi onu uyarmış, ‘Yapma, bu senin ölümüne sebep olur’ diye defalarca ikaz etmiş. Fakat müridi perişan bir şekilde ısrar etmiş. Ahmet Bedevi Hazretleri peçesini kaldırmış ve mürid oracıkta ölüvermiş.
Bu olay Tur Dağı’nda Hz. Mûsâ’nın ‘Bana zatını göster, seni göreyim’ isteğine karşı Yüce Allah’ın ‘Beni göremezsin, bu dünya gözüyle beni müşahede edemezsin’ buyurmasının bir izi, bir misali.
Bu gözler ki kaynak ateşinin ısısına dayanamaz, kalın camlı gözlük takmak zorunda kalır. Yerin, göğün nuru olan Cemalullah’ı nasıl görsün? Ahirette nur frekansının yükselmesiyle, yükselmenin miktarına göre görebilecektir.
İnkar ederek küfür karanlığına gömülen, iman, Kur’ân, amel-i saliha nurundan mahrum olan bir kimse, ahirette nasıl Cemalullahı görsün?
Nasıl nazar-ı ilâhiye mazhar olsun?
Allahu Teâlâ bu azabın üç sıfatını belirtmiştir:
1- Uzun bir müddet kalmak. Kafirlerin cehennemde ebedi kalmaları, niyetleri sebebiyledir. Dünyada kısa süre kalmış olsalar da, yaşadıkları müddetçe putlara tapma niyetindelerdi. Ebediyen yaşasalar, ebediyyen inkarcılığa, putlara tapmaya devam edeceklerdi. Fakat cehennemde değişik derekeler vardır. Şiddetli küfür, cehennemin derekelerinde şiddetli azaba döner. Kafirler, sapık itikad ve inançlarıyla, Allahu Teâlâ hazretleri hakkında bozuk düşüncelere kapıldılar. Ebediyen cennetten mahrum olup, daimi olarak cehennemde kalmayı hak ettiler.
2- Azabın hiç hafifletilmeyeceği. Bu, onların başına gelen ilâhi azabın her zaman aynı şiddette olacağı, azalmayacağı manasınadır.
Sırtında ağır yük taşıyan birini düşünelim. Mesela Firavun’un 150 kg.lık taşları taşıtıp kemik veremi olmalarına sebep olduğu insanları, bir de ufak bir sepetle eşyasını kolayca taşıyan insanı düşünelim. Elbette hafif yükü olan çok daha rahat eder, sıkıntı çekmez. Bu insanlar öyle büyük suçlar işlemişler ki; sırtlarına kaldıramayacakları ağır azap yükleri vurulmuş.
Hafitletme bir merhamet ve sevgi ifadesidir. Onlar öyle yaşadılar ki, kendilerine gösterilecek bu sevgiyi yitirdiler.
3- Mühlet verilmemesi, tehir kabul etmemesi, ertelenmemesi.
‘ينظرون’ fiili, ‘inzar’ yani ‘if’al’ babındandır. Mühlet, tecil, tehir... manasına gelir. Yani onlara, tekrar dönüş, tevbe ve mazeret için mühlet ve süre verilmez. Onlar devamlı ve sürekli azab olunurlar. Azapları tükenmez, sürekli yenilenir. Azabın her çeşidi bir diğerine bitişmektedir. Azab esnasında bile dinlenmeleri olmaz, bir saat bile azapları geciktirilmez.
Ehl-i imana verilecek nimet de böyledir. Cennete girecek mü’minin sevabı da ebedidir, nimeti hiçbir zaman azalmaz, tükenmez tehir edilmez. (Mefhum-u muhâlifi)
يُنْظَرُونَ ,fiili نظَر ’dan ‘intizar’ manasınadır. Yani onlar, mazerette bulunmaları için beklenilmezler.
Veya يُنْظَرُونَ fiili görmek ve bakmak manasınadır. Yani onlara rahmet nazarıyla bakılmaz, demektir.
Bu onların bakılmayacak şeyler yapmalarından kinayedir. Ayrıca kendilerinin Allah’ın ﷻ âyetlerine bakmayıp, nazar etmediklerine tarizdir. Nasıl ki onlar Kitabullah’a bakmadılar, şimdi de kendilerine bakılmayacak.
‘Hafifletilmez’ dendikten sonra ‘Bakılmaz’ dendi, yani bakılırsa belki hallerine acınır, yüklerinin ağırlığı merhamet celbeder. Ancak kimse tarafından bakılmayacak ki, o ağır azaba yardım edilmesin.
Allahu Teâlâ’nın ceza olarak ‘Onlara bakılmaz’ buyurması, yüz yüze bakmanın önemine, bakmamanın kötü etkisi olduğuna işarettir.
‣ İnsanlarla, onları rahatsız etmeyecek ölçüde, ancak mümkün olduğu kadar çok göz iletişimi kurmalıyız. Konuşurken karşımızdaki kişinin yüzüne bakmak, o kişiye verdiğimiz değerin, duyduğumuz saygının ifadesidir.
‣ Araştırmalar insanların büyük bir yüzdesinin kendileri ile konuşulduğunda özellikle bilgi aktarımı sırasında, bakılmak istediklerini ortaya koyuyor. Bu istek değer verildiğini hissetme arzusundan kaynaklanıyor. Göz teması aynı zamanda yakınlaşma ve güven duyma hislerini güçlendiriyor.
‣ Sözsüz iletişimde en büyük rollerden birini gözler üstlenir. Gözlerimiz, bizimle ilgili inanılmaz derecede çok bilgi verir. Diğer tüm vücut hareketleri istemli olarak değiştirilebilir; ama gözler refleks biçiminde tepki verdiği için onlara müdahale edilemez.
خَالِدِينَ فِيهَا Hevalarına devam ettikçe lânette kalacak, azapları hafiflemeyecek. Zira bu inkar semeresi hüsnü istidatlarını inkar etmeleri, inkar pasıyla kalp aynalarının saflığını gidermeleri sebebiyledir.
“Yaptıkları sebebiyle kalpleri pas tutmuştur.” (Mutaffifin, 14) وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ Zikir cilasıyla kalplerinin pasını silemedikleri için onlara rahmet nazarıyla bakılmaz. ‘Her şeyin bir cilası vardır. Kalplerin cilası da zikrullahtır.’ Hadîs-i Şerîf
Zira kalbin nuru ahirette değil, zikrullah ile dünyada hasıl olur. “Münafık erkeklerle münafık kadınların, mü’minlere: Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım, diyeceği günde kendilerine: Arkanıza dönün de bir ışık arayın! denilir. Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan kapılı bir sur çekilir.” (Hadid, 13)
• خالدين kelimesi, عليهم ’deki zamirden hâldir.
‘Onlar orada, (lânette veya cehennemde) ebedî kalıcıdırlar. فيها ’daki ها zamiri, mecaz-ı mürselden mahalli söyleyip hali murad etme kuralıyla; lânete racidir. Veya النار kelimesine râcidir, fakat Cehennemin korkunçluğunu ve büyüklüğünü göstermek için, zahiren gelmeyip, zamirle gelmiştir. (Açık isim yerine zamir gelmiştir) Çünkü gaybubet korkuyu gerektirir.
• لَا يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ cümlesi, küfredenlerin خَالِدِينَ ’de gizli olan zamirinden ikinci haldir ve hali mütedahiledir.
• وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ Olumsuzluğun istimrarı sübutisi (sürekliliğini ve devamını ifade etmek) için isim cümlesi getirilmiştir.
163- Hepinizin ilâhı tek olan ilâhtır. Ondan başka ilâh yoktur. O, Rahman ve Rahimdir.
Önceki âyette inkarın cezası anlatılarak itici kuvvet, bu âyette de tevhid anlatılarak çekici kuvvet devreye giriyor.
İnançsızlığın iki ana sebebi var: Birincisi, cehalet, bilgisizlik, delil eksikliği, diğeri inat ve hevaya uymak.
Rabbimiz bu âyette bilmeyene öğretmek, bilene hatırlatıp uyarmak için “Sizin ilâhınız birdir. Ondan başka ilâh yoktur. O Rahman ve rahim’dir” buyuruyor.
Cahiliye devrinde putlara, sonra tağutlara ve asırlardır nefs-i hevasına tapan insanlığı uyarıyor: Sizin ilâhınız, mabudunuz, sığınağınız, koruyanınız, muhtaç olduğunuz ilâhınız, bir olan Allah’tır. O’ndan başka her şey fanidir. Yokluktan gelmiş yokluğa gidicidir. Ezeli ve ebedi olan, evvel ve ahir olan Kadir-i mutlak sadece O’dur. Yer, gök ve arasında olan her şey O’nun eseridir. O’nun varlığına, birliğine ve bütün evsafına delildir.
Hz. İbrahim’in ilâhlık davası güden Nemrud’a ‘Benim Rabbim güneşi doğudan doğduruyor. Haydi sen onu batıdan getir’ demesi üzerine koca kafir şaşırıp kalmış, yenik düşmüştü. Alemdeki sayılamayacak olaylar, mucizeler bu gerçeği tasdik etmektedir.
Her varlık O’nun eseridir. Bir iğne bile ustasız meydana gelmediğine göre, koca kainat kendi kendine olur mu? O’ndan başkası bu ayı, bu güneşi ve görüp-görmediğimiz her şeyi yaratabilir mi?
Bunu becerebilseydi bütün dünya saltanatına sahip Firavun yapar, ilâhlığını ispatlar, şaşırıp kalmazdı.
Allah ﷻ vardır ve birdir. Birliğinin en bariz isbatı kainattaki düzendir. Güneşin zamanında doğup batması, gece gündüzün değişimi, bulutların sevk-i idaresi müthiş bir ahenkle devam ediyor. Bu; ilâhın tek olduğunun en büyük delilidir. Eğer iki ilâh olsaydı asla bu düzen sağlanamazdı. Aralarında ihtilaf olur, düzen bozulurdu.
Nitekim kulların arasındaki birliği, düzeni sağlaması için Rabbimiz “Çekişmeyin, yılmayın. Rüzgarınız (kuvvetiniz) kesilir” buyuruyor. (Enfal, 46)
Müdebbiru’l umûr olan yüce Rabbimiz bütün emir ve yasaklarda, bütün fiillerinde, dünyevi ve uhrevi işlerde rahmetiyle muamele eder ve bu rahmet vasfını kitabında sık sık tekrarlar. Kulları için hep hayır murad eder. Ve onları da daima şefkate, merhamete, cömertliğe, adalete, muhabbete ve mârifete davet eder.
Allah’ın birliği, imanın ilk ve en büyük kaidesidir. Hiçbir zaman Allah’ın ﷻ varlığı hakkında tartışma olmamıştır. Allah’ın zatı, sıfatları üzerinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür, fakat bu görüşleri savunanlar Allah’ın varlığını reddetmemiştir. İnsan fıtratı Allah’ın varlığını hiçbir zaman unutmuş değildir.
Yalnız son zamanlarda fıtratın kaynağından kopuk Ateist bir grup türedi. Bu türediler Allah’ın varlığını kökten inkâr eder. Fakat bunlar, fıtrata ters olarak meydana çıkmıştır, varlık bütününe bağlanan bir kökleri yoktur. Bu yüzden eninde-sonunda yok olmaya mahkûmdur. Mevcudatın yaratılış yapısı böyle köksüzlükleri bünyesinde tutmaz!
Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim, yüce Allah’ın birliğinden sık sık söz eder. Çünkü Allah’ın birliğini düşünmek, fikirleri rayına oturtan, kaçınılmaz bir düzelticidir. Allah’ın birliği ilkesinin ardından gelecek tüm ahlâkî ve sosyal hükümler bu taban üzerine inşa edilir.
Allah’ın zatında, sıfatlarında, fiillerinde bölünmesi ve sayısının artması söz konusu olmayan bir ve tek olduğunu ifade eden ismidir.
‘Ahad’ ismi ile aynı kökten türemiştir. Allah’ın ne ulûhiyetinde, ne zatında, ne sıfatları ve isimleri hususunda, ne de rububiyetinde hiçbir ortağı, naziri, misli, zıddı, niddi (benzeri) ve bir ikincisi olmadığını gösterir.
Yakın anlamlı olan bu iki isimden ‘Ahad’ Allah’ın birliğini tenzihi selbi sıfatları, ‘Vahid’ ise subûti sıfatları açısından gösterir.
Allahu Teâlâ, zatında, sıfatlarında, işlerinde tektir. Varlığı vâcib ve zatının iktizası olma itibarı ile O’nun hiçbir benzeri, ortağı ve cüzler yoktur. Her bakımdan bir olmak O’nun zati sıfatlarındandır.
Allah’ın birliğine iman etmek, yaratan, rızık veren, besleyip büyütenin yalnız Allah olduğuna, O’ndan başka ibadete layık kimse olmadığına inanmak demektir. “Eğer yer ile gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de muhakkak fesada uğrar yok olurdu. O halde Arş’ın Rabbi olan Allah, onların vasfetmekte oldukları şeylerden (bütün noksanlıklardan) beridir, münezzehtir.” (Enbiya, 22) Madem ki kainat bütün nizamıyla mevcuttur, öyle ise Allah’tan başka mabud, O’ndan başka ilâh yoktur.
O’nun birliğine gönülden inanabilsek, biz kullar için korkular, hüzünler yok olur. O emretmeden kimse bize zarar veremez. O’na tam manasıyla iman etsek, kimseden bir şey beklemeyiz. Çünkü her şeyin hazinesi O’nun elindedir. O müsaade etmeden kimse bir şey veremez. Kimse elimizden bir şey alamaz.
O’nun birliğini anlamak, bizi ihlasa, sadakata, dürüstlüğe götürür.
O’nun birliğini kavrayabilsek, işimizin ne kadar kolay olduğunu anlarız. Bir tane Rabbimiz var, O ne derse o olur. Her şeyi O’na danışır, O’na sorar, O’ndan izin alır, O’nunla, O’nun için, O’nun namına yaparız. Bütün mevcudat bize yol verir, yardımcı olur. Çünkü O’nun emri ve buyruğu altında hareket ederler.
Onun birliğini hatırımızdan çıkarmasak, O’nun rızâsından gayrı gayemiz, O’nun gücenikliğinden gayrı sıkıntımız olmaz. O’nun birliğini her an hissedebilsek başka teselliler, başka destekler arama zahmetine girmeyiz. O’nun sevgisi iliklerimize işler, O’nun yadı hayatımıza yön verir. Meylimiz tekleşince masraflar, israflar, zorluklar azalır. Dostluklar, arkadaşlıklar arınır, saflaşır.
Ulûhiyyet ve ferdâniyyetin (bir olmanın) zikri, kahr ve yüceliği ifade eder. Allahu Teâlâ’nın ulûhiyyet heybeti ve ferdâniyyet izzeti karşısında kalpleri rahatlatmak, rahmetinin gazabını geçtiğini ve tüm mahlûkatı ancak ihsan etmek için yarattığını bildirme gayesiyle rahmet hususunda mübalağa ifade eden bu iki kelimeyi zikretmiştir.
Yüce Allah’ın, ‘O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur’ buyruğu O’nun dışındaki ilâhları reddederek Allah’ın vahdaniyetini ve varlığını ispat etmektedir. ‘O Rahmân’dır, Rahîm’dir’ buyruğu da vahdaniyeti isbat eden başka bir delildir. Yani: Aslıyla-fürûuyla bütün nimetlerin sahibi O’dur. Bu nitelikte O’ndan başka kimse yoktur. O’nun dışındaki her şey ya nimettir veya nimete mazhardır, rahmete nail olmuştur.
Yüce Allah’ın burada özellikle vahdaniyet ve rahmeti zikretmesi, hakkı gizleyen kâfirlere azaptan korunmak için Allah’tan başka bir sığınaklarının olmadığını hatırlatmak, onları tevbeye teşvik edip, lütfundan ümit kesmemeleri içindir.
Aziz ve celil olan Allah ﷻ kıyamet günü ümmetimden bir
adamı halkın içinden alır ve ona 99 adet büyük defter açar.
Her defter gözün alabildiği kadar büyüktür. Adama sorar:
- Bu defterde yazılanları inkar ediyor musun? Muhafız
meleklerim olmadık şeyleri yazıp sana zulmetmişler mi? Kul:
- Yâ Rabbi hayır, der. Tekrar sorar:
- Bunları işlemeden dolayı bir özrün var mı?Kul:
- Hayır Yâ Rabbi, der. Aziz ve celil olan Allahu Teâlâ:
- Evet senin bizim yanımızda bir de hasenen var. Biz bugün
sana zulmetmeyeceğiz, buyurur. Üzerinde şehadet yazılı olan
bir kart çıkarılır. Sonra Allah ﷻ buyurur:
- Ağırlığını hazırla. Kul sorar:
- Yâ Rabbi bu defterlerin yanındaki şu kart da ne?Allah:
- Sana zulmedilmeyecektir, buyurur.
Hemen defterler mizanın bir kefesine konulur, kart da diğer
kefesine. Tartılırlar. Neticede defterler hafif kalır, kart ağır
basar. Esasen Allah’ın ismi yanında hiçbir şey ağır olmaz.
‘Lâ ilâhe illâllah’ cennetin anahtarıdır. Hadîs-i Şerîf
Bu tevhidi söyleyen, anahtarı cebine koymuş olur. Tevhid anahtarının dişleri:
1- Dili, yalan, gıybet ve bütün bâtıl sözlerden korumak.
2- Kalbi haset ve hâinlikten korumak.
3- Karnı haram lokmadan korumak.
4- Diğer âzâları temizlemek.
Bütün vücut kulluğa çalışırsa, o anahtar cenneti açar. Cennet yolu, soğuk-sıcak, açlık, susuzluk, yorgunluk, uykusuzluk, mal fedâkârlığı gibi zahmetlerle döşenmiştir. Üstüne bir de şeytanın tasallutu vardır. Bu kadar sıkıntı arasında, kıymetli anahtarı kaybetmeden cennete ulaşmak kolay değildir.
Kureyş kâfirleri, ‘Yâ Muhammed, bize Rabbini anlat’ dediler, Yüce Allah bunun üzerine İhlas sûresiyle bu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu. Müşriklerin o sırada üç yüz altmış tane putları vardı. Yüce Allah, kendisinin bir ve tek (vâhid) olduğunu beyan buyurdu. Bu âyet-i kerime, tevhid hakkında nazil olan ilk âyettir. (İbn Abbas)
‘Allah’ın ismi a’zamı bu âyet ile “Elif, Lam, Mim... Allah O’ndan başka mâbud olmayandır. Diridir. Her şey O’nunla kaimdir.” (Âl-i İmran, 1-2) âyetlerindedir.’ Hadis-i Şerif
Başka bir rivâyette Bakara 255. âyeti de zikredilmiştir.
‘Bakara’da bulunan bu âyetten daha şiddetlisi sapık cinler hakkında gelmemiştir.’ Hadis-i Şerif
‘İlâhınız’ şeklinde kulunu kendine izafe etmesi, insana verilen mükemmel şerefi ve Allah’ın ﷻ kemali inayetini gösterir. Nasıl ki ‘Beytim’ diyerek, mescid-i Haram’ı kullara değil kendine izafetle tahsis etmiş, öyle de insan ruhunu kendine izafe ederek şereflendirmiştir.
“Artık onu düzenleyip, içine ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona secde ederek yere kapanın!” (Hicr, 29) وَاحِدٌ kavliyle zatını birledi ki muvahhidin kalbine ikinci ilâh ihtimali gelmesin. Aksi halde iki, dört ve gayrı nihaye ihtimale sebebiyet verebilirdi. Muvahhidin kalbinden إِلَٰهٌ وَاحِدٌ diyerek tefrika maddesi çıkarıldı.
Sonra لَا إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ kavliyle mutlak bir olan ilâhdan gayrıları nefyedildi. Zira vahdaniyetin isbatı sadece إِلَٰهُكُمْ إِلَٰهٌ وَاحِدٌ kavliyle olmaz. إِلَٰهُكُمْ izafetindeki كُمْ zamirinin muhatabı insanlardır. لَا إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ cümlesi gelmese, insanlar dışındaki mahlukatın başka ilâhı olduğu vehmedilirdi.
لَا إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ kavliyle şirk nefyedildi. Kul ubudiyette halis oldu. Zira kulluk şirk koşmamaktır. Bunun için tekliğini bilmediği zaman ubudiyette muhlis olamaz. Muhlis, O’na muhtaç olduğunu, O’nun rahmetinden başka melce olmadığını, O’nun cûd-u kereminden başka sığınak olmadığını bilendir. Bunun için zatının sıfatı olan لَا إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ vasfını iki sıfatı takip etti:
الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ Bunlar celal ve cemale ait iki sıfata delalet eder.
Bu ikisinin hakiki manası لَا إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ kavlindedir. لَا إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ cümlesi, Hâlık, Bâri, Muhyi, Mumit, ed-Dârr, en-Nâfi, Muiz, Müzill, Muti, Mani, Mabud, Mahmud isimlerini tazammun eder.
• Bu âyet إنَّ الذِينَ كَفَرُوا âyetine atfolmuştur. Aralarındaki tezayuf, camii aklidir. Şirk sebebiyle kendilerine gelen lâneti ve ateşte ebedi kalmalarını zikredince, inkar ettikleri ve şirk koştuklarının tek bir ilâh olduğunu açıklamıştır. Bu atıf, küfredenlerden maksadın müşrikler olduğunu teyid eder. Çünkü ehli kitap tek bir ilâha iman ediyordu.
• ‘إِلَٰهُكُمْ إِلَٰهٌ وَاحِدٌ / Sizin ilâhınız bir ilâhtır’ cümlesinde, inkâr eden, inkâr etmeyen mevkiine konmuş, haber tekitsiz gelmiştir. Zira onların önünde öyle güçlü ve kesin deliller vardır ki, eğer düşünseler, Allah’ın birliğine tam manasıyla kanaat getireceklerdir.
• لَا إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ cümlesi, إِلَٰهُكُمْ إِلَٰهٌ وَاحِدٌ cümlesini tekit eder, kemalde mübalağa için olmadığını gösterir. (Araplar birinin sahasında çok iyi olduğunu bildirirken bu ifadeyi kullanırlar. ‘Tek dokumacı odur’ gibi.) Veya bu ilâhın sadece müslümanların ilâhı olduğu düşünülmesin diye getirilmiştir (Tekmil ve ihtiras itnabı).
• ‘Rahman’ ve ‘Rahim’ zamirin iki sıfatıdır, medih bildirir. Yani büyük ve küçük nimetleri veren O zattır. Bu iki sıfatta uluhiyet ve uluhiyetteki vahdaniyete telmih vardır. Çünkü Mün’im O’dur, başkası değildir. Kelam, uluhiyeti O’ndan başkasından nefyederken, uluhiyeti Allah’a ﷻ hasretmiştir.
• ‘Rahman’ sıfatının zikrinde müşrikleri kızdırmak (İstiare-i inadiye) vardır. Çünkü onlar, “Rahman nedir, dediler” (Furkan 60) âyetinde bildirdiği gibi Allah’ı Rahman olarak vasıflamaktan kaçındılar.
164- Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara faydalı şeyler taşıyarak denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökten yağmur yağdırıp onunla ölmüşken arzı diriltmesinde, arzda her türlü hayvanı üretip yaymasında, gökle yer arasında Allah’ın emrine boyun eğmiş rüzgarları ve bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için nice deliller vardır.
Şu muazzam mükevvenatın, uçsuz bucaksız semanın, içindeki galaksilerin, galaksilerin içindeki samanyolunun, samanyolunda bulunan dokuz gezegenden biri olup bizi bağrında yaşatan arzda, yerkürede kendisine düşünme, fikretme kabiliyeti olan insana âyetler, alametler ibretler var.
Hem bir tane değil üst üste, kapı kapı, yedi sema. Bizim gördüğümüz sadece dünya seması. Rabbimiz bu semayı yeryüzünün kubbesi, süslü tavanı ve koruyucusu olarak niteliyor.
Dünyayı atmosfer halinde saran bu tavan gökten yere düşecek her türlü tehlikelerden hıfz-u muhafaza etmektedir. Bu ne büyük kudret! Koskoca dünyayı direksiz bir kubbeyle koruyor. Kubbeyi enva-i çeşit yıldız türleriyle süsleyerek gece mehtap, gündüz afitapla gözler önüne seriyor.
Yeryüzünü gökten inen su ile, güneş ile canlandırıp türlü çiçeklerle, renk renk kuşlarla, güzel kokularla, şırıl şırıl akan sularla, mevsim mevsim manzaralarını nakş ediyor.
Bu eşsiz güzellikleri kullarına sunması, kullarına verdiği değeri ve onları sevdiğini göstermiyor mu? Yarattığı varlıklardan biz insanlara ipek, bal, süt, et, misk gibi kıymetli nimetleri musahhar kılışı O’nun ilmini, kudretini, Ahsenu’l Hâlık olduğunu göstermiyor mu?
Yine hem maddi menfaatlerimiz, hem de göz zevkimize hitap eden göller, nehirler, dereler, şelaleler, denizler, koylar, körfezler, şırıl şırıl su sesleriyle bize ikramın en mükemmelini sunmuyor mu?
Ovalar, yaylalar, yüksek bağlar, bostanlar, kekik kokulu dağlar, bin bir çeşit ağaç ve hayvanıyla dolu ormanlar, bizim faydamız için değil mi?
Yeryüzünde yaşayan büyüklü-küçüklü hayvanları yaratan, onlara yaşam ortamı hazırlayan, beslenmelerini, üremelerini, korunmalarını, onlara ilham edip, öğretip ayrı ayrı rızıklarını hazırlayan, her birini bir hikmet için var eden Mevlamız bize fikir verip yol yordam öğretmiyor mu?
Kimine ev, kimine in, kimine petek, kimine yuva, kimine su, kimine toprak, kimine ağaç, kimine yaprak vs. sûretinde her birine uygun meskenler halk eden Malike’l Mülk, bizi bunlarla tevekküle, rızâya, şefkate, cömertliğe davet etmiyor mu? Zamanı, mekânı, imkânı lütuf buyuran Müdebbiru’l umûr Rabbimizin gece ve gündüzü peş peşe bir birine muhâlif olarak getirmesini düşünmeyecek miyiz?
Âyette buyrulduğu gibi geceyi devamlı yapsaydı bize gündüzü kim getirebilir? Gündüzü devamlı yapsa geceyi bize kim getirebilir? (Kasas, 72)
Devamlı gece olsa idi ne olurdu halimiz? Neyle, nasıl aydınlanır, yiyeceklerimizi ne ile nasıl temin eder, nemden nasıl korunurduk?
Kısacası bizim için yaşamak mümkün olmazdı. Devamlı gündüz olsaydı, güneşin sıcaklığına biz ve diğer canlılar dayanabilir miydik? İstirahat etmemiz mümkün olur muydu? Biri işe başlarken, biri uyumaya çalışır, âlemde düzen kalmazdı. Biz bu nimete her gün şahit oluyoruz. Gecesinde mehtap, gündüzünde manzara seyrederek her iki nimetten türlü türlü istifade ediyoruz. Bu, Rabbimizi tanıtan, sevdiren, takdir ve tazim ettiren büyük bir delil, açık bir burhan değil mi?
Dünya, güneş sistemindeki dokuz gezegen arasında insanların yaşadığı tek gezegendir.
Büyüklük bakımından beşinci sırada gelir. Küre biçimlidir. Çapı 12.750 km toplam alanı
510 milyon km kare dolayındadır. Yaklaşık yüzde yirmi dokuzu karalarla geri kalanı
okyanus ve denizlerle kaplıdır. Dünyanın iç bölümünde üç ana katman vardır. En içteki
bölüme çekirdek denir. Çapı yedi bin km kadar olan çekirdeğin büyük ölçüde nikel ve
demirden oluştuğu sanılmaktadır. Bu mineraller sıvı haldedir. Ama bilim adamları
çekirdeğin ortasında katı bir demir top bulunduğu kanısındadır. Çekirdeği saran katı
kayaçlardan olmuş katmana manto denir. Kalınlığı üç bin km’ye yaklaşan mantonun
üstündeki yer kabuğu da katı kayaçlardan oluşur. Yer kabuğunun kalınlığı okyanusların
altında da 32 km kadardır.
‘خلق’ kelimesinin Arapça’daki esas manası, ‘takdir etmek’tir. Bu kelime daha sonra, Cenâb-ı Allah’ın bütün fiilleri yerli yerinde olduğu için, O’nun fiillerine isim olmuştur.
Cümlenin ‘إِنَّ’ ile başlaması, ibret gözü ile bakıp bu muazzam sanatın Sâniî’ini düşünmediğimizi ilan eder.
فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ ’da ‘خَلْق’ masdar olup, bütün oluşun, yaratılışın sudur ettiği aslı gösterir. Başında ‘فِي’ olması da nazarı derinleştirip, iyice araştırıp anlamaya teşvik içindir. فِي ’nin ‘خَلْق’ üzerine gelmesi, istiare-i tebaiye olarak ‘kuşatma’ manasına gelir.
Demek oluyor ki, Allah’ın ﷻ ‘Halk’ sıfatı o kadar yaygın, o kadar seri ve o kadar çoktur ki, sanki bizi kapsama alanına almış, kuşatmıştır. Bu sanatın karşısında hayrân-ı Hakk olup, mest olarak kainatın sahibine dost olmamız gerekirken, gaflet içinde O’nun nâmütenâhi nimetlerini tepe tepe kullanırken, O’nu hatırımıza getirmeden yarattığı dünyaya ve içindekilere gönül bağlayıp mülkünde yaşıyoruz. O’nu inkar edercesine, şüphe edercesine, umursamayarak, kulluk görevlerimizi aksatarak, nankör bir tavır sergiliyoruz ki, Rabbimiz bize ‘إِنَّ’ ile tekit ediyor. Ve bizi bu muazzam âyetle tefekküre sevk ediyor.
Her gün gözlerimizi çevirip ruhumuzu ferahlandırdığımız, uçsuz bucaksız gökyüzünü düşündüğümüzde, ilk aklımıza gelen güneş, ay, yıldızlar, galaksilerdir. Gökyüzünde her küme bir galaksidir. Biz, Samanyolu galaksisindeyiz. Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün, Plüton, ay ve güneşi içine alan bu galaksi, gökyüzündeki galaksilerden sadece bir tanesi. Bunlar gibi, gökyüzünde sayısız galaksiler bulunmaktadır. Bunların çoğu henüz keşfedilmemiştir. Biz sadece kendi galaksimiz olan Samanyolu üzerinde düşünecek olsak, buna bile zaman ve imkanımız yetersiz olur.
Şimdi, her bir insanın ilm-i zaruri ile bildiği, gözleri ile görüp, kulaklarıyla duyduğu olaylara göz atalım...
Güneşin asırlardır hiç düzenini bozmadan aynı yörüngede doğudan doğup, batıdan batması, görevini hiçbir şekilde aksatmaması, yaşamamızın asli sebebi oluşu, Cenâb-ı Hakk’ın halk, kudret ve takdirinin büyüklüğünü göstermez mi? Ayın kendi yörüngesinde güneşin uydusu olarak dönüp, otuz günde seferini tamamlarken, hilal-dolunay-yarımay gibi şekillerle bize gece kandili olması ve zamanımızı bildirmesi Yüce Rabbin kerem ve kudretini göstermez mi?
Yine gökyüzünü dolduran büyüklü-küçüklü, aküler gibi gündüz güneşten şarj olup, gece bize ışık vermekle beraber mehtabımızı oluşturan yıldızlar, Rabbimizin ince, dakik ve muhkem sanatını göstermez mi?
Yine güneş, ay, yıldız gibi, olmazsa olmaz en mübrem ihtiyacımız olan yağmur da, düşünülmesi gereken Kâdir-i Mutlak’ın eseri değil mi? Her bir damlanın, elekten inercesine, pamuk gibi yumuşak olması Rahmet-i İlâhi’nin eseri değil mi?
Karıyla, dolusuyla, kasırgası, yıldırımı, şimşeği, gök gürültüsüyle yağıp bütün yeryüzünü yeşerten, canlandıran, taraf-ı ilâhiden ‘mübârek’ ismini alan bu yağmurların, bizim çorak gönlümüzü muhabbet-i ilâhiyle yeşertmesi gerekmez mi?
Nazarımızı biraz daha derinleştirip, gökten inen ve göğe çıkanları da bir gözden geçirirsek;
Gökten melek iner, rahmet iner, vahiy iner, demir iner ve bazı madenler iner. Uçak iner, paraşüt iner, hava iner, su iner, ürünlerin hammaddesi iner. Gün gelir Hz. İsa iner. Daha bilmediğimiz, düşünemediğimiz, akıl erdiremediğimiz neler iner kim bilir? Neler çıkar? Buhar çıkar, duman çıkar, su çıkar, toz, polen çıkar. Bedenini ruha katmış, içi dışı pür nur olmuş Habibullah çıkar. Hayatı imanlı bitirenlerin temiz ruhları, nurlar çıkar. Hz. Harun çıkar. İdris nebi ve Mesih İsa çıkar.
Dualar, niyazlar, tesbihler, zikirler, manevi hasılatlar çıkar. Vaazlar, itirazlar, ahlar, vahlar ve mazlumların bedduaları çıkar. Uçaklar, helikopterler, uzay gemileri, uçan balonlar, füzeler, nükleer silahlar, şimdilerde Allah’ın ﷻ evini, Peygamberin Ravza’sını ziyaret etmek isteyenler çıkar.
Gökte neler kalır? Kıyam, secde ve rüku halinde melekler, daima dönen felekler, zikir-fikir-şükür halinde olan nuraniler, Beyt-i Makdes’te ilel ebed mü’minlere istiğfar eden muteriz melekler (İnsanlar için ‘Yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek kimseler mi?’ diyen melekler). Ve daha bilemediğimiz nice enerji, daimi nokta nöbeti tutan, gezmeyen yıldızlar…
Böyle bir tefekkürden sonra kul olarak bu yüce kudretin karşısında neler yapmamız gerektiğini düşünmek ve pratiğe geçirmek kaçınılmaz olur. Işığından, ısısından, enerjisinden istifade ettiğimiz, sebzelerimizin, meyvelerimizin aşçısı güneş nimeti karşısında, Rabbimizin ihsan ve keremine karşı şükür secdesi yapılmalı.
Emrolunduğumuz vakitlerde, seherlerde, güneş doğmadan önce huzur-u ilâhiye çıkıp, namaz, niyaz ve duada bulunmayı ihmal etmemek ve bütün hayat şartlarını bu göreve odaklamamız gerekir.
Güneş yörüngesinden çıkmadığı gibi, bizim de dünyevi-uhrevi bütün iş, oluş, söz ve fiillerimizle sırat-ı müstakim yörüngesinde feveran edip, ifrat ve tefrite düşmememiz gerekir.
Güneşin cazibesiyle ipsiz, sapsız, bağlantısız dünyayı, ayı, yıldızları etrafında döndürmesinden ilham almalıyız. “Nefsinizi ve ehlinizi ateşten koruyun” (Tahrim, 6) buyruğuyla amel edip, çevremizi İslâm yörüngesinde tutmak için takva, ihlas, gayret, hoşgörü, faydalı ilimlerle bezenmeliyiz.
İki arkadaş kampa giderler. Gece çadırlarında uykuya dalarlar.
Birkaç saat sonra biri uyanır ve arkadaşını dürtükler.
- Yukarıya bak ve ne gördüğünü söyle!
- Milyonlarca yıldız görüyorum.
- Bu sana neyi gösteriyor?
- Astronomik olarak; milyonlarca galaksinin ve dolayısıyla milyarlarca gezegenin varlığını gösteriyor. Yıldızların konumuna bakarak; saatin dört olduğunu çıkarıyorum. Teolojik olarak; Allah’ın bu muazzam kudretini ve kendi acizliğimizi görüyorum. Meteorolojik yönden de; yarın havanın çok güzel olacağını tahmin ediyorum. Peki sen bunu bana neden sordun?
Diğeri bunları dinledikten sonra, arkadaşına serzenişte bulunur:
- Yapma arkadaşım. Baksana! Çadırımızı çalmışlar!
Âyet-i kerimede ‘gökler’ kelimesi cemi, ‘arz’ kelimesi ise müfred olarak geldi. Çünkü her sema, farklı yapıdadır, diğerinin cinsinden değildir. Her bir gök katmanı arasında, 500 yıllık mesafe bulunmaktadır. Her birinde devreden yörüngeler, gezegenler, yıldızlar diğerinden değişiktir. Ama yeryüzü öyle değildir. Tamamı birdir, hepsi topraktandır.
Yedi kat sema, yedi katlı bir bina gibi sadece uzunluğuna, birbirinin üzerine gelmiş şekilde değildir. Yedi kat gök bütün boyutlarıyla birbirini kuşatmış ve her bir kat diğerine göre ölçülemeyecek kadar geniş olan sema demektir. Yani yumurtanın beyazı, sarısını kuşatıp etrafında bir daire oluşturduğu gibi, semalar de birbirini öylece kuşatmıştır.
Bu dünya, (güneş, ay, yıldızlar, gezegenler ve bilmediğimiz diğer ecsam) birinci kat semanın yanında Arabistan çölüne atılan bir yüzük kadar ancak yer tutar. Birinci kat sema ve içindekiler, ikinci kat semanın yanında Arabistan çölüne atılan bir yüzük kadar ancak yer tutar. İkinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci kat semanın her biri diğerinin yanında o nisbette yer kaplar. 7. kat semadan sonra sırasıyla, Alem-i kürsi, Alem-i arş-ı azam (cennet ve cehennem buradadır), Levhi mahfuz, Kalem-i ilâhi, Alem-i emir... gelir.
Bu âlemlerden her bir alt âlem, bir üst âleme nisbetle, hardal tanesi büyüklüğündedir. Bütün bunlar, daire-i vücubun yanında güneşten bir zerre, deryadan bir katredir. Bundan sonra, daire-i vücub başlar. (Alem-i emirden sonrası hakkında bir tabir bulunmadığı için, ‘daire-i vücub’ denmiştir.) Ve öteler…öteler ötesi… daire-i zılâl-i esma ve sıfat-ı ilâhiye… Bütün bunlardan daha geniş olan ilâhi rahmet… Cenâb-ı Hakk’ın zatının, sıfatının, esmasının ve efalinin nurları bahr-ı muhitin etrafına dalgalar halinde her şeyi kuşatmıştır.
Muhkem bir intizamla geceyi getirip gündüzü takip ettirmesi, gündüzü bir koyunun derisini yüzer gibi çıkarıp arkasından geceyi getirmesi, gündüzleri uzatıp geceleri kısaltması ve aksini yapması hep O’nun âyetlerindendir.
˗ اختلاف, birincisi gidip arkasından ikincisi geldiği zaman söylenilen bir kelimedir. Gece ile gündüzün ard arda gelmesi, gidip gelme hususunda birbirlerini izlemeleridir.
˗ Veya ‘اختلاف’ gece ve gündüzün uzayıp kısalması, aydınlık ve karanlık olması, fazlalık ve noksanlaşma hususundaki farklarıdır.
˗ Gece ve gündüz, zaman bakımından uzayıp kısaldığı gibi, yerleri bakımından da farklıdırlar.
Gece ve gündüzün değişmesi, bir yaratıcının olduğunu gösterir:
‣ Gece ve gündüzün değişmesi, güneşin hareketlerine bağlıdır.
‣ Bazen gündüzlerin, bazen de gecelerin uzaması ile ilkbahar, yaz, sonbahar, kış mevsimleri değişir.
‣ Gündüzleri kazanç ve geçimlerini sağlamaları, geceleri de istirahat ve uykuya gitmeleri sebebiyle, insanların hallerinin bir nizam içinde olması da büyük delillerdendir.
‣ Birbirlerine zıt ve ters olmalarına rağmen, gece ile gündüzün, insanların maslahatını meydana getirmede, birbirlerine yardımcı olmaları da büyük âyetlerdendir. Çünkü iki şey arasındaki zıddiyet, bir maslahatı meydana getirmede yardımlaşmalarını değil, birbirini bozmalarını gerektirir.
‣ Gecenin başında insanların uykuya yönelmesi, sûra ilk üflenişte bütün mahlûkatın ölmesine; güneş doğarken bütün canlıların uyanması da, sûra ikinci üflenişte herkesin yeniden diriltilişine benzer. İşte bu da büyük bir âyettir.
‣ Gecenin karanlığının, sabahın yayılan aydınlığı ile yarılıp açılması da büyük âyetlerdendir.
‣ Gece ve gündüzün insanların maslahatına uygun bir biçimde, dengeli bir ölçü içinde ayarlanması da büyük delillerdendir. Kutuplarda, senenin altı ayı gündüz, altı ayı da gece olur. Bu yerlerde ne bir bitki yetişir, ne canlıların yerleşmesine tam elverişli olur.
Gecelerin feyz ve bereketinden yeterince istifade edebilmek için erken yatıp, iki saati dört saat yerine geçen ilk akşamın verimli uykusunu kaçırmamak gerekir. Bu sayede Efendimizin ‘Yatsıyı kılın yatın’ mucizevi tavsiyesine uyma bahtiyarlığını da yaşamış oluruz. Tıp ilmi, asırlar önce haber verilen bu gerçeğin farkına yeni varmıştır. Şöyle ki: İnsan vücudunun faaliyet gücünün en yüksek olduğu zaman, salgılanan kortizon hormonu sebebiyle 10-11 saatleri arasıdır. Vücut faaliyeti bu saatte doruk noktasına çıkar. Öğle saatlerinde azalan vücut faaliyet gücü, 13-14 saatlerinde en düşük seviyeye gelir. Vücut faaliyetinin ikinci en yüksek olduğu zaman, sabahki kadar olmasa da 16-17 saatleri arasındadır. Sabah saatiyle öğleden sonraki bu zaman aralığı, zihin ve beden faaliyetinin gün içinde en yüksek olduğu vakittir. Bu durum, böbrek üstü bezinden salgılanan kortizon hormonunun etkisiyle gerçekleşir.
Vücuttaki glikozun yakılmasını sağlayan, bütün metabolizma üzerinde kontrol edici bir fonksiyonu olan kortizon hormonu, davranışlarda hayati öneme sahiptir. Kortizonlu ilaçlar tıpta romatizma, alerji, karaciğer ve böbrek hastalıklarının yanı sıra zehirlenme gibi yüzlerce olayda kullanılır. Çocukların sağlıklı gelişmesi için gereken büyüme hormonu uyku sırasında salgılanmaktadır. Gece 22.30-23.00 saatlerinde uykuda salgılanan büyüme hormonlarından faydalanmak için, çocukların uyku düzenlerine ve erken yatmalarına çok dikkat edilmesi gerekir. Avrupa ülkelerinde çocukların bu yüzden erken yatmalarına son derece dikkat edilirken, Türkiye’de çocuklar geç saate kadar televizyonda film izlemekte, ya da bilgisayar başında oyun oynamaktadır.
Denizde büyük, ağır, zahmetli gemileri suyun üstünde kolayca yürütmesi, insanların çeşitli ticaret ve sermaye ile, deniz ürünlerinden faydalanmaları da Allah’ın kudret eserlerindendir.
Gözümüzün önünde masmavi denizler, uçsuz bucaksız okyanuslar içinde yaşayan renk renk, türlü türlü balıklar, acayip yaratıklar, bitkiler, inciler, mercanlar, hep o yüce Kudretin akıl almaz eseri. O, her şeyi modelsiz, ham maddesiz, sermayesiz, yardımcısız, yorulmadan, zamana, zemine muhtaç olmadan yaratır. İstediği her şeye ‘Ol’ der, hemen olur.
Denizi hem içindeki nimetlerden istifade edelim, hem havasından, manzarasından faydalanalım diye yaratmış, aynı zamanda üzerinde gemi ve benzeri taşıtları kullanalım diye bize bahş etmiş.
Ta Hz. Nuh’tan bu yana fertler, milletler, deniz yoluyla, ticaret, ihracat, ithalat yapmaktadır. Hz. Nuh’a gemi yapmasını öğrettiği gibi her asrın insanına da ilham yoluyla çeşitli vasıtaları icad ettirerek ihtiyaçlarını kolay yoldan karşılamalarını ihsan buyurmuş. Daha nice binitler halk edeceğini de müjdelemiş. “Hem kendilerine binesiniz, hem de ziynet olsun diye atları, katırları ve merkepleri yarattı. Ve şu anda bilemeyeceğiniz daha nice şeyler yaratacak.” (Nahl, 8)
Gökler meleklerin, denizler semeklerin (balık) zikirhanesi olmaları sebebiyle de insanlara huzur verip gamlarını gidermektedir.
فلك kelimesinin asıl manası ‘dönmek’ tir. Her dönen, deveran eden şeye, felek denir. Gökteki ‘felek,’ içinde yıldızların dönüp durduğu yedi yörüngenin ismidir.
فلك hem müfred hem de cemidir. Bu kelime ile tek bir gemi kastedilirse, kelime müzekker sayılır. Eğer birçok gemi kastediliyorsa, müennes sayılır. (Cemi müzekker salimin dışında kalan bütün cemiler, müennes hükmünde olduğu için burada ‘fülki’ kelimesi müennes kabul edilip ona raci olan ‘elleti’ ve yine kendisine raci olan ‘tecri’ fiili müennes olarak geldi.)
Gemilerin denizde akıp gitmesi de Allah’ın varlığına delildir:
‣ Gemileri insanlar yapsa da, bu gemileri yapma imkânı veren, âletleri, vasıtaları yaratan Allah’dır.
‣ Gemileri hareket ettirmek için rüzgârlar olmasaydı, gemilerden tam fayda sağlanamazdı.
‣ Allahu Teâlâ, âlemin her tarafına farklı özellikler vermiş ve tüm âlemi birbirine muhtaç kılmıştır. Böylece insanlar yaptıkları seferler sırasında her tür tehlikeyi göze alırlar. Aksi halde insanlar bu gemileri yapmazlardı. Gemici taşıdığı şeyden kâr elde eder, malları getirdiği kimse de, bizzat bu mallardan istifade eder.
‣ Allah, rüzgârları göndererek dalgaları harekete geçirip, suyu alt üst ettiği zaman büyük bir dehşet doğar. Denizin bu gücüne rağmen, onu yük taşımak için uygun hale getirmiştir.
‣ Nehirlerin denizlere akması da büyük âyetlerdendir. Mesela Ceyhan ve Seyhan gibi büyük nehirler, küçük olmasına rağmen Aral denizine akarlar. Sonrasında Aral denizi kesinlikle ne fazlalaşır, ne de genişler.
‣ Denizde çok büyük canlılar bulunur. Ancak Cenâb-ı Hakk, gemileri bu hayvanlardan kurtarıp sahile ulaştırır.
‣ Denizlerde çok ilginç durumlar vardır; “O birbirine komşu olmak üzere, iki denizi salıvermiştir; aralarında bir perde olup, birbirlerinin sınırını aşmazlar” (Rahman, 19-20); “Şu deniz tatlıdır, susuzluğu keser, içimi kolaydır, şu ise çok tuzludur, acıdır” (Fatır, 12) âyetlerinde geçtiği gibi.
Cenâb-ı Hakk, kendi kudretiyle bunların birbirine karışmasını önlemiştir. Bütün bunlar onları koruyan, düzenleyen bir takdir edicinin var olduğunu gösterir.
بما ينفع الناس ifadesi gemiye binmenin, gemiyle kazanç sağlamanın, ticaret yapmanın ve güzel şeylerden faydalanmanın mubah olduğuna delâlet eder. Yani o gemiler insanlara fayda verecek olan eşyalar ile beraber akarlar, demektir.
Beldelerin ve kulların hayatı olan yağmurun bulutlardan inmesinde nice âyetler vardır:
1- Bu cisimleri ve bu cisimlerde bulunan yoğunluk, nem ve tatlılık sıfatlarını yaratmaya, Allah’tan başka hiç kimsenin gücü yetmez.
2- Allahu Teâlâ, suyu insan hayatının ve rızkının sebebi kılmıştır.
3- Büyük vadileri dolduracak çok su bulunan bulutlar, gökte muallâkta durur. Bu ise en büyük âyetlerdendir.
4- Bulutlardan, bu suların, mahlûkatın ihtiyacı esnasında, insanlar dua ettiği zaman, menfaatlarına uygun miktarda yağması da büyük âyetlerdendir.
İnsanın üst tarafında olan her şeye sema denir. Burada da sema ile murad bulut olabilir. Zira yağmur suları denizden ve yeryüzünden sema cihetine giden buharın birikmesiyle hasıl olan bulutlardan yağar.
Yahut sema ile murat; hakiki semadır. Çünkü Allahu Teâlâ yağmuru önce semada yaratıp ardından buluta ve bulut vasıtasıyla yeryüzüne inzal eder. (Kevn-i sabık alakası)
Buradaki hayat birkaç yöndendir:
‣ Allahu Teâlâ gökten indirdiği bu suyla ekinleri, ağaçları, kupkuru meyvesiz, hububatsız kaldıktan sonra ihya eder. Eğer bu hayat olmasa, yeryüzünde hiçbir canlı yaşayamaz.
‣ Allahu Teâlâ her şeyi ihtiyaç olduğu kadarıyla bitirmektedir.
‣ Bu bitkilerde sayılamayacak çeşitlilikte renk, tad, koku ve elbiseler için elverişli kısımlar bulunur.
‣ Her bitki kendine ait zamanda biter.
‣ Bitkiler sayesinde yeryüzü güzelleşir, manzarası hoş olur ve göz alıcı bir hal alır. Bu da bir hayat ifadesidir.
‣ Bütün bu şeylere de, Allah’tan başka hiç kimse kadir olamaz.
Cenâb-ı Hakk’ın, ölümünden sonra yeryüzünü diriltmekle nitelemiş olması, bir mecazdır. Çünkü hayat ancak, idrâk eden varlıklar için söz konusudur. Ölüm de böyledir; ne var ki cisim diri olunca, kendisinde bir güzellik, göz alıcılık, dirilme ve gelişme gözlenir. İşte bu şeylerin bulunmasına ‘hayat’ ismi verilmiştir.
Alemdeki düzen
Bitkiler de birbirlerine sempati ve antipati duyarlar.
Şekil benzerliği olan bitkiler, birbirlerine yardım ederler, iyi gelişirler.
Farklı bitkiler ise birbirine zarar verir. Asma ile zeytin ağacı; mersin ile
nar; incir ile ceviz birbirlerine sempati duyan bitkilerdir. Kabak ve elma
ağacı arasında ise antipati vardır.
Vasıfları, renkleri, şekilleri, hacimleri muhtelif olan envai çeşit canlıları yeryüzünde kendilerine uygun mekanlara ayırıp yaymasında Allahu Teâlâ’nın birliğine deliller vardır.
Bu cümle ‘Onunla yeryüzünü yaratmasında’ cümlesine atfedilmiştir. Çünkü canlıların yeryüzünde yaratılıp dağılması, dünyanın yağmurla hayata kavuşmasından sonradır. Bütün canlılar suya muhtaçtır.
‘بَثَّ / besse’ fiili, aslında sır gibi gizli bir şeyin yayılması demektir. Sonra (bu âyette olduğu gibi) mecazen gizlendikten, gömüldükten sonra yayılıp dağılan şeyler için kullanılmıştır.
‘Onunla yeryüzüne hayat vermesinde ve üretip yaymasında’ cümleleri, tabiat tarihi ilmini topluca ifade etmiştir. Çünkü bu cümleler üç doğuşu; madenler, bitkiler ve hayvanların ilk başlangıcını bildirir. Âyetin diğer bölümleri de, coğrafya, tabiat, astronomi ve meteoroloji ilimlerine işaret eder.
Birisi, Hz. Ömer’in yanında, ‘Ben, satranç oyununa şaşıyorum. Satranç tablası bir kare şeklindedir. Şayet insan milyon kere satranç oynasa, aynı oyunu ikinci kere tekrarlayamaz’ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer şu cevabı verdi: ‘Bu hususta ondan daha ilginç olanı vardır. Yüzün alanı, bir karışlık bir yerdir. Kaşlar, gözler, burun ve ağız gibi, yüzde bulunan uzuvların yerleri de hiç değişmez. Buna karşılık sen, doğuda ve batıda birbirine benzeyen iki kimse göremezsin. Bu küçücük tablada bu yaratışları meydana getiren hikmet ve kudret ne büyüktür!’
Canlı bedenlerindeki çeşitli haller ve terkiblerindeki harikulade durumlar Allah’ın varlığına delildir. Hz. Ali (r.a) ‘Bir yağ parçası ile insanı gördüren, bir kemik parçası ile işittiren ve bir et parçası ile onu konuşturan (Allah) ne yücedir!’ buyurmuştur.
Yeni doğan bir bebeğin, ağzına ve burnuna nefesini kesecek bir bez kapatsan, bebek derhal ölür. Buna karşılık o, nefes almadan, daracık ana rahminde uzun bir müddet kalmış ve ölmemiştir. Bebek annesinden doğduğunda varlıkların en zayıfı ve anlayıştan en uzak olanıdır. Su ile ateşi, sıkıntı ile lezzeti, annesi ile başkalarını ayırt edemez. İnsan, dünyaya yeni geldiğinde canlıların en cahil ve bilgisizi iken, kemâle erdikten sonra da, kadir ve hakim bir yaratıcının varlığını bilsin diye, akıl ve idrak bakımından canlıların en mükemmeli olur.
İnsanların lisanlarının, huy ve mizaçlarının farklı farklı oluşu da, Yaratıcının varlığına en kuvvetli delillerden biridir.
Reenkarnasyonun tesirinde olan biri, Mehmed Salah’a, inat ve ısrarla
‘bir canlının ruhunun bir başka canlıya geçtiği’ tezini öne sürüyordu.
Yazar dayanamadı ve dedi ki:
– Eğer reenkarnasyon (tenâsüh) doğru olsaydı, sanırım sizde yüzyıllarca evvel
yaşamış, bir değil hem de iki canlının; bir katırla bir serçenin ruhu olduğunu
kabul edebilirdim. Çünkü inatçılığınızla katıra, aklınızla da kuşa benziyorsunuz.
Debb ve debib hafif yürüme ve debelenme demektir. Çoğunlukla haşereler için kullanılır. İçkinin bedene yayılması ve bir çürüklüğün etrafına sirayeti gibi hareketi gözle görülmeyen şeyler içinde kullanılır. ‘Dabbe’ de debelenen, hareket eden demektir. Otomobil, bisiklet vb. şeylere lügata göre dabbe denebilirse de ıstılahta daha çok hayvanlar için kullanılır.
Parmak ucu derisindeki göz ile görülebilen çıkıntılar tarafından meydana gelen şekillere verilen addır. Dış deriye ait bu çıkıntılara papila veya hat adı verilir. Derin kesik ve yaralar olmadığı sürece parmak izlerindeki hatlar, insan hayatı boyunca değişmezler. İki farklı insanın aynı parmak izine sahip olma ihtimali altmış dört milyarda birdir. Parmak ucu derisinin dokunulan yüzeylerde iz kalmasını sağlayan ter sürekli nemli halde bulunur ve dokunulan sert yüzeylerde iz bırakır. Parmak izleri adli olayların aydınlatılması ve suçluların ortaya çıkarılmasında önemli bir delil olarak uzun yıllardan beri kullanılmaktadır. İlk defa bir cinayetin aydınlatılması 1884’de İngiltere’de olmuştur.
Yani rüzgarın esintisini değiştirmesinde, rüzgarı ileri geri, kuzeyden güneyden estirmesinde, rüzgarın sıcak ve soğuk olmasında, kimi zaman kasırga, kimi zaman meltem şeklinde esmesinde, bazen yakıp kavuran, kısır bırakıcı, bazen de (bitki tohumlarını getirip) aşılayıcı olmasında, bazen rahmet, bazen azap getirmesinde, Allah’ın rüzgarları dilediği şekilde estirmesinde büyük ibretler vardır.
Rüzgârlar incelik ve letafetiyle evirip çevrilmeyi kabul edecek yapıdadır, insanlara, hayvanlara ve bitkilere büyük faydalar sağlar.
Rüzgar bir an kesilse canlının ölümüne sebebiyet verecek olan, nefesin hammaddesidir. En fazla ihtiyaç duyulan nimettir, fakat en fazla miktarda ve en kolay bulunacak durumda yaratılmıştır.
Havadan sonra su gelir. Çünkü suya da şiddetle ihtiyaç duyulduğu halde, onu elde etmek de kolaydır. Fakat havayı elde etmek; bulmak daha kolaydır. Çünkü havanın aksine, suyu bir yerde tutmak gerekir.
Sudan sonra, yiyecek ihtiyacı gelir. Fakat yiyecek ihtiyacı, su ihtiyacından azdır. Buna karşılık yiyeceği elde etmek, suyu elde etmekten zordur.
Yiyecekten sonra, az bulunan bazı ilaçları ve karışımları elde etme ihtiyacı gelir. Bunlardan sonra, yine son derece az ve nâdir bulunan yakut ve benzeri kıymetli taşlar gibi muhtelif madenlere ihtiyaç gelir. Kısaca en fazla ihtiyaç duyulan şeyi bulmak en kolay; en az ihtiyaç duyulan şeyi bulmak ise en zor şeydir. Bu Allah’ın kullarına bir rahmetidir.
‣ Allah’ın en büyük ordusu rüzgar ile sudur. Rüzgara ‘riyah’ diye isim verilmesinin sebebi ise nefisleri rahatlatıp dinlendirmesindendir. İbni Abbas
‣ Eğer rüzgar ve sinekler olmasaydı, dünya kokuşurdu. Veki el-cerrah
‣ Esen her rüzgar, ya bir hastaya şifa veya bir sağlama hastalık taşır. Bir rüzgâr estiğinde, Efendimiz ﷺ ‘Allah’ım, bunu riyâh (faydalı rüzgârlar) kıl, rîh (zararlı rüzgâr) kılma’ buyurmuştur. Rahmet söz konusu olduğunda, cemî getirilir. “Onun âyetlerinden birisi de, müjdeciler olmak üzere rüzgârlar (riyah) göndermesidir.” (Rum, 46) Müfred geldiğinde ise azaptan bahsedilir: “Âd kavminde de ibretler vardır. Hani biz onların üzerine kısır rüzgâr (rîhal akîm) salıvermiştik” (Zariyat, 41)
Bu bulutlara çok miktarda suyu yükleyip, yeryüzüne katre katre sevk etmesi Allah’ın kudretini gösteren bir başka delildir. Ka’bu’l Ahbâr der ki: Bulutlar, yağmurun kovasıdır. Eğer bulut olmasa, yağmur fesad olur, yeryüzüne inmezdi.
Bulut, havada sürüklenmesinden dolayı سَحَاب diye adlandırılmıştır. Bulutlar sanki çekiliyorlarmış gibi süratlice hareket ederler.
‘Teshîr’in manası, zelil kılıp, emre âmâde hale getirmektir. Bulut, birkaç bakımdan ‘musahhar’dır:
‣ Suyun karakteri; aşağı inecek ağırlıktadır. Onun hava boşluğunda durması, tabiatına uymayan bir durumdur. Onu buna mecbur eden birisinin bulunması gerekir. Bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hakk onu, ‘musahhar’ diye adlandırmıştır.
‣ Bulut, devamlı aynı yerde kalsa, güneşin ışıklarını örter, yağmuru ve nemi arttırır, büyük zararı olurdu. Hiç bulut olmayıp da yağmur yağmasa, kıtlık olur, bitki ve ekinler bitmezdi. Faydalı olan onu belli bir ölçüde tutmaktır. Allah ﷻ onu ihtiyaç anında getirip ihtiyaç kalmayınca götürdüğü için, Allah’ın emrine amade kılınmış gibidir.
‣ Bulut, belli bir yerde durmaz. Allahu Teâlâ, rüzgârları hareket ettirerek, bulutu dilediği yere sevk eder ki, işte bu da emre âmâde kılmaktır.
Allah’ın ﷻ kahir kudretine, geniş rahmetine, büyük hikmetine, ibret alan akıl, idrak eden göz ve bu Hâkim-Kadir Allah’ın ﷻ sanatlarını idrak edenler için muazzam deliller ve burhanlar vardır.
لآياَتٍ sözü cemî olan bir lafızdır. Nekre gelmesi, tefhim, azamet içindir. Yani, Allah’ın kahr ve kudretine delalet eden bir çok büyük âyetler ve mucizeler, apaçık hikmetler ve geniş rahmetler vardır.
Nimetler iki kısımdır: Dinî nimetler ve dünyevî nimetler. Cenâb-ı Hakk’ın âyette saydıkları, zahiren dünyevi nimetlerdir. Fakat akıllı kimse bunlar üzerinde düşünüp, bir yaratıcının olduğuna istidlal ettiğinde, bunlar aynı zamanda dinî nimet olur. Ne var ki bunlar dünyevî oldukları için, onlardan istifade ancak hisler ve mîzaç sağlam, sıhhatli olduğunda tam olur. Bunların dinî nimet olmalarından istifade de ancak akıllar sağlam, basiretler açık olduğunda tam olur. İşte bundan dolayı Allahu Teâlâ ‘ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ’ demiştir.
Bu âyetler, çok sağlam ve yerli yerinde meydana gelmeleri bakımından, Yaratıcının ilmine; herhangi bir vakitte meydana getirilmeleri itibariyle, o Yaratıcının iradesine, herhangi bir bozukluk bulunmadan, tam bir nizam ve ölçü içerisinde bulunmaları bakımından da Yaratıcının birliğine delâlet eder. “Şayet gökler ve yerlerde, Allah’tan başka ilâhlar olsaydı gökler ve yerler bozulurdu.” (Enbiya, 22)
‘Akleden kavim’ yani onun hakkında tefekkür ederler, kalp ve akıl gözleriyle bakar ve ibret alırlar, demektir. Burada müşriklerin bilgisiz ve cahil olduklarına da bir tariz vardır. Çünkü müşrikler “Hepinizin ilâhı bir olan ilâhtır; (ondan) başka ilâh yok, ancak O (vardır)” âyetinin doğruluğunu tasdik edecek bir mucize, delil istemişlerdi. İşte bu âyet-i kerime, müşriklerin akılsızlıklarını ortaya koyup tescil ediyor. Eğer akıllarını kullansalardı bu sıralanan âyetlerin sadece biri, onların iman etmelerine sebep olurdu.
‘لِقوْمٍ’ şeklinde tahsis ifade eden lam harf-i ceriyle gelmesi, şunu bildirir: Allahın âyetlerine mazhar olan eşya değil, onu akleden ve düşünen insan üstündür. Eşyanın, Allah’ın ﷻ âyetlerini göstermeye mazhar olmasının onlara hiçbir faydası yoktur. Eşyanın yaratılışındaki hikmet, onlara bir fayda ve kutsiyet vermez. Bunların faydası, sadece ve sadece insanlaradır. Çünkü yalnızca insanlar, Allah’ın ﷻ âyetlerini akıl eden ve düşünen şerefli varlıklardır.
Bu âlem ve içindekiler, yaratılış bakımından insana tabidir. Alemdeki âyetleri gören ve bilen insandır. İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın mârifetine mazhar olma şerefine ermiştir. Eğer insan olmasaydı, âlemler ve içindekiler yaratılmazdı. Bunun için, Allahu Teâlâ, Efendimize ﷺ ‘Habibim! Eğer sen olmasaydın bu kainatı yaratmazdım’ buyurdu.
Var olan şey ya kadîmdir, ya da muhdestir. Kadîm olan, Allah’tır. Muhdes olan ise, O’nun dışındaki her şeydir. Her muhdeste yaratıcının varlığına bir delil olunca, Cenâb-ı Hakk’ın dışında kalan her şey, O’nun varlığına bir şâhid, birliğinin ikrârcısı ve lisân-ı hâl ile O’nun ulûhiyetinin bir itirafçısı olur.
Masnuatın her zerresi Vacip Teâlâ’nın vücuduna delalet eder. Ancak âyette beyan olunan deliller hem delil hem de insanlara nimet olduğundan bunlar zikrolunmuştur. Çünkü getirilen delillerin hem maksada hem de o delille istidlal edecek kimselere nimet olması kalplerde daha ziyade tesir eder. Şereflerine işaret için bunlar zikredilmiştir. Ayrıca, insanların kavrayışları, anlayışları farklıdır. Deliller çeşitli olunca, her sınıf kendi anlayışına göre istifade eder.
Bu âyet, duyu organlarını, duyguları, gözü, kalbi, şu kainatın acayipliklerine, şaşırtıcı niteliklerine açmaktadır. Uzun süre bu acayipliklerle bir arada oluşumuz, bize ülfet ve kanıksama duygusu getirmiştir. Okuduğumuz bu âyet, evreni ilk kez görüyormuş gibi açık bir göz, keskin duyu organları ve diri bir kalp ile gözlemeye çağırıyor. Bu ardarda sıralanan tablolarda nice şaşırtıcı orijinallikler vardır. Gözler bunları ilk gördüklerinde kim bilir nasıl açılmış, kalpler bunları ilk fark ettiğinde kim bilir nasıl heyecandan titremiş, sonra zamanla edinilen kanıksama duygusu ve alışkanlık, ilk sürpriz sarsıntısını, ilk bakışın zevkini alıp götürmüştür.
Şu gökler ile yer... Şu korkunç mesafeler, şu iri gezegenler, büyüleyici ufuklar ve meçhul âlemler. Uzay denen şu baş döndürücü boşluk içinde bu gezegenlerin hareketleri ve dönüşlerindeki duyarlı uyum... Bunların uzaklıkları, hacimleri hakkında hiçbir şey bilinmese bile ne müthiş!
Gece ile gündüzün yer değiştirmesi, aydınlığın ve karanlığın birbirini izlemesi, tan yeri ağarması ve güneşin batışı... Bunlar, nice duyguları sarsmış ve nice zaman en acayip şeyler olarak algılanmıştır. Fakat tekrar tekrar yaşandıkça insan ilk heyecanını ve coşkusunu yitirmiştir; mü’min kalp hariç... O bunlarla her an, yüce Allah’ın gücünü hatırlar, her defasında onları yeni bir yaratılış cilvesi görmenin coşkusu ile karşılar.
Bu sayılanların tümü öyle çarpıcı tablolardır ki, eğer insan onları, Kur’ân’ın telkin ettiği gibi, açık bir göz ve bilinçli bir kalple yeniden düşünse, göreceği kudret ve rahmet karşısında vücudu zangır zangır titrer.
Suyun cömertliği ile kucaklaşan yerden, toprak parçasından fışkıran şu hayat; şu mahiyeti meçhul, fark edilmez biçimde kımıldayıp bir süre sonra güçlü varlığını açıkça belirtici bir eda ile ortaya çıkan, lâtif cevherli hayat... Bu hayat nereden geldi? O, tanenin içinde ve çekirdekte saklı idi. Fakat taneye ve çekirdeğe nereden geldi?
Ârifler âriflerin bakışından anlarmış,
Şifâlı olan suyu akışından anlarmış.
Dünyanın her yerinde hüner sergilerinde
Nakkaş olan, nakkaşın nakışından anlarmış!
Bu âyette güneşin, yeryüzünün, yıldızların, seyyarelerin ve diğer gök cisimlerinin ilmine (astronomi ve jeolojiye) işaret vardır.
Bu âyet, akaidi diniye erbabının şerefine de işarettir. Çünkü usul-ü itikadiyyede delillere nazar vâciptir. Taklit muteber değildir. Cenâb-ı Hakk bu âyette kullarına delillere nazar etmelerini talim buyurmuştur.
Efendimiz ﷺ şöyle buyurdu: ‘Bu âyet-i kerimeyi okuyup ondan ibret almayana yazıklar olsun.’
Bir kimse semanın yıldızlarına bakar, onların acayip durumlarını seyreder ve: “Ey Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin azabından koru.” (Âl-i İmran, 191) âyetini okursa, semanın yıldızları sayısınca ona sevap yazılır. Kim ibret almadan dünyaya bakarsa, bu gafletinin miktarınca kalbinin nuru (basireti) gider.
Âyetin ‘Sizin ilâhınız bir ilâhtır’ âyetinden sonra gelmesi çok münasiptir. Çünkü Mekke müşrikleri putlara tapıyor, Allah’ın ﷻ birliğine inanmıyorlardı. Nakli delile inanmayan, kanaat etmeyen bu güruha hiçbir nazardan kaçmayan açık deliller getirildi ki teslimiyet göstersinler.
Sonsuz kendisini sonluda gösterir; Yaratıcıyı bulmak istiyorsak, O’nu sanatında aramalıyız.
Allah size memleketler ve denizler arasında kılavuz olarak yıldızları verdi. Tâ ki, gözleriniz daima göklere çevrilmiş olsun diye...
Yıldızlar her gece değil, bin yılda bir gece görünüyor olsalardı, insanlar nasıl da hayret ve hayranlıkla bakacaklardı!
‘Siz, O’nun birliğinden, kudretinden, rahmetinden şüphe edip, mucize mi istiyorsunuz? Şu üstünüzdeki her tarafı kuşatmış uçsuz bucaksız uzaklık içinde, sayısız gök cisimleri ve aralarındaki uzun mesafe, bu mesafeyi dolduran hava boşluğu ve ışık gibi görülen veya görülmeyen nice cisimler vardır. Bunların inceliklerine, fezayı dolduran esir maddesinin niteliğine, her cismin yürüyüş ve hareketleriyle çizdikleri tabaka tabaka yörüngelere, hareketlerindeki ağırlık merkezine, toplu nizamlarıyla yer yer teşkil ettikleri sistemlere, burçlara bir bakın.
Şu göklere ve o cisimlerden biri olup, denizleriyle, karalarıyla, dağlarıyla, dereleriyle, ovalarıyla, çölleriyle, pınarlarıyla, ırmaklarıyla, madenleriyle, bitkileriyle, ormanlarıyla, mesire yerleriyle bütün o göklere direksiz, kuşaksız bağlılığı ve ilgisiyle ayağımızın altında yuvarlanan şu yer küreye bir bakın.
‘İşte bu gökleri ve yeri yaratmada, nizamında, gece ile gündüzün birbiri ardı sıra gelmesinde, bu geliş ve takip ile ortaya çıkan yer konumunda, zaman sırrında ve bir tek yerde zıtların bir araya gelmesinde, denizde akıp giden ve gök cisimlerinin semada akışlarını andıran gemilerin akışında, denizlerin yaratılış sırrında, hareket ve durma kanunlarında, Allah’ın yukarıdan indirdiği suda, kuru toprağa ölümünden sonra su ile tekrar hayat vermesinde, yeryüzünde akıl sahibi olanlara varıncaya kadar her türlü hayvanları sınıf sınıf, cins cins, çeşit çeşit ayırıp tasnif ederek yaymasında, rüzgarları bir taraftan bir tarafa evirip çevirmesinde, gökle yer arasında emre boyun eğmiş olan bulutlarda hiç şüphesiz birçok âyetler, sizin istediğinizden daha büyük mucizeler vardır. Vardır ama... aklını kullanacak bir toplum için. Yani akıllı olan ve aklından istifade edenler için. Bundan dolayı akıl da bu mucizelerden biri ve belki de en büyüğüdür.’ (Elmalı)
Tevhidin rütbeleri; tevhidü’z-zat, tevhidü’s-sıfat ve tevhidü’l-ef’al olmak üzere üç kısımdır. Bakara 163 ve 164. âyetleri tevhidin bu üç boyutunu dile getirmektedir.
Bir kitabullahı azamdır sera ser kainat,
Sanîi’ini gösteren muazzam sanat.
‘Âyet’ kelimesi, açık alâmetler, kesin deliller, karşısında ciddi olarak hiçbir söz söyleme ihtimali bulunmayan apaçık mucize demektir. Kur’ân’ın âyetlerine ‘âyet’ denmesi de bu mana ile ilgilidir.
Allahu Teâlâ’nın iki çeşit âyeti vardır:
1- İcad ve yaratılış kitabındaki fiilî âyetler,
2- İndirdiği kitaptaki sözlü âyetler.
Bunların ikisi de Allah’ın zatına, sıfatlarına, hüküm ve iradelerine delalet ettiklerinden dolayı ‘âyet’ ismini almışlardır.
Bu iki çeşit âyetin, biri diğerinin açıklaması ve tefsiridir. Mârifet; yaratılış kitabının fiilî âyetlerinden Hakk Teâlâ’nın zat ve sıfatlarını okuyup, anlamak, sonra O’nun kanunlarına uyarak, ‘Râdıye’ ve ‘Merdıyye’ makamlarını elde etmekle ‘bekâbillah’a ulaşmaktır.
İşte Kur’ân’ın bu âyeti, birçok fiilî âyetleri göstererek bu kâinat devletinin sınırsız ve sonsuz değişikliğini icad edip düzene koyanın, her şeyi yönetenin yüce yaratıcı olduğunu anlatır.
Bu âyet, birçok açık delili, gayet veciz, basit, açık bir şekilde bir araya toplamıştır. Bunda açık ve kapalı olarak nice ilimler, fenler vardır. Bunu en değersiz, en basit bir akıl bile duyar ve en yüksek akıllar, bunda ebedî bir tetkik ve müşahede gayesi bulur.
Beynimiz çok büyük bir alana sahip olan ve henüz keşfedilmemiş kıtalar gibidir. Onun hakkında bildiklerimiz geniş kıtaların sahilleri kadardır. Bütün acıları beynimiz sayesinde duyduğumuz halde beynimiz kesilse dahi, acı duymamamız bizi derin düşüncelere sevk etmektedir.
Beyinde bir trilyon dolayında sinir bulunur. Yüz milyar beyin hücresi ile bunlar arasındaki yüz trilyon olduğu tahmin edilen bağlantıların hepsini birden kodlamanın yani yapılarını tespit etmenin çok daha uzun yıllar devam edeceği anlaşılıyor.
Beyinde ortaya çıkarılan bazı merkezler şunlardır:
– Lisan ve hareket idare merkezi
– İşitme merkezi
– Beynin sağ ve sol taraflarının idaresini yapan merkez
– Duyu merkezi
– Hatırlatma merkezi
– Koordinasyon merkezi
– Şuur dışı solunumu idare merkezi
– Bütün kas liflerini kontrol eden kas merkezi
– Göze çarpan her şeyi idare eden merkez
– Mantık merkezi
Akıl; kalb ve ruhun madeninde, beynin ışığında bulunan manevi bir nurdur ki insan bununla, duyu organlarıyla hissedilemeyen şeyleri anlar. Akıl yürütmek; sebeplerle sebeplerin meydana getirdiği şeylerle, eser ile eseri meydana getiren şeyler arasındaki ilgiyi, yani ‘illiyet kanunu’ dediğimiz sebebi neticeye bağlayan kanunu idrak ederek eserden müessire, müessirden esere yahut da bir müessirin iki eserinin birinden diğerine intikal etmektir.
Mesela, hissedilen bir hışıltıdan görülüp hissedilmeyen bir hayvanın anlaşılması gibi. Yahut da hissedilen bir müessirden hissedilmeyen eseri anlaşılır. Mesela görülen bir bal arısından, görülüp hissedilmeyen bal idrak edilir. Yahut hissedilen bir eserden, ilgili olduğu diğer bir eser anlaşılır. Mesela görülmeyen bir arının vızıltısından, henüz görülüp hissedilmeyen balı keşfedilip, bilinir.
Aklın bu yollarda iki çeşit yürüyüşü vardır:
1- Ağır, derece derece, inceden inceye düşünme seyri; ‘fikir’.
2- Bir anda, bir hamlede arzuya ulaşıverecek derecede hızlı olan ani seyir, ‘hads; tahmin, zan.’ Hads de iki kısımdır:
a) Uzun sürede meydana gelen tahsil, tecrübe ve alıştırmadan elde edilen alışkanlıktır, çalışmakla kazanılır. Buna ‘akl-ı mesmu / işitilmiş akıl’ da denir.
b) Doğrudan doğruya yaratılışta yerleşmiş ve sırf Allah vergisi olan bir melekedir, buna da kudsî kuvvet, makbul veya tabiî akıl denir. Gayretle, çalışmayla elde edilmez.
Herkesin bu çeşit hads; tahmin ve akıldan az çok bir nasibi vardır. Bu olmayınca öbür akl-ı mesmu’un hiç hükmü olmaz. Bunun mertebeleri, basit bir zekadan peygamberlerin akıllarının mertebelerine kadar gider.
En yüksek mertebesine ‘akl-ı evvel / ilk akıl’ denir. Başlangıçtan sonucu, sonuçtan başlangıcı; önceden sonrayı, sonradan önceyi tam bir bilgi ile gören bu ilk akıl, Allah’ın kelâmı ve Hz. Muhammed’in nurudur. Nitekim hadis-i şerifte ‘Allah’ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur, Allah’ın yarattığı şeylerin ilki kalemdir, Allah’ın yarattığı şeylerin ilki akıldır’ buyurulmuştur.
Akıllar için yol birdir. Tam anlamıyla hakka ulaşmak (Allah’ın lütfu ve kaderi nisbetinde) uzun tecrübeyle, çalışmaya bağlı olduğundan, Cenâb-ı Hakk Kur’ân’da ‘Düşünüp, aklını kullanan bir kavim için elbette âyetler, deliller vardır’ buyurmuştur. Bu da bize akıl olmayınca doğrudan doğruya hislerde tesirini icra edecek mucizelerin yeterli faydayı sağlayamayacağını anlatır.
Kur’ân bu gibi âyetlerinde insanları, anlayıp, delil bulmak için mucizelerden çok, tamamen akılla anlaşılabilecek hususlara sevk etmektedir. Bunun için Kur’ân, mucizelerin en büyüğüdür. Fakat bundan, peygamberlerin mucizelerinin mümkün olmadığı ve Hz. Muhammed ﷺ Efendimiz’in maddî mucizeler göstermediği, gösteremeyeceği gibi bir anlam çıkarmak da doğru değildir.
Bu âyette özetlenen icad harikalarını yaratan kudret düşünüldüğü zaman, Safâ tepesinin altına dönüştürülmesinin, bu kudrete göre hiçbir önem taşımayacağı kolaylıkla anlaşılır. Göklerin ve yerin yaratılması ve bunların eşsiz idaresi gibi mucizelerin anlaşılmasından elde edilecek faydaların yanında Safâ’nın altına dönüştürülmesi gibi geçici bir olayı istemek çok küçük bir faydadır. Bu nedenle Allah’tan ve peygamberden daha büyük, ayatî, kutsal, genel ve ebedî şeyler istemek gerekir.
Eğer insan kanıksamışlığı ve umursamazlığı atarak bu evrensel tablolara sürekli yenilenen bir anlayış, araştırıcı bir göz ve iman ile aydınlanmış bir kalple yaklaşabilse; kainatta, oraya başka bir âlemden yeni inmiş bir uzay adamı merakı ile gezinse, her parıltı gözüne ilişir, her ses kulağına gelir, her hareket dikkatini çeker ve sürekli biçimde gözlerin, kalplerin ve duyguların önünde akıp duran bu acayiplikler, bu olağanüstülükler benliğini titretir.
İşte iman budur. İman; dışa açılmadır, keskin duyarlılıktır. İman; güzeli, uyumu ve mükemmelliği takdir etmedir. İman; kainatı yenilenmiş bir bakışla görmek, güzelliği taze bir idrak ile algılamak ve geceler-gündüzler boyunca yüce Allah’ın yaratıcılık sanatı ile düzenlenmiş bir şenliğin içinde yaşamaktır.
Tefekküre Fırsat Yok
Bir akşam vakti, küçük kasabanın yangın alarmı çılgınca çalmaya başlamıştı.
Herkes, acaba neresi yanıyor diye kendini sokağa attı. Evleri tamamen ahşap
olan böyle kasabalarda, herhangi bir evde çıkan bir yangın, tüm kasabayı ayağa
kaldırıyordu. Ne var ki meydana toplanan halk, kısa sürede herhangi bir yerde
yangın olmadığını anlayacaktı. Yangın kulesindeki adam, bütün kasaba tarafından
tanınan ve sevilen biriydi. Ona, ortada yangın yokken neden böyle bir şey yaptığını
sorduklarında şu cevabı verdi:
‘Bugün gökyüzünde hârikulâde gün batımı manzarasını gördüm ve derin bir mutluluk
duydum. İstedim ki sevgili dostlarım da bir kerecik olsun lüzumlu-lüzumsuz işlerini
bırakıp şu gün batımı manzarasını seyretsinler. Alarmı çalıp sizi buraya toplamam bu yüzden!
‣ Şayet hak, taklid, atalara ve örfe göre uymakla bilinebilseydi, bunlarla istidlal etmek doğru olmazdı.
‣ Şayet bilgiler, zaruri olarak bilinse ve ilhamlarla elde edilmiş olsaydı, âyette sayılan şeyler delil diye nitelendirilmezdi. Çünkü kesin olarak bilinen şey için, delile ihtiyaç duyulmaz.
‣ Diğer cisim ve arazlar, her ne kadar bir yaratıcının varlığına delâlet ediyorlarsa da, Cenâb-ı Hakk özellikle âyetteki bu sekiz şeyi zikretmiştir. Çünkü bunlar, en bol biçimde delil ve nimet olma hususiyetini kendilerinde toplamışlardır. Bir delil bu özellikte olunca, kalplerde daha tesirli ve kuvvetli olur.
Canlılara bakarken Kur’ân âyetine bakar gibi bakmalıdır. Nasıl ki Kur’ân âyetleri tefsir edilmeye çalışılır, tabiat âyetlerine bakarken de ‘Yâ Rabbi bunu. acaba hangi hikmete binâen, insanın hangi derdine deva olsun diye, ne için yarattın?’ şeklinde araştırılmalı, ibretle bakılmalıdır. Bunlar çünkü Allah’ın âyetleridir. Ama kime göre? Aklı olan toplumlar için Allah’ın âyetleridir bunlar.
Alimlerimiz Kur’ân âyetlerini tefsirle meşgulken, tabiat âyetlerini de keşfetmekle meşgullerdi. Onların ardından gelen nesiller ise Kur’ân’ı kapatınca tabiata ibret almaktan gözlerini kapattı.
Güçlü beyin
Beynimizden daha iyi yararlanmanın yollarını gösteren bir araştırma, şu sonuçları aktarıyor:
1- Günde 1 dakika bile beyin jimnastiği yapınca zihin gücü artar.
2- Zengin demir ihtiva eden gıdalar, IQ’yu yükseltir.
3- Kahvaltıda tahıl türü yiyecekler veya yumurta, peynir yiyenlerin zekası, hiç kahvaltı yapmayanlara göre daha iyi çalışır.
4- Yemeklerde sevdiği şeyleri yiyen öğrenciler, imtihanlarda daha yüksek başarı kazanır.
5- Çilek ve yaban mersininde zengin antioksidan bulunduğu için en büyük beyin gıdasıdır. Çilek dondurulmuş haliyle de faydalıdır.
6- Patates, portakal, elma, brokoli ve turpta bulunan bir enzim, hafıza için çok yararlıdır.
Hz. Peygamber ﷺ Medine’ye geldiğinde, إِلَٰهُكُمْ إِلَٰهٌ وَاحِدٌ âyeti nazil olunca, 360 tane puta tapan Kureyşliler bunu yadırgadılar, ‘Bütün insanlara tek bir ilâh nasıl yetiyor?’ dediler. Cenâb-ı Allah da bu âyet-i kerimeyi indirdi.
Kureyşliler yahudilere ‘Hz. Mûsâ’nın size getirdiği âyetlerden bize bahsedin’ dediler. Yahudiler de onlara, Hz. Mûsâ’nın (a.s) asâ ve yed-i beyzâ (Beyaz, parlayan el) mucizelerini anlattılar. Kureyşliler, hristiyanlara da Hz. İsâ’nın (a.s) mucizelerini sordular. Onlar da, Hz. İsâ’nın (a.s) anadan doğma körleri, alaca hastalığını iyileştirmesi ve ölüleri diriltme mucizelerini anlattılar.
Bunun üzerine Kureyşliler, Hz. Peygambere ﷺ, ‘Allah’a Safâ tepesini, bizim için altın kılması için dua et de, sana yakînen inanalım ve düşmanlara karşı gücümüz artsın’ dediler.
Hz. Peygamber ﷺ bunu Rabbinden isteyince, Allahu Teâlâ Kureyşlilere bunu vereceğini, fakat onlar buna rağmen inanmazlarsa, hiç kimseye yapmadığı bir şekilde onlara azab edeceğini bildirdi. Hz. Peygamber ﷺ de: ‘Beni ve kavmimi helak etme. Ben onları gün be gün İslâm’a davet ederim’ dedi. İşte bu sebeple Allahu Teâlâ ‘Eğer onlar yakinî inançları artsın diye Safâ tepesini altın kılmamı istiyorlarsa, bilsinler ki gökleri, yeri ve diğer varlıkları yaratmak yakinî imanı artırma bakımından daha büyüktür’ diye açıklamak için bu âyeti indirmiştir.
Bu âyet, insan hakkında Rahman ve Rahim sıfatının neticelerini göstermektedir. Yani bu eşyanın yaratılmasındaki hikmet şudur: Her bir şey, Allah’ın âyetlerinden bir âyeti izhar edip, bu eşyadaki faide de vaad edilen âyetlerdir.
Onun faidesi de insana aittir. Çünkü onlar âyetleri akleden kavimdir.
“Onlara afakta ve enfüste âyetlerimizi göstereceğiz, ta ki hak kendilerine apaçık belli olsun.” (Fussilet, 53)
Âyetlerin tahkikinden şu işaret elde edilir: Muhakkak ki âlemde ve içinde olanların yaratılması insana tabidir. Zira âlem Hakk’ın âyetlerini izhar eder. Âyetler insanın aynasıdır. İnsan Allah’ı tanımak için yaratıldı. Zariyat 56’da ‘Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım’ buyruldu. Burada ‘لِيَعْبُدُونِي / Bana ibadet etsinler’ fiili ‘لِيَعْرِفُونِي / beni tanısınlar’ manasındadır.
Eğer bunlar mârifeti ilâhi için olmasaydı insan yaratılmazdı. Bunlar insan sebebiyle olmasaydı âlem ve içindekiler de yaratılmazdı. Nitekim hadis-i kudside şöyle buyruldu: ‘Sen olmasan âlemleri yaratmazdım.’
Alem, Hakk’ın cemal ve celalini gösteren bir aynadır, insan cemal ve celal âyetlerini bu âlem aynasında müşahede eder. İnsanın kendisi de âlemi gösteren bir başka aynadır. “Ve kendi nefislerinizde de âyetler vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zariyat 21)
Bu ‘Kim nefsini bilirse Rabbini bilir’ kavlinin hakikatidir. Zira insan Rabbinin cemal aynasıdır. İnsandan gayrı hiçbir şey âlem aynasında Rabbinin cemalini müşahede edemez. Nefsin aynası halkın hizasındadır. Nitekim âyette ‘Size âyetlerimi afakta ve enfüste göstereceğim’ buyrulmuştur.
Semavat, arz ve arasındakilerin yaratılışı insanın yaratılışına bağlıdır. Hadis-i şerifte ‘Yeryüzünde ‘Allah, Allah’ diyen oldukça kıyamet kopmaz’ buyruldu. Yani ‘Allah, Allah’ diyen insan ölünce kıyamet kopar. Zira onların varlığı insanın varlığına bağlıdır. Metbû kalmayınca tâbî de kalmaz.
• Âyet-i kerime tekitle başlamış, talebi kelâmdır.
• İbret alınması gereken külli nimetler peş peşe sayılarak istitba sanatı olmuştur.
• Kelimeler arasında uygunluk ve bağlantı olması muraat-ı nazır sanatıdır.
• Gece-gündüz arasında tibak vardır. Yer ile sema, dirilmesi ve ölüm arasında da ikili mukabele vardır.
• İsim cümleleri tercih edilerek sübut ve devam ifadesi sağlanmıştır.
• Cümlede gelen masdarlar mahalli sudur anlamı taşıdığından nimetlerin menşe ve membaları kast edilmiştir.
• Âyette muazzam bir tecessüm sanatı var. Bir anda, göğü, yeri, denizi, gemiyi, rüzgarı, bulutu hatıralarda canlandırarak gözler önüne sermiştir.
• Âyette Cenâb-ı Hakk ismini söylemeyerek tecrid sanatı yapılmıştır. Okuyucuyu nimete odaklayarak fikretmesi, şükretmesi, amel etmesi istenmiştir ki bu aynı zamanda lazım-melzum alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
• Ayrıca yaratmak, ölçmek, eskitmek, yumuşatmak, uygun ve layık kılmak, güzel ahlâk manasına gelen ‘خلق’ kelimesi tevriye ve istiare yoluyla manayı zenginleştirmiştir. Çünkü bu âlemi planlamak, ölçmek, biçmek, uygun hale getirmek, güzelleştirmek, aralarında uyum sağlamak, güzel huylu yapmak hep o Halık-ı zü’lcelalin kudreti, ilmi, takdiri dahilindedir.
• اختلاف Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesine bu kelimenin kullanılması Kur’ân’ın belagat ilmindendir. Arazın cevher üzerine teakubu (peş peşe gelmesi) münasebetiyle buna ‘İhtilaf’ adı verildi. Zati olmayan şeyler ihtilaf etmez. Gece ve gündüz zati değil, arızi şeylerdir. Ancak cahiliye devrinde geçmiş ümmetler (Eski Mısırlılar gibi) gecenin siyah bir cisim olduğuna inanırlardı.
• ‘Yeri o su ile diriltmesinde’ cümlesinin, ف ile atfedilmesi, suyun inmesiyle, yerin dirilmesindeki sürate işaret içindir.
• بَثَّ fiilinin, ‘أَنْزَلَ / Su indirdi’ fiiline atfı, bunun adeta suyun yayılışı gibi bir yaradılış olduğuna işaret içindir. Bu acib yaradılışın artarak çoğalışını tasvir etmesi için بَثَّ fiili kullanıldı.
• ‘Rüzgarların estirilmesi’ derken تصْرِيفِ الرِّياحِ ifadesi kullanılmış, ‘ihtilaf’ veya ‘tebdil’ fiilleri getirilmemiştir. Çünkü tasrif, ‘sarf’tandır, mübalağa ifade eder. Rüzgarın menşei, havanın bir mekana çevrilmesi, başka bir hava kütlesinin de onun yerine geçmesidir. Bu nedenle de ‘الرِّياَحِ’ cemi getirildi.
• ‘Akleden kavim için’ derken لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ, muzari fiil gelmiş, ‘âkılîn’ şeklinde ismi fâil veya الذِينَ يَعْقِلُونَ denmemiştir. Çünkü bu vasfın kavme verilmesi, onlarda bir seciye olduğunu gösterir. Bu vasıf onların kavmiyetlerinin mükemmeliyatındandır. Kabile ve ümmetler bazı hususiyetleriyle temeyyüz edip tanınırlar. Araplar bu üslubu çok kullanır, ‘Ayrılan kavim, çalışan kavim’ gibi bir kavim ne ile tanınırsa o vasfı sıfat olarak getirirler. Burada da mana ‘Bunda; kendilerinde akıl, karakter olan kavim için deliller vardır’ şeklindedir. Bu âyetlerden istifade edemeyenlerin akıllarını kullanmadığına, aklın onlarda melekeleşmediğine tariz vardır.
165- İnsanlar arasında Allah’tan başkasını O’na ortak tanıyan kimseler vardır ki, bunları Allah’ı sever gibi severler. Ama gerçek mü’minler Allah’ı daha çok severler. Zulmedenler azapla karşılaşacakları vakit, bütün kuvvetin gerçekten Allah’ın olduğunu ve Allah'ın gerçekten pek çetin azabı olduğunu bir bilselerdi!
Bir önceki âyette Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz sanatı, kudreti, iradesi, hikmeti zikredilerek O’nun birliği iltizami olarak da en güzel şekilde anlatılıp akli-nakli deliller getirildiği halde insanların bazılarının Allah’a eş, ortak edinmeleri Cenâb-ı Hakk’ı gadaplandırıp, varacakları yeri haber vermiştir.
Bu zavallı, ebleh, delilden, burhandan anlamaz insanlar Allah’a eş koşuyor. Allah’a inanmakla beraber başka şeylere de tapıyor. Taptıkları canlı cansız tağutları Allah’ı sever gibi seviyorlar.
Mekkelilere kafir değil, müşrik deniyor. (Her ne kadar netice itibarıyla kafir olsalar da.) Çünkü onlar Allah’ın varlığına inanıyor fakat birliğine, ahirete inanmıyorlardı. Gayeleri sırf dünya hayatı olduğu için Allah’ın emir ve yasaklarına uymaları süfli menfaatlerine mani oluyordu. Putlara tapmak kolay bir şeydi onlar için.
Putların bir emri, bir yasağı yok. İtaat edilecek bir durumda değiller. Onların dünyasına, hilelerine, zulümlerine, yalanlarına karışmıyor. Onun için o putlara tapıyor, menfaatlerine vesile olduğu için Allah’ı sever gibi seviyorlar. Tabi buna sevmek denirse.
Ürünlerinden bir kısmını putlara bir kısmını da Allah’a ayırıyorlar. Fakat Cenâb-ı Hakk bunu reddediyor, kabul etmiyor. Ve âyetin devamında mü’minlerin Allah’ı sevmesinin onların sevgisinden çok kuvvetli olduğunu beyan ederek gerçek sevginin şirk koşmadan tevhid ehli mü’minler olmakla mümkün olduğunu beyan ediyor.
Sevgilerinin kabul görmeyip reddedildiği de (vasıtalı kinaye ile) onların azabı gördüklerindeki dehşetleri söylenerek beyan buyrulmuş.
Ve ‘Allah’ın azabı şiddetlidir’ tekidiyle de böyle şek, şirk sahibi olan kimselere de tariz yapılmış.
مِن دُونِ اللهِ ifadesi, Allah ile beraber, demektir. Çünkü دُونِ kelimesi, vera-öte manasındadır, hayluleti kabul eder. اِتَّخَذُوا دُونَ اللهِ dendiği zaman, Allah'tan yüz çevirdiler manasındadır.
اِتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللهِ dendiği zaman ise, bazı şeyleri Allah ile arasına hail (engel) yaptı, Allah ile beraber ortak edindi, demektir. Çünkü ortak edinmek, bu ortağa kullukla meşgul olunca, Allah’tan yüz çevirmeyi gerektirir. Kişiyi Allah’tan engeller.
Nidd kelimesi, çekişen eş, bir şeyin dengi, emsali ve benzeri manasındadır. أندَاداً kelimesi hakkında:
1- Endâd; müşriklerin, Allah’a yaklaştırsınlar diye ilâh edindikleri, fayda ve zarar umdukları, başları dara düştüğünde kendilerine yöneldikleri, adaklarda bulunup kurban kestikleri putlardır. Putların bazıları bazılarına denk olduğu için, birbirlerinin endâdı (eşi, ortağı) dır.
2- Yahut müşriklerin zanlarınca bu putlar, Allah’ın birer eşi ve ortağı (nid)dirler. Çünkü onlar, putlardan zarar ve fayda umuyor, isteklerini putlardan diliyor ve onlara kurban adıyor, bu putlarla övünüp iftihar ediyorlardı.
3- Onlar, müşriklerin Allah’a isyan edip kendilerine itaat ettikleri, Allah’ın haramlarını helâl, helâllerini de haram sayan reisleri, ileri gelenleri ve efendileridir. Çünkü هُمْ zamiri akıllı varlıklar için kullanılır.
4- Bu zamir ayrıca müşriklerin putlar hakkındaki batıl inançlarını, bozuk itikadlarını gösterir. Onların putları akıl sahibi varlıklar gibi kabul ettiklerine ince bir işarettir.
Allah’dan başka kalbini meşgul eden her şeyi, Allah’ın birer niddi (eşi-ortağı) kabul etmişsin demektir. Nitekim Cenâb-ı Hakk “Hevâ-ü hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü?” (Casiye, 23) buyurmuştur.
Allah’a iman edenler, kafirlerin endâdını, putlarını ve reislerini sevmelerinden daha çok severler. Çünkü mü’minlerin Allah’a olan sevgileri asla bitmez. Buna işaret için ‘اَشَدُّ حُبًّا لِلّٰهِ’ isim cümlesiyle gelmiştir.
Ama müşriklerin Vacip Teâlâ’ya muhabbetlerinde devam olmadığı gibi kendi putlarına da muhabbetleri sürekli değildir. Bu kötü sevgi, kötü maksat ve menfaatlerine bağlı olduğundan, hemen değişir, en ufak bir bahaneyle sevdiklerini bırakırlar. Bu nedenle onların sevgileri, teceddüde delalet eden muzari ile gelmiştir.
Müşrikler mabudlarını elleriyle yapar, bir süre muhabbet ettikleri puttan daha güzelini yaptıklarında veya gördüklerinde ona muhabbet ederlerdi. Öncekini ateşe terk eder, veya Allahu Teâlâ’ya yalvarırlar müzayaka geçince tekrar puta ibadet ederlerdi.
˗ ‘Allah’ı sevdikleri gibi...’
˗ ‘Allah’ı sevmeleri gereken bir sevgi ile...’
˗ ‘Mü’minlerin Allah’ı sevdikleri gibi...’ manasınadır.
Servet, büyüklük, kudret, itibar, güzellik ümitlerine ulaştıracağına inanılan dilberleri, kahramanları, hükümdarları ilâh gibi seven ve onlar uğruna her şeyi göze alan nice kimseler vardır. İşte bu sevgi; putperestliğin esasını, insanlığın en büyük yarasını teşkil eder.
Hele Avrupalının ruhunda, edebiyatında bu şirk o kadar ileri gitmiştir ki; her eline kalemi alan ve şiir söylemek isteyen kimse sevgilisine ilâh mertebesi vermeyi, en ufak bir işi övmek için hemen yaratma kudretini yakıştırmayı bir şeref, bir hüner sayar.
Yeryüzündeki insanlık kavgaları, birbirine zıt bu (sözde) mabudların mücadelesi yüzündendir. Bu anlaşmazlık ve ihtilaflar aralarındaki binlerce dalkavuk tarafından körüklenir ve insanlık günden güne ahlâki düşüklüğe sürüklenir. İlimlerin, fenlerin, sanatların gelişmesi buna çare bulamaz.
Bilakis hepsi bu şirk ocağını yakmak için gaz ve benzin yerine kullanılır.
En çok Allah’ı sevmek!.. Her tür ölçünün, sınırlamanın üstündeki mutlak sevgi... Allah dışındaki şeylere yöneltilen bütün sevgilerden büyük bir sevgi... Mü’minler en çok Allah’ı severler. Mallarından, canlarından, nefislerinden, çocuklarından, ailelerinden ve değer verdiği her şeylerinden daha fazla severler.
Buradaki ‘sevgi’ deyimi, gerçeği ifade eden yerinde bir deyimdir. Çünkü, gerçek mü’min ile Allah arasındaki ilişki sevgiye dayalı, kalp bağı ve manevi çekim ilişkisidir. Sevgi heyecanı ile bağlı, nur ve aşk dolu bir vicdanın ilişkisidir.
Müslümanlar hayatı Allah için yaşarlar, Allah’tan yana olurlar. Onların da sevdikleri vardır; kardeşlerini, birbirlerini severler, kocalar hanımlarını, kadınlar kocalarını, çocuklarını, hocalarını severler. Ama bütün bu sevgiler Allah için, Allah sebebiyle olur. Allah’ı sever gibi değil, Allah için bir sevgi olur. Bu sevgi Allah’a bağlanırcasına değil, Allah için onlara değer vermektir.
Muhabbet lafzı, habbe kelimesinden gelmektedir. ‘Habbe’ buğday ve arpa tanesidir. Kalpteki sevgi, arpa ve buğday tanesine benzetildi. Arpa ve buğday tanesi, yeni üretilecek ekinin başlangıcı ve tohumudur. Bir şeyi sevmek de, sevenin pek çok yeni davranışının üreticisi ve kaynağıdır. Bu nedenle kalbe giren sevgi ile tarlaya ekilen arpa, buğday tohumları birbirlerine benzetildi. ‘Habbe’ kelimesi istiare yoluyla sevgi manasında kullanıldı.
Yine bu habbe toprağa düşer ve orada yeşerir. Meyve verir, sebze verir. Habbe toprağın derinliklerine düşünce çiçeğe dönüşür. Sevgi de insanın yüreğine düşünce, dışarıya çiçek açar. Eli merhametle, gözü şefkatle ve bütün davranışları iffetle çiçeklenir.
Yağmur yağıp seller aktığında, yağmur suyunun üzerindeki kabarcıklara Hubab denir. İnsan da sevince kalbi kabarır, suyun bir yere meyletmesi gibi, sevdiğine meyleder. Bundan dolayı sevgiye muhabbet denir. Yani ‘kalbim kabardı, ona meyletti’ demektir.
Veya Habab suların en derin yeridir. İnsanın sevgisi de gönlünün en derin yerinde olmasından dolayı muhabbet denmiştir.
Kulun Allahu Teâlâ’yı sevmesi, O’nun emir ve nehiylerine göre iradesini kullanması, Allah’ın rızâsını tahsil etmek için itina etmesidir.
‘Biz Allah’ı seviyoruz’ sözü, ‘O’na itaatta bulunmayı ve O’na hizmet etmeyi, O’nun mükâfat ve ihsanlarını seviyoruz’ demektir.
Allah’ın kulunu sevmesi ise, ona ikramda bulunması, ona taâti sevdirip kolay kılması ve isyanlardan koruması demektir.
Kıyamet gününde ümmetler, peygamberleriyle beraber çağrılır, ‘Ey Musa, ey İsa ve ey Muhammed ümmeti!’ denilir. Muhabbetullah’a sahip olanlar ise, ‘Ey Allah’ın dostları!’ diye çağrılırlar.
Burada ‘görselerdi’, ‘bilselerdi’ anlamındadır. Cevabı ise hazfedilmiştir. Takdiri şöyledir: Şayet dünyada iken Allah’ın azabının ne kadar şiddetli olduğunu, kudretin yalnızca Allah’a ait olduğunu, bu azabı görecekleri vakit olan Kıyamet gününde görüp bilecekleri gibi bilselerdi, O’ndan başka eşler edinmezlerdi. Veya ‘kuvvetin yalnızca Allah’ın olduğunu bilirlerdi.’
‘وَلَوْ يَرَى / Görseler’ fiili, ‘وَلَوْ تَرَى / Bir görsen’ şeklinde de okunmuştur.
Allah ﷻ, azabı en hafif cehennemliğe hitâben:
- Eğer dünya bütünüyle senin olsaydı, şu azabdan kurtulmak için verir miydin? diyecek. Adam:
- Evet, cevabını verince, Allahu Teâlâ:
- Sen Âdem’in sulbünde iken Ben senden bunun daha hafifini istemiş, ‘Bana hiçbir şeyi ortak koşma ki, seni cehenneme koymayayım, cennete girdireyim’ demiştim. Fakat sen şirkten başka bir şeye iltifat etmedin’ buyuracak. Müslim
Bu cümle, ‘Hakikaten bütün kuvvet Allah’ındır’ cümlesine atıftır, muhatapları korkutmada mübalağa ifade eder. Müşriklerin Allah’tan başka mabud edinmelerinin çirkinliğini ortaya koyar. Çünkü ‘Muhakkak ki bütün kuvvet Allah’ındır’ dedikten sonra, af ve mağfiretini zikrederek yürekleri ferahlandırması da mümkündü. Şiddetli azaba gücü yetmekle beraber, azabı terk etmesi de caizdi. Ancak ‘وَأَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ / Muhakkak Allah’ın azabı şiddetlidir’ buyurunca, bu ifade kalplerde çok daha tesir bırakmaktadır. (Muktezayı zahirin hilafına kelam, zamir yerine açık ismin gelmesi kalbe korku bırakmak, emre itaati kuvvetlendirmek için.)
Azap; otorite sahibi bir kimse tarafından yapılan işkence, eza, cefa, beden ve ruha tesir eden eziyet demektir. Azap ikiye ayrılır:
• Dünyevi azap: Allahu Teâlâ eski devirlerde imandan uzaklaşan, gönderdiği peygambere itaat etmeyen, kendine isyan eden kavimleri helak etmiş, dünyada azaplandırarak sonraki nesillere ibret kılmıştır. Dünyevi azabın bir de eziyet, sıkıntı, fakirlik v.b. şekillerde imtihan amacıyla karşılaşılan şekli vardır.
• Ahiretteki azap: Ahiret azabı kıyamete kadar süren kabir azabıyla başlar. Kıyamet günü mahşer yerindeki hesap ve mizandan sonra ebedi cehennem azabı vardır.
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللَّهِ أَنْدَادًا Bu âyet, muhabbete ehil olmayanın izzeti nefsinin ebediyyen Allah’tan gayrıya muhabbete kovulduğuna işaret eder.
Muhabbet iki nevidir:
İnsan sıfatıdır. Nefsi emmarenin hevasıdır.
Hakk’ın sıfatlarındandır. O da kadim iradedir. Bu da âlemi ve içindekileri yaratmayı iktiza eden zatı ilâhi iledir.
Nitekim hadis-i kudside şöyle buyruldu: ‘Ben bir gizli hazine idim, bilinmeyi istedim. Halkı yarattım ki Beni tanısın.’
Kim nefsani muhabbetlere bağlı olursa, izafi olan nefsi hevaya mülayim bir muhabbete bağlanmış olur. Nitekim bazı kafirler Lat’ı sevmiş ona ibadet etmiş, bazısı Uzza’yı sevmiş ona tapmışlardır.
Ehli dünya da buna benzer. Bazısı malı, bazısı evladını sevmiş, onlara ibadet etmiştir.
يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللَّهِ Bunun için bu şeylerin fitnesini, düşmanlığını bil ve ondan sakın. Enfal 28’de şöyle buyruldu: “Mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir.”
Yine Teğabün 4. âyette “Zevcelerinizin ve evladınızın bazısı sizin için fitnedir. Onlardan sakının” buyruldu. Yani onlara muhabbetten sakının. Çünkü onların muhabbeti Allahu Teâlâ’nın muhabbetinden sizi engeller. O sevilen, aslında düşmandır. Kim Allah’tan gayrıyı severse, Allah’a düşman nazarıyla bakar.
Nitekim Halilullah’ın hali bu idi. Şuara 77. âyette şöyle geçer:
“Rabbim hariç hepsi bana düşmandır.”
Kim ezelde muhabbet ehli ise insani muhabbete bağlanmaz. Ezeli inayet onu cezbeder. Ve onu ‘Allah da onları sever’ hitabından inayete sevk eder. Ebediyet ona kafi gelir. Muhabbet sıfatıyla Hakk ona tecelli eder. Bu muhabbet kalp aynasına akseder. Hem seven hem sevilen olur. Zira o Allah’tan başkasıyla ilgilenmez. Çünkü O ﷻ âlemde tektir, şirketi kabul etmez.
وَالَّذِينَ آمَنُوا أَشَدُّ حُبًّا لِلَّهِ Çünkü düşman endâdı fani bir muhabbetle sever. Fakat Allah’ı sevenler, O’nu ﷻ baki bir muhabbetle severler.
وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُوا Muhabbeti başka şeylere verenler zalimdir. Çünkü böyle yapmak zulümdür, Allah’tan ayrı kalmaktır. Dünyaya ibadete devamdır. Hevayı ilâh edinmektir.
إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ Yani Allah’tan ayrılma azabı, yanma eleminin tadılması ve kalplere ulaşan firkat ateşinin kendilerine tahakkuk ettiği zaman.
أَنَّ الْقُوَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا Yani her dert, tasa, ağrı, şiddet, zarar, fitne, bela, mihnet dünya hayatında Allah’ın kudret elindedir.
Ahirette de ayrılmak, itimad ettiklerinden, medet umduklarından kesilmek ki hepsi Allah’tan ayrılığın içindedir. Bu konuda kuvvet yine Cenâb-ı Hakk’ındır. Bütün şiddetlerin en şedidi Allah’tan kaybolma (O’nu kaybetme) azabıdır.
Nitekim Hicr 50. âyette ‘Muhakkak ki benim azabım işte o elim bir azaptır’ buyruldu. Yani ‘Benden ayrılma ve kopma azabım’ demektir.
• وَمِنَ النَّاسِ cümlesinde tecrid vardır. مِنَ النَّاسِ diye başlayıp haberin takdim edilmesi, insanlardan bu işin sudur etmesinin taaccüb edilecek bir şey olduğunu bildirir.
• مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللَّهِ أَنْدَادًا cümlesinde اِتَّخَذَ fiili istiare-i tebaiye gelmiştir. İstiarenin açılımı: İnsanların masivaya meyl edip onları ilâh yerine koyup sevmeleri, tutmak, yakalamak, edinmek, cezalandırmak anlamına gelen اخذ fiiliyle getirilmiş. عبد yerinde istiare olmuş ki aradaki fark fark edilsin. Kulluk kayıtsız şartsız yaratan Allah’ın bütün emir ve yasaklarını yerine getirmektir. Bu tevhid ehlinin yaratılış gayesidir.
Put ve tağutları ilâh edinmek ibadet süsü verilen menfaatperestliktir. Tapılan putların en kötüsünün heva-i nefis olması da bunun kanıtıdır. İnsan fıtratındaki tapınma güdüsünü tatmin için gerçek ilâh yerine uydurma, düzmece ilâhlar edinmek nefs-i emmareye bir tatmindir. Sırf bu iş için tapınaklar edinmiş, satın almış, satıcılığını yapmışlardır.
Nemrut gibi putların arkasına sığınarak kendi saltanat ve menfaatlerini ayakta tutmaya çalışmışlar ve halen çalışmaktadırlar. Bu nedenle bunlarınkine ibadet değil ‘İlâh temin etme’ denmiştir. Cümlede geçen sahte ilâhlara ‘İlâh’ denmesi de tevriyedir.
• يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللَّهِ cümlesinden mefhum-u muhâlif olarak putları sever gibi Allah’ı sevdikleri anlaşılır. ‘Allah’ı sevmek’ lazım-melzum alakası ile mecaz-ı mürseldir.
كَحُبِّ اللهِّٰ buyruğu mürsel ve mücmel bir teşbihtir. Çünkü burada edat zikredilmiş fakat vech-i şebe hazfedilmiştir.
• وَالَّذِينَ آمَنُوا أَشَدُّ حُبًّا لِلَّهِ cümlesinde tariz var. Yani mü’minlerin Allah’ı onlardan çok daha fazla sevmeleri gerekir ki kamil mü’min olsunlar.
‘İman edenlerin Allah’a sevgisi ise (her şeyden) çok daha sağlamdır’ buyruğu ‘Allah’ı daha çok severler’ ifadesinden daha beliğdir.
• وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُوا Kevn-i lahık alakası, tecessüm sanatı. لوَْ ’in cevabı hazfedilerek icaz yapılmış.
وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُوا إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ ifadesi, geleceğe dair olduğu halde ‘iz’ edatıyla kullanılmıştır. Çünkü kıyametin kopması yakındır. Vukuu yakın olan her şey, sanki olmuş gibidir.
وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُوا buyruğunda وَلَوْ يَرَى ifadesinde zamir ile yetinilmeyip ayrıca ظَلَمُوا şeklinde zamir yerine zahir isim gelmesi, dinleyicinin zihninde olayı canlandırmak, tasvir etmek ve azabın sebebi olan korkunç zulümlerini tescil içindir.
لَوْ يَرَى derken, tefhim ve korkutma için لَوْ ’in cevabı hazfolmuştur. Böylece dinleyenin zihni mümkün olan her manayı tasavvur eder. Bu gibi yerlerde cevabın hazfedilmesi, söyleyenin muradına daha fazla delalet eder, daha beliğdir. Bir efendi, kölesine ‘Eğer yanına gelirsem’ deyip susarsa, kölesi daima tereddüt ve korku içinde kalır.
• Azabı görmek ve azab görenleri görmek cem mea tefriktir.
• أَنَّ الْقُوَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا Azabın dehşetinden Allah’ın kuvvetine delil çekerler. (Burhan-ı inni, burhan-ı limmi.) Tariz yollu acizlere bağlananların vaziyeti ‘جَمْعاً / Hepsi’ tabiriyle tekit edilmiş.
Ayrıca لِلَّهِ جَمِيعًا mübalağa ifade eder. Sanki Allah’tan başkalarının kuvvetleri varmış da onlar nefyedilmiştir.
• Hem kinaye hem tasrihle azabın şiddeti vurgulanmıştır.
166- O zaman (görürler ki) kendilerine tabi olunanlar, kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşmıştır. (Hepsi) o azabı görmüşlerdir. Aralarındaki bağlar kopmuştur.
Önceki âyette ‘Onları azab gördükleri vakit görseydin’ diye mübhem bırakılmış. Bu âyette ibhamdan sonra izah itnabı olarak açıklanmış, tecessüm sanatıyla ahirette görecekleri azap canlandırılmış.
Şöyle ki; orada görülen azabın şiddetinden inkârcı güruh azabın daha da şiddetli olmaması için güya kendilerince tedbir alır, küfürde, zulümde, günahta önderlik yapıp arkalarından sürükledikleri kimselerin vebalinden kurtulmak için onlardan uzaklaşırlar. Artık aralarında birbirine bağlayacak hiçbir sebep, hiçbir bağ kalmamıştır. Artık arkalarından çeşitli vaad ve vaidlerle, teşvik ve tehditlerle koşturma, sürükleme imkânı kalmamıştır.
Önce bu liderliği devam ettirmek, baş olmak ne kadar şiddetli arzu ise şu an aynı şiddette ayrılık arzusu, kaçış. ‘جَزَاء وِفاَقاً / uygun ceza’... Foyaların meydana çıktığı, maskelerin düştüğü, menfaatlerin mazarrata dönüştüğü, bütün bağ, bağlantı, mafyavari girişimlerin son bulduğu o günde devrik şahlar, kazıklı voyvodalar, zalim şeddadlar, katil firavunlar ve onların devamı olan ...izmler, misyonerler, masonlar, mafya babaları, süper güçler, süper olmayan güçler, içinde iman, ihlas bulunmayan ne kadar öncüler, hocalar, komutanlar, insanları sürüler halinde avlayıp zulme, zulmete çekenler…
Evladını dinden, imandan ayıran ebeveynler, isyan batağına batmış, arkadaşlarını da batırmaya çalışan bahtsızlar. İslâm’a, imana ters düşen, sapan, sapıtan mezhepler, meşrepler, ateşe çağıran zevc ve zevceler. İnsanları tahakküm altına alarak sömüren, kemiren, akıbetlerini berbat eden ne kadar zorba, mütekebbir, zalim öncüler varsa, Cenâb-ı Hakk’ın ‘Tabi olunanlar’ ifadesinin kapsamına giren kim varsa o gün metbularından kaçacaklar, demektir.
Nerede o bir işaretiyle yüzlerce başı bir anda kestirenler? Nerede hür kadınları aldatıp, tuzağa düşürüp kendi pis arzu ve menfaatlerine alet edenler? Nerede bölücülük yapıp, masum insanları birbirine kırdıranlar? Nerede zalim cebbarlara yardakçılık yaparak zulme alet olan dalkavuklar?
Nerede insanların yürek parelerini kaçırıp fidye isteyenler? Nerede işkenceden zevk alan, zalim yetiştiren, mazlumun ahını arşa çıkaran caniler? Harsı, nesli helak eden küfrün direkleri? Nerede tüyü bitmemiş yetimlerin, dulların, zayıfların mallarını gasb edip ellerinden alan, merhametten nasibi olmayan hodgamlar?
O gün hepsi kaçacak, girecek delik arayacak, üzerlerindeki dağlar kadar kul hakkını bildikleri için onlardan şiddetle uzaklaşmak isteyecekler ama heyhat! “O gün kaçacak yer yok” (Kıyame, 11)
Kurtuluş sebepleri bütünüyle kopmuş, çareler tükenmiş, ümitler kırılmış, şefaat, yardım, fidye, bedel, rüşvet, hiçbir şeyin geçerliliği yok. Dönüşü mümkün olmayan esfeli safilinle son bulan ebedi hüsran.
Bu olacak hallerin önceden bildirilmesi bizim için Allah’ın en büyük rahmeti. Henüz imkan var iken, imkanlar bize yar iken, tevbe kapıları açık iken kendimize gelip zalimane tavırlarımızdan, tahakkümlerimizden vazgeçebiliriz.
‘اِذْ تبَرَّاَ / Uzaklaştıkları zaman’ , إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ ifadesinden bedeldir.
‘Teberrî / Uzaklaşmak’, yakını ve komşusu olmaktan tiksinilen kimseden sıyrılıp uzaklaşmaya çalışmaktır.
Tâbi olunan kimseler
˗ Müşriklerin lider ve reisleridir.
˗ Vesvese verdiği için kâfirlerin uyduğu ins ve cin şeytanlarıdır.
˗ Onların putlarıdır.
Bu uzaklaşma onlardan sözlü olarak vuku bulmuştur. Veya, azabın gelmesi ve onların bu azabı savuşturamamalarıdır.
Bu uzaklaşma Allah’ı inkâr edip, peygamberlerinden yüz çevirmenin pişmanlığı da olabilir. Pişmanlık, teberrî diye beyân edilmiştir.
وَرَأَوُا الْعَذَابَ ifadesindeki vav, hal vavıdır. Yani, ‘onlar azabı gördüklerinde ayrılmışlardır.’ Bu durumda korku ve dehşet artar.
Allah dersen mürteci, Tanrı dersen çağdaşsın.
Bu özürlü beyinle, akıl nasıl bağdaşsın? N. Fazıl
الْأَسْبَابُ kelimesi;
˗ Birbirlerine merhametli davranmalarına sebeb olan akrabalık, aşiret bağlarıdır.
˗ Yapmayı âdet haline getirdikleri amelleridir.
˗ Birbirlerine verdikleri sözler, yeminler ve anlaşmalardır.
˗ İnkâr üzere ittifak etmeleri, aynı düşüncede birleşmeleri, küfürleri vasıtasıyla birbirleriyle münasebet kurdukları vesilelerdir.
˗ Birbirlerine olan sevgileridir.
˗ İnsanlara tabi oldukları ilişkileri, çevrelerindekileri kendilerine tabi ettikleri dünyevi makamları, mertebeleridir.
˗ Bu, kurtuluş sebeplerinin didik didik olup, tamamen kopması, yok olmasıdır.
Bulunabilecek her türlü sebeb ve vesile onlardan uzaklaşmıştır. Makam, sebeb, neseb, yemin, anlaşma ve ahid gibi çeşitli sebeplerin hiçbirinden istifade edemezler. Bu ise ümitsizliğin had noktasıdır. Bu, son derece büyük bir zecr (men etme)dir.
بِهِمُ الْأَسْبَابُ ifadesindeki ‘ب’ harfi, عن manasınadır.
Veya sebebiyet içindir. ‘Kendisiyle kurtuluşu umdukları sebepler ile onların arası kesildi’ demektir.
Ya da ‘ب’ harfi, tadiye içindir, fiile müteaddi manası vermek için gelmiştir. ‘Sebepler onlardan kesildi’ demektir.
سبب ip manasındadır. Kendisine tutunularak inilip çıkılan ipe ‘sebep’ denir. Sonra, kendisiyle bir yere veya istenen bir şeye ulaşılan her şeye ‘sebeb’ denilmiştir.
İçine gireni istediği yere ulaştırdığı için yola da ‘sebeb’ denir.
İnsanlar arasındaki sevgiye de ‘sebeb’ denir. Çünkü insanlar sevgi sebebi ile birbirleri ile alâka kurarlar.
Âhirette takva ehline, amellerinin karşılığında bir belge verilecek, onu göstererek kendilerini kurtaracaklardır. Mü’min olmayanlara ise kötü olan amellerinin karşılığında bir belge verilecek, o belge parçalanacak ve onlar cehennem ateşine sevk edileceklerdir. İbn-i Zeyd
‣ Allahu Teâlâ’nın uzaklaşanları ve onlara uyanların ahiretteki hallerini bildirmesi, delalet-i iltizamiyesi ile; kopmayan hakiki bağlara tutunmamız gerektiğini ifade eder. İnsanın kendisine uyduğu, takip ettiği kişi öyle bir yol gösterici olmalıdır ki; azabı görünce kendisini bırakıp kaçmasın, ondan uzaklaşmasın.
‣ Mürşid, aynı kuş yetiştiricisi gibidir. Kuş yetiştiricisi kuşun kursağına ne kadar yem gireceğini bilmesi gerekir ki ona fazla yem yüklemesin. Mürşid de müridin kabiliyetine göre zikri telkin eder.
‣ Yine insanları terbiye eden, vahşi hayvan terbiyecisi gibi sabırlı ve tecrübeli olmalıdır. Vahşi hayvan terbiyecisi, nasıl uğraştığı hayvanın huyunu, istidadını bilir, ona göre davranırsa, hak yolunun davetçisi de öyle olmalıdır. Ali Râmitenî
‣ Mürşid-i kamil, insanları Allah’a ﷻ ulaştıran ve ilimde yüksek mertebelere yükselten kişidir. Ayın parlaması güneşten kaynaklanır. Gerçek ay kalp ve ruhumuzdur. Güneş ise Mürşid-i kamildir. Dünyaya çok rağbet ettiğimizden kalbimiz çok karardı. Mürşid-i kamili göremez olduk. Onlar bu âlemde her zaman vardır. Muhammed Tevfik Bosnevi
‣ Ümmetime öyle bir zaman çatacak ki, insanlar âlimlerden ve İslâm hukukçularından (köşe bucak) kaçacaklardır. Bu yüzden Allah da onları şu üç belâya çarptıracak:
1- Çalışmalarının bereketini kaldırır.
2- Başlarına göz açtırmayan zâlim bir idareciyi getirir.
3- Bu dünyadan imansız göçer. Hadîs-i Şerîf, Mükâşefetü’l Esrar
• وَتَقَطَّعَتْ بِهِمُ الْأَسْبَابُ cümlesi istiaredir. ‘الْأَسْبَابُ’ kendisiyle hurma ağacına veya yukarıya çıkılan iptir. İstiare-i temsiliyedir. Hayatlarının sonunda, yorgunluklarının ardından emelleri hüsrana düşüp, nimet elde edemeyişleri, meyve toplamak için hurma ağacına çıkan, ip kopunca yere düşüp helak olan kişiye benzetildi. Bu benzetme yerindedir, çünkü bunlar o anda hiçbir kurtuluşları olmadığını anlayacaklardır. Bu istiare-i temsiliye, teşbih-i bedidir. Yedi tane benzetme vardır:
1. Putlara tapıp, Allah’a şirk koşan, meyve toplamak için ağaca çıkana,
2. Putlara ibadet etmesi ve onları ilâh edinmesi, ipe,
3. Sevap ve cennet nimetleri, uzun bir hurma ağacının en üst tarafından toplanacak meyveye,
4. Ömür, uzun bir hurma ağacına benzetilmiştir. Çünkü insan o sevap ve nimete ancak uzun bir ömür sonunda ulaşabilir.
5. Sevap ve cennet nimetinden mahrum kalmak, ipin kopmasına,
6. Hüsrana düşmek, meyveden uzak kalmaya,
7. Azaba düşmek, ağaçtan düşmeye benzetildi.
بِهِمُ الْأَسْبَابُ kelimesindeki ب harf-i ceri mülabeset içindir. Yani onlara bağlı olarak kopmuştur. Bu aynı zamanda teşbihi tenasi ifade eder. Çünkü hurma ağacına çıkan kişi eğer ipi kendi bedenine bağlamazsa, ip kopunca başka bir ip ister, onunla inebilir. Bunun için تَقَطَّعَتْ أَسْبَابُهُمْ denmedi.
Ayrıca bu ip, dal bil işaresiyle kendisiyle bir yere ulaşılan diğer ip çeşitlerini de hatırlatır.
Asansörün ipinin kopması, maden ocağının dibine inen kişinin bağının kopması, teleferik bağı, dağcılık yapanların bağı, uçakların yerle irtibatı, havada karada denizdeki taşıtların merkezleriyle irtibatlarının kopması, akraba ana baba çocuk vs.nin gönül bağlarının kopması, seyr-i sülükte yükselirken inişe geçmesi, bebeğin ana karnında kordonunun kopup ölmesi, elektrik hatlarının kopması, şehrin ışıksız susuz gazsız kalması,... hayatı nasıl etkiliyorsa, bu insanların ahirette bağlandıkları kimselerden kopup ayrılmaları da aynı hüsranı netice verecektir.
Bir bağ niçin kopar? Ya bağlantısı kasten koparılır; ya da bağlantı çürüktür. Bunların bağı zaten zayıftı. İnce bir tarizle ‘zaten bağlarınız çok sağlam değildi’ manasını ifade ediyor.
• إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ buyruğu ile وَتَقَطَّعَتْ بِهِمُ الْأَسْبَابُ buyruklarında tersî’ vardır. Bu ise kelâmda seci’ olmasıdır. (الْعَذَابَ ile الْأَسْبَابُ kelimeleri arasında) Seci: Lafzi güzelliklerden biridir. İki kelimenin fasılasının bir harf üzere muvafık olmasıdır. Tersî ise; vezinde ve takviyede aynı iki lafzın, manaca zıt olmalarıdır. (Daha fazla bilgi için bkz. Telhis, Ebrar yay.)
• Bu اِذْ edatının geleceği anlatmak ile ilgili olmakla birlikte, geçmiş için kullanılması Allah’ın verdiği bu haberin gerçekleşeceğinin doğruluğu sebebiyle, olup bitmiş gibi kabul edilmesinden dolayıdır.
167- Uyanlar: ‘Dünyaya bir daha dönsek de, onlar bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak!’ diye haykıracaklar. Allah onların bütün yaptıklarını kendilerini sarmış pişmanlık şeklinde gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkmayacaklardır.
Önceki âyette tabi olunanların durumu anlatılırken bu âyette tabi olanların durumu ve her iki zümrenin akıbeti beyan edilmektedir. Tabi olanlar, körü körüne şeytanın adımlarına tabi oldukları gibi, gözlerinde büyüttükleri, menfaat umdukları birine veya birilerine tabi olurlar.
Onların yalan yanlış, haklı haksız buyruklarını kayıtsız şartsız yerine getiren, bu uğurda bildik bilmedik nice zulümlere, kahpeliklere alet olan bu bön kimseler, bu derin uykudan ancak ölümle uyanır.
Acı sonla karşılaşınca pişmanlıklarını, nedametlerini dile getirirler.
‘Ah bize bir daha dünyaya dönme izni olsaydı, onların bizden kaçtığı gibi biz de onlardan kaçardık’ diye hayıflanırlar.
Batıl yolda öncü, lider olan namertler hem dünyada hem ahirette güttükleri kimselerden beri olur, onlardan uzak durur, araya aşılmaz barajlar, derin uçurumlar açarlar. Onların sırtından Şeddad gibi kendilerine dünyada cennet kurmak isterler. Karun gibi mal biriktirip fakir hakkı tanımazlar. Paralarıyla canlarının istediği bütün menfur isteklerini yerine getirip ikinci sınıfın mallarını, ırzlarını, namuslarını sömürürler.
Servet kazanırken, ağır işleri gördürürken hep bu tabi olanları yanlarında bulundurur, karanlık işlerini onları harcayarak görürler. Ama zevku sefada, ferah ve refahta onları uzak tutar, hakları olan ücretlerini ödemezler. Onları birer köle gibi, robot gibi kullanırlar. Yani âyetin tabiriyle ‘Beri’ olurlar.
Bu metbular, bu tahakkümü ya fark etmezler, ya da fark etmek istemezler. Kimi mecburiyetinden, kimi de yalakalığından bu zulmü sineye çeker.
Ama yalan dünyanın yalancı sakinleri ahirete göç edip, gerçekler ortaya çıkınca tabi olanlar da önceki âyette geçtiği gibi hayıflanır, öfkelenir. ‘Ah bir daha fırsat olsa geri dönsek, o zaman onların bizden beri olduğu gibi biz de onlardan beri olur, kahru galebelerinden, cevrü cefalarından uzak durur, ilk seferdeki gibi aldanmaz, onların tutsağı olmaz, onlara hayranlık duymazdık. Onların ardlarına düşüp bugün bu elim azaba düçar olmazdık’ diye hayıflanacaklarını Rabbi kerimimiz bize gayb haberi olarak sunuyor. Ta ki uyanalım, bu iki sınıftan hangisi olursak olalım tevbe, istiğfarla Hakk’ın yoluna dönüp zalim ve mazlum olmaktan kurtulalım.
Hem uyanlar hem uyulanlar yaptıklarından bin pişman olacaklar. Lehlerine sandıkları her şey aleyhine olacak. Hani duyarız ya bazı zalimlerin mazlumlara attıkları oklar ilâhi bir buyrukla kendilerine döner. Hani biliriz ya; Ebû Cehil, Efendimiz ﷺ için açıp üstünü çullarla örttüğü kuyuya kendi düştü.
Ebû Kubeys Dağı’nda ‘Ellerin kurusun!’ diye bağırıp, akraba cemaatini dağıtan Ebû Leheb’in bedduası geri tepip, hakkında Tebbet Sûresi nazil oldu. Yine hatırladığımız üzere Efendimizi ﷺ Medine yolunda takip edip öldürmeye azmeden Süraka atıyla beraber ateşli bir kuma battı.
Tarihe baktığımızda bunun binlerce misalini görürüz;
Karun’un cimrilik ettiği malıyla, Hz. Mûsâ’ya iftira eden diliyle yere battığını... Binlerce cana kıyan zalim Firavunların denize gark olduklarını, bir sinekle helak olduklarını... Yetimin arsasını gasb eden Şeddad’ın muhteşem sarayının yerle bir olduğunu... Samiri’nin titreme hastalığına düçar olup, yanına kimseyi yaklaştırmadan sarsıla sarsıla ölüp gittiğini... Hz. Nuh’a karşı çıkan koca bir ümmetin sularda gark olduğunu... Lut kavminin evleriyle birlikte deniz seviyesinden dört yüz km. derinliğe batıp yokluğa gömüldüklerini... Cumartesi ashabının sûretlerinin maymuna, hınzıra çevrilerek üç gün içinde ölüp gittiklerini biliyoruz.
Çünkü bunları Azizü’ntikam olan Rabbimiz kelamında bize öğretiyor ki; amellerinin aleyhlerine nasıl döndüğünü fark edip, kendimize çeki düzen verelim. Yaşadığımız hayatı düşünüp gözden geçirdiğimizde bu gerçeği yine müşahede ediyoruz. Aldığı faizin, kredilerin girdabında boğulanlar, intihar edenler. Uyuşturucu kurbanları, namusunu haysiyetini kaybederek, zelil duruma düşenler, yetim malı yiyenlerin durumunu takip etseniz hep feci durumlarla karşılaşırsınız.
Olaya bir de iç âlemimize konuk olarak baktığımızda ve selim akılla düşündüğümüzde kötü niyet, kötü tıynetle yaptığımız veya düşünüp karar verdiğimiz, azalarımıza yansıtıp, eylem haline getirdiğimiz her şeyin aleyhimize döndüğünü görüyor, hissediyor, fark ediyoruz.
Ana babalarımıza yaptığımızı çocuklarımızdan, hocalarımıza yaptıklarımızı talebelerimizden, ustaya yaptığımızı çırağımızdan çekmiyor muyuz? Ne zaman cimrilik yapsak, hakka hukuka riayet etmesek malımız, sermayemiz tükenmiyor mu? Namazı gevşettiğimizde, Allah için yaptığımız ibadetleri terk ettiğimizde, musibetler bizi sarmıyor mu? Saygı, sevgi, şefkat ve merhametten verdiğimiz tavizler katlanarak bize dönmüyor mu?
Daha; kalbimizi, sağ duyumuzu, vicdanımızı, hatıralarımızı yokladığımızda yüzlerce misali olan ziyanlar, hasretler, pişmanlıklar bulacağız.
Oysa bunlar ahiretteki pişmanlıklarla mukayese edildiğinde denizden bir damla kadardır. O gün bedenler cehennem ateşi, haşeratı, zebanisi, zakkumu, zehiri, kaynar suyu, çengelleri ile azab çekerken, kalpler de pişmanlık, hasret, kaybetme, mahrum kalma, ebedi azap ateşiyle yanıp kavrulur. Devamlı o çılgın ateşte kalmak, bütün ümitlerin kesilmesi, dünyadaki menfur amellerin böyle sonuçlanması, iyiye, güzele, rahata, huzur-u cennete, ebedi hasret kalmak, nusret-i ilâhiden mahrum kalmak ne feci akıbet, ne onulmaz acı!
Dünyada eşi benzeri yok ki tarif edilsin, misal verebilelim. Çıkılmayan, çıkılamayacak kadar derin olan zebanilerin kontrolünde cehennemin dibinde bir hasret diyarı…
Hele de dünyada önemsemediği, göz ucuyla baktığı, tekme tokat dışarı attığı kimseleri cennetin zevku sefası içinde görünce yürekleri parçalanır.
Taklid, delilsiz, araştırmadan sırf hüsn-ü zanla başkasına uymaktır. Bu tarz taklid, akâidde câiz değildir. Çünkü akâidde icmal yollu (detaylı olmasa da) nazar ve istidlal (araştırmak ve delil getirmek) gerekir.
İtikâdi meselelerde yalnız taklitle yetinen kimse günahkâr sayılır.
Bid’at itikadların karşısında Ehl-i Sünnet itikadı vardır. Ehl-i Sünnetin sebep ve dayanağı, sünnete ve icmaya sımsıkı sarılmak, nefsin kötü isteklerini ve kendi görüşünü beğenmeyi terk etmektir. Bunun yanında nazar ve istidlalde bulunmak, bu mümkün olmadığı takdirde, nazar ve istidlal yapabilen kimseleri taklid etmek gerekir.
‘Yâ Rabbi! Kıyamet gününde kendilerinden nefret edeceğimiz kimselere uymaktan bizleri muhafaza eyle. İmanımızı taklitten tahkike çevir..’
Hasret, kalbin acı duyacak şekilde aşırı pişmanlık ve şiddetle keder duyması demektir. Kelimenin esas manası; açmak, keşif, izhar olup ortaya çıkmaktır. İnsanın kaçırdığı şeylere pişmanlık duymasına ‘hasret’ denir. Çünkü kişi kendisine hazırlanan şeyleri kaçırır ve kaçırdıklarının neler olduğunu anladığında pişmanlığa kapılır, üzülür.
Cennet yükseltilerek, cehennem ehline arz edilir. Sonra kendilerine, ‘Eğer Allah’a itaat etmiş olsaydınız, işte yeriniz bu olacaktı’ denilir. Ardından onların kaçırmış oldukları cennetteki mü’minler arasında bölüştürülür. İşte inkarcıların dehşetli bir pişmanlık, büyük bir hasret ve nedamet duyacakları an bu andır. Süddi
Cehennem ehli cehenneme sevk edilirler. Bütün uzuvları (organları) ile azabı görürler. Azab, ya ısıran bir yılan veya vuran bir zebani meleğidir. Melekler ona vurunca, 40 gün kadar cehenneme yuvarlanır, yine de cehennemin dibine ulaşmaz. Yuvarlanıp düşünce, cehennem alevleri yine onu yukarıya kaldırıp yükseltir. Melekler, yine ona vurup azap etmeye başlarlar. Her vurduklarında cehennemin dibine yuvarlanır, alevler onu yukarı çıkardıkça zebaniler yine başına vurup, onu cehennemin derinliklerine doğru batırırlar.
Bu iki âyette (166-167) bütün (sohbet) arkadaşlık, vesile, muhabbet, meveddet, muvafakat, mütabiat, hevanın kötülüklerinden riya, garaz, fesad, hayvaniyeti tama, nefsani gadab, bunların hepsinin ölümle kesildiği anlatılmaktadır. Bu bağlar (sebepler) kopar, fırkat, adavet ve teberriden hasıl olan azabı elimi görür. Nitekim âyet-i kerimede “Ah n’olaydı seninle benim aramda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı” (Zuhruf, 38) buyruldu. Yine Zuhruf 67’de şöyle geçer: “O gün bazı dostlar birbirine düşman olur.”
Bir arada tutan sebepler fani olduğu zaman, şahsın ölümüyle, dünyanın fenasıyla o bağlardan kesilir.
Lakin mü’minin bağlandığı sebepler, muhabbetler, tabi oluşlar metin olan dine, Hakkı Mübin’e dayanırsa ömrün bitmesi, dünyanın sona ermesi ile kesilmez.
Nitekim Cenâb-ı Hakk Bakara 257’de “Kim Tağutu inkar ederse ve Allah’a iman ederse, işte o en sağlam kulpa tutunmuştur” buyurdu.
Bilakis onların muhabbeti Hakk için, Hakk ile olduğunda ruhları, malları, zevceleri, evladı, kabirde hapisle, kıyamet korkularıyla, sorgu sualle, Sırat’tan geçmekle, ateşe varmakla yok olur. Orada uzun ömürler boyu kalsalar da ancak muhabbetleri artar.
كَذَٰلِكَ يُرِيهِمُ اللَّهُ أَعْمَالَهُمْ حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْ Muamelelerinin hasılatı olan azap çeşitlerini ve kaybettikleri derecelerin, yakınlık ve ikramların pişmanlığını görürler.
Bir diğer mana da şöyledir: Muhakkak Allah mü’minlerin yüce makam ve derecelerini göstererek onların pişmanlığını arttırır.
وَمَا هُمْ بِخَارِجِينَ مِنَ النَّارِ Hasret ve ayrılıkları ebedidir.
• ‘ لَوْ أَنَّ لَنَا كَرَّةً / Keşke bizim için bir dönüş olsa’ cümlesindeki لَوْ, aslında şart içindir ama burada temenni için istiare edilmiştir. Çünkü kendisine ulaşılması zor olan bir şey, temenniyi çoğaltır.
• حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْ ’deki عَلى harf-i ceri ya حَسَرَاتٍ kelimesine müteallıktır, muzaf da mahzuftur. Yani onların ifratları üzerine zarar ve hasretler vardır, demektir.
Ya da, حَسَرَاتٍ ’ın mahzuf sıfatına müteallıktır. Yani; üzerlerini istila etmiş, bütün benliklerini kaplamış olan hasret ve pişmanlıklar vardır. (İstiare-i tebaiye)
• Eğer âyette geçen görmek, baş gözüyle görmek ise, o zaman حَسَرَاتٍ kelimesi, أَعْمَالَهُمْ ’den haldir. Mana şöyle olur: Muhakkak ki onların amelleri, kendilerine hasret, pişmanlık ve zafiyet olarak geri döner. Onlar amellerini ancak hasretler, pişmanlıklar halinde görürler. Eğer görmek, basiret yani kalben görmek ise, o zaman حَسَرَاتٍ kelimesi يُرِيهِمُ fiilinin üçüncü mefulüdür.
168- Ey insanlar, yeryüzündeki yiyeceklerin helal ve temiz olanından yiyin, şeytanın arkasından gitmeyin, o sizin gerçekten açık düşmanınızdır.
Rezzâk-ı âlem, şu âlemde en temiz, en faydalı, en lezzetli, en kaliteli rızıkları bize ihsan eylemiş. Bu temiz rızıkları bozmadan, yakmadan, kokutmadan, taze taze yiyin, buyurmuş. Bu ne büyük lütuf…Hiçbir mahlukun mazhar olmadığı bir ikram.
Kainat bahçesinde derlenmiş bir buket gül gibi en mümtaz rızıklar bize ikram olunmuş. Vücut sistemimizi etsi, otsu her şeyi temiz, tayyip olmak şartı ile hazmedecek tarzda düzene koymuş. Ve şimdi de tembih ediyor, uyarıyor:
“Ey insan! Yerde helal ve tayyib olanı ye.” Şeytana uyup, şeytan gibi pis, kokuşmuş, haram, iğrenç şeyleri yeme. Onun Allah korkusu yok ki haramdan sakınsın, her türlü necis, pis, haram şeyleri yiyip içer ki seni kandırsın. Enerjini kötü gıdalardan oluştursun ki, sıratı müstakimde yürümeye mecalin kalmasın.
Gitmeyin şu melunun peşinden! O’nun size düşmanlığı açıktır. Âdem’den (a.s) bu deme, bu demden kıyamete kadar sermedi düşman. Nasıl ki taşıtlara, bir anlamda gıdaları olan yakıt verilirken kalite kalite süzülür, arınır, benzin, süper benzin, uçak benzini diye birçok çeşide ayrılır. Bizim gıdalarımız da sıratı müstakime götürecek olan bedenimizin yakıtıdır. Ne kadar Tayyib olursa o kadar verimli yol alırız.
Tasavvuf erbabı mideyi sadık bir köpeğe benzetir. Helalden gıdalanırsa helale, haramdan gıdalanırsa harama gideceğini tespit etmişler. Bu durumu hepimiz müşahede ediyoruz.
Çoluk çocuğuyla helal rızkı yiyen camiye, namaza giderken; içkili çilingir sofrasında yiyen sarhoşken çamura, ayıkken meyhaneye, eğlence bataklıklarına, neticede ya hastaneye ya hapishaneye gidiyor.
Kısacası haydan gelen huya gidiyor. Su testisi su yolunda kırılıyor.
Haram insanı huzurdan, bereketten, hikmetten, cennetten uzaklaştırıyor.
حَلاَلاً / Helâl, kendisinden, mahzurluk düğümü çözülen, kendisinden faydalanmanın mubah olduğu şey’ demektir. Bu kelimenin asıl manası, ‘akd’ (düğümlemek) kelimesinin zıddı olan ‘hall / bir şeyin bağını çözmek’tir. Yani helalin, kendisinden faydalanmayı engelleyen bağı çözülmüştür.
Bir şeyin haram olma sebebi ikidir:
1- Habis ve zararlı olması: İnsana zarar veren şey haramdır. Ölü eti, kan ve hınzır eti gibi.
2- Başkasının hakkı olması: İzni olmaksızın birinin malından faydalanmak haramdır.
طَيِّباً maddi-manevi hastalık ve sapmalardan salim olan nefsin lezzet duyup hoşlandığı, tabiatın meylettiği şeydir. Temiz ve helâl olan şeylere, teşbih yolu ile ‘tayyib’ denir. Çünkü nefis, pis şeyden hoşlanmaz, lezzet duymaz. Bu nedenle haram da ‘Pis’ diye vasıflandırılır.
طَيِّباً kelimesinden kasıt:
1- Lezzet duyulan şey manasınadır. Çünkü bu kelime ‘helâl’ manasına alınırsa, bu tekrar olur. Buna göre helâl ancak, arzu edilen bir şey olursa ‘tayyib’ olur.
2- Bundan murad ‘mubah’ dır.
3- Ya da helal manasındadır.
Muhammed Bahaüddin Şah-ı Nakşibend hazretlerine müridlerden biri yemek getirdi. Şah-ı Nakşibend yemeğe baktı şöyle dedi: ‘Bunu yapan kişi hamuru yoğurmasından, pişirip bu hale getirinceye kadar hep öfkeliydi; böyle bir yemeği yemek bize yakışmaz. Öfkeyle yapılan yemekte hayır ve bereket yoktur. O yemeğe şeytan yol bulup girmiş sayılır, ondan nasıl iyi netice alınabilir?’
طَيِّباً içinde başkasının hakkı olmayan, haram şüphesi taşımayan şeydir. Çünkü haram şeyi yemek hoşa gitse de, sonunda cezaya sebep olacağı için zararlıdır ve hoşa gitmemesi gerekir.
Bu emir, İslâm’ın hürriyetten yana tavrını, evrensel sistemle insan fıtratı ile arasındaki uyumu gösterir. Yüce Allah yeryüzündeki bütün maddeleri insan için yaratmış ve ona helâl kılmıştır. Bu özgürlüğü, birkaç maddelik haram listesi ile hakkını aşmamak kaydı dışında sınırlayan hiçbir şey yoktur. Allahu Teâlâ’nın insandan istediği; temiz nimetlerden yararlanması, fıtrî istekleri zorlamadan, baskı altına almadan doğal bir yaşam sürmesidir.
Bunun tek şartı; helâl ve haramı şeytandan değil, yüce Allah’tan öğrenmeleridir. Çünkü Şeytan, insanların açıkça düşmanı olduğu için onlara iyi şeyler önermez; tersine sadece kötülükleri, çirkin davranışları, Allah’a karşı nankörlük etmeyi, hiçbir belgeye, gerçeğe dayanmaksızın Allah adına asılsız şeyler uydurmayı emreder.
Bu ifadeler aynı zamanda Allah’a iftira ederek tayyip nimetleri kendilerine haram edenlerin ahmaklığına tarizdir. Ayrıca burada İslâm’ın mubah kılmasındaki illete ima ve müslümanlara talim vardır.
“Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olanlarını yiyin” âyeti, Resûlullah’ın ﷺ huzurunda okundu. Bunun üzerine Sa’d b. Ebi Vakkâs kalkıp şöyle dedi: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Yüce Allah’a beni duası kabul olunan bir kişi kılması için dua et!’ Resûlullah ﷺ şöyle cevap verdi:
- Ey Sa’d! Temiz (helâl) şeyler ye, duan kabul olunan bir kimse olursun. Muhammed’in canı elinde bulunana yemin olsun, kişi haram bir lokmayı karnına atacak olur ise kırk gün süre ile ondan (duası) kabul olunmaz. Herhangi bir kulun haramdan ve faizden eti bitecek olur ise o ateşe en layık olandır.
Aldığını hak etmeyenin lokması helal değildir. Yaptığı işte gevşeklik gösteren, kendi yapması gerekeni başkasına yükleyen, içine hile sokan, kalitesiz iş yapan kimselerin, namaz ve diğer farzları iş yüzünden terk eden, ihmal eden, iş icabı diye haramlardan sakınmayanın, kadın erkek bir arada gayrı ciddi çalışanların lokmaları helal olmaz. Haksız ve kolay kazançlar (kumar, faiz vs.) yetim hakkı, miras malından haksızlıkla elde edilen lokma, helal değildir.
Meşru yoldan çalışıp helali istemek peygamberlerin yoludur. Kazancın faydaları çoktur.
1- Kazanç, sermayeyi artırır, kişi bu sayede ticaret için çalışır. Ziraat, ağaç dikmek işinde çalışırsa, diktiği ağaçtan sadaka sevabı kazanır. Kuş veya herhangi bir canlı o ağaçtan faydalandıkça eken kişiye ecir vardır.
2- Çalışan kişi, çalışmakla meşgul oldukça, tembellikten, boş ve faydasız şeylerle uğraşmaktan kendisini korur.
3- Çalışan kimse, şehevi isteklerine engel olur, böylece günaha girmesi azalır.
4- Çalışan kişi, dünya ve ahirette insanların yüz karası olan fakirlik ve yoksulluktan emin olur.
5- Çalışan kişi meleklerin ve salihlerin duasına mazhar olur.
Bir kişi, ailesini geçindirmek için çalıştığı işinde hareket ettiği zaman ‘hafaza’ melekleri kendisine ‘Allah çalışmanı ve hareketlerini sana mübarek kılsın. Ailen için kazandığın nafakayı Allah, sana cennette zahire kılsın!’ diye dua ederler. Göklerin ve yerin bütün melekleri de bu güzel duaya ‘Amin’ derler.
En faziletli çalışma ve kazanç cihaddır. Sonra ticaret, sonra çiftçilik, sonra sanat gelir.
‘Hutuvat’ kelimesi ‘hutve (adım)’ kelimesinin cemisidir. ‘Hatve’, bir kere adım atmak demektir. ‘Hutve’ kelimesi ise yürüyen ve adım atan kişinin iki adımının arasındaki mesafedir. Bir kişi birinin ardı sıra yürüdüğü, birine uyduğu ve sünnetiyle amel ettiği zaman ‘onun adımlarına uydu, onun ardı sıra yürüdü ve ona tabi oldu’ denir.
Burada şeytanın adımları, istiare-i tasrihiyenin bedi (hareket) kısmındandır. Şeytanın vesveselerine ve davet ettiği sefahata uymak, sanki arkasından gidip adımlarını takip etmeye benzetilmiştir.
‣ Şeytanın adımları; onun vesvese ve hilelerle insanı aldatmak için kurduğu tuzaklardır. Buna göre âyet-i kerimenin manası şöyledir: Şeytanın eserlerine, tarikatına, mezheplerine girip ona uymayın, şeytanın çizdiği yoldan gitmeyin, onun yolunu izlemeyin, heva ve isteklere boyun eğerek onu takip etmeyin, onun vesveselerine kapılmayın. Çünkü şeytan, haramı helal; helali de haram kılar.
‣ Şeytan adımlarını tamamlayınca, yolunun sonu cehennem olacaktır. Onu takip eden de arkasından cehenneme gidecektir. Allahu Teâlâ adımlarımıza dikkati çekiyor. Kiminle nereye gidiyor, nerelerde geziyoruz. “Allah, gezip dolaştığınız ve duracağınız yerleri bilir.” (Muhammed, 19)
‣ Şeytan iz bırakır ama onun ardında bıraktığı iz sümüklü böceğinki gibidir. Onun izinden gitmek, insanı değersizliğe, hiçliğe düşürür.
‣ Şeytanın adımlarına uymayın, demek, mefhum-u muhâlifiyle, Resûlün izine uyun, demektir.
‣ Nasıl ki yolda kalmış arabaları çekerler, şeytan da boş kalan insanı çekip ardından sürükleyecektir. “Kim Rabbini zikretmekten gafil olursa, biz ona bir şeytan bağlarız.” (Zuhruf, 36)
‣ Şeytanın geliş yönleri ön, arka, sağ, sol olabilir. Onun bu geliş yönlerine dikkat edip kanmamak gerekir.
İz, yere basınca meydana gelen eserdir. İzlemek ise o izin ardından gitmektir. İzleyen izleneni hiçbir zaman geçemez. Mesela karda biri önde gider, onu takip eden, daima arkasından gider, onu geçmesi mümkün değildir.
Bunun için İslâm taklide karşı çıkmıştır. Ancak peygamberin yaptıklarını yani Allah’ın onayından geçmiş şeyleri taklit etmek güzeldir.
Yoksa insanların yaptıklarını, gerçek olduğu ispatlanmamış şeyleri taklit doğru bir şey değildir. ‘Hele hele Şeytana hiç tâbi olmayın. Onun izini takip etmeyin, izlemeyin.’
Şeytanın adımlarını izlemek ifadesinin kapsamına Allah'a karşı masiyet olan her şey girer. Masiyetler uğrunda yapılan bütün adaklar da bunun kapsamındadır. Gazap halinde yapılan her yemin veya adak şeytanın adımlarındandır. Bunun keffâreti ise bir yemin keffâretidir. eş-Şa’bî şöyle demektedir: Adamın birisi oğlunu boğazlamayı adamış, Mesrûk ona bir koç kesmesi şeklinde fetva vermiş ve: İşte bu adak şeytanın adımlarındandır, demiş.
Abdülaziz Bekkine, her Cuma geceleri talebelerine
hadis okuduğu halde, o Cuma yılbaşı gecesine isabet
ettiği için yatsı namazından sonra kapıda durdu,
gelenleri derse almadı ve dedi ki:
– Gidin yatın, bu gece ders yok. Onların (ehl-i dünyanın)
uyumadığı gece, ben uyurum.
Bu cümle şeytana tabi olmaktan nehyetmenin sebebini beyan etmektedir. Basiret sahibi olanların yanında şeytanın düşmanlığı son derece açıktır. Heva ve heveslerine tabi olup basireti olmayanlar ise şeytanı çok samimi dost kabul ederler. (Mefhumu sıfat). Çünkü şeytan, onu hep nefsin arzuları istikametinde yönlendirir, haramları lezzetli gösterir ve nefsince neyi güzel buluyorsa, onu elde etmeye yöneltip büyük bir hırs ile çalıştırır.
‘Mübin / açık’ kelimesi ‘ebane’den gelir. Zahir olmak, apaçık olmak ve ortaya çıkmak demektir. ‘Mübin’ kelimesi, müteaddi olan ‘ebane / açıkladı’ fiilinden ise, mana şöyledir: Şeytan apaçık bir düşmandır. Çünkü babanız Hz. Âdem için secde etmekten kaçınmakla size düşmanlığını açıklamıştır. Hz. Âdem’i cennetten çıkaran da odur.
Şeytanın Âdemoğluna vesvese verdiği şeyler altı mertebedir:
1- Küfür, şirk ve Allah Resûlü’ne ﷺ düşmanlık. Eğer şeytan, Âdemoğlunu bu yönden elde ederse, yorgunluklarını unutur.
2- Bid’at. Birini bidat ehli yapmak, şeytana göre fasıklıktan ve isyandan daha sevimlidir. Çünkü insan bir günah işlediğinde, tevbe edebilir. Halbuki bid’at sahibi düştüğü sapık yolun, hak yol olduğunu sanmaktadır. Bundan dolayı bid’attan asla tevbe etmez.
3- Her tür büyük günah. Şeytan insana büyük günahları işletmekten aciz kalırsa 4. mertebeye geçer.
4- Küçük günahlar. Küçük günahlar bir araya geldiklerinde büyük günah olur. Büyük günahlar, çok kere sahibini helak eder. Efendimiz ﷺ şöyle buyurdu: ‘Sizi küçük günahları umursamayan davranışlardan sakındırırım! Çünkü bu, bir çöle inen topluluğa benzer. Bu topluluktan her biri, küçük bir odun parçası getirip büyük bir ateş yakar. Sonra onun üzerinde yemek pişirip doyasıya yerler.’ Eğer şeytan bunda da başarılı olamazsa, 5. mertebeye intikal eder.
5- Mubahlar ile meşgul olmak. Kendisinde sevap ve azap bulunmayan, mubah şeyler ile meşgul olmasını sağlar. Sevapları kaçırtır ve boş yere zaman harcatır. Bunda da başarılı olamazsa, 6. mertebeye yönelir.
6- Fazileti düşük ameller. Daha faziletli ameller varken, şeytan kişiye bunları bıraktırır, sevabı düşük amellere yöneltir, daha üstün amelin sevabını kaçırtır. Bazen de kişiyi şerre çekebilmek için, kolay olan faziletli amellerden, meşakkatli olan faziletli amellere çeker. Sürekli iki rekât nafile namaz kılan kişiyi, kıldığı o iki rekâttan soğutmak ve tamamen taâtten nefret ettirmek için, ona yüz rekât namaz kıldırtır.
Resûlullah ﷺ bir gün Ebû Hureyre’ye sordu: ‘Kalemin senin için günah yazmamasını ister misin?’ O da ‘Evet ya Resûlallah’ dedi. Bunun üzerine Resûlullah ﷺ ‘Allah’ın ﷻ farz kıldığı şeyleri yap, haram kıldıklarından sakın, sana faydası olmayan şeyi terk et’ dedi.
Bir gün Şeytan, dünya çapında bir toplantı için tüm dostlarını çağırmış. Açılış konuşmasında şöyle demiş:
‘Müslümanların camilere gitmesini, Kur’ân okumalarını ve gerçekleri öğrenmelerini engelleyemiyoruz. Allah ve elçisi ile sağlam ilişkiler kurmalarını da engelleyemiyoruz. Allah ile bir kere bağlantı kurduklarında üzerlerindeki gücümüz kırılıyor.’ Dostları sormuş: ‘Peki ne yapalım?’ Şeytan demiş ki:
‘Bırakın camilere gitsinler. Fakat zamanlarını çalın, böylece Allah ve elçisi ile bağlantı kuramasınlar. Dikkatlerini dağıtın.’
Dostları şaşırmış: ‘Bunu nasıl başaracağız?’ Şeytan cevaplamış:
‘Zihinlerini sürekli meşgul edin! Müslümanların kulaklarına şunu fısıldayın: Harca, harca, harca… Borç al, borç al, borç al…'
Kadınlarını işe girip uzun saatler boyunca çalışmaları için ikna edin! Erkeklerin haftada 6-7 gün, günde 10-12 saat çalışıp hayatlarında boşluk kalmaması için planlar yapın! Çocukları ile zaman geçirmelerini engelleyin! Kadınların, akşamları kocalarıyla ilgilenemeyecek kadar çok yorulmasını sağlayın! Eğer kadınlar, erkeklerin ihtiyacı olan sevgiyi veremezlerse, erkekler bu sevgiyi başka yerlerde arayacaklardır! Zihinlerini o kadar meşgul edin ki kendi iç seslerini dinleyemesinler! Böylece kafaları karışacak, Allah ve elçisi ile zihinsel beraberlikleri kopacaktır.
Kahvehanelerde, muayenehanelerde, kafelerde masaları gazete ve dergilerle doldurun! Zihinlerini 24 saat haber bombardımanına tutun! Araba sürerken tefekkür etmelerini engelleyin. İnternete girenlerin posta kutularını sipariş katalogları ile, bahislerle, çekilişlerle, promosyon ürünleri ile doldurun!
Doğaya çıkıp Allah’ın ﷻ yaratma sıfatını görmelerini engellemek için onları çok meşgul edin, eğlence parklarına, fuarlara, spor karşılaşmalarına, oyunlara, konserlere, sinemalara götürün! Oralarda kavga çıkarıp birbirlerini vurmalarını sağlayın! Futbol, hayatlarının odağı olsun. Futbolcuların isimlerini çocuklarına ezberletmeyi mârifet saysınlar! Ancak İslâm’ın şartlarını merak bile etmesinler! İslâmi dostluklar ve sohbetler yerine, taraftar-parti dostluklarını ve dedikoduları teşvik edin!’
Bu kurnazca plan için dostları şeytanı çılgınca alkışlamışlar ve Müslümanları daha fazla meşgul edeceklerine, telaş içinde oraya buraya koşuşturacaklarına, Allah'a, Elçisine ve ailelerine daha az zaman ayırtacaklarına söz vermişler.
Âyet, kendilerine ‘sâibe’ (adak olarak salıverilen), ‘vasile’ (putlara adanan) ve ‘bahire’ (kulağı yarılıp salıverilmiş) hayvanları haram edenler hakkında nazil olmuştur. Bunu yapanlar Sakif, Benû Amir b. Sa’sa’a, Huza’a ve Benû Müdlic kabileleri idi.
Helal ve tayyib yemek Allah’a itaata, kıyama, şeytanın adımlarına uymaktan sakınmaya sebeptir.
Helal; Allah’ın yenmesini helal kıldığı şeylerdir.
Tayyib; kul hakkı karışmamış, şüpheli, şaibeli olmayan, nefsin arzuları ile, hırsızlık ile olmayan, duru, arınmış ve pak olandır. Buna delil Mü’minun 5. âyetidir. “Ve onlar, iffetlerini koruyan kimselerdir.”
Burada, salih amelin helal ve tayyib yemenin neticesi olduğuna işaret vardır.
‘Tayyib’ kelimesi helali de kapsadığı için helal zikredilmedi. Çünkü helal olmayan tayyib olamaz. Her tayyib helaldir, ama her helal tayyib değildir. Efendimiz ﷺ ‘Muhakkak ki Allah ﷻ temizdir, temiz olanı kabul eder’ buyurmuştur.
Allahu Teâlâ peygamberlere emrettiğini mü’minlere de emretmiştir.
‘Ey iman edenler size verdiğimiz rızıklardan tayyibini yiyin.’
Hadis-i Şerif’te şöyle buyruldu: Bir adam elini semaya uzatır, ‘Yâ Rabbi, Yâ Rabbi’ der. Ama onun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır. Duası nasıl kabul olur?’
• ‘Helâl ve temizi yiyin’ emrinde helal ve temiz kelimeleri ya mahzuf bir mefulün sıfatıdır, takdiri şöyledir: ‘Helâl ve temiz olan şeyi yiyin.’
Ya da mahzuf bir masdarın sıfatıdır ve takdiri şöyledir: ‘Yenmesi helâl ve temiz olanları yiyin.’
• الشَّيْطَانِ ’daki elif lam cinsi içindir. Veya ahd içindir, bununla murad İblis’tir. Çünkü o şeytanların aslıdır, onların amiridir. Şeytanların vesveselerinden doğan her şey ona racidir. إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مبِينٌ cümlesinde tekit gelişi haberin önemine işaret içindir.
Çünkü şeytanla insan arasındaki düşmanlık malum olan, mü’minler ve müşriklerin kabul ettiği bir husustur. Veya bu tekit mütereddit olmayanı mütereddit hükmüne tenzil içindir. Çünkü onlar şeytani işaretlere tabi olarak onun düşmanlığını inkar eden menzilesindedir. (Muktezayı zahirin hilafına kelam, gayrı münkiri münkir menzilesine tenzil)
169- Şeytan size sadece kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı (Allah hakkında) bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.
Şeytanın işi; kötülüğü, fuhşu emretmek ve Allah’ın dini, hükmü, kaderi, kitabı, resûlü üzerine cahilane konuşmayı telkin etmek. Bu görevini asırlardır sürdürmekte. Günahkar, hayasız olur, cesur olur ya. Peşine takıp gerekli telkinleri yapıp şeytanca eğittiği kimseleri kendine sekreter yapar, yetiştirir. Onlar da insan şeytanı olur çıkarlar. Mü’minlere dil uzatır, yanlış telkinler yapar. Çeşitli hile ve entrikalarla şeytana vezirlik, vekillik, sözcülük, şeytani maharetlerine göre görevlerini sürdürürler. İnsanların itikatlarını, fıtratlarını, niyetlerini, tiynetlerini, ahlâklarını bozmaya devam ederler.
السُّوء lügat itibariyle kötülük yapmak, fena hale gelmek, ateş, keder, üzüntü, çirkinlik, felaket, günah, alaca tilki, ayıp, ayıp yerler, kusur, suç, küçük günah, eksiklik, kötü huy, çirkin iş,... demektir.
Görüldüğü gibi, şeytanın emrettiği şeyler de kendi gibi meymenetsiz ve çirkin. Nefse uyan, dünyaya dalan, ilim, irfan ve ibadetten uzak kalan şeytanın rüzgarına tutulur. Hayasını alır; ayıp işler yaptırır. Tesettürünü alır; edepsiz eder, yalan, hile ile günah bataklarına daldırıp haram işletir, huylarını kötüleştirir. Çekilmez hale getirir.
İşlediği günah ve isyanlar yüzünden felaketlere düçar eder. Üzüntü girdabına düşürür, çirkin işler yaptırır. Onulmaz yaralar açar. Bütün güzel meziyetlerini, kabiliyetlerini azar azar elinden alır, perişan eder.
“Kendisini şeytan çarpmış da yeryüzünde başı boş dolaşır.” (Enam, 71)
Cenâb-ı Hakk’ın harama verdiği ilk ceza; haram işleyen o haramdan artık zevk alamaz, fakat yapmadan da duramaz hale gelir. Güzelim ömür sermayesini şeytanı ve şeytanlaşmış kimseleri takip etmekle, nefsi emmareye boyun eğmekle tüketir. İki cihan saadetinden mahrum kalır. O melun şeytandan Allah’a sığınırız...
السُّوء Sonuçta başarısızlığa, üzüntüye ve felakete götüren tüm isyan ve günahlardır. İster azalarla işlenen, ister kalbi ameller olsun, fark etmez. الْفحَْشَاء lügatta söz ve işin çirkin olması, yüz kızartıcı söz veya iş, had ve ölçüyü aşmak... manalarına gelir. Yine şeytanın pis emirleri, kötü telkinleri, menfur dürtüleridir.
Şeytan kendine uyan kimseleri dilinden yakalar, ona günah, müstehcen, çirkin, boş, yalan, gıybet gibi sözler söyletir. Çok konuşturur, kıran, inciten zehir gibi sözler söyletir. Tatlı dili yağcılık, doğru sözü aptallık, gıybeti savunma, yalanı koruma diye telkin eder. Onu gözden düşürüp sevimsiz hale getirene kadar uğraşır. Otomatiğe geçirir. Kendi yeni hileler peşine düşer.
Sadece dilde değil yedi zahir azanın da, kalbin de, aklın da hududu aşması için, onları günaha sokmak için durmadan çalışır. Kah çok yedirir, kah safahata düşürür. Kah tembellikle kıskıvrak bağlar, hayra mani olur. Günahları cazip gösterip süsleyerek din, ahlâk, insanlık, edep ölçülerini aştırır. Günahların açıkça işlenmesinde bir mahzur görmez hale getirir.
Sınırı aşmakta öyle ileri gider ki Allah’a bilmediği şeylerle iftira atma küstahlığında bulunur. Dini yalanlar, hükümlere dil uzatır. Cahilane ahkâm keser, fasid deliller üretir. Hem dâll, hem mudill olur. Bulaşıcı hastalığa yakalanan kimse gibi kendi kötülüğünü başkasına bulaştırır. Bu kötü akıbete uğramaktan Allah’a sığınırız...
‣ Fahşâ kelimesi lügatta; sınırı, alışılmış ölçüyü aşan her şey, söz veya cevapta taşkınlık etme, yüz kızartıcı söz veya davranış, çok çirkin olan zina olayı, Allah’ın yasakladığı her çirkin şey, her amelde haddi tecavüz etme, konuşurken veya cevap verirken haddi aşan erkek ve kadın, kötü ahlâklı, gerçekten cimri... manalarına gelir.
‣ Fahşâ dünyada had cezasını, ahirette ise azabı gerektiren şeydir. Cehaletin bir çeşidi olup hilmin karşıtıdır.
‣ Fahşâ (hayasızlık); aklın reddettiği, şeriatın çirkin gördüğü aşırı derecede çirkin olan her şey, isyan ve günahların en çirkini, kötülük bakımından en büyüğü, demektir. ‘Kötülük / السُّوء’ kelimesinden daha çirkin ve daha ağır bir kelimedir.
‣ ‘Fahişe’ kelimesi Kur’ân’da on üç yerde, çoğulu olan ‘fevahiş’ kelimesi de dört yerde geçmektedir.
‣ السُّوء ’dan sonra لْفحَْشَاء ’nın gelmesi, hususi olanın umumi olan üzerine atfedilmesidir. Çünkü Sûu; bütün günahları kapsar, fahşa ise günahların en çirkinidir.
‣ Fahşa maddî ve manevî tüm aşırılıklardır. Eşya talebinde, mal talebinde aşırılık, rızık talebinde, bilgi toplama talebindeki aşırılık, sevgi ve saygıda aşırılık, hedeflerdeki aşırılıklar, yeme içmedeki aşırılık, ya da kadın erkek ilişkilerindeki aşırılıklar, bu kısma dahildir.
‣ Masiyet ve günaha ‘Sûu / kötülük’ denmesi, kişinin aklını bulutlandırıp çalışmaz hale getirdiği içindir. ‘Fahşâ / çirkinlik’ denmesi ise, insana çirkinlik verdiği içindir. Buna göre kötülük ve çirkinlik kelimelerinin ‘günah’ anlamında kullanılmaları, mübalağa için masdarı sıfat olarak kullanmak gibidir. (رَجًلٌ عَدْلٌ / adil adam’ sözü gibi.)
إِنَّمَا hasr ifade eder, bu da şeytanın sadece kötülükleri emrettiğini bildirir. Ancak şeytanın bazen, hayra davet ettiği de görülür. Maksadı, o kimseyi hayırdan şerre çekmektir.
Efendimiz ﷺ ‘Muhakkak şeytan çok kere sizi ilim ile meşgul etmek sûretiyle amelden alıkoyar’ buyurdu. Sahabeler ‘Bu nasıl olur?’ deyince şu cevabı verdi:
- Şeytan; ‘İlim öğren, öğrenmeden amele lüzum yok’ der ve daima ilmi teşvik eder. Ameli sona bıraktırır ve derken adam, amel etmeden ölür gider.
İnsanoğlunda şeytanın vesvesesi olduğu gibi, meleğin de ilhamı vardır. İnsanoğlunun bir çocuğu doğduğu zaman, iblis ona bir şeytan musallat eder, Cenâb-ı Allah da ona bir melek gönderir. Şeytan onun kalbinin sol tarafına yapışır. Melek ise kalbinin sağ tarafına yapışır ve her biri onu kendi tarafına davet eder. Hadis-i Şerif
Hadisteki hayra davet eden melek ‘aklî kuvvet’; şerre davet eden şeytan da ‘şehvet ve gadab kuvveti’ şeklinde de açıklanmıştır.
‣ Şeytan, size, ‘Allah şunu veya bunu haram kıldı’ sözünü söyleterek Allah’a iftira etmenizi sağlar.
‣ ‘Allah bunu emrediyor’ diye Allah’a iftira edip insanları aldatması, şeytanın yaptıklarının en çirkini ve en iğrencidir. Çünkü Allah’a yakışmayan vasıflar ile Allah’ı vasfetmek, günah çeşitlerinin en büyüklerinden, fuhuş ve kötülük çeşitlerinin en çirkinlerindendir.
Şeytanın bilmediğimiz şeyleri söyletmesi iki türlü olur. Birincisi Allah’ın ﷻ kanunlarına muhâlif kanun yapmanızı emreder.
İkincisi de hocalara söylettiği şeylerdir. Kişi kendi arzularını, ‘Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’de buyuruyor ki’ diye söyler. Hadiste söylenmiş bir şeyi Allah’ın âyeti olarak, Allah’ın âyetlerini hadis-i şerif olarak veya gazetede, takvim yaprağında okuduğu, duyduğu atasözünü ‘Cenâb-ı Allah buyuruyor ki’ şeklinde aktarır.
Onun için âyet olanı âyet diye vermeye, hadis olanı hadis diye aktarmaya dikkat etmelidir. Bazı güzel sözler vardır, hadis mi değil mi belli değilse, ‘Bir güzel söz var’ denmelidir. Veya ‘Âyet midir, hadis midir bilmiyorum ama şöyle duydum’ demek gerekir.
Âyet olmayan bir şeyi âyet gibi göstermek çok büyük günahtır. Efendimiz ﷺ kendisi için, ‘Benim söylemediğimi bana nisbet eden Cehennemden yerine hazırlasın’ buyuruyor. Efendimiz’e ﷺ söylemediğini isnat eden Cehennemlik olunca, Allah’a ait olmayan bir sözü Allah’a isnat eden daha derinine gider.
Âyeti celile inançta taklitçi kimseleri zemmetmektedir. İnançta makbul olan istidlaldir, taklit değildir. Bu ifade bütün bozuk mezhebleri, hatta hakkı taklid etmeye bile şâmildir. Çünkü insan hakkı taklid ile kabul edince de, bilmediği şeyleri söylemiş olur ve zemmi hak eder.
Sû’u: Nefsin hazzı olan her günaha denir. Yusuf 53’de beyan edildiği gibi. “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü nefis kötülüğü emreder.” Nefis, içinde kendi hazzı olmayan bir şeyi emretmez.
Fahşâ: İçinde şeytanın hazzı bulunan her günaha denir. Şeytanın iğva ve idlalidir. “İblis: Senin izzetine andolsun ki, onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna, hepsini mutlaka azdıracağım, dedi.” (Sad, 82) “Ve mutlaka onları saptıracağım ve onları kuruntulara düşürüp, aldatacağım. Mutlaka onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar ve onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler. Ve kim Allah’ı bırakıp şeytanı dost edinirse, şüphesiz açıktan bir hüsrana düşmüştür!” (Nisa, 119) da buyrulduğu gibi.
Nefsin hazzı bulunan şeyde şeytanın hazzı yoktur. Zira şeytan insan için düşmandır. İnsanın nefsani veya ruhani bir şeyle zafer bulmasını istemez. Ancak tacizinde insanı sapıtma ve iğva vermekle mecbur eder ki ona dünyada, ahirette pişmanlık ve hasret olsun.
Şeytan yedi hazla kuruntu verir. Nefis hazları uğrunda zarurete düşer, zaruret vartasına yuvarlanır. “Şeytan size fakirliği emreder.” (Bakara, 268) Şeytan, ehli zeyğ (eğrilik ehli) ve ehli heva, nebilere tebaiyet nurundan mahrum olduklarında, dalâlet ve iğvada fasit itikatları, akli şüpheleri kalplerine ilka eder. Kendi reyleriyle baş başa kalıp hasta akıllarına, hislerinin afatına, vehim, hayal ve tabi zulmetlerine uyarak hakla batılı ayırd edemezler. Çünkü bu ancak şeriat nuruyla ayırd edilir. Bu durumda felsefeciler ve ibahiyyun gibi helak vadilerine düşerler. Küfürle ibaha, zındıka arasında bir itikatta kalır, saparlar, şeytan onlara iğva verir. O bozuk itikatlarını dile getirirler.
“De ki: “Rabbim ancak, açık ve gizli çirkin işleri, günahı, haksız saldırıyı, hakkında hiçbir delil indirmediği herhangi bir şeyi Allah’a ortak koşmanızı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” (Araf, 33) Yani tevhid fıtratlarında olmayan şeyi söylerler. “Allah’ın insanı üzerinde yarattığı fıtrat” (Rum, 30)
Oysa “Elestü bi rabbiküm” ahdinde (Araf, 172) onlardan ‘Bela-Evet’ diye ikrar alınmıştı. Bu şeytanın hile mesabesinde kuruntusundan hasıl olmuştur. “Hem onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim tuzağım (onları âniden yakalamam) pek çetindir!” (Araf, 183)
• إِنَّمَا tahsis ve tekit için gelmiş. Yani şeytan kötülük ve fuhuştan başka bir şey emretmez. Vesveseleri ilâhi emirlerden ayırabilmek için vahiy kökenli bilgiler elde edin, hevaya ve şeytana uymayın.
• يَأْمُرُكُمْ fiili telkin eder, vesvese verir, anlamında istiaredir. Şeytanın sürekli kötülükleri vesvese ederek insanlara musallat olması, kendisine itaat olunan bir amire benzetildi. Vesveseyi kabullenenler de, itaati kabullenen memurlara benzetildi. Bu istiare, vesveseyi kabullenenlerin, şeytanın tüm isteklerine boyun eğdiklerine bir remz ve işarettir.
Onların görüşlerinin değersizliğini, fikirlerinin hakirliğini, sefahet ve aşağılık durumda olduklarını gösterir. Yani ‘zelil, hakir, şeytanı başınıza amir yapmışsınız. Sanki size telkin etmiyor da emir veriyor. Siz memur gibi her emrine itaat ediyorsunuz. O sizi esir almış, emrine bağlamış tahakküm eder durumda. Siz de zilleti, meskeneti kabul etmiş durumdasınız.’
Şeytana emredicilik vasfı verilerek medih şeklinde zem olmuş sonraki cümlelerle de zemmi tekit olmuş.
• Kötülük, fuhşiyat, Allah’a karşı cahilane konuşmak fiilleri arasında muraatı nazır var.
170- Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde: ‘Hayır, biz atalarımızı ne üzerine bulduysak ona uyarız’ derler. Ya ataları bir şey anlamamış ve doğruyu da bulamamışsalar da mı?
Cenâb-ı Zü’l Celal, küfürden, nifaktan, şirkten kurtulmak ve küfrü, kafiri tanımamız için onların sözlerini ve iç âlemlerinde olan hile, desise menşelerini tek tek haber veriyor. Önceki âyetlerde sırasıyla; hilkat sırlarını anlatarak, nefsi emmare kafirini ikna ederek deliller getirdi. Bir sonraki âyette insan şeytanlarının, küfür öncülerinin ve onlara uyanların durumunu ahiretten bir sahne açarak hatıralarda canlandırdı. Bu, dıştan içe delil çekmektir.
Sonra içte vesvese veren şeytanın insanı nasıl azdırdığını anlatarak içten dışa delil getirdi. Burhan-ı inni, burhan-ı limmi denen delillerle bizi küfre, şirke, bidata, günaha, kalitesizliğe çeken faktörleri bir bir anlattı ve anlatmaya devam ediyor. Ta ki kaypak aklımızı, deli gönlümüzü ıslah edip hizaya getirsin. Tabi ki bu deliller diri olanlara, kalbi henüz mühürlenmemiş olanlara, vahye kulak verenlere, huşuya yönelenlere tesir eder. Şairin dediği gibi: Görenedir görene / Köre nedir, köre ne?
Bu üç ayrı uyarıdan sonra bu âyette de inanmaya mani olan taassub-u cahiliyenin küfürle olan ilişkisi anlatılarak küfrün direkleri tek tek sökülmektedir.
‘Onlara Allah’ın indirdiğine tabi olun, denilince onlar ‘Babalarımızı ne üzerinde bulduysak ancak ona tabi oluruz’ dediler.’ Buna cevap olarak Yüce Allah “Babaları akıl edemiyor, doğru yolu bulamıyorsalar da mı?” diye çok müthiş bir cevap vermiş. Şöyle ki:
Babası aklını kaybetmiş bir insan düşünelim; evlat ne kadar ona muti ve minnettar olsa da aklını kullanamayan babaya uyar mı? Uymaz. Bunu her aklı selim anlar. Veya Ankara’ya gitmek üzere olan babanın Edirne istikametine doğru yol aldığını bilen evlat saygı icabı babasına uyarak yanlış yoldan gitmesini kabul eder mi? Veya kendi aynı taşıtla Ankara’ya varacağını sanır mı?
Yani babanın aklının çalışmaması, unutması veya hatasını evladın sineye çekip kabul etmesi, o yanlışta bir hikmet araması, körü körüne ona uyup sonu onulmaz acılara, helak uçurumlarına giden bu yanlış yolda onu takip etmesi doğru mu?
Siz hiç babası tımarhanede olan bir evladın ‘Ben ne olursa olsun onun emrinde ve onun yanında kalacağım’ dediğini gördünüz mü? Bir evlat olarak onu o zelil durumdan kurtarmak için tedavisinde azami gayret gösterip, onu eski sağlığına kavuşturması gerekmez mi? Aynı şekilde cehalet çukuruna batmış, cansız, takatsiz, hiçbir şey yapmaya kudreti olmayan putlara tapan, sırf adet, gelenek olduğu için kız çocuklarını diri diri gömen, leş yiyen, içki içen, zina eden, her türlü zulmü işleyen vefasız, insafsız, akledemeyen birine baba da olsa uymak akıl işi mi? Sırf kaskatı cahiliye taassubuyla bu çarpık yola devam etmek reva mı?
Bu üç âyet Allah yolundan sapanların saplantılarını cem mea tefrik sanatıyla izanlara izah eden ilâhi şefkatin tecellisidir.
Bu denli babalarına bağlı olmaları da mecazi bir müşakale olabilir. Bu şekilde doğru yoldan uzak durmak sadece ataya bağlılık taassubundan olmasa gerek. Asıl sebep zulüm üzere kurdukları saltanatın, haramla oluşmuş menfaatin yok olma korkusu. Yoksa kendi evladını diri diri gömen bir namert, bir gaddar, ölmüş, yok olmuş babasına mı saygı duyacak? Bu ancak ağızlarıyla söyledikleri bir yalandan başka bir şey değil.
Eğer bu düşüncede samimi olsalardı, Allah bunu direkt haber verir, onlardan rivâyet etmezdi. قاَلوُ kelimesinin ‘Yalan söyledi’ manası burada devreye girmektedir. Çünkü fiilleri sözlerini inkar ediyor. Küçüğüne, kendi çocuğuna şefkati, merhameti, sevgisi olmayan bir güruhun geçmişine saygısı düşünülemez.
‘Allah’ın indirdiğine uyun denildiği zaman...’ âyeti kör taklidin haram olduğunu ve müslümanın kafir karşısında gücü nisbetinde, imkânlar ölçüsünde akidesini ispat etmesi, dinine dair hususlarda aklını kullanması gerektiğini göstermektedir. Âyette tefekkür ve istidlalin; hatıra gelen şeylere veya başkasının söylediği şeylere delilsiz dayanmayı terk etmenin vâcib olduğu hususunda kuvvetli bir delil vardır. Bu nedenle âyet-i kerime, şeytanın vesveselerine uymak ile taklide uymak arasında fark bulunmadığına dikkat çekmek için, ‘şeytanın adımlarına uymayın’ âyetinin hemen peşinden getirilmiştir.
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ ’deki هُمْ zamiri :
‣ ‘Allah’dan başka şerikler (putlar) ittihaz eden kimse’ âyetindeki, مَن ’e racidir. Bunlar, daha önce bahsedilen, müşrik Araplardır.
‣ يَا أَيُّهَا النَّاسُ, ifadesindeki, النَّاسُ kelimesine râcidir. Sapıklıklarını daha iyi ortaya koymak için ‘iltifat’ üslubu gereği, muhatabdan gâibe dönülmüştür. Allahu Teâlâ akıllı kimselere sanki, ‘Şu ahmaklara bakın, ne söylüyorlar...’ demiştir.
‣ Yahudiler hakkındadır. Hz. Peygamber ﷺ onları İslâm’a davet ettiği zaman onlar, ‘Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz dine uyarız. Atalarımız, bizden daha hayırlı ve daha bilgili idiler’ demişlerdir. Buna göre âyet müstenef bir cümledir, هُمْ zamiri, bu takdirde zikredilmiş bir şeye râcîdir.
‣ Zamir daha önce zikredilmiş olan bir şeye râci olduğu gibi, zikredilmeyen fakat bilinen bir hususa da râci olabilir.
‘Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş... idiyseler’ lafzındaki (أَوَلَوْ) vav, atıf vavıdır. Başındaki istifham (soru) hemzesi, tevbih manasındadır. Çünkü tevbih (azarlama, kınama) için olan hemze, ikrar edilmesi rüsvaylık olan bir şeyi ikrar etmeyi gerektirir. İfadede: ‘Yine de onlara uyacaklar mı?’ şeklinde takdiri bir mana da vardır. Çünkü bu anlam kendiliğinden anlaşılmaktadır.
Akaid konularında taklidin batıl olduğunda icmâ vardır. Allahu Teâlâ atalarını taklid edip peygamberlerin ardından gitmeyi terk ettikleri için kâfirleri: “Biz atalarımızı bir din üzere bulduk...” (Zuhruf, 23) buyruğunda yermektedir. Diğer taraftan mükellef (âkil ve baliğ) olan herkes için tevhidi öğrenmek ve ona dair kesin bilgi sahibi olmak farzdır. Öğrenmek ise ancak Kur’ân ve Sünnet ile gerçekleşebilir.
Yani bir şeye tabi olma konusunda eskilik, yenilik veya atalar yolu olup olmaması önemli değildir. Önemli olan onun Allah’ın hükmüne uygun olup olmamasıdır.
Bu konuda biri ifrat, diğeri tefrit, iki yanlış gelenek vardır:
1- Bir grup müslüman, ‘Kur’ân bir dönem anlaşılmıştır. Ecdat onu anlayıp fıkha dökmüştür. Bizim onlar gibi anlama imkânımız olmadığı için onların anlayışına tabi olmalıyız. Kur’ân’ı anlamaya çalışmak yerine fıkıh okumak zorundayız. Kur’ân’ı anlamak ve uygulamak üzere değil, ibâdet kastıyla okumalıyız’ der. Ve tamamen geçmişe teslim olunması gerektiğini iddia ederler.
2- Bir diğer grup da ‘Geçmiştekilerin anlayışı bizim için ayak bağıdır. Öncekilerin, Resûlullah’ın, sahabenin, tâbiînin ve müctehid imamların Kur’ân’ı nasıl anladıkları, uyguladıkları kendilerini ve o dönemi ilgilendirir. Bizler onlara hiç bakmaksızın Kur’ân’ı anlamak ve hayatımıza aktarmak zorundayız’ derler.
Bu anlayışların birisi ifrat diğeri de tefrittir. Ne tümüyle kayıtsız şartsız geçmişe teslim, ne de tümüyle geçmişi silmek doğru değildir. Bugünün müslümanı da Allah’ın Kitabını anlamaya çalışmak zorundadır. Çünkü bu kitap, sadece onlara değil, bize de gelmiştir. Onların sorumlu olduğu kadar bizler de Kur’ân’dan sorumluyuz, Ama bunu geçmişi silerek değil, bilâkis Allah’ın Resûlünden bugüne kadar o âyetle alâkalı hangi sahabe, alim ne demişse, nasıl anlamışsa onlara da müracaat ederek yapmalıyız.
Ayrıca âyet, nübüvvetini mucize ve âyetlerle ispat eden Nebiye, fıkhi hükümlerde müctehidlere tabi olmanın, Kur’ân’a tabi olmakla aynı olduğunu göstermektedir. Mezmum olan taklit bu değildir. Taklit, bir sözü delilsiz olarak kabul etmektir. Tâbi olmak ise delilini bildikten sonra başkasının sözünü alıp kabul etmektir. Hükümleri aslî delillerinden çıkartamayan, avamdan olan kimsenin farz olarak yapması gereken; ilim ehline sorması ve daha alim olanın fetvasına uymasıdır. Çünkü Yüce Allah, “Eğer bilmiyor iseniz zikir ehline sorunuz” (Nahl, 3) buyurmaktadır.
1920 yılında Topal Molla lakabıyla tanınan bir zat, Afganistan’da tekke kurmuş. Müritlerinin sayısı 1925’te 300 bini aşan Topal Molla, krala karşı ayaklanma hareketini başlatmış. Bir yıl boyunca Afganistan’da kan gövdeyi götürmüş. Afganistan kralı Emanullah Han, ülkesini terk etmek zorunda kalmış. Sınıra geldiğinde yanına bir adam sokulmuş ve çok güzel konuştuğu Urduca’sıyla sormuş:
‘Beni tanıdın mı? Ben meşhur Topal Molla’yım. Afganistan’daki görevim bitti, İngiltere’ye dönüyorum.’ ‘Seni tanıdım’ demiş kral ‘Ben senin İngiliz casusu olduğunu biliyordum. Fakat halkıma o kadar tesir etmiştin ki, senin casus olduğuna onları inandırmanın çok zor olacağını düşündüm.’
Sarıklı, sakallı Topal Molla sakalını kesmiş, sarığını atmış, başına silindir şapkasını oturtmuş ve İngiltere yoluna koyulmuş.
Âyette din hükümlerinde başkalarını taklitle onların mezhebine uymanın doğru olmadığına işaret vardır. Bilakis kul, talepte sıdkı niyetle Allah’ın indirdiğine tabi olmalıdır. Amelde ihlas gerekir.
أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْئًا Âyette öncekilerden nazarı kesmeye, onların muhtelif hevalarına uymaktan, haktan yana hiçbir şey akıl etmeyenlerin bidatlarından ayrılmaya işaret vardır. Ve ehli ilim, ehli hırka olduklarını iddia eden, dünya muhabbeti sahrasında kaybolanlara da uymayın. Onlar ehli hırka değildir. İlmi, hırkayı mal ve cah için kazanç ve alet edinmişlerdir. Taleb ehlinin talep yollarını kesmişlerdir.
Bazı münzel kitaplarda Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Dünya sevgisiyle sarhoş olan alimlerin cehennemden bağışlanmalarını benden istemeyin. Çünkü onlar, kullarımın üzerinde ‘kutta-i tarik’dirler. Yani kulumla aramdaki yolu kesen yan kesicilerdir.’
وَلَا يَهْتَدُونَ Hevaya uymaktan, dünya hırsından çevirecek hak yola yönelmezler. Burada, ibadetin Hakk’ın caddesi olduğuna, ikinci adımın şeriatın doğru yolu üzerinde olduğuna işaret vardır.
Tarikata süluk makamlarını bildikten sonra hidâyet ehli mürşide hakikat ilmi üzerine tabi olmak caiz olur. Yoksa baba yoluyla gelen şeyhlik iddiasında bulunan, ihtida yolunda bir nasibi olmayan kimselere tabi olunmaz. Bu durumda zamanımızda çoğu meşayıh uymaya elverişli değildir. Allah onları affedip hallerini düzeltsin.
• ‘Allah’ın indirdiği’ ifadesi, sıfatlı kinayedir. Hem Kur’ân’ı Kerim’i, hem de hadis-i şerifleri anlamamız mümkündür. Hadisler de âyet-i kerimeler gibi vahyedilmiştir, tek fark namazda okunmamasıdır.
Âyetleri Allahu Teâlâ Cebrail’e (a.s) emreder, o da peygambere indirir. Bu nedenle ‘Allah’ın indirdiği’ denmesi sebebe isnaddır. Özel ismin zikri tazim içindir, ‘Bu Allah’ın ﷻ indirdiğidir, başkası indirmemiştir. Gerekli ihtimam ve saygıyı gösterin, özen verin.’ anlamındadır.
• مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا ifadesinde ‘عَلى’ harf-i ceri, istila anlamıyla istiare-i tebaiyedir. Yani adeta geçmişte ataları neyin üzerine yayılmış, onu kaplamışlarsa, nelerin üzerini istila etmişlerse, onlar da aynı tavra devam ederler. Babaları gerçeğin, hakkın üstünü nasıl kapattıysa onlar da aynı batıl yolu izlerler. Adeta gerçeğin üzerine abanmış, yayılmışlardır, kimsenin görmesini istemezler. Hem yaşamaz, hem de başkalarına yaşatmazlar. Kur’ân diliyle; hem dâll, hem mudill’dirler.
• لَا يَعْقِلُونَ شَيْئًا Babaları bir şey akledemiyorsa da mı?’ cümlesi, onları babalarına tabi olmaları hususunda ilzam için mübalağa ifade eder.
171- O küfredenlerin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayarak haykıran kimsenin durumu gibidir: Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Onlar bu yüzden hiçbir şey akledemezler.
Allahu Teâlâ önceki âyetlerde inkar sebeplerini ortadan kaldıran delilleri belirtirken bu âyetle daha iyi kavranması için bir misal getirdi. Zahiriyle inkarcıların durumunu arz ederken, mefhum-u muhâlifiyle de mü’minlerin nasıl olması gerektiğini hissettirmekte. Ta ki bütün insanlar gereken dersi alsın.
Teşbih ilk bakışta çok basit, hemen anlaşılır görünse de çok derin. Ortak yönü çok olan bir teşbih-i temsildir.
Kafirlerin imana çağrılması, sapıklığa devam etmeleri, kibirli tavırları İslâm’a davet sözlerinden hiçbir şey anlamayan, sesten başka bir şey duymayan, etkilenmeyen davara benzetildi.
Bu teşbihte sehli mümteni sanatı vardır. İlk bakışta hemen anlaşılan garib-i mübtezel gibi gözükse de aslında çok yönlü baidi garibdir. İç içe gül goncası gibi dürülmüş, açılmayı bekleyen, idrakleri besleyen muazzam bir temsildir. Müteaddidi müteaddide, heyeti heyete benzetmedir.
Bu temsil ‘teşbih-i müfrik’tir. Kafirleri hakka davet edici kişi ile inkarcıyı, çobanla davarlarına, hakka davet edenin daveti ve sesi de; hayvanlara seslenen çobanın sözlerine benzetildi. Efendimize ﷺ hürmeten ismi açıkça zikredilmeyerek ‘Meselü’den sonra ‘Dâi’ ismi muzafı hazfoldu. Hitaptaki yüksek edebin inceliği olarak davet edici hazfedildi. Ta ki Efendimizin ﷺ açık açık çobanla mukayese edilmeyecek kadar değerli olduğu beyan edilmiş olsun, edebe riayet telkin edilsin.
‣ Davetçi ile kafirin durumu, çobanla davarlarının durumuna benzetilmiş. Çoban; aklıyla, izanıyla koca bir sürüyü güder, korur, besler. Onların başından ayrılmaz. Ortama ve hava şartlarına uygun hareket eder. Mesuliyet sahibidir. Sürüyü zararsız, ziyansız sahiplerine getirmek için azami gayret gösterir. Sürüsünü gözetim altında tutar. Onları otlak yerlere götürerek sütlenmesini sağlar. Sürüsünü sever.
Bu müteaddit müşebbehi bihden müşebbehin durumunu vasfedebiliriz. Teşbihin açık olmayışı, davetçinin hazfolunması da manayı zenginleştirir.
Müşebbeh: Çoban, Müşebbehi bih: Davetçi. Peygamberimiz olmakla beraber diğer tebliğciler, müezzinler de olabilir. Bir davetçinin nasıl olması gerektiğini Yüce Sultan bir cümleyle özetleyip mucizevi şekilde bir denizi bir damlaya sığdırmıştır. Çobanla tebliğcinin vech-i şebesini alarak yolumuza devam edelim.
Efendimiz ﷺ bütün insanların en akıllısı, en ince duygulusu ve en emin olanıdır. Kısa bir sürede İslâm devletini kurup ümmetini tevhid sancağı altında toplamıştır. Ümmetine haris, rauf, rahimdir. Son derece fedakâr, adil, güvenilir, gayretli, cesur, cömert, babacan ve üzerine verilen risalet vazifesini en güzel şekilde eda eden, koruyucu, kurtarıcı, insanlık mimarıdır.
‣ Kafir, Resûlullah’ın ﷺ çağrısı karşısında kendisine nida olunan davara benzetilmiş. Kafirle davar benzetmesinde; müteaddit ortaklıkları şöyle sıralayabiliriz: Kâfir ve hayvanlardan her birisi işittiklerinden bir şey anlayıp kavrayamaz. Bunlar sadece seslere ve çıngırakların çıkardıkları gürültülere takılır, ardından giderler.
Hayvanlar sesi duyarlar, ama ne dendiğini anlayamazlar. Kâfirler de Hz. Peygamberin sesini ve sözlerini duyuyor, ama bunların manasından yararlanmıyorlardı. Daveti algılama, anlama, kavrama, inanmanın hasıl olmayışında kafirle hayvan eş değerdedir. Hatta âyette daha da aşağı olduğu bildirilmiştir. (Araf, 179)
Davarların akılları sırf dünya hayatı için verilmiş, tefekkürden uzak bir aklı meaştır. Geçmişten ibret almak, geleceğe yönelik istikbal düşüncesi, ahiret, akıbet düşüncesi olmaz. Kafirler de öyle, aklı meadları, sonlarını düşünme gibi dertleri yok. Akılları var ama kullanmıyorlar. Rehbere uyup cennet davetine katılmak yerine nefsin, şeytanın güdümünde anlamsız sözler, boş ve zararlı faaliyetler peşinde çobanı bırakıp kurdun peşine giderek, çayır çimeni bırakıp uçuruma yuvarlanmaktalar.
Bir radyo istasyonunda verici cihaz ne kadar güzel ve net verirse versin alıcı istasyon bozuk ise yayın yapmak mümkün olur mu? Bütün iletişim araçlarında böyle olduğu herkesin malumudur. Cenâb-ı Hakk tevcih sanatıyla Efendimizi ﷺ tebrik ve tenzih ederken, inkarcı bedbahtları da zemmetmiş oluyor. Onların umursamaz tavırlarını şiddetle kınayıp ahmaklıklarını ilan ediyor.
Burada koyunların anlayacağı iki tür ses vardır. Nida (bağırmak) uzaktaki için yapılır, dua (çağırmak) ise yakına yapılan seslenişi ifade eder. Dua mutlaka işitilir, nida ise bazen işitilir, bazen işitilmez. Dua; bir takım seslerdir ki çoban bununla koyunları men eder, engeller. Nida ise onları toplamak için sesi yükseltmektir.
Âyetin manası şöyledir: ‘Çoban koyunlara seslenir ve onlara şöyle der: ‘Yeyin, için, yayılın.’ Halbuki koyunlar, çobanın sesinden hiçbir şey anlamazlar. İşte Habibim; kafirler de bu hayvanlar gibidir. Senin konuşmalarından ve Allah’ın ﷻ kitabından hiçbir şey anlamazlar.
‣ Kafirlerin puta ibadetleri, onlara yalvarışları koyunlara nida etmeye benzetilmiş. Müşebbeh: Putlar, Müşebbeh-i bih: Hayvanlar, Vech-i şebesi: anlayışsızlıktır.
Kafirlerin putlara ibadet etmeleri, kurban bağışlayıp onlardan medet beklemeleri, dualarına cevap vereceklerini ummaları, onlara yalvarıp yakarmaları, önlerinde eğilip secdeye kapanmaları, putları canlı, saygın, kendilerinden üstün, kudret sahibi saymaları, ahmaklık ve bönlükte koyunlara nida etmek gibidir. Hayvanla konuşan kimse cahil sayılınca, taşa dua edip konuşan kimse kınanmaya ve cehalete daha lâyık olur.
Koyunlar nidadan, duadan, ne anlar? İnsanların Allah’tan gayrı sevip, sayıp, Allah’ın önüne geçirdikleri ne varsa aynı hükümdedir. Allah’tan gayrı her şey helak olucudur. Kuvvet, kudret sırf ona aittir.
Bu iki görüşün farkı şudur: Burada med’uv (kendisine çağırılan), önceki görüşte ise dâî (çağıran) hazfedilmiştir.
Bir kimse gerçekten kör, sağır ve dilsiz olsa, aklının hammaddesi olan bilgiden mahrum olur. Fikir havuzunun kaynağı kurur, düşünce semasının güneşi söner, akıl kuşu ötmez olur. Güzeli çirkinden, iyiyi kötüden, faydayı zarardan ayırt edemez.
Tıpkı put gibi sevimsiz, meymenetsiz, katı bir taş olur. Ne kimse ondan faydalanır, ne o kimseden. İletişimi kesilmiş, bağlantıları kopmuştur. Artık ne gerçekleri duyacak bir can kulağı, hakkı anlatacak bir lisanı, ne de gerçekleri görecek bir gözü kalmamıştır. Âyette “Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da sapıktırlar. İşte asıl gafiller onlardır” (Araf, 179) buyrulması gibi.
Bir şeyin olmamasıyla olup da kullanılmaması arasında bir fark olmadığı çok veciz bir şekilde ifade edilmiştir. İnsan elini kullanmasa çolak olur. Ayağını kullanmasa topal olur. Bunlardan hiçbiri onu insanlıktan çıkarmaz, şahsiyetini zedelemez. Manevi değerini düşürmez. Ama akıl noksanlığı öyle mi? İnsanda maddi manevi değer bırakmaz. Aklı olup da onu kullanmamak ve hayvan derekesine düşmek ne büyük ziyan, ne acı hüsran!
Bu gibi misaller, dinleyenin kâfirlerin durumu hakkındaki bilgisini arttırır, kâfirler gözünde küçülür, onlara karşı kalbi kırgınlıkla dolar. Cenâb-ı Hakk’ın onları âdeta hayvan gibi kabul etmesi, dinleyenleri, kafirleri taklitten son derece men edici olur.
فهُمْ لَا يَعْقِلُونَ bundan maksad ‘akl-ı iktisâbi’ dir. Çünkü yaratılıştan olan akıl kâfirler için de söz konusudur. Yaratılıştan aklı olmayan zemmedilmez, yerilmez. Din akıl sahiplerini muhatap alır.
Akl-ı iktisâbi’nin yolu, göz, kulak ve dil yardımıyladır. Onlar bu üç kuvvetten yüz çevirince, aklı iktisâbiyi kaybetmişlerdir. Duyu kabiliyetlerini kaybeden, ilmini kaybetmiş sayılır.
Bu âyet-i kerime, geçmişteki kötü insanlardan ilgiyi kesmek gerektiğini gösterir. Ayrıca heva ve heves ehline tabi olmamaya, bid’at ehline asla uymamaya işarettir. Bid’at ehli tarik-i hak’dan hiçbir şeye akıl erdiremez. Âyetin dal bi’d delalesinden, dünya ehlinden de uzaklaşmak gerektiği anlaşılmaktadır. Çünkü onlar da dünya sevgisiyle adeta kör ve sağır olmuş, akılları uhrevi konulara ermeyen kişilerdir.
Resûlullah ﷺ şöyle buyurdu: Her şeyin bir aleti, bir hazırlık ve istidadı vardır, mü’minin aleti akıldır. Her şeyin bir biniti var, kişinin biniti akıldır. Her kavmin bir dayanağı var, ibadetin dayanağı akıldır. Her kavmi bir çağıran var, abidleri ibadete çağıran akıldır. Her tacirin bir sermayesi var, müctehidlerin sermayesi akıldır. Her ailenin bir idarecisi var, sıddıkların evinin bakıcısı akıldır. Her harabenin bir tamircisi var, ahireti imar eden akıldır. Herkesin kendisini hatırlayacak olan ardından bir geleni var, sıddıkları hatırlayacak olan akıldır. Her yolcunun bir çadırı var mü’minin çadırı akıldır.
Ehl-i dil, sohbet-i nâdân ile şâdân olmaz,
Bezmi cuhhal gibi, arife zindan olmaz.
Kişi şehvetlerini terk ettiği ölçüde kalbi manevi hayata kavuşur. Hakkı hak olarak ancak kalbi diriler duyup anlayabilir. “Resûlüm! Sen ölü kalplere hakkı işittiremezsin” (Rum, 52) âyeti buna işaret eder.
Öyle lokma var ki insanı uzun yıllar ibadetten keser. Öyle söz var ki adamın kalbini taş eder. Öyle bakışlar var ki insanın maneviyatını mahveder. Allah ile kulu arasında aslında perde yoktur. Fakat tıpkı güneş ışığının dünyamıza ve bedenimize gelmesi gibi bir durum vardır.
Bizimle güneş arasında dünyanın çevresinde bulunan perdeler güneş ışığının tamamının bize ulaşmasına engel olur. Bu mani oluş insanın iyiliğinedir. Atmosferin güneş ışığını engelleyecek belli özellikleri olmasa ya da tenimiz doğrudan güneş ışığına uzun süre maruz kalsa zarar görürüz. Fakat Allah ile kulu arasındaki durum farklıdır. Allah ile kul arasında perdelerin, engellerin olması insan için iyilik değil, büyük bir eksiklik olarak ortaya çıkar.
Kulun nefsani kirleri, şeytanın kandırmaları, zamanın kötülükleri Allah’ın rahmetine engel olur, perde olur. Nasıl ki şemsiye yağmura perde olursa, bizim çirkin işlerimiz, yirmi dört saat hiç kesilmeyen ilâhi rahmeti, Rabbâni feyzi perdeler, bize ulaşmasını engeller.
Birinci safta enbiya aleyhimüsselam, ikinci safta evliya, üçüncü safta mü’minler, dördüncü safta kafirler bulunuyordu.
Allahu Teâlâ Hz. Âdem’in sırtından zürriyetini zerreler halinde çıkardı. Her zerre kendi ruhunun hizasında durdu.
Hakk Teâlâ onlara ‘أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ / Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye hitab etti. Onlar ‘بَلٰى / Evet’ dediler.
Enbiya (a.s) Hakk’ın hitabını vasıtasız, vicahen işittiler. Cenâb-ı- Hakk’ın nurunu hicapsız müşahede ettiler. Bunun için de nübüvvet, risalet, mükaleme ve vahye müstehak oldular. “Allah risaletini kime vereceğini çok iyi bilir.” (Enam, 124)
Evliya ise Hakk’ın kelamını işittiler ancak cemal nurlarını enbiya ruhlarının hicabında müşahede ettiler. Onun için bu dünyada nebilere tabi olmaya muhtaç oldular.
Mü’minler Hakk’ın hitabını işittiler, ama nurları nebilerin ve velilerin hicabının ardından müşahede ettiler. Gayba inandılar, nebilerin davetini kabul ettiler. Hakk’ın hitabı onlara Cibril’in ve enbiya (a.s) risaletinin verasında ulaşmıştı. ‘İşittik, itaat ettik’ dediler. Bu yakınlığı Şura, 53. âyet beyan eder. “(O yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah’a döner.”
Nebiler vahiyle, veliler hicap arkasından, mü’minler de resûl vasıtasıyla Allah’ın hitabını duydular. Kafirler ise bu nida hitabını üç perde arkasından duydular. Çobanın hayvanlarının ancak dua ve nida olarak işitmesi gibi. Onlar Hakk’ın cemalinin nurlarını ne az ne de çok müşahede edemezler. “O gün onlar Rablerinden perdelidirler.” (Mutaffifin, 15)
Onlara Hakk’ın kelamı okunur, hiçbir şey anlamazlar. Onlar mü’minlerin zerrelerinin hicabının arkasından duymuş ve بَلٰى ’yı takliden söylemişlerdi. Bu sebepten burada babalarından gördükleri şey üzerine kilitlenip kalmışlardır. Zuhruf 22’de şöyle buyrulur: “Hayır!
‘Sadece, biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz’ derler.”
Ruhları cisimleriyle birleşince hislerin, kuvve-i nefsaniye ile bozulmuş hayvani sıfatların karanlığında kalmışlar.
“Hayır! Doğrusu şudur ki, yapıp ettikleri kalplerini kaplayıp karartmıştır.” (Mutaffifin, 14) Behimi metalanmaları, yırtıcı hareketleri ve şeytani ahlâkları, cismani lezzetleri sebebiyle Allah onların gözlerini kör, kulaklarını sağır etmiştir. Son peygamberin davetini işitmekten ‘sağır’, tevhidle ikrar etmekten ‘dilsiz’, âyet ve mucizeleri görmekten ‘kör’dürler. Onlar pas ile ruhani akıllarının berraklığını iptal etti ve Rabbani feyz nurlarından mahrum kaldılar. ‘Akledemez’ oldular.
• Kafirlerin kör, sağır, dilsiz putlara benzetilmesi istiare-i tasrihiyedir. Müşebbeh hazf olup, müşebbehi bih baki kalmıştır.
• Âyetin öncesinde hamakat, aptallık anlamında نَعِقَ fiili ile başlayıp لَا يَعْقِلُونَ ile bitmesi birbirine son derece uygun düşmüş bir muraat-ı nazırdır.
• “Onlar akletmezler” cümlesinde akıllılar için kullanılan هُمْ zamiri kullanılması, müşriklere tahakküm içindir. Çünkü onlar putları en üst akıllılar mertebesine çıkartmışlardır.
172-Ey iman edenler, size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin ve Allah’a şükredin; eğer O’na kulluk ediyorsanız.
Merada otlayan, çobanın güttüğü koyunları ahmaklık, anlayışsızlık bakımından laftan anlamayan, aklı fikri yokmuş gibi davranan inkarcı nankörlere temsil yaptıktan sonra, küfrün zıddı olan iman ehlini ikaz edip tavsiyelerde bulunuyor.
Evet, merada davarlar otluyor ve bundan bedel olarak her gün sahibine süt vererek bilfiil şükrünü ifa ediyor. İnsanlığa etiyle, sütüyle, yapağısıyla hatta gübresiyle bile hizmet veriyor. Ürüyor; şirin yavrular, sevimli kuzular hediye ediyor. Kendi yerini tutacak, hizmeti devam ettirecek, fıtratı bozulmamış nesiller bırakıyor. Ama çobanları başlarında, emre amade, gözetim altında hayatlarına devam ediyorlar.
Yüce Mevlamız bizi İslâm fıtratı üzere yaratıp iman nasip etmiş ve başımıza Muhammedü’l Emin’i ﷺ lider, önder olarak göndermiş. Bize düşen imanımızın gereğini yerine getirerek şükrü ifa etmek, kul olduğumuzu, mesuliyetimizi unutmamak.
Rabbimizin bize gösterdiği sırat-ı müstakimde yürümemiz, vücut gemimizi sahil-i selamete çıkarmamız için yakıtımız mesabesinde olan gıdalarımızı helal ve tayyibinden almamız ve verilen gıda raporuna uymamız gerekmektedir. Tâ kazancımızın haram ve şüpheli olmamasından başlayarak ağzımıza girinceye kadar ind-i ilâhide caiz, saf, berrak, helal olmasına son derece dikkat etmeliyiz.
Buharlı gemiye kömür yerine saman konulsa, veya petrol yerine başka bir sıvı konulsa hareket edebilir mi, yol alabilir mi?
“Helal, tayyip yiyin” ifadesinde vasıtalı kinaye, kevn-i sâbık alakası var. Yani helal yemeniz için helal kazanmanız, aldığınızı hak etmeniz, başkalarının hakkına saygı duymanız ve bedeninize, aklınıza, ruhunuza, kalbinize zarar vermeyen yiyecek ve içecekleri elde etmeniz gerekir. Bu nedenle dinimizde bozuk yemek, yanık ekmek yenmesi caiz değildir.
Allah helali, haramı açık açık bildirmiş. Tek tek saymış, hududunu çizmiş. Bize düşen emr-i ilâhiye uymak, yasak, şüpheli olanlarından sakınmak. Yerken de sınırı aşmamak, aşırı yememek, zamanlamayı iyi ayarlamak. Yaşımıza uygun ölçülerde yemek, sofradakilerin, evdekilerin hakkını gözetmek, göz hakkına dikkat etmek gerekir.
Ülkemizde kıyafet konusunda yaşa uygun seçim yapılırken, yemek hususunda buna dikkat edilmemekte. ‘Yaşlılara hürmet edin’ hadis-i şerifinin hikmetine, işaretine kulak vermemekteyiz. Yaşlıyı hep dışarıda arıyoruz. Oysa kırk yaşından itibaren yavaş yavaş yaşlılık çağına girmekteyiz. Ne demişler; ‘Kırk yaşına kadar can boğazdan geçer. Kırk yaşından sonra can boğazdan gider.’
Yaşımız kırka bastı mı; yiyeceklerimize, içeceklerimize sansür koymamız gerekiyor. Artık inişe geçiyoruz. Kemerlerimizi bağlamamız gerekiyor. Yaşlılık sadece simamıza çökmüyor, bütün bedenimizi etkiliyor.
Gün be gün gücümüz, kuvvetimiz azalıyor. Bundan böyle yaşlı midemiz, yaşlı karaciğer, yaşlı dalak, yaşlı pankreas, yaşlı böbrek taşıyoruz. İç âlemimiz huzurevi gibi yaşlılarla dolu. Bize düşen onlara saygılı, insaflı, merhametli davranıp çok yük yüklememektir.
Artık bizim için perhiz, az yemek, fazla kaçırmamak en büyük ilaçtır.
Yaşlandık, çocuklar bize bakmıyor, acımıyor, diye yakınıyoruz ama biz de bünyemizdeki yaşlılara acıyıp merhamet etmiyoruz. Gençler gibi tıka basa yiyoruz, içiyoruz. Ama artık bunları hazmedip her şeyi yerli yerine dağıtacak azalarımız yok. Git gide de azalıyor. Eskisi gibi hareket edemiyoruz, oksijen alamıyoruz. Yediklerimizi yakamıyoruz; yediğimiz fazlalıklar yağ olup bünyemize yükleniyor. Yılların yorgunu iç organlarımızı sıkıştırıp çalışmalarını engelliyor.
Üstüne üstlük nefes almakta, kanı temizlemekte ve devir daim etmekle görevli azalara, sigara, nargile dumanları göndererek adeta düşene tekme atar gibi zulüm üstüne zulüm…
Bize acıyıp yememize dikkat etmemizi söyleyen yakınlarımıza kızıp tavır almakta, altında başka düşüncelerin yattığını sanarak hem onları hem de kendimizi üzmekteyiz.
İşi-gücü yaşlıyız diye terk ettik, ama yeme-içmede bir eksilme yok. Suçu başka şeylerde arıyoruz. Zaman zaman sindirim sistemindeki dengesizlik, sinir sistemimizi de etkiliyor. Sinirlenip asabileşiyoruz.
Cenâb-ı Hakk ‘Helalinden, temizinden yiyin ama şükür de edin. Nimeti vereni düşünün, görevleri yapmaya gayret edin. Yiyip-içtiklerinizi azaltıp vermeyi, yedirmeyi, hayır hasenatı çoğaltın’ buyuruyor.
Nefsini yenen o mücahid adam ne yapmış? Canının istediklerini yemeyip ‘Sanki yedim’ demiş, parasını biriktirmiş. Fatih semtinde bir cami yaptırmış. Atalarımız ‘İşten artmaz, dişten artar’ derken buna işaret etmişler.
Âyetin sonu ‘Eğer Allah’a ibadet ediyorsanız’ diye son bulmuş. Yani dünyaya geliş gayesi Allah’a kulluk. “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat, 56) buyruğu bunu teyid ediyor. Asıl iş Rabbimize kul olmak, O’nun bütün emir ve yasaklarına riayet etmek. O’nu tanımak, sevmek. Ve neticede ebedi saadet.
Yemek, içmek, uyumak hepsi bu amacın aracı. Araca takılıp amacı unutmamak ya da önemsememek akıl işi olmasa gerek. Tıpkı Gazali’nin şu misali gibi; hacı adayı devesini süslemeye o kadar dalar ki; kervan çoktan gitmiş olur, hacı adayı yolda kalır.
Yemek bazen ‘vâcib’ olur. Son derece acıktığında, kişinin zararı kendisinden savuşturmak için yemesidir.
Bazen de yemek ‘mendub’dur. Bu da misafir tek başına kaldığı zaman yemekten çekinip kendisi de katılınca yiyecekse yemesidir.
Bu tür engeller bulunmayınca, yemek yemek ‘mubah’ olur.
Âyet-i kerimede her çeşit meyvenin yenmesinde bir beis olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü meyveler ‘hoş olanlar’ grubundandır. Fakat meyvelerin her türlüsünü yemeği terk etmek daha faziletlidir. “Ve küfredenlere, ateşe arz olunacakları gün şöyle denir: “Siz bütün tayyibatınızı (lezaizinizi) dünya hayatınızda giderdiniz ve onlarla zevk sürdünüz, alacağınızı aldınız...” (Ahkaf, 20) Bu âyet-i kerimenin hükmüne girmemek ve kişinin manevi derecesinin düşmemesi için, yine de her çeşit meyveyi yemeği terk etmesi daha faziletlidir.
‘Tayyib’ kelimesinin üç manası vardır: Tabiat bakımından (yani doğal olarak) lezzetli olan, Şer’an mubah olan, Vaz’ı bakımından (konum itibariyle) temiz olan, demektir.
‣ ‘Eğer Allahu Teâlâ’yı ve O’nun nimetlerini biliyorsanız Allah’a şükrediniz.’ Cenâb-ı Hakk bu âyette, eserin ismini müessire vererek, ‘Allah’ı bilmeyi, ‘Allah’a ibadet’ ile ifade etmiştir.
‣ ‘Eğer Allah’a ibadet etmek istiyorsanız, O’na şükredin. Çünkü şükür ibadetlerin başıdır.’
‣ ‘Eğer siz O’na ibadet ediyorsanız; ibadeti yalnız O’na has kılıp, in’âm edenin, başkası değil sadece O olduğunu ikrar ettiğiniz doğru ise, bu nimetleri size rızık olarak veren Allah’a şükrediniz.’
‣ İbadetin ancak şükürle tamam olacağına işaret için eğer ibadet ederseniz Allah’a şükredin, buyurmuştur.
Halk arasında meşhur bir söz vardır; bir adam kendisini sevdiğini bildiği kişiye ‘Eğer sen beni seviyorsan; benim için şunu yap!’ der. Burada kişiyi o işe teşvik etmek ve işi yapmasının muhabbetin şartlarından olduğunu bildirmek için, cümleye şart harfi dahil olur. Şartın olumsuzu düşünüldüğünde, cezanın olumsuzu kastedilmez. Yani bu âyet-i kerimede şükür için şart koşulan ibadeti yapmıyorsanız, şükrü bırakın, manası murad edilmez. (Mefhumu şartı alınmaz) Çünkü ibadetleri yapamayan kişinin de Allah’a şükretmesi vâciptir.
Allahu Teâlâ tayyip olan rızkı yemeyi emrettikten sonra şükrü emretmiştir ki o şükürle sayesinde rızık payidar olsun. Çünkü şükrü eda olunmayan nimet; zevale maruzdur. Dünya nimetlerinde beka yoksa da şükrü eda olunan nimet diğerinden daha ziyade devam eder.
Bu emir ibahe için değil, belki vücub ifade eden bir emirdir. Akıllı kimsenin, sayılamayacak derecede üstün ve değerli nimetleri kendisine ihsan ve ikram eden yüce Allah’ın ﷻ, en büyük tazim ve hürmete layık olduğunu kalbiyle bilmesi vâciptir. Kalbiyle bildiği bu hakikati, dil ve diğer organlarıyla izhar etmesi gerekir.
˗ Kalple şükür; nimeti veren mün’imi bilmektir.
˗ Lisanla şükür; kalbinde olan bu mârifeti lisanıyla izhar edip mün’imini sena etmektir.
˗ Azalarla şükür; bütün vücuduyla Cenâb-ı Hakka tazim edip ibadeti layıkıyla eda, verdiği nimeti yine O’nun yoluna sarf etmektir.
Şükür, kulun zahiri ve batıni azalarını, yaratıldığı gaye istikametinde kullanmasıdır.
Efendimiz ﷺ, Allahu Teâlâ’nın hadisi kudside şöyle buyurduğunu rivâyet eder: ‘Bu insan ve cinler bana karşı çok nankörler. Ben yaratıyorum, başkasına tapıyorlar. Ben rızık veriyorum, başkasına şükrediyorlar.’
Resûlullah ﷺ sürurlu bir hadiseyle karşılaşınca Allah’a ﷻ şükretmek üzere secde ederdi.
İbâdet kelimesinin kökü olan; ‘عَبدَ’ fiili lügatta; itaat etmek, boyun eğmek, tevazu göstermek, hizmet etmek, ilâh tanımak, tapmak, kulluk, bir şeye bağlanıp, ondan ayrılmamak, köle olmak ve taât... anlamlarına gelir.
İbadet kelimesinin, ‘Hırs ve gadap’ manalarına gelen ‘Abed’ fiilinden geldiği de söylenmiştir.
Bu açıklamalara göre ibadet kelimesinin ifade ettiği esas manalar; “kişinin yüksek ve üstün birine karşı baş eğmesi, itaat etmesi, kendi hürriyetinden feragat ederek onun karşısında her türlü isyanı terk etmesi, tam bir bağlılıkla ona boyun eğmesidir.”
‘İbadet’ fiili, Kur’ân’da isim, fiil ve masdar olarak 256 kez geçer. 53 âyet-i kerimede Allah’tan başkasına ibâdetten, 82 âyette de Allah’a ibâdetten söz edilmiştir.
‘Tapınmak ve tapmak’ kelimeleri, ibadetin değil, yalnızca taâtin karşılığı olabilir. Tapmak ve tapınmak kelimelerinden, ne yaptığını bilmemek gibi bir şuursuzluk manası da anlaşıldığı için, bu kelimeler ‘puta tapmak’ ‘Haç’a tapmak’ gibi yerlerde kullanılır. Oysa kulluk etmek, şuur bakımından tapmak kelimesinden daha anlamlıdır.
Osmanlı döneminde evlerde misafirler için ayrı bir bölüm/oda bulunurdu.
Bu odalarda tam kıble tarafındaki duvara asılı bir beyt çok dikkat çekicidir.
İşte misafir odasında çerçevelendirilip asılı duran beyt:
Ey müsafir kıl namazın kıble şol câniptedir
İşte leğen, işte ibrik, işte havlu iptedir
Bize gelen her müsafir ekmek ile aş yesin
Kılmaz ise namazın toprak ile taş yesin
Âyette Allah’ın fadl ve kereminin mü’minlerle olduğuna işaret vardır. Onlara iki faide için namaz ve zekatı emrettiği gibi tayyib yemelerini emretti:
1- Onlara emretmesi, kendilerini şeriat nuruyla tabiat zulmetinden çıkarmak, hayvanattan ayırmak içindir. Böylece yemeleri tabii değil emirle olmuş olur.
2- Yemek emrinin verilmesi, tıpkı namaz ve zekatla emredilip, onlardan sevap kazanmaları gibi sevap kazanmaları içindir. ‘Mü’min her şeyden ecir alır. Hatta kendi ağzına, hanımının ağzına koyduğu lokmadan bile.’ Hadis-i Şerif
‘رَزَقْناَكُمْ’ buyurdu. Yani Rezzak benim, başkası değil. Çünkü bir yiyeceğin gerçekten helal olması ancak onu verenin Allah ﷻ olduğunu bilmekle mümkündür.
Temiz yemenin neticesi Allah’ın Rezzak ﷻ olduğunu bilmek, verdiği rızka şükretmektir.
‘إِنْ كُنْتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ’ Burada iki işaret vardır:
˗ Ubudiyetin şartı, genişlikte, darlıkta, şiddette, rahatta, mabuduna şükretmektir.
˗ Şükür ibadet nevilerinden biridir. Şükrü çok olanın ibadeti çoktur.
• وَاشْكُرُوا لِلَّهِ emrinde mütekellim zamirinden ismi zahire dönerek, gaibe iltifat yapıldı. Çünkü ismi zahir uluhiyete işaret eder. Sanki onlara ‘Sakın putlara şükretmeyin. Onlar yeryüzünde hiçbir şey yaratmamışlardır, şükre müstehak değillerdir’ denmiştir. Zamirde bu faydalar mevcud değildir.
• إِنْ كُنْتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ yani bu sizin seciyeniz, karakteriniz oldu ise, demektir. Bu كَانَ fiilinin özelliğindendir ki; haberi muzari fiil olarak geldiğinde o fiilin vukuunu değil, onunla vasıflanılan bir ünvan olduğunu bildirir.
Bu cümlede ibadet lazım, melzumu uluhiyete itikad, hudu ile itiraftır. Şer’i taât kast edilmemiştir.
إِنْ كُنْتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ cümlesinde geçen عَبْد kelimesi sözlükte kulluk-kölelik manasındadır. Müstearun minh; köle, müstearun leh; kulluk. Camisi ikisinin de iradesinin olmaması, kayıtsız şartsız itaattir.
Nasıl ki bir köle sadece yaşama hakkına sahiptir, mal edinme, evlenme, çalışıp para kazanma hakkı yoktur. Efendisinin dediği her şeyi yapmak, sadece ona itaat etmek zorundadır. İşte Allah’a ﷻ kul olmak da aslında, her şeyimizi O’nun emrine uygun yapmak, O’nun izni dışında hareket etmemek, O’nun istemediği her şeyi terk etmektir. Bir kölenin çalışıp kazandığı tüm paranın efendisine ait olması gibi, kul da harcamasını, infakını sadece Allah ﷻ için yaptığı zaman hakiki abd olur.
Biz de kendi isteklerimizi bertaraf ederek her şeyi Cenâb-ı Hakk’ın istediği gibi yapmalıyız ki gerçek kulluğa erebilelim.
173- O size yalnız hayvan ölüsünü, kanını, hınzır etini ve Allah’tan başkası için kesilmiş olanı kesin olarak yasaklamıştır. Fakat kim bunları yemek zorunda kalırsa, -başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret miktarını da aşmamak şartıyla- ona günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
Yüceler yücesi, Rezzâk-ı hakiki olan Mevlamız, dünya ve içindekileri biz insanlara musahhar kılıp, nice çeşniler arasında bizi serbest bırakmış. Ancak bir maslahat için yaratılmış, yenilmesinde bizim için zarar olan, maddi-manevi hayatımızı paramparça eden, değerimizi düşüren, nefsimize, neslimize, mukaddesatımıza mazarrat olan şeyleri bize yasak eylemiş. Ta ki canımıza, cananımıza, hemcinslerimize zarar vermeyelim.
Âyetin kasır edatıyla başlaması haram olanların kısıtlı, sayıya gelecek kadar az olmasını remz eder.
Üstelik hadislerle haramların zararları tek tek anlatılıp izah edilmiş.
Yeter ki biz bu haramlardan kaçıp huzur içinde yaşayalım. Vücudumuzun gümrük kapısı olan ağzımıza girenleri çıkanları kontrol etmek, beden ülkemizin düşmanlardan korunmasının ilk adımıdır. Aksi halde ülkenin sınırlarını ihlal etmiş, düşmanlarımıza fırsat vermiş oluruz.
En önemli ve hayati ihtiyaçlarımızdan biri, yemek-içmek olduğu için Rabbimiz, bir önceki âyette ‘Helal, temiz yiyin’ emrini ferman buyurduktan sonra yemek hususundaki haramları bu âyette sıralamış. (İbhamdan sonra izah ve muraat-ı nazır, tefri sanatlarıyla meseleyi izah etmiş.)
Maide Sûresi’nde tafsilat verildiği üzere ne sûrette olursa olsun, kesilmeden ölmüş hayvan eti haram kılınmıştır. Çünkü kanı akıtılmayan hayvanın eti on dakikaya varmadan mikroplaşır. Gıda yerine dert, hastalık olur. Alimlerimiz ‘Eğer kan içmek helal olsaydı insanoğlu hayvan kanı yiye yiye bağışıklık kazanır, bulamayınca da insanların kanını yerlerdi. Bu da çok büyük bir cinayet olurdu’ demişlerdir.
Hınzır çevreci olarak yaratılmış, her tür pisliği yiyip yeryüzünü temizler. Bu yüzden de bünyesinde insana zarar veren tenyalar oluşur. Sağ insanı hasta eder. Hınzır eti çok yağlıdır. Yenildiğinde bu yağ kana geçer, kan, yağ tanecikleriyle dolar. Bu yağ; atar damarların sertleşmesine, tansiyon yükselmesine ve kalb krizine sebep olur.
Ayrıca, hınzır yağı içerisinde ‘sutoksin’ denilen zehirli maddeler mevcuttur. Bu zehirli maddelerin vücuttan atılması için, lenf bezlerinin fazla çalışmaları icab eder. Bu durum, bilhassa çocuklarda lenf düğümlerinin iltihaplanması ve şişmesi ile kendini gösterir. Hasta çocuğun boğaz bölgesi anormal şekilde şişerek, adeta hınzıra benzer. Bu sebeple, bu hastalığa ‘hınzır hastalığı’ (skrofuloz) adı verilir.
Hınzır etinde bol miktarda bulunan sümüksü bağ dokusu, kükürt yönünden çok zengindir. Bu sayede, vücuda fazla miktarda kükürt alınır. Bu fazlalık; kıkırdak, kas ve sinirlere oturarak eklemlerde iltihaplanma, kireçlenme ve bel fıtığı gibi çeşitli hastalıklara yol açar.
Hınzır eti devamlı yenirse, vücuttaki sert kıkırdak maddesinin yerini, hınzırdan geçen sümüksü bağ dokusu alır. Kıkırdak yumuşar; eklemlerde bozulmalar meydana gelir. Hınzır eti yiyenlerin elleri pelteleşir, yağ tabakaları teşekkül eder.
Hınzırda büyüme hormonu da çok fazladır. Doğduğu zaman birkaç yüz gram olan hınzır yavrusu, altı ayda yüz kiloya erişir. Hınzır etiyle fazla miktarda alınan büyüme hormonu, vücutta doku şişliklerine ve iltihaplanmalara yol açar. Burun, çene, el ve ayak kemikleri anormal şekilde büyür ve yağlanır. Büyüme hormonunun en kötü etkisi de, kanser gelişimine zemin hazırlamasıdır. Nitekim hınzır kesim işiyle uğraşanlar, erkek hınzırların belli bir yaştan sonra kansere yakalandıklarını ifade ederler.
Hınzır etinin ihtiva ettiği histamin ve imtidazol denilen maddeler, deride kaşıntı yapar. İltihabi deri hastalıklarına zemin hazırlar.
Bu maddeler ayrıca; kan çıbanı, apandisit, safra yolları hastalıkları, toplar ve atar damar iltihapları gibi hastalık ihtimallerini artırır. Doktorlar, kalb hastalarına hınzır eti yememelerini tavsiye ederler.
Tüm bunların yanı sıra, insanlar yedikleri yiyeceklerden maddi-manevi etkilenir. Karakterinde değişiklikler olur. Hınzır kıskançlığı olmayan bir hayvandır. Bu yüzden onun etini yiyenler eşlerini kıskanmaz, namus kavramları yara alır.
Genel olarak hüküm; et yiyen hayvanların eti haram, ot yiyen hayvanların eti helaldir.
Eti yenen büyük baş hayvanlar kesilirken Allah’ın ﷻ adı anılarak kesilmesi farzdır. Aksi halde yenmez. Putların veya Allah’tan gayrı birinin adına kesilmiş olursa yine haramdır. Çünkü onları Allah yaratmış, ancak Allah adıyla kesilmelidir. Allah’a ait bir canlı asla O’ndan izinsiz ve O’ndan gayrının şerefi için kesilmez. Kesilirse murdar olur, tıbbi olarak da isbat edilmiştir.
Besmele ile kesilen hayvanda mikroplaşma görülmüyor...
Suriye'nin muhtelif üniversitelerinde farklı tıp alanlarında uzman 30 profesörden oluşan bir araştırma grubu, Şam'da üç sene süreyle Besmeleyle kesilen hayvan etleriyle Besmelesiz kesilen hayvan etleri arasındaki farkı ortaya koymak üzere incelemelerde bulundular.
Bilim adamları, hayvan ve kuş kesimi esnasında çekilen Besmelenin etler üzerinde, tam manasıyla mucize denilebilecek etkisi olduğunu gördüler. Grup adına açıklama yapan Prof. Dr. Halid Halave, laboratuvar ortamında yapılan deneylerde, besmelesiz kesilen sığır, küçük baş ve kuşların et dokularında pıhtılaşmış kan, çoğalmaya müsait bakteri ve mikroplar tesbit edilirken, Besmele ile kesilen hayvan et dokularında ise kan, mikrop ve bakterilere rastlanmadığını ifade ederek, araştırmanın bu sürpriz sonucu insan sağlığı açısında tıpta bilimsel bir devrim olduğunu belirtti.
Besmele ile kesilen kuş, sığır ve küçük baş hayvanların etlerinden ve besmelesiz kesilen aynı hayvanların numune etleri kuru bir ortamda 48 saat bekletildi. 48 saatlık zamanın sonunda Besmele ile kesilen hayvan etleri numuneleri açık kırmızı gül rengi alırken, besmelesiz kesilen et numuneleri ise, siyaha yakın koyu kırmızı bir renk aldı. Buna ilaveten Besmeleli etlerde her hangi bir mikroba da rastlanmadı. Besmelesiz etlerin teşhisinde ise, sürekli çoğalan büyük ölçüde zararlı mikrop ve bakteriler, dokularındaki kanlarda iltihaplı akyuvarlar ve alyuvarlar tesbit edildi.
İslâmî usule göre kesilen hayvanların daha az eziyet çektiği ve etlerinin de daha sağlıklı olduğu belirtilirken, Batıda uyuşturularak öldürülen hayvanların kanı vücutta kaldığı için, etlerinin daha çabuk bozulduğu, bu nedenle hemen donduruculara konularak muhafaza edildiği, İslâmî usûle göre kesilen hayvan etlerinin ise hemen kasaba gönderilip akşama kadar bozulmadan durabildiği ifade edildi.
Ancak yiyecek hiçbir şey bulamayıp açlıktan ölecek durumda mecbur kalan kimseye haddi aşmadan, helal benimsemeyerek canını kurtarmak için müsaade edilmiştir. Günah sayılmamıştır. Çünkü Allah Gafur’dur, Rahim’dir. Kullarına merhamet eden, affedendir.
Meytenin haram kılınışından örfen anlaşılan mana, onun etinin yenmesinin haramlığıdır.
مَيْتَة / Meyte; kesilip kanı akıtılmadan canı çıkan hayvandır. Lügat bakımından, niyetli bir kesme, vurma olmaksızın, bir afetle ölen hayvan leşidir. Maktül (öldürülen) ile meyyit farklıdır.
Şer’an meyte, ‘kesilmeyen hayvan’ demektir. Ya gerçekten kesilmemiştir, ya da şer’î şartlara uygun olmaksızın kesilmiştir. Leş, insan sağlığına zarar verdiğinden bil ittifak haramdır.
Meyte (leş):
˗ Kuyuya düşüp boğulan (veya susuz kuyuda ölen)
˗ Suyun içine düşüp boğulan
˗ İple boğulan
˗ Yüksek bir yerden düşüp ölen
˗ Boğulan (ağ ile)
˗ Birinin boğazını sıkmasıyla öldürülen,
˗ Tahta, sopa veya odun ile vurularak öldürülen
˗ Süsülmüş (iki hayvanın birbirini boynuzlayarak öldürmeleri)
˗ Yırtıcı hayvan tarafından parçalanıp, öldürülen
˗ Bilerek üzerinde besmele terk edilen hayvanlar ve benzerleri.
‘Canlı bir hayvandan parçalanıp ayrılan her şey meytedir.’ Bu hadis, kıl, kemik ve diğer şeylere şamildir.
Murdar ölmüş bir hayvanın herhangi bir parçasından hiçbir sûrette faydalanılamaz. Çoban köpeği ve av için eğitilmiş hayvanlara dahi o etten yedirmek haramdır. Çünkü murdar bir eti onlara yedirmek de bir nevi menfaatlenmektir.
‘Allah ﷻ yahudilere lânet etsin. Cenâb-ı Hakk hayvanların iç yağlarının yenilmesini haram kılmıştı. Onlar ise iç yağlarını eriterek sattılar. Karşılığında aldıkları paraları da yediler’ hadisi şunu gösterir: Haram bir şeyi yemek haram olduğu gibi, onu satıp karşılığında alınan parayı yemek de haramdır.
Ölmüş bir hayvanın herhangi bir uzuv ve organını satarak faydalanmak caiz değildir. Yalnız bazı istisnai hükümler bundan hariçtir.
˗ İmamı Âzam, kıl, yün ve cansız şeylerin meyte olmadığını söylemiştir. Çünkü bu tüyler ve kemiklerden faydalanılır, bozulmaz ve kokuşmazlar. Bu sebeple, dabaklanmış deri gibi, bunların temiz olduklarına hükmedilir.
Ebû Hanife (r.a) şöyle demiştir; ‘Suda, akıcı kanı olmayan bir hayvan öldüğünde, su ister az, isterse çok olsun, bozulmaz.’
˗ Deri. İmâm Ebû Hanife, hınzır derisi dışında bütün deriler dabaklanma sûretiyle temizlenir, demiştir. İmâm Şâfiî ise, hınzır ve köpek derisi temizlenmez, bunların dışında bütün deriler temizlenir, der.
˗ Kesilen hayvanın karnından çıkan ölü cenin. Ebû Hanife’ye göre yenilmez. Eğer, annesinin karnından diri olarak çıkarsa, mübarek hayvanlar gibi kesilir ve yenilir. Şâfiî, Ebû Yusuf, İmâm Muhammed, yenileceğini söylemişlerdir.
˗ Murdar koyunun sütü. Ebû Hanife, murdar koyunun sütü ve ondan yapılan peynir temizdir derken, Şâfiî ve İmam Malik, bu süt ve peyniri helâl saymamıştır.
˗ Balık ve çekirge. ‘Bize iki meyte ve iki kan helâl kılınmıştır. İki meyteye gelince, bunlar çekirge ile balıktır. İki kana gelince, bunlar dalak ile ciğerdir.’ Hadis-i Şerif
İmamı Şafi, İmam Ebû Hanife: Yakalanan ve ölü bulunan çekirgeleri yemede bir sakınca yoktur.
Abdullah İbn Ebî Evfâ (r.a) şöyle demiştir: Hz. Peygamberle beraber yedi savaşta bulundum. Bu savaşlarda hep çekirge yedik. Başka bir şey yemedik. Resûlullah ﷺ, çekirgenin öldürüleni ile kendiliğinden öleni arasında bir fark gözetmedi.
Cabir (r.a) rivâyet etmiştir: Ebû Ubeyde bin Cerrah ile Kureyşlilerin bir kervanının önünü kesmek için Bahil’e gitmiştik. Azığımız da bir dağarcık hurmaydı. Sahile yaklaştığımızda uzaktan bir kum yığını görünüyordu. İyice yaklaştığımızda onun kum yığını değil, ölmüş bir balina olduğunu gördük. Ebû Ubeyde bin Cerrah önce ‘Bu, ölmüştür, yenilmez’ dedi. Fakat daha sonra ‘Biz Allah’ın elçisinin elçileriyiz. Resûlullah ﷺ bizi göndereceği vakit ‘Yeme-içme hususunda sıkıntıya düştüğünüz vakit, ölmüş bir şey de bulsanız yeyin’ buyurdu’ dedi. Bunun üzerine orada kaldığımız on beş gün, balinanın etinden yiyerek kilo aldık.
Medine’ye dönüp de yediğimiz bu ölmüş balina hususunu sorduğumuzda Resûlullah ﷺ, ‘O’nu ancak Allah ﷻ size rızık olarak denizden çıkarmıştır. Sizde onun etinden hâlâ var mı? Varsa getirin, ben de yiyeyim’ buyurdu. Bunun üzerine onun etinden Resûlullah’a ﷺ gönderdik. O da ondan yedi.
‘Deniz suyu temiz; meytesi de helal olandır.’ İbn Mâce, Tirmizi
Suyun yüzüne çıkan balık da, suda kendiliğinden ölen balıktır. Bu sebeple İmâm Malik ve Şâfiî (r.a), bu balığı yemede bir sakıncanın bulunmadığını söylemiş, Ebû Hanife mekruh olduğunu söylemiştir.
‣ Hem suda hem de karada yaşayabilen hayvanlardan, Kaplumbağa, kurbağa, yengeç, yılan, timsah, su köpeği, vb. yenilmesi helâl değildir. Çünkü bunlar pis hayvanlardır. Yılan ayrıca zehirlidir. Peygamber ﷺ kurbağanın öldürülmesini yasaklamıştır. Onu yemek helâl olsaydı, öldürülmesini yasaklamazdı.
Yabani hayvanlardan, azı dişi olan bütün hayvanlar ile uçan kuşlardan pençeli bütün hayvanların yenilmesi haramdır. Çünkü bunlar leş yerler.
‣ Sadece karada yaşayan hayvanlar üç türlüdür:
a) Hiç bir şekilde (akan kanı) olmayan hayvan: Sinek, arı, kurt, domuzlan böceği, hamam böceği, akrep, zehirli hayvanlar ve benzerlerinin -çekirge dışında- yenilmesi helâl değildir. Çünkü bunlar hoşa gitmeyen pis şeylerden olup selim tabiat sahibi kimseler bunları yemekten tiksinirler. Yüce Allah, “Ve onlara pis ve murdar şeyleri haram kılar” (A’raf, 157) buyurmuştur.
b) Yılan, zehirli keler, her türlü haşerat, fare, at sineği, kirpi, çerboğa ve keler gibi yerde yaşayan haşeratın tümünü yemek, tiksinti verici ve zehirli olmaları dolayısıyla haramdır.
c) Akan kanı bulunan hayvanlar: Bu tür hayvanların evcil olanların-dan davarların yani deve, öküz ve koyun gibi hayvanların yenilmesi helâldir. Katır ve eşek yenilmez. At eti ise helâldir. Şu kadar var ki Ebû Hanife’ye göre tenzihen mekruhtur. Çünkü atlar binmek içindir ve cihadda da kullanılırlar. Malikilere göre atları yemek helâldir.
Yırtıcı hayvanların evcil olanları -ki köpek ve kedidir- haramdır.
‣ Sadece suda yaşayan hayvanların, balık müstesna hepsi haramdır. Balığın da ölüp su üstüne çıkanları yenmez. ‘Denizin kıyıya attığı veya su çekildiği için karada kalanı yiyiniz. Denizde ölüp de üstüne çıkanı ise yemeyiniz.’ Ebû Dâvûd, İbni Mace
Araplar kanı hayvanın bağırsaklarına doldurup kurutuyor, sonra da onları yiyorlardı.
Şâfiî (r.a), akıcı olsun olmasın; bütün kanları haram kabul etmiştir. Ebû Hanife ise, balığın kanının haram olmadığını söylemiştir.
Allah ﷻ bu âyette mutlak şekilde, aksın veya akmasın kanı haram kılmıştır. En’âm sûresinin 145. âyetinde ise, kanı, ‘dökülen’ diye vasıflayarak anmıştır. Bu nedenle yalnız dökülen kanın haram olduğuna hükmedilmiştir. Hz. Aişe (r.a) ‘Allah ﷻ, âyette ‘dökülen kan’ tabirini buyurmasaydı halkın damarlardaki kanları temizlemesi gerekirdi. Bu ise son derece zordur. Halbuki dinde hiçbir çetinlik yoktur’ demiştir.
Hz. Aişe (r.a) şöyle buyurdu: ‘Resûlullah ﷺ zamanında çömlekte et pişirirdik. Çömlekte kandan mütevellid sararmış bir et suyu oluşurdu. Bizim onu yediğimizi Resûlullah ﷺ gördüğü halde bir şey buyurmazlardı.’
‘Son dönemlerde moda haline gelen ve büyük rağbet gören vampir furyası, kitapları, dizileri ve filmleriyle genç zihinleri etkisi altına alıyor. Gerçeklikten uzak, inançları derinden sarsan ve kültürel değerlerimizle alakası olmayan safsataları allayıp pullayarak sunan Vampirizm’in hedefinde çocuklar ve gençler bulunuyor. Emperyalizm, genç zihinleri etki altına almak için şimdi de ‘yumuşak güç’ olarak ‘karizmatik vampirleri’ kullanıyor.
Geçmişte bir korku ögesi olarak kullanılan vampirler, son dönemlerde bir tür örnek karaktere dönüştü. Artık vampirler, daha sevecen ve özendirici bir hâl aldı. Tüm dünyada milyonlarca genç vampirlerin etkisi altına giriyor.
Bu tür filmler, ayrıca bilinçaltına gönderdiği mesaj ile Hristiyanlık inancına alıştırıyor. İnsanlar, önce bir safsata olan vampirlere inandırılıyor, ardından da Hristiyanlık’ın sembolü olan haç ile de korunabilecekleri mesajı ile donanıyor. Böylelikle eğlence kisvesi altında genç zihinler Vampirizm akımına kapılıyorlar ve farkında olmadan misyonerliğin de etki sahasına giriyorlar.
Çirkin görüntülü ve korkunç vampirler yerlerini karizmatik, olağanüstü güçlü, neredeyse ölümsüz karakterlere bırakınca, genç izleyici kitlesini tabiri caizse tam on ikiden vurdu.
Modern vampirlerini ve doğaüstü olayları anlatan kitaplar ve filmler gençlerin giyimlerini, hayat tarzlarını ve hatta inançlarını derinden etkiliyor. Uzmanlara göre, bu filmlerin etkisinde kalan çocukların ilerde bir travma vakası ile karşı karşıya kalabilmeleri muhtemel.
Psikoterapist Dr. Hasan Kendirci, ‘Son yıllarda farklı tipte bazı vampir filmlerinin sinema salonlarında yer aldığını görüyoruz. Bunlara ‘soft’ vampir filmleri de deniyor. Bu filmlerdeki bazı vampirler ya da kurt adamlar ‘insani’ değerlere de sahipler. Filmdeki esas kıza aşık olurlar ve onu kendilerinden, öteki canavarlardan korurlar.
Son derece klişe bir konuya sahip olmasına rağmen bu filmler dünyanın her yerinde geniş izleyici kitlesine ulaşır. İyi ve kötü birbirine karışır. İnsani ve manevi değerler ters yüz olur. Kan emici vampir güya aslında o kadar da kötü değildir, hatta asıl tercih edilmesi gereken aşk ve mutluluk nesnesidir!
Bu filmlerin verdiği mesaj hiç de masum sayılamaz ve ben gençlerin bu filmleri izlemelerini de pek sağlıklı bulmuyorum. Lakin, birçok üçüncü dünya ülkelerinde olduğu gibi, bizim ülkemizde de ‘PanamerikanKapitalist-Sömürgeci’ ideoloji etrafımızı öylesine yoğun bir sis tabakası gibi sarmış ki, bütün bunlardan uzak durmanın, bu havayı solumamanın ve zehirlenmemenin neredeyse imkansız hale geldiğini düşünüyorum’ şeklinde konuştu.’
Hınzırın bütün parçaları haramdır. Allahu Teâlâ, hınzırın bütün kısımlarını haram etmiş, fakat hususen ‘etini’ zikretmiştir. Çünkü yenilecek olan kısım onun etidir. Hınzırın diğer parçaları da etlerine tabidir. Eti haram olan hayvanların, diğer uzuv ve parçalarının yenilmesi ve kullanılması haramdır. Hınzır kılından faydalanmak da haramdır.
İslâm hınzır etini ‘rics’ olarak tanımlar. Rics, İslâm’a ve insan fıtratına çirkin görünen her şeyi kapsar. Hınzır, birçok hastalığın sebebi olsa da rics terimi; manevi ve fiziksel anlamların tümünü kapsar. Bu sebeple hınzırın haram kılınmasının tek nedeni sağlığa zararı değildir, başka gerekçeleri de vardır. Ancak mü’min için Allah’ın kanunlarına itaat esastır ve O’nun hükmü karşısında yorum yapılmaz.
Bir şeyin helal veya haram olması, Allah’ın emrine tabidir. Allah bir şeye ‘helal’ derse helal, ‘haram’ derse haram olur.
Cenâb-ı Hakk, cennete layık bir duruma getirmek için insanları imtihana tabi tutmuş, emir ve yasaklar koymuştur. Bu prensiplerin insanın hem şahsi hayatına, hem cemiyet hayatına çok faydaları vardır. Bu faydalar, emir ve yasağa daha şuurlu olarak riayet etmemizi sağlar.
Bu hayvanın etinde, kanında ve bağırsaklarında son derece tehlikeli kurtçuklar bulunduğunu bugünkü ilim tesbit etmiştir. Bazıları, bugünkü ilerlemiş pişirme vasıtaları ile bu zararlı kurtçukların tehlike arzetmediğini iddia etmektedir. Bu kimseler, ilmin asırlarca yaptığı araştırmalar sonucunda ancak bir tek zararı keşfettiğini unutuyorlar. Kim, hınzır etinde henüz keşfedilmemiş daha bir çok mikropların bulunmadığını kati olarak söyleyebilir?
Beşeri ilimleri yüzlerce yıl gerilerde bırakan İslâm şeriatı, güvenilmeye, bağlanılmaya daha liyakatli değil midir? Bırakalım bilimin hükmünü de, İslâm’ın helal kıldığını helâl, haram kıldığını haram kabul edelim. Zira bu hüküm, bizzat Hakîm ve her şeyin en ince noktasına kadar bilen Allah ﷻ tarafından gönderilmiştir.
Çin’in Zhejiang eyaletinde, yumuşak olduğu için tam pişmemiş hınzır eti yemeyi seven 16 yaşındaki bir kız, yediği hınzır etinin ardından delirdi. Normal bir halde iken birden başını ellerinin arasına alarak kendini yerlere atan ve beyaz köpükler kusan kız acilen hastaneye kaldırıldı.
Doktorlar, Çinli kızın beyninde yaptıkları tetkiklerden sonra inanılmaz bir şekilde 10 adet kurtçukla karşılaştılar. Kurtçukların en uzunu 3, en küçüğü ise 0.5 santimetre idi. Hastaneden yapılan açıklamada, hınzır etinden vücuda giren tenyaların bir süre sonra kan yoluyla beyinde kurtçuklar oluşmasına sebep olduğu bildirildi. Tenyalar beyine karıştıklarında delirme haricinde görme, dokunma, konuşma, felç, baş ağrısı ve kusma gibi bozukluklara neden oluyor.
Çin dünyada hınzır etini en çok tüketen ülke olarak biliniyor. Binlerce kişinin ölümüne neden olan Akut Solunum Yetmezliği Sendromu ve Kuş gribi gibi hastalıklar da Çin’de ortaya çıkmıştı.
Hınzır, tıpkı tütün ve mantar gibi, pislikleri yiyerek tabiatı temizlemesi için yaratılmıştır. Ne yazık ki insanlar evine, iş yerine temizlik için gelen bir kimseyi yer gibi temizlikçisini yemektedir.
Hınzır kendi pisliği ve ölü yavrusu dâhil bulduğu her şeyi yiyebilen bir hayvandır. Yaprak, otlar, solucanlar, yılanlar, çürümüş leş, kurtçuklar, bozuk yumurtalar, her türlü dışkı, çöpler ve diğer hayvanlar gibi her şeyi yerler.
Diğer hayvanlara göre daha hızlı ve en zayıf sindirim sistemine sahip hayvandır. Sindirimi sadece 4 saat sürer. Diğer hayvanlar ise 12 saatte sindirimlerini tamamlamaktadır. Yani hınzır, yediklerindeki toksinleri tam zehirsiz hale getirememektedir.
Hınzırlar bir çok ülkenin atık temizleme sisteminde ciddi rol oynamıştır. Örneğin ABD’de çöpleri ve zararlı hayvanları yemeleri ve temizlemeleri için hınzırlar caddelere salınmışlardır.
1900’lerde ülkenin çöp temizleme işlemini yürütmek için bir çok hınzır çiftliği açılmıştı. Exanthema adlı yeni bir virüs hınzır çiftliklerini tehdit edince, ülkede hınzırlara sadece pişirilmiş atıkların ve çöplerin verilmesine dair bir kanun çıkarıldı. ABD’de bir çok çiftlikte pişirilmiş çöp hâlâ hınzırların temel yiyeceğidir ve bu hınzırlar daha sonra kesilerek pazarlara sürülüp, temel et gıdası olarak tüketilir.
اهلال kelimesinin asıl manası, sesi yükseltmektir. Sesini yükselten herkese, مُهِلُّ denilir. Çocuğun dünyaya gelişinden hemen sonra ağlayarak sesini yükseltmesine de اهلال denir. İhrama girmiş kimseye, ihram esnasında telbiye yaparak sesini yükselttiği için مُهِلُّ denmiştir.
Hayvanı kesen kimseye de مُهِلُّ denir. Müşrikler, hayvan keserken Lat ve Uzza isimli putlarının adlarını seslerini yükselterek anarlardı.
Bir müslüman, bir hayvan kesse ve maksadı da Allah’dan başkasına yaklaşmak olsa, mürted olur, kestiği hayvan da mürtedin kestiği bir hayvan olur, eti yenmez.
Allah ismiyle değil, başka bir isimle kesilen; kesilirken Allah’tan başkasına teveccüh edilen hayvanların etleri haramdır. Bu haramlık, herhangi bir sebepten dolayı değil, Allah’tan başkasına teveccüh edildiği içindir. Çünkü İslâm, vücut temizliği kadar kalb, ruh ve düşünce temizliğine de önem verir. Manevi pislik, maddi pislikten bir cüzdür.
İslâm, teveccühün kayıtsız şartsız Allah için olmasını emreder.
فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ ifadesinde ‘Kim mecbur kalır da yerse, ona bir günah yoktur’ şeklinde mahzuf bir kelime takdir etmek gerekir. Muhatap, hazfedileni bildiği ve hitab hazfedilen şeye zımnen delâlet ettiği için hazfedilmiştir.
Yüce Allah haram kılınanlardan yemenin caiz olmasını: “Saldırmamak ve haddi aşmaksızın” buyruğu ile kayıtlamıştır ki, kendi hevalarına uyarak zaruret içerisinde olmadığı halde muztar (onu yemeye mecbur) olduğunu iddia etmesin, bu şartı istismar ederek zaruret miktarını ya da ihtiyaç kadarını aşıp arzularının ardından gitmesin.
Bu ruhsat, canı korumak, onu helak olmaya maruz bırakmamak içindir. Ayrıca açlık dolayısıyla ölecek noktaya gelmek, meyteyi ve kanı yemenin zararından daha büyük bir zarardır.
1- Şiddetli açlığı olup, biraz olsun açlığını giderecek helâl bir rızık bulamayınca.
2- İnsanı, bir başkası o haramı yemeye zorladığında.
Ebû Hanife, bunun manasının, “Her kim muzdar olur da, başkasına, sataşmaksızın ve haddi aşmaksızın yerse ona günah yoktur...” şeklinde olduğunu söylemiş, bağy ve haddi aşma vasıflarını, yemeye tahsis etmiştir.
Kim son derece aç olup, mecbur kalır da meyte etini yemekten imtina eder veya oruç tutup yemez de bu şekilde ölürse, o kişi günahkardır. Yine susuzluktan muzdar olan kişinin ölmemek için, şarap içmesi caizdir.
غَيْرَباَغٍ وَلاَعَادٍ ifadesi hakkında:
‣ غَيْرَ باَغٍ: Bağiy بغي zulüm ve insafsızlık demektir. Lügattaki manası fesat ve haddi aşmaktır.
‘Bâği’, hayrı ve şerri taleb edene denir. Âyette yalnız şerri taleb eden anlamında gelmiştir. Zeccac’a göre bağiy, fesat bir şeyi kast etmek manasınadır. غَيْرَ باَغٍ ihtiyacından fazlasını yememek, nefsinin beğenmediği helâl bir şey bulduğu halde, nefsinin leziz gördüğü bir haramı yemeye yönelmemektir.
‣ عاد : وَلَا عَادٍ işlerde haddi aşmak ve insanın durması gereken yerde durmamasıdır. Udvan kökünden türeyen ‘عَادٍ’ kelimesi, haddi aşma
ve zulmetme anlamındadır. وَلَا عَادٍ, verilen müsaade sınırını aşmamak, helal yiyecek bulma imkanı varken haram şeyi yememek, demektir.
‣ ‘İstediği bir lezzet hususunda haddi aşmaksızın ve açlığı giderme sınırını geçmede, karnı tıka basa doldurmaksızın ancak hayatını devam ettirecek ve açlığını giderebilecek kadar kıt kanaat’ demektir.
“Bir başka muzdar kimseye saldırmaksızın.”
‘Seferde, müslümanların liderine karşı isyan etmeksizin, müslümanların yollarını kesmeksizin, Müslüman idareciye baş kaldıran, savaşan biri olmaksızın, müslümanların cemaatinden ayrılmaksızın ve Allah’a isyan için yola çıkmaksızın’ demektir. Böyle birinin, zaruret halinde bu ruhsattan istifade etmesi caiz değildir. (Ancak cumhur, bu kişinin de ölmesi yerine bu ruhsatla canını kurtarması gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü belki ileride tövbe edebilir.)
Zaruret olunca haramlık ortadan kalkar. İnsan haram bir yiyeceği yediği için, Allah önce ona olan mağfiretini, daha sonra da rahmetini zikretmiştir. Bu, ‘Size olan rahmetimden dolayı, onu mubah kıldım’ demektir.
Belki de mecbur kalan kimse, ihtiyacından fazla yiyeceği için, Cenâb-ı Hakk, o fazlalığı yeme günahını bağışlayan gafurdur; zarureti takdir edip değerlendirmekteki hataları dolayısıyla kullarını bağışlar. Çünkü bu değerlendirme onların ictihadlarına bırakılmıştır.
Ve O ﷻ ihtiyacı kadarını yemesini mubah kıldığı için kullarına merhamet eden rahimdir. Zaruret halinde, haram şeyleri kullanmayı mubah kılmış, onları sıkıntıya düşürmemiştir.
Haram kılınan türlerden birden fazlası bulunduğu takdirde, zaruret içerisinde bulunan kimse bunlardan hangisine öncelik tanır?
‣ Bu gibi hükümler için belirleyici ölçü şudur: Zaruret içerisinde bulunan kimse bir meyte ve hınzır eti bulduğu takdirde meyteye öncelik tanır. Çünkü meyte hayatta iken (kesilmek sûretiyle) helâl olur. Hınzır ise helâl olmaz. Hafif bir haramın işlenmesi ise daha ağır bir haramın işlenmesinden evlâdır.
‣ Meyte ve şarap bulduğu takdirde, meyteyi yer.
‣ Meyte ve başkasına ait bir mal bulduğu takdirde, eğer onu yemekten dolayı bedenen bir zarar gelmeyeceğinden emin olur ise, başkasına ait olan malı yer ve meyteyi yemesi helâl olmaz. Öyle bir tehlikeden emin olmazsa meyteyi yer. Sahih olan, bunun kendisini kurtaracağı veya hayatta bırakacağından emin olmadıkça insan eti yememesidir.
‣ İhramlı bir kimse bir av hayvanı ve bir de meyte bulacak olursa, av hayvanını yer. Çünkü av hayvanının haram kılınışı geçicidir, o bakımdan o daha hafiftir. İhtiyarî olarak onu öldürmesi halinde ise, fidyesi kabul edilir. Meyteyi yiyen için ise fidye söz konusu değildir.
Bu âyet-i kerimede haram kılınan diğer şeyler zikredilmedi. Çünkü bu âyet-i kerime haramları bildirmek için değil, insanları Allah’ın ﷻ haram kıldığını helal etmekten men etmek için sevk edildi.
Nitekim müşrikler, zikredilen bu şeyleri helal kılıyor, kanı, hınzırı, putlar için kesilen kurbanları yiyorlardı.‘Siz kendi kesip öldürdüğünüzü yiyorsunuz da Allah’ın ﷻ öldürdüklerini yemiyorsunuz’ diyerek Müslümanları suçluyor, bu mantıkla meyte etini yiyorlardı. Âyet-i kerime, müşriklerin helal kabul ettiği şeylerin haram olduğunu beyan etmek için sevk olunmuştur.
Âyet-i kerimede şöyle bir incelik vardır: Allah ﷻ haram şeyler az olduğundan, onlardan bahsetmiştir. Haram olduğu beyan edilen şeylerin dışında kalan her şey ise, mubahtır. Allah ﷻ, mü’min kullarına temiz şeyleri yemeyi mubah, ölmüş murdar hayvan, kan, hınzır eti ve pis şeyleri de haram kılmıştır.
O, insanları nefislerine azab vermekten ve helal nimetleri yememekten men etmiştir. Hristiyanlara göre, insanları Allah’a ﷻ en çok yaklaştıran ameller, nefse hakaret, azap verme, Allah’ın temiz kıldığı nimetlerden nefsi men etme, ‘ruha hayat hakkı yoktur’ inancı ile vücuda eziyet verme gibi hareketlerdi. Bu yanlış hükümler, onların din adamları tarafından va’z ediliyordu. Allah’ın ﷻ gönderdiği şeriatların hiçbirinde bu batıl hükümlerin izi dahi yoktur. Allah ﷻ, insan vücudunun hakkı olan gıdayı verdiği gibi, ruhuna ibâdetle hayat hakkı da tanımıştır. Bizi hayvanlar gibi yalnız cismani, melekler gibi yalnız ruhani kılmamış, mutedil bir şeriatla kâmil bir ümmet yapmıştır.
‘Gafur ve gaffar’ güzeli izhar eden ve çirkinlikleri örtüp gizleyen demektir. Günah, kabahat ve çirkinlik cümlesindedir. Settar olan Allah ﷻ kulunun dünyada gizlediği günahlarını ahirette de örtecek, cezalandırmayacaktır. Bu isimden kulun alacağı nasip, kulun halkın ayıp ve kusurlarını gizlemesidir.
Efendimiz ﷺ şöyle buyurdu: ‘Kim müslümanın avretini gizlerse Allahu Teâlâ hazretleri de ahirette onun avretini gizler.’
‘Kim bir müslümanın hatasını örterse, Allahu Teâlâ hazretleri de dünya ve ahirette onun hatalarını örter ve insanlardan gizler.’
İnsanların gıybetini yapan, ayıplarını araştıran ve maharetlerini günahta kullanıp kötülük üzerine birbirlerini destekleyenler, bu vasıflardan uzaklaşmışlardır. Gafur ve Gaffar sıfatlarıyla muttasıf olan kişi, Allah’ın ﷻ mahlukatında ancak güzel olan ve hoşlarına giden şeyleri ifşa ve izhar eder.
Bu âyet sayılanların zahiren haram olduğunu bildirdiği gibi, Allah’tan gayrı mevcudatı görmenin de haram olduğuna işarettir. مَيْتةَ dünya cifesidir. دَمْ nefsani şehvetlerdir.
Hadiste ‘Şeytan Âdemoğlunun kan damarlarında dolaşır’ buyrulmuştur. Kandaki şehvet sakinleşse şeytan ona yol bulamaz. Bunun için Efendimiz ﷺ ‘Şeytanın yollarını açlıkla daraltın’ buyurdu.
لحْمَ الْخِنزِيرِ nefsin hevasına işarettir. Nefis menfaat hırsı, şerri ve zahir-batın hıyanetiyle hınzıra benzemiştir.
وَمَا أهِلَّ بِهِ لِغيْرِ اللهِ Allah’tan gayrıya yaklaşmak için yapılan bedeni taât, mali hayrat, Allah için halis olmayan, riya, süma, heva yoluna yapılan her şeydir.
فمَنِ اضْطُرَّ Durr; nefsin bir şeye ihtiyaç duyması, şeriatın meşru kıldığı vâcib ahkamı ikamede şeriatın hükmünden zaruri olan miktardır.
غَيْرَ باَغٍ Dünyaya hırs etmeden, haram helal toplamaksızın, haram helal bütün şehvetlere düşkün olmadan… taât ve hayrata, sünnet ve bidatlara riya üzere devam etmeksizin… وَلَا عَادٍ Dünyada kanaat çizgisini geçmeden. O kanaat ki; açlığı, ayıbı örter. Hakkı hicaplamayan, şehvet ve şeriatın mubah gördüğü şeylerle yetinmektir. Allah Hz. Dâvûd’a vahyedip şöyle buyurdu: ‘Hem kendin sakın, hem de kavmini uyar; şehvetle yemekten kaçının. Zira kalpler dünya şehvetleri ile kilitlenir, akıllar da Benden hicaplanır. Nefsin hazları hem sûreten hem manen helaka götürür.’
Şeriat, zühd, vera, ibadet ve mücahedede iradesi ile vâcibat üzere bir şey ziyade etmez. Bilakis vâcibatı terk etmez. Eğer bu afetler ile şaibeli ise ibadeti ikame için bu afetleri izale etmek ve ihlası talep etmek vâcib olur.
Bu vazifelerin üzerine bu niyetlerle nafileleri arttırırsa güzel olur. Aksi halde riya için vâcibatlar arttırılmaz. Efendimiz ﷺ ‘Riyadan az bir şey de şirktir’ buyurmuştur.
فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ Bu şartı yerine getirene günah yoktur. Kim hak yolda helak olanlardan uzak kalarak vasıl olur, şeriattan başka yola süluk etmezse; ya Allah’ta yok olur, ya Allah ile kaim olur, ya da Allah’ta olur. Dördüncü hazda mecal yoktur.
إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ Rahmetinin eseri olarak âlemlerde onu affeder, rahmet nurları ile kaim eder. Rahmet vasıflarını gösterir.
Belagat
• Âyet-i kerime istinafen fasıldır. Önceki âyette ‘Tayyib yiyin’ buyu-runca sanki gizli bir soru doğmuş ‘Tayyibat nedir?’ denmiştir. Bu âyet de ona cevap veren istinafi beyaniyedir.
• Haramlık meytenin kendisine değil, yenmesine taalluk eder. Âyetin siyakından anlaşıldığı için ona isnad edilmiştir. Bu da mübalağa ifade eder. Yani bunlardan şiddetle sakının, demektir.
• Allahu Teâlâ ‘men etti, cevaz vermedi’ yerine ‘Haram kıldı’ fiilini getirdi. Bu fiilin iştikak-ı kebirine baktığımızda karşımıza ‘Rahime / merhamet etti, acıdı’ kelimesi çıkar. Bu da bize işari olarak, Rabbimizin her yasağında, bize olan merhametini ve acımasını gösterir.
• Harem, aynı zamanda bir kimsenin özel alanı demektir. Padişahın haremi gibi. Bu anlamda haram kılmak, özelleştirmek anlamında istiaredir. Allahu Teâlâ haramları yasak bölge kılmış, dokunulmasını yasaklamıştır.
• ‘دَمْ’ kelimesinin iştikak-ı kebiri ‘Medd’ (uzatma) fiilidir. Yani kan, uzayıp giden bir konudur. Kan davaları vs. nin sürüp gittiğine işaret eder.
“Allah’tan başkası adına kesilen” derken اُهِلَّ fiilinin ب ve ل harf-i ceriyle kullanılması tazmin içindir, yakınlık manası kazandırır. Bu tazminin faydası şudur: Allah’tan başkası için kesilen bir hayvan üzerine, kendisine yaklaşmak istenen şeyin adı anılsa da anılmasa da birdir, yakınlık ifade etmez.
174- Allah’ın indirdiği kitabın bir kısmını gizleyenler ve onu az bir değere değişenler, karınlarına ateşten başka bir şey yemiş olmazlar; kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onları temize çıkarmayacaktır. Onlara acıklı azap vardır.
Önceki âyette nelerin haram kılındığı bildirilmişti. Bu âyette haramları gizleyip helali haram, haramları helal sayan kimselerin durumu ve akıbeti anlatılmaktadır.
Tevrat’ta Efendimizin ﷺ vasıflarını, zinayı gizledikleri gibi, hınzır eti, kan, leş yemenin haramlığını da gizliyorlardı. Âyet-i kerime bu durumu açığa çıkarmaktadır.
Âyet her ne kadar ehl-i kitabın cürümleri yüzünden indiyse de hüküm umumidir.
Allah’ın kitabını gizlemek, hükümlerini öğrenmemek, anlatmamak, yaşamamak, arka plana itmek, nefse hevaya uyarak hükm-ü ilâhiye arka dönmek, âyetin kapsamı dahilindedir.
“Kitaptan Allah’ın indirdiği” ifadesi onu gizleme suçunun ne büyük suç olduğuna işaret ediyor. Siz gökten inen suyu saklamış ve yeryüzüne inmesini engellemiş olsanız, suçunuzun büyüklüğünü tarif etmek mümkün olmaz. Can taşıyan ne varsa size lânet etmez mi? Bu kainatı tahribe yönelik anarşi olmaz mı? Canlıların hayatına kast etmiş, bütün varlıklara zulmetmiş olmaz mısınız? Ne var ki buna gücünüz yetmez.
İşte bunun gibi Allah’ın nezd-i ilâhisinden, kelam sıfatının tecellisinden insana iki cihan mutluluğu veren ulvilikler âleminden gelen âyet-i ilâhileri gizlemek en büyük suç, en büyük köstek ve zulm-ü azim olmaz mı? Cenâb-ı Hakk’ın ‘Rızkınız’ diye beyan ettiği kitabını kullarından saklamak, mahrum etmek ruhlarını aç bırakmak, kalbi ölümlere sebep olmak ne büyük bedbahtlık!
Bir hükümdarın fermanını saklamak onu ne denli gazaplandırır, suçun fâillerini ne feci azaplarla cezalandırır? Ya hakimler hakimi, Zatı Zü’lcelal’in fermanını gizlemek, ulaşması gereken mercilere ulaştırmamak en büyük hüsran olmaz mı? Hele bir de Allah’ın âyetlerini az bir paraya, dünyevi bir menfaata satmak (istiare-i tasrihiye) hükümlerini çarpıtmak, değiştirmek, öğrenilmesini engellemek... Bu kudsi görevi üstlenen kimseleri görevden almak, hapislerde çürütmek, sahte raporlarla tımarhanelere attırmak, beyniyle oynayıp sapık hale getirmek, zehirlemek, astırmak,... öteden beri ehli ilme, İslâm mücahitlerine yapılmıyor mu?
Cenâb-ı Hakk İslâm alimlerinin savaşa bile gönderilmesini yasaklarken onların ya kendisi ya fonksiyonlarını öldürmek reva mı?
“Mü’minlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.” (Tevbe 122)
‘Kur’ân’dan iki yüz elli hüküm âyetini çıkarırsak düzen sağlanır’ diyen bedbahtlar yatacak yer bulacaklar mı?
‘Onlar karınlarına ancak ateş yer’ cümlesi azabın şiddetini anlatırken içlerine, karınlarına işaret ediyor. Onların kalpleri nifakla, mideleri haramla dolmuş. Efendimizin ﷺ ‘Haram sanki ateştir’ buyurduğu üzere uygun bir ceza olarak karınlarına ateş dolacağı haber verilmiş.
Karınlarının ateş yemesi aynı zamanda mecaz-ı mürsel, vasıtalı kinaye. İki taraflı isnad-ı mecazi. Çünkü karınla yenmez, ağızla yenir (Sebep alakası). Ağızla yenen karına gittiğinden kevn-i lahık alakası.
Yiyip-içerek semizlettikleri vücutları sonunda ateş yemek zorunda kalacağından yine kevn-i lâhık alakası, mecaz-ı mürsel.
Hem yiyenin hem de yediklerinin kötülüğü bir çırpıda anlatıldığı için idmaç sanatı. Bu durum bize “Temizler temizler içindir, pisler pisler içindir” (Nur, 26) âyetini hatırlatıyor. Herkes layık olduğu akıbete uğruyor.
‘Ateşi yemek’ denmesi de ince bir istiare-i tahakkümiye (alay istiaresi). Sanki şöyle deniyor: Yemeği seversiniz. Haram helal demeden, aksırana kadar, tıksırana kadar yiyorsunuz. Yasak günah demeden yiyorsunuz. Hak hukuk tanımadan yiyorsunuz. Allah’ın ﷻ âyetlerini satarak yiyorsunuz. Yiyin bakalım, bu yiyişin sonu, bu oburluğun neticesi ateş olacak.
Bu, işin bedensel boyutu. Manevi boyutuna gelince ebedi bir hayatta rahmet-i ilâhiden uzak, meleklerin azarı, cehennemin gazabı, Araf eshabı (deli ve ebleh) kimselerin itabı yanı sıra Yüce Allah’ın ﷻ son derece gücenip onlarla konuşmaması ne büyük acı, ne elim azap. Pişmanlık, hasret, nedamet ateşi dışlarını yakar. Neuzü billah, mahcubiyet, mahrumiyet, dışlanmak, azarlanmak, kınanmak da içleri yakar. Bir tanesine dayanma gücümüz yokken, hepsinin tasallutuna uğramak ve büsbütün çaresiz kalmak... Dostluğun, şefaatin, avukatın, bedelin kabul edilmediği dehşetli kıyamet günü…
Yapılan günahın vebali öylesine büyük ki sahibinin kurtulması imkansız. Çünkü Allah’ın ﷻ hükümlerini gizlemek, geçersiz saymak umuma yönelik bir günah.
Bazı günahlar olur, sahibi pişman olur, dönüş yapar. Allah ﷻ onu affeder. Hatta kul hakkı bile olsa, Allah ara buluculuk yapar. Hak sahibini memnun edecek büyük ödüller verir, onu razı eder. Kulunu tezkiye eder, temize çıkarır, arındırır, ateşten korur. Fakat dine, imana, mukaddesata hainlik edenlere Allah ﷻ dargındır. Asla onlara çıkış yolu bırakmaz.
Bu melun kimseler öyle bir azaba çarptırılırlar ki azab bile elem çeker. ‘Elem verici’ anlamıyla beraber kalıbın anlam zenginliğiyle ‘elem çekici’ olduğu da remzedilir. Acıtan azab, dünyada tarifi mümkün değil. Dünyanın bütün azab ve işkenceleri oradaki azaba göre istirahat etmek sayılır. “Onun azabı gibi kimse azab edemez, onun vurduğu bağ gibi kimse bağ vuramaz.” (Fecr, 25-26)
Yine de hatırlarımızda dünyevi azapları canlandırarak o günün azabının acılığını bir nebze anlayabilir, düşünebiliriz. Mesela bir kimsenin derilerinin soyulması, tırnaklarının çekilmesi, kaynar suya atılması, üzerine kızdırılmış yağ dökülmesi, uçurumdan fırlatılması, vahşi hayvanlara yem yapılması, denizde boğulması, etlerinin kerpetenlerle kesilmesi, elektrik verilmesi, gazla, dumanla boğulması, gönül acısı çektirilmesi, su damlalarıyla delirten çin işkencesi, yaralamak, kesmek, ezmek, iğneli fıçılara kapatarak azap edilmesi, bacaklarla kafayı arkadan bağlayarak hınzır bağıyla bağlayıp boğmak, uyuşturucu zehir vs. ile zehirlemek, organların çalınması, kobay olarak kullanılması, her şeyden mahrum kalması, birbirine kırdırıp dövdürmek... ve daha akla hayale gelmeyecek işkenceler, acılar…
Cehennemden küçük bir numune… tıpkı tat, lezzet ve neşe veren dünyalık zevklerin cennetten küçük bir numune olduğu gibi… “Cennet de müttakilere yaklaştırılır. Zaten uzak değildir.” (Kaf, 31)
Konuyu özetleyecek olursak Allah’ın ﷻ kelamını hiçbir şekilde gizlemeyip, bilgimizle, ilgimizle, bizzat tatbik ederek, anlatarak, sevdirerek öğrenmemiz, öğretmemiz, gayret etmemiz isteniyor. Gayret bizden, Tevfik Allah’tan…
O gün âyetleri satanlar dini menfaate alet eden sahte din adamları, hahamlar, papazlar, para karşılığı kirli ellerini Allah’ın ﷻ kitabına sokanlar, haramı helal, helali haram gösterenlerdi. Bugün de çok şey değişmedi. “Kalpleri benzedi” (Bakara, 118)
Mevki, şöhret, para için hükümleri inkar edenler, çöl kanunu diyenler, dine, dindara, mukaddesata karşı çıkanlar, elindeki tahakküm gücüyle emri altındaki dürüst, dindar, işe yarar kimselere işkence edenler, Allah’ın ﷻ peygamberine, Kur’ân’a söverek yürek acısı çektirenler, Kur’ân’ın hükümlerini yok sayanlar…
Evladı hidâyet buldu, örtündü, namaz kılıyor diye sosyeteye rezil olmamak adına deli damgası vurdurup, tımarhanelere attıranlar, dövenler, sövenler, kovanlar, mahrum bırakanlar, her işkenceyi reva görenler, hakkı batılla örtmek isteyenler, güneşi balçıkla sıvayanlar…
Din kisvesi altında elindeki yetkiye, etkiye, etrafındaki dalkavuklara dayanarak dini bozmaya, eksiltmeye, yeltenen zavallılar… Üç kuruşluk menfaat, yarım gram saygınlık uğruna Rahman’ın yüce fermanına leke sürmek isteyenler… İnsanların aradığı, istediği her türlü fetva, izin ve ruhsatı verip İslâm’ı yanlış tanıtanlar…
Faize, zinaya, her türlü fuhşiyata, münkerata bir ‘Olur’ kapısı bulanlar… Âyet ve hadisleri menfur arzularına göre çarpık yorumlayanlar. İhlaslı mü’minleri gözden düşürmek için ‘gerici, yobaz’ yaftası vuranlar.
‘Kendinize gelin’ demek yerine ‘Bize gelin’ diye taraf toplama yarışına girenler ve bunun için dinden taviz verenler.
Yolunu yordamını bulup haram yiyenler, tüysüz yetimin hakkını gasb edenler, şehvetine esir olup, yurdu yuvayı dağıtıp, çoluk çocuğu perişan ederek yaptığına sünnet süsü verenler… Verilen rüşvetle en ağır suçlardan beraat ettirilenler… ‘Son zamanda dininiz dinarınız, kadınlarınız kıbleniz olur’ hadisinin muhatapları… Kadın için, para için, mevki için, suçunu ört bas etmek için fetva üretenler…
Âyetler bu ve benzeri sahte nedenlerle örtülüyor, yalan, iftira, hile, hıyanet, rezalet, cinayet yoluna sapılıyor. Doğru insanlar aptal, hak hukuk düşünenler, enayi gözüyle bakılanlar oluyor.
Yahudi okullarında tahrif edilmiş, kendi uydurdukları Tevrat’ı okuyabilsinler diye öğrencilere günün yarısı İbranice, diğer yarısı diğer derslere göre ayrılarak tedrisat yapılırken bizim okullarımızda bir asra yakındır Kur’ân eğitimi verilmiyor.
Birkaç yıl öncesine dönersek, Kur’ân kursları kumarhane gibi basılıyor. Yaz tatilinde bile Kur’ân öğrenmeleri yasaklanıyor. İmamlık, müezzinlik nefret edilen, rağbet edilmeyen bir görev haline geliyor. Kızlarımız başörtüsü ile okuyabilmek için Amerika’ya gidiyorlar, çırak ustayı geçmiş. İşin vehameti ortada.
Allah yalana, harama dalmış ehl-i kitap için “Onların din adamları onları alıkoysaydı ya” (Maide, 63) buyurarak tariz yollu vazifelerimizi hatırlatıyor. Cürhümilerin Zemzem kuyusunu kapatıp gittikleri gibi gerçekleri gizlemeyelim. En sevdiğimizi feda etmek azmiyle de olsa Zemzem Kur’ân’ı açalım.
Susuz sinelere, ölmek üzere olan körpelere, dünya çölünde mahpus kalanlara kana kana içirelim. Kur’ân’a hizmetimiz, dini ilâhiye gayretimiz, emr-i bil maruf, nehy-i anil münkere iştiyakımız olmadıktan sonra sadece vicdanımızı tatmin edecek bazı ibadetlerle meşgul olmamız acaba son nefeste imanlı gitmeye yetecek mi?
Dinimizin, imanımızın, ibadetlerimizin, çarşıdan seçip aldığımız bir meta gibi işimize gelenini, kesemize uyanı, hevamıza dokunmayanını alıp diğer kısmı görmezden, bilmezden gelmek reva mı? Allah’ın ﷻ kitabını gizleme suçundan bizi beraat ettirir mi?
Allah’ım, bize hakkı hak olarak görüp uymayı, batılı batıl bilip sakınmayı nasip eyle. (Amin)
وَيَشْتَرُونَ بِهِ ’deki zamir, gizlemeye racidir. Ya da مَا أَنْزَلَ اللَّهُ da ki مَا harfine veya gizlenen şeye aittir. يَكْتُمُونَ fiilinin masdar manasına anlaşılması caizdir.
Gizlemeden gayeleri, mal toplamaktır. ‘Az bir bedel almaları’ndan murad budur.
Cenâb-ı Hakk, onların aldıkları bu para, mal ve hediyeleri, ya haddi zatında az olduğu için, ya da bu alıştaki büyük zarara nisbetle az kaldığı için, ‘az’ diye nitelemiştir.
Ebû Abbas Seyyari Hazretleri ceviz satın almak için bir dükkana girer. Ne kadar ceviz istediğini dükkan sahibine söyler. O da çırağına seslenir: ‘Oğlum, Ebû Abbas Hazretleri ceviz istiyor, şöyle iyilerinden seç de efendiyi memnun edelim.’ Dükkan sahibinin bu uyarısını duyan Ebû Abbas ‘Her ceviz alana bu muameleyi yapıyor musun?’ diye sorar. Dükkan sahibi: ‘Hayır, bunu sadece ilmin için sana yapıyorum’ der. Bu açıklama üzerine Ebû Abbas der ki: ‘Ben ilmimin izzet ve faziletini iki dirheme değişmem; ceviz almaktan vazgeçtim.’
Belli bir düzen içinde bir araya getirilen sözler toplamına kitap denir. Masdarı olan ‘el ketb’ bir deriyi diğer bir deriye bağlamak demektir. Harf ve sesler birbirine bağlanarak bir bütün oluşturdukları için, sözlerin toplamına kitap denilmiştir. Bununla beraber kitabın yazılı olması şart değildir. Yazılı olmadığı halde peygamberlere indirilen Allah kelamına da kitap denmesi bundandır.
Kur’ân’ı Kerim, insanların amellerinin toplamının da yazılı bir kitap oluşturduğunu bildirmiştir.
Onların ateş yemeleri ya ahirette olur; ceza olarak bizzat ateşin kendisini yiyeceklerdir. Onların ahirette ateş yemeleri, dünyada rüşvet yedikleri içindir.
Ya da dünyada olur; bu da ateşe sebep olan rüşveti yemeleridir. Çünkü Yahudi bilginlerin Efendimiz’in ﷺ Tevratta bulunan vasıflarını değiştirme karşılığında aldıkları, yedikleri şeyler, ebediyyen ateşle cezalandırılmalarına sebep olur.
‣ Allah, onlara selâm vermeyecek fakat onlara, gam ve hüzünlerini artıracak olan inceden ince hesap ve sorguya çekerek konuşacak, onlara, “yıkılıp gidin oraya ve bana bir şey söylemeyin” (Mü’min, 108) diyecektir.
‣ “Rabbine andolsun ki biz onlara yaptıkları şeylerden muhakkak soracağız” (Hicr, 92) âyetinde zikredilen sorma işi, Cenâb-ı Hakk’ın emriyle, melekler tarafından yapılacaktır.
Allahu Teâlâ’nın kıyamet gününde onlarla konuşmaması, tehdit amacıyla zikredilmiştir. Çünkü kıyamet günü, Allahu Teâlâ’nın vasıtasız olarak bütün varlıklarla konuşacağı bir gündür. O günde Allah konuşunca, dostları için neşe, düşmanları için de mutsuzluk olacak; cennetlikler cehennemliklerden ayrılacaklardır.
˗ Onları tezkiye etmeyip, övmez.
˗ Temizlerin amelini kabul eder, onların amellerini kabul etmez.
˗ Onları, temiz kimselerin konak ve menzillerinde konaklatmaz.
İnsan günahtan hali olmaz. Ancak kul imanla giderse Allah ﷻ onu affeder, hatta kul haklarını dahi araya girerek bağışlatır. Fakat bu kimseler, bu aftan bile mahrum kalacaktır.
İkâb, ceza verme, hor ve hakir kılmakla beraber bulunan, halis bir zarar ve sıkıntı vermedir. Buna göre وَلَا يُكَلِّمُهُمُ اللَّهُ وَلَا يُزَكِّيهِمْ ifadesi, hor ve hakir görüp hafife almaya; لهَُمْ عَذَابٌ ألَِيمٌ ifadesi de, zarar vermeye işarettir. Allahu Teâlâ, hor ve hakir kılınmanın daha zor ve çileli olduğuna dikkat çekmek için, onu önce zikretmiştir.
Âyet, her ne kadar yahudiler hakkında nazil olmuşsa da, din konusunda açıklanması icab eden her hangi bir şeyi gizleyen herkese şâmildir.
Âyet, Ka’b b. Eşref, Malik b. Sayf gibi yahudilerin ileri gelenleri hakkında nazil olmuştur.
Bunlar, kendilerine tabi olan yahudilerden birtakım hediyeler alırlardı. Hz. Muhammed ﷺ peygamber olarak gönderilince, bu tür menfaatlerinin sona ereceğinden endişelenerek, Efendimiz ﷺ ve şeriatı hakkında Tevrat’ta bulunan haberleri gizlediler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ مِنَ الْكِتَابِ O yağcı alimler ki ehli zulme ve aşk ehline Allah’ın indirdiği Kur’ân vaadlarını ve vaidlerini gizlerler. Emri bil maruf, nehyi anil münker, Allah’ın hududunu muhafaza, adetleri kaldırmak, şehvetleri terk etmek, dünyanın ziynetini, fitne ve muhabbetini terk gibi görevleri müluk, ümera, vüzera gibi dünya erbabından gizlerler.
Bu gizleyiş ya mertebelerinin zayi olacağından, onların nezdinde derecelerinin düşme korkusundan, ya da dünya sevgisi, mal toplama hırsı ve talebinde onlarla ortak olmalarındandır. Veya riyaset sevgisi, yeme içme, giyim, binit, mesken, ev aletleri, meta, ziynet, hizmet, kuvvet vesaire ile nimetlenme maksadıyladır.
أُولَٰئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ إِلَّا النَّارَ Kalplere giren haset, şehvet ve hırs, kalbi hasenatları, ruhani ahlâkları yer, yakar ve mahveder. Nitekim Efendimiz ﷺ ‘Ateşin odunu yemesi gibi haset hasenatı yer’ buyurmuştur. Taâtı ifsad edip salih ameli boşa çıkardığı için ateşle tabir edildi. Çünkü ikisi de yaptıkları işte müsavidir. Hakikatte manevi ateş cesetteki ateş şulesine benzer, gadap şulesi gibi.
Şeriatın hilafına kuldan sudur eden amel, söz, fiil cehennem ateşine çeken şerdir. Kulun kalbinde bu ateş o anda hasıl olur. Yine kuldan zuhur eden şeriata uygun hal ve fiiller muhabbet ateşine çeker, kalpte zuhur eder. Ne zaman muhabbet kaplar, ateşi tutuşur, kalpte olan masiva muhabbetini yakar. Helvanın hararetinin yakması gibi. Kişi bu helvadan yediği zaman derhal mizacında hararet hasıl olur. Islaklığı ve karışıklığı yakar. İşte bu ateş de kalpteki hasenat ve ahlâkı yakar ki bu, dünyada olur. Ahirette de kişiyi sapıtıp cehenneme çeker.
‘Gümüş ve altın kaptan içen kimsenin karnına cehennem ateşi doldurulur.’ Hadis-i Şerif “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar çılgın aleve atılacaklardır.” (Nisa, 10)
Çünkü onlar dünyada onun kelamını ketmettiler. Onu sıdkla anlatmadılar. Hak olmayanı söylediler. İnsan için nefsin tezkiyesi, imanı, sıdkı niyeti, salih amelleri, şeriat adabıyla süslenmesi miktarıncadır. Eğer dünyada nefsini arındırmazsa ahirette ziyana düşer ve nefis tezkiyesinden mahrum olur. “Nefsini arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems, 9-10) وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ Hakkı gizledikleri için Allah’ın mükalemesinden ve onları temize çıkarmasından mahrumiyetle karınlarına yedikleri ve içlerinde alevlenen ateşle ve ateşe atılmakla azap olurlar.
• الكتاب kelimesinin başındaki ال muzafın ileyh hazfolunca muzafa verilen ال’dır. كِتَابُ الَّذِي يَكْتُمُونَ idi
• أَنْزَلَ اللَّهُ tabiri, Kitabullah’ın bir yağmura benzetildiğini düşündürür. Çünkü أَنْزَلَ fiili gökten olunca su indirme, yağmurun inmesi manasındadır. Âyet-i kerimeler de adeta su gibi hayat vermektedir. Nasıl ki yağmur bitkileri canlandırır, toprağı nemalandırır; Allah’ın indirdiği kitap da gönülleri yeşertip diriltir.
• ‘İşte onlar’ derken ism-i işaret gelmesi, onların bu işle meşhur olduklarına, insanlara onların durumlarının gizli kalmadığına işarettir.
Ve ism-i işaretten sonra gelen haberi, ism-i işaretten önce zikredilenler sebebiyle hak ettiklerine tembih içindir.
•أُولَٰئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ إِلَّا النَّارَ ifadesi mecazdır. Çünkü ateş yenmez. Bunun manası şudur: ‘Onlar, cehenneme atılmalarına sebep olacak murdar şeyleri yerler.’
Bu rüşvete ‘ateş’ denmesi, müsebbib’in ismini söyleyip sebebi kast etmektir (Mecaz-ı mürsel). Bu dünyada yiyip içmeleri, o an için her ne kadar güzel olsa bile, neticesi cehennem olacağı için, böyle söylenmiştir (Kevni lahık alakası). ‘Karnın’ zikredilmesi, iyice beyân etmek içindir. (Mücaveret veya hal-mahal alakası)
‘Karınlarının bir kısmıyla yiyorlar’ denmedi. Yenilen ateşin karnın hepsini doldurduğunu bildiren bir mübalağadır. Sanki onlar, o rüşvet yemeğini yerken tıka basa yemekte ve doymamaktadırlar. Bu ifade takbih (çirkinleştirmek) ve şenaati ziyadeleştirmek içindir.
• وَلَا يُكَلِّمُهُمُ اللَّهُ ifadesi, gazabtan bir istiaredir. Konuşmayı nefyetmek, örfi olarak gadabın lazımıdır. Birine kızdıkları zaman ondan yüz çevirip konuşmamak meliklerin adetlerindendir. Nitekim, birinden razı ve memnun oldukları zaman lütfedip, ona teveccüh eder ve konuşurlar.
• وَلَا يُزَكِّيهِمْ ifadesi, istiare-i mekniyye olarak günahların bir pislik olduğunu ifade eder. Bu açıdan çoklu bir benzetme olarak, temsili istiare düşünebiliriz: Günah, kir ve pisliğe benzetilmiştir. Ortak noktası asli halin bozulması, zarar vermesidir. Affedilmek de bu kirin temizlenmesine benzetilmiştir. Ortak noktası rahatlatması, huzur vermesi, mutlu etmesidir.
Günah öyle bir kirdir ki, Allahu Teâlâ’nın affı dışında hiçbir yöntem onu temizleyemez. Bu günah kiri temizlenmediği takdirde de, insan daima lekeli kalacak, kendisine verilen temiz fıtratı bozmuş olacaktır.
Yine bu cümle, onların zemmolunacağına bir kinayedir. Çünkü tezkiye nefyedilince, onun arkasını zem ve azarlama takip eder.
175- Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, bağışlanma karşılığında da azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe ne de sabırlıdırlar.
Önceki âyette Allah’ın ﷻ kitabını gizleyen az bir paraya satan kimselerin durumu, cezası anlatılmış. Bu âyette de yaptıkları işin şenaatı, deneatı ve akıbeti beyan edilmektedir.
Onlar o kimseler ki; hidâyet karşılığında sapıklığı, mağfiret karşılığında azabı satın almışlardır. (İkili mukabele)
Âyetin ilk cümlesi dünyalarını, ikinci cümlesi ahiretlerini mahvettiklerini beyan buyurmaktadır. Zaten dünya ahiretin tarlası; burada ne ekilirse orada o biçilir. Diken ekip, buğday çıkmasını istemek akla mantığa sığmaz.
Yüce Allah insanı hidâyete, mağfirete, cennete kabiliyetli, istidatlı yaratmış, ellerine fırsat vermişken, insan tercihini yanlış yaparsa akıbetine katlanması gerekir. Allah’ın vahyi, rahmeti, ilmi, gökten inen yağmura benzer. Gül dibine inerse gülü, dikene inerse dikeni büyütür.
Allah’ın ﷻ âyetlerini saklayıp, değiştirip, dünya hırsına alet etmek yerine insanoğlu ondan faydalansa, içindeki yüce buyrukları dinleyip iki cihan saadetine nail olsaydı, mülkün sahibine saygı duysaydı daha iyi değil miydi? Öğrendiği ilâhi bilgileri insanların aleyhine sarf edeceğine nazil olduğu şekliyle öğretip hidâyetlerine vesile olsaydı ne olurdu?
Cenâb-ı Hakk’ın buyruğunu hiçe sayıp, eğlenceye alanlar, alaylarına karşılık buluyorlar. Haklarında ‘Ateşe ne de sabırlıdırlar’ buyruluyor. (Medhe benzer zem, istiare-i tahakkümiye, kevn-i lahık alakası ile mecaz-ı mürsel) Aslında dünya zevklerine, sefahatlerine sabretmeleri gerekirdi. Bu sabrın sonu da cennet olurdu. O gün keyfi şeylere sabredemeyip gayrı meşru kazançlar peşine düştü ve hudud-u ilâhiyi çiğnediler. Bugün sabredilmesi imkansız ateşe girmek ve ebedi kalmak zorunda kaldılar. Burada sabır ebedi kalmaktan istiare edildi.
Bu âyet-i kerime, Hz. Muhammed’in sıfatlarını Tevrat’ta gizleyen ve karşılığında faiz, rüşvet yiyen Yahudilerin durumlarına dikkat çekmekte, onların yaptıklarına şaşılması gerektiğini beyan etmektedir.
ما hakkında:
‣ Âyetteki ما tevbîh manasında istifhamdır. ‘Hangi şey onlara Allah’ın ateşine sabır verdi de, böylece onlar hakkı bırakıp bâtıla tâbi oldular?’ manasındadır.
‣ Bu istifham taaccüb manasına gelir.
Bir şeyin sebebine razı olan kimse, onun neticelerini bildiği zaman onun sonuçlarına da katlanması gerekir. Buna göre onlar, Allah’ın azabını icab ettiren şeye cüret ettiklerine göre, azabı kabul etmiş olurlar. (Kevni lahık, aynı zamanda mübalağanın hezil kısmından)
Yani ‘bunlar, hidâyeti terk edip, dalâlet yollarına girdikleri zaman, sonlarının ateş olmasına ne sabırlıdırlar.’ Burada geçen ateş kelimesi, ateşe götüren kötü amel ve sebeplerdir. Burada taaccub, şaşılan şeyin imkansızlığını muhatabın içine yerleştirmek içindir. Onların aldırış etmeksizin cehennemi boylamayı gerektiren işleri işlediklerinden dolayı mü’minlere hitaben söylenmiş bir taaccübdür.
‘Allah’ın ağır azabına tahammül gösteren insanlara gerçekten şaşılır. Onlar cehenneme karşı ne kadar cesaretlidirler! Çünkü onlar cehenneme götürecek bir iş yaptıklarını biliyorlar.
Onların bu durumlarına gerçekten hayret edilir! Onlar cehennemi gerektiren şeylere ve dalâletten ibaret olan amellere hiç aldırış etmeksizin nasıl da sabredebiliyor, katlanabiliyorlar! Yani onlar öyle bir azab halindedirler ki, onları gören ‘Ne kadar sabırlıdırlar?’ diye hayretini ifade eder.’
Allah’ın kullarının işlediği suç ve günahları örtüp affetmesi, bağışlaması anlamına gelen bir terimdir. Kur’ân’da yirmi sekiz ayrı yerde geçer. Mağfiret kelimesinin kökü olan ‘gufran’ affetmek, bağışlamak demektir. Allahu Teâlâ’nın affedicilik vasfını ifade eden ‘Gafur’ kelimesi Kur’ân’da bir yerde, yine aynı manaya gelen ‘Gafir’ kelimesi doksan bir yerde, ‘Gaffar’ kelimesi de dört yerde geçmektedir.
• ‘İşte onlar’ şeklinde ism-i işaretle başlayıp, önceki âyette geçen ism-i işarete atfetmemesi, bu müşarın ileyhin, önce geçenden farklı bir hükme layık olduğunu tembih içindir. Bu yeni hükmün ehemmiyetine binaen ilk ism-i işarete atfedilmemiş, başlı başlına yeni bir hüküm getirilmiştir.
• Hidâyet karşılığı sapıklığı; bağışlanma karşılığında da azabı satın aldılar, cümlesi teşbihi mefruktur. Satın alma fiilinin, tercih ve tebdil yerine kullanılması istiare-i tasrihiyedir. Ortak noktası, serbestlik, kendi ihtiyarıyla, iradesiyle seçmeleridir. Adeta dünya bir pazar yeri, burada hem Allah’ın malı olan hidâyet, doğru yol, af sebepleri satılıyor, satış temsilcisi peygamberler. Hem de şeytanın saptırması, azap sebepleri satılıyor. Şeytanın tezgahı da dünya sevgisi.
İşte insan bu alış veriş merkezinde kendi tercihiyle istediğini alıyor. İsterse hidâyeti seçiyor, bedel olarak iman, salih amel veriyor. Büyük kar elde edip cenneti kazanıyor. İsterse de şeytanın saptırmasını satın alıp, bedel olarak cennetteki yerini, kalbindeki imanı, yaratıcısının ona olan muhabbetini, ömrünü, gençliğini veriyor. Fakat bu alış veriş sonucunda kâr değil, çok büyük zarar ediyor.
Rabbimiz bu istiareyle kimseyi zorlamadığını, her kula cüzi irade verip, kendi tercihinde serbest bıraktığını bildirmektedir. Kötülükleri yapıp, ‘Ne yapalım bizim kaderimizmiş’ diyenlerin yanlışlığını gösterir. Allahu Teâlâ kimseyi zorlamaz.
‘Ateşe ne de sabırlıdırlar’ cümlesi, gelecekte olanı mazi ile ifade eden, Muktezayı zahirin hilafına kelamdır. Bu, dinleyenin o anlatılan sıfatların şiddetini zihninde hazır etmesi içindir.
176- Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah kitabı hak olarak indirmiştir. O kitap hususunda ihtilâfa düşenler, muhakkak ki uzak bir ayrılık içindedirler.
Bu âyetle konu özetleniyor. Olan biten inkar kökenli davranışların sebebi ve neticesi bir çırpıda veciz bir şekilde anlatılıyor.
Allah kitabını hak olarak şüpheden, yalandan, batıldan münezzeh olarak indirdi. Aklı, vicdanı, insafı olan her insan bunu kolaylıkla anlar. Ne var ki; ‘İnanmak istemeyeni kimse inandıramaz’ kaidesinin muhatapları ipe un serer. Kendileri inanmadıkları gibi, inanacakların önünü kesmek için hakkı, gerçeği inanılmayacak gibi tanıtır, fitne fesad çıkarır. İhtilaflar, ayrılıklar peydahlar, biley taşına dilini süren kediler gibi kendi kanını içer, kendi saadet ve huzurlarını kaçırırlar. Öyle bir hale gelirler ki çıkarttıkları nifak, şikak girdabına kendileri düşer, inkar, zulüm zindanına kendilerini hapseder, duvarını şeytana ördürür, daha dünyada iken vicdan azabı, iç huzursuzluğunun derin çöllerinde kalakalırlar.
Âyette لَفِي شِقَاقٍ بَعِيدٍ tabiri, bir istiare-i tebaiye olup onların ayrılıklar içine gark olduklarını, kendi tuzaklarına kendilerinin düştüklerini harika bir üslupla gözler önüne seriyor. Allah ﷻ adildir, rahmandır, kerimdir, kimseye zulmetmez. İnsan ise hem zalimdir, hem cahil. Nefse itaat ettiği müddetçe cezasını bulacaktır.
Kur’ân hakkında ihtilaf edenler, kafirlerin hepsidir. Ya da Tevrat ve İncil’deki ihtilafları, bir kısmına iman edip, bir kısmını inkar etmeleridir.
Hz. Muhammed’in müjdelendiği âyetleri inkarları gibi. Yine yahudiler, Tevrat’ın Hz. İsâ’nın (a.s) peygamberliğine delâleti hususunda ihtilâf etmişlerdir. Hristiyanlar da Tevrat’ın Hz, İsa’nın nübüvvetine delâlet ettiğini söylemişlerdir.
Kitap’tan maksat Kur’ân ise onların ihtilâfları; bazılarının Kur’ân’ın bir kehanet; bazılarının bir sihir, kimilerinin evvelkilerin uydurduğu masallar, kimilerininse uydurma bir söz olduğunu söylemeleridir. Yani Kur’ân hakkında bir görüş birliğine varamamışlardır.
Ya da Kitap’tan maksat; Allah’ın nazil ettiği bütün kitaplardır. Allah’ın bazı kitaplarını kabul etmiş, bazılarını reddetmişlerdir.
Anlayıp kavramak, şer’i hükümleri naslardan çıkarmak için ictihad etmek, Kitap ve Sünnete dayanmak kaydıyla meydana gelen ihtilaflar kınanacak bir husus, bir kusur değildir. Hata eden ve isabet eden müctehidlerin hepsi de sevap ve ecir alır. İslâm devleti içtihada dayalı görüşlerden çağa, zamana uygun, ümmetin genel ve yüksek maslahatını gerçekleştirebilen herhangi bir görüşü tercih edebilir. Çünkü imamın (İslâm devlet başkanının) tebaası (halkı) üzerindeki tasarrufu kamu maslahatına dayalıdır. Bu görüş ayrılıkları, şeriatın usulünde, temel esaslarında olmadığı için, ümmetin birliğini parçalama sonucunu vermez. Dinin asıl ilkelerinde, genel ve temel meselelerinde ayrılığa düşmek, dinin tümünü tahrip eder.
Araştırmalar Tevrat’ta, Allah’ın kelâmı olarak kabul edilebilecek az sayıda ibâre ve bölümün bulunduğunu ortaya koymuştur. İlâhî metin olma niteliğindeki bu az sayıda ibâre ve bölüme de haham, kahin ve Yahudi müfessirleri tarafından söz, hikâye, vaaz ve telkinler ilave edilmiştir. Bu bakımdan, ilavelerin ayıklanarak aslî metnin ortaya çıkarılması oldukça zordur.
Hz. Peygamber hadîs-i şerîflerinde Yahudi ve Hristiyanların ‘Tefsir etmek sûretiyle kitaplarını tahrif ettiklerini’ (Dârimî), ‘İsa’dan sonra meliklerin Tevrat’ı değiştirdiklerini’ (Nesâî), ‘Kitaplarını hem tahrif ettikleri, hem de ilaveler yaptıklarını’ (Tirmizî) açıklamıştır.
‘Kitap ehline bir şey sormayın, korkarım ki onların doğru söyledikleri bir şeyi yalanlarsınız, yahut yalan söylediklerini tasdik edersiniz. Size Kur’ân yeter. Çünkü onda sizden öncekilerin kıssaları, sizden sonrakilerin haberi, aranızdaki meselelerin çözümü vardır’ buyurmuştur. Câbir’den rivâyet olunduğuna göre: Peygamber ﷺ’in: ‘Kitap ehline bir şey sormayın, çünkü o sapık kimseler size doğru yolu göstermezler. (Onlardan sorarsanız) Ya bir bâtılı tasdik etmiş, ya da bir gerçeği yalanlamış olursunuz. Eğer Mûsâ sağ olsaydı, Bana uymaktan başkası ona helâl olmazdı.’ Hadîs-i Şerîf - İbn Asâkir
Peygambere düşmanlıklarından dolayı Tevrat ve İncil’i nasıl tahrif edecekleri hususunda ihtilâf edenler ki, bunlar kendi aralarında da derin ihtilâf ve şiddetli anlaşmazlık içindedir. Onların sana düşmanlık hususunda bir araya gelmelerine aldırma. Çünkü onlar kendi aralarında uzlaşmış değiller.
Onlar tahrif meselesinde ittifak eden, fakat tahrifin nasıl olacağı hususunda ihtilâf edenlerdir. Çünkü bunların her biri diğerini tekzib edip, mücadele ve muhalefet eder. Onların senin hakkındaki tenkidleri, senin için bir tenkid sayılmaz.
Âyette, dünya sevgisiyle hakkı izharı satıp halkı seçen, en efdal cihat üzerine yağcılığı tercih eden dalkavuk ulemaya işaret vardır. Hadis-i şerifte şöyle buyruldu: ‘En efdal cihat zalim sultan yanında hakkı söylemektir.’ لَفِي شِقَاقٍ بَعِيدٍ Haktan uzak, batıl ihtilaflar içindedirler. Zira hak ile batıl arasında uzak bir mesafe var.
Diğer mana: Bugün burada ihtilaf edenlerin ihtilafı ezeli kitapta, sermedi hükümdeki ihtilafları miktarıncadır. Onlar, şikak-ı baidde yani ahdi evvelde uzak bir dalâlette idiler. Şu anda yakın olamazlar. Nitekim kudsi hadiste ‘Allah halkı karanlıkta yarattı. Sonra üzerlerine nurunu serpiştirdi. Bu nur kime isabet ettiyse hidâyet buldu, kime isabet etmediyse dalâlette kaldı’ buyruldu. İşte bu, dalalin baiddir.
• Bu âyetin ismi işaretle başlaması, önceki cümlelerle arasında irtibat sağlanması içindir. Bu da Arapça’ya ait hususiyetlerdendir. Bir konunun arasındaki fasıllar uzayınca, ona ait hüküm veya illet bu şekilde ism-i işaretle irtibatlandırılır.
• Şikak’ın uzaklıkla vasfedilmesi mecaz-ı aklidir. Yani o şikakın sahipleri uyumdan uzaktır.
177- Yüzlerinizi doğu ve batı cihetlerine çevirmeniz bir taât değildir. Fakat taât, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere veren; dosdoğru namaz kılıp zekât veren; ahidleştikleri zaman ahidlerine sımsıkı bağlı olan, sıkıntıda ve hastalıkta ve savaşın kızıştığı anlarda sabırlı olanların yaptığıdır. İşte bu kimseler, dosdoğru olanlardır, İşte bunlar, müttakilerin ta kendileridir.
Kıblenin değişmesi hususunda kargaşa çıkaran ehl-i kitap, ehl-i nifaka Cenâb-ı Hakk hitab ediyor: Yönleri, mekanları, kendi fikir ve alışkanlıklarınızı putlaştırmayın. Yüzünüzü doğuya, batıya çevirmeniz birr, iyilik değildir. İyilik Allah’a ﷻ, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, nebilere ve bunların kapsamına giren tüm ilâhi mesajlara inanmak, inandığı gibi yaşamak ve samimi, halis olmaktır.
بِرّ bütün taâtları içine alan, yapıldığında ücret alınan bütün işlere verilen umumî bir isimdir. Kendisinden razı olunan ve sahibini cennete götüren iş, demektir.
Birr; Allah’a, Resûlüne kitaplarına, meleklerine, ahiret gününe, kalpten, samimi, eksiksiz ve salih amel ile birlikte bir imandır. İnsanın ruhunu Yüce Allah’a karşı haşyet ile dolduran, gizli ve açıkta O’nun gözetimi altında olduğu duygusunu uyandıran iman budur. Bu iman, nefis ve şeytanın ayak kaydırma zeminlerine karşı güçlü bir koruyucudur.
Birr, aslında iyilik yapmak, başkasına faydalı olmak demektir. Ancak burada iman, namaz ve insanın kendi için yaptığı diğer taâtler, birr olarak adlandırıldı. Çünkü en büyük iyilik insanın öncelikle kendini kurtarmasıdır.
‘Birr’ kelimesinin iştikak-ı kebiri ‘Rabb / terbiye’ fiilidir. Bu da işari olarak, bu iyiliklerin insanı terbiye edip, düzelteceğini gösterir.
1- Allah’a İnanmak. Allah’a inanmak, O’nun varlığına, birliğine, sıfatlarına yakinen inanmak ve inancın gereklerini yerine getirmektir. Emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak sûretiyle kulluk ve itaat yolunu tutmaktır. Allah’a iman kalbin, beynin ve bütün azaların O’na bağlı olması, günah işlememesi, her şeyin O’ndan olduğunu bilerek her meçhulü O’na havale etmektir. Kâdir olduğunu bilerek gücü, kuvveti, kudreti O’ndan bilmektir.
Allah’a iman, gizli aşikar ne varsa, ne olursa hepsini O’nun gördüğüne, duyduğuna, kalplerin künhüne vakıf olduğuna inanıp fiillerini, işlerini, amellerini, davranışlarını, düşüncelerini, niyetlerini, sözlerini bu inanca göre ölçüp, O’nun hududunu aşmamaktır.
Allah’a iman, adaletini, şefkatini, re’fetini hatırdan çıkarmayarak gönlümüzü O’nun sevgisine, mârifetine, bedenimizi O’nun kulluğuna, hayatımızı rızâsına feda etmektir.
O’nun ezeli, ebedi, hayy, lâyemut, kayyum bütün varlıkları idare eden, gaybı, aşikarı, her şeyi bilen olduğuna şeksiz, şüphesiz inanarak içimizi, dışımızı, nifaktan, şikaktan, cehaletten, günahtan, gafletten, kin, haset, kibir gibi bütün ahlâk-ı rezileden, bozuk itikat, inat ve dünya sevgisinden uzak tutup, halis muhlis kul olmaktır.
O’nun olduğumuzu, O’ndan geldiğimizi, O’na döneceğimizi, yakinen inanarak, açtığı sırat-ı müstakimde sınırı aşmadan, taşmadan hızlı fakat temkinli, cesur fakat dikkatli, gösterdiği hedefe doğru yürümektir.
O’nun azizliğinde kendi aczimizi, ganiliğinde kendi fakrımızı, O’nun varlığında kendi yokluğumuzu görüp, imanımızı iman-ı hakikiye, ahlâkımızı ahlâk-ı Muhammedîye, amelimizi amel-i salihe yükseltmektir Allah’a iman.
Her dava ispat ister. İnandığımızı söylüyorsak bunu yaşayarak, yaşatarak, hayat prensibi, ahiret azığı yaparak ispat etmemiz gerekir. O’nun kulu olduğumuzu, mülkünde huzurla yaşamamız için O’nu razı etmemiz gerektiğini asla unutmamalıyız.
Birr, bütün itikad esaslarını kapsayan eksiksiz bir imandır. Birrin esası Allah’a tek bir ilâh olarak, O’na hiçbir kimseyi ortak koşmaksızın ve O’ndan başka bir mabud tanımaksızın iman etmektir. İnsana güç, kuvvet ve üstünlük veren bu imandır. Bu imana sahip olan bir kimse artık herhangi bir insana boyun eğmez. Kalplere huzur veren, ruhları sükûna erdiren iman budur. Bu iman sayesinde, nimet dolayısıyla nefisler şımarmaz, musibet dolayısıyla da ümitsizliğe kapılmaz.
Allah ﷻ imanı, mal infakı, namaz ve zekâttan önce zikretti. Çünkü Allah’a iman etmek, ilmi ve ameli bütün kemalatın aslıdır. Kalbin amelleri uzuvların amellerinden daha üstündür.
2- Ahiret Gününe İman. Ahiret gününe inanmak, akıbetini, yaptığı işin neticesini düşünmektir. Bu imana sahip olan kimse sevabı, cezayı, hesaba çekilmeyi, amellerinin Allah’ın huzurunda arz edilmesini kabul ve ikrar eder, Allah’ın emir ve nehiylerine boyun eğer. Daha fazla salih amel işler, kötülüklerden uzak durur.
Dünya hodri meydan, sözün başka işin başka olsa, için dışına uymasa da yalanla dolanla işi götürebilirsin. Elindeki fırsatları kötüye kullanarak elinin altında olanlara tahakküm kurabilirsin, zulmedebilirsin. Çaresizlerin, yetimlerin, yoksulların, kimsesizlerin hakkını gasbedebilirsin. Başkasının eşine göz koyup elinden alabilirsin.
Rüşvet, riba, kumar, gösteriş, kibir ile üçkağıtçılık gibi akla hayale gelmeyen yamuk işlerle, hilelerle, yalancı dünya hayatını sürdürebilirsin. Çok zengin, çok etkin, çok yetkin olabilirsin. Eğlence, zevk, keyf, sefahat eşliğinde sefil arzularını tatmin edebilirsin. Ama bu ne kadar sürer? Bu adi hayatın, başkalarının gam, keder, gözyaşı, bedduaları üzerine kurduğun saltanatın ne kadar devam eder?
Firavun, Şeddad, Haman, Karun, Belam senden daha nüfuzlu ve kuvvetli idiler. Şimdi neredeler? Hangi haldeler? Rabbimizin “Az bir zevklenin, yeriniz ateştir” (İbrahim, 31) buyruğundan alınmanız gerekmez mi?
Eğer ahiret olmasaydı zalimin zulmü, mazlumun âhı karşılık bulmayacak; herkesin ettiği yanına kalacaktı. Oysa Yüce Mevlâ sonsuz rahmet, adalet sahibidir. Bize ferman buyuruyor: “Kim zerre hayır yaparsa onu görecektir. Kim de zerre kötülük yaparsa onu görecektir.” (Zilzal, 5-6)
Ve bütün ahiret safhalarını, ölüm ötesini, ebedi hayatın gidişatını vahiy yoluyla tek tek haber vermiştir. Tıpkı ana karnındaki bebeğin gelişim safhalarını haber verdiği gibi. İlk baharda canlanan bitkiler âlemiyle, bizi her gün uyutup uyandırmakla, vücudumuzdaki hücreleri öldürüp yenisini yaratmakla bize anlık, günlük, yıllık diriliş örnekleri de gösterip akli nakli deliller getirmektedir.
İnanmayanları bir kenara bırakarak, inandıklarını, kabir hayatı, mahşer, mizan, hesap, amel defterlerinin dağılımı, sırat köprüsü, cennet, cehennemin gerçek olduğunu söyleyenlere dönelim...
Evet bu sayılanlar âyet ve hadislerle bize de ulaşmış asrı saadete ulaştığı gibi ama mukayese ettiğimizde, onların inanç ve yaşayışlarıyla bizim yaşantımız arasında bir benzerlik yok. Onlar dünyayı gözlerinden, gönüllerinden çıkarıp Yüce Mevla’nın sevgisiyle bezenmiş, onu ve isteklerini cennete bırakmışlar. Bütün gayretlerini, zamanlarını, imkanlarını hatta canlarını bu inanç uğrunda sarf etmişler. Aç kalmak pahasına da olsa, dinlerini öğrenmek, inançlarını pekiştirmek için Resûlullah’ın ﷺ dizinin dibinden ayrılmamışlar.
Doğup büyüdükleri, sevdikleri diyarlardan göç etmişler. Din-i İslâm’ı bütün dünyaya yaymak için seferber olmuşlar. Efendimize ﷺ kol kanat germişler. O’nu canlarından çok sevmişler, bir dediğini iki etmemişler. İmanları onları öylesine kuşatmış ki, hak yolunun hayranı olmuşlar. Cahiliye dönemine ait ne kadar kötü alışkanlıkları, adetleri, töreleri varsa bir çırpıda bırakıvermişler.
İçki âyeti inince bin yıllık içki fıçılarını dökmüş, asırlık putlarını kırmış, kılığını, kıyafetini, hareketini, tıynetini değiştirmiş, İslâm’a uymayan eşlerini, evlatlarını, işlerini, mesleklerini, ahbaplarını terk etmişler. Zevku sefaları, izzet ve şerefleri din-i İslâm olmuş. Malları şöyle dursun, seve seve canlarını vermişler. Sefayı, rahatı ahirete bırakmışlar. Her an korku, ümit arasında takva üzere halis muhlis olmuşlar. Cehennem korkusundan, ayrılık hasretinden yürekleri pare pare olmuş. Gözyaşları yüzlerinde arklar oluşturmuş. Aç, susuz, uykusuz kalarak gözyaşlarıyla Rablerine tazarru etmişler.
Bu kutlu insanlar, bir dakikalarını bile zayi etmemişler. Akıllarını Resûlün ﷺ aklına, iradelerini ilâhi iradeye kurban etmişler. Damla olup deryaya karışmışlar. İmanları onları halim-selim, sadık, muhsin, müttaki eylemiş. Onlar gönüllere hız, İslâm semasına yıldız olmuşlar. Bize, ahirete nasıl inanılır, nasıl hazırlanılır, nefis nasıl muhasebe edilir, rızâ-i ilâhi nasıl kazanılır, bizzat yaşayarak öğretmişler.
Resûlün ﷺ ilk talebeleri, dostları, fedaileri, cennet yolcuları, hidâyet imamları… Efendimiz ﷺ başta olmak üzere hepsine binlerce salat ve selam olsun, tâ haşre dek…
Birr, mebde ve meada teveccüh etmektir. Zira hakikatte doğu ve batı bu ikisidir, mebde ve meaddır.
Ahiret gününe iman Allah’a ﷻ iman etmenin fer’idir. Çünkü Allahu Teâlâ’nın kudretini, uluhiyetini tam olarak kavramadıkça, haşri sıhhatli bir şekilde bilmek mümkün değildir. Bundan dolayı ahirete iman, Allah’a ﷻ imanın ardından zikredildi.
3- Meleklere İman. Meleklere iman, vahye, nübüvvete, ahiret gününe imanın asli bir unsurudur. Allahu Teâlâ kitap gönderirken melekleri vasıta kılmış, onlar elçinin elçisi olmuş. Hepsi Rabbimizin nurdan yarattığı, hiç günah işlemeyen, beşeri ihtiyaçlardan beri, Mevla’yı tesbih, tehlil, hamd ile zikreder, ibadet ederler. Her an emr-i ilâhiye amade mübarek varlıklardır.
Kimisi kiramen katibin melekleridir; sağ ve sol omuzumuzda sevap ve günahlarımızı tespit edip yazarlar. Kimisi hafaza melekleridir, bizi her türlü tehlikeden korurlar. Kimisi arş melekleridir, bizim için Allah’tan ﷻ af ve mağfiret dilerler.
İnsanlara vazife taksimi öğretmek maksadıyla Cenâb-ı Hakk her birini bir görevle vazifelendirmiş. Oysa O asla hiçbir kuvvete, yardıma, aracıya muhtaç değildir. ‘Ol’ der, hemen olur. Meleklere iman etmemiz isteniyor. Ta ki kayda geçtiğimizi, korunduğumuzu, nurani varlıklarla iç içe olduğumuzu bilip ona göre tavır alalım. Defter-i âmâlimize günah değil sevap yazdıralım. Meleklere özenerek melek huylu olalım. Onlar gibi namaz, tesbih, hac, oruç gibi ibadetlerle Rabbimize yaklaşalım. Onlar gibi muti, munis, mübarek olalım. Elçiliğini yaptıkları Kur’ân’a gönül verelim. Onlar gibi, mü’minlere istiğfar edip af dileyelim.
4- Kitaplara İman. Meleklere imandan sonra, kitaplara iman etmemiz isteniyor. Allah’ın ﷻ hak olarak indirdiği kitaba şeksiz, şüphesiz inanalım. Tabi ilk indiği şekilde, tahrif edilmeden önceki haliyle!
Allahu Teâlâ birçok kitap göndermiştir. Bize bildirilen 104 kitaptan 100’ü suhuftur.
10 suhufu Âdem’e (a.s), 50 suhufu Şît’e (a.s), 30 suhufu İdris’e (a.s), 10 suhufu İbrahim’e (a.s).
Dört büyük kitap ise şu Peygamberlere inmiştir:
Tevrat, Mûsâ’ya (a.s), Zebur, Dâvûd’a (a.s), İncil, İsa (a.s), Kur’ân-ı kerim, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselama.
Kitapların hepsini, Cebrail aleyhisselam getirmiştir. Kur’ân-ı Kerim, bütün ilâhi kitapların hükümlerini nesh etmiş, yürürlükten kaldırmış ve gerekli hükümleri kendisinde toplamıştır. Bugün, bütün insanların Kur’ân-ı Kerime tâbi olmaları lazımdır. Şu anda hiçbir memlekette, hakiki Tevrat ve İncil yoktur. Bozulmuş İnciller vardır. Bu kitaplar sonradan tahrif edilmiştir. Bozulmamış olsaydı bile, geçerliliği yoktur, hepsi Allahu Teâlâ tarafından nesh edilmiştir.
Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerim’i bütün semai kitapların özü, özeti olarak son Peygambere ﷺ yirmi üç senede indirmiştir. Ve onu kıyamete kadar bizzat koruyacağını “Hiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız” (Hicr, 9) âyetiyle beyan buyurmuştur. Bugüne kadar tek bir harfi, harekesi değişmeden hıfz edilmiştir.
5- Peygamberlere İman. Nebilere inanmamız da taraf-ı ilâhiden istenmiş. Çünkü hem kainat kitabının, hem kitab-ı natık olan semai kitapların üstadları onlardır. Onlar gelmese insanlık dinini, imanını öğrenemeyecek, kitabullahı anlayamayacaklardı. Onlar geldiler, vahyi gönüllerinde taşıyarak ümmetlerine aktardılar. En güzel şekilde uyguladılar; kullukta, itaatta, samimiyet, sebat ve sabırda en mümtaz örnekler oldular.
Ahir zaman nebisini bütün peygamberler ümmetine tanıttı, sevdirdi, müjdeledi, tanıttı, vasfetti. O da zamanı gelince Hâtemü’n Nebi olarak tulu etti. Ve bütün âlemlere rahmet olarak gönderildi. Kur’ân’ı öğretti, anlattı, yaşattı, uyguladı, tanıttı, örnek oldu, rehber oldu. Habib-i zîşan oldu. Resûlu’s Sakaleyn, İmamu’l Haremeyn oldu. Ona inananlar şad oldu, inanmayanlar dünyada perişan, ahirette pişman oldu. Ona inananlar O’nu sevdi hem de çok sevdi. Ve O’na her konuda uydu, doğru yolu bulup cennete, Cemal-i Bari’ye revan oldu. Ümmet-i Muhammed oldu.
6- Malı Seve Seve Vermek. İmandan sonra en büyük meziyet ve imanın delili, ispatı, cömertlik ve paylaşmadır. İnsan yaradılıştan bencil ve cimridir. Çünkü acizdir, çok şeye ihtiyaç duyar. Dünyanın en bencil kimseleri bebeklerdir. Büyüyüp kendi kendilerini idare edinceye kadar kendinden başka kimseyi düşünecek durumda değildir. Büyüdükçe, terbiye gördükçe, İslâm dinini, ahlâkını kavradıkça bencilliklerden kısmen de olsa vazgeçer veya bencilliğinin yönünü değiştirir. Dünya menfaatleri gibi ahiret menfaatlerini de düşünmeye başlar. Allah’a imanı, tevekkülü, itimadı, sevgisi arttıkça diğergam olmaya başlar.
Rabbine inandığını, güvendiğini, sevdiğini isbat için kendi malından, parasından Allah’ın muhtaç kullarına vermeye başlar. Rabbine inanıp, itimad ettiğini tasdik ettirmek için yapar bu fedakârlığı. Onun için yaptığı bu iyiliğe ‘sadaka’ denir, yani ‘inandığını tasdik etti.’
Gerçekten Allah’ın ﷻ gani, Vehhâb, Rezzak olduğuna, bütün hazinelerin sahibi olduğuna, bir verene en az on verdiğine, verilen şeyin yerinin doldurulduğuna inandığı için mü’min Rabbine güvenerek verir. Onu razı etmek için verir. Dünya ve ahiret saadetine kavuşmak için verir. Allah’ın rızâsının muhtaç, aciz, zayıf kullara merhametli, şefkatli davranmakta olduğunu bildiği için verir. Vermenin kalbine, ruhuna getirdiği huzur, sükunet ve ferahlığı hissettiği için verir. “Hayır için her neyi harcarsanız, Allah onun yerini doldurur.” (Sebe, 39)
Dünyada kalan, dünya zuhrufatına harcananın fani, yok olduğunu, ihlasla verdiklerinin baki olduğunu bilerek verir. “Sizin yanınızdaki tükenir, Allah’ın katındaki bakidir.” (Nahl, 96)
İşte bu olgunluğa gelen mü’minin malını seve seve verebileceği عَلَىٰ حُبِّهِ cümlesiyle ifade edilmiştir. Vermenin en kalitelisi, en faziletlisi, seve seve vermek, verdiğin kişiyi verdiğin nesneden daha çok sevmektir. Daha efdali de ‘Birbirinizi sevmedikçe mü’min olamazsınız, mü’min olmadan da cennete giremezsiniz’ hadis-i şerifine intisaben mü’minleri cânı gönülden sevmek, onlara müşfik olmak, her şeyini paylaşabilmek, insana paradan, maldan çok değer verip empati yapabilmek, birilerini mutlu etmek adına cömertlikle, mertlikle vermektir.
Âyet bu cömertliği remzediyor. Hani şöyle bir söz vardır: Mutlu olmak elinde değilse de mutlu etmek insanın elindedir. Cömertlik, fedakârlık bize bu fırsatı verir. Dünyada sevgiye, sevince vesile olduğu gibi ahirette kat kat mükâfata vesile olur.
Cenâb-ı Hakk özellikle bazılarına fazla, bazılarına az vermiş ki, arada iletişim, sevgi, saygı, tanışma olsun. Denizdeki koy gibi, burun gibi, güzellikler ortaya çıksın. Yoksa Allah’ın ﷻ hazineleri bol, herkese kendisi bizzat yeterince verirdi. O zaman da kimsenin kimseye minneti kalmaz, kimse kimseyi çalıştıramaz, işler durur, hayat kaosa girer, kıtlık başlar ve felaketler birbirini kovalardı. Bu durum Hz. Mûsâ zamanında yaşanmış.
Allah bir şeye hükmetmişse o güzeldir, yerindedir, adildir. Allah ﷻ bilir, biz bilemeyiz. “Hiç yaratan bilmez mi?” (Mülk, 14) Bize O’nun hükümlerini anlayacak kadar akıl verilmiş, hüküm çıkaracak kadar değil. Rabbim haddimizi bilmeyi nasib etsin.
Sahih bir iman daima; nefsi arındırıp güzelleştiren, toplumsal ilişkileri sevgi, ülfet, muhabbet, birlik, dayanışma temeli üzerinde yükselten salih amel ile birliktedir.
Cimri insan ile malını Allah yolunda harcayan insan, üzerlerinde göğüslerinde köprücük kemiklerine kadar uzanan demir yelek bulunan iki kişiye benzerler. Malını Allah yolunda harcayan kişi, her harcadığında bu demir yelek genişler ve bütün vücudunu kaplar. Öyle ki parmak uçlarını dahi örtüp ayak izlerini yok eder hale gelir. Cimri ise harcamak istemediği her an, demir yelekte bulunan halkalar, bulundukları yerlere yapışıp kalır. Cimri bu yeleği genişletmeye çalışır fakat yelek genişlemez. Buhari
حُبِّهِ ’deki zamir; الْمَالَ kelimesine râcidir. Âyetin takdiri, ‘malı çok sevmesine rağmen onu verendir’ şeklinde olur. Bu, sağlıklı ve mala çok düşkün olduğun, hep zengin olmayı düşünüp fakirlikten korktuğun halde malını vermen, can boğaza dayanıp da, ‘şu falancaya, şu da falancaya’ diyeceğin zamana bırakmamandır. Sıhhatli iken verilen sadaka, ölümün eşiğine gelindiği zamanki sadakadan daha üstündür.
Sağlıklı iken, mala daha fazla ihtiyaç duyulur, vermek daha zordur.
Ölüm yaklaşınca fazla ihtiyaç hissedilmez. İhtiyaç yokken vermektense, ihtiyaç duyarken mal vermek, kişinin mûti bir kul olduğuna, vaad ve vaîde tam inandığına delâlet eder.
Yine fakirin zorlanarak verdiği şey, zenginin verdiği şeyden daha sevaplıdır. Mal zayi olacağı bilindiği zamanda hibe yapılabilir. Bu hibe, korkmadan, sırf Allah rızâsı için hibe edenin hibesine müsavi olamaz.
‣ Zamir, itaya (vermeye) râcîdir. Sanki şöyle denmiştir: ‘O verir, Allah’ın vereceği mükâfata istekli olduğu için vermeyi de sever.’
‣ Zamir, ‘Allah’ ismine râcîdir. ‘Onlar malı, Allah’ı sevdikleri için, Allah’ın rızâsını kazanmak için verirler’ demektir.
Zamirin bu şekilde farklı anlamlara gelme ihtimali olduğu için tevcih kuralı vardır.
Sadaka zekattan önce zikredildi. Bu da nafile sadaka vermeye teşvik içindir mübalağadır.
Vermenin imanın gereği, insanlığın icabı olduğunu öğrettikten sonra kime vereceğimizi, öncelikleri bildiriyor:
ذَوِي الْقُرْبَىٰ / Akraba; kişiye aynı ana baba veya atalardan yakın olan kimselerdir. Karabet, yakınlık ve uzaklık bakımından farklı derecelerde bulunsalar bile, neseb cihetinden akraba olan kimseler için konulan bir lafızdır.
‘Akraba sahiplerine’ ifadesi çok yönlü. Akrabalara öncelikle verilmesi gerektiğini bildirmenin yanı sıra, akrabası çok olanlar, kalabalık ailelere de idmaç yollu işaret etmiş. Ayrıca yakınlık kazanmış, dostluğun hakkını vermiş, canı gibi sevmiş, ilgisi, sevgisi, yardımı, emniyeti akrabadan öte yakınlara da işaret etmiş. Hani yakın dost, yakın akrabadan ileri denir ya öyle bir dostluk. Tabi ki mesuliyeti gerektirir.
İslâm fıkhında akraba deyince, ana babadan sonra sırasıyla kardeşler, teyzeler, amcalar, halalar, dayılar, yeğenler gelir. Bunlar en yakınlar, gerektiğinde bakımı üzerimize farz olanlardır.
Usul-füru denen anne, anneanne, baba, babaanne usuldür, asıldır. Füru; evlatlar, evlatların çocukları ve ilerisidir. Bunlar maddi manevi ihtiyaç zamanlarında bakımı farz olduğundan bunlara zekat düşmez.
Yani insan ana-babasına, nine, dedesine, evlat ve torununa zekat veremez. Çünkü bunlar bakıma muhtaçken zekat düşecek kadar paraya sahip olmak suçtur. O biriken paralar bu ihtiyaçlı yakınların hakkıdır.
Verilmeyip zekat miktarına yükseldiği zaman Cenâb-ı Hakk gadap ederek ‘Zekatınızı onlara vermeyin, kabul etmiyorum’ buyurarak zalim cimriyi kınıyor, cezalandırıyor, zekatını reddediyor. Ta ki insafa gelsin, görevini bilsin. Bu en yakın akrabalarını başkasına muhtaç etmesin, zorda, darda bırakmasın. Onların beddualarına mazhar olmasın, insafa gelsin, düşünsün. Dengesiz hareket etmesin.
Kadın kazançla emrolunmadığı için maddi olarak fıkhen kendi ailesine veya akrabalarına bakmak durumunda değildir. Ama ana babasının bakımına mecburdur. Evlilik buna engel değildir. Bakıma muhtaç ana babasına eşi izin vermese de bakmak (hizmet etmek) zorundadır.
Erkek ailesine, çoluk çocuğuna ve ana babasına, başka eşten olan evladına bakmak, geçindirmek zorundadır. Diğer akrabaların evde kalması için hanımın izni gerekse de ana baba ve diğer eşinden olan evladına evinde bakabilir. Eşinin isteyip istememesi bu hükmü değiştirmez. Bununla beraber kadının ana babasına, kardeşlerine diğer akrabalarına bakmak diye bir farziyeti, mecburiyeti yoktur. Çünkü Allah ﷻ bir insana götüremeyeceği kadar mükellefiyet yüklemez.
Ne yazık ki günümüzde bu ilâhi hükümler göz önünde bulundurulmadan kız tarafı baskın çıkıyor. Oğlan tarafı uzaklaştırılıyor.
Damat ana babası muhtaçken onlarla ilgilenmiyor. Kayın validesi ve akrabaları onu istediği gibi yönlendiriyor. Kayın valide damadın evinde keyfine bakarken damadın öz ana babası yardım, ilgi, ziyaret gibi haklarından mahrum kalıyor. Bu durumda evin hanımı ve anlayışsız ana babası Allah ﷻ katında sorumlu ve suçlu.
Bakıma muhtaç olsa bile ana babanı eve getiremezsin. ‘Ya onlar ya ben’ diye tutturuyor. Gerekirse yaşlıları Dâru’l acezeye attırıyor. Kılıbık adam boyun eğiyor. ‘Yuvamın huzuru bozulmasın’ diyor, karısının insafsızlığına kurban gidiyor. Ana babanın âhını alanın dünyada da ahirette de huzur bulamayacağına inanmıyor. Allah Resûlü ﷺ ‘Karısının rızâsı için ana babasının kalbini kıran erkeğe lânet olsun’ buyuruyor.
İkinci derecede yani usul ve fürunun dışında kalan akrabalar, kardeş, dayı-teyze, hala-amca çocukları ve yeğenler... Bunlar, bakıma muhtaç, çocukları da bakmıyor veya bakamıyorlarsa kendilerine bakmak, yardım etmek de farz olur. Nasıl ki bunların çocukları yoksa mirası bu akrabalara düşüyorsa, muhtaç durumda bakımları da onlara düşüyor. Bir misalle açacak olursak; bir kimsenin bu sayılan akrabaları zaruri ihtiyaçlarını karşılayamaz durumda iseler o kimse nafile hacca, umreye, keyfi seyahatlere gidemez. Lükse, sükseye, markaya, modele para harcayamaz, çünkü bu akrabalara bakmak zorundadır. Hatta bunları sefil bırakarak başka yere hayır bile yapamaz. Yapsa bile kabul olmaz. Her mü’min bu mükellefiyeti yerine getirse âlemde muhtaç kalmaz.
Ama bu akrabaların ötesini Cenâb-ı Hakk farz kılmamıştır. Bunlara vermek nafiledir, sevaptır. Daha açık bir ifadeyle bir kimse farz olan akrabaların dışında diğer akrabalara da aynen mecbur olsa idi onun sonu gelmez, sınırı genişlerdi. Ona şahsın gücü yetmezdi.
Bu nedenle bir kimsenin amcası gerçekten zaruret içinde kıvranıyorsa ona nafile hac veya umre caiz olmaz. Tabi ki diğer zaruri olmayan masraflar da. Ama muhtaç olan amca oğlu ise bu onun nafile hac ve umresine mani değildir. Bu hükümleri yerli yerine bilmeyen insanlar ‘Umreye gidene kadar fakirlere yardım etseydi’ diye hezeyanlar savurup Allah’ın ﷻ evine gidenleri haksız yere kınıyorlar. Ama aynı kimseler tatile gidenlere, çılgınca israf edenlere aynı tepkiyi vermiyorlar. Hükümleri iyi bilip ikazları doğru yapmak gerekmez mi?
Herhangi bir yoksula verilen sadaka sadece sadaka sayılırken akrabaya verilen sadaka iki şeydir. O, hem sadakadır hem de akrabalık bağını gözetmektir. Tirmizi, Nesai
” Akrabadan sonra iyilik yapmakta, infak etmekte sıra yetimlere geliyor. Çünkü yetimlerin yeme içmeden aciz olmaları sebebiyle meydana gelen keder, büyüklerin yiyip içmeden aciz olmaları sebebiyle meydana gelen üzüntüden çok fazladır. Hangi yetim ki malı mülkü yok, ihtiyaç sahibi, ona önce farz olan akrabaları kucak açacak. Onlar da yoksa ya da hayırsızsa bütün mü’minlerin bu yetimlere sahip çıkması gerekir. Gerek İslâmi eğitimi, gerek maddi manevi yetişmesi, meslek sahibi kılınması, evlendirilmesi, ulaşabilen, gücü yeten her mü’minin duyarlı olması gereken bir konudur.
Bu yetim çocuklara biz sahip çıkmazsak, gayri müslimler sahip çıkıp onları gayrı müslim olarak yetiştiriyorlar ya da sokak çocuğu olup zillete, meskenete düşüp kötü alışkanlıkların kurbanı oluyorlar. Kendileri bozuldukları gibi toplumu da bozacak hale geliyorlar. Kimisi de aldığı uyuşturucu sonucu gencecik yaşta hayata elveda diyor.
Yetimler lafzını, yetimlerin velayetini üzerine almış kimselere hamledenler de bulunmaktadır. Çünkü fayda ve zararın ne olduğunu bilmeyen, ayırd edemeyen yetimlere mal vermek, tasadduk için uygun değildir.
وَابْنَ السَّبِيلِ yolcu ya da misafir manasınadır. ‘Yol oğlu’ denilmesinin sebebi, yabancı olması ve adeta yolun dışında annesi ve babası yokmuşçasına bir durumda bulunmasındandır. Misafir yoldan geldiği için, sanki yoldan doğmuş gibi kabul edildi. Efendimiz ﷺ ‘Allah’a ﷻ ve ahiret gününe iman eden misafirine ikram etsin’ buyurdu.
Yolda kalmış yolcu zengin de olabilir, fakir de olabilir. Parasını çaldırmıştır, ihtiyacı o anda fazlalaşmıştır. Zengin bile olsa o anda ona zekât verilebilir.
‘Vebnissebil / yol çocuğu’ ile ayrıca bizim sokak çocuğu dediğimiz kimselere de infakta, iyilikte bulunmamız ikaz ediliyor. Onları köprü altlarından, çaresizlikten, açlıktan, susuzluktan, sevgisizlikten kurtarma çabası ister fert olarak ister devlet olarak bu biçareleri sıcak bir yuvaya, eğitime, mesleğe kavuştursak, hayatlarını mezbelelikten kurtarabilsek ne büyük hayır yapmış oluruz. Âyette “Bir canı kurtaran bütün insanları kurtarmış gibi olur” (Maide, 32) buyruluyor.
Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum! N. Fâzıl
Sonra saillere / dilencilere vermek zikredildi. Fakirlerin kimi fukarayı sabirindir, âyette tarif edildiği gibi (وَالْمَسَاكِينَ) kimseyi rahatsız edip istemezler. İffetli, sabırlı, onurlu insanlardır. Tabi ki ind-i ilâhide büyük mevki sahipleridir. Efendimizin ﷺ sevdiği ve sevilmelerini emrettiği mübarek insanlar. Bunlar kendiliklerinden istemediği için bizim onları arayıp bulmamız ve ilgilenmemiz gerekir.
Sekene, yerinde kalakaldı, çivilenip kaldı manasındadır. Miskin de yapacak, edecek, tutacak, yiyecek bir şeyi kalmamış, olduğu yerde kalakalmış kişidir.
Kendisine yetecek malı bulunmayan muhtaç, yoksul kimseye miskin denir, çünkü ihtiyaç onu zelil kılmıştır. Utancından dilenmeye de çıkamaz. Cenâb-ı Allah, ‘miskin’ üzerindeki meskenet, onun halinden anlaşılacağı için, bu iki kısmı ayrı ayrı ifade etmiştir. Çünkü dilenci, miskin gibi değildir. Zira o, kendi fakirliğini ve ihtiyacını isteyerek belli eder. Resûlullah ﷺ şöyle buyurmuştur: ‘Miskîn bir ve iki lokmanın, bir ve iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat miskîn, kendisini ihtiyaçtan kurtaracak bir varlığı bulamayan ve farkına varılamayıp da kendisine tasaddukta bulunulmayan kimsedir.’
Fakirlerin bir kısmı da ister ve ısrar ederler. وَالسَّائِلِينَ sözü ile kastedilenler de bunlardır. Alimler bunun hükmüne müslümanları da, kâfirleri de dahil etmişlerdir. ‘Yâ Resûlallah dilenenlerin içinde zenginler de var’ denildiğinde Efendimiz ﷺ ‘Dilenci atlı olarak gelse bile, onun bir hakkı vardır’ buyurmuştur.
Fakir olduğu, para kazanmaya gücü yetmediği için çaresizlikten dilenmek (zor durumda) dinen caizdir. Çünkü hırsızlık etmekten çok daha namuslu bir iştir.
Fatih Sultan Mehmet devrinde bir müslüman günlerce dolaşıp
yıllık zekâtını verebileceği fakir birini aramış fakat bulamamıştı.
Bunun üzerine zekâtının tutarı olan parayı bir keseye koyarak
Cağaloğlu’ndaki bir ağaca astı, üzerine de şu notu yazdı:
‘Müslüman kardeşim, bütün aramalarıma rağmen memleketimizde
zekâtımı verecek kimse bulamadım. Eğer muhtaç isen hiç tereddüt
etmeden bunu al.’ Kese tam üç ay boyunca o ağaçta asılı kaldı.
Bir de ihtiyacı olmadan dilenenler vardır ki, bunlar ahirette demir tırnaklı olup kendi
yüzünü tırmalayıp koparacaklardır. Bu tipler gerçek fakirlere de köstek olmaktadır. Bunların yüzünden insanlar gerçek fakirlere sui zan etmekteler. Aleyhlerine konuşmakta ve sadaka vermekten çekinmekteler. Bu tip dilenciler iki yönlü günaha girer; hem kendi haysiyet ve şerefini beş paralık eder, hem de asıl yoksulların rızkına mani olur.
Bazen görünüşte genç, kuvvetli kimselere dilenciliği yakıştıramaz, sahtekar olduklarını sanırız. Halbuki onun bir psikolojik hastalığı vardır, biz bilemeyiz. Bize düşen dilenciyi azarlamamak, kovmamak ve verebileceğimizi vermektir. Efendimiz ﷺ ‘Biz zahire bakarız, iç durumunu Allah ﷻ bilir’ buyurarak bizi sui zandan men ediyor.
Sahte dilenciler bizi sorumluluğumuzdan bir nebze olsun kurtarıyor. Çünkü hadis-i şerifte ‘Sahte dilenciler olmasaydı dilenciyi boş çevirmenizden dolayı helak olurdunuz’ buyurmaktadır.
Bir de kalp dilenciliği vardır. Bu da daima beklenti içinde olmak, başkasının elindekine göz dikmek, imrenmek, istediğini ima etmek, beğendiğini belirtmek, nerden aldığını sormak gibi insanı küçük düşüren hareketler ki bu da helal değildir.
Bir de arkadaşlar arasında beğendiği bir şeyi sormadan almak, bir yiyeceği satıcısına sormadan alıp yemek gibi davranışlar vardır ki; bunlar da dilenciliğin bir dalıdır. Çünkü Efendimiz ﷺ ‘Birisinden zorla, razı olmadığı halde alınan şey ateştir’ buyurmuştur.
Davetsiz misafirlik, kendini zorla davet ettirmek, emr-i vaki yapmak, mecbur bırakmak, ‘Hadi şunu ıslatalım’ gibi bahanelerle kendine ikram ettirmek bugünkü dilenciliğin modern boyutudur.
Veren de kuldur, alan da kuldur. Hangi konumda olursa olsun kul kulluğunu bilip İslâmi ölçülerle davranması gerekir. Dinen bir günlük yiyeceği olan dilenemez. Bunu da fakirlerin göz önünde bulundurması gerekir.
Dilenmenin edebi, ısrar olmaksızın ve iffetli bir şekilde yapılmasıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“İffetli davranmalarından dolayı bilmeyen onları zengin zanneder.” (Bakara, 273) Zengine ve çalışabilecek gücü olan kimseye sadaka helâl değildir. Böyle bir kimsenin izzetini koruyacak bir iş bulması görevi olduğu gibi devletin de ona bir iş sağlaması -erkek veya kadın olsun- görevidir.
Fakirlik probleminin çözümü için çalışmak, kalkınmanın ve ilerlemenin temel unsurlarındandır. Çünkü ihtiyaç bazen kişiyi doğru yoldan sapmaya ve suç işlemeye itebilir. Bu insanlara destek olmak herkesin menfaati gereğidir. Böylelikle onlar da güç sahibi olur. Bir toplumun gücü fertlerinin gücünden, toplumun zayıflığı fertlerinin zayıflığından gelir.
Hz. Ömer Resûlullah’a ﷺ: ‘İki şahıs kendilerine iki dinar verdiğiniz için sizi övüyorlardı’ dedi. Bunun üzerine Resûlullah ﷺ ‘Ben falanca şahsa on dinardan yüz dinara kadar verdiğim halde yine de böyle yapmadı’ dedikten sonra şöyle buyurdu: ‘Bazıları dileniyorlar, ben onlar istediği için veriyorum. Onlar da koltuklarının altlarına sıkıştırarak gidiyorlar. Ancak onlar koltuklarının altlarına ateş sıkıştırarak gidiyorlar!’ Hz. Ömer sordu: ‘Yâ Resûlallah, öyleyse neden veriyorsunuz?’ Cevap manidardır: ‘Ben ne yapayım, onlar istemeden duramıyorlar. Allah ﷻ benim cimri olmamı istemiyor!’
Gazneli Mahmut, İslâm’ı yaymak için Hindistan’a on sekiz sefer düzenlemişti. Bu seferlerin birinde çok şiddetli bir direnişle karşılaşması üzerine Allah’a ﷻ şöyle yalvarmıştı:
– Ey Rabbim, bu savaştan gâlip çıkarsam, aldığım bütün ganimetleri yoksullara dağıtacağım.
Neticede Sultan Mahmud gâlip geldi ve çok kıymetli ganimetlere sahip oldu. Ülkesine döndüğünde ganimetleri yoksullara dağıtmaya başladı. Fakat bazı vezir ve komutanlar araya girip ‘memleketin hazineye ihtiyacı var’ diyerek aklını çelmeye çalıştılar. Kafası karışan Sultan Mahmud, bir âlime fikrini sordu. O büyük zat şöyle dedi:
– Sultanım bunda kararsızlığa düşecek bir taraf yok. Eğer Allah’a bir daha işiniz düşmeyecekse adamlarınızın dediğini yapın, ganimetleri hazineye koyun. Ama Allah’a tekrar işiniz düşecekse, adağınızı yerine getirin, ganimetleri yoksullara dağıtın.
Malı harcama ve infakın bir başka yönü de köle azad etmek, bir boynu ölümden kurtarmaktır. Onları satın alıp âzâd etmek, onlarla mükatebe yapıp, anlaştıkları borcu ödemeye yardımcı olmak, onların evlenmeleri için cariye satın almak gibi. Ya da ‘esirleri fidye karşılığı kurtarmaktır.’
Çünkü kölelik ve esirlik, zillettir, hürriyetin gasp edilmesidir. Din ise insanların özgür olmasını teşvik eder. İmam Malik şöyle demektedir: Bütün müslümanlara, esirlerini fidye verip kurtarmak vâcibdir. İsterse bu bütün mallarını kuşatacak kadar olsun.
Yurdumuzda kölelik müessesesi yoktur. Ama âyetin zımnından yola çıkarak ağır borçluların, borcu yüzünden cezaya, ölüme mahkum olanların borcunu üstlenmek bu hükmün altına girse gerek. Parasızlıktan kötü yola, kötü alışkanlıklara, yolsuzluklara, haram işlere yönelen ve kendini mecbur gören kimseleri de parasal yardımla mezbele çukurundan çekip çıkarmak da mümkün olduğu kadar mü’minin görevleri dahilindedir.
7- Namaz Kılmak. Namaz kılmak âyette ‘İkame’ tabiriyle geçiyor. Dolayısıyla sadece namaz kılmak manası ile bitmiyor. Sırf namaz kılınması istenseydi ‘Salli’ tabiri kullanılırdı. Yani hüküm ve şartlarını eksiksiz yapmakla birlikte kalbin huzuru, okunan Kur’ân-ı Kerim ve tesbihlerin anlamı üzerinde tefekkür, ibadet edilen ilâhın azametini hatıra getirmek, huşu ve itminan ile en doğru ve güzel şekliyle namazı eda etmek birr’dir.
Râgıb el-İsfehâni’ye göre; ‘İkame’nin manaları: Kalkmak, dikilmek, düzeltmek, bir yerde oturmak, ikame etmek, şahsen bizzat yapmak, gerektiğinde baskı ve zorla yaptırmak, ihtiyari isteğe bağlı olarak yapmak, bir işin ve eylemin şartlarını yerine getirmek, korumak, bir şeyi yapmayı, azmetmeyi amaçlamak, baskıya dayalı kıyam, temel kılmak, geçim kaynağı kılmak, kurulmak, sabitleşmek, yerleşmek, birinin yerine oturup ona vekillik etmek. Değişmez, sabit, dosdoğru. Dünya ve ahiret hayatını düzenlemek, adaleti ayakta tutmak. Diğer semai kitapların manasını içine alan. Kayyûm, esmâu’l hüsnadan, idaresini yürüten, koruyan, destek veren... anlamındadır.
Kıyametin kopması, huzur-u ilâhide divan durmak, insanın aniden ayağa kalkması, makam, derece, uygulama, kalkışmak, kıyam etmek, değerini belirlemek, erkekler topluluğu, idare etmek... anlamları ile Kur’ân’ın muhtelif âyetlerinde geçen bir kelime. Ama kitap gibi, pınar gibi içinden manalar fışkıran kelime-i mübareke… Âyette namaz kılmak yerine istiare olarak gelmiş. قاَمَ ’nin bütün manalarıyla sarmaş dolaş olarak namazın inceliklerini anlatmış. Bu lügat manalarına göre namazı tanımaya, anlamaya çalışalım. Ta ki namazda nelere dikkat edeceğimizi bilip, bu kutsal görevi hakkıyla yerine getirelim.
Kur’ân’da namazı ikame tabiri sık sık gelmekte ve muhatabı uyarmaktadır. Namazın önce dış şartlarını, farzını, sünnetini, vâcibini, mendubunu, mekruhunu, yasağını bilerek, uygulayarak fıkhen düzgün kılmamız isteniyor.
Bir mü’min olarak bu fıkhi bilgileri gün be gün öğrenip düzeltmezsek düzgün namaz kılamayız, bu emri yerine getiremeyiz. Mesela sehiv secdesi ne zaman yapılır? Ne zaman yeterli olmayıp namaz iade olunur? Bunu acilen öğrenmeliyiz.
Namazda yapılan her hareket, her sükun ya farz, ya vâcib, ya sünnettir. (Namazın sünnetleri ile sünnet namazları karıştırmayalım. Burada maksat, her namazın içinde bulunan sünnetlerdir.)
Namaz kılarken altısı içinde, altısı dışında on iki farzı terk edersek namaz bozulur, iade gerekir. Ama terk etmez, geciktirirsek sehiv secdesi ile namaz tamam olur. Namazda bir vâcibi terk edersek sehiv secdesi gerekir. Namazın içindeki sünnetleri terk edersek, sehiv secdesi gerekmez. Bu fıkhi boyutu her Müslümanın öğrenmesi farzdır.
İşin bir de batıni boyutu vardır. Namazda huşu ve hudu ile gönlümüzü Hakk Teâlâ’ya vererek namaz kılmamız gerekiyor. Bunun için de azalarımızın suçlarını, vazifelerini tek tek öğrenip uygulamak gerekiyor. Sonra kalbi hastalıklar denilen altmış küsur ahlâk-ı rezileyi ve tedavisi olan yetmiş küsur ahlâk-ı hamideyi öğrenip hayatımızda uygulamalıyız ki, sıra ruhu temizlemek olan masivayı kalpten çıkarıp kalbi bütünüyle Allah ﷻ sevgisi ile dolduralım. Böylece ‘Ekîmus salâte / Namazı ikame edin’ emri hakkıyla yerine getirilmiş olur. Bu merhaleleri sıra sıra aşmanın adıdır ‘Namazı İkame.’
Namazın en aşağı derecesi kalıp namazı, yani fıkhi boyutuyla kılınan bedeni namaz ile namazın zirvesi, evliya ve enbiyanın kıldığı, miraç olan namaz. En düşük derecede olan evliyanın bile secdede kalp gözüyle Allah’ın ﷻ cemalini gördüğünü maneviyat alimleri beyan ediyor.
İşte ‘Ekîmus salâte / Namazı ikame edin’ bu iki derece arasındaki binlerce derece namaza bizi yönlendirip bu konuda terakki etmemiz, gün be gün namazımızı daha kaliteli hale getirmemiz isteniyor. Hocalarımız ‘Dünkü namazla bugünkü namaz aynı ise o namaz ibadet değil adettir’ derken bu gerçeğe işaret ediyorlar.
Namaz, meşru olan şekle göre eda edildiği takdirde, etkileri kendisini gösterir. Nefis arınıp güzelleşir, ahlâkî faziletlere alışkanlık kazanır, adi ve süflî şeylerden uzaklaşır. Artık herhangi bir hayasızlık veya bir münker işlemez. “Muhakkak namaz hayasızlıktan ve münkerden alıkoyar” (Ankebut, 45).
Namaz ruhi bir eğitimdir. İnsanı sufliyattan ulviyata, esfeli safilinden, Âlayı illiyyine yükseltir. Nefs-i emmareden, mutmainneye ulaştırır. Ahlâk-ı hamideyi kazandırır, kamil bir insan yapar. Kulluk bilincini canlı tutup, şuur kazandırır. Ruhi ve bedenî terbiyenin yanı sıra, sabır eğitimi de verir. İnsanı tevazu sahibi yapar. Namazda elde edilen vecd ile insanın hayatı değişir.
8- Zekat Vermek. Zekat vermek şer’i ıstılahta nisaba malik olanın yani doksan altı gram altına veya bu meblağa ulaşan para, ticaret malı, ziraat mahsulü birikim elde edenin İslâm’ın öngördüğü biçimde her yıl kendisine zekat düşenlere, yani seksen beş gram altını veya onun değerinde parası bulunmayan İslâm’a göre fakir sayılanlara, başa kakmadan, eziyet etmeden, tahakküm altında bırakmadan vermesi gereken, maddi paydır.
Müslüman, tam bir hesap yapmak sûretiyle zekatını vermek zorundadır. İslâm Devleti, vermek istemeyen Müslümandan bu zekatı zorla alır. Hz. Ebûbekir Resûlullah’ın vefatından sonra zekatı vermek istemeyenlerle savaşmış ve şöyle demiştir: ‘Allah’a yemin olsun ki namazla zekatı birbirinden ayıranlara karşı mutlaka savaşacağım. Zira zekât, malın üzerinde bir haktır. Allah’a yemin olsun ki Resûlullah’a vermiş oldukları bir yuları dahi bana vermekten kaçınırlarsa bundan dolayı onlarla savaşırım.’
Peygamber efendimiz, Ashâb-ı kirâma: ‘Hastalarınızı sadaka ile tedâvi edin! Mallarınızı zekât ile koruyun! Belâya da dua hazırlayın! Çünkü bunlar sizdeki kötülükleri ve hastalıkları def eder’ buyurduğu zaman oradan bir Nasranî geçiyordu. Hadîs-i şerîfi duyunca gidip malının kırkta birini ayırıp verdi.
Kendi kendine, ‘Eğer doğru söylüyorsa ortağımdaki malıma bir zarar gelmez. Ben de o zaman ona iman eder, müslüman olurum. Eğer dediği gibi çıkmazsa kılıcımla onu öldürürüm’ dedi. O sırada, Mısır’a ticaret için gitmiş olan ortağının bulunduğu kafileden bir mektup aldı. Mektupta ‘Hırsızlar, yolumuzu kesti, mallarımızı, develerimizi ve yanımızda bulunan her şeyi aldılar’ diye yazılı idi. Nasranî, ‘Mallarınızı zekât ile koruyun’ sözünün doğru olmadığına kanaat getirdi. Daha sonra ortağından bir mektup daha aldı. Mektupta ‘Ben kafilenin önündeydim. Devemizin ayağı incindi. Bir handa kaldım. Kafile ileri gitti. Onları eşkıyalar soydu. Ben bütün malımla emniyet içindeyim. Bizim için üzülecek bir durum yoktur’ diye yazılı idi. Nasranî mektubu okuyunca, ‘Demek, O hak peygambermiş, sözü doğru çıktı’ diyerek, Peygamber ﷺ Efendimizin huzuruna geldi ve müslüman oldu.
Zekât, fakirlerin hayatını, ihtiyaçlarını cemiyetin kabul edip yüklenmesi, garanti etmesidir. Şehrin bir köşesinde, bir müslüman, açlıktan perişan duruma düşüp ölse, şehirdeki zenginlerden birinin, az bir zekât borcu kalsa, onun katili olur. Zekât, müslümanlar için bir nevi sigortadır.
Zekât, senenin sonu beklemeden verileceği gibi, gelecek yılların zekâtı da peşinen verilebilir.
Bir millet zekât vermezse, rahmetten mahrum kalır. Hayvanlar da olmasa, hiç rahmet görmezler. Taberani
Karada ve denizde malın telef olması, ancak zekatın verilmemesi yüzündendir. Taberani
9- Ahidleştiklerinde ahidlerini yerine getiren. Birr-i takvanın bir şartı da; ‘Ahitleştiği zaman ahdini yerine getirmek’ olarak sıralanmış.
‘الَْعِدَةُ دَيْنٌ / Vaad etmek, borçtur’ hadisi de bu manayı açıklar. Mü’minin özelliği; yalan söylemez, sözünde durur. Emanete hıyanet etmez. Bu vasıfların tersi münafıkların alameti olarak zikredilmiştir. Mü’min bir şeyi söz verince zararına da olsa o sözden asla caymaz. Caymaması gerekir. Allah ﷻ her zaman doğrularla beraberdir.
Bir şeyi verip sonra geri alan hadis-i şerifte ‘Kusmuğunu yalayan köpeğe’ benzetilmiştir. Günümüzde bu dönekliklerle, sahtekarlıklarla her meslekte, her meşrepte sık sık karşılaşıyoruz. İşte, okulda, evde, sokakta, sanatta, ortaklıkta, insanın bulunduğu her yerde ahdi bozmaya sık sık rastlıyoruz. Mesela kızını biriyle sözlüyor, daha zengin bir talip çıkınca sudan bahanelerle sözü bozuyor. Bu durumda karşı tarafın ne hale düştüğünü, ne üzüntüler yaşadığını, hayata, evliliğe, kadınlara küseceğini, kısacası mahvolacağını düşünmek gerekmez mi?
Yine birkaç kişi bir şirket kuruyor, anlaşma imzalıyor. İçlerinden biri ortak parayı harcayarak ya da ortaklığı bitirerek diğerlerini mahrum bırakıyor. Fazla misale gerek yok; herkes bir şekliyle bu zulmü yaşıyor.
Kul ile Allah arasında olan ahid; adak ve yeminle şahsın kendine farz kıldığı şeylerdir. Kul ile peygamberler arasında olan ahid, Peygamberin onlardan, kendisine yardım edeceklerine, onunla birlikte savaşacaklarına, onun dost kabul ettiği kimselere dost, düşman saydıklarına da düşman olacaklarına dâir aldığı sözdür. Kul ile diğer insanlar arasındaki ahid, alış verişte teslim ve teslimata dâir anlaşmalardır. Selem ve rehin de böyledir. Bazen de yardımlaşmada ihlâslı olma ve mal sarf etme konularında verilen sözlerdir.
Masiyet olduğu takdirde ahde vefa göstermek gerekmez. Ahde bağlılık sahih imanın, ahdi bozmak ise münafıklığın alametlerindendir. İnsanlar taahhütlerini yerine getirmekte gevşek davrandıkları takdirde aralarında güven kaybolur. Huzursuzluk içerisinde yaşarlar.
Fakir birinin okul arkadaşlarından birisi, günün birinde yüksek bir makam ve mevkiye kavuşur. Fakir, arada bir ihsan ümidiyle ziyaretine gider. Ama umduğunu da bulamaz. Bir gün sohbet esnasında arkadaşı, fakire der ki:
– Çocuğunuz var mı?
– Sekiz yaşında bir oğlum var, efendim.
– Mektepte midir?
– Evet efendim.
– Ne okuyor?
– Hukûk-u kadimeye (eskiden beri gelen tanışıklık-dostluk haklarına) dikkat etmeyenlere lânet okuyor.
Birr-i takvanın son vasfı da;
10- Sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı anlarda sabretmektir.
İmtihan yeri olan dünya hayatında maddi-manevi darlıklar, aşılması güç zorluklarla karşı karşıyayız. Çünkü biz insanlar yaratılmışların en zayıfı, en muhtacı olduğumuzdan hayat mücadelemiz farklı. Mesela bir kuzu dünyaya getiren ana koyuna hediye almayı düşünseniz, ottan başka ne alabilirsiniz? O da her yerde var. İnsana göre ihtiyaçtan ne kadar azade.
Ama insan ne çok nimete, ne çok eşyaya, alet edevata muhtaç. Kılıkkıyafete, çeşit çeşit yiyeceğe, vitamine, ilaca, barınağa, eve, eşyaya, arabaya… Rabbimizin ‘Saysanız, sayamazsınız’ diye nitelendirdiği bin bir çeşit nimete mazhar olan insan bu nimetleri kazanmakta, harcamakta, oluşturmakta tabi ki sıkıntı çekecek.
Makam, mal, vücudunun hastalanması, azalarının kuvvetinin eksilmesi, modern taşıtların bozulması, kaza yapması, çocuğun hastalığı, düşman saldırısı, iş kazası gibi afaki ve enfüsi musibetler, darlıklar, zorluklar olacak. Bu sıkıntılar madden kerih görülse de onların insanlara kazandırdığı kaybettirdiğinden fazladır. İnsanı pişirir, damıtır, saflaştırır. Anlayış sahibi yapar, gafletten, gamsızlıktan kurtarır. Daha bilemediğimiz nice hikmetler, nice faydalar, nice mükâfat ve dereceler vardır.
Öyle olmasa Erhamü’r-rahimin olan Mevlamız takdir buyurur mu?
Yeter ki biz alınması gereken dersi alalım. Tecrübe sahibi olalım. Çektiğimiz eziyetleri hissettirerek başkalarına eziyet çektirmeyelim. Dertlilerin halini anlayalım. Dostlarımızı tanıyalım, ilginin, samimiyetin, şefkatin tadını duyup, insaflı, merhametli, duyarlı, mütevazi, öz verili, diğergam olalım. Hayat bir sofra gibi; tatlısı, acısı, tuzlusu, biberlisi, çeşnisiyle bezenmiştir. Bünyenin de bu çeşniye ihtiyacı vardır.
Nimetin kıymeti zevalden sonra anlaşıldığı için ‘Nimet sonlanınca ‘Of’ diyen kimse elem son bulunca ‘Oh’ der.’ Ehli kemal, ahireti tehdit etmeyen belayı bela saymaz.
Sabır, çöken kara bulutlar dağılıp, sıkıntı ortadan kalkıncaya ve zorluğun arkasından kolaylık belirinceye kadar soğukkanlı davranmak, kendini tutup direnmek, Allah’tan umut kesmemek, O’na güvenip dayanmaktır.
Bu ümmetin meşakkatlere, sıkıntılara kendini hazırlaması, ‘Darlıkta, zorlukta, savaş sırasında’, yokluk ve yoksulluğa, hastalığa, güçsüzlüğe, kısacası her musibete karşı sabırlı olması şarttır. Çünkü ancak bu sayede ‘Vasat ümmet olma’ görevinin üstesinden gelebilir.
‘Birr’ sıfatları anlatılırken sabra bu şekilde özel bir dikkat çekilmiş olması sabırlıları ön plana çıkarıp öbür sıfatları taşıyanlardan daha imtiyazlı bir konuma çıkarmaktadır. Bu da sabırlılar için büyük bir derecedir. Sabrın Allah katındaki değerini bildirmektedir.
Rabbimiz birr-i takvanın neler olduğunu sıraladıktan sonra neticesini bildiriyor. (Cem mea taksim) Bütün bu mümtaz vasıfları takvada, sadakatta topladı.
Özetle iman ve İslâm’ın şartlarını hakkıyla yerli yerine getiren bir mü’minin bunları yapma sebebi Allah’ın ﷻ yakınlığına, rızâsına, cennet ve cemale kavuşmaktır. Bunun için samimi, candan olmak, bilinçli, dikkatli, şartlarına uygun şekilde eda etmek lazım gelir. Düzgün yapmak için yaptığın görevin niceliğini, nasıllığını ve bu görevlerle mükellef tutan yüce Allah’ı bilip, tanımak, kendisine muhabbetle bağlanmak gerekir. Eğer bu bilgiyi elde edebilirsek takvaya ulaşmış oluruz. Çünkü Rabbimiz “Allah’tan ancak alimler korkar” (Fatır, 28) buyuruyor.
Takva, Allah’ın koruması altına girmek demektir. Takva, Allah’la yol bulmak demektir. Yolunu Allah’a sorarak, O’na danışarak bulmak, Allah’ın kitabı rehberliğinde yürümek, Kur’ân kaynaklı bir hayat yaşamaktır. Takva, Peygamber modeliyle hareket etmektir.
Pıtrak dikeninin çok olduğu bir yerde ayakkabı olmadan yürürken insanın ayaklarına diken batmaması için bütün vücudu dikkat kesilir. İşte bu dünyada elini, dilini, belini, gözünü, gönlünü, kulağını, ayağını haramlara dokundurmadan ömrünü geçirmeye ‘takva’ denir.
Takva, vikaye kökünden gelir. Vikaye korumak, takva da canı tehlikeden, korkulacak şeylerden korumak, ittika ise korunmak demektir. Arap dilinde canlı bir varlığın, dışarıdan gelecek tehlikeye karşı kendini korumasını ifade eden takva, Kur’ân’da önemli bir anlam kazanmıştır: Artık takva, maddî bir tehlikeden değil, manevî azabdan ve bu azaba sürükleyecek kötü işlerden korunmak anlamındadır. Kelime zamanla daha manevî bir anlam kazanarak temiz, saf dindarlık manasını almıştır.
Takvaya ulaşan, inkarı, şirki, nifakı, şikakı, riyayı, sümayı, dünyayı, hevayı, makam ve mal muhabbetini, menfaati bırakır. Çünkü bunlar Allah’a ﷻ olan huşuyu, saygıyı, ümidi yok eden parazitlerdir. Manevi bünyeden kazınıp atılmalı ki; kul saflaşsın, halis muhlis olsun. Taklitten tahkike, yapmacıklıktan ihlasa dönsün. Bunu başardığı zaman gerçekten sadık bir kul, gerçek bir mü’min olur. ‘Onlar sadıklardır’ medhi ilâhisine mazhar olur.
Bu âyet-i kerime bütün insani kemal vasıflarını camidir. Bu vasıfların başında getirilen ‘vav’ harfleri cem’ içindir. Kendisinde bu vasıflardan sadece biri bulunan kimseye ‘الباَرْ (ismi fâil) / iyi’ denmez. Sadece ahdini tutan, sadece sabırlı olan kimse ‘birre sahib kimselerden’ değildir. Bütün bu özellikleri toplamadığı müddetçe, birre eremez.
Bu sebeble ‘birr’ sıfatının peygamberlere has olduğu söylenmiştir. Peygamberlerden başkasında bu vasıfların hepsi kâmil olarak bulunmaz. Efendimiz’in isimlerinden biri de el-Berr’dir ﷺ.
‘Birr’ sıfatının, bütün mü’minler hakkında umûmî olduğu da söylenmiştir.
Bu âyet İslâm dininin esasını ve ruhunu camidir. Zira insanın yapması gereken dini vazifeler; iki şeyle tamam olur: İman ve amel. Amel de iki şeyle hasıl olur: Mal ve beden. Bu âyet iman, amel, bedeni ibadetler ve amellerin füruuatını camidir.
Âyette anlatılan hükümler; mekarimi ahlâkın esasını teşkil eder. İman herkese lazım olduğu gibi, muhtaçlara muavenet herkesin memnun olacağı bir şeydir. Sözünde sebat edip ahdini ifa, sürurlu ve kederli hallerde sabra devam etmek kadar insan için büyük bir meziyet olamaz. Âyette ise bunların cümlesi beyan edilerek bu mekarimi ahlâkı tahsile say ile insanın nefsini tezyin etmesine işaret vardır.
Müslümanları ta’n eden ve ‘yahudilerin batıya, hristiyanların da doğuya yönelmelerine rağmen, müslümanları, yöneldikleri kıbleden ne çevirdi?’ diyen sefihlere işaret eder. Cenâb-ı Hakk da ‘birr’ sıfatının, sırf doğu ve batıya dönmekle olmayacağını; âyette sayılanlardan ibaret oluğunu bildirmiştir.
Bu âyet-i kerime, iyilikte zahiri şeylere, hakikatten yoksun muamelelere itibar olmadığına işarettir. Lakin hakiki itibar olan birr; ‘Allah’a, ahiret gününe, kitaba ve peygamberlere iman eden; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere veren; dosdoğru namaz kılıp zekât veren; ahidleştikleri zaman ahidlerine sımsıkı bağlı olan, sıkıntıda ve hastalıkta ve savaşın kızıştığı anlarda sabırlı olanların yaptığıdır’ kavlinde zikredilenlerdir. Yani birr sahibi Allah’ın sırf inayet olan hidâyetine inanan kişidir.
‘Allah onları sever’ kavli birre aitse Allah, onun varlığının bidayetinde (ilk anında) ruhuna muhabbet sıfatıyla tecelli etmiş demektir.
Ruhu muhabbet nuruyla nurlanmış, ruhu mahbubuna muhibb olmuştur. ‘Onlar da O’nu sever’ kavlinde tabir edildiği gibi. Bu nur mahbubunun vahdaniyetine, müşahede ettiği uhrevi umura, meleklere, kitaplara da iman etmiştir.
Bu âyette başka bir mana: Birr, sizin doğuya batıya yüzünüzü dönmeniz değildir. Lakin birr-i hakiki ruhunuzun vechini muhabbet cezbeleri ile mahbubiyet-i rububiyet hazretlerine çevirmektir. El-Berr, Allah’ın ﷻ ismidir. Sizi iyi yapan Birr ﷻ nuru delalet etti de siz iman ettiniz. Hadis-i kudside ‘Allah bir kulu sevdi mi, Cibril’e nida eder: Ben filanı seviyorum, sen de sev. Ve onu sema ehline sevdirir. Ona yerde de kabul görme verilir’ buyruldu.
Benim size olan birrim, muhabbetimdir. Sizin bana olan sevginiz gibi sonradan olma değildir. Bilakis ilmi ezeli ve kelamı sermedide kadim olan, birrdir.
وَالنَّبِيِّينَ Nebiler ki bu muhabbetin nuruyla sevenleri ehli muhabbete ve mahbublarına yönlendirirler. O nebilere hakiki mutabaatla tabi olurlar.
Muhabbet birrinin tohumunun semeresini haber vermek üzere وَآتَى الْمَالَ عَلَىٰ حُبِّهِ buyurdu. Yani sevgisinin semeresinden biri malı sevgi üzere vermektir. ‘Mal’da masivaya meyletmemeye işaret vardır. Birr tohumunun neticesi olarak Allah’tan gayrı bütün mahbubları Allah sevgisi uğrunda infak etmeleri gerekir ki Allah sevgisinin tohumu meyve versin, Hazret-i mahbuba birr-i vusûl ile neticelensin.
“Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, birre ulaşamazsınız.” (Âl-i İmran, 92) Zira her tohum kendi cinsini haber verir.
Bu âyette has bir mana daha vardır: Cüneyd’e (r.a) sordular; ‘Nihayet nedir?’ ‘Hidâyete rücudur’ diyerek cevap verdi.
Diğer mana: Kulun Allah’a ﷻ muhabbeti birrü takvanın neticesidir. Bu da Hakk’ın atıfet ve ihsanını celbeder. Sıfatı ilâhinin nurları tecelli eden şeriat ve tarikat hukukunu eda ettikçe sevdiğine kendi muhabbetini vererek diğer sevgileri noksanlaştırır. Ona olan muhabbeti diğerlerinden farklıdır.
“O onları, onlar da O’nu severler.” (Maide, 54) Yani Allah onları ezelde, onlar Allah’ı ebedde severler. Allah’ın onlara muhabbeti olmasaydı ne iman eder ne de O’nu sevebilirlerdi.
وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُوا Misak gününe has halis ubudiyet ve tevhidle Allah ile olan antlaşmayı yerine getirirler.
فِي الْبَأْسَاءِ Hukuka riayette sıkıntılara sabreder, وَالضَّرَّاءِ Şuhud bekası yanında fani vücudun hazlarına muhalefet ederler. وَحِينَ الْبَأْسِ Celal satveleri harbi sırasında onlara sabırla değil Hakk’a kıyam ile celal sıfatında bekaları için savaşırlar.
أُولَٰئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا “Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir” (Ahzab, 23) buyrulduğu gibi şuhud gününde Allah’tan aldıkları ahidle varlıklarını bezl ederler.
وَأُولَٰئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ Enaniyeti terk, hüviyeti yok edenler müttakilerdir. İhsan şuuruyla, imanın faziletleriyle hükümleri yerine getirir. Amelini safi kılar, sılayı rahim sorumluluklarını ciddiyetle yerine getirir. Af, vefa, hududa riayet, esere tazim, Cenâb-ı Hakk’ı şeriata uygun bir tarzda hatırda tutarak emrine imtisalle takvaya kavuşmuşlardır.
• ...وَلَٰكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ burada mübalağa yolu ile ‘birr’ ile iman etmenin özde aynı şeyler olduğu ifade edilmektedir. Tıpkı cömertlik demek Hatim demektir; şiir demek Züheyr demektir, gibi. (İsnad-ı mecazi, masdara isnad) وَلَٰكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ buyruğunda hazif bulunmaktadır. Âyetin takdiri:
وَلكَِنَّ الْبِرَّ بِرُّ مَنْ آمَنَ بِاللهِ şeklindedir. Muzaf hazfedilmiştir.
• ‘عَلَىٰ حُبِّهِ / Seve seve’ tabirinde عَلَىharf-i ceri mal sevgisinin insanda nasıl yerleşip temekkün ettiğini gösteren bir istiare-i tebaiyedir. Adeta sevgisi, o malın üstünü tamamen kaplamıştır. Bununla birlikte عَلَىharf-i ceri burada مَعَ manasındadır.
• وَفِي الرِّقَابِ buyruğunda icaz-ı hazif vardır, muzaf hazfolmuştur. Yani köleleri kölelikten kurtarmak uğrunda malını veren, demektir ki bu da esirleri fidye yoluyla kurtarmaktır.
Köleler, anlamındaki الرِّقاَبِ kelimesi ‘boyunlar’ demektir, mecaz-ı mürselden cüz söylenip küll kastedilmiştir.
• وَابْنَ السَّبٖيلِ ‘yolun oğlu’ demektir. Yolcu manasındadır. Seferini henüz bitiren garip misafiri mecazen yola nisbet etti. Sanki yol onun babası ve ehli imiş gibi söylendi. Mücaveret alakasıyla mecaz-ı mürsel oldu.
• وَالْمُوفُونَ ya مَنْ آمَنَ ’nin mahalline matuftur. Takdiri, وَلٰكِنَّ الْبِرَّ المؤمنون وَالْمُوفُونَ şeklindedir. Ya da mahzuf mübtedanın haberi olmak üzere, ‘medih’ den dolayı merfudur. Takdiri وهم الموفون şeklindedir.
• وَالصَّابِرٖينَ özellikle sabredenleri kastediyorum anlamında ‘ihtisas’ kuralına riayet edilmiştir.
• فِي الْبَأْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ وَحِينَ الْبَأْسِ cümlesinde فِي harf-i cerinin gelmesi istiare-i tebaiyedir. Sıkıntılar, darlık ve savaş zamanları adeta insanın içine düşüp de çıkmaktan zorlandığı bir kuyuya, bir bataklığa benzetilmiş. O sıkıntılar bu sabırlı insanları içine çektikçe çeker. Ortak noktası kişiyi tamamen kaplamasıdır. Bu da mü’minlerin sabırdaki derecelerinin yüksekliğini gösterir. Yani onlar sadece ufak tefek şeylere değil, baştan aşağı onları saran, derin sıkıntılarda da sabır gösterirler.
• أُولَٰئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا Bu cümlede haber mazi fiil olarak geldi. Bu, tahkik ve sadakatin onlardan vaki ve mevcut olduğunu ifade etmek içindir.
وَأُولَٰئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ Burada da takva sıfatının mü’minlerde sabit olduğunu, zaman zaman meydana gelen bir olay değil mü’minlerin karakter ve seciyeleri olduğunu göstermek, ayrıca fasılaya riayet etmek için haber isim cümlesi olarak gelmiştir.
أُولَٰئِكَ ism-i işaretinin tekrar edilmesi, onların şanının yüceliğini beyan etmek içindir. أُولَٰئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ şeklinde ismi işaretle haberin arasına zamir gelmesi tahsis içindir. Takvanın sadece bu vasıfları taşıyan kimselere ait olduğunu, bu özellikleri taşımayan kimsenin hakiki takvaya eremeyeceğini gösterir.
178- Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı: Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Bununla birlikte kim öldürülenin kardeşi (velisi) tarafından bağışlanırsa artık o zaman örfe uymak ve öldürülenin velisine güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan sonra düşmanlık yapar tecavüzde bulunursa ona çok acıklı bir azap vardır.
Önceki âyet sadakatten, sözünde durmaktan, dürüst olmaktan bahsediyordu. Bu âyette de dürüst olmayan bir davranıştan vazgeçip dürüst olanına teşvik için ‘Ey iman edenler, kısas size farz kılındı’ buyuruyor.
Cahiliye döneminde haklı haksız demeden, yumruğu kuvvetli olan diğerini öldürüyor, yaralıyor, zulmediyordu. Kısas teklifini de kabul etmeyip çarpıtıyorlardı. Hüre karşılık köle, erkeğe karşılık kadın veya ikiye bir gibi haksız kararlar veriliyordu. Cenâb-ı Hakk bu adaletsizliği kaldırdı ve nasıl kısas uygulanacağını talim buyurdu. Konu kıtal olmasına rağmen Cenâb-ı Zü’lcelal her iki tarafa şefkat, merhamet, insafla hem katli hem kan davasını durduracak, akıllara durgunluk verecek tarzda hüküm vermiş. Aynı zamanda da hukukçulara hukuk dersi vermiş.
Adam öldüren birini öldürdüğü adamın velisiyle yüzleştirip mağdur olan tarafa üç alternatif sunuyor:
1- Kısas; öldüren öldürülsün.
2- Diyet verilsin.
3- Affedilsin.
Veli hangisini isterse ona göre hareket eder. Öldüren öldürüleceğini bilip bu karardan vazgeçsin. Öldürülenin velisi de intikam hırsıyla daha fazla insanın öldürülmesine sebep olmasın. Haklı hakkını alsın. İki taraf da haksızlığa uğramasın.
Bu ilâhi emri göz ardı eden nice kabileler kan davası güderek bir kişi yerine yüzlerce kişiyi öldürmüş, nice yağız delikanlılar bir kin uğruna can vermiş, nice yuvalar yıkılmış, nice dulların, yetimlerin göz yaşı sel olmuş. Mazlumun bedduası arşa yükselirken taassup katilleri esfel-i safiline alçalmış. “Allah’ın ﷻ hükmüyle hükmetmeyen fasıktır, zalimdir, kafirdir” (Maide 44, 45, 47) âyetlerinin muhatabı olmuş.
Gönüller kırık, kalpler buruk, ocaklar sönük kalmış. Kimi yürek acısı çekerken, kimi vicdan azabıyla yanıp tutuşmuş. Allah’ın ﷻ halk ettiği insanı haksız yere öldürmek, öldürülmesine sebep olmak, kışkırtmak, desteklemek, ne onulmaz yara, ne büyük zulüm...
Arap dili ve edebiyatında كُتِبَ ’nin فُرِضَ yerine kullanımı oldukça çoktur. ‘Kur’ân’ın neresinde ‘كُتِبَ عَليْكُمْ’ ifadesi bulunursa o, فُرِضَ عَليْكُمْ yani ‘farz kılındı’ anlamındadır.’ Ferrâ
Kısas, bir insana yaptığı şeyin aynısını yapmak, ona aynıyla karşılık vermektir. ‘Kesmek’ anlamına gelen ‘kass’ kökünden alınmıştır.
Hikayeye de ‘kıssa’ denir. Çünkü hikaye, hikaye edilen hâdiseye âdeta denktir. Kıssalara da bu isim verilmiştir. Çünkü onlar geçmiş insanların haberlerinin aynısını anlatırlar.
Kısas; insanın, başkasına layık gördüğü katli kendi nefsine reva görmesidir. Başkasını katleden kimsenin katlettiği kimse mukabilinde kendinin katlolunmasına kısas denmiştir ki; katilin, maktül karşılığında katlolunmakla kendi fiilinin cezasını nefsinde görmesidir.
Öldüren katilin yaşama hakkı, öleninkinden daha kutsal değildir. İslâm’da, bir yanağına vurana öbür yanağı da çevirmek yoktur. Ne zulmetmek vardır, ne de zulme uğrayınca sessiz kalmak...
القتلى kelimesi, katîl’in çoğuludur. ‘Öldürülenler’ anlamındadır. İnsanlar tarafından öldürülene katîl veya maktül denir. Kendi eceliyle ölene de ‘mevta’ adı verilir.
Allah bütün mü’minlere hitap ederek kısas yapmalarını emretmiştir. Bütün mü’minlerin, hep birlikte kısası uygulamak üzere toplanıp bir araya gelmeleri ise mümkün değildir. O bakımdan kısasın ve diğer hadlerin uygulanmasında mü’minler, sultanı (İslâm devlet yöneticisini ve yetkililerini) kendi adlarına görevlendirmişlerdir. Kısası yerine getirmek devlet başkanı ve onun vekilinin vazifesidir.
Kısas şartları bulunduğunda, devlet başkanının kısası yerine getirmemesi caiz değildir. Buna göre mana ‘Eğer ölünün sahibi, kısas talebinde bulunursa, ey devlet reisleri, kısası tastamam yerine getirmeniz farz kılınmıştır’ şeklindedir. Resûlullah ﷺ, bir zımmiyi öldüren bir müslümanın kısasını icra ettikten sonra ‘Ahdine vefa gösterenlerin en kerimiyim’ buyurmuştur.
Şeriat fertlere kısası bizzat uygulama izni vermemiştir. Böylelikle intikam gütme adeti sona erer, anarşi, hakkın ve adaletin çiğnenmesi önlenir.
Ya da âyet katile hitabdır. Buna göre mana ‘Ölünün sahibi kısas isterse, ey katiller, size (kısas yapılmak için) teslim olmanız farz kılındı’ şeklindedir. Katilin buna razı olmaması caiz değildir.
Ama zina eden, hırsızlık yapan kimselerin, cezadan (kısastan) kaçmaları caizdir. Hırsızlık yapan ile zina edenin, Allah bu suçlarını örttüğü için, kendilerinin de örtmesi caizdir.
Kısasın icrası ululemre ve ululemrin vekillerine vâciptir. Fakat kısasın icrasında maktülün bütün varislerinin kısası istemeleri şarttır. Kısas istemez veya affederlerse, içlerinden bir kişi bile affetse kısas düşer ve maktülün bedeli diyete inkılab eder.
‣ İmam Şâfiî: Kısasta, önceki öldürmenin şekline bakılır. Eğer katil maktülün kolunu keserek öldürmüş ise, katilin kolu kesilir. Eğer o bundan dolayı ölmezse boynu vurularak öldürülür. Eğer maktül yakılarak öldürülmüşse, katil de yakılır. Eğer bu yakmada ölmezse boynu vurulur.
‣ Ebû Hanife (r.a): Kısasta denklik, ruhu izaledir; nefsin, mümkün olan en hızlı ve kolay şekilde öldürülmesidir. Katil maktülü her ne sûretle katlederse etsin kısas ancak kılıç ile boynunu vurarak yapılır.
‣ Cumhura göre bir adamı öldüren bir topluluğun tüm fertleri kısas yapılır. Nitekim Hz. Ömer (r.a) zamanında Sana kentinde bir genç, 7 kişi tarafından öldürüldü. 7 kişiyi de kısas yaptıran Hz. Ömer, daha sonra ‘Bu gencin öldürülmesine Sana kenti insanları iştirak etseydi, tümünü kısas yaptırırdım’ buyurdu. Hz. Ömer’in bu hükmüne, herhangi bir sahabî itiraz etmemiştir. Buna muhalefet edilmemesi de icma’dır. Hz. Ali de, Harûrîleri (Haricîleri) Abdullah b. Habbâb karşılığında öldürmüştür.
‘Eğer mü’min kanının dökülmesine yer ve gök ehli iştirak ederse, Allah ﷻ tümünü yüzüstü ateşe atar.’ Hadis-i Şerif
‣ Alimler, katil tevbe etmediği ve etmemekte ısrar ettiğinde, kısasın onun hakkında Allah tarafından meşru kılınmış bir ceza olduğunda ittifak etmişlerdir. Tevbe etmesi halinde ise, bunun bir ceza olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Tevbe makbul olunca, tevbekâra azab edilmez.
Peygamber ﷺ ‘Tevbe günahı yok eder’ buyurmuştur.
Kasten adam öldürme fiilinden dolayı kısas uygulanabilmesi için şu şartların bulunması gerekir:
‣ Suçu işleyenin akıl ve baliğ olması gerekir. Katil, mecnun, çocuk, bunak ise sadece diyet gerekir. Bu cinayet hata hükmündedir. Mirastan mahrumiyete sebep olmaz.
Zaman zaman kendini kaybeden biri, kendine geldiğinde cinayet işlediyse, yine kendine geldiği anda kısas tatbik edilir. Ancak cinnet sırasında işlediyse, kısas tatbik edilmez.
‣ Öldürme fiilinin kasten işlenmesi gerekir. Hataen işlenen cinayetlere kısas uygulanmaz.
‣ Cinayetin kasten işlendiğinde şüphe olmamalıdır. Bir kimseyi bir iki darbeyle öldürene kısas uygulanmaz. Bu darbeler genelde terbiye içindir. Cinayet kastı olması şüphelidir.
Bir kimsenin ağzına zehir akıtan kişiye de kısas yapılması gerekmez.
Suya daldırılan, yüzüne bağrılan kişi hemen ölse, sebep olan diyet öder, kısasa gerek yoktur.
‣ Katilin suçu serbest iradesiyle işlemiş olması gerekir. İkrahtan dolayı zorla bu suçu işlemişse kısas veya diyet uygulanmaz. Ve bu katil mirastan mahrum da kalmaz. Kısas veya diyet zorlayan şahsa uygulanır. Ancak hapsetmekle korkutmak ikrah değildir. Bu şahsa diyet uygulanır.
‣ Varisler arasında katilin füruundan kimse olmamalıdır. Mesela bir kimse kendi hanımını veya damadını katledip, bunlara kendi oğlu veya torunu varis oluyorsa bu katile kısas uygulanmaz.
Şeyhin biri hac niyetiyle Kâbe yolunu tutmuş. Bir müddet yol aldıktan sonra eşkıyalara rastlamış. Şeyhin parasını almışlar, kıymetli eşyalarına da el koymuşlar. Şeyh hiç itiraz etmeden hepsini vermiş. Yalnız öldürmemeleri için çok yalvarmış. Kâbe’yi bir defa olsun görmek için yola çıktığını, canına kıymamalarını, aksi halde gökte uçan kuşların bile şahit olup onları ele vereceğini söyledi ise de öldürmüşler. Şeyhin öldüğü kısa zamanda duyulmuş. Bir gün şehrin pazarında birkaç kişi gökyüzündeki kuşlara bakarak;
- Bu kuşlar sakın Şeyhi öldürdüğümüzü gören kuşlar olmasın, demişler ve gülüşmüşler.
Şeyhin müritlerinden biri de bunu duymuş ve hemen kadıya haber verip katili ve diğer eşkıyaları yakalatmış.
‣ Öldürülen, öldürenin fer’i yani çocuk veya torunlarından biri olmamalıdır. Diyet, tazir, mirastan mahrum etme cezaları uygulanır.
Resûlullah ﷺ, ‘Oğlunu öldüren babaya, kısas yapılmaz’ buyurmuştur. Çünkü babadaki evlatlık şefkati, onu kasten öldürmeye manidir. Eğer oğul, babayı öldürürse, ona kısas yapılır. ‘Baba, evladın varlık sebebidir. Evlat, varlık sebebi babanın nasıl yokluk sebebi olabilir?’
‣ Maktül, katilin tamamen veya kısmen mülkü olmamalıdır. Tek başına veya başkasıyla ortaklaşa sahip olduğu bir köleyi, cariyeyi öldüren bir şahsa kısas uygulanmaz. Hapis, darp gibi tazir cezası uygulanır. Mükateb hakkında da böyledir. Fakat bir köle veya cariye efendisini öldürse ona kısas uygulanır. Mükateb hakkında da böyledir. Kendine ait olmayan köleyi öldürene ise kısas uygulanır.
‣ Katiller birden fazla ise, hepsi kısas şartlarını taşımalıdır. Ortaklaşa öldürenlerden biri çocuk, bunak veya deli ise, veya maktülün usulünden biri olsa yahut maktülün sahibi olsa, hiçbirine kısas yapılmaz hepsi diyet öder. Yine bir kimse hem kendine açtığı yaradan hem de başkasının yaralaması sonucu ölürse yarım diyet ödenir.
‣ Cinayet bizzat işlenmelidir. Sebep olana kısas uygulanmaz.
‣ Bir kimsenin katil olduğuna şehadet edenler o kişiye kısas uygulandıktan sonra bu şahitlikten dönseler veya öldüğü sanılan maktülün ölmediği ortaya çıksa, bu şahitlere kısas uygulanmaz. Diyet ödemeleri gerekir.
‣ Maktülün sadece elini ayağını tutarak cinayeti kolaylaştıran, ya da katili cinayete teşvik eden kişi bizzat katil olmadığı için kısas uygulanmaz.
‣ Katilin velisinin kim olduğu bilinmelidir. Eğer velisinin kim olduğu bilinmiyorsa kısas icra edilmez.
‣ Kısas anında maktülün (mükellef) bütün velileri hazır bulunmalıdır. Aksi halde kısas uygulanmaz. Çünkü o katili affetmiş olabilir.
‣ Maktülün aldığı yara sonucu hemen ölmesi kısas uygulaması için yeterli değildir.
‣ Maktül, ölmeden önce katilini affederse kısas düşer. Mirasçılara diyet ödemek gerekmez.
‣ Katilin diyeti ödeyememesi halinde Beytülmal, yaralanan mağduru veya maktülün ailesini mali yönden teminat altına alır.
‣ Maktülün mirasçısı yoksa, devlet onun adına kısas talep eder veya diyet alarak hazineye koyar.
‣ Kısas için maktülün varisleri talepte bulunmalıdır. Eşler de kısas hakkına sahiptir.
‣ Maktülün uzuvlarının tam olması, yaradılış, ahlâk, fazilet açısından katile eşit olması şart değildir. Cahil alime, köle hüre, kadın erkeğe, gayri müslim müslümana karşı kısas edilir.
‣ Sarhoşluk kısasa engel değildir. Ancak ikrah gibi bir sebeple sarhoş olduktan sonra cinayet işleyen katil diyet öder.
Âyet, bir kıtal vakasında, bir affedenin bir de affedilenin bulunduğuna dikkat çekmiş, ancak kimin affedeceği açıkça belirtilmemiştir. Bu olayda ölünün velisi ile katilden başka kimse olmadığı için, affeden, bu ikisinden birisidir. Bu af, katil için söz konusu olamaz. Çünkü af, bir haktan vazgeçmektir. Bu da ancak katilin üzerinde hakkı bulunan, ölünün velisi için mümkündür.
Dolayısıyla âyette şöyle bir takdir yapılır: ‘Katile taalluk eden cezadan bir şeyi ölünün velisi affettiği zaman, katil bu affa iyilikle uysun.’
‘Kime, öldürdüğü kardeşinin kanından bir şey bağışlanırsa’ cümlesinde, kardeşliğin zikredilmesi bağışlamaya sebep olan bir şefkat ifadesidir. Allahu Teâlâ, din kardeşliğini ve insaniyeti hatırlatmak için, katili maktülün velisine kardeş kıldı ki, birbirlerine karşı şefkatlerini harekete geçirsin, aralarında bağışlama, iyiliğe uyma meydana gelsin.
Âyet-i kerimenin inceliği: Af önce söylenmiyor; önce kısasın şart olduğu, hak olduğu, yapılabileceği belirtiliyor. Affı daha sonra zikrediyor ki, af genişletilip de öldürme işi teşvik edilir gibi olmasın.
Bu düzenleme İslâm’ın ufkunun ne kadar geniş olduğunu, yasa koyarken insan psikolojisini ne kadar inceden inceye ele aldığını gösterir. Çünkü kan davası fıtrîdir. İslâm bunu kısas ile karşılamıştır. Kesin adalet, gönüllerdeki kin alevini söndürür ve katili cinayet işlemeye devam etmekten alıkor.
Fakat İslâm, bir yandan da affetmeyi sevdiriyor, ona da kapı açıyor ve sınırlarını çiziyor. Haklının hakkını ortaya koyduktan sonra, hak sahibini affetmeye çağırıyor. Üstelik kısas yasasını ortaya koyduktan sonra, insanı baskı altına alıp kaldıramayacağı bir şeyi yüklemek ve zorunlu tutmak biçiminde değil, gönüllülük çerçevesi içinde hakkından vazgeçmeye davet ediyor. Bu da tam bir denge, adâlet ve merhamettir.
Enes (r.a) anlatıyor: ‘Resûlullah’a ﷺ ne zaman kısas bulunan bir dava getirilse, mutlaka her seferinde affetmeyi emreder gördüm.’ Ölünün velisi, mala muhtaç olduğu zaman, diyet alması kısası istemesine tercih edilir. Ölü sahibi öfkesini gidermede ve katilin şerrini kendisinden uzaklaştırmada istekli olduğunda ise, kısas tercih edilir. عُفِيَ kelimesi günah ve cinayet işleyen kimse için, عن harfi ceriyle kullanılır. Günah hakkında müteaddi olarak kullanıldığında ل ve عن ile de gelebilir. Âyette cinayet kelimesi zikredilmemiştir.
1- Kendisine kısas vâcib olduğu halde, katil ‘mü’min’ diye adlandırıldı. Bu da, büyük günahın insanı dinden çıkarmayacağını gösterir.
2- Allahu Teâlâ, katil ile maktülün velisi arasında bir kardeşliğin bulunduğunu söylemiştir. Bu, “Mü’minler ancak kardeştir” (Hucurat, 10) âyetinde belirtilen din kardeşliğidir. Fısk ile beraber iman bulunmasaydı, iman sebebiyle meydana gelen kardeşlik ortadan kalkardı.
3- Cenâb-ı Allah; katili affetmeye teşvik etmiştir. Affa teşvik ise, mü’minliğe yakışan bir durumdur.
Ma’rûfa ittibâ etmek, örfe göre hareket etmektir. İstemede şiddet ve katılık göstermemektir.
˗ Eğer diyet ödeyecek şahıs güç durumda ise, ona mühlet tanımak gerekir.
˗ Eğer diyet ödeyecek kişi, diyet için istenen malın aynını bulursa, maktülün velisi hakkından fazlasını istememelidir.
˗ Eğer katilin yanında verilmesi istenen maldan başka bir mal varsa, veli, malı satıp değiştirmesi için katile zaman tanımalı ve hakkını alma bahanesiyle katilin vâcibleri (namaz, ana-babasının bakımı gibi) yapmasına mani olmamalıdır.
İyilikle ödemekten maksat, affedenin sıkmadan, sıkıntıya sokmadan, azarlamadan diyet talebini güzelce yapmasıdır. Diyeti ödeyecek katil ya da temsilcisinin de, imkânı olduğu halde imkânı bulunmadığını söylememesi, malı bulunmasına rağmen ödemeyi geciktirmemesi, kendisine vâcib ve gerekli olmayan şeyleri ön sıraya almaması, veliyi mahkemeye başvurmaya mecbur etmeksizin, güler yüzle, güzellikle, gönül rızâsıyla, hoş sözler söyleyerek, ödemesidir. Ancak bu şekilde her iki tarafın kalpleri huzura kavuşur, yüreklerindeki yaralar iyileşir ve geride kalanların arasındaki kardeşlik bağları tekrar eski gücüne erişebilir.
Medineli Abdullah b. Sehl’le Muhayyıs ekmek parası kazanmak için Hayber’e gitmişlerdi. Abdullah, Hayber’in Şık mahallesinde bir evde kalıyor, gündüzleri tarlada işine gidip çalışıyordu. Muhayyıs’a başka yerde iş bulmuştu. Arkadaşından haber alamayınca meraklanıp araştırdı. Bulamayıp soruşturmayı derinleştirince bir Yahudi çocuk ‘Mahallemizde kuyuda bir ceset var. Belki de onu arıyorsun’ dedi. Heyecanla kuyuya inince arkadaşı Abdullah’ın başı üzerine düşerek yahut da düşürülerek boynu kırılmış halde cesedini buldu, çok üzüldü. Çevresindeki Yahudilere ‘Bunu siz öldürdünüz, diyetini ödemelisiniz, arkadaşımın kanı yerde kalmamalı!’ dedi. Yahudiler hep birlikte inkar ettiler, ‘Biz ne öldürdük, ne de öldüreni gördük. Bizi suçlama!’dediler. Muhayyıs arkadaşını usulüne uygun defnetti. Sonra Medine’ye gelip, Efendimize ﷺ olayı anlattı. Efendimiz ﷺ Hayber Yahudilerinin Abdullah’ın yoksul ailesine diyet ödemelerini istedi. Yahudiler: ‘Biz öldürmedik, öldüreni de görmedik’ dediler. Bu durumda Müslümanlara Abdullah’ı Yahudilerin öldürdüğünü ispat düşüyordu. Ya şahitle ispat edeceklerdi, ya da yahudilerin öldürdüğüne yemin edeceklerdi. Müslümanlar böyle bir şâhidi bulamadılar, yemine de cesaret edemediler. Zira olayı gözle gören olmamıştı ama Abdullah’ın onların mahallesindeki bir kuyuda boynu kırık halde ölü bulunduğu da bir gerçekti. Yahudilere yemin teklif edildi. Elli kadar Yahudi birlik halinde toplanıp yemin etti: ‘Abdullah’ı biz öldürmedik, öldüreni de görmedik.’ Müslümanlarsa onların öldürdüğüne yemin edememiş, görmedikleri yerde yemin edemeyeceklerini söylemişlerdi.
Sonuç böyle ortada kalınca Müslümanlarla Hayber Yahudileri arasında gerginlik başladı. Müslümanlar Yahudilere Abdullah’ın katili olarak bakıyor; diyetini ödemelerini, böylece Abdullah’ın geride kalan yoksul ailesinin bir miktar da olsa yarasının sarılabileceğini söylüyorlardı. Yahudilerse diyet ödemeye razı olmuyordu.
Efendimiz ﷺ bu gerginliği mutlaka gidermeyi düşünüyordu. Yakınlarına emir verdi: ‘Kırda otlayan zekat develerinden yüz deve ayırıp getirin, Abdullah’ın mağdur ailesine diyet olarak ödeyin. Abdullah’ın diyetini ben ödüyorum. Onun kanı yerde kaldı diyerek toplumun düşmanlık duyguları içinde kalmasını istemiyorum.’ Nihayet hazine develerinden seçilip getirilen yüz deve Abdullah’ın ailesine teslim edilmiş, onlar da böylece diyetlerinin ödendiğini düşünerek olayın etkisinden bir ölçüde kurtulmuşlar, toplumdaki mağdur aile gerginliği de böylece giderilmişti.
Yahudilere kesin kısas yapmaları, hristiyanlara ise affetmeleri emredilmişti. Allah ﷻ, bu ümmetin hükmünü hafifletip, kısas ile diyet arasında muhayyer kılmıştır. Bu bir hafifletme ve rahmettir.
Burada kastedilen haddi aşma, afv ve diyetten sonra katilin öldürülmesidir. Cahiliye zamanındakiler, bir adam başka birini öldürecek olursa kaçıp kendi kavmine sığınırdı. Kavmi de öldürülen tarafa giderek diyet ödemek sûretiyle barışırlardı. Bunun üzerine kaçan katil kendisini güven içinde hissederek evine dönerdi. Fakat maktülün velileri, barıştıkları halde katili öldürüp diyeti geri verirlerdi. İşte âyet-i kerime böyle bir hileyi yasaklamaktadır.
Bundan murad, ‘Katilden başkasını veya daha fazla insanı öldürmek, hakkı olan diyetten fazlasını istemek, kendisine, kısasın mahiyet ve keyfiyeti açıklandıktan sonra haddi aşmak’ da olabilir.
‘Kıyamet gününde insanlar arasında Allah’a karşı en isyankâr olanları şu üç kişidir: Katilinden başkasını öldüren bir adam, Harem sınırları içerisinde öldüren adam ve cahiliye döneminin düşmanlık, kin ve intikamını güden bir adam.’ Hadis-i Şerif
‘Diyeti aldıktan sonra (maktulünün katilini yine de) öldüren kimse ihtiyaçtan kurtulmasın.’ (Hadis-i Şerif) Başka bir rivayette ‘Diyeti aldıktan sonra öldüren bir kimseyi affetmeyeceğim’ buyrulmuştur.
Ebû Mûsâ el-Eşari anlatır: Hz. Peygamber’in ‘Kıyametten önce mutlaka herç vardır’ buyurması üzerine: ‘Ey Allah’ın Resûlü herç nedir?’ diye sordum. ‘Katildir’ cevabını verdi. Bunun üzerine orada bulunan Müslümanlardan bazıları:
‘Ey Allah’ın Resûlü, (bunu belirtmeniz de niye) biz şimdiden bir yılda şu kadar müşrik öldürüyoruz!’ derler. Hz. Peygamber muhatapların yanlış anladıklarını görerek, şu açıklamada bulunur: ‘Benim kastım müşriklerin öldürülmesi değildir. (O gün gelince) birbirinizi öldüreceksiniz, o kadar ki, kişi komşusunu, amca oğlunu ve akrabalarını öldürecek.’ Cemaatten bazıları yine sorar: ‘Ey Allah’ın Resûlü o zaman aklımız başında olduğu halde mi bunu yapacağız?’
Resûlullah ﷺ şu cevabı verir: ‘Hayır bu esnada akıl kalmaz. (Aşırı hırs ve cehalet sebebiyle) o devir insanlarının ekseriyetinin aklı ortadan kalkar. Bu durumda halk içinde ortaya çıkan akıldan mahrum bir ayak takımı öncekilerin yerine geçer.’
˗ Kim yarım kelime ile dahi olsa bir mü’minin öldürülmesine yardım ederse, kıyamet günü alnında ‘Allah’ın rahmetinden mahrumdur’ yazılmış şekilde Allah’ın huzuruna çıkar. İbn Mâce
˗ Allah katında dünyanın yok olması, bir mü’minin haksız yere öldürülmesinden daha hafiftir. Nesâî, Tirmizî
Allah katilde size kısası farz kıldı. Kendi zatına da, kendi katiline de rahmet yazdı. ‘Kim beni severse onu öldürürüm, onun diyeti ben olurum.’
‣ Bu âyet, Resûlullah’dan ﷺ önceki uygulanan hükümleri silmiştir. Çünkü kısas hususunda yahudiler sadece öldürmeyi, hristiyanlar da sadece diyet alıp affı gerekli görüyorlardı.
Müşrikler ise bazen öldürmeyi, bazen de diyeti gerekli görür, fakat her iki hususta da haddi aşarlardı.
Birbirine düşman iki kabile, savaşa hazırlanırken, bir kabilenin kölesi diğer kabilenin bir kölesini öldürdüğünde, kölesi öldürülen kabile, diğerlerinden daha şerefli ve üstün olduğunu göstermek için ‘Kölemizin karşılığında onlardan bir hür kişi öldürürüz’ derdi. Veya bir kadın, diğer kabileden bir kadını öldürünce, katledilen kadının kabilesi, ‘öldürülen kadınımız karşılığında ancak bir hür erkek öldürürüz’ derlerdi. Yaralananlara karşılık da, karşı tarafa fazla yara açarak kısas yapar, çoğu kez, bu kadarla da kalmazlardı. İşte bu nedenle “Hür hür ile, köle köle ile, dişi dişi ile kısas olunur” âyeti nazil oldu.
‣ Rivâyete göre; sıradan birisi, eşraftan birisini öldürdüğü zaman, katilin akrabaları maktülün babasının yanında toplanıp ‘Ne istersin?’ diye sorarlardı. O da, ‘Üç şeyden birini’ der, onlar da ‘üç şey nedir?’ derlerdi. Maktülün babası şu cevabı verirdi: ‘Ya çocuğumu diriltirsiniz veya göğün yıldızlarıyla evimi doldurursunuz, veyahut da bana, öldürmem için bütün kavminizi verirsiniz. Bunun dışında bir diyet kabul edeceğimi sanmıyorum.’
Diyet hususunda da, çoğu kez şerefli olanın diyetini, şerefli sayılmayan kimsenin diyetinin birkaç katı sayarak haddi aşarlardı. Allah adil olmaları için bu âyeti indirmiştir. Kurayza ve Nadir kabileleri, aynı kitaba (Tevrat’a) inanmalarına rağmen, Araplar gibi bu hususta haddi aşıyorlardı. ‣ Âyet, Hz. Hamza (r.a)’nın şehid edilmesi hâdisesi üzerine nazil olmuştur.
الْحُرُّ بِالْحُرِّ Sizin katlinizde misli misli ile kısas, benim katlimde misillerden misil vardır. Benim kısasım sizinkilere benzemez. Sizin kısasınızla adam ölür ve fenaya gider. Benim kısasım ise iki cihanda hayat verir ve cinlerin, insanların Rabbinde bekaya eriştirir.
فَمَنْ عُفِيَ لَهُ مِنْ أَخِيهِ شَيْءٌ Yani ‘kime hayırlı ve seçkin kimselerden bir bela gelirse’ demektir. O bela ki enbiya ve evliyaya yazılmıştır. O ihsanının mârifetlerinden bir mârifettir. Nimet ihsanlarından bir ihsandır. Kula Allah’a ihsanından dolayı şükrünü eda etmesi vâcib olur.
“İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?” (Rahman, 60) Amellerle beraber olan bela nimete delalet eder. Şiddet rahatlığın bedelidir.
...ذَٰلِكَ تَخْفِيفٌ مِنْ رَبِّكُمْ Vefa cefaya bürünmüştür. İlka (kavuşmak) hayayı celbeder.
فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ Zira nankörlük başlı başına azap ve kendi kazdığı kuyuya düşmektir.
• Burada فى harf-i ceri istiare-i tebaiye ifade eder. Yani öldürülenler, insanı kuşatan bir mekana benzetilmiş. Bu istiare, katletmenin toplumdaki derin izlerine işaret etmektedir. Haksız yere işlenen bir cinayet, bir girdap gibi derinleşir. Toplumun tamamını yutacak kadar giriftleşir. Arkası gelmeyen kan davaları, fâili meçhul cinayetler, büyüğünden küçüğüne, gencinden yaşlısına herkesi içine çeken bir bataklığa dönüşür.
• عَذَابٌ أَلِيمٌ sıfat tamlaması, أَلِيمٌ sıfat-ı müşebbehesi ile, adeta azabın acı çektiğini ifade eder. Öyle şiddetli bir azab ki; kendisi dahi acı çekiyor. Bu da mübalağanın iğrak kısmıdır. (Aklen mümkün, adeten mümkün değil.)
179- Ey kamil akıl sahipleri, kısasta sizin için hayır vardır. Ola ki bu sûretle öldürmekten sakınırsınız.
Kısasta hayat olduğunu akıl sahiplerine bildiren Allah ﷻ, kullarını takvaya, günahtan, haramdan, zulümden sakınmaya davet ediyor.
İslâm ceza kanunlarına göre üç cinayete ölüm cezası verilir:
1- Dininden dönen mürted
2- Evliyken zina eden
3- Adam öldüren
Bu suçların hepsi de insanın haysiyetini, değerini, onurunu, sevgisini yok eden cinstendir. Bu erdemlerden yoksun olan insan için zaten yerin altı üstünden hayırlıdır. Kısasta hayat vardır. Katil öldürülerek cezasını ödediğinden ebedi hayatını kurtararak, maktül mazlum olarak gittiğinden ebedi hayata ulaşarak, diğer insanlar da idam cezası korkusuyla adam öldürmekten vazgeçmekle hayata kavuşmuştur.
‣ Bir kişiyi öldüren kimse, ceza görmeden dolaşırsa, fitnenin yayılmasına, can emniyetinin ortadan kalkmasına ve intikam duygusuyla kan akıtılmasına sebep olur. Çünkü kan akıtana karşı düşmanlık, insan fıtratında mevcuttur. Kalblerdeki kin, husumet ve düşmanlığın ortadan kalkması için İslâm, kısas hükmünü va’z etmiştir.
‣ Kısas, birisini öldürmeyi düşünen kimse için bir hayattır. Çünkü öldüreceği insanın hayatına karşılık kendi hayatından olacağından kesinlikle emin olan kimse, adam öldürmeye kalkışmadan önce düşünür, ‘Bu işi yapayım mı, yapmayayım mı?’ diye tereddüt eder ve vazgeçer. Dolayısıyla o da öldürülmez, hayatta kalmış olur.
‣ Katil; kendisine kısas tatbik edilince, cezasını dünyada çektiği için cennete gidecektir. Eğer kısas uygulanmasaydı, o haliyle cehenneme gidecekti; halbuki İslâm cehenneme hayat demez.
‣ Kısas, öldürülmesi istenen kimse için de bir hayattır. Çünkü onu öldürmek isteyen kimse kısastan korkar ve öldürmekten vazgeçer.
‣ Kısas, bu ikisi dışında kalan kimseler için de bir hayattır. Çünkü kısas sayesinde, öldürmeyi düşünen ve öldürülecek kişi hayatta kalır, onlara yardımcı olacak kimseler de hayatta kalacaktır. Çünkü öldürme ile meydana gelen fitne büyür, bir grup insanın öldürülmesine kadar varır. Kısas sayesinde herkes hayatta kalmış olur.
‣ Kısas, maktülün ailesinin ve akrabalarının yaralarını iyileştirmesi, gönüllerindeki kin ve intikam özlemini dindirmesi, içlerini rahatlatması bakımından da manen bir hayattır.
‣ Kısas, yaralamalar hakkında da söz konusudur. Düşmanı yaraladığında kendisine kısas uygulanacağını bilen, bu işten vazgeçer. Böylece her ikisi de hayatta kalır. Çünkü yaralanan da, yaraladığı için kısas uygulanan kimse de ölebilir. Baştaki, yüzdeki veya alındaki yaralar da böyledir.
‣ Daha genel anlamda da ‘Kısasta hayat vardır.’ Çünkü bir ferdin yaşama hakkına karşı düzenlenen saldırı, aslında hayatın tümüne karşı, hayattaki bütün insanlara karşı girişilmiş bir saldırıdır. Kısas, caniyi bir tek cana kıymaktan caydırmış ise de, aslında onu hayatın bütününe saldırmaktan alıkoymuştur. Sadece bir ferdin, ailenin ya da toplumun hayatı değil, bizzat hayatın kendisi, özü kurtulmuştur.
Peygamberimiz ﷺ ve Raşid Halifeler döneminde hadd cezasının uygulanmasını gerektiren ağır suçların seyrek olması, kısasın caydırıcı etkisindendir. O dönemlerde işlenen tek-tük suçlar da suçluların itirafı ile ortaya çıkmıştı. Çünkü o dönemlerde Allah korkusu vardı. Bu Allah korkusu vicdanların derinliklerinde ve kalplerin en saklı köşelerinde uyanık bir bekçi gibi nöbet tutarak insanları ceza alanlarından uzak tutuyordu. Şeriat düzeni bütün etkinliği ile yürürlükte idi. Sosyal kurumlar ile yasal düzenlemeler, yönetmeliklerle ibadetler arasında tam bir koordinasyon vardı. Bu faktörlerin tümü, ortak bir uyum içinde, düşüncesi, duygu dünyası sağlıklı, davranışları, hareketleri temiz bir toplum oluşturmak için işliyordu. Çünkü bu toplum ilk mahkemesini, yargılamasını vicdanların içinde gerçekleştiriyordu.
Hatta kimi zaman bir insan yoldan çıkıp, hiç kimsenin görmediği ve kanun elinin uzanamadığı yerlerde suç işlediği zaman, bu, iman sahibi için yakıcı bir iç azabına ve korkutucu bir hayale dönüşürdü. Bu kimse suçunu itiraf ederek, bu ağır cezayı Allah’ın gazabına uğramaktan ve ahirette cezadan kurtulmanın bedeli kabul ederek çekmedikçe huzur bulamazdı.
‣ ‘Kısas’ kelimesinin ‘Kur’ân’ manasına geldiği de söylenmiştir. Yani ‘Kur’ân’da sizin kalbleriniz için bir hayat vardır’ demektir.
Bir cinayette ‘Ne yapalım, bir kaza olmuş, adam ölmüş. Katili öldürmek öleni geri getirmez, bir başka insan daha ölmesin’ gibi düşüncelerle zalimi himaye etmek, acınacak kişiye acımayıp, acınmayacak kişiye acımaktır. Bu ise aklın hilafına bir hareket olduğundan Cenâb-ı Hakk kısastaki faydaları düşünmeyi akıl sahiplerine havale etmiştir.
Bu âyetin hükmü uygulanmadığında, hapishaneler katillerle dolmakta, millet de hapishanelerdeki bu insanların masraflarını cebinden ödediği vergilerle karşılamaktadır. Ayrıca bu mahkumların ne ailelerine ne de millete bir faydaları yoktur. Atıl bir halde hapishane köşelerinde ömür tüketmektedirler. Üstelik katiller bu hapis esnasında ibret alıp pişman olmak şöyle dursun, çoğu kendi gibi suçlulardan cinayetin her yolunu, türlü türlü suç nevilerini öğrenmektedir. Gününü tamamlayıp çıktığında ise öncekinden daha fenasını işleyerek hapse geri döner.
Hz. Ömer bir hutbesinde şöyle dedi: ‘Dikkat edin, her kime başındaki emir zulmedecek olursa, bunu bana ulaştırsın. Ben onun kısasını ona zulmedene uygulayacağım.’
Bunun üzerine Amr b. el-Âs ayağa kalkıp şöyle der: ‘Ey mü’minlerin emiri! Bizden herhangi bir adam raiyesinden bir kimseyi tedib edecek olursa yine o kimse adına o valiye kısas uygulayacak mısın?’ Hz. Ömer: ‘Nasıl olur da onun kısas hakkını haksızlık edene uygulamam? Resûlullah ﷺ’ın kendisine kısas uyguladığını görmüş bulunuyorum’ der.
Yine Hz. Ömer bir başka hutbesinde şunları söyledi: ‘Ben valilerimi sizi dövsünler, mallarınızı alsınlar diye göndermiyorum. Her kime böyle bir uygulama yapılırsa onu bana ulaştırsın ben onun kısasını o kimseye uygularım.’
İnsan ve cinlerin Kur’ân’ın mislini getirmek şöyle dursun, bir âyetinin benzerini getirmekten aciz olduğunu bu âyet-i kerimeden anlayabiliriz. Bu âyet-i kerime Kur’ân icazının (az sözle çok mana ifade etme) mucizevi bir örneğidir. Beyan ilmi alimleri, dildeki bütün manaları toplama bakımından vecizlikte bu âyetin en yüksek bir dereceye ulaştığında ittifak etmişlerdir.
Allah ﷻ Kur’ân’ın bu en belagatlı ve en veciz âyetinde, hikmetini, belagatın en yüksek üslubuyla beyan etmiştir. Bir zıt kelime, kendi zıddı olan diğer bir kelimenin yerine geçerek onun anlamını ifade etmiştir. Âyetteki, ‘hayat’ kelimesi, ‘imatet (öldürme)’ kelimesi yerine kullanılmıştır.
Araplar bu manayı değişik lafızlarla söylemişlerdir. Mesela;
‘قَتْلُ الْبَعْضِ اِحْيَاءٌ لِلْجَمْعِ / Bir kişinin öldürülmesi, toplumun ihya edilmesidir’ ‘القَتْلُ اَنْفٰى لِلْقَتْلِ / Adam öldürmeyi en iyi biçimde yine öldürme yok eder’ gibi. Kur’ân’ın ifadesi ise bundan daha fasihtir:
1- وَلكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَياَةٌ âyeti, bütün bu ifadelerden daha kısadır.
2- Âyette taleb edilen hayat üzerine açıkça delalet varır. القتل انفى للقتل sözünde kapalılık vardır.
3- الْقِصَاصِ kelimesinin marife, حَياَةٌ kelimesinin nekre gelmesi, kısasta büyük bir hayat olduğunu bildirir. Yani bir kimseye kısas uygulaması büyük bir cemaati ölümden men eder.
4- Tenvin, nevi manasına gelir ki, maktül için bir emniyet (bir nevi hayat), katil için de katillikten el çekmekle bir nevi hayat vardır. Arabın sözünde bu manalar mevcut değildir.
5- Âyet-i kerimede tekrar yoktur.
6- Âyet-i kerime mahzuf takdirinden müstağnidir. Arabın sözü ise mahzuflarla doludur.
7- Âyet-i kerimede ‘kısas’ (ölüm manasını ifade etmekte), ‘hayat’ kelimesiyle aralarında tezat tekabülü (tibak) vardır.
8- القتل انفى للقتل sözü, sadece katillikten vazgeçmeyi ifade eder. Âyet ise öldürmek, yaralamak ve bunların dışındaki benzer şeylerden vazgeçmeyi ifade eder.
Kur’ân-ı Kerim’in eşsiz özelliklerinden biri de tenafur-u huruftan uzak olmasıdır. Tenafur-u huruf, bir kelimede dile ağırlık veren harflerin bir araya gelmesidir. Bu mahzurdan beri olmak için Allahu Teâlâ bazı kelimelerin müfredini, bazılarının da cemisini getirmiştir. Eğer bir kelimenin müfredinin kullanılması gerekiyorsa fakat fasih değilse eş anlamlı fakat fasih olan başka kelime tercih edilir.
‘Lübb’ kelimesi de böyledir. Kur’ân’da sadece çoğul olarak geçer. Müfredinin gelmesi gerekiyorsa ‘Kalb’ kelimesi kullanılır. Çünkü ‘Lam’ harfi ile ‘Be’ harfinin birleşmesi dile ağırlık verir.
‘Lübb’ öz, katıksız akıldır ki sağduyu manasına gelir. Lübb aklın özüdür. Bu nedenle her lübb akıldır ama her akıl lübb değildir.
‘Ulü’l elbab’, evham şaibesinden arınmış akıl sahipleri demektir.
Elbab, lübler demektir. Lübb ise Allah’ın hazineleri demektir.
Ulü’l elbab Âli İmran 191. âyette tarif edilmiştir: “O Ulü’l elbab kullarım, otururken de, ayaktayken de, yatarken de Allah’ı zikrederler.”
Ulü’l elbabın özellikleri:
˗ Allah’a verdikleri sözü yerine getirirler.
˗ Allah’ın hukukuna riayet ederler.
˗ Allah’tan korkar, gazabından sakınırlar.
˗ Hesaptan korkar, nefislerini hesaba çekerler.
˗ Rabblerinin rızâ ve cemaline ermek için sabrederler.
˗ Namazı ikame ederler.
˗ Kendilerine verilen nasipten gizli açık infak ederler.
˗ Kötülüğü iyilikle def ederler.
Bir âlimin ölümü karşısında içten duyduğu üzüntüyle göz yaşı akıtan her mü’mine Allah bin âlim ve bin şehid derecesinde sevap yazar. Hadîs-i Şerîf
‘Umulur ki sizler kısas korkusu ile bizzat öldürülmekten korkup sakınırsınız’ manasındadır. Âyette takvanın herhangi bir çeşidi için tahsis olmadığından, bu takva her bakımdan sakınıp, müttaki olma anlamına da gelir. Allahu Teâlâ, günahlardan kaçınmak ve onlardan vazgeçmekle cehennemden sakınsınlar diye kullarına kısas ve benzeri güç emirleri farz kılmıştır.
وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ يَا أُولِي الْأَلْبَابِ Hakkın celal tecellisinin sıdk kılıcıyla katl olan varlığında fani olur. Ona kısasta hakiki hayat vardır. Vücudu telef edince hakiki hayat onun yerine halef olur. Baki oluşla hayat tamamlanır. Bu akıl sahiplerine tahsis edilmiştir.
لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ Allahu Teâlâ’nın birlik celali ve daima seyredilen cemalini müşahede sırasında insani beden kabuğundan sıyrılarak varlık şirkinden sakının ki ruh-i rabbani ile inşa edilip kuvvetlenesiniz. “İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücadele, 22)
وَلكَُمْ فِي الْقِصَاصِ حَياَةٌ ياَ أوُلِي الألَْباَبِ Ruh insan kabuğunun özüdür. “Biz ona güzel bir yaşayışla hayat vereceğiz.” (Nahl, 97) Sizin varisiniz biziz. Allah sizden halef olduğu zaman o baki halef sizin için selefte olandan hayırlıdır.
• تخَْفِيفٌ kelimesi, azaltma, daha önce haram olan şeyin mubah kılınması anlamında istiare edilmiştir. Yahudilere verilen mutlak kısas, Hristiyanlara verilen ise mutlak affetmeleriydi, seçme hakları yoktu. Ancak Müslümanlara seçenek sunuldu ve buna ‘Hafifletme’ dendi. Demek ki; tek bir şeye mecbur kılınmak insan fıtratına zor gelen, nefsin ağırına giden bir uygulama. Nasıl ki sırtından yükü alınan bir insan rahatlar, canının acısı azalır, kendisine birkaç seçenek sunulup serbestlik verilen insan da rahatlık hisseder. Daha az canı yanar.
Allahu Teâlâ kullarına verdiği emirlerde, o devrin insanına göre hüküm vermektedir. Kulu nasıl yapabilecekse o şekilde mükellef kılmış, gerekirse hükmü hafifletmiştir.
Yine bu hafiflik, delalet-i tazammuniyesi ile Allahu Teâlâ’nın rahmetini göstermektedir. En zor konuda bile hafifleterek emir vermiştir.
• فِي الْقِصَاصِ حَياَةٌ ifadesinde فِي harf-i ceri istiare olarak gelmiştir. Kısas konusunun derinliğine işaret eder. Ayrıca bir mekan gibi kapladığını düşünürsek, kısas konusunun içine iyice girilirse bu hayata ulaşılacağını anlarız. Yani sadece okuyup geçmekle, yüzeysel, üstten bir bakışla değil, derinlemesine incelendiğinde ta en diplerinde kısasta hakiki bir hayatın olduğunu görebiliriz.
• Kısas’ın hayat için zarf kılınması mübalağa ifade eder. Bir şey, kendi zıddının membaı kılınmıştır.
• الْقِصَاصِ kelimesinin harf-i tarifle, حَياَةٌ kelimesinin de nekre zikredilmesi kısasta anlatılamayacak kadar çok ve çeşitli faydaların olduğuna delalet eder.
180- Birinize ölüm yaklaştığı vakit eğer mal bırakacaksa, ana ve babasına, yakın akrabasına uygun bir şekilde vasiyette bulunması, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara bir borç olarak size farz kılındı.
Miras taksimini bizzat Cenâb-ı Hakk yapmış, kimsenin insiyatifine bırakmamış. Çünkü miras taksimi cahiliyede istismar edilmiş. Halende gayri Müslimler istismar etmeye devam ediyor. Önceden miras ölenin vasiyetine göre taksim edildiği için vasiyet etmek farzdı. Bu âyet onu gösteriyor. Fakat miras taksim âyetleriyle bu âyetin hükmü nesh olundu.
Ancak kişi malından hayır yapmayı murad ediyorsa, malının üçte birini vasiyet edebilir. Veya bir hakkı müstehakkına verilmesini isterse üzerinde bir borç varsa bunun yazılması gerekir. Böylece bilinmeyen hakların ödenmesi sağlanır. Allah ﷻ korkusu taşıyan her mü’minin üzerindeki hakkı veya borcu yazılı, şahitli vasiyet bırakması bir hukukullahtır, bir hukuku ibaddır. Asla ihmal edilmemesi gerekir.
Allahu Teâlâ önceki âyette kısas halinde öldürmeyi ve diyeti söz konusu ettikten sonra, vasiyete dikkat çekmekte ve bunun da kullarına farz kıldıkları cümlesinden olduğunu beyan etmektedir ki; herkes buna dikkat etsin, ansızın ölüm gelip çatmadan önce vasiyette bulunsun ve böylelikle vasiyetsiz olarak ölmesin.
Bu sözden maksad bizzat ölümü müşahede etmek değildir. O vakitte kişi vasiyet edemez. Maksad; ya ölüm emarelerinin görünmeye başlamasıdır. (Sebebe isnad) Ya da, ‘size sapasağlam olduğunuz halde, ‘Bize ölüm gelip çattığında şöyle şöyle yapın’ diyerek vasiyette bulunmanız farz kılındı’ manasıdır.
‘Hayır’ kelimesi; şerrin zıddıdır. Lügatta; üstün kılmak, en iyi, en güzel, arzulanan, iman, iyilik, akıbet, sevap, fayda, ıslah, yardım, değer, akıl, adalet, imkan, mal, mülk, refah dolu zenginlik demektir.
‘Hayır’ masdardır, ancak ismi fâil, ismi tafdil ve sıfatı müşebbehe olarak da değerlendirilir.
Hayır, kendisinden istifade edilen şeydir. Burada hayır’dan murad maldır. Mal harcandığı zaman kendisi hayır olduğu için bu ismi almıştır. (Kevn-i lahık)
Kur’ân’ın tümünde ‘hayır’ kelimesiyle mal kastedilmektedir. Mücahid
Çok mal gibi az mal da hayırdır. Harcanan malın hayır olabilmesi için, kaynağının helal olması gerekir. Ayrıca hak ve hayır yolunda harcanmadıkça, mala hayır denemez.
Malı Allah verir
Abbâsi Halifesi Mansur, Hz. Ebû Bekr’in torunu Abdurrahman b. Kasım’a ‘Bana nasihat et’ dedi. O da şöyle dedi:
‘Ömer b. Abdülaziz vefat ettiğinde ardında on bir evlat ve on yedi dinar para bırakmıştı. Beş dinar ile kefenlendi,
iki dinar ile kabir yeri satın alındı. Kalan paradan da evladının her birine on dokuzar dirhem düştü.
Hişam b. Abdülmelik de öldüğünde on bir evlat bıraktı, her birine bir milyon dirhem miras bırakmıştı.
Daha sonra ben Abdülaziz’in evladından bazılarının günde yüz atlıyı kuşandırıp Allah yolunda cihada gittiklerini gördüm.
Hişam’ın evladından da dilenenleri gördüm.’
✽ ✽ ✽
Araplar, övünç ve şeref kazanmak için uzak akrabalara vasiyet ediyor, yakın akrabalarını fakirlik içinde bırakıyorlardı. Allah ﷻ, insanları daha önce alışkanlık haline getirdikleri bu durumdan men etmek için, İslâm’ın
ilk yıllarında bu kimseler hakkında vasiyette bulunmayı vâcib kılmıştı.
Ya da; bu âyette anlatılan vasiyet konusu, Nisâ sûresinde gelen miras âyetinin nüzûlünden önce geçerliydi. Miras âyetinin gelmesinden önce ölen kişi ana, baba ve yakın akrabalarına bir şeyler vasiyet etme durumundaydı. Cenâb-ı Allah bununla vasiyet edecek kimseye muhayyerlik
vermiş ve malını ana babasıyla yakınlarından başkalarına bırakma hususunda haddi aşmamakla onu mükellef kılmıştır.
Ama Nisâ sûresindeki miras âyeti geldikten sonra bu âyet nesih olmuştur. Artık ölenin, varislerine bir şeyler vasiyet etmesine gerek kalmamıştır, çünkü miras âyetiyle hangi varisin, ne kadar alacağı belirtilmiştir. Allah Resûlü Veda Hutbesinde şöyle buyurmuştur:
‘Muhakkak biliniz ki Cenâb-ı Hakk her bir hak sahibine hakkını vermiştir. Artık bundan sonra varise vasiyet yoktur (vasiyet edilmez).’
‘Diğer varisler izin verip razı olmadıkça hiçbir varis için vasiyet caiz olmaz.’
˗ Ya evlattır.
˗ Ya ana baba dışındaki yakın akrabalardır.
˗ Ya varis olsun olmasın, bütün akrabalardır.
˗ Ya da ölen kimsenin akrabasında, varis olmayan erkeklerdir. Varis olanlar, bu ifadenin dışında kalırlar.
Maruf, Arapça’da ‘aklın ve dinin hoş gördüğü şey, ihsan, iyilik’ anlamına gelir. Kökü; bilmek, idare etmek, tanımak manasındaki ‘arefe’dir.
‘Örf’ kelimesiyle aynı kökten olup ‘örf olan şey’ demektir. Kur’ân’da otuza yakın yerde kullanılmıştır. Çoğunda da harfi tarifle ‘el maruf’ şeklindedir.
Maruf, insanların, vasiyette bulunan kişinin haline uygun olarak olumsuz karşılamadığı, reddetmediği şekildir.
‣ بِالْمَعْرُوفِ ile murad; vasiyet edilecek şeyin miktarı olabilir. Çokça olan malına nisbetle az olmaması, mirasçılara zarar verecek kadar da çok olmamasıdır. Yani üçte birden fazlasını vasiyet etmeyerek, demektir.
‣ Veya ‘Maruf’ ile murad; vasiyet edilecek akrabaları vasiyet edilmeyeceklerden ayırmak da olabilir. ‘Zengine üstünlük tanımayarak adaletli bir şekilde’ demektir. Fakiri mahrum bırakıp, zengine vasiyet ederse bu iş ‘maruf’ olmaz.
‣ Eğer akrabalar arasında fark gözetecekse, bunu güzellikle ve dine muvafık biçimde yapmalı; eşit muamele edecekse, herkese aynı miktarda vermeli, birisini vasiyetten mahrum bırakacaksa, diğerlerine de aynı şekilde muamele etmelidir.
‣ Zaruret söz konusu olmadıkça vasiyette farklılığa yönelmemelidir. Meselâ, kazanmaktan yana aciz olmak yahut ilimle uğraşmak veya küçüklük bu konuda ayrıcalık için bir sebep olabilir. Ancak adaletsizlik, mirasçılar arasında kin, buğz ve anlaşmazlığa sebep olur.
‣ Eğer, üzerinde o kadar büyük hakları olmasına rağmen, ana baba ile amca oğullarını vasiyette denk tutarsa veya kardeşi varken uzak dedenin oğullarına vasiyet ederse, yaptığı bu şey maruf olmaz.
‣ Anne ve baba kâfir olsalar dahi, çocuğu onların kalplerini İslâm’a ısındırabilmek için vasiyette bulunabilir.
Vasiyet; emretmek, bir işi birine ısmarlamak demektir. Fıkhi olarak vasiyet; bir kişinin ölümle ortadan kaybolması halinde başkalarından kendisi adına bir şeyler yapmasını istemektir. Veya vasiyet; öldükten sonra malına birini mâlik kılmak, öldükten sonra malında birilerine tasarruf yetkisi vermek, havale etmek demektir.
Vasiyetler dini açıdan beş kısımdır:
1- Vacip vasiyetler, bir müslümanın hayatta iken ödemesi gereken ama ödeyemediği borçları ve başkasına ait hakları. Bu borçlar Allah hakkında taalluk edebileceği gibi kul hakkında da olabilir. Ödenmesi veya sahiplerine verilmesi için vasiyet etmesi vâciptir.
‘Hakkında vasiyette bulunacağı bir şeyleri bulunan müslüman bir kimsenin, vasiyeti yanında yazılı olmaksızın iki gece geçirmesi hakka uygun bir davranış değildir.’ Hadîs-i Şerîf
İbni Ömer der ki: ‘Ben Resûlullah’ın ﷺ bu sözü buyurduğunu işittiğimden beri vasiyetim yanımda olmaksızın üzerimden bir gece dahi geçmemiştir.’
2- Hali vakti yerinde olan kişinin, varis olmayan akrabalarına, yoksullara ve hayır kurumlarına vasiyette bulunması müstehaptır.
3- Akrabalardan veya yabancılardan zengin olanlar için vasiyette bulunmak mubahtır.
4- Fakir varisi olanların, mallarını vasiyet etmeleri ittifakla mekruhtur. Ayrıca Hanefilere göre kim olursa olsun fısku fücur ehline vasiyette bulunmak da tahrimen mekruhtur.
Sahabeden Hz. Sa’d Resûlullah’a ﷺ gelerek; ‘Yâ Resûlallah malımın üçte ikisini vasiyet edeyim mi?’ diye sordu. Allah Resûlü, ‘Hayır’ buyurdu. Bu defa Sa’d, ‘O halde yarısını vasiyet edeyim mi?’ deyince Resûlullah ﷺ yine ‘Hayır’ buyurdu. ‘Peki üçte birine ne dersin ey Allah’ın Resûlü?’ diye sorunca Efendimiz şu cevabı verdi:
‘Evet üçte birini, ama o da fazladır. Senin varislerini varlıklı bırakman, onları başkalarına avuç açar bırakmandan daha hayırlıdır.’
5- Haram bir işin yapılması için vasiyette bulunulması ittifakla haramdır. Mesela bir müslümanın kilise yapılmasını vasiyet etmesi.
‘Şüphe yok ki bir erkek yahut bir kadın altmış yıl süre ile Allah’a itaat üzere amel eder. Sonra ölüm gelip onlara çatar, yaptıkları vasiyetlerinde (insanlara) zarar verirler. Bu sefer cehennem onlar için hak olur.’ Hadis-i Şerif
حَقًّا عَلىَ الْمُتقَِّينَ sözü vasiyetin vâcib oluşunu tekid eder. حَقًّا tekid ifade eden meful-ü mutlaktır. Yani حَقَّ ذالك حَقًّا / Bu, tam manasıyla hak oldu, demektir.
Manası, “Bu vasiyet takvayı benimseyen, onu kendisine yol edinen kimseye gereklidir’ şeklindedir. Müttakilerden murad, en küçük manası olan şirkten sakınan mü’minlerdir. Yoksa vasiyet mü’minler içinden yalnız müttakilere mahsus bir şey değildir.
Bu ifade, vâcib olan işlerin ve mükellefiyetlerin hem müttakiler hem de diğer insanlar hakkında umumî olduğuna delâlet eder.
Ağyara mal ile vasiyet farzdır. Evliyaya hal vasiyeti farzdır. Zengin ömrünün sonunda vasiyet eder. Evliya baştaki bütün hallerinden sıyrılarak vasiyeti gerçekleştirir.
إِذَا حَضَرَ أحَدَكُمُ الْمَوْتُ Resûlün ﷺ ‘Ölümden önce ölünüz’ kavlinde olduğu gibi. Bir kimsenin kalbi Allah ile beraber olur, tabi hayvani sıfatlardan iradesiyle nefsini öldürürse veya dünyevi uhrevi hayır ve şer menşelerini terk ederse ona vasiyet gerekir.
لِلْوَالِدَيْنِ Âyetteki ana baba ruh-i ulvi ile beden-i süflidir. Zira nefis ikisinin izdivacından tevellüd eder.
وَالأقْرَبِينَ Bu akrabalar, kalp, sır ve beşeri mütevelliyatın terkinin neticesidir. Diğer meşrebler terk edilirse baki ruhani meşrepler zuhur eder. Cismani meşrepler fanidir.
بِالْمَعْرُوفِ İsrafsız, itidalde harcamak gerekir. Çünkü israf harcaması farz olanı terk edip şehvet uğrunda malı itlaftır.
Amellerin gösteriş ve adet üzere yapılması da harcamaktır. Oysa Efendimiz ﷺ ‘Ben adetleri kaldırmak üzere gönderildim’ ve ‘Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim’ buyurdu. Mekarimi ahlâk (güzel ahlâk) hak meşreplerden bir meşreb, Hak mezheplerden bir mezhep edinmektir.
حَقاًّ عَلَى الْمُتَّقِينَؕ Yani zikrettiğimiz tavsiyeleri yerine getirmek müttakiye haktır, vâciptir. Yerine getirmemek şirki hafidir. Bunun için ‘müttakin’ buyurdu ‘müslimun, mü’minun’ buyurmadı. Çünkü onlar zahir ehlidir. Müttakin batın ehlidir. Efendimiz ﷺ sadrını işaret ederek; ‘Takva buradadır’ buyurmuştur.
Bil ki Kur’ân zahir ehline indiği gibi batın ehline de inmiştir.
Bu âyetteki vasiyet hükmü nesholunduğu gibi, zahir hükümler de nesholur. Ama batıni hüküm ve hakikatlar ebediyyen nesih olmaz. Meani ehli ‘Kur’ân’da hiçbir şey nesholunmamıştır’ derken bunu kasdetmişlerdir.
Batıni hükümlere nesh girmemiştir. Ebedi olarak mevizelerinden hüküm, esrar ve hakikatlarıyla amel olunur. ‘Müttakiler üzerine haktır’ kavlinde olduğu gibi. Sizin hakkınızda manevi vasiyet hükmü ebediyyen mensuh olmamıştır.
✽ اِنْ تَرَكَ خَيْرًا cümlesinde تَرَكَ fiilinin mazi gelmesi, gelecekte olanı yakınlaştırmak içindir.
✽ Mala hayır denmesi, kevn-i lahıktır. Çünkü mal harcayınca hayra dönüşecektir.
✽ Yine mala hayır denmesi, müşakale de olur. Çünkü mal biz insanlara göre hayırdır. Eğer ölen salih biriyse, mal kendisi için hayırdır. Çocuklar babaları adına hayır yapar. Ama salih değilse mal sadece mirasçılar için hayır olur. Tevcih sanatı
✽ ‘Ölümün gelmesi’ isnadı mecazidir. Aslı ‘Allah ﷻ size ölümü getirdiği zaman’ şeklindedir. Mefule isnad yapılmıştır.
✽ Veya ‘Ölüm meleği size geldiği zaman’ demektir. Ölüp gelip gitmez, masdardır. Mecazı mürselden müsebbep söylenmiş, sebep kastedilmiştir.
181- Artık kim bunu işittikten sonra değiştirirse, vebali değiştirenlere aittir. Şüphesiz ki Allah, her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.
Vasiyet edilen kimse işittikten sonra değiştirirse vebali onun üzerinedir. İnsanoğlu cehlinden ve hırsından mala mülke öylesine bağlanmış ki alacağı üç kuruş için hayatta olanı kandırdığı gibi ölmüş kimsenin vasiyetini değiştirebiliyor. Yalanla imanın bir arada barınmayacağını bile bile nefsi emmarenin, şeytani aleyhillanenin tazyikiyle vasiyetleri, vakıfları, sözleşmeleri, emanetleri zayi etme küstahlığında bulunuyor. Kul hakkının, zulmün, ana baba hakkının ahirete gitmeden verileceğini bile bile, örneklerini göre göre bu âdi cürümleri işleyebiliyor. Semî ve Âlim olan Allah’ın ﷻ murakabesini, hesaba çekeceğini, ceza vereceğini düşünmek bile istemiyor.
بَدَّلَ fiili bir şeyi bir şeyin yerine koymaktır. Bu fiil عوض fiilinden daha geneldir. Çünkü عوض bir şeyin yerine bir şey koymaktır. بَدَّلَ ise karşılık olsa da olmasa da bir şeyi değiştirmektir.
Vasiyeti değiştirmek:
˗ Vasiyeti değiştiren ya vasidir; yazıyla ya da hakları taksim ederken değiştirir.
˗ Ya vasiyetin şâhidleridir; şâhidliğini değiştirir veya gizler.
˗ Veyahut da diğer insanlardır; malın vasiyet edilenlere ulaşmasına mâni olarak vasiyeti değiştirmiş olurlar.
˗ Ya da değiştiren, vasiyette bulunanın kendisidir. Allah’ın vasiyet yapılmasını emrettiği kimselere vasiyette bulunmayarak değişiklik yapmaktan nehyedilmiştir.
Bu ifade, değiştiren kimse bunu bile bile yaparsa günah olacağını gösterir. Çünkü o hususta bilgisi olmadan, sırf duymasının bir manası olmaz. Burada duyma, bilme manasındadır. İşitme fiili, anlama ve öğrenmenin mukaddimesidir. (Kevn-i sabık) Veya işitme, anlayıp öğrenmenin sebebidir. (Sebep-müsebbep)
فَاِنَّمَا kelimesi hasr (sadece, ancak) manası ifade eder. اِثْمُهُ ’deki zamir, tebdile (değiştirme fiiline) râcidir. Mana ‘Bu değiştirmenin günahı ancak değiştirene aittir’ şeklindedir.
Kişi, mirasçılarına borcunun ödenmesini emreder, mirasçılar ödemezse ölen insana bu sebeple azab edilmez.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa 1638’de ikinci Viyana Bozgunu müsebbiblerinden addettiği İbrahim Paşa’yı idam ettirmişti.
Doksan yaşındaki İbrahim Paşa idam edilmeden önce, hazır bulunan ümeraya Kara Mustafa Paşa’yı gösterip şöyle vasiyet etti:
‘Bu adam beni haksız yere katlediyor, kanıma giriyor. Yarın ruzi mahşerde iki elimle yakasına yapışacak; kendisinden şikayetçi olacağım.
Lakin size söylemek istediğim bu değildir, şudur; Padişah efendimize söyleyin, Mustafa Paşa’nın canına kıymasın. Görevinde bıraksın.
Zira milletin intikamını kafirlerden ancak bu adam alır. Başka kimse bu işi yapamaz. Mustafa Paşa’nın idamı düşmanlarımızın işini kolaylaştırır!’
✽ ✽ ✽
İhtiyaç sahibi akrabaları varken, yabancılara vasiyet edenin vasisi bu vasiyeti değiştirebilir mi?
˗ Kişi yabancılara vasiyet ederse, bu yabancı malı hak eder.
˗ Vasi bu vasiyeti bozar, akrabalara verir.
˗ Bu vasiyet ya üçte bir, ya da daha fazla olabilir. Eğer vasiyet malın üçte biri olursa, caizdir; değiştirilmez. Hz. Peygamber ﷺ, ‘Üçte birini verin; aslında üçte bir bile çok” buyurmuştur ve böylece üçte birden eksik vermenin mendûb olduğunu ifade etmiştir.
˗ Üçte biri vermek müstehabtır, çünkü bu onun hakkıdır ve daha sevaptır.
˗ Ölünün, varislerin durumları ve kalan malın miktarı nazarı dikkate alınır.
˗ Vasiyetin üçte birden fazla olması hususunda ihtilâf edilmiştir. Kimi, ‘bu ancak varislerin müsaadesi ile mümkündür’ derken, bazıları da, ‘varislerin sözlerinin ancak mal bırakan şahsın ölümünden sonra geçerli olacağını’ söylemiştir.
Yani ‘Allahu Teâlâ vasiyetleri bihakkın duyan ve onları nasıl ise öylece bilen; bu hususta meydana gelecek herhangi bir değişiklik kendisine saklı kalmayan Zât’tır.’
Bu cümle Kur’ân’ı Kerim’de 45 yerde geçer.
بَعْدَ مَا سَمِعَهُ Fuzuliyi terkle kabul kulağıyla işitip, rehbet burnu ile muhabbet gülünü koklayıp amel meşreblerinde vusûl zülalini tattıktan sonra, celal atıfetlerinde şaşırıp Aziz, Melik, Kebir’ül Müteal’in hallerini tağyir ettiler ve keşfedilen hitap ve varidatları perdelediler. Yakın olduktan sonra uzaklaştılar. ‘İslâm geldiği gibi, garib döndü.’
(Her türlü lüzumsuz şeyi terk eden insan hakkı, hakikati tam bir kabul ile dinler, rağbet eden, hevesli, istekli bir burunla, Allah ﷻ sevgisinin gülünü koklar, çeşitli amellerle Rabbine kavuşmanın serinliğini (zülalini) tadar. Aziz, Melik ve Kebir’ül Müteal’in hallerindeki değişikliği müşahede edince, celal ihsanları onu hayrete düşürür. Hitap ile keşfettikleri perdeler onlara kapanır, yakınlaştıktan sonra tekrar uzaklaşırlar. Makam-ı kabe kavseyndeki yayın iki ucunun birleşmesi, yaşlanan insanın çocukluğundaki süt dişlerinin tekrar çıkması gibi.)
فَاِنَّمَا اِثْمُهُ vebali, عَلَى الَّذِينَ يُبَدِّلُونَهُ Yani kalp, ruh, sır üzerine veya tabii insaniyetten çıkıp, ruhanileşme vasiyetini değiştiren herkesin üzerinedir.
اِنَّ اللّٰهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ Allah bu razı olunan vasiyeti duyar. Hakikat nefhasının kokularını teneffüs ettikten sonra niyetleri tabi meşreplere rücu edenleri bilir.
Nefsin bu vasiyet ile tahsis edilmesinin iki manası vardır:
1- Kalp, ruh ve sır indinde nefsi mahsusenin ölüp, Allah ﷻ ile beraber olduğu andaki, hususi vasiyettir. Zira nefsin hayatı ölümünde, ölümü de hayatındadır. Hepsinin hayatı da Allah ile huzurda, ölümleri de Allah’tan uzaklaşma iledir.
Bu sebepten ehli bu’d hakkında Allah şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki sen ölülere işittiremezsin…” (Neml, 80)
Ehli huzur hakkında da “Diri olanı uyarman için...” (Yasin, 70) buyurdu.
Burada emredilen vasiyet, nefsi emmaresi ölmek üzere olan kimseye mahsustur.
2- Nefse ne zaman kalp aynasından huzur nurları aksederse, nefsin zemim, aşağılık, fani, hayvani sıfatları zuhur eder. Ruhani, baki, güzel sıfatların tadını duyar, bunlarla razı ve mutmain olur, Rabbine döner. Nefis kendi sıfatlarında ölür, kendi katında hayır olanı terk eder. Çünkü “Sizin yanınızda olan tükenir, Allah’ın katında olan bakidir” (Nahl, 96) hakikatını bilmiştir.
Asıl vasiyeti insanın nefsi emmaresinin ölümünde hakiki ilim kalemi yazmıştır. Bu vasiyet de ruhun, bedenin, kalbin, sırrın akrabalarına ve çocuklarınadır. Onlar da bu vasiyete tazim ederek kabul ederler. Hadis-i Şerifte ‘Vaiz olarak ölüm yeter’ buyrulmuştur. Lakin kalp, ruh ve sır âlem-i ruhaniden, onların sıfatı da ruh-i hamide ve bakiyedendir. Bu meşrebi terk etmek ve ondan çıkmak cidden zordur.
✽ Âyet-i kerime dal bid delalesiyle korumasız kimselerin haklarını muhafaza etmede daha dikkatli olmaya işaret eder.
✽ بَعْدَ مَا سَمِعَهُ ifadesi de, delalet-i tazammuniyesi ile kasıtla yapılan suçların hata ile yapılan suçlardan daha ağır olduğunu, vebalinin büyüklüğünü gösterir.
✽ اِنَّ اللّٰهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ , lazım; ‘Dediklerinize, düşünce ve hareketlerinize dikkat edin’ melzumdur.
182- Kim vasiyet edenin haksızlığa meylinden veya bir günah işlemesinden korkup da, onların arasını bulursa, ona hiç günah yoktur. Muhakkak ki Allah gafurdur, rahimdir.
Vasiyet edenin hata etmesi veya günah işlemesinden korkan kimsenin (tarafların) arasını düzeltmekte günah yoktur. Vasiyet eden yanlış, haksız bir vasiyette bulunur veya bilmeden bir hata yapacak olursa birilerinin onu ikaz etmesi, uyarması, işi tatlıya bağlaması tavsiye ediliyor.
‘Ben aile arasına girmem, bu bana düşmez, ne yaparsa yapsınlar, benim dahlim günah olur’ diye düşünülmesinin doğru olmadığı bildiriliyor.
Çünkü Hucurat Sûresi, 10. Âyette; “Mü’minler kardeştir, aralarınızı düzeltin” buyruluyor. ‘Demir tavında dövülür’ derler ya. Miras bölünme zamanında yakın, adil, dürüst kimselerin aile içi yanlışlara müdahale etmeleri her iki taraf için de hayırlı olacak. Haktan, doğrudan, taksimi ilâhiden ayrılmamış olmanın huzurunu yaşayacak. Olay o anda kapanacak, arada kin, nefret, suizan, düşmanlık duygusu olmayacak, adi bir dünya menfaati için kardeşler birbirini yemeyecek. Ölen anne babanın ardından bağlar kopmayacak, aile ilişkileri zedelenmeyecek.
Korkudan kasıt şudur: Islâh eden kimse, vasiyet edenin vasiyet ederken bilmeden veya tevil neticesinde haktan sapmaya meylini görür; ya da kasdî olarak müstehak olmayanlara daha çok verip; hak edenin hakkını eksilttiğini ya da hiç vermediğini görür. Bu emareler ortaya çıkınca, vasiyet yerine getirilmeden ıslâh etme işine başlar. Bu ıslah etme, vasiyetteki haksızlık tam yerleşmeden yapılırsa, gayet kolay olur.
Vasiyet eden, vasisi ve şahitler hazır olduğu zaman şöyle der: ‘Ben akrabalarıma değil, uzakta olan yabancılara vasiyet ediyorum; falancanın (hakkı olmadığı halde) payını arttırıyorum veya falancaya (fazla almaya hakkı olduğu halde) noksan veriyorum!’
Bu sözleri dinleyen kimse, hakkında kesin hüküm vermeksizin, onun günah işleyeceğinden korkar. Bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hakk, ıslâhı ilme değil de zan olan korkuya bağlamıştır.
فَمَنْ خَافَ, ‘Kim bilirse’ manasındadır. خوف ile خشية ilim manasına gelebilir. Çünkü korku zandan kaynaklanan bir haldir. İlimle zan arasında benzerlik vardır, birbirlerinin yerinde kullanılır.
Islâh edici; o kimsenin ölümünden sonra bu işi üstlenecek olan bir yönetici, velî, vasî veya ma’rûfu emreden biri olabilir.
Vasiyet edene adaletli davranmasını telkin eder, mirasçılara da vasiyete engel olmamalarını söyler. Mesela, malının üçte birinden fazlasını vasiyet ederse Müslümanların idarecisi bu vasiyetin, terekenin üçte biri için geçerli olduğunu söyler. Böylece kendilerine vasiyet edilenlerle mirasçıların arasını bulur.
Veya ara bulucu, vasiyet edenin mirasçılarından bir kısmını diğerlerinden üstün tuttuğunu görürse, mirasçıların arasını bulmasında bir mahzur yoktur. Mirasçıların terekede belirlenen haklarını kendilerine verilmesini sağlar. Böylece aralarını bulur.
Yine, vasiyet eden, mirasçı olmayan akrabalarına vasiyet ederek mirasçı akrabalarına bir fayda sağlayıp haksızlığa düşebilir. Mesela: kişi, sağ olan oğullarından birinin çocuklarına (torunlarına) mal vasiyet edip, bu şekilde babalarına fazladan mal vermeyi kastedecek olursa haksızlığa düşmüş olur.
Malı az, mirasçıları çoksa malının üçte birinden daha azını vasiyet etmesini söyler. Yine malı çok mirasçıları az olduğu halde malının üçte birinden daha azını, anne babası veya mirasçı olmayan akrabalarına vasiyet etmesi halinde, vasiyetini artırmasını mirasçılara da bunu kabul etmelerini telkin eder.
Vasiyet edenin, vasiyetini bozması caizdir, ölmediği müddetçe, vasiyetinden dönebilir, arttırma-eksiltme yapabilir.
İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre ölüm hastalığına yakalanmış bir kimsenin malındaki tasarrufları hacr altına alınır (kısıtlanır). O bakımdan vasiyetleri ve teberruları geçerli olmaz.
Âyet neshedilmeden önce haktan sapmak ve günaha girmek; fazlalık yapmak, eksiltmek, hak sahibine hakkını vermemek şeklinde olur, bunun ıslahı da, her hak sahibine hakkını vermekle gerçekleşir.
Âyet neshedildikten sonra ise haktan sapma ve günaha girmeden kasıt, değişik şekillerde olabilir. Meselâ, hastanın bir ikrarı yahut da bir anlaşması ile malının vârislere ulaşmaması yolunda çaba sarf etmesi, malının üçte birinden fazlasını vasiyet etmesi; akrabaları fakirken, akraba olmayanlara veya sadaka olarak dağıtılmasını vasiyet etmesi, malını meyhaneye veya kumarhaneye bırakması gibi. Bunun ıslahı, böyle durumlara mâni olunarak yapılır.
جَنَفاً herhangi bir şeye meyletmektir. Kelimenin aslı, dümdüz ve doğru olmaktan sapmaktır.
جَنَفاً bilinmeden yapılan; اِثْماً bile bile yapılan hatadır. Burada tefrik sanatıyla günaha meylin, günahtan ayrı bir şey olduğuna işaret var.
Burada kastedilen kesin karar verilen, niyetten azme dönen günah meyilleridir.
‣ Allahu Teâlâ, âyetin başında, vasiyeti değiştiren kimsenin günahkâr olacağını zikrederek onları tehdit etmişti. Muslih’in ıslah etmesi de bir nevi değiştirmedir. Cenâb-ı Hakk, her iki değiştirmenin de aynı olduğu zannedilmesin diye bunun, öncekinden farklı olduğunu, günahının olmadığını beyan etmiştir. Çünkü bu değiştirme, vasiyeti adalete döndürmektir.
‣ Muslih, vasiyet yapılan malı duruma göre noksanlaştırır. Bu da; kendisine vasiyet edilenin zoruna gidebilir. Aklına muslihin yaptığı bu işte bir günah olduğu vehmi doğabilir. Cenâb-ı Hakk, bu şüpheyi izale edip ‘Ona günah yoktur’ buyurmuştur.
Yani vasiyetle, şâhid tutma ile, vasiyet vâcib olmaz. Muslih, her ne kadar vasiyete ters davransa, ölenin malını sevdiklerinden alıp sevmediklerine verse bile, vasiyeti hakka doğru değiştirdiği için ona bir günah yoktur. ‘Ona günah yoktur’ buyruğu bunun güzel bir iş olduğunu beyan eder.
‣ Toplumun arasını bulurken, ikna edebilmek için çok söze ihtiyaç vardır. Bu konuşmaların içine, bazen uygunsuz sözler girebilir. Niyeti iyi olduğu için, bu gibi şeylerden dolayı muslihe günah yoktur.
Bu âyet-i kerime, çekişenlerin arasını bulmak isteyen kimsenin, bu münazaanın şer’an mahzurlu bir duruma varacağı endişesini taşıdığı zaman dahi, sulh etmesinin caiz olabileceğini gösterir.
‣ Yine âyet-i kerime dal bil işaresi ile, mü’minlerin din kardeşleri hususundaki samimiyetine dikkat çekmektedir. Yani insanın din kardeşini dünyevi bir hususta korumasından daha önemlisi, dini konulardaki hatalardan korumasıdır. Mü’min öyle olmalı ki; değil kendi günahından, din kardeşinin işlediği günahtan dahi korkmalıdır.
Şu dört şey günahtan daha kötüdür:
1- Günahı terk etmemesine rağmen affedilmeyi beklemek.
2- Günahı hemen cezalandırmadığı için Allahu Teâlâ’nın müsamaha gösterdiğini düşünmek.
3- Günah işlemekte bile bile ısrar etmek.
4- Yaptığı ibadeti işlediği günahın karşılığı olarak görüp bağışlandığı düşüncesine kapılmak.
˗ Allahu Teâlâ sanki şöyle demiştir: ‘Ben günahları bağışlayan, günahkâra merhamet eden bir Zât’ım. Böylesine mühim bir meseleyi ıslâh hususunda, çok mihnet ve sıkıntıları göğüslediğin için, rahmetimi ve mükâfatımı sana ulaştırmam lâyıktır!’
˗ ‘Haktan sapmaya ve günaha yönelen vasiyet sahibi vasiyetini ıslâh edince, Allah onu bağışlayıp merhamet eden gafurur rahimdir.’
˗ Islâh eden, arayı bulurken, birtakım uygunsuz söz ve fiillere muhtaç olacak ise, Allah onun maksadının sadece ıslâh olduğunu bildiği için, bu gibi söz ve fiillerinden sorumlu tutmaz, gafurur rahimdir.
Eğer dünyada merhametli insanlar olmasaydı, Allahu Teâlâ’nın rahmeti öğrenilemez ve merhamet hakkında hiçbir fikir edinilemezdi.
‘Rahim’ isminin zevkini duyan gönüllere yeis ve ümitsizlik giremez. Ne kadar darlık ve ızdırap içine düşerse düşsün, Allahu Teâlâ’nın mutlaka onu selamete çıkaracağından emindir. İntihar faciasının, Rahim olan Allah’a imansızlıktan meydana geldiğinde şüphe yoktur.
‘Gafur’ ismindeki çokluk manasıyla, bir kulun kusuru ne kadar büyük ve çok olursa olsun, Allahu Teâlâ’nın yine onu sakladığını bildirir. Meydana çıkarıp da sahibini rüsvay etmez. Bu sayede insanlar birbirini sevip güvenirler.
Bir de kişi gizli hatalarından dolayı insanlara karşı utanma hissetmese de vicdanen bu günahın tesirindedir. İşte ‘Gafur’ isminin tecellisi, insanı bu ezadan kurtarmak için kabahatlerini kendi nazarından da örter, unutturur.
فَمَنْ خَافَ مِنْ مُوصٍ جَنَفاً اَوْ اِثْماً Allahu Teâlâ insan ruhunu, kalbini, sırrını âlem-i ervahta güzel sıfatlarla bezenmiş olarak yaratmıştır. Burada anlatılan vasiyet, ruhun yaratıldığı asli halde kalarak, tabiatını, şeriatı aşmadan Allahu Teâlâ’ya ulaşmasıdır. Ancak kul müşahedeye olan meylinden dolayı, mücadele esnasında tabiatını bozar, şeriat sınırlarını aşar. Hallac-ı Mansur’un ‘Ene’l hakk’ demesi gibi.
فَاَصْلَحَ بَيْنَهُمْ Ruhu, kalbi, bedeni, sırrı yeniden hakka döndürmekte,
bir günah yoktur. Kamil velayet sahibi, bunu sağlamak için tabiat karanlığından çıkması gerektiğini anlar ve Efendimizin ﷺ getirdiği hükümlerle yolunu düzeltebilir. Peygamberlerin gönderilmesinin bir sırrı da budur.
فَلَا اِثْمَ عَلَيْهِ Birbirinin aralarını muvafakatta bazı ruhsatlı muamelelerde bulunmalarında günah yoktur. Cezbelenen insanların çok azı müstesna, bu cezbeleri çoğunlukla tam doğru değildir. (Ruh, sır ve kalp Allah’ın ﷻ gösterdiği yola ulaşma hususunda muvafakat halindedir. İçteki yolla dıştaki şeriat arasında esasen fark yoktur. Ancak bazı ruhsatlardan faydalanmalarında, cezbe halinde yaptıklarında günah yoktur.)
اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ Yani Allah’a istiğfar ile Rabbine rücu eden salikin kalbine Allah Gafur’dur. (Allah’a ﷻ rücuda salikin kalbi gerileme, ruhsat ile örtüldüğü zaman istiğfar ile Rabbine döner. Bu durumda Allah ﷻ atıfet, lütuf ve rahmetiyle onu bağışlar. Nitekim Efendimiz ﷺ ‘Kalbime öyle şeyler gelir ki günde yüz kere istiğfar ederim’ buyurdu.)
Belagat
✽ فَمَنْ خَافَ cümlesinde havf, zan manasına gelmiştir. Çünkü hoşlanılmayan bir şeyin olacağını zannetmek, ondan korkmak demektir. Havf, lazımı olan zanna isim olarak verilmiştir.
✽ Havf denmesi, korkulan bu şeyin hoşlanılmayan, mekruh bir şey olduğuna işaret eder. Çünkü günah ve hata aslında kendilerinden korku duyulan şeyler değildir.
✽ Islah, bir şeyi salih, düzgün hale getirmektir. Bunun için iki hasmı karşılıklı rızâlaştırmak için aralarına girmeye ıslah denir. Çünkü ifsad olduktan sonra onların arasını düzeltmiştir. Bu harekette bir duhul manası olduğu için ‘Aralarını düzeltti’ denilir.
183- Ey mü’minler, sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki oruç sayesinde fenalıktan korunursunuz.
Oruç ibadetinin sırf bize değil önceki ümmetlere farz olduğunu âyetten anlıyoruz. Oruç bedeni bir ibadettir. Fakat ruhu incelten, kalbi yumuşatan, bedeni zindeleştiren, insanı melekleştiren bir ibadettir. Lügat anlamıyla ‘Sıyam’ kendini tutmak, şeriat anlamıyla imsaktan iftara kadar olan zamanda yeme, içme ve cinsellikten uzak durmaktır. Bir irade terbiyesi, bir vicdan muhasebesi, bir kulluk nişanesidir.
Özellikle Kur’ân’ın inzal olduğu Ramazan ayında tutulmasının farziyeti; meleklerle beraber melekleşerek, insani ihtiyaçları durdurarak Kur’ân’ın inmesine saygı ve ihtiramdır. Ve bu ayın bin aydan hayırlı olarak tavsif edilmesi de ayrı bir lütuf.
Açlık nedir bilmeyen insanların, fakirleri, açları, ihtiyaç sahiplerinin hallerini bizzat yaşayarak anlamaları oruçta en büyük gayedir. Oruç; bir yıl boyu durmadan çalışan organların dinlenmesi ve yıllık onarımıdır.
Oruç; “Sizi açlıkla imtihan edeceğiz” (Bakara, 155) fermanı ilâhisinin tecellisidir. Nefsin sebuiyet, behimiyet, şeytaniyet, rububiyet sıfatlarını itidale çekmektir. Oruç; nimetin kıymetini ve şükrünü hatırlayıp sahibine tazim etmektir. Oruç; gerektiğinde aç, susuz, uykusuz kalabilmenin, sabırlı, azimli, iradeli olmanın egzersizidir. Oruç; gazap, şehvet ve ukalalığın terbiyesi, normalleşmesidir. Oruç; mü’minin küçük yaştan başlayıp ileri yaşlara kadar devam ederek ibadet kadrosuna üye olmasının adıdır.
Oruç; teravih, sahur, iftar, davet, zikir, salâvat, kıraat, teheccüd, fitre, fidye, sadaka gibi birçok özel ibadetlerin, güzelliklerin, sevinçlerin, yardımların, insani ilişkinin, dostluğun bir araya geldiği kulluk bağının bağbânıdır. Oruç hakiki manasıyla dili, kalbi, bütün azaları, günahtan, hatadan, buluğ güneşi doğup hayat güneşi batıncaya kadar kendini tutmaktır. Her yaşta insanın sevdiği, beklediği, heves ettiği, özendiği, cana can katan ibadetin adıdır oruç.
˗ يَا Sevenden sevdiğine bir çağrı ve seslenme,
˗ اَيُّهَا Sevenden sevdiğine bir tembih ve uyarı,
˗ الَّذِينَ اٰمَنُوا Sevenin, sevdiği için bir şehadetidir.
Cafer-i Sadık (ks) şöyle der: Nidada bulunan lezzet ibadetlerdeki bütün yorgunluk ve zahmeti giderir. Nida sevenin sevdiğinin emrine bağlılığına ve emredilene hemen koştuğuna işaret eder. Hatta sevdiği kendisini ateşe atmasını emretse bile yapar.
الصِّيَامُ, bir şeyden vazgeçip, onu bırakmak, herhangi bir şeyden çekinmek, onu yapmamak ve terk etmek anlamındadır. Bir diğer anlama göre savm, yemek, konuşmak ve yürümekten uzak durmaktır.
‣ İslâm orucu Yahudi ve Hristiyanların orucundan farklı şartlara sahiptir. Bizim orucumuz, onların orucuna tamamen benzemez. Bu âyetteki benzetme orucun farz kılınışındaki mahiyetin aslı ile ilgilidir, keyfiyeti ile değil. ‘Bu ibâdet, Hz. Âdem’den sizin zamanınıza kadar bütün peygamberlere ve ümmetlere farz kılınmıştır’ demektir.
Teşbihte, vechi şebenin bir kısmının benzerliği yeterlidir. Bu teşbihin maksatları:
1- Bu ibadete önem vermek ve şanını yüceltmektir. Çünkü Allah ﷻ orucu İslâm’dan önceki milletlerde de farz kılmıştır. Müslümanların bunu bilmeleri, önceki ümmetlerin oruç meziyetiyle kendilerini geçmemeleri için himmetlerini uyandırır.
2- Daha önceki ümmetlere teşbih, orucun meşakkatini hafifletir. ‘اَيَّاماً مَعْدُودَاتٍ / Sayılı bir kaç gün’ tabiri de bu tazammuni manayı tekit eder. Meşakkatli bir şey umûmileşince onu yapmak daha kolay olur.
3- Bu farzı yerine getirmede azimetleri uyandırmak, kabulünde kusur etmemek, onu daha önceki ümmetlerin üstünde bir kuvvetle tutmaktır.
‣ Bu benzetme orucun zamanı ve miktarı ile ilgili de olabilir.
Allahu Teâlâ Ramazan orucunu yahudi ve hristiyanlara da farz kılmıştır. Yahudiler bu orucu terk etmişler, Firavunun denizde boğulduğu gün olduğu iddiasıyla senenin tek bir gününde oruç tutmuşlardı. Oysa Hz. Peygamberin ﷺ beyanına göre bugün aşure günüdür.
Hristiyanlara da Ramazan orucunu tutmak farzdı. Onlara uyuduktan sonra sahurda kalkıp yemek, içmek, bu ayda evlenmek ve ailesiyle münasebette bulunmak yasaktı. Ramazan ayı çok sıcak ve soğuk aylara tesadüf ettiği zaman onlara zor geliyordu. Hristiyanlar, bu zorluğu ortadan kaldırmak için ilkbahar mevsimini oruca tahsis ederek, ‘vaktini de arttıralım’ diye 10 günlük bir ilave yaptılar. Bu ilaveyi de orucun zamanını değiştirmelerine keffâret kabul ettiler.
Başka bir zaman hükümdarları hasta olmuş, iyi olması halinde yedi gün oruç tutmaya nezretmiş. Hristiyanlar oruçlarına bu yedi günü de ilave etmişler. Derken bir başka hükümdar gelmiş ve ‘Geriye sadece üç gün kalmış. Onu da tutup orucu elli güne tamamlayın’ demişti. Ve bu oruç elli güne ulaştı.
Şa’bi der ki: ‘Bütün bir yılı oruçla geçirmiş olsam dahi, ‘Ramazan mı yoksa Şaban mı?’ diye şüphe edilen günde oruç tutmam. Zira Hristiyanlara da, bize farz kılındığı gibi Ramazan ayında oruç tutmaları farz kılınmıştı. Fakat onlar, orucu, sıcak olmayan mevsimlere kaydırdılar. Onlardan sonra gelen nesiller, kendilerine güven sağlamak için otuz günün bir gün öncesinden bir gün de sonrasından oruç tutar oldular. Daha sonra gelen nesiller de kendilerinden önce gelen nesillerin yolunu tuttular. Böylece oruçları elli güne kadar çıktı.’
Bütün dinlerde hatta putperestlikte bile oruç vardır. Eski Mısırlılarca, Yunanlılar, Romalılar ve Hintlilerce de oruç bilinen bir şeydir. Halen elde bulunan Tevrat’ta oruç ve oruç tutanlar övülmektedir. Hz. Mûsâ’nın kırk gün oruç tuttuğu sabittir.
✧ Nefsim elinde olan Allah’a ﷻ yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu Allah ﷻ katında misk kokusundan daha hoştur. Allah ﷻ oruçlu kimseye orucunun mükâfatını vereceği ve duasını kabul edeceğini vaad etmiştir. Buhari, Müslim
✧ Her şeyin bir kapısı vardır. İbadetin kapısı da oruçtur. Deylemi
✧ Oruçlunun uykusu ibadettir. Beyhakî, Deylemi
✧ Şüphesiz oruç bir emanettir. Her biriniz bu emaneti korusun. Zebîdî
✧ Nice oruçlular vardır ki, tuttuğu oruçtan yanına sadece çektiği açlık kâr kalır. Nice gece namazı kılanlar vardır ki, onların da kârı gece uykusuz kalmaktan ibarettir. İbni Mace
✧ Her ayda üç gün oruç tutmak, bütün ömrünü oruçla geçirmek gibidir. Buhârî, Müslim
✧ Seneyi boydan boya oruç tutan için cehennem daralır ve ona orada yer kalmaz. Üzerine doksan düğüm vurulur. İmam Ahmed, Nesei
˗ ‘Ben size, kendisi ile, kitabımda medhü sena ettiğim ve bu Kur’ân’ın kendileri için hidâyet rehberi olduğunu ilân ettiğim müttakilerden olasınız diye, orucu farz kıldım.’
˗ Umulur ki tuttuğunuz oruç ve şehevî arzuları terk etmeniz sebebiyle Allah’dan sakınırsınız. Çünkü bir şeye olan rağbet ne kadar kuvvetli olursa, ondan sakınmak da o derece güç olur. Yemeğe ve şehevi arzulara duyulan istek, başka şeylere duyulan istekten daha fazladır. Bu şeyleri terk etmekle Allah’dan ittikâ etmek size kolay olunca, diğer şeyleri terk etmekle O’ndan ittika etmeniz da daha kolay olur.
˗ ‘O orucu ihmalden ve derecelerinin büyüklüğünden dolayı ona devam etmemekten sakınasınız diye...’
˗ ‘Umulur ki siz, bu ibâdet vasıtasıyla, müttakiler zümresine dahil olursunuz. Çünkü oruç, müttakilerin alâmetidir.’
Her kötülüğün başı, Cenâb-ı Hakk’ı unutmak ve sorumluluk duygusunu kaybetmektir. Oruç, bize daima Allah’ı hatırlatır, sorumluluk duygusunu geliştirir. Her durumda Yüce Allah’tan korkma duygusunu nefiste besler. Çünkü oruç tutan için Rabbinden başka bir gözetleyici yoktur. Aşırı derecede açlık veya susuzluk duyduğu, bir yemeği canı çok çektiği, soğuk bir su istediği vakitte orucunu bozmasından sadece imanı ve Allah korkusu alıkor ve böylece Allah’tan korkma gerçekleşmiş olur.
Bütün arzular ona güzel ve süslü gösterilse de kendisi orucun saygınlığını çiğnemekten korkarak bütün bunların üstüne yükselir. Allah’tan sakınma ve Rabbinin gözetimi altında olma şuurunu gerçekleştirmiş olur. Heva ve arzular nefse egemen olduğu takdirde o çabucak Allah’ı hatırlar, aradan fazla zaman geçmeden sahih tevbe ile Rabbine döner. Bir ay boyunca devam eden bu manevî eğitim sonucu Allah korkusu kalbine iyice yerleşir, bu tesir ile de insan davranışlarını kontrol altına alarak her türlü kötülükten uzaklaşır.
Masiyet iki kısımdır:
1- İçki, kumar, hırsızlık, gasb gibi, tefekkürle bırakılabilecek masiyetlerdir. Bunları terk edince mükâfat verileceği, yapınca cezalanacağı söylenip, başkalarından örnek vererek nasihat edilince bu günahlar bırakılabilir.
2- Şehvet ve gadaptan neşet eden, sırf tefekkürle terki zor olan masiyetlerdir. Bunlardan sakınmak için oruç vesile kılınmıştır. Çünkü oruç, bu masiyetlere sevk eden tabii kuvvetleri itidale getirir.
˗ Oruç şehveti kırar, kötü şeylerden alıkoyarak, takvayı sağlar. Taşkınlıktan, şımarıklıktan ve fuhşiyattan men eder, dünyanın, makam-mansıbın değersizliğini gösterir. Kim çok oruç tutarsa, mide ve
ferç şehvetini değersiz görür, bunların tesirinden kurtulur.
˗ Orucun ruhu ve sırrı, şeytanın yolları olan kuvvetleri zayıflatmak ve yok etmektir. Bu da ancak az yemek ile mümkündür. Bunun için iftarda diğer akşamlardaki gibi yemelidir. Yiyeceği iki öğünlük yemeği akşamdan bir araya toplar, hepsini birden yerse, bu oruçta kâr yoktur. Hatta açlığı tatması ve bedenin zayıflığını duyması için gündüzleri fazla uyumamak da orucun adabındandır. İşte o vakit kalbi cilâlanır, her gece biraz daha hafifleşir. Teheccüdünü, gece namazını ve evradını kolaylıkla yapar.
˗ Oruç kişiyi hassas ve duyarlı yapar. Şefkat ve merhamet hislerini kuvvetlendirir. Çünkü kişi acıktığı vakit yiyecek bir şey bulamayan yoksulları hatırlar, bu da onu fakirleri gözetmeye iter.
˗ Oruç zenginlerle fakirler, eşraf ile avam arasında, aynı şartlarla eda edildiği için, eşitliğin anlamı gerçekleşir.
˗ Maişeti sağlamakta ve iradeyi dizginlemek hususunda sahur ve iftar dönemleri arasında gerekli düzene bünyesini alıştırır. Orucun adabına bağlı kalındığı takdirde kişinin rızkı artar ve iktisatlı yaşamayı öğrenir.
˗ İnsanın bünyesini yeniler, sağlığına katkıda bulunur, vücudu zararlı yağlanmalardan korur, adaleleri rahatlatır, bir işe karar verdiği ve bedeni zevkleri hatırlamak ile kendisini meşgul etmeksizin işine zihnini teksif ettiği vakit hafızayı güçlendirir. Bu da insan oruca alışıp başlangıçta görülen bir takım gevşeme hallerine üstünlük sağladıktan sonra (genelde ilk üç veya dört gün sonra) gerçekleşir.
Bedenî, ruhî, sıhhî ve sosyal bütün bu faydaların gerçekleşmesi iftar ve sahur yemeklerinde itidali bozmamak şartına dayanır. Aksi takdirde durum tam aksine olur. İnsan midesini tıka basa doldurup yemesinde, içmesinde itidali bozarsa iş sıkıntı ve zarara dönüşür.
Kalbi ve göğsü arasındaki yemek torbasını şişiren, melekût âleminin esrarını müşâhade etmekten men edilmiştir.
Allah ﷻ orucu farz kılmakla insanlara hayret verecek lütuflarda bulundu:
˗ Oruç farz olunca, geçmiş ümmetlere uyma zorunluluğu kalktı.
˗ Oruç, insanda takvanın vücud bulmasına vesile olur. Oruç farz olmasaydı, takva gibi şerefli bir sıfata ulaşmak kolay olmazdı.
˗ Oruç sınırlı bir zamanda tutulmak için farz kılındı. Eğer bütün sene oruç tutmak emredilseydi, insanlara büyük meşakkat olurdu.
Takva; sevgi, umut ve korkunun insan ruhunda meydana getirdiği hâlettir. Sevgi, umut ve korku, üçü birlikte yalnızca Allah için duyulur. Bunların üçünü birden Allah’dan başkasına tahsis etmek, tahsis edilen o şeyi ‘ilah’ edinmektir. Fakat bunları tümüyle Allah’a tahsis etmek, kişiyi övgüye en lâyık makama ulaştırarak ‘müttaki’ yapar. Bu üç ayrı ruh hali, insandaki ‘Ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyet’ bilincinin dinamiğidir.
Takvâ sahipleri, Allah’dan gelen tehdidi önlerine koyarlar; kalpleri de onu tasdikler. Onlar dünyada hep gamlıdır. Kalp gözleri, ne zaman amellerin sevabını görse, iştiyakları artar. Vallâhi onlar âhireti korkunç bir tehdid ve sâdık bir vaadin arasından gözetlerler. Tehdid korkusundan bir an kurtulsalar, vaad edilenleri arzulamaya başlarlar. Allah’ın emri gelene kadar, bu minval üzere devam eder giderler. Onlar hep perişan haldedirler. Rahatları ölümle başlar. İbni Berre Rebi
Ömer b. Abdülaziz, halife olduğunda Muhammed b. Ka’b el-Karazi’nin kölesi Sâlim’i (iyi yürekli, âbid bir zat idi) nasihat almak maksadıyla dâvet etti ve dedi ki:
‘Gördüğün gibi idare bana bırakıldı. Böyle bir imtihandan yara almadan kurtulamayacağımdan korkuyorum vallâhi.’ Sâlim, ‘Eğer dediğin gibi korkuyorsan, o zaman bu korku seni kurtaracaktır. Ama korkmuyorsan, korktuğunu söylediğin acı sona uğrayacaksın!’ dedi.
Takvâ bir ağaçtır, ağacın kökü, Peygamberimizdir. Budakları, Sahabe ve Tabiindir. Meyvesi ise sâlih ameldir. Ebû’l-Vefâ
Kalp ve kalıp meşrebinin imsakinde vasiyet erkanından birini haber vermek üzere يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ buyurdu.
Orucun zahiri olduğu gibi batını da vardır. Âyette kalp, ruh, sır orucuna işaret vardır.
الَّذِينَ اٰمَنُوا Allah ile huzur nurlarını müşahede eden mü’minler için kalp orucu; makulat meşreplerinden ve makulattan oruçtur. (Cenâb-ı Hakk’tan başka bütün yollardan ve akıl yürütmelerden kendini tutmaktır.)
Ruh orucu; ruhani mülahazalardandır. (Yani ruhtan gelen düşüncelerden kendini tutmaktır.)
Sırrın orucu: Allah’dan gayrıyı müşahededen oruçtur.
Oruç tutan iftar vakti yemeğe kavuşur. Ağyardan kendini tutan da savmının nihayetinde Hakk’ı müşahedeye kavuşur. Efendimizin ﷺ buyurduğu gibi ‘Allah’ın rüyeti için oruç tutun, Allah’ın rüyeti için iftar edin.’
Hakikat ehline göre hadisteki ‘Rüyetihi’ kelimesinde geçen zamir Allahu Teâlâ’ya racidir. Buna göre kulun zahir ve batın oruç tutması Hakk’ı görmek içindir, iftarı da cemali görmek içindir.
كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ Zahirde bütün uzuvlara, batında bütün sıfatlara oruç farz kılındı.
Lisanın orucu: Kizb, gıybet ve fuhuştan, Gözün orucu: Gaflet ve şüphe nazarıyla bakmaktan, Kulağın orucu: Yasakları ve müzikleri dinlemektendir. Diğerlerini de buna kıyas edebilirsin:
Nefsin orucu: Temenni, hırs, şehvetten, Kalbin orucu: Dünya sevgisi ve yaldızlarından, Ruhun orucu: Ahiret nimet ve lezzetlerinden, Sırrın orucu: Allah’dan gayrı varlıkları görüp isbat etmektendir.
كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ İnsanın cismani ve ruhani vücudu, bir araya terkip edilmeden önce parçalar halindeydi. Hepsi kendi meşreplerinde oruçluydular. Ne zaman ruh kalbe taalluk edip birleşti, kalpteki his kuvvetleri ruhani ve hayvani meşreplerden faydalanır oldu. Bu ikisi birleşip bütün cüzler bir araya gelince oruç size farz oldu.
كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ Daha önce bütün cüzler tek tek oruç tutuyordu.
لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ Allah’ın kullarının içtiği meşrepten iftar etmek için, içme istidadınız olmakla beraber mürekkebatın meşaribinden sakınasınız diye, oruç size farz kılındı. (Yani ruh ile bedenin birleşmesinden doğan hislere iştiyakla beraber, bu arzuları zaptu rapt altına almak, günahlara bulaşmamak için oruç farz kılındı.) Nitekim âyette “Rableri onları temiz bir içecekle sulamıştır” (İnsan, 21) buyruldu.
Hazları isteme kirinden bu şarap temizler. Cenâb-ı Hakk’a kavuşma matlaından, bu kavuşmanın tahakkuku için dua güneşi doğar. O zaman seyyidi’l enbiyanın vaad ettiği ‘Oruçluya iki ferahlık vardır. Biri iftar zamanı, diğeri Rabbine kavuşma zamanında’ hakikati yerini bulur.
Belagat
✽ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ cümlesi, ‘mürsel-mücmel’ teşbihtir.
✽ كُتِبَ fiili ‘Farz kılındı’ anlamında istiare edilmiştir. Camisi kesinlik, değişmezliktir. Nasıl ki bir karar, hüküm, kesinlik kazanması için kayıt altına alınır, yazılır. Noterde tasdik ettirilir, bilgisayar çıktısı alınır. İşte Allahu Teâlâ da bu oruç hükmünü ezelde yazmış, sabitlemiştir.
✽ كَمَا كُتِبَ عَلىَ الذَِّينَ مِن قبَْلِكُمْ teşbihinde, geçmiştekilerin tecrübelerinden faydalanmaya işaret vardır.
✽ كَمَا ’nın mahalli:
˗ Masdar meful-ü mutlak olmak üzere nasb mahallindedir. Mana:
‘Oruç size, sizden öncekilere farz kılınmış olduğu gibi farz kılındı’ şeklindedir.
˗ الصِّيَامُ kelimesinden haldir, nasb mahallindedir. Mana ‘Size oruç, sizden öncekilere farz kılınan oruca benzer ve denk şekilde farz kılındı’ şeklindedir.
˗ Bu, mahzuf masdarın (mefulü mutlakın) sıfatıdır. Takdiri şöyledir: كتابة كما كتب عليكم Masdar düşmüş, sıfatı onun yerini tutmuştur.
✽ ‘الصِّياَمُ / Oruç’ kelimesinin başındaki elif-lam, ahdi zihni ifade eder. Ramazan orucundan önce tuttukları Aşure orucuna işarettir.
✽ لَعَلَّكُمْ, orucun hikmet ve meşru kılınma sebebini beyandır, كُتِب ’nin mefulün lehidir. Ya da Allah’ın ﷻ orucu farz kılmakla takva istemesi, birinden bir şeyi yapmasını ümit edenin haline benzetilmiştir.
✽ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ cümlesi, sadece orucun yeterli olmadığını, nefis mücahedesinin gerekli olduğuna işarettir.
184- Oruç sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta veya yolculukta bulunursa, tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde tutar. Oruca gücü yetmeyenler bir yoksulu doyuracak kadar fidye verirler. Bununla birlikte kim kendi isteği ile bir hayır yaparsa bu onun için daha hayırlıdır. Yine bu durumlarda oruç tutmanız hakkınızda daha hayırlıdır; eğer orucun faziletini bilirseniz.
Orucun farziyetini bildirdikten sonra ilk etapta nefse ağır gelecek bu ibadetin kolay olduğunu bildirerek muhatapları yüreklendiriyor. Sayılı gün, topu topu 30 gün. Sayılı gün çabuk biter derler ya. Sıhhatte, afiyette olan bir kimseye bu kısa zamanda oruç tutmak zor bir iş değil, üstelik hasta ve yolcuya da müsamaha gösteriliyor. Diğer günlerde tutar, tutamayacak olursa fidyesini verir, sonra tutacak hale gelince tutar. Kolaylık üzere kolaylık.
Esasında oruç, yemenin, içmenin sınırını öğreten ve yaşatan muazzam bir terbiye metodu. Günde iki kere; sahur ve iftarda düzenli, saatinde yemek, aralarda atıştırmamak hepsi bu. Bu zaten sıhhatimiz için olması gereken prensip. Üstelik hastalar, güçsüzler muaf tutulmuş. Bir ay bizzat tatbikat ile midemiz, bünyemiz, buna alışacak belki ömür boyu bunu şiar edinip maddi manevi hastalıklardan kurtulacak. Zaten normal hayatta az ve düzenli yiyen kimselere oruç zor gelmiyor. Daha çok, yiyip içen, öğün tayin nedir bilmeyen, yemeği bir hobi haline getiren, sigara alışkanlıkları olana (sigaranın haramlığı bugün tescil edilmiştir) zor geliyor. Orucun mükâfatını, faydalarını tam bir bilsek bütün bir yılın Ramazan olmasını isterdik.
Ya Rabbi, her emrin kulaklarımda,
Yansıyıp durmakta dudaklarımda,
Namazda, oruçta, kul haklarında,
Dinimin direği bütün halleri,
Hafife almaktan sakındır beni!
Oruç sayılı günlerdir.
˗ Her ayın üç günüdür.
˗ Her ayın üç günü ile Aşure gününün orucudur. Bu oruç nafile iken sonradan farz kılınmıştır. Veya baştan itibaren farzdı. Ancak bu günlerdeki oruç Ramazan orucu ile neshedilmiştir.
˗ Sayılı günler Ramazan ayıdır. Tercih edilen görüş budur.
Başlangıçta Ramazan orucu muayyen ve belirlenmiş bir farz değildi. İnsanlar oruç ile fidye verme arasında muhayyer bırakılmıştı.
أيَاَّمًا kelimesi;
˗ Zarf olduğu için mensub olabilir. Buna göre mana ‘Oruç size sayılı günlerde farz kılındı.’
˗ Tefsir üzere mensubtur. (Fiili hazfolan mefullerdendir.)
˗ Mukadder fiilin mefulü olmak üzere mensubtur, yani فَصُومُوا اَيَّامًا takdirindedir. مَعْدوُدَاتٍ ’taki tenvin emri kolaylaştırmak için azlık ifade eder.
‘مَعْدوُدَاتٍ / Sayılı’ az demektir. Az mal adetle belirlenir, saymaktan üşenilmez, sayılabilir. Çok mal ise, dökülüp saçıldığı için sayılamaz.
Cenâb-ı Hakk, sanki şöyle demiştir: ‘Ben size, senenin tamamını veya pek çoğunu oruçlu geçirmeyi farz kılmadım, merhamet edip, mükellefiyetinizi hafiflettim. İsteseydim bunu yapardım; ancak size acıdım ve sadece az günlerde oruç tutmayı farz kıldım.’
Cenâb-ı Hakk’ın, orucu hem bize hem de bizden öncekilere farz kılması, meşakkati fazla olmayan az bir müddet içindir. Bu, Allahu Teâlâ’nın bütün ümmetlere merhametli olduğunu ve herkese bu mükellefiyeti kolaylaştırmış olduğunun açıklamasıdır.
Orucun otuz gün olarak farz kılınmasının hikmeti; atamız Âdem (a.s) cennette iken yasak ağacın meyvesini yemişti. Bu meyve onun karnında tam otuz gün kalmıştır. Daha sonra Allah’a affı için yalvarıp yakarınca Allah da Âdem’e (a.s) geceli gündüzlü otuz gün oruç tutmasını emretmiştir. İşte bu yüzden Allah tüm kullarına otuz gün oruç tutmalarını emretmiştir.
Bu sayılı günlerde oruç tutmanın farz oluşu, hasta olmayan ve mukîm olan kimseler içindir. Hastalar veya yolcular, oruçlarını başka günlere erteleyebilir.
Bu durumlarda oruç yemek ruhsattır, bu kimseler isterse oruçlarını tutabilir, isterlerse bozabilir.
Âyette icazı hazıf vardır. Takdir şöyledir: فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَ فَاَفْطَرَ ‘Hasta veya yolcu olur da iftar eder yerse, işte o zaman bu günler sayısınca diğer günlerden oruç tutar.’
Oruç yemeyi mubah kılan hastalık, insana zarar veren, hastayı yoran, iyileşmesini geciktiren veya hastalığını artıran hastalıktır. Çünkü kendisinden korkulan fiil ile o fiile götüren şey arasında bir fark yoktur. Sıtmaya yakalanmış kişinin, oruç tuttuğunda ateşinin artacağından korkması gibi... Orucun çok az tesiri nazar-ı itibara alınmaz.
Hastalığın iki çeşidi vardır: Oruç tutamayacak güçte olan hastanın oruç yemesi mubah değil, farzdır. Orucu güçlükle tutabilen hastaların ise Ramazanda orucu yemesi müstehaptır. Hastalık şiddetli ağrı veriyorsa veya oruçlu olursa hastalığının uzayacağını biliyorsa, kişinin oruç yemesi sahih olur.
İmâm Şafii, Ebû Hanife, İmam Mâlik’e göre; yolcunun orucu tutması daha faziletlidir.
‘سَفَرٍ / Sefer’ kelimesinin asıl manası ‘açmak’tır. Yolculuk, insanların durumunu ve huylarını açıp ortaya çıkarır. İki kişi arasına giren düşmanlığı ve anlaşmazlığı giderip açtığı için sulh eden kimseye, ‘sefir’ denilmiştir. Oruç tutmamaya ruhsat veren yolculuk, zahmete ve yorgunluğa sevk eden uzun yolculuktur.
Ebû Hanife; ‘Yolculuk ruhsatı, ancak üç konaklık mesafe için gerçekleşir. Bu da yirmi dört fersahtır (89 km)’ demiştir.
Resûlullah ﷺ buyurdular ki: Kim sefer sırasında Ramazan’a erer ve beraberinde kendisini karnını doyuracak yere götürecek bir bineği varsa nerede olursa olsun orucunu tutsun. Ebû Dâvûd
Hz. Enes (r.a) anlatıyor: ‘Biz Resûlullah ﷺ ile beraber seferde idik. Bir kısmımız oruçlu bir kısmımız oruçsuz idi. Ne oruçlu oruçsuzu ayıplıyor, ne de oruçsuz, oruçluyu kınıyordu.’ Buhari, Müslim
Ebû’d-Derdâ (r.a) anlatıyor: ‘Biz çok şiddetli sıcak bir mevsimde, Ramazan ayında Resûlullah ﷺ ile birlikte sefere çıktık. Hararetin şiddetinden herkes elini başına koyuyordu. Aramızda oruçlu olarak sadece Resûlullah ﷺ ile Abdullah İbni Revâha vardı.’ Buhari, Müslim
Amr İbnu Ümeyye ed-Damri (r.a) anlatıyor: Bir sefer dönüşü Resûlullah’a ﷺ uğradım. Bana: ‘Ey Ebû Umeyye, sabah yemeğini bekle (beraber yiyelim)’ buyurdular. Ben: ‘Oruçluyum’ dedim:
‘Öyleyse gel yaklaş, sana yolcudan haber vereyim de dinle!’ dedi ve devamla: ‘Allahu Teâlâ Hazretleri yolcudan orucu ve namazın yarısını kaldırdı’ buyurdu. Nesâî
Hz. Câbir (r.a) anlatıyor: Resûlullah ﷺ fetih yılında Mekke’ye müteveccihen Ramazan ayında yola çıkmıştı. Kürâu’l-Gamim mevkiine gelinceye kadar kendisi de, beraberindekiler de oruç tuttular. Sonra orada bir bardak su istedi ve bardağı kaldırdı. Herkes bardağa baktı. Sonra sudan içti. Daha sonra kendisine: ‘Bazıları oruçlarını bozmadı’ diye haber verildi. Efendimiz ﷺ:
‘Onlar âsilerdir! Onlar âsilerdir!’ buyurdu. Müslim, Tirmizi
Hz. Enes (r.a) anlatıyor: Biz bir seferde Resûlullah ﷺ ile beraberdik. Aramızda bir kısmı oruç tutuyor, bir kısmı da tutmuyordu: Sıcak bir günde bir yerde konakladık. Gölgelenenlerin çoğu elbisesi olanlardı. Bir kısmımız güneşe karşı eliyle korunuyordu. Derken oruçlular yığılıp kaldılar, oruçsuzlar kalkıp çadırları kurdular, hayvanları suladılar.
Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem ﷺ,
‘Bugün sevabı oruçsuzlar kazandı!’ buyurdular. Buhari, Müslim
Hz. Câbir (r.a) anlatıyor: Resûlullah ﷺ bir seferdeydi. Etrafına insanların toplandığı bir adam gördü, ona gölge yapıyorlardı.
‘Nesi var?’ diye sordu. ‘Oruçlu biri!’ dediler. Resûlullah ﷺ:
‘Seferde oruç birr (Allah’ı memnun edecek dindarlık) değildir!’ buyurdular. Buhari, Müslim, Ebû Dâvûd
Muhammed bin Kaab’dan; ‘Bir Ramazan ayında Enes b. Malik’i ziyaret etmeye gitmiştim. Bir yolculuğa çıkmak üzereydi. Binek hayvanı hazırlanmış, kendisi de yolculuk kıyafetini giymişti. Bu sırada yemek getirdi ve yedi. Kendisine; ‘Bu yaptığın sünnet midir?’ diye sordum. Bana;
‘Evet’ cevabını verdi, arkasından binek hayvanının sırtına atladı.’ Tirmizi
Ubeydullah bin Cübeyr’den;
‘Bir defasında Ramazan’da Peygamberimizin sahabelerinden Ebû Basra Gıfarî ile birlikte Fustad limanında demirlemiş bir gemide bulunuyorduk. Bir ara yanımdan ayrıldı, az sonra önüne yemeğini getirdiler. Bana da; ‘Yaklaş (buyur)’ dedi. Kendisine ‘Mutfaklarında yemek pişirilmediği için bacaları tütmeyen evleri görmüyor musun?’ dedim. Bana; ‘Yoksa sen Peygamberimizin sünnetine yan mı çiziyorsun?’ diye cevap verdi. Arkasından yemek yemeye başladı, ben de onunla birlikte yedim.’ Ebû Dâvûd
Abdurrahman İbnu Avf (r.a) anlatıyor: ‘Resûlullah ﷺ buyurdular ki:
‘Seferde Ramazan orucu tutan hazerde oruç tutmayan gibidir.’ Hadîs-i Şerîf
Bir sahabe, Hz. Peygambere ﷺ: ‘Ramazandan tutamadığım günler var. Bu günleri ayrı ayrı kaza etmem caiz midir?’ dedi. Hz. Peygamber ﷺ, ‘Söyle bakayım, üzerinde birisinin alacağı olsa, sen de ona onu birer dirhem, ikişer dirhem şeklinde ödesen; bu olmaz mı?’ deyince, adam ‘evet’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, ‘Cenâb-ı Allah ise bağışlayıp müsamaha etmeye daha lâyıktır’ buyurdu.
طوق fiilinin aslı, -ister güvercin halkası gibi yaratılıştan olsun, ister altın ve gümüş halka gibi yapma olsun- boyna geçirilen şeydir.
طَاقَةٌ insanın güçlükle yapabileceği miktarın ismidir. Bu da bir şeyi kuşatan halkaya benzetilmiştir.
‘İtakat’ bir şeye güç yetirmenin en son sınırı anlamındadır. Tezdattandır. Birinin takat ve kuvveti kalmadığı için güçsüz duruma düştüğü zaman ona اَطَاقَ denir.
‣ Bu ifade oruca tâkâtı olan hasta ve yolcu ile ilgilidir. Allahu Teâlâ, hasta ve yolcu hakkındaki iki durumu bildirmiştir: Biri, bu kimselerin oruçlarını yiyip sonradan bunun kaza edilmesi gerektiğidir. Diğeri ise, o kimsenin oruca takat getirebileceği, oruç tutmanın kendisine ağır gelmediği haldir. Bu durumda yolcu oruç tutmak veya orucunu yiyip fidye verme arasında muhayyer bırakılır.
‣ Hasta olmayan, mukim kimselerdir. Bu kişiler İslâm’ın ilk dönemlerinde oruç tutmak veya fidye vermek arasında muhayyer bırakılmışlardı. Oruca henüz alışkın olmadıklarından, bu ibadetin onlara zor gelmemesi isteniyordu. Allahu Teâlâ daha sonra 185. âyetle bunu neshederek, muhayyerliği kaldırmış, sağlıklı insanların fidye vermesi nehyedilerek Ramazan orucu herkese farz kılınmıştır.
‣ Veya bu ifade, oruca takatı olmayanlarla ilgilidir. Piri fani, yaşlı, hamile, çocuğunu emziren kimseler gibi.
Pîr-i fânî kimse, orucunu yediği zaman fidye verebilir. Hamile ve emziren kadın orucunu yediğinde fidye vermeleri vâcib değildir, çünkü kaza edecektir.
İhtiyâr olup, ölünceye kadar Ramazan orucunu veya kazâya kalmış oruçlarını tutamayacak kimse, iyi olmasından ümit kesilen hasta, oruç tutmaz, fakat gizli yer.
Bu kimse zengin ise, her gün için bir fıtra, yani bin yediyüz elli gram buğday veya un ya da kıymeti kadar altın-gümüş para, bir veya birkaç fakire verir. Ramazan’ın başında veya sonunda toptan hepsi bir fakire de verilebilir. Fidye verdikten sonra hasta iyileşirse, Ramazan oruçlarını ve kazâ oruçlarını tutar.
Oruç tutan kimsenin açlıktan, susuzluktan, öleceğinden veya ağır şekilde hasta düşeceğinden korktuğunda orucunu bozması câizdir.
Çünkü burada zaruret vardır. Zaruretler ise haramları helâl kılar. Ravzâtü’l Ulemâ
Fidye, karşılık, bir şeye mukabil bulunan bedeldir. Bir kimsenin şahsı için feda ettiği şey manasınadır. Şeriatta ise, gücünün yetmediği bir ibâdeti terk eden kimsenin, karşılık olarak verdiği mala denir.
Ebû Hanife’ye göre bu karşılık, buğdayda yarım sâ, başka şeylerden ise bir sa’dır. (Sa ölçü birimidir. Miktarı, 3.333 kg.’dır.)
Bu hayırdan maksat;
˗ Bir yoksulu doyurmak.
˗ Bir yoksula, vâcib olandan fazlasını yedirmek.
˗ Oruç tutmadığı her bir gün için bir fakiri doyurması gerekirken, birden fazla fakiri doyurmak.
˗ Veya oruç tutup kaza ettiği halde yine de bir fakiri doyurması biçiminde bir tatavvudur.
‘Ey oruç tutabilecek kimseler veya orucu güçlükle tutup meşakkatleri göğüsleyenler, oruç tutmanız fidye vermenizden hayırlıdır.’
Hasta, yolcu ve orucu güç-belâ tutanlar kastedilmiş olabilir.
Bu hitab âyetin başına atfedilmiş olabilir. Mana ‘Size oruç tutmanız farz kılındı ve oruç tutmanız daha hayırlıdır’ şeklinde olur.
‣ Keffâret, Ramazan ayının hürmet perdesini yırtmanın, Ramazan orucunu bilerek bozmanın cezasıdır. Ramazan günü özürsüz bir orucu bozmanın cezası, altmış gün, bir gün kazâsı ile 61 gün oruç tutmaktır.
‣ Keffâret orucu, hastalık, yolculuk gibi bir özür ile veya bayram sebebi ile bozulursa ya da Ramazan’a rastlarsa, yeniden altmış gün tutmak lâzım olur. Kadınlar özür sebebiyle bozunca, yeniden başlamaz. Özrü bitince geri kalan günleri tutarak, altmışı tamamlar.
‣ Devamlı hasta veya yaşlı olup altmış gün oruç tutamayan kimse, bir fakiri, bir günde iki defa doyurmak üzere altmış gün yedirir. Altmış fakirin her birine 1750 gram buğday veya un, yahut bunların kıymeti kadar ekmek, mal, altın, gümüş, para vermek veya bunları bir fakire altmış gün vermek de câiz olur. Oruç tutabilen kimsenin fakirleri doyurmak sûretiyle keffâretten kurtulmaya çalışması câiz değildir.,
Kıyâmet günü (mahşer yerine), cennetin duvarları üzerinde kuşlar gibi uçuşan bazı mü’minler geleceklerdir. Cennet kapıcısı bu mü’minlere,
- Siz kimsiniz? diye soracak, onlar da:
- Biz Muhammed ümmetindeniz, diye cevap verecekler.
- Sorgu suale çekildiniz mi?
- Hayır!
- Sırat köprüsünü geçtiniz mi?
- Hayır, geçmedik, diye karşılık verecekler.
En sonunda kapıcı:
- Öyle ise siz bu erişilmez dereceleri ne ile kazandınız? diye soracak. Onlar da:
- Biz dünyada iken Allah’a gizlilik içinde yapılan oruç ibâdetini sunduk, O da bizi öbür dünyada yine gizlilik içinde cennetine koydu, diye karşılık verecekler. Hadîs-i Şerîf
‣ Yani ‘Orucun size farz olduğunu bilirseniz, bizim ‘oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır’ sözümüzün doğruluğunu da bilirsiniz.’
‣ Âyetin sonu, başı ile ilgilidir. Takdiri, ‘Size oruç farz kılındı. Oruç tutmanız, eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır.’ (Reddü’l aciz)
‣ Allah’ı bilen kimsenin kalbinde mutlaka Allah korkusu bulunur. Allahu Teâlâ âyette, ‘ilim’ fiilini zikredip, bununla kendisinden korkmayı kastetmiştir. Korkan kimse, ihtiyatı gözetir. İhtiyat ise orucu tutmadır. Buna göre ‘Eğer Allah’ı bilip O’ndan korkarsanız, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır’ denilmiştir.
Orucun üç derecesi vardır:
1- En az Ramazan orucuyla yetinmek. Bu her müslümana farzdır.
2- Nafile oruçlar arasında en faziletlisi Dâvûd’un (a.s) orucudur. Dâvûd (a.s) bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı. Bu şekildeki oruç devamlı oruç tutmaktan daha faziletlidir. İbni Ömer (r.a) Resûlullah’a ﷺ oruç için sorduğunda ‘Bir gün tut, bir gün tutma’ buyurdu. Abdullah b. Ömer ‘Bundan daha faziletlisini istiyorum’ dediğinde Resûlullah ﷺ ‘Daha faziletlisi yoktur’ buyurdu. Bir gün tutup bir gün tutmamak insana daha tesirlidir. Devamlı tutmak bu tesiri azaltır.
3- Oruç tutmanın orta şekli senenin üçte birini oruçla geçirmektir. Her hafta Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutulur, Ramazan da buna ilave edilirse senenin dört ayından bir kaç gün fazlası oruçla geçer. Bu miktar üçte birinden fazladır. Böyle oruç tutmak, nefse hafif gelir ve sevabı bol olur. Sâlihlerin âdeti olan üç ayların tamamını tutmak mümkün değilse, Peygamber tavsiyesine uyup, her aydan üç gün oruç tutmak ve buna devam etmek güzeldir.
Orucun insan sağlığına en önemli tesiri karaciğer ve damarlar üzerindedir.
˗ Karaciğer, vücudun kimya laboratuvarı gibidir. Bir taraftan yağları sindirir, eritir, diğer taraftan da besinleri depo eder. Vücuda giren mikroplara karşı faydalı zehirler üretir. Kemik iliğinde kan yapan hücreler için temel maddeler hazırlar.
˗ Vitamin, hormon ve kandaki iyot dengesinden karaciğer sorumludur. Bunun için yirmi dört saat durmadan çalışmak mecburiyetindedir. Çok yemek ve içmek, karaciğer hücreleri için çok zararlıdır. Aşırı derecede çalışan karaciğer hücreleri, Ramazan’da oruç ile dinlenir; böylelikle, bir sene müddetle daha kuvvetli çalışma imkânı bulur.
˗ Araştırmalar, gençliğinden itibaren oruç tutan kimselerin karaciğer bozukluğu ile ilgili rahatsızlık çekmediğini göstermiştir.
˗ Orucun, damarlar üzerindeki etkisi de hayret vericidir. Damarların en büyük düşmanı, kandaki aşırı besin maddeleri ve bunların yakılamayan artıklarıdır. Bu artıklar, ihtiyarlık ve yıpranma sebebidir. Oruçlu iken, hücre arası su azaldığından, küçük tansiyon azalarak damarların üzerindeki baskı kalkar. Bunun için oruç tutanların damarları ve küçük tansiyonları daima sağlıklıdır.
فَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْراً Kim gıdasını arttırırsa yani sakisi olan bir meşrebten kendini tutmak ki bu bir meşrebten gıdalanmaktır.
وَاَنْ تَصُومُوا خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ Her meşrepten sonsuza kadar daha üstün olduğunu bilirseniz. Nitekim Hadis-i Şerifte ‘İki günü eşit olan ziyandadır’ buyrulmuştur.
Bu âyette başka bir işaret de şöyledir: Nasb okuyan kıraate göre yani وَأَنْ تَصُومُوا عَلَى كُلِّ مَشْرَبٍ / her meşrepten kendinizi tutmanız sizin için hayırlıdır’ demektir.
Belagat
✽ ‘Oruç’ istiare-i vefakiyedir. Çünkü hakiki oruç, insanın büluğ güneşinin doğup, hayatın batmasına kadar insanın kendini günahlardan tutmasıdır. Ortak nokta, her ikisinin de farz olması, sonunda insanı cennete götürmesidir. Oruç akşam ezanıyla açıldığı gibi, hayat boyu tutulan manevi oruç da, ölüm selasının verilmesiyle bitecektir.
✽ مُسَافِراً‘ ...مَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَرِيضًا أوْ / yolcu’ demeyip, ‘عَلَى سَفَرٍ / yolda olursa’ şeklinde gelmesi istiare-i tebaiyedir. Yolun üzerinde olmak, binicinin bineğe binişine ve onun üzerini kaplamasına benzetildi. Bineğini istediği tarafa çevirebildiği gibi, yolunu da istediği yöne doğrultabilir. Bu manayı ifade etmesi için, ‘misafir’ şeklinde ismi fâil getirilmedi. Çünkü مُسَافِر kelimesinde yolun üzerini istila manası tam olarak yoktur.
185- O Ramazan ayı (sayılı günler) ki, insanlara yol gösterici, hidâyeti, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırt edip açıklayıcı olarak Kur’ân, o ayda indirilmiştir. Kim o aya erişirse o ayda oruç tutsun. Hasta olanlar veya seferde bulunanlar ise, başka günlerde tutmadığı günler sayısınca orucunu kaza etsin. Allah size kolaylık diler güçlük dilemez. Bir de o sayısı belli günleri eda veya kaza olarak tamamlamanızı, size yol göstermesi karşılığı onu yüceltmenizi ister, ola ki şükredersiniz.
Âyet Ramazanı anlatırken idmaç yaparak Kur’ân’ı da anlatıyor. Ramazanın değerinin Kur’ân’dan geldiğini remz ediyor. Şöyle düşündürüyor; Kur’ân’ın içinde indiği ay ayların sultanı oluyor. İndiği kalpler değer kazanıyor ‘mevakiun nücum/yıldızların mevkisi’ oluyor. Kendisine Kur’ân inen zat, serveri enbiya, hatemul enbiya Muhammedini’l Mustafa oluyor. Kur’ân kendi şanını, şerefini, nurunu zamanlara, mekânlara, canlara, cananlara aksettiriyor. İnsanlara yön gösterip hidâyet delilleri veriyor. Hak ile batılı ayırd etme imkânı kazandırıyor. Her derdin dermanı, her feryadın imdadı oluyor. Yeter ki insan onu tanısın, öğrensin, mana denizine dalarak hakikat incilerini devşirebilsin. Onu gönderen Zâtı Kerimin, ilmini, hikmetini, adalet ve merhametini bir nebze fark edebilsin.
O öyle bir kitaptır ki; bütün kitapların, hitapların, beyyinatların kaynağı, Yüce Allah’ın ﷻ ezeli, ebedi kelam sıfatının tecellisi. İnen her bir âyet gökten parlayan, ışık veren, şeytanları kovan, gönüllerde mehtap, beyinlerde afitap olan eşsiz benzersiz bir yıldız. Her âyeti uçsuz bucaksız gönül semamızı aydınlatan, genişleten, dirilten bir iksir.
Uygulandığında iki cihan saadeti kazandıran, cehalet karanlığından ilim nurunu çıkaran, şüpheden yakine, vahşetten ünsiyete, nefsanî kölelikten kulluk hürriyetine, dünyada ve âhirette ‘oku ve yüksel’ hitabına mazhar bir kitab-ı ilâhi, hitab-ı samedanidir. Biz mü’minler de, Ramazan’da oruçla bir nevi melekleşerek, melekler eşliğinde dünyamıza teşrif eden o Kitabın nüzulünün yıl dönümünü kutlamış, onunla gece
ve gündüzümüzü nurlandırmış oluyoruz.
Rabbimiz ferman buyuruyor: ‘O aya kim şahit olursa, o ayda kim hazır bulunursa, bedeniyle, ruhuyla ölmemiş, hali hazırda, hayatta ise o ayda oruç tutsun. O ayı bir rahmet sicimini tutar gibi tutsun, dünyanın, meşguliyetlerin derin dehlizinden kurtulmak için o hablullaha yapışsın. Madde çukurunda kanayan yarayı onarsın, lazer tedavisi, şua tedavisi uygulasın.’ Bunun için bu kutlu aya ‘yakan’ anlamında ‘Ramazan’ ismi verilmiş.
Hasta ve seferde olup tutma gücü olmayan da iyileşince, yolculuk bitince tutsun. O ilâhi ipten bütün bütün kopmasın, bedensel gücü ile tutamazsa fidye vererek yine bir ucundan yapışsın. Yani her halükârda Ramazanla, oruçla, Kur’ân’la, teravihle, fıtırla, fidyeyle bu ayla irtibatlı olsun ki ilâhi rahmet halkasının berisinde kalmasın. İnen feyiz, bereket ve rahmetten bî-nasip olmasın. Zamanların cemaat-i kübrasından ayrı düşmesin, farzlarla, nafilelerle amel kırbasını doldursun. İhlâsın otomatikman içinde bulunduğu oruç kazancından mahrum olmasın. Cennete kalkan, midelere bayram olsun.
‘شَهْرُ /Ay’ kelimesi, الشهرة kelimesinden alınmadır. ‘Şöhret’ bir şeyin ortaya çıkmasıdır. Hilâl de, doğup göründüğü için ‘شَهْرُ ‘ diye adlandırılmıştır. ‘Hilâl’ isminden dolayı da otuz günlük ay dilimine ‘şehr’ denmiştir.
Ay takvimine göre Ramazan ayında oruç tutmak, İslâm’ın bölgesel bir din olmayıp, evrensel bir din olduğunun işaretidir. Eğer güneş takvimine göre her sene mesela aralık ayında oruç tutulsaydı, bazıları için çok kolay olurdu. Ama dünyanın bir başka yerinde Aralık ayında Ağustos sıcağı yaşayıp, uzun günlerde oruç tutanlar olacaktı. Ay takvimine göre oruç tutulunca, tüm insanlar bazen kışta, bazen yazda baharda veya güzde oruç tutar, dünyada adalet sağlanmış olur.
‘Sizden evvelki (ümmetlere) yazıldığı gibi sizin üzerinize de oruç farz edildi’ âyetinin ifadesi kapalıdır. Buna göre farz oruç bir gün, iki gün veya daha fazla olabilir. Âyetteki kapalılık, ‘sayılı günler’ ifadesiyle açıklansa da yine mücmeldir. Çünkü ‘sayılı günler’ bir hafta, veya bir ay da olabilir. Allah ﷻ, ‘Ramazan ayı’ tabiri ile daha önceki mücmel ifadelere tam bir açıklık getirmiş ve farz orucun Ramazan ayı orucu
olduğunu beyan etmiştir.
‣ Allahu Teâlâ’nın isimlerindendir.
Şehr-i Ramazan (Ramazan Ayı), Şehrullah (Allah’ın Ayı) manasındadır. Hz. Peygamber ﷺ: ‘Ramazan geldi Ramazan gitti’ şeklinde konuşmayınız, ‘Ramazan ayı geldi, Ramazan ayı gitti’’ deyiniz. Çünkü Ramazan, Allahu Teâlâ’nın isimlerinden bir isimdir’ demiştir. Bu nedenle Şehr’i hazfederek sadece ‘Ramazan’ demek, tenzihen mekruh sayılmıştır.
‣ ‘Ramazan’, Receb ve Şaban gibi ay ismidir. Kelimenin iştikakı hususunda çeşitli görüşler vardır:
1- Bu kelime, ilkbahardan önce gelip, yeryüzünü tozlardan temizleyen yağmur manasına gelen, الرمضاء kelimesinden gelmektedir. Bu yağmur nasıl yeryüzünü yıkayıp temizliyorsa, Ramazan ayı da bu ümmetin günahlarını yıkar, kalblerini temizler.
2- Bu kelime, güneşin sıcaklığından dolayı, taşın kızması demek olan الرمض kelimesinden alınmıştır. Ya o insanlar bu ayda açlığın hararetinden kızmış olmaları yahut bu ayın şiddet ve sıkıntısına göğüs germelerinden dolayı kızıp hararetlendikleri için Ramazan olarak isimlendirilmiştir.
Araplar, ayların isimlerini yeni adlarla değiştirdikleri zaman, her ayın ismini bulunduğu mevsime uygun olarak koyarlardı. Bu değişikliği yaptıkları sırada oruç sıcağın en şiddetli mevsimine rast geldiğinden ona Ramazan adını vermişlerdir.
İnsanlar bu aya, ‘tâbi’ adını da vermişlerdir. Çünkü bu ay onlara çok zor geldiğinden onları rahatsız ediyor ve peşlerini bırakmıyordu.
Hz. Peygamber ﷺ ‘Ramazan ayı Allah’ın kullarının günahlarını yaktığı için, bu ad ile isimlendirilmiştir’ buyurdu.
3- Bu isim, Arapların, oku incelip keskinleşmesi için iki taşın arasında sürttükleri zaman kullandıkları رمضت النصل tabirinden alınmıştır. Çünkü insanlar bu ayda, intikam almak için silahlarını kızdırır, güneşin altına atarlardı.
Bu mübarek aya girmiş bulunuyorsunuz. Bu ayda bir gece vardır ki bin aydan hayırlıdır. Bu gecenin hayır ve bereketinden mahrum kalan bir kimse, bütün hayırlardan mahrum kalmış gibidir. Onun hayrı ise sadece (uhrevi saadetten) mahrum kimseye haramdır. Nesai
Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur. Buhari, Müslim
Allahu Teâlâ, kullarına çok acıdığı için, bazı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, dua ve tevbeleri kabul edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapması, dua ve tevbe etmeleri için bu geceleri sebep kılmıştır. Receb ve Şaban ayında işlenen iyilikler yediyüz katıyla, Ramazan’da da bin katıyla mükâfatlandırılacaktır.
O gecelerde göklerin gözü yerdedir. Bulutlardan cevherler dökülür. Gönül toprağı kuru olanlar, yüzlerini kıbleye döndüklerinde gönüllerinin kıpırdadığını göreceklerdir. Çünkü o gecelerde mahrum olmak yoktur. Ancak gafletle başını yastığa gömenler, bir saadet elde edemezler.
Bu nedenle özellikle, bu aylarda bol bol istiğfar etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, Kur’ân okumak, gece namazı kılmak, dua etmek, sadaka
vermek, iyilikte bulunmak en uygun davranışlardır.
Aslında bütün aylar günler, geceler topyekün Allahu Teâlâ’nındır. Ne var ki bu ay ve günlerin bazıları bazılarından daha kıymetlidir. Nasıl ki çakıl da taş, yakut da taş… Ama biri güzellerin boynunda gezerken, diğeri topraklara karışır.
Cennet dört kimseyi iştiyakla ister:
1- Kur’ân okuyan
2- Açları doyuran
3-Dilini muhafaza eden
4-Ramazan-ı şerifte oruç tutan Hadîs-i Şerîf
Hz. Enes’den (r.a) rivâyete göre; Resûlullah şöyle buyurdu: Allah ﷻ göklerle yerlerin konuşmasına izin verseydi muhakkak onlar Ramazan orucunu tutan kişiyi cennetle müjdelerlerdi. Kenzü’l-Ummâl
Eğer kullar Ramazanın faziletini bilselerdi bütün senenin Ramazan olmasını isterlerdi. Hadîs-i Şerîf- İbni Huzeyme
Ramazan ayının girişiyle oruç tutmaktan sevinç duyan kimsenin vücuduna Allah cehennem ateşini haram kılar. Hadîs-i Şerîf
Allah ﷻ, yazıcı meleklere Ramazan ayında oruç tutanların iyiliklerini yazmalarını, fakat kötülüklerini ise yazmamalarını emreder ve onların geçmiş günahlarını affeder. Hadîs-i Şerîf
Yanında adım anılıp da bana salâvat getirmeyen kimse burnu üstü sürünsün. Ana babası veya bunlardan biri yanında olduğu halde onların hoşnutluğunu kazanıp da bu vesileyle cennete giremeyen kimse de burnu üstü sürünsün. Ramazan ayına erip de bu kutsal günleri Allah’ın affına erişmeden geçiren kimse de burnu üstü sürünsün. Buharî, Taberanî
Ramazan orucu iki Ramazan ayı arasındaki küçük günahları örter.
Hadîs-i Şerîf
Ramazan’da ana-babasına iyilik eden kimseye Allah rahmet nazarıyla bakar ve o kimsenin cennete gireceğine kefilim. Ramazan ayında kocasının hoşnutluğunu kazanmaya çalışan her kadın, Meryem ve Asiye analarımız derecesinde sevaba erişir. Hadîs-i Şerîf
Ramazan ayında mü’min kardeşinin herhangi bir ihtiyacını karşılayan kişinin Allah kıyâmet günü bin tür ihtiyacını giderir. Hadîs-i Şerîf
Ramazan insanın malik değil memluk, hür değil kul olduğunu nefse anlatır. Ramazan orucu doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurup kırar, inatçı, gafil nefse zaafını, aczini, fakrını hissettirir. Ramazan orucu hakiki, halis, azametli ve umumi bir şükrün anahtarıdır.
Kur’ân-ı Hakîmin her bir harfine on hasene yazılır. Ramazan-ı şerifte her bir harf bin, Âyete’l Kürsî gibi âyetlerin her bir harfi binlerce ve Ramazan-ı şerifin Cuma’larında ise daha ziyadedir. Kadir gecesinde de otuz bin hasene sayılır. Ramazan’da Kur’ân-ı Hakîm öyle nurlu bir Tubâ ağacına dönüşür ki; her bir harfi mü’minlere otuz bin bâki meyve kazandırır.
Ramazan-ı şerif, âhiret ticareti için gâyet kârlı bir pazardır, âhiret hasılatı için münbit bir zemindir ve amellerin neşv-ü nümâsı için bahardaki Nisan yağmurudur.
Ramazan-ı Şerif, beşer ubûdiyetinin İlâhi saltanata karşı resmi geçit yapmasına vesile olan, en parlak, kudsi bayramdır. Bu nedenle, nefis yeme-içme gibi hayvâni ihtiyaçlara iştahlanmasın diye oruçla mükellef olmuş. Sanki muvakkaten hayvanlıktan çıkıp melek vaziyetine girmiş,
ya da cesetten sıyrılmış bir ruh adama dönüşerek, oruç ile samediyete bir nevi âyinedarlık etmektedir.
Nasıl ki bir padişah, saltanatı müddetinde her sene tahta çıkışının yıl dönümünde yahut diğer bazı önemli günlerde bayram yapar. O gün raiyetine kanunlar dâiresinde değil, husûsi ihsanlarla hediyeler verir, doğrudan doğruya perdesiz huzuruna, has iltifatına, has teveccühüne mazhar eder… Ezel ve ebed Sultanı, on sekiz bin âlemin pâdişah-ı Zülcelâli de, fermân-ı âl-i şânı olan Kur’ân-ı Hakîmi Ramazan-ı şerifte inzal eylemiş. Elbette o Ramazan’ı ilâhi bir bayram, ruhani bir meclise çevirecektir.
Ramazan-ı şerif, fâni dünyada, fâni ömür içinde kısa bir hayatta, bâki bir ömrü kazandırır. Bir tek Ramazan, 80 senelik bir ömrün semerâtını kazandırabilir.
Kendisinde Kur’ân indirildi.
1- Allahu Teâlâ, Kur’ân’ı Ramazan ayında indirmiştir. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ‘İbrahim’in sahifeleri Ramazanın ilk gecesinde indi.
Tevrat altısında; İncil on üçünde, Kur’ân ise yirmi dördünde indirilmiştir.’
2- ‘O ayın fazileti hakkında indirildi’ manasındadır. Ya da ‘İnsanlara orucun farz kılınması hususunda, Kur’ân indirilmiştir’ manasındadır.
Allahu Teâlâ, orucu Ramazan’a tahsis edince, bunun sebebini Kur’ân-ı Kerim’in bu ayda indirilmesi olarak beyan etmiştir. Oruç da, samedî nurların, devamlı tecelli edip asla gizlenemeyeceği hususlardandır. Beşeri alâkalar, bu nurların beşerî ruhlarda tecelli etmesine mani olurlar. Oruç, beşerî engelleri izale etme vesilelerinin en güçlüsüdür. Manevî keşf sahipleri bu nurları ancak oruç ile elde ederler.
Hz. Peygamber, “Eğer şeytanlar, insanoğlunun kalbini sarmasaydı, şüphesiz insanlar semâvatın melekûtunu seyrederdi’ buyurmuştur.
Oruç ile Kur’ân’ın nüzulü arasında büyük bir ilgi vardır. Kur’ân’ın inişi bu aya tahsis edilince, oruç da bu aya tahsis edilmiştir.
Ramazan’da Kur’ân’ın nâzil olması ile bu ay, yolunu şaşırmış insanlığa ‘gerçek sabahın’ nasib olduğu aydır. Nasıl orucun başlaması gerçek sabaha (subh-u sâdık) bağlıysa, uzun ve karanlık bir cehalet gecesinden sonra bütün insanlık için sabahın doğmasına benzeyen bu ayın da oruca tahsis edilmesi en uygun olanıdır.
Kur’ân, Kadir gecesinde toptan olarak levh-i mahfuzdan indi. Dünya semasında izzet evine kondu. Daha sonraları Cebrail (a.s) Kur’ân’ı parça parça Resûlullah’a getirdi, yirmi üç senede tamamlandı.
İbn Ömer, “Muhakkak ki biz O’nu, Kadir gecesinde indirdik” (Kadr,
1) âyetiyle, Kadir gecesinin Ramazan ayında olduğuna istidlal etmiştir. Dolayısıyla Kadir gecesi Ramazanda olunca, Kur’ân’ın nüzulü de, Ramazanda olmuş olur.
Kur’ân, bu ölümsüz ümmeti karanlıktan aydınlığa çıkaran, ona bu orijinal yapısını kazandıran, onun endişe dolu hayatını güvene dönüştüren, yeryüzüne egemen olmasını sağlayan, daha önce bir hiç olduğu halde kendisine ümmet olmanın temel dayanaklarını bağışlayan bir kitaptır. O temel dayanaklar ki, eğer ortadan kalkarlarsa bu ümmet ne ümmet olarak kalabilir, ne yeryüzünde yeri olabilir ve ne de göklerde adı geçebilir. Kur’ân-ı Kerim’in sağladığı bu nimetin gerektirdiği şükrün asgari derecesi, bu kitabın indiği ayda oruç tutmaktır.
Kur’ân-ı Hakîm Ramazan’da nüzul ettiği için âdeta o ay o semâvi hitabı hüsn-ü istikbal etmek için hazırlanır. Ramazan-ı şerifte nefs süfli
ihtiyaçlardan ve mâlâyâni hallerden tecerrüd eder, yemek içmeyi terk eder, melekiyet vazifesine benzeyerek Kur’ân’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak, ondaki hitab-ı ilâhiyi geldiği andaki nüzulünde dinlercesine, Resûl-ü Ekrem’den ﷺ işitiyor gibi, Hz. Cebrâil’den mütekellim-i
Ezeliden dinliyor gibi kudsi bir hale mazhar olur. Ramazan-ı şerif, İslâm âleminin mescidi hükmüne geçer, milyonlarla hâfızlar o mescid-i ekberin köşelerinde hitab-ı semâviyi arzlılara işittirir. Bu nedenle Ramazan’da oruç tutanlara muhâlefet edenler, tüm İslâm âleminde mânevi nefretin ve tahkirin hedefi olurlar.
Kur’ân, Allah’ın kelâmından iki kapak arasında bulunan metnin adıdır. ‘Kur’ân’ kelimesinin iştikakı hakkında:
˗ Okunan şeye Kur’ân adı verilir. Çünkü masdar bazen meful anlamında kullanılır. İçilen şeye ‘şarap’, yazılan şeye ‘kitap’ denmesi gibi. Örfte bu şekilde meşhur olmuş, insanlar bu kelimeyi Allah’ın kelâmına isim olarak vermişlerdir.
˗ Kur’ân, hemzeli değildir. قرأ lafzından iştikak etmemiştir. Ancak O, Tevrat ve İncil gibi Allah’ın kitabına verilen bir isimdir.
˗ Bu, iki şeyi birbirine karıştırmak anlamındaki قرن kelimesinden müştaktır.
Kur’ân’ın böyle isimlendirilmesi:
˗ Ya onda bulunan sûre, âyet ve harflerin birbirlerine yakın ve eklenmiş bulunması,
˗ Ya Kur’ân’da bulunan hüküm ve kanunların iç içe bulunması,
˗ Ya da Kur’ân’da, O’nun Allah katından olduğuna delalet eden delillerin yan yana zikredilmesi, yani Kur’ân’ın bütün fesahat yönlerini, hayranlık uyandıran bir üslubu, gayb haberlerini ve birçok ilimleri ihti-
va etmesi bakımındandır.
˗ Ya da toplamak manasına gelen, القرء kelimesinden müştaktır.
‘Kur’ân’ kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de 68 defa geçer.
İnsanlara yol gösterici, hidâyeti, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırt edip açıklayıcı olarak Kur’ân, o ayda indirilmiştir.
Tenzil tedrici olarak indirme, inzal ise toptan, bir defada indirmedir. Âyette inzal ile levhi mahfuzdan dünya semasına indirilmesi kastedilmiştir.
هُدًى لِلّناَّسِ وَبيَنّاَتٍ kelimeleri hâl olarak mensubtur. Yani, ‘Kur’ân insanları hakka ulaştırır olduğu halde ve hakka ileten, hak ile bâtılın arasını da ayıran rehber olarak apaçık âyetler halinde indirilmiştir.’
Kur’ân hem hidâyet, hem de hidâyet delilleridir. Kur’ân’a هُدًى dedikten sonra وَبيَنّاَتٍ مِّنَ الْهُدَى demenin manası:
1- Hidâyet iki kısma ayrılır: Öncelikle Kur’ân’ın insanları hidâyete ulaştırdığı çok açık ve net müşahede edilir. İkinci kısımda ise hidâyet bu şekilde tecelli etmez, gizli kalır. Birinci hidâyet daha üstündür.
Sanki şöyle denilmiştir: O Kur’ân bir hidâyettir ve hak ile bâtılın da arasını ayırandır. Önce cinsi zikredilip, nev’i ona atfedilmiş gibidir. Bu da son derece tekid ve mübalağa ifade eder.
2- Kur’ân’ın bizzat kendisi bir hidâyet kaynağıdır. Bununla beraber o, hidâyet ve furkân olmak üzere, apaçık, şeksiz ve şüphesiz delillerdir.
3- Allah ﷻ, Kur’ân’ın bizzat kendisinin bir hidâyet rehberi olduğunu ve O’nda, hidâyet olan ve hak ile bâtılı ayıran önceki kitaplardan da hidâyetin bulunduğunu bildirmiştir.
4- Birinci هُدًى , itikad meselelerine, ikinci هُدًى de dinin ahkâmına hamledilir.
5- هُدًى ve وَالْفرُْقاَنِ ’dan maksat Tevrat ve İncil’dir.
Bu kitap Furkân’dır. Hakla bâtılı ayırd eder, fark ettirir. Bu kitabı tanımadan, hakkı ve bâtılı tanıyıp, hakka uyarak bâtıldan uzaklaşmamız kesinlikle mümkün değildir.
Bir de işari olarak bize şunu hatırlatıyor ki, değer yargısı olarak Allah’tan, kitabından başka birilerini kabul etme hakkımız, bir şeye iyi ya da kötü, haram ya da helâl deme yetkimiz yoktur. Şu anda insanlara sorulsa, herkes ayrı ayrı bu iyi, şu kötü der. Bir şeye Allah iyi demişse
iyi, kötü demişse kötüdür. Şu anda demokratik bir hava içinde insanlar herkese her şeyi sorar da Allah’a sormaz. Nefsi buna razı olmaz.
Problemleri Allah’a sormamanın sebebi de o probleme çözümü
Allah’ın razı olacağı şekilde buldu mu artık diğer insanların hayat hakkı olamayacak da ondan. Çünkü hak ve bâtılı en iyi halleden Allah’tır, Furkân olan Allah’ın kitabıdır.
‘Doğru yolu ve hak ile batılı ayırd eden hükümler’ buyruğunun
‘İnsanları hidâyete erdirmek’ cümlesinden sonra irad edilmesindeki hikmet, hidâyetin iki tür olduğunu göstermek içindir. Bu hidâyet çeşitlerinden biri akıllı olmak şartıyla sıradan insanların hemen anlayacakları şekilde gayet açık ve nettir. Diğer hidâyet çeşidi ise ancak belirli kişilerin idrakine hitap eder.
Kur’ân membaı ilim, madeni esrar, fıtratın tercümanı ve ayat-ı tekviniyesi, edebiyatın mucize-i kübrası, manevi hazinelerin anahtarı, mürşidimiz, üstadımız, imamımız ve her adapta rehberimizdir. Rububiyet-i
ilâhinin şanını ve kemalatını, ubudiyetin vazife ve hallerini beyan edicidir.
Kur’ân-ı Kerim, insanoğlunun ‘Ben kimim, nereden geliyorum, nereye gidiyorum?’ sorularına en güzel cevabı ve en güzel ilacı veren, insanın meçhule gidiş korkularını dindiren, hayatı sevdiren, ümit veren, ölümü yeni bir doğum gösteren, önündeki cehennemden çekip ebedi saadet yurdu cennete davet eden bir kitaptır. Kur’ân, gelişiyle, inişiyle, hükmü, edebi belağatındaki terkibi, fesahatındaki tadı, okunması ve ezberlenmesiyle eşsiz ve benzeri olmayan bir kitaptır. İnsanlara ve cinlere ikram edilmiş ilâhi bir hitaptır, Rabbani bir selamdır. Bu selamı edebince alanlara selam olsun.
Kur’ân, doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün ne olduğunu bildiren hak kitaptır. Kur’ân’da insanların yaşamaları gereken model, ibadet şekilleri, güzel ahlâk bilgileri, bedenen ve ruhen sağlıklı olmanın yolları, zor ve beklenmedik durumlarda alınması gereken önlemler, çeşitli insan karakterleri, ekonomik ve sosyal yaşamın en ideal şekli anlatılmıştır.
Allah’ın ﷻ sözleri karşısında insanların içine düştükleri kargaşalar, ölüm anı ile ilgili bilgiler, kıyamet gününde yaşanacaklar, cennet
ve cehenneme dair açıklamalar ve daha pek çok konu detaylı olarak açıklanmıştır. Yani Kur’ân’da, bir insanın yaşamının her anında gereksinim duyacağı temel bilgilerin tümü verilmektedir. Allah’ı seviyorsak, O’nun biz kullarına hitabı, selamı, uyarısı ve emri olan Yüce Kur’ân’ı okumalıyız. Allah ﷻ ile konuşmak isteyen Kur’ân okusun. O zaman ruhlar enbiya ile aşina olur. Manasını bilmeden, düşünmeden okumak sadece görmektir. Peygamberi müşrikler de görmüştü.
Dâvûd b Ebi Hind, Şabi’ye sordu:
- Ramazan ayında Resûlullah’a geldiği bildirilen Kur’ân Efendimize ﷺ senenin sair günlerinde de gelmiş midir?
- Evet gelmiştir. Cebrail (a.s) her Ramazan ayında getirdiği Kur’ân’ı Resûlullah’la karşılıklı okurdu. Daha çok Resûlullah okur, Cebrail (a.s) dinlerdi. Bu meyanda Allah’ın ﷻ kalmasını istediği âyetler sağlam olarak kalırdı; silinmesini istediği âyetler de silinip giderdi, Efendimiz’e unutturulurdu.
Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetce asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın Kitab’ı ve Resûlünün sünneti. Hadîs-i Şerîf
Sizden kim o ayda hazır bulunursa orucu tutsun.
شَهِدَ, ‘hazır oldu /حضر’ anlamındadır. شَهِدَ fiilinin mefulü hazfedilmiştir. Çünkü ‘yolcu olmadı’ manasındadır. ‘Sizden kim beldesinde
veya evinde mukim bulunursa...’ takdirindedir.
Ramazan’ın belirlenmesi; Ramazan hilalini bizzat görmekle veya bunu duymakla olur. Eğer bir kimse Ramazan hilâlini tek başına görür ve imam da onun şâhidliğini reddederse, yine de kendisinin oruç tutması gerekir. Çünkü Allahu Teâlâ, Ramazan Ayına şâhid olana orucu vâcib kılmıştır. Bu kimse de Ramazan Ayına şahit olmuştur.
Ramazan hilâlinin görüldüğüne dair iki âdil şâhid bulunduğu zaman, hem oruç hem de bayram hususunda duyma yolu ile hüküm verilir.
Şevval ayını gördüğüne dâir şehâdette bulunan âdil bir kimse olduğunda ise, bu tek kişinin şehâdetine göre hüküm verilip bayram edilmez. Fakat Ramazan hilâlini gördüğüne dair tek kişi şâhidlik ettiği zaman, ihtiyaten hüküm verilip oruca başlanabilir.
Çünkü Ramazan hilâlini görmek bir ibâdete girmek için esastır, Şevval hilâlini görmek ise bir ibâdetten çıkmak için esastır. İbâdetin vaktinin geldiğini söyleme hususunda tek kişinin sözü kabul edilir; ama ibâdetin bittiği hususunda, ancak iki kişinin sözüne dayanılır.
Resûlullah ﷺ bir gün ‘Ramazan ayında kaç gün geçti?’ buyurdular. Biz: ‘Yirmi iki, geriye de sekiz gün kaldı!’ dedik. Resûlullah bu cevabımız üzerine: ‘Ramazan ayı şu kadardır!’ diyerek (ellerinin parmaklarıyla) üç kere gösterdi ve sonuncu sefer bir parmağını büktü (yani yirmi dokuz işareti yaptı).
‘Resûlullah’ın ﷺ sağlığında Ramazan ayını yirmi dokuz gün olarak tutmamız otuz tutmamızdan daha fazladır.’ Ebû Hureyre
Orucu bozan şeyler:
1- Vücuda bir şeyin girmesi. Vücudun içine ulaşan her cisim ve madde orucu bozar. Bu şey dimağa, karna, bağırsaklara ve mesaneye girmiş olabilir. Enfiyenin ve burna konulan ilacın beyne (dimağa) ulaşmasıyla oruç bozulur. Karın bölgesine de şırınga yapılmasıyla oruç bozulur.
2- Vücuttan bir şeyin çıkması. İsteyerek kusmak ve istimna yapmak orucu bozar. 3- Cima.
‣ Oruçlunun boğazına sinek kaçtığında veya yürürken yolun tozu ağzından karnına gittiğinde, orucu bâtıl olmaz. Çünkü bu gibi şeylerden kaçınmak zordur.
‣ Şayet başkası zorla veya uykusunda oruçlunun boğazına bir yiyecek veya içecek dökse, o kimsenin orucu bozulmaz. Çünkü nazar-ı itibara alınan, imsak (insanın kendini tutması) ve sakınmasıdır. İkrah (zorla yaptırma) ise imsakı yok etmez.
Horasanlı iki derviş vardı. Birlikte seyahat ederlerdi. Birisi zayıftı, üç gecede bir yemek yerdi; öteki kavi idi, günde üç öğün yerdi. Nasılsa bunları bir şehrin kapısında casusluk iftirasıyla tuttular, her ikisini bir odaya koydular. Odanın kapısını çamur ile sıvadılar. İki hafta sonra suçsuz oldukları anlaşıldı. Kapıyı açtılar ve gördüler ki, kavi olan ölmüş, zayıf olan sağ sâlim yaşıyor. Herkes buna şaştı.
Bu işi gören hekim şöyle dedi:
– Eğer bunun aksi olsaydı şaşardım. Çünkü o çok yiyen açlığa dayanamadı, öldü; fakat az yiyen âdeti vechile dayandı ve selâmette kalıp kurtuldu.
Sizden kim hasta ve yolcu olursa, ona diğer günlerden (onun) sayısınca (oruç tutması) gerekir.
Hasta, hastalığı artacak ise, hamile kadın, süt emziren kadın, savaşan asker zayıf kalırsa, oruç tutmaz. İyi olunca kazâ eder. Sefere çıkan, yani üç günlük yola, 90 kilometreye gitme niyetiyle yola çıkan, seferi olur. Böyle misafir, orucunu ertesi gün bozabilir ve Ramazan’dan sonra kazâ edebilirse de, zarar görmezse tutması efdâldir.
Yolda ve on beş günden az kalacağı yerde tuttuğu orucu bozarsa, keffâret lâzım olmaz. Misafirliği bitip evine gelince veya gittiği yerde on beş gün kalmaya niyet edince, tutmadığı günleri kazâ eder.
Hasan-i Basri ve İbrahim en-Nehaiye göre orucu yemeye ruhsat veren hastalık, kişinin, ayakta namaz kılmasına engel olacak kadar bir hastalıktır. Eğer hastalığından dolayı ayakta namaz kılamıyorsa, bu kişi oruç tutmayıp, sıhhate kavuştuktan sonra kaza eder.
Yine hasta, hastalığının artmasından, iyileşmesinin gecikmesinden, şiddetli ağrı gelmesinden korkar ise, oruç tutmayıp sonra kazâ eder. Bu, hâzık Müslüman bir doktorun söylemesi ile anlaşılır. Hâzık, mütehassıs, uzman demektir. Kâfir ve fâsık, yani büyük günah işlediği bilinen tabibe muayene ve tedavi, zaruri hallerde câizdir, fakat bunların sözleri ile
ibâdet bozulmaz. Orucu bozarsa, keffâret gerekir.
Ebû Hanife’ye göre, Ramazan ayı içinde iyileşen deli kimsenin oruçsuz geçirdiği günleri kaza etmesi gerekir.
Orucun zahmetini duymayanın ecri yoktur.
Kim, üzerinde Ramazan ayının orucu olduğu halde ölecek olursa, (ölünün velisi) her bir gün yerine, bir fakire yiyecek versin. Tirmizi
Kâsım İbnu Muhammed rahimehullah’dan: ‘Üzerinde Ramazan borcu olan kimse, kaza edecek güç ve kuvvette olduğu halde, müteakip Ramazan gelinceye kadar bunu tutmamış ise, her bir gün yerine bir fakire bir müdd buğday vermeli ve orucu kaza etmelidir.’ (Müdd: 0,73 litre) Muvatta
Her kim, ruhsatsız ve hastalıksız olarak Ramazan orucundan bir orucu yerse, bütün bir ömür oruç tutsa da onu ödemiş olmaz. Tirmizi, Ebu Davud
Sanma oruç bu akşam tıklım tıklım ye diye,
Bu akşam yarın oruç tutabilmek için ye. N. Fazıl
Allah size kolaylık diler, güçlük dilemez.
Allah ﷻ seneye nisbetle bu orucu az bir zaman için vâcib kılmıştır. Orucu ne hastaya ne de yolcuya vâcib kılmamıştır. Bütün bunlar birer kolaylıktır. Bu ifade, yolcu ve hastalara, kolaylarına geliyorsa oruç tutmalarını, yoksa orucu yemelerini ikaz etmektedir.
يرُِيدُ fiili, ‘bir şeyin ardından koşturmak’ anlamındaki رَادَ kelimesinden gelir. اِرَادَ kelimesinin asıl anlamı, şehvet, dilek ve umuttan oluşan bir güçtür. Bu kelime, yapılmasına veya yapılmamasına karar verilen bir şeye nefsin meyletmesi için isim kılınmıştır. Kimi zaman işin başı
için kullanılır; nefsin arzusunu, özlemini bildirir. Kimi zaman da işin sonu için kullanılır, o anda o işin yapılmasının veya yapılmamasının gerekli olduğuna karar vermek manasını bildirir.
‘İrade’ kelimesi Allahu Teâlâ için kullanıldığında bununla başlangıç değil, sonuç kastedilir. Zira Allahu Teâlâ bir şeye meyletmekten, özlemekten münezzehtir. ‘Allah şunu irade etti’ demek, ‘Allah onun şöyle değil de böyle olduğuna karar verdi’ demektir. Bazen irade zikredilir
fakat ondan emretme manası kast edilir. Bu âyet-i kerimede böyledir.
الْيسُْرَ kelimesinin manası ‘kolaylık’tır. Zenginlik ve genişliğe de işleri kolaylaştırdığı için يسار denmiştir. Fiilleri ikinci derecede kolaylıkla yaptığı için veya sağ ele yardımı ile işler kolaylaştığı için, sol ele de ‘yed-i yüsrâ’ denir.
İslâm dini, kendisinden haz duyan kalplere hayatın tüm yönlerini kolay ve yumuşak tarafından almayı aşılar, müslümanın vicdanına zorlamaya ve karmaşıklığa yer vermeyen, kendine has bir sadelik, müsamahakârlık damgası basar. Bu sadelik ve kolaylık eşliğinde bütün yükümlülükler,
farzlar ve hayatın bütün yorucu faaliyetleri suyun akışı, fidanının büyümesi gibi rahatlık, güven ve hoşnutluk içinde yerine getirilir. Yine bu sadelik ve kolaylık duygusu Müslümanda, yüce Allah’ın rahmeti ve mü’min kulları için zorluk değil, kolaylık dilediği gerçeği üzerine sürekli bir bilinç geliştirir.
وَلِتكُْمِلوُا الْعِدَّةَ ‘lam’ harfi cerinin müteallakı (öncesi kendisine işaret ettiği için) hazf edilmiştir. Takdiri şöyledir: فعل جُمْلةََ مَا ذكُِرَ ‘Sayıyı tamamlayasınız, Allah’ın size hidâyet etmesine karşılık onu tekbir edesiniz ve şükredesiniz diye, Allahu Teâlâ zikredilen şeyleri yapmıştır.’
Bu şeyler, sayılı günlerde oruç tutmayı emretmesi, nasıl kaza edileceğini öğretmesi ve orucu bozma ruhsatıdır.
وَلِتكُْمِلوُا الْعِدَّةَ sözü sayıyı gözetme emrinin, وَلِتكَُبرُّوا اللهَ sözü orucun nasıl kaza edileceğini öğrenmenin, وَلعَلَكَُّمْ تشَْكُرُون ruhsatın ve orucu kolaylaştırmasının illetidir.
وَلِتكُْمِلوُا الْعِدَّةَ / sayıyı tamamlayasınız diye...’ buyrulmuş, ‘Bu ayı
tamamlayasınız diye...’ denmemiştir. Çünkü ‘sayıyı tamamlayasınız diye...’ ifadesinin şümulüne hem Ramazan günlerinin sayısı, hem de kazaya kalan günlerin sayısı girmektedir. Eğer ‘Bu ayı tamamlayasınız diye...’ buyursaydı, sadece orucu vaktinde tutmanın hükmünü göstermiş olurdu, kaza etmenin hükmü bu ifadeye girmezdi.
Yolcuya ve hastaya Ramazan’dan sonraki günlerde eksik kalan günlerin orucunu tutma imkanı tanınarak, zor duruma düşen bu kimselere de Ramazan günlerini tamamlama fırsatı verilmiş oldu. Böylece onlar için sevap kaybı da söz konusu değildir.
İnsan psikolojisi kolaya meyyaldir. Bir şeye yavaş yavaş alıştıktan sonra onu kabule müsait hale gelir. Karşılaşılan ağır bir teklif, meselenin tamamını inkara yol açabilir. Bu sebeple meşru sınırlar içinde insanlar için en kolayını tercih etmek, kolaydan zora, tedricen ilerleyen bir metod izlemek gerekir.
İslâm o kadar kolay bir dindir ki, bazı zamanlarda teklifleri ya kaldırmış, ya ertelemiş veya yarı yarıya düşürmüştür. Fıkıhtaki ‘Azimet ve ruhsat’ bahsi bunu anlatır.
˗ Öğüt olsun diye geçmiş ümmetlerin kıssaları anlatılarak Kur’ân’ın anlaşılmasının kolaylaştırılması. (Kamer, 17, 22, 32, 40)
˗ Ümmet-i Muhammed’in daha kolay anlaması için, Hz.
Peygamber’in diliyle Kur’ân’ı kolaylaştırması. (Meryem, 97; Duhan, 58)
˗ Görevini yerine getirebilmesi için Allah’ın Peygamberine kolaylık göstermesi. (A’lâ, 8)
˗ İyi ve müttakilerin işini Allah’ın kolaylaştırması, kötülerinkini zorlaştırması. (Leyl, 7-10; Talak, 4)
˗ ‘Ya Rabbi işimi kolaylaştır’ duasının insana tavsiye edilmesi. (Nûr, 24)
˗ Namazda kolayımıza gelen âyetleri okuyabilmemiz. (Müzzemmil, 20)
˗ Hacda kolayımıza gelen hedy kurbanı kesmemiz. (Bakara, 196)
˗ İnsana her zorluktan sonra bir kolaylığın verilmesi. (Talak, 7; İnşirah, 5-6)
˗ Mahşerde ameli iyi olanların kolay, kötü olanları zor bir hesaba
çekileceği. (İnşikak, 8)
˗ Ödeme güçlüğü çeken borçluya kolaylık göstermemiz. (Bakara, 280)
Resûlullah ﷺ zor işlerde şu duayı okurdu: ‘الَلهَُّمَّ لَ سَهْلَ إِلَّ مَا جَعلَْتهَُ سَهْلاً، وَأنَْتَ تجَْعلَُ الْحَزْنَ إِذَا شِئتَْ سَهْلاً / Allah’ım Senin kolay kıldığından başka bir kolay yoktur. Ancak Sen istersen zoru (sert, katı olanı) kolaylaştırırsın (yumuşatırsın).’
Allahım, bir kimse ümmetim içinde bir vazife alır da onlara zorluk gösterirse sen de ona zorluk göster. Kolaylık gösterirse sen de ona kolaylık göster. Müslim
Bir şey satarken, satın alırken, borcunu öderken insanlara kolaylık gösterenlere Allah merhamet etsin. Buhari
Resûlullah ﷺ vaaz hususunda bize bıkkınlık gelmesin diye halimize bakıp ona göre gün ve saat kollardı. Abdullah b. Mesud
Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. Buhari, Müslim Nevevi der ki: Efendimiz ﷺ bu cümlede, bir şeyle onun zıddını cem edip birleştirmiştir. Çünkü bu iki zıd, ayrı ayrı vakitlerde
yapılır. Şayet sadece birini söyleyip mesela ‘Kolaylık gösterin’ demiş olsaydı, bir veya birkaç defa kolaylık gösterip, çoğu işlerinde zorluk çıkaran kimse bu söze tabi olduğunu söyleyebilirdi. ‘Zorlaştırmayın’ da dediği için, her halde, bütün zorlamaları nefyetmiştir.
Cehennemin kimi yakmayacağını size haber vereyim mi? Cana yakın olan, herkesle iyi geçinen, yumuşak başlı olup insanlara kolaylık gösteren kimseleri cehennem yakmaz. Tirmizi
Efendimiz ﷺ iki şey arasında muhayyer bırakıldığında daima kolay
olanı tercih ederdi. Bundan dolayı İslâm hukukunda ‘الَْعمََل بِلْاَيْسَرْ / Yapılan
iş, en azıyla kabul edilir, geçerlidir’ külli bir kaide olarak kabul edilmiştir.
Hak tecelli eyleyince her işi asan eder
Halk eder esbabını bir lahzada ihsan eder.
Size yol göstermesi karşılığı O’nu yüceltmenizi ister.
‣ Bundan murad, Ramazan bayramı gecesi tekbirleridir. İmâm Şafi:
‘Her iki bayramda da açıkça tekbir getirmeyi severim’ demiştir. Ebû Hanife ise Ramazan bayramı şafağında tekbirin mekruh olduğunu söylemiştir.
‣ Bundan murad, oruç tutmayı nasip ettiği için, Allah’a şükrederek tazimde bulunmaktır. Bu tekbir, söz, itikad ve amel ile olur.
Söz ile tekbir, Allah’ın yüce sıfatlarını ve güzel isimlerini kabul edip,
O’nu kendisine yakışmayan ortaklardan, eşi ve çocuğu bulunmaktan, mahlûkâta benzemekten tenzih etmektir. Bütün bunlar, kalb ile sağlam bir şekilde inanıldıktan sonra doğru ve sahih olur. Amel ile tekbir; namaz, oruç ve hacc gibi ibâdetlerle olur.
عَلىَ مَا هَدَاكُمْ sözü bu dünyadaki, delilleri bildirme, hayırlara muvaffak
kılma ve koruma gibi Allah’ın insana verdiği büyük nimetleri bildirir.
Te’vilâtı’n Necmiyye’den...
Allahu Teâlâ kullarına az zamanda yaptıkları ibadetlere muka-
bil, lütfunun kemalinden haber vermek üzere; أيَاَّمًا مَّعْدوُدَاتٍ buyurdu. Orucunuz sayılı, az günlerde son bulur. Orucun semeresi ve meyvesi ise sayılmayan, son bulmayan bir semeredir. Az zamanda, sayılı günlerde, sonlu bir oruç tutuyorsunuz. Fakat bu orucun mükâfatı sonsuzdur. (Hac, 78. âyetinin zikrini dinlemek sizi korkutmasın. (Yani ‘Tam anlamıyla cihad edin’ âyeti sizi korkutmasın.) الذَِّيَ أنُزِلَ فِيهِ الْقرُْآنُ Oruca devamda kimin hali Ramazanın hali
gibi olursa ona Kur’ân hakikatları nazil olur. Buradaki edep, sadece yemekten kesilme değil, halkın ahlâkından fani olup, Hakk’ın ahlâkında baki olmadır. Nitekim Resûlullah’a ﷺ “Şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem, 4) buyrulmuştur. Burada geçen ‘Azim’ Allah ﷻ anlamındadır. Yani ‘Azim olan Allah’ın ahlâkı üzeresin.’
Hz. Aişe’ye Efendimizin ﷺ ahlâkı sorulduğunda ‘O’nun ahlâkı Kur’ân’dı’ buyurdu.
Burada salikin seyri kesilip Kur’ân hakikati ile seyredilir. Kur’ân’da
’هُدًى لِلّناَّسِ وَبيَنّاَتٍ مِّنَ الْهُدَى وَالْفرُْقاَنِHalik’tan halka hidâyet vardır. ‘buyrulduğu gibi.
Sonra وَأنَ تصَُومُوا خَيْرٌ لكَُمْ kavlini getirdi. Yani ‘Bütün meşreplerden kendinizi tutarak devam edin. Eğer Ramazan ayının kadru kıymetini biliyorsanız. Bu; hakiki oruca devamdan ibarettir.’ فمََن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ Bütün meşreplerden kesilmeye devam metanetini
idrak edenler.
فلَْيصَُمْهُ Bu imsaka devam etsin. Resûlullah’ın ﷺ Haris’e (r.a) ‘İsabet ettin, devam et’ demesi gibi.
Beyazıd-ı Bestami’nin dediği gibi: Nefsini terk et, onu yok etmeye devam et.
Ramazan insanların günahını yok eder. Ramazanı hakikiye şuhud, insanların benliğini yakar. Bir taraftan rahmetiyle günahları yakar, bir taraftan hakikatının resimlerini yakar.
Başka bir mana: Sizden kim bu aya şahit olursa, hazır olan şehri kaybetmez. Oruçla hazır bulur. (Her zaman Ramazan gibi olur.) وَمَن كَانَ مَرِيضًا Arızi kalbi hastalıklardan gevşeklik olursa ki bunlar;
nefis sıfatlarının galebesi, beşeri istekler, tabi tembellik, gaflet ve kalbin haricine çıkmaktan olan, manevi hastalıklardır.
أوَْ عَلىَ سَفرٍَ Salikin süluk vakfelerinde bulunursa. Yolculuk esnasında hakikat hükümlerini kıyamdan aciz kalıp, ihmal vukua geldiğinde iradesi kuvvetlenip, cesareti kavileninceye, inayet erişip acayip lütuflardan hastalığına şifa gelinceye kadar erteleyebilir. Böylelikle hastalığı lütf-u ilâhiyle zail olur.
فعَِدَّةٌ مِّنْ أيَاَّمٍ أخَُر Hastalık gidip, kalp selamet bulduğu günlerde, daha
önce ruhsat ve tevillerle kaybettiğini tamamlar. Rehbetler, sıdkı niyet, sıhhat, yakınlık makamına rücu eder, cezbelerin tasarrufu ile kaybedileni yerine getirip, ondan öldürdüğünü ihya eder.
Nitekim Cenâb-ı Hakk ruhsat ehline “O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun...” (Tegabun, 16) buyurdu.
Ehl-i azimet için de O, inkar edenlere de ki: “Siz mutlaka yenileceksiniz ve toplanıp cehenneme sürüleceksiniz. O ise ne kötü döşektir!”
(Âl-i İmran, 12) buyurdu.
Cenâb-ı Hakk’ın bidayet ehline kolaylaştırıp sonraki hallerde tam olarak yapmayı vâcib kılması sünnetidir.
وَعَلىَ الذَِّينَ يطُِيقوُنهَُ فِدْيةٌَ Sıdkı talepte kuvvetli ve himmeti ali olan,
vâcib maksuda ulaşmak için kendini tutsun. Bu da bazı taleplere iltifat meşreplerinden himmetini tutması, hakikat meşrebinden şeriat kolaylığına dönmesidir.
طَعاَمُ مِسْكِينٍ Masivadan ayrılarak onu miskinlere verir. Orucu vasıta
kılar ve ancak Hakk’ın mevhibeleriyle, O’nun meşrebinden iftar eder. Efendimizin ﷺ ‘Ben Rabbimin yanında gecelerim, o beni yedirir-içirir’ buyurması gibi.
يرُِيدُ اللهُ بِكُمُ الْيسُْرَ وَلَ يرُِيدُ بِكُمُ الْعسُْرَ “Muhakkak ki zorlukla beraber kolaylık vardır.” (İnşirah, 5)
Size zorlukla beraber olan kolaylığı murat ediyor. Emrine imtisaldeki zorluğa bakma. Zorlukla olan kolaylığa bak.
Akıllı şarabın acılığına bakar, onu terk eder. Lakin sıhhatin tatlılığını gördüğü zaman da, o içeceğin acılığına aldırmaz, himmetinin kuvvetiyle onu içer. (İlacın acılığını düşünmez.)
Bir başka mana: Sizi imana hidâyet etti, size Resûl gönderdi, beraberinde Kur’ân indirdi. Size ياَ أيَهَُّا الذَِّينَ آمَنوُا كُتِبَ عَليَْكُمُ الصِّياَمُ kavliyle hitap etti. Sonra da vâcibi yerine getirmeniz, hakkını vermeniz için sizi muvaffak etmesi, farz olana muhalefetten sakındırması, size vaad ettiği hüsnayı tasdik ettirmesi “Kim verir ve en güzel kelimeyi tasdik ederse,
işte biz onu en kolaya muvaffak ederiz.” (Leyl 5-7) âyetinde irade ettiği
yüsrdür, kolaylıktır.
Allah kime zorluk murat ettiyse imanın hakkını vermeye muvaffak etmez. Kendine vâcib olana muhalefet etmesi, hüsnayı yalanlaması, tasdik etmeyip müstağni olması, cimrilik etmesi için zoru kolaylaştırır.
“Ama kim cimrilik eder ve müstağni davranırsa, en güzel kelimeyi yalanlarsa, onu da en zoruna muvaffak kılarız.” (Leyl 8-10)’da olduğu gibi.
Bir kula kolaylık murat edilmesinin alameti; kolayı talebe kaim kılmasıdır. Kolaylık dilemezse onu kolaya talip kılmaz, zora kaçar.
İlâhi ihsan için ehli vefaya ümit haktır. Kolaya ulaşmakta aşıkların kalbi çarpar. Çünkü Allah يرُِيدُ اللهُ بِكُمُ الْيسُْرَ buyurdu.
Abidlerin kalbinden keder gider. Mahbubun kalbinden zanlar yok olur. Çünkü Allah وَلَ يرُِيدُ بِكُمُ الْعسُْرَ buyurmuştur.
يرُِيدُ اللهُ بِكُمُ الْيسُْرَ , وَلِتكُْمِلوُا الْعِدَّةَ müjdesinin cezbeleriyle gaye nevileri tamamlanır. İmtihanla talep günlerinin iddeti biter. ‘Allah size zorluk dilemez.’ وَلِتكَُبرُّوا اللهّ Vuslat ve ayrılıktan Allah’ı tazim etmeniz için.
عَلىَ مَا هَدَاكُمْ Cemal sıfatının tecellisi ile visal âlemine hidâyet
etmesine
لعَلَكَُّمْ تشَْكُرُون Zatı zülcelal-i hakkıyla tenzih etme adabına vusûl nimetine şükretmek için. “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler” (Enam, 91)
Belagat
• Bu âyet-i kerimede idmaç sanatı vardır. Hem Ramazan’ın hem de Kur’ân-ı Kerim’in değeri bildirilmiştir.
• الذَِّيَ أنُزِلَ فِيهِ الْقرُْآنُ ifadesindeki ismi mevsul, hem Ramazan’ın hem de gayrının şanı içindir. Yani o Ramazan’da inen Kur’ân’ın, kendisine Kur’ân inen peygamberin, Kur’ân’a ümmet olanların, ona gönül verenlerin, Kur’ân’ı hıfzedenlerin, onun ilmiyle meşgul olanların şanını ifade eder.
• الشَّهْرَ ’deki lam-ı tarif, daha önce geçen bilinen bir ayı ifade eder.
Bu da Ramazan ayıdır. (Ahdi harici)
Burada الشَّهْرَ derken ayın tamamı söylenmiştir. Oysa Ramazan ayının tamamına ulaşmak ancak ay sonunda mümkündür. Mana şöyledir: ‘Kim Ramazan ayının cüzlerinden bir cüzünde bulunursa, bütün ayı oruç tutsun.’ Cüz söyleyip küllünü murad etmek, meşhur bir mecazdır.
‘شَهْرُ’ Kelimesinin merfu okunması:
˗ شَهْرُ kelimesi “كتب عليكم الصِّياَمُ” lafzından bedel olarak merfudur. Buna göre mana, ‘size Ramazan ayı farz kılındı’ şeklindedir.
˗ أيَاَّمًا lafzından bedel olan mahzuf bir mübtedanın haberidir. Buna göre, ‘o (yani sayılı günler), Ramazan ayıdır’ denilmiştir. شَهْرُ رَمَضَانَ, ifadesi, ‘sayılı günler’in beyanıdır.
˗ Haberi mahzuf mübtedadır.
˗ شَهْرُ mübteda, haberi sılasıyla beraber الذَِّي’dir.
Mensub okunuşu:
˗ صوموا شَهْرَ رَمَضَانَ ‘Ramazan ayını oruçlu geçiriniz’ şeklindedir.
˗ أيَاَّمًا معدودات ifadesinden bedel olmasıdır.
˗ و ان تصوموا’nün mefulüdür.
• شَهِدَ ’nin mefulü, الشَّهْرَ ’dır. Takdiri, ‘Kim aklı ve bilgisiyle Ramazan ayını müşahede ederse, o ayı oruçlu geçirsin...’ şeklindedir. الشَّهْرَ kelimesi, zaman zarfı olarak mensubtur.
• عُسْرَ - يسُْرَ kelimeleri arasında tibak-ı icab sanatı vardır.